Akından Akına Bir Kazıklı Voyvoda -III. Vlad Tepeş Drakula- Romanı
M. Turhan Tan
Fatih devrindeyiz… Meşhur Kazıklı Voyvoda Vlad, Türklere türlü eziyetler etmektedir. Hatta Kara Murat’ı şişleterek ateşte çevirtip öz kardeşi Mustafa’ya zorla öldürtmüştür. Mustafa’nın kulaklarında hep ağabeyinin “Öcümü al!” feryatları vardır. Mustafa intikam ateşiyle büyür ve bu ateş onu akıncı yapar. Artık hayatında yepyeni bir sayfa açılmıştır: Akıncılık. Mustafa akından akına koşarken türlü maceralara atılacak, âşık olacak, esir düşecek, bir akıncının yaşayabileceği her şeyi yaşayacaktır… Türk edebiyatının en değerli tarihî romanlarından biri olan “Akından Akına”, bir Türk akıncısının hayatını roman tekniklerine göre gözler önüne sererek okuyucuya zengin bir dünya sunmaktadır. Türk okuyucusu tarafından pek bilinmeyen M. Turhan Tan, tarihî roman geleneğimizin en önemli isimlerinden biridir. Birçok önemli memuriyetlerde bulunduktan sonra Sivas mebusluğu da yapmış ve 1922 yılından itibaren kendini tamamıyla yazı hayatına adamıştır. En önemli eserlerini ise tarihî romancılık alanında vermiştir. Bazı eserleri Almanca, İngilizce ve Yunanca gibi dillere çevrilen, tarihî gerçeklikleri berrak ve sürükleyici bir üslupla aktaran Tan, Türk tarihinin zengin mirasını eserlerine ustalıkla taşımış ve okuyucusuna tarihî romanları keyifle okutan bir yazar olarak Türk edebiyatındaki yerini almıştır. Turhan Tan’ın ölümünden sonra unutulan ve Türk yazın hayatından çekilen eserleri, Türk okuyucusunun özellikle son zamanlarda ilgisini çeken ve neredeyse güncelleşen konulara değinip ele aldığı dönemlere ışık tutmakta, günümüzdeki kimi tartışmalara cevaplar getirmektedir.
M. Turhan Tan
Akından Akına
Mümtaz Turhan Tan, 1885 yılında, Diyarbakır'da doğdu. Lise öğrenimini Gümülcine ve İstanbul Vefa İdadisinde gördü. Bu sırada babasından Farsça; özel bir öğretmenden ise Arapça dersi aldı
Babasının vefatı üzerine Sivas'ta bulundu. 1902 yılında Hukuk Mektebine girmek için yeniden İstanbul'a döndü. Burada, çeşitli edebî dergilerde nazım ve nesir olmak üzere yazılar yazdı. Çağdaşı yazarlarla birlik oldu lakin bazı arkadaşlarının yakalanması ve hapsedilmesi üzerinde Sivas'a döndü. Burada Vali Reşit Akif Paşa'nın himayesi altına girdi, kâtiplik görevini üstlendi. Vilayet gazetesinin başyazarlık görevini yürüttü. Bu dönemde bazı okullarda Türkçe ve tarih öğretmenliği yaptı.
Edebiyat camiasına aruz vezninde kaleme aldığı şiirleri ile girdi. Servet-i Fünûn dergisinde “Bedreddin Mümtaz” ve “Halil Rüşdü” imzasıyla; Meşrutiyet devrinde M. S. imzasıyla; İçtihad ve Rübab dergilerinde ise kendi imzasıyla makale ve şiirler yayımladı.
Ahmet Refik Altınay'ın açtığı yolda ilerledi. Asıl ününü M. Turhan Tan imzasıyla kaleme aldığı romanlarında kazandı.
Oğlunun adı olan Mümtaz Turhan Tan'ı kullanmasının sebebini; oğlunun da kendisi gibi edebiyat camiasında bulunması isteğine bağladığını dile getirdi.
Cehennemden Selam adlı eseri ile tarihî romanlarının ilk yetkin örneklerini verdi. Uzun bir süre tarihî roman yazma alanında çalıştı, tecrübe kazandı. Elde ettiği birikimler, popüler tarihî roman yazarları arasında yer almasını sağladı. Eserlerinde, sanatın öncelikli olarak millete yönelmesi gerektiğini savunan anlayışı gözetti ve halka faydalı olmayı amaç edindi.
Geçirdiği uzun bir hastalık döneminin ardından 1939 yılında, İstanbul'da vefat etti. Edirnekapı Şehitliği’ne defnedildi.
Başlıca Eserleri: Cehennemden Selam (1928), Kadın Avcısı (1933), Cem Sultan (1935), Akından Akına (1936), Hürrem Sultan (1937), Avrupa Notları (1938), Safiye Sultan (1939), Devrilen Kazan (1939), Krallar Avlayan Türk (1944), Cengiz Han (1962), Baht İşi…
Otuzuncu eserim olan bu romanı, “Cumhuriyet” gazetesi sekreter muavinlerinden kardeşim Ahmet İhsan’a ithaf ediyorum.
M. T. T.
BİR VOYVODA NASIL EĞLENİR?
Eflak Voyvodası Vlad, kızarıp bozararak kulağına bir iki kelime fısıldayan metresi Mariçe’nin iki eline yapıştı ve haykırdı:
“Doğru mu söylüyorsun kız, bu dediğin oldu mu?”
Mariçe, pembe bir sevinç içinde kekeledi:
“Evet, doğru. Çoktan beri işkilleniyordum. Bu sabah inan getirdim. Çünkü kımıldadı.”
“Nerede kımıldadı?”
Kadın, mengeneye konulmuş gibi acılar içinde kalan ellerinden birini kurtardı, sağ kasığının üst tarafını gösterdi:
“İşte burada!”
“Ya, orada kımıldadı ha. Demek ki gebesin ve utanmadan bu büyük suçu bana müjdeliyorsun! Dur, öyleyse. Erkeğinden izin almadan çocuk yapan kadınlara ne yapılacağını sana göstereyim.”
Voyvoda Vlad, bu sözleri bitirir bitirmez ana olmak sevinciyle pembe bir neşe içinde gülümseyen genç kızı belinden yakaladı, bir sedir üstüne attı, şaşkınlıktan dilsizleşen, korkudan da sapsarı kesilen kadıncağızın karnını açtı, kısa ve pek kısa bir an içinde kılıcını çekerek oçıplak karına daldırdı, içine tuz atılmış bir çorba çanağında kaşık dolaştırıyormuş gibi hızla kılıcını evirip çevirdi ve acı çığlıklarla can vermekte olan zavallı kadına bir kucak bağırsak göstererek bağırdı:
“İşte gebeliğin kalmadı! Bu dünyaya bir daha gelecek olursan erkeğine danışmadan ana olmaya kalkışma!”
Kadın bu sözleri duymadan ölmüştü, böğrü yıldırımla delinmiş bir ağaç gibi upuzun yatıyordu. Voyvoda Vlad, bir iki dakika kurbanını seyrettikten sonra odadan çıktı, önüne ilk rast gelen adama emir verdi:
“Bir çuval al, içeri gir. Sedirdeki ölüyü sırtla, bir çukura at.”
Şimdi içinde kuduz bir iştiha, kan dökmek iştihası kabarmıştı. Şarap yerine kan içmek, saz yerine parçalanmış ciğerlerin iniltisini dinlemek istiyordu. Bu vahşi dileğin gözlerine doldurduğu kızıl dumanla ve her yönde kan görüyordu, burnuna bir salhane (mezbaha) kokusu bulaşıyordu.
Şurada, burada kendisini selamlayan askerlerin, uşakların yüzüne bile bakmayarak merdivenleri indi, dehlizleri geçti, saray kapısından çıktı. Kafasında kızıl projeler dolaşıyordu, dillerde dönecek ve asırlarca söylenecek işler yapmak kuruntusuyla için için kıvranıyordu.
Sarayın biraz ilerisinde gözüne bir küme insan ilişti. Bunlar, açlıkları kansız benizlerinde okunan bir iki düzine dilenci idi. Elsiz ve çıplak kollarını ileriye uzatarak, damarları boşanmış kemik bacaklarını bükmeye savaşarak voyvodadan bir dilim ekmek dileniyorlardı.
Vlad, bu canlı iskeletleri görür görmez iliğine kadar titredi, bir peri alayıyla karşılaşmış gibi vahşi bir ihtirasa kapıldı, korku ve telaş içinde ardına düşmüş olan koruculardan birini çağırdı:
“Bu adamlar…” dedi. “Aç. Kendilerini doyurmalı, bir daha acıkmayacak kadar doyurmalı!”
Korucu, boyun kırıp dilencilerin yanına doğru giderken bağırdı:
“Dur, alık! Ne yapmak istediğimi anlamadan nereye gidiyorsun? Bunları şu karşıdaki barakaya götür, güzel bir sofra kur, karınlarını doyur.”
Korucu, titreyen bir sesle mırıldandı:
“O barakada Macar delikanlıları var. Emriniz üzerine kendilerini orada zincire vurduk!”
Vlad’ın gözlerindeki kızıl sevinç, kıvılcımlı bir kahkahaya döndü, yüzünde engin bir haz dolaştı.
“Onları…” dedi. “Sürüye sürüye kilise önüne getirin, dilencileri barakaya doldurun, yedirip içirmeye başlayın. Karınları doyunca bana haber verin.”
Biraz sonra, dil öğrenmek için Eflak’a gönderilmiş ve fakat voyvodaya karşı kusur ettikleri bahanesiyle zincire vurulmuş olan dört yüz Macar delikanlısı, bir yaban mandası sürüsü gibi, dörder kişilik uzun bir dizi hâlinde sokaklardan geçiriliyordu, kilise önündeki meydanlığa götürülüyordu.
Vlad’ın her dediğine boyun eğen boyarlar, onda cehennemî bir kudret bulunduğuna inan besleyip kör bir uysallıkla kendisine bağlılık gösteren subaylar, kumandanlar, yeni bir sahneye şahit olacaklarını sezinleyerek koşmuşlardı. Voyvodanın yanında el pençe divan durup yer almışlardı. Bükreş halkı da küme küme oraya geliyorlardı, oynanacak acıklı oyunu seyre hazırlanıyorlardı.
Vlad, kafasında taşıdığı trajediyi canlandırmak için uzun boylu düşünmeye lüzum görmedi, kısa bir emirle birçok odun getirtti, onları üst üste yığdırdı, dört yana da çalı çırpı dizdirdi ve bu dekor tamamlanınca korucularına haykırdı:
“Şu dil bilmezleri onar onar yakınız!”
Şimdi direk direk yükselen alevler içinde küme küme Macar delikanlısı dayanılmaz çığlıklar çıkararak cayır cayır yanıyordu. Boyarlar, subaylar, kumandanlar, nemlenen gözlerini önlerine eğmişlerdi, yüreklerinden kopup gelen sesleri dişleri arasında çiğneyip Voyvoda Vlad’a duyurmamaya çalışıyorlardı. Yalnız o, yanan insan eti kokusuyla zehirlenen havayı derin bir hazla yutuyor ve vahşi bir sarhoşluğun zevkiyle durduğu yerde sallanıyordu.
Onuncu mu, on beşinci mi kümenin ateşe sürüklendiği sırada kurbanlardan bir genç, cesur bir hamle gösterdi, bütün kümeyi durduran bir ayak direyişiyle yürümekten kendini alıkoydu ve bağırdı:
“Voyvoda, sen bir dâhisin, fakat eksiklerin var!”
Vlad, en korkunç bir ölümün eşiği önünde kendisini hem öven hem kınayan bu genç sese karşı birden ilgi gösterdi, cellatlara emir verdi:
“Şu delikanlıyı sürüden çıkarın, öbürlerini yakın!”
Ölüm mahkûmları gene sıra ile ve dizi dizi yakılıp dururken Vlad, yanına getirttiği gence sordu:
“Adın ne senin?”
“Demitriyos Yaksiç!”
“Kaç yaşındasın?”
“On sekiz.”
“Bana ‘dâhi’ dedin. Bunu düşünerek, anlayarak mı söyledin?”
“Evet.”
“Öyle ise anlat bakayım: Ben neden dâhi oluyorum?”
“Çünkü düşmanı korkutmak için dost kanı döküyorsun. Bunu gelişigüzel yaratılmış bir adam yapmaz.”
Vlad gülümsedi:
“Fena bir görüş değil. Yanımda yaşayan insanlardan hiçbiri, yaptığım işlerin sebebini bu biçimde anlayıp anlatamadı. Sen, gençliğinle beraber iyi gören, iyi seçen bir adamsın. Eğer bende gördüğün eksikleri de apaçık söylersen şu odun yığınına çıkmaktan kurtulacaksın.”
“Ölümden korktuğum için değil, seni beğendiğim için düşüncelerimi düpedüz söyleyeceğim: Sen, biraz papağana benziyorsun?”
“Ne demek bu?”
“Papağanlar bellediklerini söylerler. Sen de yalnız kesmeyi, yakmayı biliyorsun. Hâlbuki düşmanları inim inim inletmek için yapılacak çok şeyler vardır. Söz gelimi…”
Vlad, sanatkârlığından kuşkulanmış bir adam telaşıyla delikanlının sözünü kesti:
“Sus, bana örnek gösterme, biraz sabırlı ol. Arkadaşlarının yakılması bittikten sonra bu düşüncenin yanlış olduğunu sana göstereceğim. Göreceksin ki ben bir papağan değilim, duyulmamış şeyler de yapabilirim.”
Zincirleri alınan Demitriyos Yaksiç, Vlad’ın verdiği emir üzerine boyarların sırasına geçti, onlar gibi gözlerini nemlendirmeyerek, önüne eğmeyerek ve hatta hiçbir acı duymayarak yurttaşlarının dizi dizi yakılmalarını seyre daldı.
Hayli uzun süren bu vahşi iş, öğleye doğru bitti, ortada koca bir yığın külle ağır bir kokudan başka bir şey kalmadı.
Halk, lanetlerini haykırmamak için dişlerini sıkıyordu, bir kısmı çocuklu olan kadınlar -şahit oldukları ağır cinayetten vicdanlarına bulaşan kiri boşaltmak için- kiliseye koşuyordu.
Vlad, birkaç dakika düşünceli durdu. Sonra Demitriyos Yaksiç’e döndü:
“Gel, kiliseye gidelim, dua edelim. Çıkışta sana bir hayli yenilikler göstereceğim.”
Boyarlar ve subaylarla birlikte kilise avlusuna girdikleri vakit ilk önlerine çıkan, ihtiyarca bir papaz oldu. Bu din adamı, saatlerden beri yakılan insanların ne çığlığını duymuşa ne kokusunu almışa benziyordu. Derin bir kaygısızlık içinde lagar bir eşeğe heybe yerleştirmeye savaşıyordu. Ya dalgınlıktan veya Tanrı evinde teşrifat filan düşünmeyi yersiz gördüğünden Voyvoda Vlad’ın yanı başına gelmesiyle de ilgilenmedi, heybeyi yerleştirip eşeğe atladı, hayvanı yürütmeye hazırlandı.
Vlad, kilise avlusuna girdi gireli papazı gözden geçiriyor, onun kendisine sırt çevirip eşekle uğraşmasına içerleyip duruyordu. Herifin selam vermeden, yan gözle bile dönüp bakmadan yola düzüldüğünü görünce haykırdı:
“Dur bakalım bunak keşiş! Sana soracaklarım var.”
Papaz, hakaret görmeye alışkın bir adam kayıtsızlığıyla eşeğin yularını topladı, durdu ve telaşsız bir sesle sordu:
“Değersiz bir keşişten ne anlamak istiyorsunuz voyvoda?”
“Öbür dünyanın yolunu!..”
Papazın yüzünde gülmekten ziyade ağlamaya benzeyen bir değişiklik belirdi, dudaklarında da gevrek bir cümle dolaştı:
“Drakül o yolu benden daha iyi bilir!”
Kanlı düşünceler geçirip duran Voyvoda Vlad’ı bu söz büsbütün çıldırttı, kuduza çevirdi. Çünkü ona Türkler Kazıklı Voyvoda, Ulahlar cellat anlamına olarak Çepepuç, Macarlar Drakül diyorlardı. Drakül şeytan demekti ve o kelimenin şöyle bir soru sırasında söylenilmesi, Vlad’ın sillelenmesi gibi bir şeydi.
Papazın maksadı da şüphe yok ki, voyvodaya hakaret etmekti. O, kendisiyle eğlenmeye kalkışan bu eli kanlı hükümdar bozuntusunun durumunu, Tanrı’ya karşı dil uzatmaktan farksız bulduğu için şu dil saldırışını yapmıştı. Şimdi sessiz bir ağırlık içinde onun vereceği cevabı bekliyordu. Bu cevap, çılgın bir haykırış oldu. Vlad, bir yanına çuvaldız sokulmuş gibi çırpına çırpına bağırdı:
“Kazık, iri bir kazık, çok iri bir kazık, şu çan kulesi kadar uzun bir kazık!”
Kazıklı Voyvoda’nın sarayında en bol bulunan şey kazıktı. Dost veya düşman ayırt etmeyerek her kızdığı adamı kazıklamaktan zevk alan bu kalpsiz ve vicdansız küçük kral, boy boy kazıklar yaptırarak şurada burada istif ettirmişti. Papazın şeytan kelimesini kullanarak kendinin o adla anıldığını yüzüne vurması üzerine bağırmaya başlayınca ardında bulunan korucular hemen koştular, en yakın bir yığından en uzun birkaç kazık seçip getirdiler ve onun kuduz bir kızgınlıkla verdiği emri yerine getirip bir iki dakika içinde papazı eşeğiyle beraber bulunduğu yerde kazıkladılar.
İhtiyar din adamı küçük bir ses çıkarmamış; eşeği kadar bile inlememiş, altından sokulup ucu ta boğazına dayanan kazığın üstünde çırpınmadan can verip gitmişti. Fakat kiliseden avluya fırlayıp bu kanlı sahneyi gören birkaç düzine kadın, yarım saat önceki korkunç cinayetin dumanları henüz gökte uçuşup durduğu bir sırada yapılan bu ikinci vahşiliğe karşı sessiz kalamadı, çırpınmaya koyuldu. Onlar, “Boyun devrilsin herif!” diye hep bir ağızdan voyvodaya karış veriyorlardı.[1 - Karış vermek: Beddua etmek. (e.n.)]
Vlad, erkeklerden daha yiğit çıkarak kendini ayıplayan kadınları ilkin oradan çala kamçı çıkartmak istedi. Fakat sabahtan beri döktürdüğü kanlarla sinirleri kızıl bir gerginliğe kapıldığından, ruhundaki uğursuz iştiha da yeni baştan kabarmış olduğundan bu düşüncesini çarçabuk bıraktı, başka bir dileğe kapıldı, koruculara döndü:
“Şu orospuların…” dedi. “Kucağında piçleri olanları ayırın. Üst tarafını saçlarından sürüyerek dışarı atın.”
Biraz sonra on emzikli kadın Vlad’ın önüne sıralanmışlardı. Vahşi voyvoda bunları, bir ağılda süt kuzularını gözden geçiren aç bir kurt bakışıyla bir iki dakika süzdü, yeni bir eser yaratmak üzere bulunan bir sanatkâr çalımıyla genç Demitriyos Yaksiç’e de bir göz attı, sonra şu korkunç emri verdi:
“Bu kahpelerin memelerini kesin, yerlerine piçlerinin kafalarını yapıştırın!”
Bu tüyler ürperten cinayet de işlendi, on ananın memeleri koparılarak yerlerine kendi çocuklarının kesilmiş başları konuldu. Boyarlar ve subaylar gene susuyorlardı, nemli gözlerini göğüslerine eğip duruyorlardı, birden ölüveren çocuklarla onların kesik başlarından kendi ciğerlerine akan kan içinde can vermekte olan anaları üzüle üzüle seyrediyorlardı.
Hırıltı ve inilti kesilince Vlad yüzünü genç Macar’a çevirdi, sordu:
“Nasıl, bu gördüklerin ustaca mı?”
O, omuzlarını silkti:
“Fena değil amma gene eksiğiniz var. Çünkü bu yaptıklarınızı da yapanlar görülmüştür!..”
Voyvoda kızmadı, belki hoşlandı, bir yılan bakışıyla Yaksiç’i süzdü.
“Gittikçe…” dedi. “Gözüme giriyorsun. Bana üstat olacak çağda ve kıratta değilsin. Lakin en iyi şakirdim olacağına kuşku yok. Hele kiliseye girelim, sonra görüşürüz.”
Vlad, hepsi soğuk terden ıslak bir örtü içinde kalan boyarlarla, subaylarla ve Demitriyos Yaksiç’le birlikte kiliseye girdi, kutsal resimler önünde diz çöküp dualar okudu, mum yaktı, papazlara para dağıttı ve ayrılacağı sırada başpapaza saygı gösterdi, o akşam saraya gelip yemekte bulunmasını söyledi.
Sokağa çıktıkları vakit Yaksiç’i sağ yanına almıştı, şen şen anlatıyordu:
“Ben…” diyordu. “Ölümün bütün acılarını, öldürmek istediğim insanlara tattırmak isterim. İp, satır, balta, topuz bir çırpıda ölüm getirir. Böyle bir durumda ne ölen acı duyar ne öldüren tat duyar. Seyircilerin bile ipe çekilmiş yahut kılıçla başı uçurulmuş bir adamın ölümünü görmekten alacakları haz eksiktir. Yalnız zehir, ölüm mahkûmunu seyre değer bir biçimde kıvrandırır, çırpındırır, inletir. Fakat onun da büyük bir eksiği var: Kansızlık!.. Zehirle ölenlerin kanı akmaz. Kan görülmeyen ölüm sahnelerinde de hiç tat olmaz. Bunun için ben yakmayı veya kazıklamayı tercih ederim. Yakılan adamın ölümü seyre doyulmaz bir şeydir. O gibilerin kanları kızıl bir alev olur, fıskiyeden fışkıran sular gibi gökyüzüne sıçrar. Hiçbir odun, hiçbir çıra bu güzel kokulu alevi veremez. Kazıklanıp ölenlerin inceliği kıvranışlarındadır. Hiçbir köçek, hiçbir usta oyuncu kadın, kazık üstünde kıvranan ölüm mahkûmu kadar ahenkle bükülüp doğrulamaz. Bu oyunun müziği de kendisindedir. Kazıklanan adam hem oynar hem ırlar!”
Biraz durduktan sonra sordu:
“Sen, benim bu düşüncelerimden, bu buluşlarımdan daha üstün bir şey düşünebiliyor musun?”
“Elbette düşünüyorum. Eğer sizi adam öldürtmekte biraz acemi görmesem ortaya atılır mıydım?”
“Fikirlerini açık söyle, eğer bana bir yenilik öğretirsen seni başboyar yaparım.”
“Teşekkür ederim. Fakat başboyar olmaktan ziyade adam öldürmek sanatında ustalığımı tanımanız beni bahtiyar edecektir.”
“Buna da peki diyelim de bahse geçelim.”
“Muhterem voyvoda! Benim sizde gördüğüm sanat eksikliği, eti ve siniri düşünüp yüreği, ruhu unutmanızdır. Siz öldürmek istediğiniz adamlara yalnız ten acısı sunuyorsunuz. Bunu ne kadar ustalıkla yapsanız, bir mahkûmun ruhunu ateşe vermekteki inceliğe yaklaşmış olmazsınız.”
“Anlamadım delikanlı. Fikrini aç.”
“Örnek göstererek sizi aydınlatacağım voyvoda. Deminden beş on kadının memelerini kestirdiniz, sonra da çocuklarının kafalarını koparıp o memelerin yerine koydurdunuz. Bu bizim Macar delikanlılarının ateşte yakılmasından da papazla eşeğinin kazıklanmasından da ince bir işti. Fakat adam öldürmek sanatı bakımından sakattı. Çünkü usta bir sanatkâr, o analara kendi çocuklarının başlarını ko-parttırmakla işe başlardı. Bu biçim davranılışladır ki ölüm mahkûmu kadının ruhu da acı duyardı, iniltisi keskinleşirdi.”
Vlad, genç Macar’ın omzuna kuvvetli bir yumruk indirdi:
“Beğendim!” dedi. “Gerçekten beğendim. Bundan sonra öldüreceğim adamların ruhlarını da bağırtmayı boşlamayacağım. Yalnız sen, büyük işlerde bana güzel fikirler vermekten, yenilikler öğretmekten geri kalma. Vazifen budur, yerin de sarayımdır. Artık Macar yurdunu unutacaksın!”
Demitriyos Yaksiç’in gözlerinde bir pırıltı belirip söndü, ince dudaklarından birkaç teşekkür kelimesi döküldü. Vlad, kendi dehasına hayranlık göstermekle beraber o dehayı yükseltecek yolları da bilen delikanlının mırıldanışını işitmemiş gibi davrandı, başını ardına çevirip koruculara sordu:
“Dilenciler ne oldu?”
Cevap verildi:
“Yediler, içtiler, size dua ettiler, barakada emrinizi bekliyorlar.”
“Gidin, hepsini birer kazığa zincirle bağlayın, barakayı ateşe verin.”
Ve Demitriyos Yaksiç’e döndü:
“Bunların üzerinde senin dediklerini sınamak istemem. Çünkü dilencilerin ne kalbi ne de ruhu vardır. Onlar midelerine bağlı olarak yaşarlar. Onun için kendilerini sadece yaktırıyorum!”
***
Bu kan ve vahşet dolu günün gecesinde Vlad’la Demitriyos ve Bükreş Kilisesi’nin başpapazı birlikte yemek yiyorlardı. Henüz ilk lokmaların alındığı sırada voyvoda birden dalgınlaştı, yemeği ve yanındakileri unutmuş gibi görünerek uzun bir zaman düşündü, sonra uykudan uyanıyormuşçasına silkindi, derin derin içini çekti.
“Yaksiç!” dedi. “Bugün kaç kişi yaktım, kaç kişi kazıklattım, kaç kişi parçalattım?”
“…”
“Yataktan kalkar kalkmaz metresim Mariçe’yi kendi elimle öldürdüm. Sonra dört yüz Macar delikanlısını ateşe attırdım, içlerinden yalnız seni ayırdım. Arkasından bir düzineye yakın kadın ve çocuk öldürttüm, yirmiden fazla dilenci yaktırdım, bir papaz kazıklattım. Altı yüz Bohemyalı tacir, şimdi pazar yerinde kazığa vurulmaktadır. Bulundukları köylerde, kasabalarda oturan halkın sayısını bana doğru bildirmedikleri için beş yüz boyar da kendi evlerinin önünde kazıklanmak üzeredir. Demek ki bin beş yüz elli kadar cana kıydım.”
Başpapaz, bu korkunç hesabın kafasına aşıladığı sersemlikle Vlad’ın önündeki ekmek dilimini aldı ve mırıldandı:
“Canın sağ olsun!”
Voyvoda, genç Macar’la konuşurken onun hulus çakmak[2 - Hulus çakmak: Dalkavukluk etmek, yaranmaya çalışmak. (e.n.)] şeklinde araya söz karıştırmasına kızdı:
“Papaz efendi!” dedi. “Başkalarının malına el atılmamasını kilisede bağıra bağıra söyleyen sizsiniz, değil mi?
O, damdan düşercesine yapılan bu sorunun ne yüzden yapıldığını anlamayarak şaşkın şaşkın cevap verdi:
“Evet!”
“O hâlde ne halt eder de benim önümdeki ekmeği alırsın?”
Ve papazın bir şeyler söylemesine meydan vermeden hizmetçilere emir verdi:
“Alın şu soysuz herifi, saray avlusunda kazığa vurun!”[3 - Kazıklı Voyvoda’nın buraya kafadar yazdığımız vahşi cinayetleri Angel’in Eflak tarihinde ve Bonifiniyüs’ün eserinde birer birer ve uzun uzun yazılı olup Hammer, her iki tarihten yaptığı iktibasların yerlerini göstermektedir. Bizim Neşri, İdrisi ve Ali tarihlerinde de bu cinayetler hakkında hayli yazı vardır. Biz, en küçük bir katış yapmadık, Hammer’in bilhassa Angel’den aldığı malumatı roman üslubuyla tefrikamıza geçirdik. (y.n.)]
Başpapaz palas pandıras sürüklenirken o, gevrek gevrek güldü.
“Yaksiç!” dedi. “Ekmek meselesi bahane. Seninle konuşurken bu günlük kokan ihtiyarın yanımızda bulunmasını istemedim, onun için kendisini kazıklattım. Onu yemeğe çağırmamak daha iyi idi amma dalgınlıkla çağırmış bulundum. Sonra da pişman oldum, işte cezasının verdim.”
Ve birden kahkahalar savurmaya girişti, güldü, güldü, güldü, sonra kahkahalarının sebebini anlattı:
“Bugün öbür dünyaya yolladığım bin beş yüz adamın başında iki de papaz bulunmak gerekti. Herifler yer altı âleminde çarçabuk papaz bulamazlarsa ibadetlerini yapamazlar, vebal altında kalırlar! Ben, kendilerini dünya sıkıntısından kurtardığım gibi, gittikleri yerde günaha düşmemelerini de düşünüyorum. Artık Allah’ın da İsa’nın da yanında benim iyiliğimi söylerler, değil mi?”
Demitriyos Yaksiç, zırdeli voyvodanın sözlerini dinliyor, fakat bir karşılık vermiyordu. Çünkü onun kara ve bulanık ruhunu çok iyi kavramıştı. Küçük bir kelimeden o ruhun kirli bir su gibi kabaracağını, dört yanına boğucu çamurlar püsküreceğini biliyordu.
Vlad da onun hayran hayran kendini dinleyişinden haz alıyordu. Yalnız söylemek ve hiçbir şey dinlememek bu eli kanlı adamın âdeti idi. Bu âdete saygı göstermeyenleri, kim olursa olsun, parçalamak isterdi. Genç Macar’ın bu çirkin zevke gösterdiği uysallık son derece hoşuna gidiyordu. Başpapazın kazıklanması hakkındaki mülahazalarını söyledikten sonra gülmeyi bıraktı, ağırlaştı, tasalı görünür bir sesle başka bir bahse geçti:
“Kimse, tek bir kimse, içimde dolaşan kurdu sezmiyor, sezemiyor. Gece gündüz yanımda bulunanlar, beynimde kıvranan yılanı görmüyor, göremiyor. Ben de bu görmezliğe kızıyorum, alabildiğine kan döküyorum. Yalnız kan, yalnız ateş o kurdu uyuşturuyor, o yılanı uyutuyor. Fakat bugün onlar gene ayakta. Döktüğüm kanlardan içime ferahlık gelmedi.”
Sustu, dalgınlaştı, iri başını göğsüne dayayarak düşünceye daldı. Demitriyos bir günde bin beş yüz adamı ateşe atan, kazığa vuran, parçalatan bu duygusuz mahlukun elemlenmesine, aciz ve bitkin görünmesine için için şaşıyordu, olanca dikkatini gözüne toplayarak herifi süzüyordu.
Pıhtı pıhtı kanla çevrili demir bir topuz gibi her gözde korku uyandıran bu iri kafa şimdi ölü bir kelle gibi cansız görünüyordu. Bu adamın, adı dillerde gezen Kazıklı Voyvoda olduğuna binbir tanık isterdi. O kadar silik, o kadar sönük duruyordu.
Vlad, uzun zaman bu çökük durumda kaldı, sonra ağırlaşmış gibi görünen başını yavaş yavaş kaldırdı, inler gibi mırıldandı:
“Türklerle bozuşacağız: İşte beni çileden çıkaran, deli yapan, kana bulayan dert!”
Demitriyos’un kulakları, sese henüz alışan bir sıpa kulağı gibi oynadı, gözleri parladı ve kendini tutamayarak sordu:
“Türklerle bozuşacak mısınız?”
“Evet, üzülerek söylüyorum, evet. Kardeşim Radol, Osmanlı padişahının yanındadır, gözdedir. Hünkâr güzelliğinden bol bol haz aldığı bu sütü bozuk çocuğu benim yerime geçirmek istiyor. Bunu çoktan duydum. Fakat Macar Kralı Matvas Korven’le aramın iyi olmasından ötürü şimdiye kadar Türklerin saldırışına uğramadım. Şimdi Radol edepsizi sabırsızlanıyor, âşığını sıkıştırıyor, başıma bir çorap örüvermek istiyor!”
Ve birden ayağa kalktı, sofrayı tekmeledi, sahanları devirdi, Yaksiç’in yakasına yapıştı, bağırmaya koyuldu:
“Korkuyorum, Türklerden korkuyorum! Beni Kazıklı Voyvoda yapan işte bu korkudur. Deminden içimde kurt, kafamda yılan var, dedim. O kurt, o yılan hep Türk korkusudur. Gece uyuyamıyorum, gündüz geniş nefes alamıyorum. Gözümün önünde hep Türkler dolaşıyor. Bu hayaletlerden kurtulmak için kan döküyorum, insan kazıklatıyorum.”
Delikanlıyı, cılız bir ağaç silker gibi hızlı hızlı salladı.
“Bana yol göstereceksin, mutlaka bir yol göstereceksin! Türklerin ayakları altında kalmamaklığım için çare bulacaksın. Yoksa seni de yurttaşların gibi yakarım, hem kazıklattıktan sonra yakarım!”
Demitriyos ne telaş ne ürküntü gösterdi, soğukkanlılığını kaybetmeden cevap verdi:
“Her güçlüğün bir de kolay yanı vardır. Beni dinlerseniz Türk korkusunu da gidermenin mümkün olduğunu anlarsınız.”
Vlad, delikanlının yakasını bıraktı, inanmazlıkla dolu gözlerini aça aça sordu:
“Doğru mu söylüyorsun, beni bu yaman korkudan kurtaracağını umuyor musun?”
“Ummasam açık söylerdim, elimden bir şey gelmez, derdim.”
Voyvoda, Yaksiç’in yüzünü gözünü şapır şapır öptü, yanı başına oturdu, yalvardı:
“Ne düşündüğünü söyle, uzun uzun söyle. Eğer benim de içime inan verirsen seni kendime dost edinirim.”
Genç Macar, kısa bir düşünceden sonra fikirlerini anlatmaya girişti:
“Türklerden korkmakta haklısınız. Çünkü Türk, yeryüzüne inmiş bir buluttur. Durmadan yürür ve durmadan yıldırım püskürür. Dağılmak bilmeyen bu bulutun önünde sağ kalmak imkânı yoktur. Sonra Türklerin size saldırış yapacakları da doğrudur. Çünkü dokuz on yıldan beri Fatih diye anılan Osmanlı padişahının kardeşiniz Radol’e gönül ve Eflak tahtı için de söz verdiğini biz Macarlar da biliyoruz. Fatih, gönlünün zorunu kırmayacağı gibi, sözünü de ayak altına alamaz. Demek ki buraya gelmek isteyecektir ve gelecektir!”[4 - Kazıklı Voyvoda’nın kardeşi Radol’e Fatih’in gönül verdiğini söyleyen ve yazan Bizanslı iki tarihçidir. Kalkondilas’la Dukas’tır. Onların ortaya attıkları bu masal, gerçek bir hadise imiş gibi birçok Frenk tarihlerine geçmiştir. Kalkondilas, iftirasını sağlamlaştırmak için sahneler de uyduruyor. Onun anlatışına göre Fatih Sultan Mehmet, Radol’ün güzelliğine karşı çirkin bir heyecan duyarak delikanlıyı sıkıştırmak isteyince ilkin büyük bir mukavemet görmüş ve bu mukavemet Radol’ün kılıçla kendini korumaya kalkışması derecesinde sert olmuştur. Radol, gene Bizans tarihçilerinin dediğine bakılırsa namusunu ilk günlerde koruyabildiği hâlde sonra Eflak prensi olmak hırsıyla, Fatih’in dediğini yerine getirmiştir.Bu, bir masal olmakla beraber Fatih Sultan Mehmet’in güzel erkeklere karşı çirkin sevgiler beslediği de doğrudur. (y.n.)]
“O hâlde?..”
“O hâlde yapılacak şey Eflak ormanlarına doğru yağacak yıldırım serper bulutu başka bir yola çevirmekten ibarettir.”
“Bu yolu bulabilecek misin?”
“Buldum bile: Macaristan!”
“Türkleri Macarların üstüne mi saldırtacaksın?”
“Evet, muhterem voyvoda. Hem de kolaylıkla!”
“Bana olmaz işler konuşuyoruz gibi geliyor. Fakat düşün ki ben, en küçük şakayı kazıkla cezalandıran bir adamım.”
Yaksiç, omuzlarını silkti.
“Lütfen…” dedi. “Dinleyiniz. Fikirlerimi beğenmezseniz istediğinizi yapabilirsiniz?”
“Söyle, fakat açık ve çabuk söyle delikanlı.”
“Bizim kralımız Matyas Korven, düpedüz piç olan Jan Hunyad’ın oğludur.”
“Biliyorum, eski kral Sigizmond, küçük Niyebolu’da Türk’ün gölgesinden korkup kaçarken Elizabet Morsine’yi bir köyde tanıdı, gebe etti, dokuz ay sonra Jan Hunyad çıktı. Fakat onun piçliğinden oğluna ne? İşte bugün Macar kralıdır!”[5 - Jan Hunyad bir iki Osmanlı ordusunu bozduğu için bütün Avrupa’da “kilise kahramanı” diye alkışlanmıştı. Oğlu Matyas da o hatıralar yüzünden Macar kralı yapılmıştı. Hâlbuki bu temeli çürük propaganda kahramanı, bir piçti. Macar krallarından Sigizmond’un 1392’de Türklerin önünden kaçarken Elizabet Morsine adlı bir kızı gebe etmesinden doğmuştur. (y.n.)]
“Macar kralıdır amma tahtını Macarların yüreğinde kuramamıştır. Bizim tasasız yaşamamız için Aşağı Tuna’dan korkumuz olmamak lazımdır. Hâlbuki kralın gözü hep yukarıda, Viyana tarafında. Çünkü Habsburglar’dan korkuyor, onlara karşı tahtını korumak istiyor. Bu yanlış politika da bizi kızdırıyor ve bize onun bir piç oğlu olduğunu hatırlatıyor. Kralın ikici bir saçma işi de sarayına İtalyan şairler doldurması, Latinceyi ve Latinleri Macarcadan, Macarlardan üstün tutmasıdır. Biz buna da içerliyoruz.”
Voyvoda bağırdı:
“Ben de sana içerlemeye başladım! Benim işimi bir yana koydun, sözü Macarlara çevirdin!”
“Bunları söylemezsem fikrimi iyi kavrayamazsınız. Türk bulutunu Macaristan’a nasıl çevireceğimi anlatabilmek için kralın durumunu göstermek gerektir.”
“Buralarını kısa kes bari.”
“Macarların kralı sevmediklerini anladınız, değil mi? Hâlbuki onun karısı Beatris, kocasını bir Sezar yapmak ister. Napoli kralının kızı olan bu kadın, kafasından aş yeren bir dişidir. Beyni gebelikten kurtulmaz, çeşit çeşit fikirler doğurur. İşte siz bu kadına yanaşmalısınız, Türklerle yapılacak bir savaşın kocasına getireceği şerefi anlatmalısınız.”
“Haydi ben anlatmaya çalışayım, kadın anlar mı? Anlasa bile kocasını kandırıp Türklere karşı savaş açtırabilir mi?”
“Bu, kullanacağınız dile bağlıdır.”
“Ne dili kullanacağım?”
“İstanbul’u ele geçiren Türklerin şimdi Roma’yı da zapt etmek istediklerini söyleyeceksiniz, Roma’nın Türk eline geçmesi bütün İtalya’nın Türkleşmesi demektir. Böyle bir durumda Kraliçe Beatris’in içinde doğup büyüdüğü Napoli Sarayı göçmüş olacak ve onun anası babası yurtsuz kalacaktır. Sonra Türklerin Roma’yı, bir taraftan da Belgrad’ı kendilerine merkez yaparak Viyana üzerine yürüyeceklerini yazacaksınız. Bu yürüyüş amacını bulursa Beatris’in şimdi başında taşıdığı taç da yuvarlanacaktır. İşte bu sözlerden telaşa düşecek olan Beatris kocasını sıkıştırmaya koyulacak ve zaten onu bir Sezar görmek istediği için elinden geleni yapıp kendisini Türklerin üzerine gönderecektir.”
“Bundan benim ve hele sizin kazancınız ne olacak?”
“Siz, uzunca bir zaman Türk bulutundan düşen yıldırımlardan uzaklaşmış olacaksınız. Kardeşiniz Radol’e bir oyun oynamak için düşünmekte serbest kalacaksınız. Ben de yurttaşlarımın ayaklanıp Matyas Korven’i kovduklarını, Macar tahtına bir piçin soyundan gelmeyen temiz kanlı bir kral oturttuklarını görüp uzaktan sevineceğim. Çünkü Matyas Korven Türklere yenilmezse de sarsılacaktır. Macarların ayaklanmasını bastıramayacaktır.”
Vlad, oda içinde bir aşağı bir yukarı gezinmeye koyuldu. Bir taraftan başını kaşıyor, bir taraftan bıyıklarını büküyordu. Dört yüz delikanlıyı bir sözle ateşe atan bu adam, Türk korkusuyla iradesini kaybetmişe benziyordu. Duruşu, düşünüşü yüreğindeki korkunun beyninde bir kargaşalık yarattığını apaçık gösteriyordu.
Demitriyos Yaksiç sessizdi, bulunduğu yerden göz ucuyla Kazıklı Voyvoda’nın sersemliğini süzüyordu. Neden sonra Vlad, dolaşmayı bıraktı, delikanlının yanına geldi, ellerini onun omuzuna koydu.
“Düşüncen…” dedi. “Boş değil. Yalnız bir pürüz var. Onu da giderirsen dediğini yapacağım.”
“Bu pürüz nedir asaletmeap?”
“Henüz bugün yaktırdığım dört yüz genç Macar’ın hatırası!.. Onların ateşe atıldıklarının haberiyle benim Beatris’e yazacağım mektup bir günde Budapeşte’ye varırsa durumumuz çok gülünç olmaz mı?”
Yaksiç gülümseyerek cevap verdi:
“Aman asaletmeap, düşündüğünüz şeye bakın. Kocasını Sezar yapmak istediğiniz bir kadın, o büyük şerefin kuruntusu ile sarhoş olurken dört yüz delikanlının yanışını mı düşünür? Hele siz, Boğdan topraklarını alıp Beatris’e armağan edeceğinizi mektubunuzun bir yanında söyleyiverirseniz yurttaşların ölümü Budapeşte Sarayı’nda dile bile alınmaz.”
Ve birden hatırlamış gibi sevinçle ilave etti:
“Yazacağınız mektupta bu delikanlılar işini ön söz olarak koymanız da mümkün. Onların Bükreş’te Türk propagandası yaptıklarını, Samajeste Matyas Korven’e karşı boyarlarda sevgisizlik uyandırmaya çalıştıklarını ve bu alçakça hareketlerin benim tarafımdan size haber verilmesi üzerine kendilerini cezalandırdığınızı yazarsanız, akan sular durur; Beatris de kocası da size teşekkür eder. Bu ön sözün ardından dediğim şeyleri sıralarsınız.”
Vlad, kısa bir düşünüşten sonra bu fikri de beğendi.
“Şimdi…” dedi. “Sana büyük sırrı açmaktan çekinmem. Çünkü anladım ki beni seviyorsun ve bana yâr olacaksın.”
Yaksiç’in gözlerinde gene hain bir pırıltı doğup söndü, fakat dudakları kapalı kaldı. Vlad, onun içinde kaynayan ve ışığı göz bebeklerine kadar yükselen sevinci sezmedi, sır dediği şeyi anlatmaya koyuldu:
“Fatih Sultan Mehmet, gözdesi olan kardeşim Radol’ü benim yerime geçirmek istediğini bana sezdirmemek istiyor. Dolaşık yollardan yürüyor. O, birine atılmayı tasarlayınca ilkin ortaya bir sürü ağır dilekler atar. Bunlar yapılamayınca kızmış görünür ve savaşa çıkar. Benden de geçenlerde beş yüz seçme delikanlı ve hediye ödenmek üzere on bin altın da vergi istedi. Delikanlı istemesinin sebebi beni boyarların, Eflak halkının, Boğdanlıların, Macarların yanında küçültmektir. Onun sarayına böyle bir alay genci gönderirsem düpedüz muhabbet tellalı sayılacağım. Sonra bu delikanlıları halk arasından seçeceğim için üstüme bulaşacak kir katmerleşecek. Şu veya bu küçük hükûmetler Türk sarayına vergi veriyorlar. Benim de o çirkin yükü omzuma alışım pek ayıp sayılmaz amma beş yüz delikanlı göndermek meselesi kötü. Bunu yaparsam kendini güle güle bir erkeğe sunduktan sonra o erkeğe etek dolusu para da veren bir orospu durumuna düşeceğim.”[6 - Bu beş yüz delikanlı hikâyesi de Bizans tarihçisi Kalkondilas’la Dukas’ın kalemlerinden çıkmıştır. (e.n.)]
Biraz durdu, sonra gene söze başladı:
“Ben bu ağır dilekler önünde çıldırasıya kızmakla beraber Fatih Sultan Mehmet’i oyalamak istedim. Gergin sinirlerimi şunu bunu kazıklayarak uyuşturmaya çalıştım, ona karşı ise uysal göründüm, kendini birkaç ay oyaladım.”
Demitriyos, işin içyüzünü kavrayabilmek kaygısıyla dayanamadı, sordu:
“Nasıl oyalayabildiniz asaletmeap?”
“Düşüneyim, dedim. Para bulmaya savaşıyorum, dedim. Delikanlıları kendim seçmek istiyorum, dedim. Sözün kısası, her dereden su getirdim, birkaç ay işi savsakladım. Artık söylenecek yalan kalmadı, Fatih Sultan Mehmet de ekşi söz söylemeye başladı. Dün akşam gelen bir çavuş bu sözlerin en ağırını getirdi.”
“Bizim haberimiz yok asaletmeap, bu çavuş ne vakit geldi?”
“Dün akşam. Fakat ben kendisiyle baş başa kalıp görüştüm. Kâtiplerime bile neler konuştuğumu belli etmedim.”
“Herif, demek ki, canınızı sıktı.”
“Canımı sıktı da söz mü be çocuk. Yüreğimi ağzıma getirdi, sinirlerimi altüst etti. Bugün döktüğüm kanlar hep onun yüzündendir.”
“Ne konuştuğunuzu sorarsam suç işlemiş olur muyum asaletmeap?”
“Seni dost tuttuğum ve dost tanıdığım için sorabilirsin, ben de işte anlatıyordum: Çavuş, benimle Fatih Sultan Mehmet arasındaki durumun sağlamlaştırılmasının artık gerektiğini ve bu işe Vidin Valisi Çakırcı Hamza Paşa’nın memur edildiğini söyledi. Çakır’ın yanında hünkârın bir kâtibi de bulunacakmış.”
“Bu kâtip kim ola asaletmeap?”
“Yunus adlı bir Rum dönmesi. Öz adı Katabolinos’tur. Fatih’in gözdelerindendir. Çavuşun dediğine bakılırsa Çakırcı Hamza ile Yunus benimle görüşecekler, vergi ve beş yüz delikanlı işini sağlam bir kazığa bağlayacaklarmış. Çavuş bu tebliği yaptıktan sonra bir şey daha söyledi, gözlerimi fal taşı gibi açtırdı. Fatih, vergiyi ve delikanlıları gönderir göndermez benim de İstanbul’a gidip ayağını öpmekliğimi istiyormuş!.. Onun kurmak istediği tuzak pek belli. İlkin paramı alacak, sonunda da İstanbul’a götürüp asacak!..”
“Siz ne cevap verdiniz asaletmeap!”
“Vidin valisine bir elçi heyeti göndereceğimi, müzakereye girişeceğimi, sırası gelince de İstanbul’a gideceğimi söyledim, herifi de gece yarısı yola vurdum, Bükreş’ten uzaklaştırdım. Onu ve efendisini paramparça edememenin hıncını metresimden, senin yurttaşlarından, dilencilerden ve şundan bundan çıkardım.”
Elini alnından geçirdi, gamlı gamlı sordu:
“Şimdi bana bir yol göster. Kraliçe Beatris’e mektup yollamakla, Macar kralına kavuk sallamakla Fatih Sultan Mehmet’in sillesinden kendimi kurtarabilecek miyim?”
“Yüzde yüz asaletmeap. Elverir ki biraz zaman kazanalım, Budapeşte sarayını harekete getirelim. Umduğum gibi Macarlar, Sırplıları da kendilerine uydurarak Türklerin üzerine saldırırlarsa siz, birkaç yıl geniş nefes alabilirsiniz. Bu yıllar içinde ise çok şeyleri düşünülür, çok şeyler başarılır.”
Vlad, bıyıklarını yiye yiye gene dolaşmaya koyuldu ve birden Yaksiç’in ellerine yapıştı.
“Kendimi…” dedi. “Sana veriyorum. Beni artık sen kullanacaksın. Fakat benim bu güvenime karşı senin de bana candan bağlı olmanı isterim.”
“Candan da yürekten de size bağlıyım ve size bir köle gibi hizmet edeceğim.”
“Buna inanabilmek için birbirimize daha yakın olmalıyız.”
“Ne gibi asaletmeap?”
“İstanbul sarayında kardeşim Radol’ün aldığı yeri sen de benim sarayımda ve yüreğimde almalısın!”
***
Kazıklı Voyvoda’nın birinci gözdesi olarak ortaya çıkan Demitriyos Yaksiç, yorulmak bilmez bir çalışma içinde İstanbul ve Budin saraylarıyla mektuplaşmaya girişti, her iki tarafa yalanlar savurdu, dalkavukluklar yaptı, birkaç ay -her bakımdan- dostu olan Vlad’ı şen yaşattı, Eflak topraklarını barış tadına erdirdi.
Matyas Korven -karısının zoruyla- birtakım teşebbüslere girişmişti. Türklere karşı siyasal ve süel[7 - Süel: Askerî. (e.n.)] bir çember kurmak kuruntusuna kapılmıştı. Midilli’yi almak, Venediklilere sert bir ders vermek isteyen İstanbul sarayı, bir müddet Bükreş’te dönen entrikalara göz yumar gibi göründü, lakin Macarların Eflak ve Boğdan işlerine önem verdiklerini, gizliden gizliye hazırlıklara başladıklarını anlayınca bu hoş görüşlüğü birden bıraktı, Kazıklı Vovyoda işini öbür meseleden önce sona erdirmeyi düşünür oldu.
Fatih, kendi gözdesi Radol’ü Eflak voyvodası yapmak istiyordu. Lakin bu dilek, bu sütü bozuk delikanlıyı memnun etmek düşüncesinden ziyade bir imparatorluk şeklini almaya başlayan Osmanlı Devleti’nin şimal sınırlarını genişletmek, sağlamlaştırmak kaygısına dayanıyordu. Bununla beraber o, hesaplı davranıyordu, adımlarını tartarak atıyordu. Çünkü Eflak işiyle uğraşırken Macarların, Venediklilerin, Bosnalıların, Karamanlıların hücumuna uğramak ihtimali vardı.
Fatih bütün bu ihtimalleri göz önünde tutarak Eflak üzerine yürümek için en uygun günü bekliyordu. Lakin Kazıklı Voyvoda’yı da boş bırakmıyordu. Vidin Valisi Çakırcı Hamza’yı araya koyarak onu, gün geçtikçe artan bir sertlikle sıkıştırıyordu. Bir aralık, ordular yürütmeden şu işi başarabilmeyi sınamak istedi. Çakırcı Hamza’ya gizli bir emir gönderdi, iyi bir düzenle Voyvoda Vlad’ı yakalarsa çok memnun kalacağını bildirdi.
Çakırcı Hamza, Fatih’in bir kat daha gözüne girmek için yaman bir hırsa kapıldı, yanında bulundurulan Yunus Bey’le baş başa verip bir plan kurdu, ilkbahar günlerinden birinde bir gezinti yapmayı, Eflak’la Bulgaristan arasında bir yere çıkılarak voyvodanın av bahanesiyle oraya çağırılması kararlaştırıldı. Vlad bu çağırışa uyup da gelirse yakalanacak, bir semerli beygire atılıp İstanbul’a yollanacaktı.
Planı tasarlayan Yunus Bey’di. O, Türklerin konuklarına ihanet etmeyeceklerine, evlerinde veya çadırlarında bulunan bir adamın -düşman da olsa- canına kıymayacaklarına bütün dünyanın inanmasını göz önünde tutarak böyle bir düzen kurmayı faydalı bulmuştu. Çakırcı Hamza da fikrin kendinden doğmadığını düşünerek Yunus Bey’e “peki” demişti
Lakin Yunus Bey’in İstanbul’daki kardeşine yazdığı bir mektupta “Kimseye söyleme, yakında Voyvoda Vlad’ı kafese koyacağız!” diye bu düşünülen düzeni bildirmesi üzerine iş, umulmayan bir yola girdi. Yunus Bey’in kardeşi henüz dinini bırakmamıştı. İstanbul’un yeni sahiplerine yan bakmaktan da vazgeçmemişti. Kardeşinin mektubunu alır almaz bir yolunu buldu, Bükreş’e haber uçurarak Vlad’ı kurulan düzene karşı uyanık bulunmaya zorladı.
Bu adam, yaptığı casusluktan ne gibi hadiseler doğacağını tahmin edemiyordu. Yahut küçük bir çapta da olsa Türklerden hınç almak istiyordu. Fakat bu ülkü uğrunda kardeşine de ziyan geleceğini -şüphe yok ki- bilmiyordu. Eğer bunu bilse veya sezseydi şimdi anlatacağımız kanlı sahnenin yaratılmasına -uzaktan olsun- alet olmazdı.
Evet, Yunus Bey’in gevezelik edip kardeşine o mektubu yazması, onun da miskin bir hınca kapılıp Bükreş’e haber yollaması üzerine tarihte çok seyrek görünen bir vahşi dram perdesi açıldı. Bu perdeyi kuranlar, dramı oynayanlar Voyvoda Vlad’la Demitriyos Yaksiç’tir.
Onlar İstanbul’dan gönderilen jurnali alır almaz baş başa vermişler, Çakırcı Hamza Paşa’nın kurduğu düzene karşı yapacakları işi güzelce tasarlamışlardı. O sırada Macar Kralı Matyas Korven ve karısı Beatris pek yakında Türklerin üzerine hücum edeceklerini -inandırıcı bir dille- bildirmiş bulunuyorlardı. İstanbul’daki casuslar, Türklerin denizde ve Mora’da Cinevizliler’e, Venedikliler’e harp açmayı düşündüklerini yazıp duruyorlardı. Eflak’ta büyücek bir ordu, silah başında bulunuyordu.
Ne Vlad ne Yaksiç, İstanbul’dan korkmaya yer göremiyorlardı. Hatta Macarların Sırplarla, Bosnalılarla, Arnavutlarla yaptıkları el ve dil birliğini canlı bir akış hâline koymak, Venediklileri de Türklere karşı harekete geçirmek için ilk adımı atmayı kendileri için bir borç tanıyorlardı. Eflak’tan İstanbul’a doğru atılacak bir tükürüğün Balkanlar’da bir tufan yaratacağına inanıyorlardı.
İşte bu inanla yüreklerinde korkuya yer vermediler, korkunç bir plan çizdiler. Çakırcı Hamza Paşa’dan gelecek haberi beklemeye koyuldular. İstanbul’dan gelen jurnalin doğruluğunu gösteren bu haberin gelmesi çok gecikmedi ve bir gün Vidin valisinin mektubunu taşıyan bir ulak Bükreş sarayında boy gösterdi.
Mektup, yazdığımız düzene uygun bir davet getiriyordu. Vlad, böyle bir çağırışın kendisi için büyük bir şeref olduğunu söyledi, hemen teşekkürlü bir cevap yazdı, ulağa da bol ikramlar yaptı, paralar ve kumaşlar verdi, sevindirerek geri yolladı.
İki taraf ta artık sevinç içindeydi, Yunus Bey -voyvodanın cevabı gelir gelmez- İstanbul’a tatarlar[8 - Tatar: Posta sürücüsü. (e.n.)] çıkarmıştı, saraya müjdeler uçurmuştu. Onun inanışına ve yazışına göre Vlad, çantada keklik gibi bir şeydi. Bu kekliğin -kebap edilmek üzere- İstanbul’a yollanması bir gün işi oluyordu.
Vlad’la Yaksiç de sevinçlerinden zil takıp oynuyorlardı. Bunların taşıdığı kanaate göre de Çakırcı Hamza Paşa ile yanındaki saray kâtibinin yakalanması, pınar başında su içmek kadar kolaydı, bu hadiseden bütün Balkanlar’ı ayaklandıracak sarsıntılar kopması da enikonu elle tutulacak kertede olgun bir hakikatti.
İşte bu vaziyette Çakırcı Hamza Paşa, göz kamaştırıcı bir alayla Vidin’den çıktı, Tuna üzerinde yukarıya doğru bir gezi yaptıktan sonra geri döndü, Kalafat noktasında karşı yakaya geçti, çadır kurdu, avlanmaya başladı. Bükreş sarayıyla yaptıkları anlaşmaya bakılırsa Voyvoda Vlad da oraya gelecekti, kendisiyle birleşecekti.
Bir gün, iki gün, hatta üç gün geçti. Vlad’dan bir haber çıkmadı, bir iz belirmedi. Çakırcı Hamza Paşa da sinirlenmeye başladı. Ne o ne Yunus Bey, voyvodanın kurulan düzeni sezinsemiş olmasından kuşkuya düşmüyorlardı. Yalnız herifin bu görüşmeyi, herhangi bir mülahaza ile kendi için yersiz bularak Kalafat taraflarına gelmekten vazgeçmiş olmasından korkuyorlardı. Böyle bir şey, Fatih Sultan Mehmet’e karşı kendilerini çok küçük düşürecekti, kellelerinin bile bu durumda düşmesine imkân vardı.
Fakat bir gün Bükreş yolundan bir kalabalık göründü, Çakırcı ile Yunus’un da yüzü güldü. Gelenler bir aşçı ve bir saz takımıyla birkaç boyardan, bir iki katar katır yükü yiyecek, içecekten ibaret olup başlarında Demitriyos Yaksiç bulunuyordu.
Genç Macar, terbiyeli ve keskin duygulu finolar gibi yaltaklanarak, tatlı diller dökerek voyvodanın saygılarını, selamlarını Vidin valisine bildirdikten sonra efendisinin İstanbul’a gönderilecek delikanlıları ve on bin altın vergiyi yanına alıp gelmek üzere bulunduğunu, kendisinin ilk peşkeşleri getirmek ödeviyle yollandığını anlattı, Çakırcı’ya ve Yunus Bey’e hayli değer taşır armağanlar sundu. Aynı zamanda voyvoda gelinceye kadar onları konuklamaya memur edildiğini söyleyerek hemen mutfak çadırları kurdurdu, kazanlar sıralattı, bir düzine aşçıyı çalıştırmaya koyuldu.
Artık Çakırcı Paşa memnundu, Yunus Bey geniş bir nefes alarak çadırında yan gelip uzanmıştı, şu Vlad işini başardıktan sonra bir yolunu bulup Eflak voyvodalığına geçmek kuruntusuyla beynini yelpazeliyordu.
Yaksiç’in, oraya gelir gelmez ayağının tozuyla kurduğu sofra, gerçekten ağız sulandıracak bir biçimdeydi. Ta Macaristan bahçelerinden devşirilmiş çeşit çeşit yemişler, Kıbrıs malı şaraplar, lezzetleri kokularında uçuşan yemekler, ilk bakışta en ölgün iştihaları şahlandıracak bir güzellik taşıyorlardı.
Çakırcı Hamza’yı obur ve çok obur bir duruma düşüren, sofranın pek nefis oluşundan ziyade sofracıların seçkinliği idi. İkinci Sultan Murat’ın şerbetçiliğinden yetişmiş olan Hamza Paşa, ne Edirne ne de İstanbul sarayında bu biçimde sofracılar görmemişti. Vlad, gerçekten zevk ehli olduğunu yalnız bu genç hizmetçileri giydirişiyle belli etmiş oluyordu. Koca voyvoda, Eflak topraklarına adım atan Vidin valisine hizmet için sofracı değil, Tuna kıyılarında bir gönül karışıklığı yaratmak için sanki canlı bir ebemkuşağı (kavsikuzah)[9 - Kavsikuzah: Gökkuşağı. (e.n.)] yollamıştı.
Çakırcı Paşa’yı, her şeyden artık, işte bu ebemkuşağı oyalıyordu. Kuşağın çizgileri demek olan her uşak, bir başka biçimde giyinmişti. Kimisi Hint alacasından kimi Mirza boğasından kapama taşıyor ve şal kuşak kuşanıyordu. Bir kısmı Kırım kesimi beyaz gömlek giymiş ve som sırma kuşak takmıştı. Süt mavisi bezden yelek, Venedik kadifesinden üstlük giyenler bu alaca kümeye başka bir renk veriyorlardı. Bunların hepsi çakşırsızdı, gömleklerinin yırtmaçları da hayli uzun olup altın kopça ile ilikli bulunuyordu. Fakat bu düğmeler, uşakların yürüyüşleri sırasında gümüş topukların pırıldamasına engel olmuyordu.
Bu manzaraya kıvrak ırlayışlarla kulaklarda tatlı bir sarhoşluk yaratan usta çalgıcıların hünerini de katarsak Çakırcı Paşa’nın durumunu biraz daha canlı olarak göstermiş oluruz.
Vidin valisi işte bu dekor içinde içti, yedi, içti, yedi, gece yarısına kadar sofra başında kaldı. Voyvodayı, Eflak işlerini, Fatih Sultan Mehmet’i ve her şeyi hemen hemen unutmuştu. Kanmadan, kanamadan şarap içiyordu; doymadan, doyamadan çerez yiyordu; durmadan, duramadan gümüş topuk seyrediyordu.
Yunus Bey’in de ondan aşağı kalır yeri yoktu. Sinir pekliği, mide sağlamlığı bakımından Hamza Paşa’ya göre pek cılız olduğu için küngürlemesi[10 - Küngürlemek: Uyuklamak, uyuklarken düşecek gibi olmak. (e.n.)] de daha çabuk olmuştu. Gece yarısından biraz sonra Çakırcı Paşa’nın da çelik sinirleri yumuşadı, obur midesi şişti ve gözleri kapandı. Artık gümüş topukları düşte görüyordu ve yıkıldığı yerde bozuk düzen şarkılar sayıklıyordu. Canlı ebemkuşağını sihirbaz gibi ince ve sezilmez bir ustalıkla saatlerden beri fırıl fırıl çeviren, Çakırcı ile Yunus Bey’i bir yığın salyalı et hâline getiren Demitriyos Yaksiç, otağ dışında da aynı şeyi yaptırmış, Vidin’den Kalafat’a geçen irili ufaklı bütün paşa takımını çadırlarında, ahır çergelerinde sızdırıp bırakmıştı.
Çakırcı ile Yunus’un haykırmakla değil, kamçılanmakla da gözlerini açamayacak bir durumda olduklarını gören genç Macar, oraya geldi geleli takındığı finoluğu birden bıraktı, dört yana sert sert emirler vermeye koyuldu ve kısa bir zaman içinde Vidin valisini de adamlarını da bağlattı, katırlara yükletti, ölü götürür gibi yola vurdu.
Uyuşturucu maddeler karıştırılmış keskin şarapların ona kazandırdığı bu zaferden yenilenlerin haberi bile yoktu, hepsi sımsıkı bağlandıkları katırlar üstünde horuldayıp duruyorlardı. Yaksiç, şen bir tehalükle[11 - Tehalük: Can atma, çok isteme. (e.n.)] kendi atına binip de oyun yerinden uzaklaşacağı sırada bir uşak geldi:
“Boyar!” dedi. “Burada ayık bir çocuk var. Kollarını göğsüne kavuşturarak bizi gözetliyor.”
Bükreş’ten gelenlerden başka olarak orada sızmamış bir adam bulunabilmesi Yaksiç’in gözlerini dört açtı ve bağırdı:
“Ne duruyorsunuz eşekler, onu hemen yakalayın, ipe sarın, yanıma getirin!”
Üç beş dakika sonra on dört on beş yaşlarında bir Türk çocuğu, ipler içinde, Yaksiç’in yanına sürüklenmişti. Bu, aslan yavrusunu andıran bir genç irisi idi. Pençesi henüz olgunlaşmamakla beraber gözlerinde taşıdığı kanın alevi, yapılışında yiğit bir ırkın bütün güzelliği beliriyordu.
Yaksiç, bir iki saniye bu insan güzelini süzdükten sonra sordu:
“Senin burada işin ne?”
Çocuk Romence cevap verdi:
“Ben de paşalıyım, ağamla birlikte Vidin’den geldim.”
“Ağan kim?”
“Akıncı Kara Murat benim öz kardeşimdir, ağamdır.”
“Nerede o şimdi?”
“Kızıl cinli (şarap) içip kendinden geçti, ipe sarıldı, bir katıra atıldı, götürüldü.”
Yaksiç, Romence konuşan aslan yavrusunu derin bir dikkatle yeni baştan süzdü, kaşlarını çatarak bir hayli de düşündü, sonra hain bir gülüşle dudaklarını bezedi.
“Sen…” dedi. “Niçin içmedin?
“Ben daha çocuğum. Ağamın yaşına gelmeden öyle şeyler yapamam.”
“Peki, şimdi ne düşünüyorsun, bizim yaptığımız şu işe ne diyorsun?”
“Hiç, ne diyeceğim. Kancıklık, orospoğluluk!”
“Demek biz kancığız, öyle mi?”
“Kancığın da kancığı! Çünkü pusunuzu sofra başında kuruyorsunuz. Konuklarınıza kıyıyorsunuz.”
“Buna da peki. Yalnız bir şey soracağım. Doğru söyler misin?”
“Biz yalan bilmeyiz. Bilseydik pusunuza düşmezdik.”
“Peki babayiğit, bana açık söyle. Bir gün eline fırsat geçse bizden öç almaya kalkışır mısın?”
“Haydi bunu bileydin. Hiç elime fırsat geçer de sizden bu kancıklığın hesabını sormaz mıyım?”
“Öyleyse yürü, Bükreş’e gidelim. Orada göreceğin şeylerle hıncın biraz daha artsın!”
Yaksiç’in adını sormaya lüzum görmediği bu genç irisi Türk de bir katıra bindirildi, yola çıkıldı. Ancak gün doğduktan sonra gözlerini açabilen Çakırcı Hamza Paşa, kendini iple sarılı ve bir katıra bağlı bulunca ilkin düş görür olduğunu sandı, biraz sonra durumun açıklığını anladı, utancından gözlerini yumdu, ölümünü dilemeye koyuldu. Hiçbir şey bilmediği hâlde her şeyi anlamıştı ve alıklığının ağırlığından kurtulmak için ölüme özlem beslemeye başlamıştı.
Birer birer ve yavaş yavaş gözlerini açan bütün paşalılar da aynı düşünceye bağlanmışlar ve aynı özleyişe kapılmışlardı. Yalnız Yunus Bey, bir çuval gibi üstüne atıldığı katırdan bile yardım umacak bir şaşkınlıkla bu durumdan kurtulmak ihtiyacı içinde çırpınıyordu, için için ağlıyordu.
Vlad, bir konak yeri uzakta bekliyordu. Yanında bin atlı vardı. Eğer Demitriyos’un uyuşturucu ve uyutucu şarapları, çıplak topuklu sofracıları, Bükreş’te kurulan planın canlanmasına, verimli olmasına yetmezse voyvoda, yanındaki atlılarla bir gece baskını yapacaktı, Çakırcı Hamza’yı -yüz elli kişiyi geçmeyen- adamlarıyla uyurken yakalamaya savaşacaktı.
Demitriyos Yaksiç’in yolladığı müjdeciler, kararlaştırılan işin pek kolaylıkla yapıldığını haber verince Vlad’ın gözleri parladı, sevincinden göğsü kabardı ve yerinde duramayarak hemen atladı, Kalafat’tan gelenleri karşılamaya koştu.
Yaksiç, şarap, saz ve beyaz topuk kuvvetiyle yenip ipe bağladığı Vidin valisini, katıra konulduğu biçimde voyvodaya prezante etti.
“İşte asaletmeap!” dedi. “Sizi yakalayıp İstanbul’a götürmek isteyen adam. Şaşkınlıktan yolunu şaşırdı, Bükreş’e geliyor!”
Vlad, şerefsiz bir zaferin yersiz gururu içinde boynunu yükseltmeye çalıştı, emir verdi:
“Bunları katırlardan indiriniz, bir sürü biçimine koyunuz, Bükreş’e kadar yaya yürütünüz.”
Onun dediği gibi yapıldı. Çakırcı tek, öbürleri çift olmak üzere uzun bir dizi kuruldu ve her sıra önündekiler arkadaki çiftlere iple bağlandı, Bükreş’e doğru yürütülmeye başlandı. Uzun kamçılar, ara sıra, vahşi bir kahkaha gibi bu dizinin sırtlarında çınlıyordu. Vlad’la Demitriyos da kulaklarına çarpan bu sesi duydukça neşeden kaplarına sığamaz oluyorlardı.
Bükreş’e yaklaşılınca büyük bir kalabalık karşıya çıktı. Vlad, şarap sofrasında ve dostluk maskesi altında kazanılan bu büyük zaferin yıllarca dillerde gezecek bir biçimde kutlulanmasını istemişti, payitahtına o dileğini taşıyan sert emirler göndermişti. Genç ihtiyar, dişi ve erkek herkes, eli kanlı voyvodanın zulmüne uğramamak için erkenden yollara dökülmüşlerdi, çarçabuk yapılan taklar altında ve etrafında bu kahramanca gelişi alkışlamaya hazırlanıyorlardı.
Alay, şehrin dışındaki büyük meydana gelince Vlad, atını ileri sürdü, uzun bir gevezelik yaptı, yirmi yıldan beri Türklerle kendi arasında geçen işleri anlattı, bir zamanlar İkinci Murat tarafından Gelibolu’da nasıl zindana konulduğunu söyledi, oradan kurtulur kurtulmaz Macarlarla el birliği yapıp giriştiği savaşları sayıp döktü, 1444’teki Varna boğazlaşmasında ve Jan Hunyad’la beraber bozguna uğradığı zaman Türklerden öç almaya nasıl yemin ettiğini hikâye etti ve sonra haykırdı:
“İşte bu öç şimdi alınmaya başlanıyor. Yaşasın Vlad diye beni alkışlayın ve neler yaptığımı görün!..”
Her şey önceden düşünülmüş, hazırlanmıştı. Bir tarafta sıra sıra kazıklar, bir tarafta kazanlar, tencereler, onların biraz ötesinde bir sürü keçi, daha ileride küme küme odun yığını göze çarpıyordu.
Vlad, kendince öç almak adını verdiği vahşi oyuna başlanmak üzere işaret vereceği sırada hatırına bir şey gelmiş gibi, birden duraladı, Demitriyos Yaksiç’i yanına çağırdı.
“Benim…” dedi. “Bu adamları nasıl öldüreceğimi biliyorsun. Fakat istiyorum ki şu sayılı günde birkaç ta yenilik gösterelim. Seninle ilk tanıştığımız gün bana bir şeyler söylemiştin. İşte imdi parlak bir fırsat var. Adam öldürmekte usta olduğunu göster!..”
Yaksiç eğildi ve gülümseyerek cevap verdi:
“Ben de bir şeyler yapmak, sizi memnun etmek için kendi kendime hazırlanıyordum. Şu emriniz şevkimi çoğalttı. İlk işaretinizle beraber işe başlayacağım. Düşüncem şudur: Sizin alıştığınız zevki gene size tattırmak ve bu arada biraz yenilik göstermek!”
“Öyleyse kollarını sıva, işe başla!..”
Yaksiç, Çakırcı Hamza Paşa ile Yunus Bey’i, vali kâhyasını, ağalarından ileri gelenleri bir yana ayırdı, geri kalanları da birkaç kümeye böldü. Bu işler bitince Kalafat’ta ayık olarak yakalanan çocuğu getirtti.
“Senin…” dedi. “Adın neydi babayiğit?”
“Mustafa!”
“Ağanınki?”
“Kara Murat.”
“Nerede bu Kara Murat?”
Genç irisi yavru Türk, küme küme ayrılan tutsakları şöyle bir gözden geçirdi ve bir kümeye parmağını uzatarak gösterdi:
“İşte ağam orada!”
Yaksiç, iki asker gönderdi, Kara Murat’ı arkadaşları arasından çıkarttırdı, küçük Mustafa’nın yanına getirtti. Sonra, kafasında tasarladığı işleri sırasıyla görmeye ve gördürmeye koyuldu.
Onun ilk yaptırdığı iş, elli Türk’ün ayak altlarındaki deriyi yüzdürmek oldu. Bu vahşi operasyonu yapmak için seçilen adamlar, Yaksiç’in işaretine göre, keskin usturalarla adamcağızların ayak derilerini kesip çıkarıyorlardı. Bu acıklı işkenceye uğrayan Türklerden hiçbiri küçük bir inilti çıkarmıyordu, ayaklarından deri değil de sanki çorap çıkarılıyormuş gibi kayıtsız görünüyorlardı. Yalnız Kara Murat, bütün gözlerin o mazlum ayaklara dikili olmasını fırsat sayarak yanı başında duran kardeşi Mustafa’ya doğru eğilmişti, fısıldamıştı:
“Görüyorsun ya, Türk’e neler yapıyorlar?”
“Görüyorum ağa.”
“Ecelimiz gelmemişse bu çukurdan da kurtuluruz, fakat gördüklerimizi unutmayalım!”
“Ölsek unutmayız ağa!”
Bu sırada Yaksiç, elli tane keçi getirtmişti ve bunların her birini oderileri yüzülmüş ayaklara yanaştırmıştı, akan kanları yalatıyordu. Vlad, bu manzaranın tadıyla geviş getirmekle beraber ortada bir eksiklik olduğunu da sezdi, bağırdı:
“Heriflerin tabanlarına tuz sürmeyi unuttunuz. Kan tuzludur ama keçiyi iştahlandırmaz!”
Yaksiç, “Haklısınız asaletmeap!” dedikten sonra tuz getirtti, kanayan yaralara bol bol sürdürdü. Aç ve susuz bırakılmış olan keçiler, şimdi büsbütün şevke gelmişlerdi, harıl harıl o kanlı ayakları yalıyorlardı. Fakat Türkler, yaralarına tuz ekilen o elli kişi gene sessizliklerini bozmuyorlardı, bu alçakça oyunu -kendileriyle ilgili değilmiş gibi- seyrediyorlardı.
Yaksiç, beş on dakika bu kümenin başında durdu, sonra ikinci kümeye geçti, oradaki Türkleri birer et tahtası önüne sürükletti, kafalarını o tahta üstünde kestirdi ve ardından cesetleri doğratmaya başladı. İki düzine Türk, Bükreş’in en usta kasapları tarafından kıymalanıyordu.
Bu iş bitince yığılan etler, kemikler kucak kucak taşındı, büyücek tencerelere kondu, pişirilmeye girişildi. Yaksiç hem bu vahşi aşçılığı yaptırıyordu hem voyvodaya sebebini anlatıyordu.
“Vidin valisi dostunuz acıkmıştır. Henüz sağ kalan şu adamların da mideleri boştur, kendilerini doyurmak istiyorum.”
Çakırcı Hamza Paşa, bu sahneye dayanamadı, yanındaki Yunus Bey’in dilmaçlığıyla[12 - Dilmaçlık: Çevirmenlik. (e.n.)] voyvodaya bir hakikat haykırdı:
“Boşuna yoruluyorsunuz. Şu pişirdiğiniz aştan tek bir lokmayı ne bana ne yoldaşlarıma yediremezsiniz. Ölürüz, bu zehri yutmayız!”
Ne Vlad ne Yaksiç bu haykırışa cevap vermedi. Onların durumlarında “Görürüz!” diyen güvenli bir anlam vardı. Türk’e Türk eti yedirmek kuruntusuyla dirilen bir zevk geçiriyorlardı. Bir aralık Vlad, dayanamadı; “Etler…” dedi. “Pişmiştir. Biraz çiy de olsa zararı yok. Tencereleri indirt de herifleri doyur!”
Fakat bu iş, ayakların derisini yüzdürmek kadar kolay olmadı. Hiçbir tutsak, ağzına sokulmak istenen et parçasını almıyordu. Sille, yumruk değil kamçı ve topuz da gösterilen inadı kıramıyordu. Zevkinin sarsıldığını gören Vlad, tutsakları korkutarak bu etleri yedirmek için birkaç tanesinin bütün dişlerinin sökülmesine emir verdi ve gelişigüzel seçilen birkaç Türk’ün ağızları zorla açılarak inci gibi düzgün, taş kıracak kadar sağlam dişleri kerpetenle söküldü. Lakin bu vahşilik de fayda vermedi. Ne onlar ne de dişleri sökülmeyenler, erce davranmaktan vazgeçmediler, ağızlarına tek bir lokma sokturmadılar.
Bunun üzerine voyvoda o perdeyi kapattı, yarı pişirilmiş etleri köpeklere dağıttırdı, dişleri sökülen Türkleri de aç domuzlarla dolu bir ağıla attırdı, parçalattı.
Şimdi sıra gene Yaksiç’teydi. O, başka bir kümedeki tutsakların bütün oynak yerlerini ayrı ayrı kırdırtmaya başlamıştı. Parmaklardan başlayan bu operasyon bel kemiklerindeki her halkanın ayrıca kırılmasıyla bitiyordu ve bu işkenceye uğrayanlar birer yığın hâline geliyordu.
Yaksiç, oyuna biraz da komedi çeşnisi vermek için kımıldanmalarına imkân olmayan o zavallılara yürümelerini, Çakırcı Hamza’nın önünde eğilmelerini emrediyordu. Yerlerinden kalkamayan kurbanlar, zorla ve kollarına girilerek ayağa dikiliyorlar ve bırakılır bırakılmaz gene düştükleri için kahkahalarla alkışlanıyorlardı.
Onlardan birtakımı bu kaldırılıp bırakılma sırasında ölmüşlerdi. Cellatlar, gene koltuklayıp bırakmaktan geri kalmıyorlardı. Vlad, bir hayli zaman bu manzarayı seyrettikten sonra yeni bir oyuna başlanılmasını istedi, Yaksiç de “Eh canlı sahne başlıyor!” diyerek Kara Murat’la Mustafa’yı ortaya getirtti.
Saatlerden beri çeşit çeşit kanlı sahneler seyreden iki kardeş küçük bir sendeleyiş göstermeden sürüklendikleri yere gelmişlerdi. Yüzlerinde ne solukluk vardı ne bozukluk. Yalnız kaşları çatıktı ve bu çatıklık onların gözlerinde yanan kıvılcımlara daha başka bir canlılık getiriyordu.
Demitriyos Yaksiç, üst üste yığılıp bu yapılan korkunç işleri titreye titreye seyretmekte olan halkın işiteceği bir sesle ilkin bir söylev verdi:
“Şu adam…” dedi. “Bir akıncıdır. Birdenbire içiniz titredi, değil mi? Hayır! Korkmayınız, titremeyiniz. Akıncılar atlarına, palalarına güvenip hepimizi korkutmaya alışmışlarsa da önünüzde duran adam yayadır, belinden silahı alınmıştır. Artık Dalila’nın elinde kalan Samsun’dan ayırt edilir yeri yoktur. Ne kımıldanabilir ne saldırabilir. Burada ölmeye, sizi güldüre güldüre ölmeye mahkûmdur. Onun için korkmadan boyuna bosuna, gözüne kaşına bakabilirsiniz. Fakat benim onu size göstermekten asıl maksadım, bir akıncının bile muhterem voyvodamız gibi keskin zekâlı bir kahramana mağlup olabileceğini söylemek, aynı zamanda akıncıların en büyük zevk tanıdıkları tatlı bir ölümden şu adamı mahrum etmekten duyduğum bahtiyarlığı anlatmaktır. Akıncılar kendilerinin at sırtında doğup gene at sırtında öleceklerine inanırlar. Bu ne demektir, bilir misiniz? Bütün yeryüzünü kendilerinin beşiği ve mezarı saymaktır. Rüzgârların nasıl sınırı yoksa ve diledikleri gibi sağda solda esip dururlarsa akıncılar da sınır filan tanımazlar, bugün batıda iseler yarın doğuda dolaşmakta kendilerini özgür tanırlar. Her akıncı, kendinin sönmez bir şimşek olduğuna inan taşır. Şimşeğin şanı ele avuca sığmamaktadır. Akıncı da ne ağa ne tuzağa düşmeyeceğini sanır. Biz, şu akıncıyı ele geçirmekle bir rüzgârı yakalamış, bir şimşeği iple bağlamış oluyoruz. Siz de şimdi muhterem voyvodamızın rüzgârları nasıl kamçıladığını, şimşekleri nasıl ateşe attığını göreceksiniz. Ne dedeleriniz ne komşu milletlerin ataları böyle bir sahne görmedi. Onun için siz sonsuz bir kıvanç duyabilirsiniz ve bu hakkınızdır. Şu akıncıya gelince: O, belki at sırtında doğdu, fakat at üstünde ölmeyecektir. Kendisine her şeyden ziyade bu ummadığı ölüm acı verecektir. Bununla beraber biz ona başka acılar da tattıracağız.”
İpe bağlı bir akıncı, orada toplanan halka gerçekten inanılmaz bir şey gibi görünüyordu. Bütün Avrupa için akıncı, rüyalarda görünen korkunç ejderhaların, insan kılığına bürünmüş devlerin atlı, palalı ve Türk börkü giyen canlı bir örneğinden başka bir şey değildi. Onların Türkçe konuşmalarına, Türk olduklarının söylenegelmesine rağmen Türk’ten başka bir mahluk oldukları zannolunurdu. Çünkü alışveriş yapan Türk, hak yerlerinde veya başka kuramlarda görünen Türk, hatta harp alanlarında rastlanan Türk çelebi kişi idi. Sert, fakat dürüst olan bu Türklerle akıncılar arasında büyük bir ayrılık vardı. Türk gönül almayı, okşamayı, düşmüşlere el uzatmayı, ezileni korumak için ezilmeyi göze almayı bilen bir centilmen milletti. Akıncının yüzü kalkan, dili kılıç, eli mızraktı. Yalnız boyun eğdirmek ister ve eğilmeyen boyunları koparıp geçerdi.
Böyle tanılan ve adlarından bile korkulan akıncılardan birinin yakalanmış olmasını duymak, hele onun cezalandırılacağını işitmek herkesin kulağında bir masal tesiri yapmıştı, bütün gözlerde bir inanmazlık gölgesi belirmişti. İpe sarılmış bir kayaya benzeyen şu adamın bir akıncı olmasını mümkün görüyorlardı. Çünkü yapılışında ancak akıncılara yakışan bir başkalık vardı. İp içinde bile zincire sarılı büyük bir parça çelik gibi incinmez, hırpalanmaz görünüyordu. Lakin onun yok edilebileceğine inanan yoktu. Bu koca kütle çeliği hangi ateşte eritebilirlerdi ki?..
Halk böyle düşünürken ve bir akıncının nasıl yok edileceği üzerinde kulaktan kulağa münakaşalar yapılırken Yaksiç de voyvodanın yanına yaklaşmıştı, bir şeyler fısıldıyordu. O sırada küçük Mustafa, kardeşine doğru eğildi.
“Ağa!” dedi. “Bunlar bizi kesecekler.”
“Öyle görünüyor.”
“Biz de öbür zavallılar gibi hiç tınmadan ölecek miyiz?”
“Ben de düşünüyorum ama ne yapacağımı henüz kestiremedim.”
“Erce ölelim!”
“Evet kardeş, öyle ölelim. Hatta yol bulursak seninle sarmaş dolaş olalım, kanlarımızı birbirine karıştırarak can verelim!”
Şimdi iki kardeş bekliyorlardı, yaptıkları anlaşmadan içlerine bir ferahlık gelmişe benziyordu, enikonu sevinçli görünüyorlardı. Yalnız Kara Murat’ın küçük Mustafa’ya bakışında gizli bir acıyış vardı. Onunla birlikte ve kararlaştırdıkları gibi erce ölmekten sevinç duymakla beraber kardeşinin şu yaşta mezara düşmesine yanmaktan da geri kalmıyordu. Mustafa onun gözüne alev olmadan sönmeye mahkûm kalan bir kıvılcım gibi görünüyordu ve bu sönecek kıvılcımı kurtaramamaktan yüreğine ateş dökülüyordu.
Bu sırada Yaksiç de sözünü bitirmiş, düşüncelerini voyvodaya onaylatmış ve iki kardeşin yanına gelmişti. Ardında korucuların en iri boylularından yarım düzine adam bulunuyordu. İlkin Kara Murat’ın önünde durdu.
“Voyvoda…” dedi. “Senin şişte kebap edilmekliğine emir verdi. Ancak burada iyi çevirme bilen bir usta yok. Siz akıncılar kuzu çevirmesini çok seversiniz, kardeşin de elbette o işin nasıl yapıldığını öğrenmiştir. Onun için seni şişe kardeşin geçirecek, çevirmeyi de o yapacak.”
Kara Murat da küçük Mustafa da bu biçim ölümü hatırlarına getirmemişlerdi. Kazıklanmak, kıymalanmak, kazana atılmak, aç domuzlara yem olmak ve her şey onların zihninden geçmişti, kendilerini bütün bu ölümlere hazırlamışlardı. Lakin kardeş eliyle ölmek Kara Murat’ın; kardeşini şişe geçirip ateşte kebap etmek küçük Mustafa’nın hatırına gelmemişti. Bundan ötürü birdenbire sarardılar, sarsıldılar, birbirlerine baktılar: İkisinin de gözünde ıslak birer kıvılcım yanıyordu, dudaklarında -o güne kadar tatmadıkları- bir acı titriyordu.
Yaksiç kötü kötü gülüyordu. Eti değil ruhu acıtmanın bu parlak sınancını bulup ortaya attığından dolayı kıvanç duyuyor gibiydi. İki kardeşin ölüme karşı takındıkları kayıtsızlıktan birdenbire ayrılarak tasalanmaları ayrıca hoşuna gidiyordu, cehennemlik bir hazla kurbanlarını süzüyordu.
Kara Murat tasalanmaktan bir şey çıkmayacağını çarçabuk hatırladı, eski sert durumunu takındı.
“Orospu oğlu!” dedi. “Beni kardeşime çevirme yaptıracaksın, anladık. Ya bu çocuğu ne yapacaksın?”
Yaksiç kaşlarını çattı, şu cevabı verdi:
“Onu diri bırakacağım. Ölünceye kadar yaptığı işi hatırlasın, dövünüp dursun. Seni şişe geçirişi, ateşe koyuşu, uzun uzun çevirişi, etinden çıkacak kokuyu yutuşu, inleyişlerini dinleyişi yüz yıl yaşasa onun içinden silinmeyecektir. Bu küçük çapkına da bu ceza yetişir!”
“Onu diri koyacağına ant içer misin?”
“Ant içmeye ne lüzum var?.. Kardeşine acıdığımdan dolayı böyle bir iyilik yapmıyorum. Onu ölünceye kadar kıvrandırmak için sağ bırakmak istiyorum. Böyle bir şey yapmaya başka bir sebeple de mecburuz.”
“O sebebi anlayabilir miyiz?”
“Bir ölüye her sır söylenebilir: Kardeşini İstanbul’a elçi yollayacağız. Efendiniz olan sultana neler yaptığımızı bildireceğiz. Kendi adamlarımızdan birini göndersek senin, arkadaşlarının, şu Çakırcı Paşa’nın öcünü almak isterler, belki öldürürler. Onun için kardeşini yollamayı düşündük.”
“Demek kardeşim yaşayacak. Öyleyse kanım ona helal olsun. İşte ben kendine izin veriyorum, beni şişe geçirip çevirsin. Fakat bir akıncı elinden geleni yapmadıkça ölmez. Bu, bizim töremizde çirkin sayılır. Sen de benim yapacağımı hoş gör delikanlı!”
İlkin yavaş konuşan Kara Murat, sözünün sonuna doğru sesini yükseltmişti, iri ve diri söylemeye başlamıştı. Aynı zamanda kollarını, bacaklarını geriyor, iplerin içinden sıyrılmaya savaşıyordu. Demitriyos Yaksiç, sıkı ve pek sıkı bağlanan akıncının böyle bir harekete girişeceğini ummadığı için önce pek aldırış etmedi, hatta gülümser gibi göründü, fakat Kara Murat’ın kara bir bulut gibi birden şiştiğini, iplerin çatırdamaya başladığını görünce şaşırdı, koruculara haykırdı:
“Aman, atılın, yakalayın, bırakmayın!”
Fakat oynar ve eğilip bükülür bir bulutu andıran Kara Murat, inanılmaz bir hızla iplerini kırmıştı, korucular kımıldanmadan sıçramıştı, yaman bir sille ile Yaksiç’i devirdikten sonra voyvodanın yanına süzülmüştü, “Al bre kodoş, beş parmağımın izi yüzünde kalsın!” diyerek hükümdar bozuntusu celladın yüzüne bir tokat savurmuştu.
Neye uğradığını anlamayarak bir paçavra gibi yere yuvarlanan Vlad’ın ağzından burnundan kan geliyordu, korku ve acı içinde anlaşılmaz bir şeyler homurdanıyordu. Kara Murat onunla ilgili olmadı, sağına soluna yumruk sallamaya koyuldu. Artık boyar, subay, korucu, seyirci kime rast gelirse yıkıyordu, deviriyordu, ortalığı altüst ediyordu.
Panik başlamıştı, seyirciler birbirini çiğneyerek kaçışıyorlardı. Bu gidişle Kara Murat’ın oradan savuşması bile mümkün görünüyordu. Fakat yediği sillenin sersemliğinden kendini kurtaran Yaksiç’in yerinden kalkması, “Kaçan kazıklanacaktır!” diye bağırması üzerine durum değişti, yarın ölmemek için bugün akıncı yumruğu yemeyi göze alan koruculara bir yürek pekliği geldi, silahsız Kara Murat’ın üzerine birkaç düzine kılıç çekildi, bir sürü kement atıldı ve uzun süren bir boğuşmadan sonra yiğit adam yakalandı, zincire vuruldu.
Voyvodanın yüzünü silen, kırılmış dişlerinden akan kanı dindiren gene Yaksiç’ti. Yediği sillenin izi ta yüreğine işlemiş olan Vlad’ın gözü artık dünyayı görmüyordu, bar bar bağırıyordu:
“Şu hınzırı parçalayın, yakın, yok edin!”
Yaksiç yalvarıyordu:
“Herifi sevindireceksiniz asaletmeap. Müsaade edin de onu önceden düşündüğümüz gibi ağlata ağlata, inlete inlete öldürelim.”
Vlad, pek güçlükle bu dileği kabul etti ve bütün yeryüzü tarihinde eşi az görünen facia başladı. Kara Murat, upuzun yere yatırılmıştı, ayakları bağlı bırakılıp yalnız elleri çözülen Mustafa da yanına getirilmişti, eline sivri uçlu ve on santimetre kalınlığında uzun bir şiş verilerek kardeşine geçirmesi emrolunuyordu.
Kara Murat’ın yakalanması üzerine geri dönüp eski yerlerini alan kalabalık, kardeşi kardeşe şişleten vahşi düşünce önünde korku ile karışık bir meraka kapılmışlardı, dumanlı bir bakışla faciayı seyrediyorlardı.
Küçük Mustafa’nın başı üstünde dört yalın kılıç parlıyordu, arada sırada boş böğrüne[13 - Boş böğür: Böğürün eğe ve kalça kemikleri arasındaki boş kısmı. (e.n.)] tekmeler de vuruluyordu. Buna rağmen genç yavru, istenilen şeyi yapmaya yanaşmıyordu, yanaşamıyordu. Bir aralık Kara Murat başını kaldırdı:
“Mustafa!” dedi. “Beni kepaze ettiriyorsun. Şu şişi sok, ne olacaksa olsun. Dört yanımızda toplanan gidilerden sıkılıyorum.”
Küçük gene durumunu bozmadı, kılıçların boynuna sürülmesine ve boş böğründe birkaç tekmenin dolaşmasına dayandı, şişe el vurmadı, kardeşine de istenilen işi yapamayacağını söylemekten geri kalmadı, yanık yanık inledi:
“Beni de öldürsünler kardeş. Seninle bile gömülelim. Kötü bir can için sana kıyamam, seni kendi elimle öldüremem.”
Kara Murat artık kızmıştı. Kardeşini azarlıyordu:
“Beni öldürmezsen canımı mı kurtarmış olacaksın çocuk! Alıklığı bırak da dediklerini yap. Çünkü bağlı yatmak, ateşte yanmaktan daha ağır.”
Ve birden sesini yumuşatarak ilave etti:
“Kendini de bana benzettirirsen sinimde[14 - Sin: Mezar. (e.n.)] rahat edemem. Sen sağ kal ki kanım yerde kalmasın. Benimle bile ölürsen öcümüzü kim alır?”
Öç kelimesi küçük Mustafa’nın durumunu birden değiştirdi. Şu yapılan işlerin bir gün hesabını sormak; düzinelerle Türk’ü parçalatan, yiğit kardeşini kendine öldürten şu adamları er geç sorguya çekmek ümidi o dakikanın bütün ızdırabına kül serpti ve birden silkinerek bağırdı:
“Peki, kahpe oğulları, dediğinizi yapacağım!”
Sonra bağlı ayaklarıyla süründü, Kara Murat’ın yüzünü gözünü öptü, kendi yüzünü gözünü, onun ayaklarına sürdü.
“Seni öldüren…” dedi. “Ben değilim ağa. Fakat şu tende can kaldıkça seni unutmayacağım, senin öcünden başka bir şey düşünmeyeceğim.”
Küçük Mustafa çıldırmış gibiydi, gözlerinde yaş bir perde vardı, yeri göğü görmüyordu, ne yaptığını bilmiyordu. Eline tutuşturulan sivri uçlu şişi, bir kuzuya sokar gibi kardeşinin apışı arasından daldırıvermişti, gene o kör ve sağır durum içinde istenilen şeyleri yapıp duruyordu.
Yaksiç, o zalim rejisör, facianın aksaksız yürümesi için gerekli olan emirleri vermekten geri kalmıyordu. Kara Murat’ın şişlenmesi üzerine dört korucuya işaret etmiş, yiğit akıncıyı alevsiz, fakat kuvvetli bir ateş kümesine götürterek iki demir çatal arasına koydurmuştu. Başı çatallardan birinin içindeydi, ayaklarının sokulduğu çatalın dibinde de küçük Mustafa oturmuştu, o kalın şişi yavaş yavaş çeviriyordu.
Kara Murat, iri ve ağır bir vücuttu. Onu şiş üstünde çevirmek pek güç bir işti. Mustafa da şuursuz hareketine rağmen, bu güçlüğün ağırlığıyla ter döküp duruyordu, bununla beraber kardeşini ateş üstünde evirip çevirmekten geri kalmıyordu.
Yanandan ziyade yakanı eriten, bitiren, harap eden bu çevirme ve çevrilme sahnesi bütün seyircilerin tüylerini diken diken etmişti, bütün saçlar ürpermiş, bütün yürekler durmuş gibiydi. Yalnız Vlad, sarhoşluk veren bir haz içindeydi, vahşi bir heyecanla kıvrım kıvrım kıvranıyordu. Çakırcı Hamza Paşa, bulundurulduğu yerde gözyaşı döküyordu, Yunus Bey hafakanlar geçiriyordu, bayılıp ayılıyordu.
Ara sıra küçük Mustafa’nın eli yorulmuş gibi duruyordu, o vakit Yaksiç’in sesi çınlıyordu.
“Durma, çevir, koyun yanmasın!..”
Ateşin elbiseleri yakması için pek az bir zaman yetmişti. Don ve gömleğin yarattığı alevler geçtikten sonra yiğit akıncının eti kızarmaya, yağı erimeye başlamıştı. Şişin girdiği yerden sızan kan, yanık etle eriyen yağdan peyda olan sızıntı ile karışıyordu, ateş üstünde fasılasız bir cızırtı vücuda getiriyordu. Bu ses, yapılan vahşi cinayete karşı o ateşin ağladığı hissini veriyordu, duyanları titretiyordu.
Kara Murat, ne şişlenirken ne çevrilirken küçük bir inilti çıkarmamıştı. Ateş etini geçip de kemiklerini yakınca, ciğerlerini kavurunca demir çatal arasındaki başını belli belirsiz kaldırdı, ölgün bir sesle mırıldandı:
“Öcümü unutma Mustafa, artık ölüyorum!”
Gerçekten ölmüştü de. Gözleri kapalı idi, dudakları kilitlenmişti, fakat ateşten uzak kalan yüzünde yaptığı vasiyetin unutulmayacağına inan taşıyan bir ölünün sevinci görünüyordu. Yiğit akıncı, gülerek ölmüş demekti.[15 - “Yaksiç, Mustafa’yı, şişe sokulan kardeşini yavaş yavaş yanar bir ateş üzerinde bizzat kızartmaya mecbur etmişti.” (Hammer, Yirminci Kitap)]
Küçük Mustafa, kardeşinin mukaddes bir emir haykıran son mırıldanışı üzerine delilik buhranından sıyrıldı, o iki demir çatal arasında uzanıp yatan yanık ve dökük naaşa baktı ve birden elindeki şişi bıraktı, haykırdı:
“İşte kardeşim öldü! Onun ölüsünü bana çevirtemezsiniz! İsterseniz beni de ona benzetin, razıyım! Fakat elimi artık kımıldatamam!”
Yaksiç de densizlik etmedi:
“Eh…” dedi. “Yeter. Kardeşini şişe geçirdin, şişi ateş üstünde çevirdin. Şu çevirme ölünceye kadar, senin gözünün önünden gitmez. Benim de istediğim budur: Kardeşi kardeşe öldürtmek ve öleni son nefesine kadar inim inim inletmek!.. Dediğim oldu, yapılacak başka bir şey kalmadı.”
Küçük Mustafa’nın ayaklarındaki ipleri çözdükten sonra voyvodanın yanına gitti, sordu:
“Bir emriniz var mı asaletmeap?”
“Büyük büyük teşekkürler Yaksiç. Gerçekten sevinç duydum, kıvanç duydum. Bir adamın hem etini hem ruhunu yakmak ince bir hüner. Fakat herifin hiç inlememesine ne dersin?”
“Akıncılar gürlemeyi bilirler, inlemeyi bilmezler asaletmeap!..”
“Herif gürlemedi de!..”
“O at üstünde olur, asaletmeap. Ateşe konan akıncı ancak susar!”
“Dayanıklı şeyler!”
“Öyle olmasaydılar, Türklerin arasında da parmakla gösterilmezlerdi. En yiğit Türk olmak kolay mıdır asaletmeap…”
“Onları pek yükseltiyorsun Yaksiç!”
“Öyle yapıyorsam, şu yaptığımız işin değerini çoğaltıyorum demektir.”
“Bu da doğru yavrum. Şimdi yapılacak ne kaldı?”
“Çakırcı Paşa ile Yunus Bey’in öldürülmeleri!”
“Haydi gel, şu işi benim sistemime uygun biçimde bitirelim…”
“Ne yapılmasını istiyorsunuz asaletmeap?..”
“Heriflerin kazıklanmasını! Yalnız, Çakırcı Hamza bir paşadır, şerefine saygı göstermek gerektir. Onu iki adam boyu bir kazığa vurdur. Öbürlerinin arasında yüksek görünsün!”
“Güzel bir düşünce asaletmeap. Hemen yaptırayım.”[16 - Hammer, On Dördüncü Kitap: “Vlad’ı itaat ettirmek için İkinci Murat’ın şaraptarı iken donanma kaptanı, Mora valisi ve en son Vidin valisi olan Çakırcı Paşa ile önce Katabolinos ve şimdi Yunus Bey denilen Rum’dan dönme kâtip gönderildi. Bunlar voyvodayı düzenle yakalamak istediler. O da bunu sezdi, paşa ile adamlarını yakaladı, ellerini ayaklarını kesti, hepsini kazığa vurdu. Fakat paşaya şerefli bir yer verdi, yani onu öbürlerinden daha yüksek bir kazığa vurdurdu.” (y.n.)]
Biraz sonra Çakırcı Hamza ile Yunus Bey de kendileri için hazırlanan kazıkların yanına sürüklenmişlerdi. Hamza, bütün orada ölen Türkler gibi dimdikti. En küçük bir sendeleyiş göstermiyordu. Kazığın başına gelinceye kadar tek bir söz de söylemedi, kendi yurdunda ve işi başında bulunuyormuş gibi ağır davrandı. Yalnız sağına soluna selam vermiyordu, bunu da yapsa bir salhanede, cellatlar arasında, ölümün eşiğinde değil de Vidin’de dolaştığına herkesi inandırmış olurdu.
Çakırcı, üç beş kişi tarafından yakalanıp da kazığa oturtulacağı sırada şöyle bir silkindi, herifleri bir tarafa itti, kendinden beş on metre uzakta duran voyvodaya doğru elini uzattı:
“Bre kahpe oğlu!” dedi. “İyi yapıyorsun! Domuz yavrusunu besleyenlerin cezası işte böyle dişlenmek, ısırılmaktır. Otuz yıl önce sen benim elimdeydin, bir enüktün. Seni hoş tutup incitmedim, yedirip içirttim. Şimdi o alıklığımın karşılığını görüyorum. Kazığa değil, cehennem çatalına beni vursan haklısın. Lakin unutma ki Türkler öç almayı bilirler!”[17 - Kazıklı Voyvoda’nın babası da Vlad adlıdır. O, 1432 yıllarına doğru Türklerin uç beyleri gibi bir şey olan Karpat Mağravları yanında mahpustu. Macar kralının emriyle serbest bırakılıp Eflak’a gönderildi, prensliği ele aldı. Lakin Macarların himayesi altında kalması Osmanlılar’ın işine gelmiyordu. Bundan da kendisi için tehlike vardı. O sebeple kalktı Edirne’ye geldi, İkinci Murat’ın himayesine sığındı. Türkler onu bir müddet Gelibolu’da hapsettiler, sonra Bükreş’e yolladılar. Fakat oğulları Vlad’la Radol’ü, beş on da boyarı rehin olarak alıkoydular ve bunları Kütahya’ya gönderip Eğrigöz köyünde oturttular. Çakırcı Hamza işte o günleri hatırlatıyor. Vlad’la Radol’ün o sırada pek küçük oldukları anlaşılıyor. (y.n.)]
Vlad bağırdı:
“Söyletmeyin, kazıklayın!”
Korucular, kürklü kaftanıyla, iri kavuğu ile Çakırcı’yı o uzun kazığa oturttular, arkasından Yunus Bey’i de kazıkladılar. Fakat bu işlerin olabilmesini sarsak düşüncesiyle mümkün kılmış olan Rum’dan dönme kâtibin ancak ölüsü kazığa vurulmuştu. Çünkü o, Çakırcı’nın öldürüldüğünü seyrederken korkudan can vermişti, korucuların kucağına yığılıp kalmıştı.
Bu iş de bittikten sonra voyvoda emir verdi, halk dağıldı ve ölüler yerlerinde bırakılarak Bükreş’e dönüldü. Demitriyos Yaksiç’in, afyon karışık şarap sunarak, saz çaldırıp köçek oynatarak sızdırmak suretiyle yakaladığı paşa alayından sağ kalan yalnız küçük Mustafa idi, oda Yaksiç’in yanı başında, fakat yaya olarak şehre götürülüyordu.
KÜÇÜK AKINCI
Topkapı Sarayı henüz yapılıyordu. Fatih Sultan Mehmet şimdiki üniversitenin bulunduğu yerde yapılmış olan eski sarayda oturuyordu. Sadrazam Mahmut Paşa saraya geldi. Eflak işleri hakkında önemli haberler getirdiğini söyleyerek hünkârın yanına girdi.
“Ulu Tanrı…” dedi. “Ömrünü uzun etsin. Çakırcı Hamza öldü!”
“Öldü mü? Nasıl öldü? Ve nasıl ölür? Dinç bir adamdı, taşı sıksa suyunu çıkarırdı. Yoksa inmeye mi uğradı?”
“Ölmedi, şevketlu hünkâr, öldürüldü. Voyvoda Vlad, zavallı adamı kazığa vurdu!..”
“Bu nice olur Mahmut?.. Çakırcı onunla savaş mı yaptı?”
“Savaş yapmadı hünkârım. Kâtip Yunus’un sözüne aldandı, bir düzen kurup voyvodayı yakalamak istedi. Fakat evdeki hesap çarşıya uymadı, kazılan kuyuya kendi düştü, kazıklandı…”
“Sen onun Yunus gidisine uyup düzen kurduğunu biliyor muydun?”
“Bana yazmışlardı şevketlu hünkâr, biliyordum.”
“Biliyordun ve susuyordun, öyle mi?”
“Ben kulun ne yapabilirdim?”
“Düzen kuranların düzene kapılacaklarını söyleyebilirdin. Sustun ve herifi öldürttün!”
Mahmut Paşa, gözlerini yere eğdi, sessiz kaldı. Fakat Fatih susmuyordu, boyuna söylüyordu. Sadrazamın suçlu olduğunu dile dolayarak ağır kelimeler kullanıyordu. Bir aralık kızgınlığını yenemedi ve yerinden fırladı:
“Beni en iyi bir adamdan ayırdın, Çakırcı’ya kıydın kıydırdın, herif!..” diye bağırarak Mahmut Paşa’nın üzerine atıldı, sakalından tuttu, silleledi, silleledi, silleledi.
Bizanslı tarihçi Kalkondil, Fatih’in attığı bu dayağı anlatırken, “Çöplükten ipekli sedirlere yükselen köleler için padişahlardan tokat yemek utandırıcı bir şey değildir, belki şereftir.” diyor. Hâlbuki Mahmut Paşa’nın, bu ağır hakarete dayanması hiç de “şereflenmek” duygusundan ileri gelmiyordu. Belki kendini suçlu saydığından dolayı dövülmeye tahammül ediyordu. Gerçekten de suçluydu. Çünkü Fatih’in Çakırcı’ya vaktiyle verdiği emre karşı gelmemişti, göz yummuştu. Kendi suçunu hatırlamayan Fatih, onun tahammülünü alabildiğine kullanmadı, kızgınlığı tavsayacak kadar sille attıktan sonra yerine çekilip oturdu.
“Çakırcı öldü, ya…” dedi. “Şimdi eline kına yak; lakin onun öcünü almazsan ben de elime senin kanınla kına yakarım!”
“Voyvoda Bulgar iline de leşker döküyormuş. Oralarda bol askerimiz yok. Korkarım ki bize ziyan verir.”
“Vay, o melun bana silah çekmeye bile yelteniyor ha… Sen de bunu hiç sıkılmadan söylüyorsun!”
“Duyduklarımı söylemek borcumdur hünkârım. Voyvoda, Macar eline elçi yollayıp efendimin -haşa sümme haşa- amcası olduğunu söyleyen Davut’u kışkırtmak istiyormuş!”[18 - Prens Davut’tan yalnız tarihçi Yorga bahseder. Onun yazdığına göre Murat adlı bir Osmanlı şehzadesi uzun yıllardan beri Macar Kralı Sigizmond’un yanında bulunuyordu, ihtiyarladı, gözleri kör oldu ve Davut adlı bir vâris bırakarak öldü. Osmanlı ve Frenk tarihlerinde böyle bir rivayet yoktur. Fakat Yorga, Davut’un birçok maceralarını yazmakta olup o, bizim romanımızda da rol oynamıştır. (y.n.)]
Bu amca oğlu sözü, Fatih’in henüz düzelmemiş olan sinirlerini büsbütün titretti, altüst etti. Gözlerini kızıllaştırdı ve Mahmut Paşa yeni baştan dil ve el bombardımanına uğradı, tartaklandı, hırpalandı.
Fatih için, Macaristan’daki bir amca oğlu meselesi, Eflak işlerinden de Mora işlerinden de önemliydi. O, babasının ölümüyle beraber küçük ve biricik kardeşi Ahmet’i öldürterek, İstanbul’u alınca da Yıldırım’ın torunu ve kendinin büyük amcası oğlu Prens Turhan’ın ölüsünü buldurarak tahtın tek vârisi olmak neşesine ermişti. Şimdi ta Macaristan’da bir amca oğlu peyda olması, içine yaman bir üzüntü getiriyordu, beynini kara düşüncelere boğuyordu.
Bununla beraber o günün ve gelecek günün inceliklerini kavramaktan da geri kalmıyordu. Sınırdan dışarıda bir amca oğlu varsa ve Eflak voyvodası gibi düşmanlar ondan kazanç elde etmek istiyorlarsa Fatih’in ilk yapacağı iş sınır içinde kuvvetli bulunmaktı. Bunun için de başta sadrazam olmak üzere bütün vezirlerle, beylerle hoş geçinmek gerekti. Çünkü eski devirlerde tahtın elden ele geçmesinde onların büyük, tesirleri olmuştu.
Fatih böyle düşündü ve birden yumuşadı.
“Bre Mahmut!” dedi. “Bugün besmelesiz kalkmışsın. Hem beni üzdün hem kendin incindin. Şu tatsız haberleri biraz sonra versen ve hepsini birden söylemeyip de yavaş yavaş bildirsen olmaz mıydı? Fakat olan oldu, ikimizin de kalbi kırıldı. Şimdi geçeni unutalım, açık yürekle konuşalım. Et tırnaktan ayrılmaz. Sövsem de dövsem de senden geçemem. Çünkü değerin vardır, sadıksın.”
Mahmut Paşa mırıldandı:
“Kul, yediği ekmeğin kıymetini bilir. Bilmezse o nimet gözüne, dizine durur. Ben senin kölenim. Kanım, canım senindir.”
“Bilirim Mahmut, inanırım Mahmut. Şimdi sen bana anlat. Bu haberleri kimden aldın?”
“Bir küçük akıncıdan!”
“O da kim?..”
“Mustafa adlı bir genç irisi. Sizin de tanıdığınız Kara Murat’ın kardeşi.”
“Şu bizim Turhan’ın Kara Murat’ı mı?”
“Evet, şevketlu hünkâr, o Kara Murat. İstanbul savaşında bizimle idi, çok yararlıklarını görmüştük. Zavallı, Çakırcı Hamza’ya yoldaşlık etmiş, tuzağa düşüp ölmüş…”
Mahmut Paşa, bildiğimiz faciayı, küçük Mustafa’dan dinlediği gibi anlattı:
“İşte o Yaksiç hınzırı, Kara Murat’ı çevirme ettirdikten sonra çocuğu buraya yolluyor. Küçük akıncı, dün gece ben uyurken geldi. Ulak olduğunu söyleyip dizdarlara kale kapısını açtırmış. Beni uykudan uyandırdı, kaziyeyi bildirdi. Yaksiç, bizim küçüğü yola vururken bir köşeye çekmiş, bütün bu işleri voyvoda ile şevketlu hünkârın arasını açmak için yaptırdığını fısıldamış. Güya Vlad, dört yüz Macar delikanlısını ateşe vurasıymış. Yaksiç de bundan hınçlanıp düzen kurmuş ve Vlad’ı bir çıkmaza sokmuş imiş.”
Fatih, Yaksiç denilen Macar delikanlısının karışık bir rol oynadığını çarçabuk sezdi.
“Anlıyorum…” dedi. “Bu herif hem nalına hem mıhına vuruyor. Vlad’dan öç alır gibi görünüp bizi onunla çarpıştırmaya çalışıyor. Öbür taraftan da öz yurdunu rahata erdiriyor. Boş bir düşünce değil ama bize yarar yeri yok. Biz, her şeyden önce bu Vlad işini temizlemeliyiz. Çakırcı’nın ve onunla bile ölenlerin ruhunu sevindirmeliyiz. Bu işi yaparken şu bizim amca oğlunu da boşlamamalıyız. Kim olduğunu öğrenip giderilmesine çare bulmalıyız. Sen, Eflak seferi için hemen hazırlığa giriş, küçük akıncıyı da bana gönder. Onu gözümle görmek, kulağımla dinlemek isterim.”
Bir saat sonra küçük Mustafa, Fatih’in yanındaydı. Vidin’den çıktıkları günden başlayarak kendisinin Bükreş’ten yola çıkarıldığı güne kadar olup biten işleri birer birer anlatıyordu. Onun ruhu, yüreği ağzına çıkmış, içindeki acı yas, kelime ve cümle olmuştu. Bundan ötürü sözünde yaman bir yanıklık vardı. Fatih’in de içini yakıyordu.
Ruhuyla, yüreğiyle konuşan Mustafa’nın sözü bitince hünkâr, alevli bir hava içinden sıyrılıyormuş gibi geniş bir nefes aldı.
“Ne kötü şeyler!” dedi. “İliğime kadar titredim. Fakat o yüreği karaları da yaptıklarına pişman etmezsem yazık bana!”
Mustafa’nın dudaklarında ağlayışa benzeyen bir gülümseyiş belirdi, gözlerinde kardeşini yakan alevin alevi parladı, ağır ağır cevap verdi:
“Senin gücün yücedir, voyvodanın mülkünü altüst edebilirsin. Lakin onu kolay kolay tutamazsın. Eflak olmazsa Boğdan, o olmazsa Macar eli var. Herif, sana karşı dayanamayınca kaçar, bir köşede saklanır. Onun için voyvodayı bana bırak…”
Fatih, kendinin başaramayacağı bir işi omzuna alan bu on beş yaşındaki delikanlının temiz yüzüne derin derin baktı ve sordu:
“Sen tek başına onu nice yakalarsın çocuk? Herifin askeri var, leşkeri var.”
“O Kara Murat gibi yiğidi avladıktan sonra ben onu niçin tutamayayım?..”
“Kara Murat pusuya düştü?”
“O da düşer!”
“Kara Murat boş bulunup şarap içti, kendinden geçti.”
“O da içer, kendinden geçer!”
“Demek kendine bu kadar güveniyorsun?”
“Ben Türklerin krallar avladığını bilirim. Rahmetli kardeşim, Alp Sevindik’in Bulgar kralını nasıl kafese koyduğunu sık sık söyleyip dururdu. Ne ben Sevindik’ten aşağıyım ne bu voyvoda bir Bulgar kralından üstündür!”[19 - Bu sözler, Sofya’nın Türkler tarafından alınması vakıasıyla ilgilidir. O vakıa da gerçekten bize kıvanç ve Sofya’nın o devirlerdeki sahiplerine utanç verecek ayardadır. Bir Frenk tarihi o hadiseyi şöyle yazıyor: Sofya’yı İnce Balaban Bey sıkıştırıyordu. Güzel düşünülmüş bir plan şehrin kapılarını Türklere açtırdı. Uzunca Sevindik adlı ve eşsiz denilecek kadar güzel bir genç Sofya’ya girdi, Hristiyan olmuş göründü, kendisini Sofya kumandanının yanına doğancı olarak kabul ettirdi. Bir gün balıkçın avında iken kumandanı şehirden dışarı çıkardı ve bir yolunu bulup attan aşağı aldı, bağladı, Türk ordusuna götürüp Balaban Bey’e teslim etti. Bulgar kumandanının böyle yakalandığını görünce korktular. Sofya’nın anahtarını Türklere verdiler (1382). İşte bizim Küçük Mustafa’nın Alp Sevindik dediği bu yiğit Türk’tür ki Sofya’yı tek başına almak gibi inanılmaz bir işi başarmıştır. (y.n.)]
Fatih, kahraman ruhlu gencin hatırlattığı hikâyeyi biliyordu, bu yüzden yeni bir heyecan duydu, haykırır gibi konuşarak Mustafa’yı alkışladı:
“Sen gerçekten yiğit imişsin çocuk, gözüme girdin, yüreğimde yer aldın. İstersen seni burada alıkoyayım, çarçabuk paşa yapayım. Bana çok şey kazandıracağını umuyorum.”
Mustafa başını salladı:
“İstemem ulu hünkâr, paşalık istemem. Beni özgür bırak, yeter. Akıncı kanı sarayda su olur, durulur.”
“Biz de savaş eriyiz; atımız eyerli, belimiz kılıçlı durur. Sarayımız çelebi çergesi değil babayiğit.”
“Öyledir ulu hünkâr ama akıncı akmak ister. Onu saraya kapamak, bir çayı yatağından kaldırıp bir deliğe tıkmaya benzer, yapılamaz ki…”
Fatih düşündü, hem uzun düşündü, sonra tatlı bir sesle yeniden konuşmaya koyuldu:
“Rüzgâra köstek vurulmaz, demek istiyorsun. Doğrudur delikanlı. Bunu kimse yapamaz. Sen de ataların gibi, uçtaki[20 - Osmanlı ve Selçuk tarihlerinde, hatta daha eski Türk devletlerinin tarihinde sık sık görülen uç kelimesi, sınır boyu demektir. Uç halkı sınırlarda oturan ahali demektir. Uç beyi de hudut muhafızı ve kumandanıdır. (y.n.)] yoldaşların, kardeşlerin gibi güle güle ve gürleye gürleye esedur. Bahtın açık, yolun ışık olsun. Yalnız sana bir iyilik etmek isterim. Dünya hâli bu. Bir gün öbür güne benzemez. Şimdi sağ olan yarın sakat olabilir, yardım aramak zorunda kalır. Bunun için sana bir kâğıt vereyim, koynunda taşı. Şayet bir sıkıntın olursa onu -dost olsun, düşman olsun- ilk gördüğün beye, paşaya, gospodine, voyvodaya göster. Ne dilersen onu yaparlar çocuğum.”
Küçük Mustafa, karnı tok bir adamın, önüne konulan değersiz bir aşa karşı gösterebileceği isteksizlikle yüzünü ekşitti:
“Bir akıncı ne dosta ne düşmana el açmaz hünkâr. Vereceğiniz kâğıt, korkarım ki, işime yaramayacaktır. Koynumda buruşup kalacaktır.”
Fatih kızmadı, düşüncesinden de dönmedi:
“Avuç içi kadar bir kâğıt, sana yük olacak değil a be çocuk. Muska yapar, boynuna asarsın. Şayet bir zora uğrarsan dediğimi yaparsın.”
Küçük Mustafa bu zorlayış önünde yumuşadı, “peki” dedi. Fatih de kendi kalemiyle açık bir buyrultu yazdı, mührünü bastı, imzasını attı, genç Türk’e uzattı. Buyrultu, yalnız Osmanlı işyarlarına, ilbaylarına, kumandanlarına hitap etmiyordu, komşu milletin kodamanlarını da muhatap tutuyordu. Kâğıtta Mustafa’nın adı yazılı değildi, “Bu yarlığımızı görenler onu gösterene yardım etsinler, dileklerini yapsınlar. Biz bu yardımın karşılığını öderiz.” deniliyordu.
Fatih’in böyle bir şeyi yapmayı gerekli görüşü ve buyrultuyu çocuğa vermek için uzun uzun zorlayışı başka bir düşünceden ileri geliyordu. Nitekim kâğıdı Mustafa’ya sunduktan sonra yavaş yavaş düşüncesini açmaya girişti:
“Çocuğum!” dedi. “Seni tanıdığıma çok memnunum. Adını sık sık anacağıma da inan. Zaten sen kendini bana da bütün yurda da andıracak işler göreceksin. Bakışın, duruşun hep bunu gösteriyor. Çok yakında bir Malkoç, bir Turhan da sen olacaksın. Ben senin izini gözümden kaybetmeyeceğim, her vakit seni arayacağım. Büyük savaşlarımda da seni yanımda bulunduracağım. Şimdi git, yoldaşlarına karış, akınlar yap. Yalnız bana söyle: Kimin bayrağı altında akına çıkacaksın?”
“Mihal oğlu Ali Bey’in!”
“İyi başbuğ seçmişsin. Ali, yiğit bir Türk’tür. Gözünü budaktan esirgemez. Ben onu Eflak üzerine saldıracağım. Kendim de gelmek niyetindeyim. Bizim Çakırcı’yı kazıklayan, senin de kardeşini yakan Vlad’ı yeryüzünden kaldırmak isterim. Orada gene görüşürüz inşallah…”
Ve birden hatırlamış gibi davrandı:
“Şu Eflak işi bitince seni Macar eline yollamak isterim. Gider misin çocuğum?”
“Tek başıma mı?”
“Orasını sonra düşünürüz. Sen yalnız Budin’e kadar gitmeyi göze alır mısın, almaz mısın? Onu söyle.”
“Vlad’dan kardeşimin öcünü almadan bir yere gidemem ulu hünkâr. O işi başardıktan sonra Kafdağı’na da Kızılelma’ya da giderim. Elverir ki görülecek büyücek işler olsun.”
“Orada benim tahtıma göz diken soyu belirsiz bir adam var. Onu gidermek için sana güveniyorum.”
“Kimmiş bu ulu hünkâr?”
“Davut adlı bir düzme kişi. Benim soyumla sopumla ilgisi yok. Frenklerin elinde oyuncak oluyor, hiç yoktan külah kapmak istiyor. Sen onu bulup da giderirsen Vidin beyi olursun. Nasıl, işine gelir mi?”
Küçük Mustafa şöyle bir düşündü, derin derin hesaplar yaptı, sonunda yıllarca denemeler, sınavlar geçirmiş yaşlı bir adam ağırlığı takındı.
“Vallahi ulu hünkâr…” dedi. “O adamın adını şimdi senin ağzından duydum. Nicedir, kimin nesidir bilmiyorum. Lakin Frenk yurdunda oturuyor, Frenk ekmeği yiyor ya, sağlam bir ayakkabı değil demektir. Gene senin sözünden onun bize bir çorap örmek istediğini de anladım. Rahmetli kardeşim, İstanbul savaşında buna benzer birinin Türk’e ok attığını iğrene iğrene söyler dururdu.[21 - Küçük Mustafa, Yıldırım Beyazıt’ın büyük oğlu olup Edirne’de saltanat sürmüş ve kardeşi Musa Çelebi tarafından ölüme sürüklenmiş olan Emir Süleyman’ın oğlu Orhan’ı hatırlatıyor. Bu prens, babasının ölümünden İstanbul’un alındığı yıla kadar, yani 1411’den 1453’e kadar Bizans sarayında kaldı. İstanbul’un muhasarası sırasında Bizanslılarla beraber Türklere karşı harp etti, belki birkaç da Türk öldürdü. Fakat Türkler şehre girince başına neler geleceğini anladı, kale duvarından hendeğe atlayarak kendi kendini öldürdü. (y.n.)] Bu da o çeşit biri olacak. Bundan ötürü dileğini yerine getireceğim. Fakat bir daha seninle karşılaşıp karşılaşmayacağımı bilmiyorum. Bugün buradayım ama yarın kim bilir nerede olacağım. Onun için şu Davut işini bana bir iyi anlat ki, ilk fırsatta Budin’e gideyim, dileğini yerine getireyim…”
“Bunu Eflak’ta konuşsak olmaz mı?”
“Ben akıncıyım ulu hünkâr. Akıncı buluta benzer, ağar geçer. Gemi değil ki dümene bağlı olsun, istenilen yere çevrilsin. Sen de beni ya bulursun ya bulamazsın. İyisi şimdiden ne yapacağımı bana öğret.”
Fatih, kendini buluta benzeten genç Türk’ün açık bir yürekle konuşmasından haz aldı, Davut için düşündüklerini uzun uzun anlattı, ne yaptırmak istediğini en ince yollarına kadar söyledi. Bir vezirle konuşuyormuş gibi davranıyordu, hatta Mustafa’yı vezirlerden daha üstün tutarak pek tatlı bir dil kullanıyordu. Fikrini böylece açtıktan sonra genç Türk’e sordu:
“Anladın, değil mi?.. Güç fakat seni yükseltecek bir iş. Budin’e nasıl gideceğini sen tasarlarsın. Ben yalnız o soyu belirsizin kafasını isterim.”
Artık ayrılacaklardı. Fatih, öpülmek üzere elini uzatıyordu. Birden hatırladı:
“Sana…” dedi. “Biraz harçlık vereyim.”
Mustafa başını salladı:
“İstemem ulu hünkâr. Benim akçeyle alışverişim yok.”
“Demek zenginsin. Kara Murat’tan epey şey mi kaldı?”
“Bir yürek, bir bilek hünkâr. Onlar da bana yeter.”
Fatih, onun bu tok gözlülüğünü de beğendi, kendisine para vermek fikrinden vazgeçti. Çünkü burada böyle davranan delikanlının herhangi bir durumda para canlılık göstermeyeceğini, para uğrunda söz dönekliği yapmayacağını anlamıştı. Kendine de bu ayarda bir adam gerekti.
***
1462 yılının ilkbaharında idi. Büyük bir Türk ordusu Tuna’yı geçiyordu. Yirmi beş kadırga ile yüz elli çektirmeden mürekkep bir donanma da Karadeniz yolu ile Tuna’ya girmişti, Vidin’e kadar çıkmıştı. Ordunun başında Sadrazam Mahmut Paşa ile Fatih Sultan Mehmet bulunuyordu. Bütün Eflak, dinmeyen bir yer sarsıntısı geçirir gibi korku içindeydi. Kimse evinde oturmuyordu, oturamıyordu, ormanlara çekiliyordu. On binlerce kişi de gerilere, Ulahların Praşova dedikleri Kronştat taraflarına kaçmışlardı.
Eflak diyarını böyle altüst eden hadise, Türk ordu ve donanmasının gelişinden ziyade Turhan oğlu Ömer’in, Evranos oğlu Ahmet’in, Mihal oğlu Ali’nin, Malkoç oğlu Bali’nin yüz bin akıncı ile Tuna boyuna gelmeleriydi. Yüz bin akıncı, yüz bin yıldırım demektir: Atlı, mızraklı, kılıçlı yüz bin yıldırım!.. İşte Eflaklılar, suyu yüzerek, ovaları süzülerek, dağları uçarak aşan bu yıldırım kümesinden korkuyorlardı, kaçıyorlardı. Ordu, gene ordu ile çarpışıyordu. Lakin akıncılar, tabiatla dövüşen kimselerdi. Onlar şu veya bu milleti yenmek değil, küreyi Türk kılıcına boyun eğdirmek için uğraşıyorlardı. Bundan dolayı coşkun nehirleri, ıslak bir şerit gibi çiğneyip geçiyorlardı. Uçsuz ve sonsuz ovaları bir yağlık, bir mendil atar gibi, bir yana fırlatıp gözlerin alamayacağı mesafelere ulaşıyorlardı. Kartalların ancak eteklerini öpebildiği dağların tepelerinde at kişnetiyorlardı. Bu akış, bu süzülüş, bu uçuş önünde akıncı ne insan tanırdı ne hayvan. Sular nasıl kendilerine yol veriyorsa, ovalar nasıl önlerinden siliniyorsa, dağlar nasıl eğilip atlarının nallarını öpüyorsa, köpekten aslana kadar her hayvanın, Bulgar’dan Alman’a kadar her insanın aynı saygıyı göstermesini isterlerdi.
Daha doğrusu tabiatı yenmek, kürenin efendisi olmak isteyen akıncı için hayvan ve insan mefhumu yoktu, yalnız ülkü vardı. Onlar ülkülerine doğru uçarken canlı veya cansız bütün varlıkların ya silinip ortadan çekilmesini ya gölgeleşip sürünür bir biçim almalarını gerekli bulurlardı. Bunu yapmayıp da elle tutulur bir varlık hâlinde önlerine çıkanları çiğneyip geçerlerdi. Fakat hakikatte bu bir çiğneyiş değildi. Herhangi bir fırtınanın, boranın, kasırganın uğrağında görülen tabii bir şeydi. O fırtına, o bora, o kasırga bir kaynaktan çıkar, bir amaca doğru yürür. Hakkı yürümektir. Çünkü kudretlidir. Ülküsü de amacını bulmaktır. Çünkü onun için harekete geçmiştir. Artık önüne orman veya köy çıkması bahse bile değmez. O, kendi yürüyüşünü köstekleyecek olan her engeli yıkar, devirir ve geçer. Akıncılar da öyleydi ve öyle yapıyorlardı. Canlı ve cansız hiçbir engelin kendilerini yürümekten alıkoymalarına göz yummuyorlardı, yumamıyorlardı.
Eflaklılar işte bu değişmez hakikati bildikleri için yüz bin akıncının Tuna kıyısına geldiklerini duyar duymaz çıldırmışa dönmüşlerdi. Tek bir yıldırım ateşine dayanmak gücünü taşımayan o çörden çöpten köyler içinde on binlerce yıldırım akışına göğüs germek mümkün olamayacağına göre onların korku içinde kalmaları da pek tabii idi.
Kazıklı Voyvoda da Eflak köylülerinden ayrı bir durumda değildi. Yemekten içmekten kesilmişti, uykuyu unutmuştu, deli gibi söyleniyordu. Durup dinlenmeden dolaşıyordu, Demitriyos Yaksiç’le de boyuna dalaşıyordu.
Yaksiç onun sitemlerine karşı hiç aldırış etmiyordu, sarsılmaz bir soğukkanlılıkla hep bir biçimde cevap veriyordu:
“Korkmayın asaletmeap. Kral Matyas Korven yardımınıza koşacaktır, Türkleri buraya geldiklerine pişman edecektir.”
Eğer bu teselli olmasa ve Yaksiç’in şahsında Macar ordusunun beklenen, umulan yardımını canlanmış görmese Vlad’ın, genç dostunu çoktan kazıklatacağına şüphe yoktu. Fakat içli dışlı bir ilgi ile bağlanarak gündüzleri değil geceleri bile yanından ayırmadığı bu delikanlıya onun güveni pek derindi. Macar kralı da sık sık gönderdiği mektuplarla Yaksiç’e sevgi gösteriyor ve onun çizdiği plana göre davranacağını temin etmekten geri kalmıyordu. Hatta Türk ordu ve donanmasının Tuna’ya doğru yürüdüğü haber alınır alınmaz Yaksiç’in Budapeşte’ye gönderdiği ulaklar da aynı cevabı getirmişlerdi. Matyas Korven bütün Macarları silah altına çağırdığını, Moldavya üzerinden yürüyüşe hazırlandığını ve telaşa düşülmeden Türklerle savaşa girişilmesini bildiriyordu.
Vlad işte bu yardım vadine kapıldı, Yaksiç’in pohpohlarına kandı, Macar ordusu gelinceye kadar Türkleri -çete harpleriyle- oyalamayı tasarladı. Birçok köyler boşaldığı, tarlalar yakılıp ağaçlar söküldüğü için Türk ordusunun ileri yürüyüşü de şimdiden güçleştirilmiş bulunuyordu.
Fakat Vlad akıncılara karşı ne yapılacağını bir türlü kestiremiyordu. Demitriyos’la uzun uzun görüştükten sonra bir karar verebildi, dört yana gözcüler dağıtılmasını ve akıncıların yürüyüş kolları sezilince önlerinden kaçılarak onların -mümkün olursa- arkalarında yer alınmasını kararlaştırdı.
Lakin günler geçtiği hâlde onlar, o bir yerde durmasına, durdurulmasına imkân olmayan akıncılar harekete geçmiyorlardı. Tuna kıyılarında duruyorlardı. Vlad, bu hareketsizliğin sebebini, gece gündüz düşündüğü hâlde bulamıyordu. Çete harbi yapmak için çizdiği planlar ise tuhaf bir karışıklık içinde yürümez olmuştu. Sağa veya sola ayırdığı müfrezeler ordudan ayrılır ayrılmaz sır oluyorlardı, bir daha kendilerinden haber çıkmıyordu. Bunların, henüz Tuna’yı aşmamış olan Türklerin eline düşüp toptan yok edildiklerini kabul etmek mümkün değildi. Fakat yok oldukları muhakkaktı.
Vlad, üçer beşer yüz kişilik müfrezelerinin iz bırakmadan kayboluşlarındaki sırrı nihayet anladı. Onlar, şurada, burada pusu kurmak veya gözcülük etmek vazifesiyle ordudan ayrılır ayrılmaz dağılıyorlardı, gerilere çekilip saklanıyorlardı. Bir kısmı da Moldavya’yı boylamıştı. Vlad, ordunun sayı dolgunluğunu eriten bu hâli anlar anlamaz çetecilikten vazgeçti, birkaç yüz Ulah’ı kazıklatarak kaçma düşüncesini şöyle böyle köstekledikten sonra bütün askeriyle sağlam bir yer tuttu, Türkleri beklemeye koyuldu. Fakat bir gözü önde ise bir gözü arkadaydı. Durduğu yerde kalabilmesi, Macaristan’dan ordular gelebileceğini ummakla mümkün olabiliyordu.
Bununla beraber Türklerin hareketsiz duruşları, hele akıncıların Tuna’yı aşmayışları onun kafasında kargaşalık yaratmaktan geri kalmıyordu. On binlerce yıldırımın bir su kıyısında kümelenip duruşunda tabiata aykırı düşen bir biçim vardı. Yıldırımın şanı yürümek, Türk’ün de şanı ileri atılmaktı. Hâlbuki Tuna kenarındaki ordu ve akıncı fırkaları günler geçtiği hâlde harekete geçmiyorlardı.
Vlad’ın hiçbir sebebe bağlayamadığı bu hareketsizlik Fatih Sultan Mehmet’in emrinden ileri gelme bir durumdu. O, Karadeniz yoluyla Tuna’ya girip Vidin’e kadar çıktıktan sonra birdenbire bir fikre saplanıp kalmıştı: Küçük akıncıyı buldurmak!.. Onun Eflak üzerine yapılacak akınlar sırasında bir kazaya uğramasından, bu suretle de Şehzade Davut işini başaracak en yarar bir elin kaybolmasından korkuyordu. Çocuğun Vlad’a karşı beslediği derin hıncı bildiği için akın sırasında delice davranacağına, hayatını daldan budaktan sakınmayacağına şüphe etmiyordu. Onun için hem küçük akıncıyı kızdırmayacak hem de onu koruyacak bir yol aramıştı, bulmuştu. Bu, Kara Murat’ın kardeşini Eflak’a yürüyüş günlerinde yanında bulundurmaktan ibaretti. Bu düşünce ile de akıncıların ayrıca yürüyüşe geçmemelerine, ordu ile birlikte hareket etmelerine emir vermişti.
İşte ordunun, akıncıların Tuna kıyısında beklemeleri bu emir yüzündendi. Küçük Mustafa’nın bir türlü bulunmaması da hareketi geciktiriyordu. Fatih bu genç akıncının mutlaka bulunmasını istiyordu. Hâlbuki Kara Murat’ın yiğit kardeşi ortada yoktu.
Ne Turhan oğlu Ömer’in, ne Evranos oğlu Ahmet’in, ne Mihal oğlu Ali’nin, ne Malkoç oğlu Bali’nin fırkaları içinde Mustafa bulunamamıştı. Onu zaten Bali Bey’in akıncıları tanıyorlardı, öbür akıncılar Kara Murat adını saygı ile anar olmakla beraber kardeşini görmüş değillerdi.
Koca bir ordu, koca bir akıncı kümesi, küçük bir adamın bulunmaması yüzünden günlerce hareketsiz kalamazdı. Bu, karşıdaki düşmanı kuvvetlendirecek bir tedbirsizlik demekti. Lakin Fatih, açık veya kapalı yapılagelen ihtarlara karşı da çocuğu aratmaktan, orduyu da hareketsiz bırakmaktan vazgeçmiyordu. Çünkü daha İstanbul’da iken Macaristan yoluyla Yaksiç’ten bir mektup almıştı, bu delikanlının tam yerinde Voyvoda Vlad’a ihanet edeceğini öğrenmişti. Bundan dolayı da Eflak topraklarında yapılacak korunma hazırlıklarına değer vermiyordu.
Bir hayli böyle geçti, küçük Mustafa bulunamadı, Fatih de bir perşembe günü gün doğar doğmaz bütün ordunun Tuna’yı aşmasına emir vermek zorunda kaldı. Akıncılar, gene birlikte hareket edeceklerdi, sağ ve sol yanlarda yürüyeceklerdi.
Bu emir, bir salı akşamı verilmişti, çarşamba günü silahlar yeni baştan bilendi, atlar güzelce tımar edildi, yeniçeri ve sipahi çadırlarında başlayacak savaş şerefine eğlenceler yapıldı, akıncılar tarafından at ve mızrak oyunları gösterildi ve perşembe gecesi tatlı rüyalar içinde geçirildi.
O gün tan yeri ağarırken bütün ordu ayakta idi. Güneşle beraber Tuna kıyısında heyecanlı bir âlem doğuyordu. On binlerce akıncı at sırtında bu büyük suyu geçmeye hazırlanmıştı. Yüzme zevkini sezen hayvanlar şen şen kişniyorlardı. Kulaklarını dikerek ve kuyruklarını sallayarak Tuna’ya atılmak emrini bekliyorlardı. Büyük bir köprü, yaya askerle topların geçmesi için göğsünü açmıştı, suyun üzerinde neşeli bir yüzle uzanıp duruyordu.
Sadrazam Mahmut Paşa da hünkâr da erkenden otaklarından çıkmışlardı, at üstünde bu geçişi seyre gelmişlerdi. Çünkü sahne, pek seyrek görülen bir manzaraydı. On binlerle alemcinin at sırtında büyük bir suyu aşması her gün veya her yıl görülebilen bir şey değildi. Bunda, bu geçişte dalgayı at ayağına çiğneten Türk gücünün göz kamaştırıcı ululuğu, yüceliği vardı. Bütün ordu gibi vezirle hünkâr da bu ululuğun, büyük bir nehir üzerinden silaha bürünerek akışını görmek istiyorlardı.
Akıncıların o devirdeki başbuğları, o ünlü beyler atbaşı beraber hünkârın yanına gelerek fırkalarının suyu geçmeye hazır bulunduğunu söylemişler ve son emri alıp geri dönmüşlerdi. Artık orada, o iki yüz binden fazla askerin, binlerce atın, öküzün, koyunun toplanmış olduğu geniş mıntıkada derin bir sessizlik başlamıştı. Hayvanlar bile böğürlerini, melemelerini bırakmışlardı, büyük geçişi seyre hazırlanmışlardı. Yalnız akıncıların atları ön ayaklarıyla toprağı eşiyorlar, sabırsızlık gösteriyorlar ve bu hareketle o derin sessizliği taklit olunmaz bir ahenkle işliyorlardı. Güneş, doğudaki beşiğinden fırlamıştı, Türk akıncılarının dalgaları nallara nasıl çiğnettiklerini görmek için ufuktan boynunu uzatıyordu.
İşte bu sırada, bu heyecanlı anda karşı yakadan iki kişi belirdi. Bunlardan biri önde yürüyordu, arkadakini yedekliyordu. Su kıyısına gelir gelmez öndeki biraz durakladı, ardında bulunanı omuzladı ve o yükle Tuna’ya atıldı, yüzmeye başladı. Şimdi akıncılar yürümekten geri kalmışlardı, ordunun gözü akıncılardan ayrılarak ağır bir yükle ırmağı aşmaya savaşan cesur yüzgece kaymıştı. Vezirle hünkâr dahi ister istemez bu gelişe, bu yüze yüze gelişe bakıyorlardı.
Suya atılışı uzaktan şöyle böyle seçilebilen yüklü yüzgeç, Tuna’nın köpüklü akışı arasında bozuk düzen bir tulum gibi görünüyordu ve güçlükle seçiliyordu. Ara sıra onun sularla örtüldüğü, akıştaki hızı yenemeyerek aşağıya doğru sürüklendiği seziliyordu. Fakat yüzgeç, sırtındaki yüke rağmen ne yapıp yapıyordu, yolundan geri kalmıyordu, beri yakaya doğru kulaç atıp geliyordu.
Akıncılar kendilerini yoldan alıkoyan bu kim olduğu belirsiz yüzgece karşı kızgınlık değil, sevgi duyuyorlardı, atlarının dizginlerini bırakarak ve elleriyle gözlerine siper alarak onun yüzüşünü beğene beğene seyrediyorlardı. Fatih Mehmet başta olmak üzere bütün orada bulunan ve manzarayı gören adamların içinde hem heyecan hem merak vardı. Ağır bir yükle Tuna’yı aşmaya savaşan adamın nereli ve neci olduğunu anlamak ihtiyacıyla kıvranıyorlardı. Fakat herkes bunun bir Türk olduğuna inan taşıyordu. Tuna’yı, bir yük altında yüze yüze geçmeyi Türk’ten başkasının başarmasına imkân mı vardı?
İki yaka arasındaki açıklık bin metreye yakındı, suyun akışındaki hız bu açıklığı bir yüzgeç kolu için üç misline çıkarıyordu, dalgalı yolu aşılmaz bir biçime sokuyordu. Fakat yüklü yüzgeç, yaman bir inatla suyu yarıyor, köpükleri sağa sola atıyor ve ilerliyordu.
Nihayet galebe yüzgeçte kaldı, Tuna bu geçişe boyun eğdi ve bütün ordu, çocuk denilecek yaşta bir delikanlının pos bıyıklı bir herifi sırtında taşıyarak karaya ulaştığını gördü. Artık yerden göğe doğru bir alkış gürültüsüdür yükseliyordu, binlerce ağızdan çıkan “Yaşa!”lar Tuna’nın homurtusunu susturuyordu.
Yüzgeç, Fatih’le sadrazamın bulundukları yere yakın bir yerde karaya yaklaşmıştı. Yüküyle birlikte ayağa kalkar kalkmaz şöyle bir silkindi, silah pırıltısı içinde göz alıcı bir azamet gösteren kalabalıkla, ocoşkun alkışlarla ilgilenmedi, sırtındaki adamı yere indirdi ve onun boynuna sarılı ipin ucunu eline aldı, üzerinden şırıl şırıl su aktığı hâlde etrafına bakındı, hünkârla veziri gördü, mırıldandı:
“İyi bir karşılaşma. Şu ağıl kokan yükü hünkâra götüreyim, dilini kerpetenle o açsın!”
Ve yürüdü, taşıdığı yedeği de yürüttü. Ordunun gözü onu adım adım takip ediyordu. Artık herkes bu delikanlının Türk olduğunu ve bir tutsak getirdiğini anlamıştı, yalnız kendini bilen ve tanıyan yoktu. Bu bilgisizlikten ilk önce kurtulan gene Fatih oldu ve genç yüzgecin kıyıdan beş on metre uzaklaşmasıyla beraber derin bir sevinçle haykırdı:
“Bizim küçük akıncı! Biz çapkını yerde arıyoruz. O, sudan çıkıyor!”
Gerçekten de oydu, Kara Murat’ın kardeşiydi ve şiş üstünde çevrile çevrile kebap edilirken küçük bir inilti çıkarmayan o yiğit adamın kardeşi olduğunu apaçık gösteren bir adım atışla ilerliyordu. Sanki ağır bir yükle engin ve coşkun bir suyu aşan o değilmiş gibi çevikti, dimdikti, damarlarındaki alevli kan, Tuna’dan üzerine bulaşan ıslaklığı kurutmuşa benziyordu, görünüşü o kadar tabiiydi.
Küçük akıncı, Fatih’in önüne kadar geldi, eğilmeden selamladı.
“Ulu hünkâr!” dedi. “Sana bir tutsak getirdim. Voyvodanın kafasını getirecektim ama olmadı, herif mızraktan bir ormanın ta ortasında yatıyor. Bir türlü süzülüp yanına varamadım, kelleyi boş yere kaptırmamak için de o çelik ormanın kıyılarında çok kalamadım, şu pos bıyığı yakaladım, döndüm.”
Fatih sordu:
“Voyvodanın bulunduğu yere kadar vardın mı?”
“Varmaz olur muyum hiç?.. Aklım, fikrim zaten onda. Belki boş bulunur da yakasını bana kaptırır sandım ama umudum boşa çıktı.”
“Peki, o teres nerede?”
“Bükreş’e yakın bir yerde duruyor, başında hayli kalabalık var.”
“O kalabalık kaç kişi ola?”
“Belki yirmi bin, belki kırk bin baş. Fakat daha iyisini bu pos bıyık bilir.”
Fatih biraz düşündükten sonra Küçük Mustafa’ya şunları söyledi:
“Malkoçoğluyla, öbür beylerle görüştük, Eflak topraklarında akın yapılmamasını doğru bulduk. Çünkü bu ülke benimdir, hırpalanmasını istemem. Onun için savaş yapacağız, akın yapmayacağız. Voyvoda teresini bu suretle belki daha kolay yakalarız. Sen de yanımda kal, savaş yoldaşı olalım. Bakalım hangimiz daha iyi at oynatıyoruz.”
Bu söz, küçük akıncının gururunu okşadı, akıncıların düz savaş yapacaklarına göre de ayrılık kaygısına yer kalmıyordu. Bundan ötürü padişahın pek nazik bir dille yaptığı teklifi kabul etti.
“Başüstüne ulu hünkâr!” dedi. “Akın başlayıncaya kadar yanında kalırım. Tanrı fırsat verirse birbirimizi deneriz de.”
Ve sırtında taşıyarak koca Tuna’dan geçirdiği tutsak adamı gösterip sordu:
“Bu pos bıyık ne olacak?
“Onu Mahmut Paşa sorguya çeksin, bir bildiği varsa öğrenip bana söylesin. Sen hele beri geç de yoldaşların suyu geçişine bak!”
Görünmesi geciken sahne şimdi bütün ululuğuyla, yüceliğiyle açılıyordu. Verilen işaret üzerine akıncılar kol kol Tuna’ya atılmışlardı, atla suyu aşmaya başlamışlardı. Ordu yeni baştan nefesini tutmuştu, serdengeçti doğup serdengeçti yaşayan ve öyle de ölen akıncıların akışına bakıyordu.
Türkler “At süvarisini tanır.” derler. Eğer “At Türk’ü tanır.” deselerdi daha doğru söylemiş olurlardı. Çünkü ata birçok okuryazar insanlardan daha ince bir seziş aşılayan Türklerdir. Hele bir akıncı altında at, tepeden tırnağa kadar duygu olmuştur. Bu Tuna geçişinde de o hakikat canlanıp duruyordu. Her at, tabiatı yenmek hırsıyla hareket eder gibi görünerek Tuna’yı göğüslüyordu. Su ile at arasındaki bu mücadelede akıncıların rolü ancak düzeni, sırayı bozmamaktan ibaretti. Onar kişilik birer dizi hâlinde ve fakat yan yana on iki ayrı dizi olarak suya giren akıncıların art arda teşkil ettikleri sıralar düzineleri geçiyordu. Öyle iken ne yan yana ne de art arda sıralanan dizilerde küçük bir düzensizlik göze çarpmıyordu. Yan yana yürüyenlerin arasındaki açık azalıp çoğalmadığı gibi arkadaki atların başları öndekilerin kuyruğunu bir santim geçmiyordu, su içinde ve yüzen hayvanlar üstünde çizilen bu hendesi[22 - Hendesi: Geometrik. (e.n.)] nizam, bu pergelleri imrendirecek tenasüp Tuna’nın sırtında, yürüyen bir tablo güzelliği yaratıyordu.
Almanların yaya ve atlı askerlerine temin ettikleri yürüyüş birliği bütün dünyaya örnek olmaktadır. Asker yaratılmamış milletlerin de onları taklit ederken ne kadar gülünç olduklarını ara sıra sinemalarda görüyoruz. Eğer on beşinci asırda fotoğrafla resim veya film alınabilseydi akıncıların atla su geçişlerindeki nefis ve estetik nizam, Alman ordu yürüyüşünü de belki bize gülünç gösterirdi.
Bu geçişin zevkini iliklerine kadar tadanlar gene Türklerdi. Geride kalan ordu, düz bir çimenlik üzerinde ağır ağır yürür gibi sırayı ve sıra aralıklarını bozmadan suyu aşan akıncıların ne yaman bir hüner gösterdiklerini pek iyi anlıyordu ve kardeş ruhunda, kardeş bileğinde beliren bu hüneri seyrederken yüksek bir kıvanç duyuyordu. Suyu böyle geçen bu kahramanların dağları da aynı biçimde aşacaklarını düşünmek o kıvancı yükselttikçe yükseltiyordu. Akıncıların karşı yakada karaya çıkışları da seyrine doyulmaz bir sahne teşkil ediyordu. Boyunlarına kadar suya gömülü atların toprağı görür görmez gerdanlarını uzatışları, boylarını yükselterek karaya adım atışları, yenip geçtikleri suya “Geçmiş olsun!” der gibi başlarını döndürüp bakışları, neşeli neşeli kişneyişleri ayrı ayrı birer güzellikti. Venüs’ün denizden doğuşunu heykeliyle canlandıran ve o efsaneyi gerçekleştiren sanatkâr, eğer şu akıncıların sudan karaya çıkışlarını görseydi mutlaka yaptığı heykeli kırardı, bu hakikati mermerleştirmeye savaşırdı.
Saatlerce süren bu nefis manzara nihayet kapandı ve ordunun ağırlıkları, topları da aynı zamanda köprüden beri tarafa geçirildi, çadırların, otakların kurulmasına başlandı ve sıra yeniçerilere geldi. Hünkâr, artık çekiliyordu, bir sayvan altında dinlenmeye gidiyordu. Bir aralık gözü, saray adamları arasında ve yaya yürüyen Mustafa’ya ilişti, gülerek sordu:
“Bu nasıl akıncılık babayiğit. Ne atın var ne ipin. Yoldaşların uçarken sen taban çalarak mı onlara erişeceksin?”
“İpimi bizim pos bıyığa doladım, palam işte belimde. Atım da Vidin’de. Düşmanın tek başına böğrüne sokulup dil (esir) alan adam yaya yürür. Fakat akına başlarsak Allah kerim. Elbet ben de sırtına atlanacak bir küheylan bulurum.”
Ve sonra hünkârdan izin istedi:
“Devletlu vezir benim tutsağı aldı, götürdü. Onu söyletirken ben de bile bulunmak isterim. Belki işime yarar haberler verir. Onun için beni biraz bırak. Olmaz mı ulu hünkâr?”
Kendisiyle bir arkadaş gibi konuşan bu küçük adam, gittikçe Fatih’in gözüne giriyordu. Eski Türk töresinden, âdetinden yavaş yavaş uzaklaşan, Bizans törenlerini benimsemeye başlayan hünkâr, Türk dili kesecek ve Türk boynunda kılıç bileyecek kadar almış yürümüş değildi. O güne kadar yalnız küçük kardeşini ve bir de Sadrazam Halil Paşa’yı öldürtmüştü. Henüz gelişigüzel Türk kanı dökmüyordu, hele akıncı, sipahi, yeniçeri gibi kellelerini koltuklarında taşıyan savaş erlerini incitmekten büsbütün çekiniyordu. Bundan ötürü küçük Mustafa’nın kendisine ulu orta söz söyleyişini hoş görüyordu, hatta bundan zevk alıyordu. Onu büyük ve çok büyük bir işte kullanmak isteyişi de bu hoş görüşü ayrıca gerekleştiriyordu. O sebeple yiğit delikanlının dileğini gülerek kabul etti:
“Hayhay, küçük.” dedi. “Mahmut’un yanına git, sorguda bulun, ne duyarsan gel, bana anlat.”
Biraz sonra Mustafa, sadrazamın sayvanında idi, yere bağdaş kurup ta Bükreş önlerinden yakaladığı ve yedeğinde buraya kadar getirdiği tutsağa yapılan soruyu dinliyordu. Ulahlı esir, gerçekten ağıl kokan bir adamdı. Ömründe gömlek değiştirmemişe, su yüzü görmemişe benziyordu. Fakat yaman bir inadı da vardı. Adının Mihal olduğunu, Praşova köylülerinden olup son günlerde voyvoda tarafından silah altına sürüklendiğini ve birçok çocuğu ile yirmi domuzu, elli koyunu bulunduğunu söyledikten sonra dilini kilitleyivermişti. Sadrazamın ne tatlı ve ekşi sözleri ne gösterdiği falaka, topuz ve satır, herifin diline vurduğu kilidi gevşetemiyordu, ağzından tek bir kelime çıkmıyordu.
Ondan öğrenilmek istenilen voyvodanın nerede bulunduğu, yanındaki askerin sayısı, topu filan varsa nerelerde bulundurulduğu gibi şeylerdi. Praşovalı Mihal, bütün bu meselelere karşı derin bir kayıtsızlık ve sessizlik muhafaza ediyordu, bilmem filan demeye lüzum görmeyerek sağır ve dilsiz gibi davranıyordu. Bir aralık Mahmut Paşa kızdı, herifi işkenceye sokmak istedi. Fakat küçük Mustafa araya girdi:
“İtme devletlu vezir!” dedi. “Bir de ben sorayım.”
Ve sadrazamın cevabını beklemeden soruya girişti:
“Be herif, dilini niye yuttun? Bildiğini söylesene. Bak ulu paşa kızıyor. Olur ki derini yüzdürür. Yazık değil mi sana?”
Mihal kendini savaş gürültüsünden, Türklerle silah silaha çarpışmak felaketinden kurtarmış olan küçük akıncıya şükran dolu bir bakış attı, içini çekti.
“Söyleyemem ağa!” dedi. “Hiçbir şey söyleyemem. Ne anlamak istediğinizi anlıyorum, sorulan şeyleri de biliyorum. Fakat söylemek elimden gelmez.”
“Niçin?”
“Çünkü yerin kulağı vardır. Bir gün olur da bana yaptırmak istediğiniz gevezelik voyvodanın kulağına giderse beni kazıklar.”
“Biz de kazıklarız. Bunu düşünmüyor musun?”
Mihal güldü.
“Siz…” dedi. “Eli kolu bağlı bir adamı öldürmezsiniz, öldüremezsiniz. Çünkü Türk’sünüz. Fakat voyvodanın ne dini vardır ne de imanı. Beni söyletmeden kazığa vurur yahut ateşte çevirte çevirte öldürür.”
Küçük Mustafa bu karşılık üzerine sadrazama döndü, yalvardı:
“Bunu artık sıkıştırmayalım, bırakalım. Çünkü bizim kendini incitemeyeceğimizi biliyor, kafa tutuyor. Zaten ne öğreneceğiz ki? İşte voyvoda Bükreş’e yakın bir yerde duruyor. Gözümle gördüm. Yanında yirmi otuz bin adam var. Bunu da gördüm. Yarın yürüyüş başlarsa ya kaçacak ya bizimle boy ölçüşecek. Mihal’in vereceği haberle bizim bileğimiz mi sağlamlaşacak, atımız mı yüğrükleşecek? Son sözü kılıç söyler devletlu. Bırak şu miskinin yakasını.”
Ve birden kaşlarını çattı.
“Hem…” dedi. “Bu benim tutsağımdır. Onu dil diye getirdim ama incitilmesini istemem. Kendini at uşağı yapacağım, yanımda gezdireceğim.”
Mahmut Paşa, hünkârın “bizim küçük” dediği, günlerden beri arattığı ve karşılaşınca candan sevinç gösterdiği yiğit bir delikanlıyı kolay kolay kıramazdı. Aynı zamanda Mihal’in sözleri onun da içine bir acıyış getirmişti. Bu sebeple sorguyu bıraktı, Mihal’i alıp götürebileceğini Mustafa’ya söyledi, kendi de ordu işleriyle uğraşmaya koyuldu.[23 - Bu esirin hikâyesi Angel’in Eflak tarihinde, Kalkondil’de yazılıdır. Hammer, esirin bizzat hünkâr tarafından sorguya çekildiğini yazmış olan Angel’in bu yanlışını düzeltmeyi unutmamıştır ve yanlışın nereden ileri geldiğini de anlatmıştır. O düzeltmeye göre Eflak tarihçisi, Kalkondil’in Machumetes diye yazageldiği Mahmut adını Mehmet’le karıştırmıştır. Hâlbuki aynı şekilde yazılan Mehmet’in padişah olduğu anlaşılmak -ve Mahmut’tan ayırt edilmek için Kalkondil daima rex (hükümdar) kelimesini kullanmıştır. Esir ile konuşan adamın adı üstünde bu kelime yoktur ve o hâlde sorguyu yapan Mehmet değil, Mahmut’tur.Kalkondil, Mahmut Paşa’nın, Eflaklı esiri bir türlü söyletememesi üzerine tehdide kalkışmakla beraber “Bu adam bir ordu başında bulunsaydı büyük bir şan kazanırdı.” diye herifi takdir etmekten de geri kalmadığını yazmaktadır. (y.n.)“Türk süvarileri, karşısında dövüşecek düşman bulamadıklarından, Eflak topraklarında gelişigüzel dolaşıyorlardı. Drakül, Moldaviye sınırı üzerinde ilkin sığındığı yeri bırakarak Macaristan’a geçmişti. Kendisi Matyas Korven’den yardım istemiş ve ümitle oraya gitmiş olduğu hâlde Macar kralı, onu zindana konulmak üzere Bulgarlara yolladı. Sultan Mehmet, iki kardeş muharebesi demek olan bu seferden yorularak gözdesi Radol’ü Eflak tahtına oturtmak emriyle akıncı kumandanı Ali Bey’i bırakıp kendisi İstanbul’a döndü.” (y.n.)]
Küçük akıncı, at uşağı yapacağını söylediği pos bıyık tutsakla hünkârın bulunduğu yana yönelince orada da göçün başladığını gördü, Fatih de artık karşı yakaya geçiyordu. Mustafa büyük bir kalabalık arasında hünkârın atlanıp yürüyüşünü seyre daldı ve mırıldandı:
“Hem beni konuk yapmak ister hem başını alır, savuşur. Binbir ayağın bir topuk üstünde döndüğü bir yerde ben kendimi nasıl hatırlatırım?”
Fakat Fatih onu unutmamıştı. En yakın adamlarından birine ısmarlamıştı. Nitekim küçüğün kendi kendine söylenmesi henüz bitmeden o saraylı boy gösterdi.
“Mustafa Bey!” dedi. “Öbür yakada çadırın hazırlanıyor. Ulu hünkârın misafirisin, orada kalacaksın.”
O, bir saat sonra kendi çadırındaydı. Hünkârın yolladığı güzel bir palayı gözden geçiriyordu. Mihal de karşısında el pençe divan duruyordu. Pala, ne altınla bezenmişti ne elmasla süslenmişti. Bir akıncıya yarar biçimde olup bütün güzelliği demirine iyi su verilmiş olmasında ve keskinliğindeydi. Mustafa, öpen bir gözle bu nefis armağanı evirip çeviriyordu.
Hünkâr ona bir de at yollamıştı. Genç, dinç ve kıvrak bir at. O da çadır kapısında bağlı duruyordu. Mustafa bir akıncı için cihan değer şeyler olan bu armağanlardan dolayı büyük bir sevinç içindeydi, hünkârın kendine yaptırmak istediği işi artık benimsemeye başlamıştı.
“Evet!” diyordu. “Bu adam yüreğimi çeldi. Kardeşimin öcünü aldıktan sonra onun dediğini yapmalıyım. Çünkü beni borç altına düşürdü.”
Bir aralık palasıyla atı hakkında Mihal’in de düşüncesini öğrenmek istedi. Böyle şeylerden zevk almadığına inan beslediği şu tutsağın göstereceği bilgisizlikle ve savuracağı sakat mülahazalarla eğlenecekti. Bu emelle başını ona çevirdi ve birden kaşlarını çattı. Çünkü Mihal’in kendine dikilen gözlerinde acıyan bir bakış sezmişti.
Acınmaya layık görülmek bir Türk’ü çıldırtır. O anlamı taşıyan bir bakış ise herhangi bir akıncının ciğerini deler. Zira kendine başkalarını acındıran adam, acze düşmüş demektir. Hâlbuki Türk, acze düşmemek kudretini taşıyarak yeryüzüne inmiştir ve akıncılar ancak bu kudrete dayanarak yeryüzüne yayılmışlardır.
Küçük Mustafa da anadan doğma bir akıncı idi, kendine acıyarak bakılmasına dayanamazdı. Bundan ötürü sert sert sordu:
“Bre ağıl kokan, ne diye bana böyle bakıyorsun?”
Herif, biraz düşünür gibi davrandı, sonra içten gelen yanık bir sesle karşılık verdi:
“Sana acıyorum delikanlı. Ölüme doğru kör körüne gidiyorsun…”
Gözün yapmaya çalıştığı hakareti dilin apaçık haykırması Mustafa’nın sinirlerini oynattı ve genç akıncı, pos bıyık tutsağın yakasına yapışarak onu köksüz bir ağaç gibi salladı, ürkütücü bir sesle haykırdı:
“Bre ağıl çocuğu! Sen kim oluyorsun ki bana acıyasın! Üstelik önüme ölüm koyasın?..”
Herif, böbreklerini yerinden koparıp ağzına getirecek kadar sert olan bu tartaklamanın acısıyla inlerken fikrini de kekeliyordu:
“Voyvoda size pusu kuruyor, siz ayağınızla o pusuya doğru gidiyorsunuz. Ben bunu söylemek istedim.”
Voyvoda ve pusu sözü küçük akıncının pençesini gevşetti, Mihal de böbreklerini kusmaktan kurtuldu. Fakat Mustafa onun yakasını henüz koyuvermemişti, soruyordu:
“Demin Mahmut Paşa’nın önünde ağız açmıyordun, şimdi gevezeliğe kalkışıyorsun. Voyvoda korkusunu beni korkutmak için mi unuttun?”
“Hayır yiğit Türk, hayır. Voyvoda korkusu içimden çıkmadı. Fakat onun sana kıymasını istemediğim için bildiğimi söylemeye kalkıştım.”
“Demek onun bize pusu kuracağını biliyorsun?”
“Ben orta çorbacısı gibi bir şeyim. Eğer yakalanmasaydım, üç beş yüz kişiye başbuğluk yapacaktım.”
“Bu kılıkla mı?
“Sen kılığa bakma, çıplaklar içinde don giyen bey sayılır. Körler arasında şaşıların hünkâr tanılması gibi. Sonra ben bir boyarım. Sen beni pek kolay yakaladın. Kim olduğumu tanımadın. Eğer beni işkenceden, belki de ölümden kurtarmasaydın, kendimi gene belli etmezdim. Yaptığın iyilik içime bir değişiklik getirdi. Kurulan pusuda senin de ölüvereceğini düşünüp acıdım, bildiklerimi ortaya döktüm.”
“İyi yaptın ama bir aksak tarafın var.”
“Nedir bu aksaklık yiğidim?”
“Bizi pusudan korkar sanışın!.. Voyvoda pusu değil, adım başına ağ kursa bize vız gelir. Bunu sen bilmiyorsun galiba.”
“Öyle deme yiğidim. Pusu, yaman şeydir. Daha dün Vidin paşası pusuya düşürülüp kazıklanmadı mı?”
Küçük akıncının göz bebeklerinde sevgili kardeşinin yanık, dökük ölüsü belirdi, içine taze bir yanış yayıldı, dudakları titredi:
“O…” dedi. “Pusu değil, büyü idi. Kızıl cinli (şarap) yutturdular, saz çalıp köçeklere göbek attırdılar, dost görünüp kancıklık yaptılar, Vidin paşasına da ağama da kıydılar. Voyvoda bizim hünkâra da akıncı beylerine de böyle bir büyü yapamaz ya. Olsa olsa derede, boğazda, ormanda, uçurumda pusu kurar. Biz böyle pusuları kolay kırarız pos bıyık.”
“Anlamadın yiğidim, anlamak da istemiyorsun. Kurulacak pusu, bildiğin tuzaklardan değil. Voyvoda sizi uyurken bastırmak istiyor.”
“Şuna baskın desene be herif. Sen daha tasarladığınız işin adını bilmiyorsun.”
“Baskın ama pusulu!..”
“Voyvoda düş görüp sayıklamış ama sen bildiğini söyle: Bizi nasıl basacaktınız?”
“Tuna’yı geçip de yürüyüşe başladığınızın üçüncü günü gece yarısında…”
“Biz alık alık yatacaktık, siz de üstümüze çullanacaktınız, öyle mi?”
“Biz bir ormanda saklanacaktık, oyuklar, kovuklar içinde gizlenip izimizi belli etmeyecektik. Siz de önünüzde, yanınızda ne in ne cin görmediğiniz için gelişigüzel yayılacaktınız. O vakit pusudan çıkıp baskın yapacaktık. Voyvoda böyle düşündü ve öyle davranacak.”
“Bunu niçin Mahmut Paşa’ya söylemedin?”
“Dedim a, voyvodadan korktum. Lakin senden gördüğüm iyilik o korkudan üstün çıkıp yüreğimi değiştirdi.”
“Demek sen, iyilik kadri biliyorsun?..”
“Biz de insanız yiğidim, bizim de yüreğimiz var.”
“Hoşuma gitti pos bıyık. Böyle davranırsan seninle kolay anlaşırız.”
“Ben de öyle istiyorum. Sana dost olmak, senin dostluğunu kazanmak diliyorum.”
“Bu gidişle dileğin yerine gelecek pos bıyık. İşte ben ilk dostluğu gösteriyorum, seni at uşağı yapmaktan vazgeçiyorum. Artık yoldaşız, bile gezeceğiz. Şu voyvoda işi biter bitmez seni çoluğuna, çocuğuna kavuştururum, yolum düşünce evine konuk gelirim. Şimdi şurada otur. Ben hünkârı göreyim.”
İşte her tarih kitabında yazılı olan “Voyvoda Baskını” hadisesini Türk ordusu vukusundan önce bu suretle haber almış oldu. Türk’ün adından bile ürken ve bütün ümidini Macar ellerinden gelecek yardıma bağlayan Vlad, nasıl olur da böyle bir baskını düşünebilirdi? Bunun sırrı gene Demitriyos Yaksiç’in içindedir ve onun öz benliğini anlatmak sırası da gelmiştir:
Küçük Mustafa’nın Fatih’le ilk görüştüğü gün kısaca söylediği, hünkârın da daha önce sezinsediği üzere Demitriyos Yaksiç yaman roller oynuyordu. Dört yüz hemşehrisinin ateşe atıldığı gün bir zekâ hamlesiyle kendini kurtaran Yaksiç, Voyvoda Vlad’dan öç almaktan başka bir şey düşünmüyordu. Bu uğurda namusunu da feda etmişti, Vlad’ın odalığı olmaktan çekinmemişti. Fakat ülküsünden bir an vazgeçemiyordu. Onun çizdiği plan çok genişti. Bir taraftan voyvodayı sık sık cinayet işlemeye sürüklüyordu, hemen her gün beş on adam öldürttürüyordu. Bundan maksadı, Ulahlar arasında nefret, kin uyandırmaktı. Sonra onu Macar kralıyla dost yapmaya çalışır görünerek boyuna Budapeşte’ye mektuplar, adamlar yolluyordu. Bunun sebebi de voyvodayı Türklere karşı kışkırtırken elde bir tutamak bulundurmaktı. Çünkü Vlad, tek başına Türklerle savaş yapamazdı. Macarların yardımı ona yürek pekliği verebilirdi.
Yaksiç, Macar kralına yazdığı gizli mektuplarda ise bambaşka bir dil kullanıyordu, Vlad’ın Türkler tarafından ezilmesine göz yumulmasını telkin ediyordu. Onun Matyas Korven’e gösterdiği kazanç şuydu: Vlad’ın ezilmesi bir iştir, bu iş başarılıncaya kadar yıllar geçecektir. Macaristan bu arada kendine çekidüzen verebilir, müttefikler ve yardımcılar bulur, Türklerin Belgrad yoluyla yapacakları ileri hareketini karşılamak imkânını elde eder, aynı zamanda Vlad’ın yıkılmasıyla Eflak’ta başlayacak yeni bir anarşi o ülkenin de Macarlar tarafından alınmasını kolaylaştırır. Ulahlar da voyvoda adı taşıyan şerirlerin şirretiyle Türklerin onları gidermeyi bahane tutarak yaptıkları saldırışlardan bıkıp usandıkları için Macarlara kucak açmaktan çekinmeyeceklerdir.
İşte Yaksiç, Eflak voyvodasını Türklere karşı amansız bir düşman gibi davranmaya zorlarken ve onu Macaristan’dan yardım geleceğine inandırırken Matyas Korven’e de böyle bir yol gösteriyordu. Sözün kısası bu delikanlı, bir yandan Vlad’ı Türklere ezdirerek kendinin ve ateşe atılan hemşehrilerinin öcünü almak, bir yandan da Macaristan’a kazanç temin etmek istiyordu.
Vlad’ı bir baskın yapmaya zorlayan da yine oydu. Macar ordusu gelmeden önce bir zafer ve bir şeref kazanmaya çalışmasını ileri sürerek voyvodayı kandırmıştı. Böyle bir davranışın tatsız bir son vermesi hâlinde gerilere çekilmek, Macar sınırına yakın bir yerde Matyas Korven ordusuyla birleşmek öğüdünü vererek de Vlad cenaplarını her türlü tereddütten uzaklaştırmaya muvaffak olmuştu. Yaksiç, şu baskın işinde Vlad’ı ya Türklere yakalatmayı yahut Macarlara teslim etmeyi amaç edinmişti. Onun bir düşüncesi daha vardı: Fatih’in gözüne girmek ve Çakırcı Paşa işindeki rollerini unutturmak. Çünkü Balkanlar’ın, Macaristan’ın, Lehistan’ın, Eflak’la Boğdan’ın siyasi durumunu çok karışık buluyordu ve Osmanlı hükümdarının gözüne girerek bu karışık durumdan kendine büyük kazançlar çıkarmak kuruntusunu güdüyordu. Yalnız bir şeyi unutuyordu: Küçük Mustafa’nın hıncı!.. Eğer bu genç Türk’ün kendini ele geçirmeye ant içtiğini bilse ve daha doğrusu onun yaşayan bir tehlike olduğunu sezse belki planlarında hayli değişiklik yapardı. Bunu sezmediği için Fatih’le uyuşmayı kâfi buluyordu, ara sıra jurnaller gönderiyordu.
Yaksiç’in içini dışını aydınlattık. Şimdi baskına geçelim:
Mihal’in dediği gibi, Tuna kıyılarında ileriye doğru yürüyüşe girişildikten üç gün sonra başlayan gece, bütün Türk ordusu çadırlarına çekilmişti. Yalnız akıncılar, kendi kanunlarına göre davranarak atlarının yanı başlarında uzanmışlardı, açıkta uyuyorlardı. Fakat ordunun mola tertibi o gece için değiştirilmişe benziyordu. Ağırlıkların gerilerde bulundurulması âdetken bu gece onlar öne geçirilmişti. Develer, öküzler, mandalar da ağırlıklarla beraberdi, ordudan hayli ileride bulunuyorlardı.
Fatih’in, gün battıktan sonra verdiği bir emir üzerine bütün ateşler söndürülmüştü. Çadırlarda ne mum ne çıra yanıyordu. Mehtap da olmadığı için o büyük ordu, ovanın üstünde hemen hemen belirsizleşmişti. Uzaktan bakılınca toprağın yer yer kabarmış, düzlüğünü kaybetmiş olduğuna inanılırdı. Bu engin kabarıklıktan, karmakarışık girintiler, çıkıntılardan başka göze bir şey çarpmıyordu.
Vlad, işte bu derin sessizlik içinde hırsızlama bir şeref elde etmek, uykuda yakalayacağı Türk ordusunun dalgınlığından istifade ederek bir zafer çalmak istiyordu. Fatih’in askerlerini konaklattığı yerden iki saat kadar uzakta ve balta değmemiş bir orman içinde pusu kurmuştu, bekliyordu. Baskın için seçtiği gecenin başlamasıyla beraber o da subaylarını, boyarlarını topladı. Vidin valisini ne kadar kolaylıkla ele geçirdiğini anlatarak Osmanlı sultanının da o biçimde avlanacağını söyledi, bu zaferden Hristiyanlık âleminin nasıl kıvanç duyacağını uzun uzun hikâye etti ve gece yarısından iki saat önce yürüyüş emrini verdi.
Arkada, gene orman önünde bir alay asker bırakmıştı ve bunlar, baskına girmekten kaçınarak geriye dönecekleri yakalayıp kazıklamaya memur edilmişlerdi.
Yaksiç, Vlad’ın yanındaydı, en önde ve atbaşı beraber yürüyorlardı. İkisi de neşeli görünüyorlardı, yakalanacak Türklerin, hele Fatih’in ne biçim öldürülmesi kendi şereflerine uygun düşebileceği hakkında münakaşalar yapıyorlardı.
Fakat orman uzaklaşıp Türk karargâhı yakınlaştıkça onların ve hele Vlad’ın neşesi azalmaya yüz tuttu, yüzü ekşidi, ağzı kapandı. İlk safta saldıracak süvarilerin, önceden kararlaştığı üzere, Türklerin sezilmeye başladığı bir yerde durarak atlarının ayaklarına -ses çıkarmasın diye- keçe sarmalarından ve saldırışa hazırlanmalarından sonra ise voyvodada yaman bir telaş yüz gösterdi, atını yürütmez bir hâle geldi. Yaksiç, tehlike yaklaştıkça sıfırı tüketmek alametleri gösteren voyvoda ile için için eğleniyordu. Artık planının en nazik safhası başlıyordu ve ateşte yakılan dört yüz Macar delikanlısının öcü alınmak üzere bulunuyordu. O ümitle derin bir heyecana kapılan Yaksiç, felakete mahkûm ettiği adamı, şu son demde elden kaçırmamak kaygısıyla da kıvranıyordu. Onun telaşını görünce ileriye gitmekten vazgeçmesinden korktu, böyle bir ihtimalin önünü almak için ortaya bir fikir attı:
“Bakın…” dedi. “Başlamak üzere asaletmeap. İsterseniz siz burada durun, askerinizi ileri saldırın!”
Türklerden oldukça uzakta kalmayı hatırlatan bu sözün tadı, Vlad’ın kulağına değil, ruhuna yayıldı. “Çok doğru söyledin yavrum.” diyerek hemen atın başını çekti, kendi özel bölüğünden başka bütün askerlerini ileri geçirdi, “hücum” emrini verdi. O ve Yaksiç, bulundukları yerde “zafer” müjdesini bekleyecekler ve bu gecikirse geriye atılacaklardı.
Genç Macar, yapılan baskının Eflaklılar için ölüm olacağını kestiriyordu ve bozgun başlayıp da kendileri de kaçmaya yüz tutunca -bir sıra düşürerek- voyvodanın atını, söz gelimi bir kılıç darbesiyle hareketten alıkoymayı ve herifi arkadan gelecek Türklere tutturmayı tasarlıyordu. Bunu beceremezse eskiden düşündüğü gibi hareket edecekti, cellat Vlad’ı Macaristan’da kafese sokacaktı.
Bununla beraber heyecan içindeydi, üç bin metre ileride başlayan boğuşmanın sonunu merak ediyordu. Arkalarında hazırlanan kazıklardan kurtulmak için Türk yatağanına boyun uzatmayı göze alan büyük bir fırka Ulah, nihayet Türk karargâhına ulaşmışlardı, gözlerini saran kara ve derin bir ıssızlıktan şevke gelerek dalkılıç ileri atılmışlardı. Karşılarında ne kılıç ne mızrak yoktu. Bu onların yürek pekliğini arttırıyordu, bileklerini biraz daha kuvvetlendiriyordu ve keskin kılıçlara kolay bir işleyiş veriyordu.
Fakat karanlıkta durmadan işleyen kılıçların yarattığı ses, bir böğürme ve kişnemeden ibaretti. Ortada kolu düşen, budu parçalanan, yüreği delinen insanların çıkardığı inilti yoktu. Göz kızgınlığı ile ilkin bu tuhaflığın farkında olmayan baskıncılar biraz sonra atlardan yuvarlanmaya, boynuz veya çifte yemeye başlayınca Türk askerine değil, develere ve öküzlere baskın yaptıklarını anladılar, dört yana dönerek bu çıkmazdan kurtulmaya savaşır oldular. Rahatsız edilen obinlerce hayvan böğürerek, öğürerek dolaşıyorlardı, önlerine rast gelen baskıncıyı ısırıyorlardı, boynuzluyorlardı, çifteliyorlardı.
Bu kargaşalık sırasında Türk çadırları birden aydınlanmıştı, binlerce meşale gecenin karanlığını yırtarak iki tarafı birbirine göstermişti. Uykuda sanılan Türklerin ayakta ve hücuma hazır vaziyette görünmeleri baskıncıları büsbütün şaşırttığından hemen hepsi selameti kaçmakta arıyordu. Göz önündeki kılıç, uzaktaki kazıktan daha korkunçtu. Bundan ötürü de kaçmak, hiç durmadan kaçmak isteniliyordu.
Fakat bir akıncı fırkası, Mihal oğlu Ali’nin kumanda ettiği fırka, küreyi sessiz, gürültüsüz sarıveren bir gece gibi, o karanlıkta baskıncıları çevirmişti. Yeniçeriler de yatağanları ve palaları sıyırarak, ağırlıkları aşarak ilerliyorlardı. Kurtuluş güçtü, belki de mümkün değildi.
Durumun böyle bir biçim aldığını, kapana tutulan Eflaklıların çok gerilere yetişen vaveylalarından anlayan Vlad, saçını başını yolmaya başlamıştı. Gözyaşları içinde Yaksiç’e yalvarıyordu:
“Kaçalım, durmadan kaçalım!”
Aynı zamanda bir elinde pala, bir elinde meşale olduğu hâlde Eflaklılar arasında dört yana at koşturan bir genç, bizim küçük Mustafa, her yeniçeriye, her akıncıya şu dileği haykırıyordu:
“Voyvodayı bulan öldürmesin, Allah aşkına öldürmesin! Çünkü onunla görülecek hesabım var!”
Küçük akıncı, eli kolu bağlı adamları ateşe atan, şişte çeviren, kazığa vuran Vlad’ın, kendi ordusu başında bulunacak kadar cesur olduğunu sanıyordu ve bu sanışla fırıl fırıl dönerek düşmanını arıyordu. Hâlbuki atı alan Üsküdar’ı geçmek üzere bulunuyordu.
Gün doğarken baskıncıların işi bitmişti, ortada küme küme cesetten başka bir şey kalmamıştı. Fakat ne hünkâr ne de küçük Mustafa, bu gece savaşının sonucundan memnun değillerdi. Çünkü Vlad ele geçmemişti ve onun baskına iştirak etmeyerek geride kaldığı anlaşılmıştı. Bu durumda yapılacak tek bir iş vardı: Kovalamak. Hünkâr hemen emir verdi, bir akıncı fırkası ileriye atıldı, tozu dumana katarak, mesafeleri nal gürültüsü içinde silik ve sezinmez bir biçime sokarak Eflak topraklarına yayıldı. Dağları aştı, ovaları dolaştı, Moldavya sınırına kadar ulaştı, Vlad’ı bulamadı. Çünkü o, at üstünde at değiştirerek Macar toprağına can atmıştı, bir köye sığınıp Kral Matyas Korven’e kâğıt yollamıştı, yana yakıla başına geleni anlatarak yine yardım dileniyordu.
Fatih, Bükreş’in ilerisine kadar ordusuyla yürüdükten sonra akıncıların dönüşünü bekledi ve Vlad’ın kaçıp kurtulduğu haberini alarak son derece üzüldü.
Hele küçük Mustafa’nın dönen akıncılar arasında bulunmaması büsbütün canını sıktı, geriye dönme emrini verdi. Cellat voyvodanın şurada burada kurduğu kazık ormanlarını ordusuna seyrettiriyor ve yapılan seferin kime karşı olduğunu bu suretle askerin zihnine daha kuvvetli surette yerleştiriyordu. Ordu Tuna’yı aşmak üzere bulunurken bir Macar atlısı yetişti, Fatih’e bir kâğıt sundu. Bu, Demitriyos Yaksiç’tendi ve Voyvoda Vlad’ın, Macar kralı haşmetlu Matyas Korven Hazretleri tarafından Belgrad zindanına yollandığını müjdeliyordu.[24 - Vlad, sanki büyülenmiş gibi ortadan kaybolduğundan Sultan Mehmet, Drakül’ün payitahtı üzerine yürüyerek Eflak içinde ilerledi. Bu şehirden biraz ileride bir nehrin suladığı ovanın başında kazıklardan bir orman dikilmiş olduğunu görünce tiksinmekten kendini alıkoyamadı. Yarım fersah uzunluğunda bir mesafe içinde -birtakımı kazığa vurulmuş, birtakımı çarmıha gerilmiş- yirmi bin insan görünüyordu. Bunların ortasında ve diğer kazıklardan daha uzun bir kazık üzerinde -ipek ve erguvan elbisesiyle- Hamza Paşa’nın cesedi hâlâ seçiliyordu. Ciğerleri açık annelerinin yanında çocuklar görülüyordu ki, kuşlar bağırsaklarının üzerine yuva kurmuşlardı.]
Fatih bu haberin Bükreş’te voyvodalık tahtına oturtturulmuş olan Radol’e bildirilmesine emir verirken Mahmut Paşa’ya şunları söylemekten geri kalmadı:
“İşte biri tahta çıkan, biri zindana giren iki kardeş ki karşılaştıkları gün birbirini öldürmekte tereddüt etmeyeceklerdir. Hocaların cife[25 - Cife: İğrenç. (e.n.)] dedikleri dünya, hakikatte cife değil, vicdanları körleten, yürekleri karartan bir sihirbaz. Onun bizi de baştan çıkarmamasına dua edelim.”
Ve sonra dalgınlaşarak mırıldandı:
“Bizim küçük akıncı Allah vere de bir kazaya uğramasa. Yoksa şu amca oğlu zırıltısı büyüyüp can sıkan bir gürültü olacak!”
***
Laybah’ın bütün kilise çanları, korkulu ve ortaklaşa bir düş görmüşler gibi birden titremeye, birden haykırmaya başlamışlardı. Gece yarısından biraz sonra herkes uyurken bu haykırış Laybah halkını yataklarından sıçratmış, sokaklara fırlatmıştı. Herkes, İsa’nın oşehirdeki yirmi ağzını birden açarak bağırmaya koyulmasındaki sebebi araştırıyor ve gözlerini ovuştura ovuştura köşeden köşeye koşanların yüzlerinde tatlı uykularını sakatlayan bu gürültülü haykırışa karşı bir kızgınlık dolaşıyordu.
Bununla beraber halkın yüreği de titremiyor değildi, gece yarısı bağıran çan, ne İsa’nın gökten inmek üzere olduğunu müjdeleyen bir ağızdır ne de Meryem’in kendi tebessümünden bir demet çiçek yayıp ümmetine armağan ettiğini söyleyen bir dildir. Böyle titreye titreye haykıran çanlar ancak felaketi haber verir. Laybahlılar bunu bildikleri için korkuyorlardı, kelimesiz bir haykırıştaki anlamsızlıktan ötürü de ister istemez kızıyorlardı.
Yatak kılığıyla sokağa fırlayan kadınlar gecenin kara tülleri arasında uzun müddet kalmaktan utanç duyarak bir ayak önce kapalı bir köşe bulmak istiyorlar ve kiliselere doğru koşuyorlardı. Çıplak topuklar üzerinde beliren bu beyaz telaş, erkeklere de gidilecek yolu gösteren bir ışık oldu ve bütün halk, biraz sonra kilise avlularına doldu.
Çanlar yine haykırıyor ve bir kelime duymak ihtiyacıyla üst üste yığılan dişili erkekli yüzlerce Laybahlıya iç zelzelesi dağıtıp duruyordu. Papazlar ortada yoktu, kiliseler koyu bir karanlık içindeydi. İsa’nın, Meryem’in resimleri, Laybah kiliselerinde belki ilk defa olarak gece görüyorlardı, ışıksız kalıyorlardı. Hayat, hareket yalnız çanlarda idi ve onları böyle delice haykırtan eller de o karanlık içinde görünmüyordu.
Artık halkın sabırsızlığı, taşınılan korkudan da üstün çıkmak ve bu bir şey anlatmayan haykırışa karşı küfürler savrulmak üzere idi. İşte bu sırada bütün Laybah, alevden bir kucak içine alınmış gibi birden ışık içinde kaldı, her yer ve her taraf kızılla karışık bir beyazlıkla beliriverdi.
Bir saatten beri yalnız sesleri duyulup kendileri görünmeyen çanlar şimdi asılı oldukları yerde -şişkin birer dil gibi- göze çarpıyordu; kiliseler, evler ve ağaçlar kendilerini saran karanlıktan sıyrılarak uzun veya kısa boylarıyla pırıldayıp duruyorlardı. Sanki gece birdenbire silinmişti ve güneşsiz bir gündüz doğmuştu.
Halk, gözleri önünde beliren bu yarı kırmızı, yarı beyaz gündüzün bir mucize olduğuna inanmıştı. Yere kapanmaya, Laybah şehrini kucaklayan şu ilahi ışığı, sevinç yaşları döke döke kutlulamaya hazırlanıyorlardı. Fakat ellerin de haç, gözlerinde korku, birer birer meydana çıkan papazların titreye titreye haykırdıkları hakikat, secde için kıvrılan bütün dizlere bir dermansızlık getirdi, sevinçten ağlamaya hazırlanan gözlerin yaşı kurudu ve bütün ağızlarda aynı inilti dolaştı.
“Kurtlar geliyor!”
Papazlar bu kelimeleri söylemişlerdi. Halk da o kelimeleri tekrar ediyordu. Güzel bir yaz gecesinde Laybah şehrine geldiği söylenilen ve gelişleri kiliseleri haykırtan, binlerce adamı korkuya boğan kurtlar, akıncı Türklerdi. On dördüncü asırdan beri bütün Balkanlar, bütün Orta Avrupa, akıncıları kurt diye anıyorlardı. Fakat bu kurtlar, herhangi bir şehre yaklaştıklarını işte böyle ışıklı ve göz kamaştıracak kadar pırıltılı bir işaretle haber veriyorlardı. Onların seslerinden önce ışıkları geliyordu ve önlerinde geceler devrilerek gündüzler peyda oluyordu.
Laybahlılar ilk şaşkınlıklarını giderdikten, dermanı tükenmiş dizleri üzerinde durabilecek bir iç kudreti bulduktan sonra kiliselerin içine koşmuşlardı, aziz resimleri önünde alınlarını yerlere sürerek nuru kılavuz yapıp gelmekte olan Türklere karşı kendilerini korumaları için yalvarmaya koyulmuşlardı. Bir pulluk mumların ışığıyla aydınlanan bu aziz resimleri, ovaları, dağları ve şehirleri yekpare bir meşale gibi nur içinde bırakan Türklerin önünde ağız açacak, kımıldanacak şeyler miydi?.. Halk bunu düşünmüyordu, düşünemiyordu, kâğıt putlardan çelik bilekleri bükecek bir hareket bekliyordu.
Şehri saran o kızıllı beyazlı ışık şimdi esmer bir tül içine giriyordu. Gece, yine Türklerin yarattığı gündüzün içinde erimiş gibiydi. Bütün Laybah yine pırıltılı bir görünüşün kucağında yaşıyordu. Lakin o kızıllı beyazlı ışık belli belirsiz bir esmerliğe sarılıyordu. Kilisedekiler, kendilerinin sırtında kümelenen, aziz resimlerini de saran o iki renkli ışık gibi bu esmer örtünün de yürüdüğünü, üzerlerine aktığını seziyorlardı. Elle tutulmayan şu yürüyen örtünün kokusu da vardı ve bu koku Laybahlıların ciğerlerine kadar iniyordu.
Akıncıların kendilerini selamlamayan veya istenilen şeyleri -su, yem veya haber- vermeyen köyleri ateşe vermelerinden doğduğunu söylemeye lüzum görmediğimiz o ışık ve duman Laybahlıların yüreklerini ağızlarına getirmekle beraber beyinlerini de felce uğratmıştı. Kimse, ovaları ve dağları tutuşturarak gelmekte olan akıncılara karşı ne yapılacağını düşünmüyordu, düşünemiyordu. Yalnız aziz resimlerine yalvarmakla vakit geçiriliyordu. Halk, bütün kiliselere dağıldığı için toplu düşünmek ve el, dil birliği yapmak da o durumda mümkün değildi. Her kilise, ayrı bir Laybah demekti ve İllyrie’nin bu ünlü merkezi, Türk korkusuyla kendi kendine parçalanmış gibiydi.
Laybahlıları, içine düştükleri korku yüzünden gülünç görmek doğru olamaz. Çünkü papazların geldiklerini haber verdikleri kurtların, kendi şehirlerine ayak basacaklarını onlar, bütün ömürlerinde hatırlarına bile getirmemişlerdi. Böyle bir gelişe nasıl ihtimal verebilirlerdi ki, şu akın sırasında Türkler henüz Bosna’yı almamışlardı. Belgrad’ı da ele geçirmemişlerdi. Laybah’la Türk sınırı arasında en aşağı beş yüz kilometrelik bir yol vardı ve bu yolun aşılması için Hırvatistan’ı, Dalmaçya’yı geçmek, birçok suları ve dağları zorlamak gerekti. Alp Dağları’nın kazık adı verilen kolları bu beş yüz kilometrelik yol üzerindedir. Drava suyu yine bu yolu aşılmaz yapan engellerdendir, Gayl Nehri Drava’ya yardım için sağa sola koşup durur. Türklerin işte o koca ülkeleri, o dağları, o suları aşıp da Laybah’a ulaşmaları imkânsız bir şey sanılıyordu. Kimsenin hatırına gelmiyordu.
Şimdi o yapılamaz denilen şeyin yapıldığını görmek, hem de ansızın ve gece uykusu içinde görmek, Laybahlıları akılsız edip bırakmıştı. Korku ile şaşkınlık el ele vererek zavallıların beynini işlemez bir biçime sokuyordu. Fakat kurt dedikleri aslanların gelip çatmaları da gittikçe yakınlaşıyordu. Onlara karşı nasıl bir durum alınacaksa vakit geçmeden kararlaştırmak lazımdı.
Bunu, yine büyük kilisenin başpapazı hatırlayabildi, kendi mabedine toplanan halka şöyle bir söylev verdi:
“Felaket hiç ummadığımız bir dakikada kapımızı çaldı. Bizden çok uzakta olduklarını sandığımız Türkler işte karşımıza ve evimizin eşiğine geldi. Bu geliş ne sel gelişine benzer ne de kasırgaya. Hatta tufana da benzemez. Peygamber Nuh, Allah’tan yardım görüp bir gemi yaptı, yeryüzünü kaplayan yağmur akınından kurtuldu. Eğer o peygamberi saran Türk akını olsaydı kurtuluşa imkân bulunamazdı. Çünkü Türkler, denizden yüzen gemileri de atla kovalamaktan çekinmezler. Onların elinden kurtulmak için ne mağara kovuğu para eder ne orman ovuğu. Türk’ün gözü her yeri görür ve eli her yere uzanır.”
Dinleyenlerden biri bağırdı:
“Peki, ne yapacağız?.. Elimizi kolumuzu bağlayıp duracak mıyız?”
Başpapaz acı acı gülümsedi:
“Bizim elimizi kolumuzu bağlamamıza ne hacet. Bu işi Türkler yaparlar, hepimizi ipe geçirirler, önlerine katıp götürürler. Onun için tasalanmaya hacet yok. Ben bir kilise hizmetkârı sıfatıyla İsa evinin yıkılmamasını isterim. Halk, kilisenin koyun sürüsünden başka bir şeyi değildir. O sürü bugün azalırsa yarın çoğalır. Elverir ki kilise yıkılmasın. Bundan ötürü hepinizin bayramlık kostümlerinizi giymenizi, benimle bile Türkleri karşılamaya çıkmanızı doğru buluyorum. Türk, eteğine uzanan eli kesmez. Eğer dediğimi yaparsanız Laybah yanmaktan, şu düzinelerle kilise yıkılmaktan, halk da boğazlanmaktan kurtulur.”
Bir genç kadın yerinden fırladı, ağlayan bir sesle sordu:
“Biz de mi kurtları karşılamaya gideceğiz?..”
“Tabii değil mi ya? Sizin en önde bulunmanız lazım. Çünkü Türkler, kadını hiç incitmezler.”
“Ya bizi alıp götürürlerse?..”
“Bunu bir nimet sayıp iftihar edersiniz. Zira sizlerin götürülmesiyle Laybah yerinde kalacak ve kiliseler kurtulacak. Görüyorsunuz ya, siz, yurdun ve birkaç düzine kilisenin selametini temin eden mahluklar mevkisine yükseliyorsunuz. Bu, kolay kolay tekmelenir bir nimet midir?.. Hele Türk akıncılarının nezakette biraz daha ileri gidip de içinizden beş on kadına analık zevkini tattırmalarını düşünün. Böyle bir bahtiyarlığa karşı hepiniz, bütün Laybah kadınları yüreğinizi açmaz mısınız?”
Kiliselere ziyan gelmemesi için bütün bir halkı köleliğe, halayık-lığa doğru sürüklemek isteyen papazın son sözleri kadınlar arasında gürültülü bir fiskos uyandırdı, kulaktan kulağa birçok kelimeler dolup boşalmaya başladı. Başpapazın Laybah güzellerine sezdirdiği Türk’ten analık hazzı almak meselesi bütün kadınların taşıdığı korkuyu gidermiş ve yerine karmakarışık duygular getirmişti. Şimdi her kadın, dağ ve su tanımayarak, en geniş ülkeleri yorulmaz bir kuş kolaylığı ile aşıveren şu kurtlardan birer yavru peydahlamak hissiyle kıvranıyor gibiydi, böyle bir saadete ermek kudreti kendilerinden sıyrılmış olan ihtiyar kadınlar da kızlarının, gelinlerinin o bahtiyarlığa ermesini, için için diliyorlardı. Çünkü şu kilisede diz çöküp aziz resimlerinden yardım uman erkeklerle, simsiyah gecelerin böğründe güneşsiz gündüzler yaratan Türkler arasındaki engin farkı, her kadın, anlıyor ve görüyordu.
Erkekler, başpapazın sözlerinden bir iki cümleye mim koymuşlardı, kendi kafalarında onların anlamını süzgece vuruyorlardı. Akıncıların tufanlardan üstün bir hengâme yarattıklarını söyleyen başpapaz, kilisedeki erkeklerin içine dalga dalga kabaran bir ölüm korkusu aşılamıştı. Her erkek o korkunun zoru ile akın tufanından ömrünü kurtaracak bir bucak arıyordu. Bundan ötürü, onlar da papazın düşüncesini doğru bulmuşlardı. Türkleri, karşılamaya can atıyorlardı. Kadınlar için söylenen sözlerin ise o ruh buhranı, o korku buhranı arasında kulaklarında izi bile kalmamış gibiydi. Tek bir erkek, Türk akıncıları elinden analık hazzı almak hırsıyla kıvranan kadınların şu düşüncesine ilgi göstermiyordu.
İşte Türk’ü tarihten önce ve sonra kürenin efendisi yapan sebeplerden biri de budur. Türk, ölümü tabii bulurdu, korkmazdı ve bu korkusuzluktan dolayı da yeryüzünde aslanlar gibi dolaşırdı. Birçok milletler bu pervasızlığı göstermediler ve ölümden korka korka ölüme sürüklendiler.
Başpapaz kendi düşüncesinin kabul edildiğini gözü önündeki uysal sessizlikten sezerek hemen teşkilata girişti, öbür kiliselere adamlar göndererek milletçe alınmış bir karar adını verdiği düşüncelerini oradakilere de bildirdi, heyetler seçerek Türklerin karşılanması için çarçabuk programlar çizdirdi, bütün Laybah halkının büyük kilise önünde toplanması üzerine en öne geçti, savaşa ordu götüren bir kumandan heyecanıyla yürüdü, halkı da yürüttü, şehir haricine çıktı, henüz gün doğarken alayını sıraya koydu ve beklemeye koyuldu.
İlk safta kadınlar bulunuyordu. Manzaraya acındırıcı bir biçim vermek isteyen papaz, erkeklerin temiz elbise giymelerini istediği hâlde kadınların çan sesini duyarak sokağa fırladıkları sıradaki kılıklarıyla Türklere görünmesini istemişti. O, yarı çıplak bir kadının en katı yüreklerde acı ve acıyış uyandıracağını ileri sürüyordu, çelik bilekli Türklerin ise pek yufka yürekli olduklarını iddia ediyordu. Hâlbuki asıl maksadı, akıncılara cemile[26 - Cemile: Gönül alıcı davranış. (e.n.)] göstermek ve kendisiyle öbür papazlar için bağış kazanmaktı. Türklerin herhangi bir yolla gözlerine girerse kilise hazinelerinin yerinde bırakılacağını umuyordu.
Bununla beraber erkekler de kılıklarını değiştirmiş değillerdi. Onlar da yarı çıplaktı ve hemen hepsi don gömlekle alaya girmişlerdi. Bundan ötürü de Laybah dışında yer alan, Türkleri karşılamaya hazırlanan bu dişili erkekli kalabalık gerçekten bir dilenci sürüsünü andırıyordu. Onların başında bulunup büyük üniformasını, sırmalı cübbesini sırtına geçirmiş olan başpapaz da açlara yol gösteren tok bir adam gibi orada yakışıksız kalıyordu.
Herkesin gözü ileride, alevleri görünmez olup yalnız dumanları uçuşan geceki ışığın belirdiği yollardaydı. Bir yarım geceyi gündüze çeviren o ışığın doğduğu yerlerden şimdi Türkler doğacaktı. Onlar kendilerine yakışan bir tan yeri yaratmışlar ve doğmak üzere bulunduklarını saatlerce önce müjdelemişlerdi. Artık bu müjde gerçekleşmek üzere bulunuyordu.
Fakat nasıl?.. İşte dişili erkekli bütün Laybahlıların düşüncesi buydu. Hırvatistan’ı, Dalmaçya’yı, Alp Dağları’nın yalçın kollarını, Dravaları, Gaylları umulmaz bir hızla aşarak, gelişlerini ileriye haykıracak sesleri de geçerek buralara ulaşan Türkler ne biçim adamlardı?.. Onlara bütün Avrupa kurtlar diyorlardı. Fakat bu kurtların milyonlarca insanı küçük düşüren, küçüklüklere alıştıran yaman mahluklar olduğunu da yine o Avrupa pek iyi biliyordu. Laybahlılar aynı bilgiyi taşımakta ve işte o kurtlar önünde her küçüklüğü kabul etmeye hazırlanmış bulunmakla beraber, gene merak etmekten kurtulamıyorlardı. Çünkü Türklere kafalarında bir yüz, bir boy, bir kılık veremiyorlardı.
Orta Çağ’ın henüz kapandığı, kapalı ruhların henüz açılamadığı, Avrupa’nın koyu ve kara bir bilgisizlik içinde kıvranıp durduğu bir devirde Laybah halkının Türkleri insandan üstün bir mahluk gibi tanımalarını ve onlara kendilerinden başka bir yüz ve endam çizmeye çalışmalarını tabii görmek lazım gelir. O günün Fransa’sı Roland şarkılarını ırlamakla yiğitliğe özlemini açığa vurup duruyordu. Hâlbuki tek bir Türk’ün yüz Roland’dan üstün olduğuna yine Fransa inan getirerek yavaş yavaş Türklerden himaye aramak yollarına dökülüyordu. Laybahlıların Türk akıncılarını karşılamaya çıktıkları günden seksen yıl sonra Fransızların Kanuni Süleyman’a sığınmaları işte o inandan doğma bir harekettir. Yine o günlerde bütün Almanya Minezenger, Mister Zenger adı verilen şarkılardan başka ruha yiğitlik aşılayacak bir söz duymuyordu. O şarkılarda canlandırılmak istenilen bahadırların, şövalyelerin değeri ise Türklerin Laybah önüne kadar gelişleriyle belli olmuş bulunuyordu.
Demek ki onların Türk’ü başka bir biçimde zannetmekte hakları vardı. Çünkü Türk’ü görmemişlerdi ve Türk’ün yaptıklarını yapan insanlara tesadüf olunduğunu da duymamışlardı. O hâlde kuruntuya kapılmaları tabii idi.
Beklenen Türkler, güneş pek yükselmeden, sağlı sollu tepelerle makaslanan ovanın bir köşesinden göründüler. Belki ufak tefek taşları da göğsünde taşıyan direk direk tozlar, onların artık gelmekte olduklarını haber veriyordu. Bu tozlar, atların dörtnala yürüyüşünden ileri geliyordu ve toprağın yüreğinden kopan bir terleyişi andırıyordu.
Evet, toprak buram buram terliyor gibiydi, sarı ve uzun bir bulut gibi göğe yükselen bu ter kümesinin ardından da akıncılar geliyordu. Laybahlıların gözü dört açılmıştı. Merak, korkuyu yenmişti. Hele kadınlar, yere değil göğe göz dikerek bekleşiyorlardı. Türklerin oradan belireceklerini umuyorlardı. Hepsi, o zavallıların hepsi, gözlerinin önünde biraz sonra beş on bin güneşin birden sıralanıvereceğini sanıyorlardı ve adları Türk olan bu canlı kanlı güneşlerden kendi içlerine dökülecek ışığın sıcaklığı ile şimdiden baygınlaşıyorlardı.
Nihayet ilk atlı ve onun ardından bin atlı meydana çıktı, inanılmaz bir hızla süzülerek şehrin bir yanına ağdı, ikinci bin atlı aynı süzülüşle beri tarafa geçti, üçüncü müfreze Laybahlılara doğru geldi ve birden atlara çark yaptırarak düz bir sıra hâline girdi. Halk, kendilerine yan gözle bile bakmayarak şehrin sağına ve soluna ağan atlıların bu biçim davranışlarından şaşırmışlardı, toprağın göğsünden doğar gibi beliren bu aslan sürüsünün kendileriyle ilgilenmeyeceğini sanmışlardı. Kadınlar enikonu tasalanmışlardı. Çünkü umdukları ışıkta içlerinin yıkanmayacağını zannediyorlardı. Fakat üçüncü müfrezenin önlerinde yer alması üzerine bu tasa dağıldı, heyecanlı bir düş arayan gözler yeni baştan açıldı.
Laybah ve Laybahlılar ilk defa olarak Türk görüyorlardı. Gerçi beş yüz kilometrelik dağlı, ırmaklı ve sarp geçitli bir yolu ileriye ses duyurtmadan aşmış olan şu atlılar, onların umduğu biçimde çıkmamıştı. Türk de bilinen ve tanılan insanlar gibiydi. Orta Çağ masallarında yaşatılan şövalyeler kadar bile insanlıktan dışarı bir şekil taşımıyorlardı, hele korkunç denecek hiçbir tarafları yoktu.
Fakat bu tabiilik içinde yine bir başkalık vardı. Söz gelimi at üstünde oturuşları göz almaktan geri kalmıyordu. Bu, ne bir oturuş ne bir duruştu. At sırtında bir yarım ehramın yer alması gibi bir şeydi. Ondan ötürü de bin atlı bin yarım ehramın sıralanmasını andırarak göz kamaştırıyordu. Sonra bir yay gibi kıvrılarak kasıklara dayanan kollarda bir erkek belini iki kere saracak kadar genişlik seziliyordu. Kadınların bakışını yakan da işte bu çelik yaylardı. Hemen her kadın, kendi bellerini belki üç kere sarabileceğine inanıverdikleri bu kolların asılı durduğu vücutlarda dolaşan kanın coşkunluğunu düşünüyor ve garip bir sersemliğe düşüyordu.
İşte bu durumda akıncılar arasından biri ilerledi, Almanca haykırdı:
“Burada niçin toplandınız?”
Başpapaz cübbesinin önünü kavuşturarak koştu, yeri öpecek kadar eğildi:
“Sizi karşılamaya geldik. Laybah, candan bir dost gibi size kucak açıyor.”
“İyi davranıyorsunuz, keşiş efendi. Çünkü biz, bize açılmayan kolları koparmayı bilen adamlarız. Rodofsvert, Nöstatadel, İg, Hoflayn bunu sınadılar, yanıp kül oldular. Senin gibi düşünmeyen keşişler de haçın kılıca dayanamayacağını Sitiç Manastırı’nda denediler, yok olup gittiler.[27 - “İki kol akıncı Laybah ve Rodofsvert üzerine yürüdü. Üçüncü kol Kölpa Nehri kıyısında yer aldı. Kollardan biri sekiz bin, bütün Karniola’yı vuran ikinci kol ise İg kasabasıyla Sitiç Manastırı’nı yakarak yirmi bin esir aldı, Laybah önünde göründü.” (Hammer, On Altıncı Kitap) (y.n.)] Laybah, akıllı çıktı, yanmaktan kurtulmak yolunu buldu.”
“Teşekkür ederim asilzadem. Bize canımızı bağışlamakla yüreğimizi kazanıyorsunuz.”
“Fakat biz, yorgunluğumuzun boşa gitmesini de istemeyiz. Kılıfında kalan akıncı palası pas tutar. O pası silmek için bizi isteklendirmelisiniz.”
“Ne yapmaklığımızı istiyorsunuz, asilzadem? İşte bütün Laybahlılar önünüzde. Dilerseniz hepsini götürün, dilerseniz bırakın. Biz, emrinize bağlıyız.”
“Biz, boyunlarına kefen sarıp ayağımıza düşenleri tutsak yapmayız. Laybahlıların mallarına da ilişmeyiz. Yalnız kimsenin olmayan veya şunun bunun elinde kalan malları alacağız…”
Başpapaz, kendi kadar düzgün Almanca konuşan bu heybetli Türk’ün ne dediğini anlamadı, sormaya da girişemedi, bön bön bakınmaya ve yutkunmaya koyuldu. Akıncı, karşısındaki adamın neden alıklaştığını sezdi, fikrini açtı:
“Laybah’ta mademki keşiş var, kilise de var demektir. Kilise, taştan veya ağaçtan bir sülüktür. Onun dili çan, emen hortumu da keşiştir. Bu dil durmadan homurdanır, o hortum doymadan emer. Biz, zavallı halktan emilen kanı bu sülüklere kusturmak isteriz.”
Başpapaz, iliğine kadar işleyen mal acısıyla ne dediğini bilmeyerek kekeledi:
“Halka ilişmeyip kiliseleri mi soyacaksınız?”
O kekelemesini henüz bitirmişti ki, akıncının yüzü bir buluta döndü ve dudaklarında bir gürleme belirdi:
“Soymak mı dedin soysuz, soymak mı dedin? Akıncı mal mı uğrular[28 - Uğrulamak: Hırsızlıkla ele geçirmek, çalmak, sirkat etmek. (e.n.)] teres?..”
Ve papazı yakalayarak göğsünün hizasına kadar kaldırdı, boş bir çuval silker gibi hızlı hızlı salladı, sonra yere fırlatıp attı.
“Elindeki haç…” dedi. “Ya kılıç ya bıçak olmalıydı. O vakit dilini keserdim, parça parça sana yuttururdum! Sen de soymak nedir, soygun nedir, soyucu kimdir, anlamış olurdun!”
Başpapazın dili tutulmuştu, dizleri tutmaz olmuştu. Birkaç kemiği de belki kırıktı. Düştüğü yerde kıvranıp duruyordu. Almanca konuşan akıncı onunla ilgili görünmedi, atını biraz daha ileri sürdü, bütün Laybahlıların işiteceği bir sesle şunları söyledi:
“Bizi buralara getiren Kropa kontlarıdır. Biz Türklerde kont, dük, baron filan yoktur. Her Türk kendi evinin hünkârıdır ve birbirinin hizmetkârıdır. Lakin sizin bir sürü efendileriniz var. Kropa kontları da onlardan. Bu efendileriniz yine kendileri gibi halkın sırtından geçinen Frankipan kontları ile geçinemiyorlarmış, boğazlaşıp duruyorlarmış. Bize kâğıt ve adam yolladılar, buraları altüst etmekliğimizi dilediler. Çiftlik sahibi kendi korularında kuş, kendi sularında balık avlamaya izin verdikten sonra bunu fırsat saymamak alıklık olur, değil mi? Biz de alık sayılmamak için atlandık, Laybah’a kadar geldik.”[29 - “Türkleri, Frankipan kontlarıyla daima muharebede bulunan Kropa kontları çağırmıştı. Bunun üzerine akıncılar, Hırvatistan’ı geçerek Karniola’ya girdiler, Laybah’a geldiler.” (y.n.)]
Dükleri, baronları, kontları anarken uşakları, seyisleri dile alıyormuş gibi davranan, her Türk’ün bir hükümdar olduğunu söyleyen bu akıncı, başpapazı sırmalı cübbesi içinde tavşan ölüsüne çeviren bu adam, bütün Laybahlıların gözünde bir tanrı ululuğu alıvermişti. Çünkü bir dük, bir baron, bir kont, Allah’la insan arasında bir şeydi. Orta Çağ Avrupa’sında söz onlarındı, hüküm onlarındı, keyif onlarındı. Dük, baron ve şövalye olmayan bir Avrupalı nihayet bir köle olup, doğduğu günden ölüp kurtulduğu güne kadar sırtından asilzade kamçısı eksik olmazdı, bütün ömrü bir şatoyu şenlendirmek için didinmekle geçerdi. Yine bir Orta Çağ Avrupalısının yeryüzünde hiçbir hakkı, hatta sevmek hakkı yoktu. Onlar gerçi evlenirlerdi. Lakin aldıkları kadınların yalnız nikâhı kendi boyunlarında kalıp kolları asilzadelerin omuzlarında halkalanırdı. Bir dük, bir baron, asil olmayan herhangi bir yurttaşının ağzına bir dilim taze ekmek vermekte çok cimri davranırdı. Fakat aç ve çıplak yaşattığı o yurttaşa birkaç piç tedarik etmekte çok cömert hareket ederdi.
Şu akıncı işte bu asilzadeleri anarken tükürür gibi kelime kullanıyordu. Yalnız bu kadarla da kalmıyordu. Asaleti kutsileştiren, asilzadeyi yücelten kiliseyi de yumruklayabiliyordu. Kilise ve asalet evlenmiş, birbiriyle içli dışlı olmuş bir çift gibiydi. Papaz, asilin Allah’a yakınlığını söyler, asilzade de papazın göbek yapmasına, ense şişirmesine yardım ederdi. Haçla kılıcın el ele vermesinden kilisenin egemenliği, asaletin efendiliği doğmuştu ve halk bu içtimai piçlenmeyi kutlulamak için iki kapıya bağlı köle durumuna girmişti. Şimdi bir akıncı, bütün Avrupa’da kölelik yaşatan kiliseyi sülük olarak tarif ediyordu. Bu, Allah namına çan çalan kiliseden daha kudretli olmak demekti.
Halk, Almanca konuşan Türk’ü dinlerken böyle düşünüyordu ve çanları susturan bu sesteki ululuğa karşı içten gelen bir saygı ile diz çökmeye hazırlanıyordu. Akıncının kısa bir ara verdikten sonra gene söze başlaması, hazırlanan secdeyi yarım bıraktırdı ve kulaklar, gene ocesur ağıza dikildi.
“Evet, Laybahlılar! Biz buraya çağırıldığımız için geldik. Bir kez yola çıkmış bulununca atlarımızın dizginini bırakıvermemek elimizden gelmezdi. Onun için buralara kadar ulaştık. Eğer kapılarınızı kapalı bulsaydık, yuvalarınızı başınıza yıkardık. Bizi selamlamaya çıktığınız için canınıza, malınıza ilişmeyeceğiz. Yalnız kiliselerinizde ne varsa alıp götüreceğiz. Çünkü papazların topladığı altınlar, gümüşler, uğrulanmış mallardır. Onları Tanrı adına alıyorlar. Hâlbuki Tanrı ne yer ne içer. Bizim bildiğimize göre altın, gümüş de kullanmaz.
Demek ki keşişler yalan söylüyorlar, sizi dolandırıyorlar. Biz akıncılar haramilik, yolkesenlik, dolandırıcılık, uğruluk edenleri de uslandırmayı, şundan bundan çalınanları onların ellerinden almayı borç biliriz. Böyle yapmakla o gibilerin bir daha bu işi işlemesinin önüne geçmiş olacağımızı umuyoruz.”
Ve halka parmak ısırtan bir felsefe yürüttü:
“Kilise çıplak kaldıkça insanların sırtı açık kalmaktan kurtulur. Keşişin açlığı halkın doyumudur.”
Laybahlıların bir kısmı İslav’dır, çoğu Alman’dır. Fakat hepsi Almanca bilir. Böyle de olmasa akıncının sözleri, her kafada anlaşılacaktı. Çünkü onun durumu, bütün o halkın benliğinde bir değişiklik yapmıştı, idraklerini açmıştı. Hepsi, istisnasız hepsi, kilisede Latince okunan İncil’den ziyade bu Türk’ün dilini anlayacaklardı. Hâlbuki o, sözünün anlaşılmasını isteyen bir Tanrı gibi davranıp halka kendi dilleriyle söz söylüyordu.
Mallarına, canlarına ilişilmeyeceğine birkaç kere söz verilmesi, asilzadeler elinde canları yanmış, ellerinde avuçlarında bir şey kalmamış olan bu halka büyük bir ikram sayılmazdı. Onlar, ölmemek şartıyla, her eziyete katlanabilirlerdi. Fakat kendilerini soyan kiliseye ders verileceğinin söylenmesi onların yüreğine sevinç doldurmuştu. Her biri Tanrı heybeti taşıyan akıncıların, yüzü görünmeyen bir Tanrı adına doyup kanmadan soygun yapan papazları nasıl kusturacakları da halkın ayrıca merakını kımıldatıyordu.
Akıncı biraz düşündükten sonra halka şu emri verdi:
“Haydi yürüyün, güle güle evlerinize çekilin. Laybah’ı kuşattık ama hırpalamayacağız. Yalnız keşiş evlerini dolaşıp döneceğiz.”
Kadınlar, umdukları şeyin olmayışına, bir belki iki ve belki üç kere saracak kadar uzun görünen şu çelik kolların kendi bellerine dolanmayışına hayıflanıyorlardı. Başlarını arkaya çevire çevire yürüyorlardı. Yine yerinde kalan akıncı, şimdi başpapazla konuşuyordu:
“Ey, yattığın yeter. Kalk da bize kılavuzluk et, sizin çanlı sarayları görelim…”
Ve yüzünü, küçük bir kımıldanış göstermeden, sıra sıra durup sahneyi seyretmekte olan akıncılara çevirdi.
“Yoldaşlar!” dedi. “Laybah’ı şöyle bir dolaşıp çıkacağız. İleri, fakat çok yavaş!..”
Şimdi atların yürüyüşü, başpapazın adımına uydurulmuş gibiydi. Uçmaya alışkın hayvanların, yürümesini şaşıran şu sarsak keşişi çiğnemek şöyle dursun, geçmeyecek kadar dikkatle ilerleyişleri gerçekten görülecek bir manzaraydı.
Laybahlılardan evlerine girebilenler pencerelere asılarak, henüz evlerine erişemeyenler de kaldırımlara sıralanarak bu geçişe bakıyorlardı. Akıncılara kılavuzluk eden başpapaz, kuvvete yol gösteren acze benziyordu ve pek gülünç görünüyordu.
Nihayet büyük kiliseye varıldı. Altın ve gümüş ne varsa hepsi ortaya çıkarıldı, öbür kiliselerde bulunan bu gibi şeyler de çuvallara doldurularak ve papazların sırtına vurularak oraya getirildi. Avluda hayli yüksek ve çok pırıltılı bir yığın peyda olmuştu. Kiliselerin koynundan boşaltılan bu kıymetli şeyler, yine orada atlarından inip küme küme ayrılan akıncılar arasında bir fiskos uyandırıyordu.
Atlılara kumanda eden ve Almanca konuşan Türk ortaya çıkacak altın filan kalmadığını anladıktan sonra başpapazdan kilise elindeki mülklerin defterini istedi ve onun getirdiği defteri yine kendine okuttu. Bu kalın hacimli vesikada neler yoktu neler?.. En başta bütün gelirleri Roma’ya gönderilen düzinelerle değirmen, bir sürü çiftlik yazılıydı. Ardından başpapazların “geçinebilmesi” için ayrılan dükkânlar, tarlalar, otlaklar, korular geliyordu. Her biri bir aileyi bol bol geçindirecek kertede olan bu mülkler yetişmiyormuş gibi başpapaza, halkın vereceği sadakalardan ayda yüz altın da cep harçlığı ayrılmıştı.
Akıncılar kumandanı bütün bunları okutup dinledikten sonra yüzünü ekşitti:
“Bre keşiş!” dedi. “Ne doymaz gözünüz var sizin! Koca bir memleketi midenize geçiriyorsunuz, gene kanmıyorsunuz. Şu topladıklarınızı bari biz götürelim de aklınız başınıza gelsin!”
İşte bu sırada sokakta bir nal sesi peyda oldu ve arkasından doludizgin at koşturan bir akıncı belirdi. Kilise avlusunda iş gören başbuğ, o ses ve bu beliriş üzerine vereceği emri ağzında tutmuştu, gelen atlıya bakıyordu. O, avluya girer girmez hayvandan atladı, dizginleri koluna alarak yürüdü, başbuğun önüne kadar geldi.
“İskender Bey!” dedi. “Sürüyü getirdik, az ötede kümeledik, ne emrin var?”
“Onları bu gece burada alıkoyup yarın yurda doğru sürmeli!..”
“Azıkları yok İskender Bey, yolda açlıktan kırılırlar.”
Mihal oğullarının en genci, akıncıların pek sevgili başbuğlarından biri olan İskender Bey biraz düşündü:
“Bre Mustafa!” dedi. “Koyunları ne diye önce yolladın. Birer birer kestirirdin, şu sürüyü doyururdun. Şimdi nidelim biz?..”
Mustafa, bizim küçük akıncı idi. İskender Bey’in şu sözü üzerine elini avludaki pırıltılı yığına uzattı:
“Burada bu kadar para var. Emredersen bu şehir halkından tahıl (buğday) filan satın alalım.”
“Ben bu yığını yoldaşlara pay edecektim.”
“Kiliseden alınmışa benziyor bunlar İskender Bey. Öyleyse haram akçedir, yoldaş kursağına girmesin. Yine bizim sürüye harcayalım…”
“Çok gelir. Onda biri bile senin dediğin işe yeter. Üst tarafını yine pay ederiz.”
“Beni dinlersen bey, bu paraları ya azık satın almakta kullanalım yahut dullara, öksüzlere, yoksullara dağıtalım. Yoldaşların bugüne dek kazandıkları kendilerine yeter.”
İskender Bey gülümsedi.
“İyi düşünüyorsun Mustafa.” dedi. “Şu keşişlerin halktan aldıklarını yine halka dağıtmak çok güzel bir iş olur. Bunu gel sen yap, sürüye azığı da sen bul. Ben yanına beş on yoldaş bırakayım, sürüyü bıraktığın yerde seni bekleyeyim. Fakat elini çabuk tut, bizi bekletme.”
İskender Bey, yirmi akıncı bırakarak oradan ve şehirden çekildi, kıra çıktı. Küçük Mustafa’nın getirip de sürü dediği tutsaklar kümesinin yanına gitti, şehri çeviren iki bin akıncıyı da oraya getirdi. Bu sürü, yirmi bin kişilik bir kafile teşkil ediyordu. Beş yüz akıncı tarafından sevk ve idare olunuyordu.
İg gibi, Hoflayn gibi kapılarını açmayarak akıncılara karşı koymaya yeltenen yerlerden sürülüp çıkarılmış tutsaklardı, Türk yurduna götürüleceklerdi.
Mustafa, kendi yanına bırakılan yirmi akıncıyı beş bölüğe ayırdı, birini kilisedeki altın ve gümüş yığınının başında bıraktı, öbürlerini ayrı ayrı yollardan şehri dolaşmaya memur etti ve kendilerine şu talimatı verdi:
“Her kapıyı çalacaksınız. Orada dul, yoksul kimse olup olmadığını soracaksınız. Eğer varsa hemen buraya gelmesini söyleyeceksiniz. Niçin diyen bulunursa para dağıtacağımızı anlatacaksınız. O sırada şöyle dört yana bakarsınız. Kapısını çaldığınız evde buğday, bulgur filan bulunacağını sezerseniz, parasıyla satın almak istediğinizi söyleyip pazarlığa girişirsiniz. Cimrilik etmeyin, bol para verin…”
Ve birden hatırlayarak sordu:
“Her bölükte bir dil bilen yoldaş bulunsun. Yoksa Laybahlılara gülünç olursunuz.”
Akıncılar, Sırp’tan, Ulah’tan, Macar’dan, Alman’dan boyuna tutsak yakalamak ve onları kendi topraklarında, evlerinde çalıştırmak dolayısıyla birçok dil belleyen kimselerdi. Hemen hepsi komşu milletlerin dillerini konuşabilirlerdi. Bu yüzden Mustafa’nın şu ihtarı bir ihtiyattan ibaretti. Nitekim kendine hemen şu cevap verilmişti:
“Merak etme Mustafa Bey, biz meramımızı anlatabiliriz, güçlük çekmeyiz.”
Mustafa da bir bölüğün başında şehrin bir semtini dolaşıyordu. Kapıları çalarak sorup soruşturuyordu. Yoksulluğunu ileri sürerek müjdelenen yardıma koşmak istemeyen ev yok gibiydi. Fakat parasıyla bir avuç buğday yahut bulgur satacak tek bir adam çıkmıyordu. Bu, ne para hırsından ne de akıncılara azık vermemek kaygısından ileri geliyordu. Gerçekten halk yoksuldu, evlerinde satılacak buğday filan yoktu.
Kilise avlusunda kümelenen altınlarla şu derin yoksulluğu kendi kendine karşılaştıran Mustafa, derin bir iç acısıyla başını sallıyordu:
“Ne kötü şey, ne kötü şey! Keşişi doyurmak için aç yaşayan bir sürü adam. Bunların mı aklı yok, keşişlerin mi aklı çok. Anlamıyorum ki…”
Bununla beraber kapıları çalmaktan, sorup araştırmaktan geri kalmıyordu. Böyle dolaşırken büyücek bir evin önüne geldi, öbürlerine yaptığı gibi bunun da kapısını çaldı. Fakat evdeki başkalık gözünden kaçmadı. Bu yuva, öbür evlere benzemiyordu. Panjurları sımsıkı kapalıydı. Yine öbür evler gibi pencerelerinde merak ve heyecan dolu gözler, eşiğinde sıralanmış adamlar yoktu. Issızlığa gömülmüştü.
Mustafa bu başkalığa mim koyarak kapıyı bir daha ve bir daha çaldı. Ses veren olmadı. Acaba boş muydu? Bunu anlamak için komşulara başvurdu, orada Baron Linden adlı birinin oturduğunu, bu adamın seksenlik bir Ravb Ritter şövalyesi olup sokağa çıkmadığını, kimse ile görüşmediğini, yanında bulunanları da mahpus gibi yaşattığını öğrendi.
Mustafa, enikonu meraka düşmüştü. Kendini ve çoluğunu, çocuğunu hapseden, Laybah’ta Türk akıncıları dolaşırken ve onlardan dört beş tanesi kapısı önüne gelmişken küçük bir hayat eseri göstermeyen şu ihtiyar şövalyeyi görmek, onunla görüşmek istiyordu. Bu merakla öğrendiklerini genişletmek istedi, komşulara sordu:
“Ravb Ritter nedir ki?..”
“Şövalyelerin en azgınları. Bunlar komşu evlerinden tut da baron şatolarına kadar her yeri soyarlardı. Yol keserlerdi, köy basarlardı. Sonra da kollarını sallaya sallaya şehirlerde dolaşırlardı. Krallar, imparatorlar, uzun yıllar bunları tepelemeye çalıştılar, çok güçlükle köklerini kesebildiler. Baron Linden, onların artakalanlarından biridir. Babası, dedesi gibi yağmacılık yapamadığı için beş on yıldan beri dünyaya küsmüştür.”
Mustafa, bu sözleri söyleyen Laybahlılara bir soru daha sordu:
“Bu herif ne yer, ne içer?.. Evin içinde tarla olamaz ki, ekmeğini, ağıl bulunmaz ki sütünü, yağını çıkarsın; ona kim yiyecek götürür?”
“Kendi gibi suratsız bir uşağı vardır, ayda bir sokağa çıkar, yüzünü kukuletasıyla örter, kimseyle konuşmaz, ne alacaksa alıp eve götürür. Otuz gün yine mahpus kalır.”
Mustafa ben bu adamı mutlak görmeliyim, dedi ve kapıyı bir daha çaldı. Fakat açılmak şöyle dursun, bir ses bile duyulmadı. Bunun üzerine kapıya omzunu dayadı, zorlamaya koyuldu. Sağda, solda, Ravb Ritter’in kapısı önünde kümelenenler bu zorlayışı seyre koyulmuşlardı.
Bütün Laybah, Baron Linden’in adını haç çıkararak anabilirdi. Onun mensup olduğu şövalye sınıfı değerini kaybetmiş olmakla beraber, Baron Linden, dillerde dolaşan işleriyle korkunç bir adam olmak şöhretini muhafaza ediyordu. O gece bütün şehri çırılçıplak sokaklara düşüren çan seslerine kulağını tıkayan, Türk akıncılarının gelişi gibi bir hadiseye karşı kayıtsız kalan bu adam, acaba kapısının zorlanması önünde ne yapacaktı?.. O, birçok evlerin damını çökertmişti. Şimdi kendi kapısı omuzlanıyordu.
Orada toplananlar, biraz sonra belirecek hadisenin heyecanını taşımakla beraber yirmi yaşında bile görünmeyen şu iri boy Türk’ün omuz verdiği kapıyı koparıp koparamayacağını da alevli bir merak içinde düşünmekten geri kalamıyordu. Kapı, çok eski olmasına rağmen sağlam görünüyordu ve Baron Linden’in evini örttüğü için Laybahlılara biraz da tılsımlı geliyordu.
Mustafa, kendinin omuzları üzerinde kümelenen gözlerin heyecanını sezmeden ve o heyecana değer vermeden yapmak istediği işi başarmaya savaşıyordu. Yanındaki akıncılar onun zevkini bozmamak istiyorlarmış gibi, yardıma koşmuyorlardı. Kollarını kavuşturarak uğraşmasını seyrediyorlardı. Yalnız onların bakışlarıyla kaldırımlarda kümelenen Laybahlıların bakışı arasında açık bir fark vardı. Akıncılar, beğenen ve haz alan bir bakış taşıyorlardı; berikiler merakla bakınıyorlardı.
Mustafa düşüncesiz bir saldırışla omuzladığı kapının sertliğini sezer sezmez irkildi, belli belirsiz kızardı ve sonra bütün gücünü sağ omuzunda toplayarak kapıyı zorlamaya girişti. Onun bu hâlinde, kalın bir ağacı devirmeye çalışan bir fil yavrusunun didinişini andıran şen bir inat vardı. Öyle bir inat ki amaca eriş geciktikçe çoğalıyor, fakat şenliğinden bir zerre kaybetmiyordu.
Gerilen boyun, şişen damarlar, sertleşen çehre, kuvvetin her biçiminde beliren güzelliklerden birer parça taşıyordu. Laybahlılar bu güzellikleri seziyorlar ve imrene imrene bakışıyorlardı. Bir aralık gözleri Mustafa’nın eğri bir durum alan ayaklarına kaydı ve toprağın bu ayaklar altında enikonu çukurlaştığı görüldü.
Evet, toprak bu genç ayakları daha sağlam bir noktaya dayandırmak için açılıyor ve derinleşiyor gibiydi. Seyirciler, yerin bir çeşit yardımı andıran bu çöküşünü görünce, kolun ağacı yenmek üzere bulunduğuna şüphe etmez olmuşlardı ve bir kat daha heyecanlanmışlardı.
Bu seziş, biraz sonra doğru çıktı. İlkin cılız bir çatırtıyı andırarak başlayan ahenksiz sesler hızla çoğaldı ve çok geçmeden ağır çatırtılar belirdi, sonunda kapı sallanmaya başladı. Baron Linden’in efsunlu bir mağara şöhretini taşıyan evine girmek artık bir dakikalık meselesiydi. Durumunu değiştirerek kapıyı sol omuzuyla telaşsızca zorlamaya girişen Mustafa, bu dakika işini de kökünden kesip attı, halkın alkışları arasında iki kanadı birden açılıveren kapıdan içeri girdi.
Halk hem akıncılardan hem Baron Linden’den korkarak bulundukları yerde kalmışlardı, boyunlarını uzatarak evin içerisini görmeye savaşıyorlardı. Mustafa, dört yoldaşıyla küçük bir taşlığı geçmişti, önüne gelen merdiveni tırmanıyordu. Fakat aşağıda kimseler yoktu, yukarıdan da bir ses gelmiyordu.
Koyu bir loşluk ve bu derin ıssızlık eve gerçekten bir zindan biçimi veriyordu. Yalnız bu zindan çok temizdi, taşlık pırıl pırıldı, merdivenlerde bir fiske toz yoktu. Hele yukarıda ilk karşılaşılan salon, hünerli bir elden çıkmış zarif bir kafese benziyordu. Lakin kuş yoktu, boştu. Venedik malı avizeler, ışıksız gözlerini bu boşluğa çevirmişlerdi, gamlı gamlı bakıyorlardı.
Mustafa, salonu geçti, karşısına gelen sağlı sollu kapıları birer birer açıp içeri baktı. Yataklardan, dolaplardan, masalardan başka bir şey göremedi. Evin boşluğa terk olunduğuna inanmak üzere bulunuyordu, en dipteki kapıyı da açtıktan sonra geri dönmeyi tasarlıyordu. Bu düşünce ile arkadaşlarına döndü ve tabiatıyla Türkçe konuşarak şu sözleri söyledi:
“Burada baron maron yok. Boş yere kapı omuzlamışız… Hele şu son odaya da bakalım da dönelim.”
Yüksek sesle fikrini yoldaşlarına anlatmıştı, elini de kapının tokmağına koymuştu. Fakat tuttuğu tunç topuzcağızı henüz çevirmeden kapı kendiliğinden açıldı ve uzun boylu bir kadın göründü.
Boş bulunacağı umulan odanın eşiğinde birdenbire beliren bu kadın, yüksek endamıyla ve o endama uygun düşen güzelliğiyle genç akıncıyı şaşırtmıştı, bir adım geri atmıştı. O billur yüz, koca evi saran boşluğu, ıssızlığı bir saniye içinde gidermiş gibiydi. Artık orada bir ışık, bir hayat vardı ve ansızın yüz gösteren bu berrak canlılık, Mustafa’yı da arkadaşlarını da belinletmişti.[30 - Belinlemek: Birden uyanarak çevresine korku ile şaşkın şaşkın bakmak, irkilmek. (e.n.)]
Kadın, beş erkeği şaşırtan şeyin orada görünüşü değil, belki taşıdığı yüksek güzellik olduğunu anladığından belli belirsiz gülümsüyordu, aynı zamanda derin ve çok derin bir bakışla karşısında kümelenen yiğitleri süzüyordu. Kendinin aşıladığı tatlı şaşkınlık sanki geri veriliyormuş gibi, o da içinde, ta yüreğinin içinde bir sarsıntı sezmeye başlamıştı. Erkekleri ve hele Mustafa’yı pek güzel buluyordu, beğeniyordu, aç bir gözle ısıra ısıra seyrediyordu.
Bununla beraber ağırlığını, o eve yakışan esrarlı vakarını kaybetmemişti. Hatta akıncılardan önce kendini toplamaktan da geri kalmadı, küçük bir reverans yaptı:
“Buyurun muhterem şövalyeler!” dedi. “Baron cenapları sizi bekliyor!”
Bu kelimeler onun ağzından kırık, fakat tatlı bir Türkçe ile çıkmıştı. Mustafa ile arkadaşları hoşlarına giden şu minimini ağzın kendi dillerini konuştuğunu görünce yeni baştan ve adamakıllı belinlemişlerdi, birbirlerine bakışmaya koyulmuşlardı. Laybah’ta Türkçe konuşan bir kadın onlara bir akıncı atının fil doğurması kadar aykırı geliyordu. Lakin bu aykırılıktan iliklerine kadar da zevk alıyorlardı Ellerinden gelse gözlerini kapayıp kadının bir daha ve bir daha konuşması için yalvaracaklardı. Aldıkları haz o kadar büyük, o kadar derindi.
Kadın, onların neden sustuklarını ve bakıştıklarını da sezdi, sözünü tazeledi:
“Buyurun muhterem şövalyeler, baron cenapları sizi bekliyor!”
Bunu söylerken yarı yan çekilmişti, çağrısız gelen misafirlere yol veriyor gibi bir durum almıştı. Kendini toplayan Mustafa onu bekletmedi, hemen ilerledi, odaya girdi. Arkadaşları ardından geliyordu ve hepsinin adımlarından önce yürüyen gözleri orada yaşayan sırrı kucaklamaya çalışıyordu.
Oda hayli büyüktü, iyi de döşenmişe benziyordu. Fakat pencereler sımsıkı kapalı olduğundan ne döşeme ne insan, birdenbire seçilemiyordu. Akıncılar da biraz geceyi andıran bu karanlık içinde, ilkin bir şey görememişlerdi. Gözleri muhite alışınca yaldızlı tavanı, boyalı duvarları, yere serili halıları ve bir köşede kurulu karyolamsı sediri gördüler, gözleriyle kısaca bir konuşma yaptıktan sonra hep birden osedire doğru yürüdüler. Çünkü Türkçe konuşan kadının “baron cenapları” dediği adam oradaydı, upuzun yatıyordu.
Mustafa, bembeyaz sakalı, bir havlu gibi göğsünü örten o adamın baş ucuna dikildi, ne diyeceğini ve hangi dille konuşacağını kestiremeyerek düşünmeye daldı. Yaşı sekseni aşmış görünen ihtiyarın gözleri kapalıydı, nefes alıp almadığı belli olmayacak kadar sessiz ve dermansız görünüyordu. Bu da Mustafa’yı ayrıca tereddüde düşüren bir durumdu. Genç akıncı bir ölüye veya ölmek üzere bulunan bir hastaya söz atmaktan çekiniyor gibiydi.
Kadın, o güzel kadın, üç beş adım geride duruyordu, kollarını kavuşturarak düşünüyordu. Bu gibi sahneler seyrine alışkın olmayan, hareketsizliği ise iğrenç bulan öbür akıncılar Mustafa’nın susmasından, kadının düşünmeye dalmasından, ihtiyar adamın da sakalına sarılıp yatadurmasından yavaş yavaş sinirlenmeye başlamışlardı. İçine girdikleri şu sır yuvasının iliğini bir ayak önce boşaltmak, ne yapılacaksa onu hemen yapmak ve yaptırmak için sabırsızlanıyorlardı.
İşte bu sırada o uzun sakal, yel vurmuş bir pamuk yığını gibi birden oynadı, kımıldadı, o kapalı gözler oynadı, mühürlü gibi duran dudaklar yarı açıldı, Almanca bir mırıltı duyuldu:
“Sizi bekliyordum efendiler, hoş geldiniz, fakat geç kaldınız!..”
Arkada duran kadın koşar gibi davrandı, sedirin önüne geldi, bu sözleri Türkçeye çevirmek istedi. Mustafa gülümseyerek onun tercümesini yarıda bıraktırdı:
“Zahmet etmeyin.” dedi. “Biz Almanca da biliriz.”
Ve ihtiyara dönerek sordu:
“Bizi mi bekliyordunuz, sebep?”
“Çünkü ben Prens Davut’un dostuydum, uzun yıllar onunla gezip tozdum. Türklerin Macar elinde, Almanya’da, İtalyan topraklarında gezip dolaşan öyle bir adamı boş bırakmayacaklarını biliyordum. Onu yakalamak için er geç gelecektiniz. Umduğum doğru çıktı. İşte Laybah’a kadar geldiniz. Ne kadar yazık ki geç kaldınız. Eğer üç beş yıl önce geleydiniz, size yoldaşlık ederdim. Ocağıma incir diken o kara yürekli prensi yakalamak için kılavuzluk yapardım. Şimdi…”
Almanca bilmeyen bir iki akıncı, ihtiyarın ne dediğini anlamadıkları için titizleniyorlardı. Almanca bilenler ise onun sayıkladığını zannederek gülümsüyorlardı. Yalnız Mustafa dikkatle ve heyecanla ihtiyarı dinliyordu. Herifin sustuğunu görünce telaşa düştü.
“Susma yahu!” dedi. “Bildiğini söyle. Şu Davut dediğin adam nerede şimdi?”
İhtiyar büyük bir gayret sarf ederek, kesik kesik inleyerek doğrulmaya çalışıyordu. Mustafa hemen yardıma koştu, adamcağızı yatağın içinde doğrulttu, arkasına bir iki yastık koydu ve sesine elinden geldiği kadar yumuşaklık vererek yalvardı:
“Haydi söyle, ne biliyorsan söyle! Çünkü ben bu işi üstüme almışımdır, belki bana yardımın dokunur.”
Baron dö Linden, bir zerre et taşımayan kuru kolunu uzattı, güzel kadını gösterdi:
“Bu kızı…” dedi. “Benim karım doğurdu. Babası Prens Davut’tur!..”
Mustafa homurdandı:
“Şevketlu hünkârın gözü aydın. Bir de amca kızı kazanıyor!..”
Ve ihtiyarın omuzuna elini koydu:
“Anlaşıldı. Prens dostun sana kötü bir oyun oynamış. Bu, olağan şeydir ve bize gerekmez. Sen bana Davut’un nerede olduğunu söyle…”
İhtiyar, dermansız başını yavaşça salladı:
“Hayır şövalye, hikâyemi söylemeden dileğini yerine getiremem. Çünkü benim de alınacak öcüm var.”
Ve kadından su isteyerek birkaç yudum içti, mırıldanır gibi bir sesle anlatmaya koyuldu:
“Ben Davut’u otuz yıl önce Viyana’da tanıdım, babasıyla oraya gelmişti. Çocuk denilecek bir yaşta idi. Ben de o sırada çok ünlü bir şövalye idim. Davut’un babası Murat, gözlerinden hastalıklı idi, yarım kördü. Oğlunun iyi bir binici, iyi bir atıcı olmasını istiyordu. Bundan ötürü genç prensi benimle kardeşleştirdi. Daha doğrusu Murat’ın parası yoktu, saray saray dolaşıp dileniyordu. Oğlu da kendine bir yük oluyordu. Onun için çocuğu başından savmak istedi, benim yanıma verdi. Eh, biz bir şövalyeyiz. Prens kanı taşıyan adamlara saygı gösteririz. Davut’u da evlat gibi bağrıma bastım, benim hükümdarım imiş gibi kendisine bağlı kaldım. Yıllarca beraber gezdik, bir aralık Bizans’a bile gittik. Maksadımız üç beş bin kişilik bir ordu düzüp Davut’u tahta çıkarmaktı. Beceremedik, çünkü hiçbir yerden yardım göremedik. Fakat ümidimizi kesmedik, gene el ele verip diyar diyar dolaştık. Yaşım altmışa gelince yorgunluk duymaya başladım, bir yuva kurmak istedim, evlendim, genç ve güzel bir kız aldım. Laybahlı olduğum hâlde Budapeşte’de oturuyordum. Karım nedense orasını seviyordu. Davut da Türk sınırına yakın bulunmak için Peşte’den pek ayrılmak istemiyordu, hem karımı hem dostumu memnun etmek kaygısıyla ben de orada kaldım. Fakat benim geçimim gezgincilik yüzündendi. Ravb Ritter’lerin sonu idim, vurup kırarak yaşıyordum. Bundan dolayı da sık sık evimden ayrılıyordum. İşte bu ayrılıklar esnasında asil dostum, karımı baştan çıkarmış. Benim, yıllarca bu ihanetten haberim olmadı. Namusumu ısıran dudaklar yine bana kardeş diyordu. Kardeş tanıdığım adamı öpen dudaklar yine bana sevgi haykırıyordu.”
Sustu, birkaç yudum su daha içti, kemik kolunun tersiyle alnını sildi, sözüne devam etti:
“Birkaç yıl çocuğum olmamıştı. Dostum, hain dostum, bana bu zevki de tattırdı, şu kızı karıma doğurttu. Ben altmış beş yaşından sonra erdiğim babalık zevkiyle karıma daha fazla bağlandım. Davut da çocuğu benim kadar ve hatta benden fazla seviyordu, gece gündüz evimizden ayrılmıyordu. Ben bunu bir kardeş sevgisi sayıp kıvanç duyuyordum. Dostum kızıma Türkçe de öğretiyordu. Bir gün Osmanlılar’a padişah olması mümkün görünen dostumun bu dil hocalığı hoşuma gidiyordu ve bana tabii geliyordu.
Ben, beni deyyus yapan dostumun, namusumu çamura atarak başkasından kazandığı çocuğu kalbime yatıran kadının ihanetlerini sezmeden onları başımda taşıyordum, dolaştığım yerlerde Davut’un propagandasını yapıyordum. Tanıdığım prenslerden ona yardım dileniyordum, halkın hırsızlık saydığı bir yolda yürüyerek kazandıklarımı ona yediriyordum. Fakat kendimi bahtiyar sanıyordum. Çünkü bilmiyordum, şüphelenmiyordum…
İşte bu gaflet günleri içinde karım hastalandı, ağır bir soğuk algınlığından yatağa düştü, ölüyordu, bana da ölüm acısı tattırıyordu. Davut, iyi günlerde olduğu gibi bu yaslı günlerimde de evimdeydi, karımın baş ucundan ayrılmıyordu. Bir gece, uğursuz bir gece, karım ateşler içinde başını kaldırdı, Davut’a oda kapısını gösterdi.
‘Çık!’ dedi. ‘Buradan çık! Çünkü Allah’ı görüyorum. Onu görürken seni de görmek istemem. Kocamla ve Allah’ımla baş başa kalacağım, günahlarımı ortaya dökeceğim.’ Davut’tan ziyade ben şaşırmıştım. Karımın sayıkladığını sanıyordum. Fakat o, bar bar bağırıyordu:
‘Çık, durma çık! Yoksa her şeyi yüzüne karşı söylerim!’
Şimdi içime kurt düşmüştü. Günahtan bahseden karım acaba neler söyleyecekti? Bunu merak ediyordum. Sapsarı kesilen Davut’tan henüz şüphe etmemekle beraber onun odadan çıkmasını istiyordum. Yalvardım, yüzünü okşaya okşaya kendisini sofaya çıkardım.
Karım baş ucuna dönmekliğimle beraber elimi tuttu.
‘Marya…’ dedi. ‘senin kızın değildir. Benden doğan bir piçtir, babası Davut’tur!’
Üst tarafını dinleyemedim, ölmek üzere bulunan kadının yüzüne bir balgam savurdum, eteğime yapışan kızı tekmeledim, sofaya fırladım. Ömrümün son düellosunu yapacaktım, hain dostumla çarpışacaktım. Fakat onu bulamadım, evde değil, Peşte’de bulamadım. Çirkin, iğrenç ve murdar hakikatin ortaya çıkacağını sezer sezmez savuşmuştu, bulunamayacak bir yere saklanmıştı.”
Akıncı Mustafa, şen şen mırıldandı:
“Gözün aydın ulu hünkâr. Amcan oğlu cılk çıktı!”
İhtiyar Türkçe söylenen bu sözleri anlayamadı, sordu:
“Ne diyorsun delikanlı, beni mi kınıyorsun, Davut’u mu?”
“Hayır ihtiyar, ne onu yapıyorum ne bunu… Bizim hünkârı kutluluyorum…”
“Neden?”
“Davut’un Türk olmadığını anladım da ondan!..”
“Vay, Davut Türk değil miydi, prens değil miydi?”
“Türk olsaydı, kardeş dediği adamın ırzına göz koymazdı. Hele böyle delik delik saklanmazdı.”
“Yanılıyorsun delikanlı. Türkler içinden -tek tük de olsa- kötüler çıkar.”
“Kötü belki çıkar ihtiyar. Fakat korkak çıkmaz. Aslan postu içinde tavşan yüreği çarpmaz ki. Türkler arasında da ödlekler bulunsun…”
“Türklerin yaptıkları büyük işlere bakılırsa hakkın var demek gerekleşiyor delikanlı… Lakin Davut’un benden kaçtığı da muhakkak. Belki bu kaçış utandığındandı?”
“Utanan kaçmaz, özür diler.”
“Her neyse delikanlı. Sözü uzatmayalım, takatim yok. Neredeyse nefesim kesilecek. İzin ver de hikâyeyi bitireyim.”
“Söyle ihtiyar, kulağım sende.”
“Davut’u bulamadım, karımın da suçunu bağışlayamadım. Biri kaçıp, öbürü de ölüp elimden kurtuldu. Gelgelelim ki bu kız, canlı bir tükürük gibi elimde ve önümde kaldı. Onu atamazdım, suçsuz bir zavallıydı. Sevemezdim, çünkü benimle hiçbir alakası yoktu. Üstelik alıklığımı, yıllarca aldatılmış bir koca olduğumu haykıran bir mahluk demekti. Ona baktıkça Prens Davut’un namusuma fırlattığı tükürüğü köpürmüş gibi görüyorum, çıldırıyorum. Öyle iken on yıldır kendisini besledim, o da beni şu ihtiyar günlerimde kırmadı, incitmedi, candan bakıp korudu. Şimdi ben ölmek üzereyim. Davut’un kızını korumak size düşüyor. Mademki kandaşsınız, onu alıp götürmelisiniz. Davut’u bulup da kafasını kestiğiniz vakit kulağına benim de öcümü aldığınızı lütfen söylerseniz, ruhumu sevindirmiş olursunuz.”
“Sen bizim Davut’u aradığımızı nereden biliyorsun?”
“Üç dört ay önce bana bir mektup yollamıştı, aramızda bir şey olmamış gibi davranıyordu, Macar kralı ile uyuştuğunu ve onun yardımıyla Türkiye’ye gireceğini yazıyordu. Böyle bir fikrin veya kararın gizli kalması mümkün değildir. Türklerin kulağı ise pek deliktir. Onun için kendi kendime düşündüm. Davut’un ordular başına geçerek Türkiye’ye doğru yola çıkmasından önce Türklerin harekete geçip onu yakalayacaklarını umdum. Bu gece çanlar ötüp de Türkler geliyor gürültüsü sokaklara dökülünce hesabımda yanılmadığım meydana çıktı. Ben sizin beni bile aradığınıza inanıyorum. Bunu şu kıza söylemiştim ve saatlerden beri sizi bekliyordum.”
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/m-turhan-tan/akindan-akina-bir-kazikli-voyvoda-iii-vlad-tepes-drakula-roma-69428959/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
notes
1
Karış vermek: Beddua etmek. (e.n.)
2
Hulus çakmak: Dalkavukluk etmek, yaranmaya çalışmak. (e.n.)
3
Kazıklı Voyvoda’nın buraya kafadar yazdığımız vahşi cinayetleri Angel’in Eflak tarihinde ve Bonifiniyüs’ün eserinde birer birer ve uzun uzun yazılı olup Hammer, her iki tarihten yaptığı iktibasların yerlerini göstermektedir. Bizim Neşri, İdrisi ve Ali tarihlerinde de bu cinayetler hakkında hayli yazı vardır. Biz, en küçük bir katış yapmadık, Hammer’in bilhassa Angel’den aldığı malumatı roman üslubuyla tefrikamıza geçirdik. (y.n.)
4
Kazıklı Voyvoda’nın kardeşi Radol’e Fatih’in gönül verdiğini söyleyen ve yazan Bizanslı iki tarihçidir. Kalkondilas’la Dukas’tır. Onların ortaya attıkları bu masal, gerçek bir hadise imiş gibi birçok Frenk tarihlerine geçmiştir. Kalkondilas, iftirasını sağlamlaştırmak için sahneler de uyduruyor. Onun anlatışına göre Fatih Sultan Mehmet, Radol’ün güzelliğine karşı çirkin bir heyecan duyarak delikanlıyı sıkıştırmak isteyince ilkin büyük bir mukavemet görmüş ve bu mukavemet Radol’ün kılıçla kendini korumaya kalkışması derecesinde sert olmuştur. Radol, gene Bizans tarihçilerinin dediğine bakılırsa namusunu ilk günlerde koruyabildiği hâlde sonra Eflak prensi olmak hırsıyla, Fatih’in dediğini yerine getirmiştir.
Bu, bir masal olmakla beraber Fatih Sultan Mehmet’in güzel erkeklere karşı çirkin sevgiler beslediği de doğrudur. (y.n.)
5
Jan Hunyad bir iki Osmanlı ordusunu bozduğu için bütün Avrupa’da “kilise kahramanı” diye alkışlanmıştı. Oğlu Matyas da o hatıralar yüzünden Macar kralı yapılmıştı. Hâlbuki bu temeli çürük propaganda kahramanı, bir piçti. Macar krallarından Sigizmond’un 1392’de Türklerin önünden kaçarken Elizabet Morsine adlı bir kızı gebe etmesinden doğmuştur. (y.n.)
6
Bu beş yüz delikanlı hikâyesi de Bizans tarihçisi Kalkondilas’la Dukas’ın kalemlerinden çıkmıştır. (e.n.)
7
Süel: Askerî. (e.n.)
8
Tatar: Posta sürücüsü. (e.n.)
9
Kavsikuzah: Gökkuşağı. (e.n.)
10
Küngürlemek: Uyuklamak, uyuklarken düşecek gibi olmak. (e.n.)
11
Tehalük: Can atma, çok isteme. (e.n.)
12
Dilmaçlık: Çevirmenlik. (e.n.)
13
Boş böğür: Böğürün eğe ve kalça kemikleri arasındaki boş kısmı. (e.n.)
14
Sin: Mezar. (e.n.)
15
“Yaksiç, Mustafa’yı, şişe sokulan kardeşini yavaş yavaş yanar bir ateş üzerinde bizzat kızartmaya mecbur etmişti.” (Hammer, Yirminci Kitap)
16
Hammer, On Dördüncü Kitap: “Vlad’ı itaat ettirmek için İkinci Murat’ın şaraptarı iken donanma kaptanı, Mora valisi ve en son Vidin valisi olan Çakırcı Paşa ile önce Katabolinos ve şimdi Yunus Bey denilen Rum’dan dönme kâtip gönderildi. Bunlar voyvodayı düzenle yakalamak istediler. O da bunu sezdi, paşa ile adamlarını yakaladı, ellerini ayaklarını kesti, hepsini kazığa vurdu. Fakat paşaya şerefli bir yer verdi, yani onu öbürlerinden daha yüksek bir kazığa vurdurdu.” (y.n.)
17
Kazıklı Voyvoda’nın babası da Vlad adlıdır. O, 1432 yıllarına doğru Türklerin uç beyleri gibi bir şey olan Karpat Mağravları yanında mahpustu. Macar kralının emriyle serbest bırakılıp Eflak’a gönderildi, prensliği ele aldı. Lakin Macarların himayesi altında kalması Osmanlılar’ın işine gelmiyordu. Bundan da kendisi için tehlike vardı. O sebeple kalktı Edirne’ye geldi, İkinci Murat’ın himayesine sığındı. Türkler onu bir müddet Gelibolu’da hapsettiler, sonra Bükreş’e yolladılar. Fakat oğulları Vlad’la Radol’ü, beş on da boyarı rehin olarak alıkoydular ve bunları Kütahya’ya gönderip Eğrigöz köyünde oturttular. Çakırcı Hamza işte o günleri hatırlatıyor. Vlad’la Radol’ün o sırada pek küçük oldukları anlaşılıyor. (y.n.)
18
Prens Davut’tan yalnız tarihçi Yorga bahseder. Onun yazdığına göre Murat adlı bir Osmanlı şehzadesi uzun yıllardan beri Macar Kralı Sigizmond’un yanında bulunuyordu, ihtiyarladı, gözleri kör oldu ve Davut adlı bir vâris bırakarak öldü. Osmanlı ve Frenk tarihlerinde böyle bir rivayet yoktur. Fakat Yorga, Davut’un birçok maceralarını yazmakta olup o, bizim romanımızda da rol oynamıştır. (y.n.)
19
Bu sözler, Sofya’nın Türkler tarafından alınması vakıasıyla ilgilidir. O vakıa da gerçekten bize kıvanç ve Sofya’nın o devirlerdeki sahiplerine utanç verecek ayardadır. Bir Frenk tarihi o hadiseyi şöyle yazıyor: Sofya’yı İnce Balaban Bey sıkıştırıyordu. Güzel düşünülmüş bir plan şehrin kapılarını Türklere açtırdı. Uzunca Sevindik adlı ve eşsiz denilecek kadar güzel bir genç Sofya’ya girdi, Hristiyan olmuş göründü, kendisini Sofya kumandanının yanına doğancı olarak kabul ettirdi. Bir gün balıkçın avında iken kumandanı şehirden dışarı çıkardı ve bir yolunu bulup attan aşağı aldı, bağladı, Türk ordusuna götürüp Balaban Bey’e teslim etti. Bulgar kumandanının böyle yakalandığını görünce korktular. Sofya’nın anahtarını Türklere verdiler (1382). İşte bizim Küçük Mustafa’nın Alp Sevindik dediği bu yiğit Türk’tür ki Sofya’yı tek başına almak gibi inanılmaz bir işi başarmıştır. (y.n.)
20
Osmanlı ve Selçuk tarihlerinde, hatta daha eski Türk devletlerinin tarihinde sık sık görülen uç kelimesi, sınır boyu demektir. Uç halkı sınırlarda oturan ahali demektir. Uç beyi de hudut muhafızı ve kumandanıdır. (y.n.)
21
Küçük Mustafa, Yıldırım Beyazıt’ın büyük oğlu olup Edirne’de saltanat sürmüş ve kardeşi Musa Çelebi tarafından ölüme sürüklenmiş olan Emir Süleyman’ın oğlu Orhan’ı hatırlatıyor. Bu prens, babasının ölümünden İstanbul’un alındığı yıla kadar, yani 1411’den 1453’e kadar Bizans sarayında kaldı. İstanbul’un muhasarası sırasında Bizanslılarla beraber Türklere karşı harp etti, belki birkaç da Türk öldürdü. Fakat Türkler şehre girince başına neler geleceğini anladı, kale duvarından hendeğe atlayarak kendi kendini öldürdü. (y.n.)
22
Hendesi: Geometrik. (e.n.)
23
Bu esirin hikâyesi Angel’in Eflak tarihinde, Kalkondil’de yazılıdır. Hammer, esirin bizzat hünkâr tarafından sorguya çekildiğini yazmış olan Angel’in bu yanlışını düzeltmeyi unutmamıştır ve yanlışın nereden ileri geldiğini de anlatmıştır. O düzeltmeye göre Eflak tarihçisi, Kalkondil’in Machumetes diye yazageldiği Mahmut adını Mehmet’le karıştırmıştır. Hâlbuki aynı şekilde yazılan Mehmet’in padişah olduğu anlaşılmak -ve Mahmut’tan ayırt edilmek için Kalkondil daima rex (hükümdar) kelimesini kullanmıştır. Esir ile konuşan adamın adı üstünde bu kelime yoktur ve o hâlde sorguyu yapan Mehmet değil, Mahmut’tur.
Kalkondil, Mahmut Paşa’nın, Eflaklı esiri bir türlü söyletememesi üzerine tehdide kalkışmakla beraber “Bu adam bir ordu başında bulunsaydı büyük bir şan kazanırdı.” diye herifi takdir etmekten de geri kalmadığını yazmaktadır. (y.n.)
“Türk süvarileri, karşısında dövüşecek düşman bulamadıklarından, Eflak topraklarında gelişigüzel dolaşıyorlardı. Drakül, Moldaviye sınırı üzerinde ilkin sığındığı yeri bırakarak Macaristan’a geçmişti. Kendisi Matyas Korven’den yardım istemiş ve ümitle oraya gitmiş olduğu hâlde Macar kralı, onu zindana konulmak üzere Bulgarlara yolladı. Sultan Mehmet, iki kardeş muharebesi demek olan bu seferden yorularak gözdesi Radol’ü Eflak tahtına oturtmak emriyle akıncı kumandanı Ali Bey’i bırakıp kendisi İstanbul’a döndü.” (y.n.)
24
Vlad, sanki büyülenmiş gibi ortadan kaybolduğundan Sultan Mehmet, Drakül’ün payitahtı üzerine yürüyerek Eflak içinde ilerledi. Bu şehirden biraz ileride bir nehrin suladığı ovanın başında kazıklardan bir orman dikilmiş olduğunu görünce tiksinmekten kendini alıkoyamadı. Yarım fersah uzunluğunda bir mesafe içinde -birtakımı kazığa vurulmuş, birtakımı çarmıha gerilmiş- yirmi bin insan görünüyordu. Bunların ortasında ve diğer kazıklardan daha uzun bir kazık üzerinde -ipek ve erguvan elbisesiyle- Hamza Paşa’nın cesedi hâlâ seçiliyordu. Ciğerleri açık annelerinin yanında çocuklar görülüyordu ki, kuşlar bağırsaklarının üzerine yuva kurmuşlardı.
25
Cife: İğrenç. (e.n.)
26
Cemile: Gönül alıcı davranış. (e.n.)
27
“İki kol akıncı Laybah ve Rodofsvert üzerine yürüdü. Üçüncü kol Kölpa Nehri kıyısında yer aldı. Kollardan biri sekiz bin, bütün Karniola’yı vuran ikinci kol ise İg kasabasıyla Sitiç Manastırı’nı yakarak yirmi bin esir aldı, Laybah önünde göründü.” (Hammer, On Altıncı Kitap) (y.n.)
28
Uğrulamak: Hırsızlıkla ele geçirmek, çalmak, sirkat etmek. (e.n.)
29
“Türkleri, Frankipan kontlarıyla daima muharebede bulunan Kropa kontları çağırmıştı. Bunun üzerine akıncılar, Hırvatistan’ı geçerek Karniola’ya girdiler, Laybah’a geldiler.” (y.n.)
30
Belinlemek: Birden uyanarak çevresine korku ile şaşkın şaşkın bakmak, irkilmek. (e.n.)