Kara Bela

Kara Bela
Namık Kemal
Namık Kemal’in Magosa Kalesi’nde sürgündeyken yazdığı ve bazı tenkitçiler tarafından eleştirilen bu eseri, ne “Celâleddin Harzemşah” kadar ağır ne de “Vatan yahut Silistre” kadar sade bir dille yazılmıştır. Karakterlerin sevgilerini ve nefretlerini ifade ederken aşırıya kaçtığının görüldüğü bu eserde saray hayatının içyüzü, kötü karakterli kişilerin ne türlü melanetlere yol açabileceği gösterilmek istenmiştir. HÜSREV: (yalnız) “İnsan bu kadar talihli olur da bu kadar da ikbalinden korkar mı? Bir huri beni yanına çağırmış, Azrail kucağına düşecek kadar korkuyorum. Arap’ın hakkı var; bu kadar bin düşmanın okundan, yayından korkmadım da bir meleğin kaşından, kirpiğinden mi ihtiraz edeceğim? Ne olmak ihtimali var…”

Namık Kemal
Kara Bela

ŞAHISLAR
ŞAH: Hindistan padişahlarından
NURCİHAN: Şahın hemşiresi
BEHREVER BANU: Şahın kerimesi
MİHRİDİL: Behrever Sultan’ın dayesi
MİRZA HÜSREV: Vezirzade ve serdar
AHŞİD: Behrever’in hizmetinde memur zenci lala

BİRİNCİ FASIL

Perde açılınca Hint ağaç ve çiçekleriyle müzeyyen bahçe görünür. Bahçenin bir tarafında şemsiye altında Behrever ile Mihridil otururlar. Öbür tarafında Hüsrev Mirza bir ağaç altında uyur görünür. İki tarafa nezaret edebilecek bir köşede birkaç hadım ağası ile nazır-ı harem-i emir Ahşit müşahade olunur.

BİRİNCİ MECLİS
Behrever, Mihridil
MİHRİDİL: “Efendimi pek mahzun görüyorum, deminden beri niçin elinizi yüzünüze örter de kederli kederli düşünürsünüz? O parlak cemalinizi bahar bulutuna tutulmuş güneş gibi hem ağlayıcı hem de ağlatıcı bir hâlde gördükçe yüreğim paralanıyor!..”
BEHREVER: “Dayeciğim, bir şeyim yok… Ah!”
MİHRİDİL: “Hiçbir şeyiniz yok da yalnız gönlünüzde bu ahlar mı var? Sultanım gibi bir padişah kerimesinin, bir millet nur-ı didesinin hiçbir kederi yok iken durup durup da birkaç defada bir kere içini çektiğine ne mana vereyim?”
BEHREVER: “Dayeciğim! Başım ağrıyor…” (kendi kendine) “İçim sıkılıyor… Ya Rabbi ne müşkül iş, söylesem bir bela… Söylemesem başka bir eziyet…”
MİHRİDİL: (mütecahilane) “Şimdi çıldıracağım, Allah aşkına derdiniz nedir?”
BEHREVER: (hiddet-ü infial ile) “Daye, sen zaten çıldırmışsın! İşte hiçbir şeyim yok, biraz başım ağrıyor dedim ya! Arada bir lakırtı mı çıkaracaksın? Bugün güya eğlenmeye geldim. İçime zehir ettin!..” (gitgide sesi titreyerek) “Hiçbir bela âleminde eğlence mi olur!..” (hafif hafif ağlayarak) “Hiç sizin elinize düşen adam, yüzünde şebnem kadar gözyaşı bulunmayınca bir gülün müddet-i hayatı kadar olsun gülmeye, açılmaya kudret mi bulur?”
MİHRİDİL: “Ben sizin neyi merak ettiğinizi anladım. Fakat benden niçin sakladığınızı anlayamıyorum.”
BEHREVER: (hiddetini istihza ile setre çalışarak) “Ne anladınız bakalım? Hiç olmadık bir şey anlamak da galiba yeni çıkma bir keramet olacak! Vallahi tuhaf şey!” (kendince istihzasını teşdit ederek) “Dayeciğim dur sana söyleyeyim: Ama hatırın kalmaz a benim acayip bir derdim var lakin bilmem nedendir İbn-i Sina bile kitabına yazmamış! Sen hekim olur da şunu bir keşfedebilirsen artık padişah babama söylerim, seni bakalım vezir mi eder? Ne yapar? Orasını kendisi bilir.”
MİHRİDİL: (kendisini toplayarak) “Ben hırsız atı arkasında, esirci kırbacı altında ezile ezile büyümüş bir biçare halayık iken; Cenabıhak sizin vücudunuzla mesrur ettiği zaman, bir padişahın göz bebeğini kucağında büyütmek devletine nail olduğum için şimdi sayenizde esirler kullanıyorum; hanzadeler kadar itibar görüyorum; bir cariye parçası iken sultan yanında oturuyorum, padişah iltifatına nail oluyorum!..”
BEHREVER: (lakırtısını keserek) “Daye sus! Beni durup dururken uzun uzadı lakırtılarınla sen mi hasta edeceksin?”
MİHRİDİL: “Değil efendim! Lakırtımın nereye varacağını bildiniz de onun için canınız sıkılıyor. Lakin ne yapayım! Ben o kadar nimetin, o kadar devletin mukabilinde size hıyanet mi edeyim? Sizi bu hâllerde görüp de susayım mı? Padişah hizmetindeyim, hayatım pederinizin dudaklarında duruyor! Bir nefes alsa bir lakırtı söylese mahvolur gider!”
BEHREVER: (gittikçe sükûnet ve istihzasını tezyit ile kahkahalardan sonra) “A!.. Dayem çıldırdı! Biçare kadın! Aman şurada yatan adam belki hekimdir. Hazır yanımızda… Çabuk yetişmiş olur.”
MİHRİDİL: (kemal-i cidd ü ehemmiyetle) “Sultancığım… Sultancığım! İşte senin gönlünü o hekim zannettiğin delikanlı zehirliyor işte…”
BEHREVER: (lakırtısını keserek) “Daye!.. Ne söylüyorsun, sen gerçekten mi çıldırdın?”
MİHRİDİL: (hiç lakırtısını dinlemeyerek) “İşte başımıza gelen belaların, gelecek kazaların hepsine sebep odur! Her gün sabahtan akşama kadar çıldırmış gibi köşkünüzün altında dolaşıyor. Siz de sabahtan akşama kadar yapışmış gibi pencere önünde oturuyorsunuz!.. Nereye gitsek ya o da mevut bulunuyor ya siz de birkaç dakikanın içinde kaçıyorsunuz.”
BEHREVER: (hayretle) “İftiracıya bak! Hiç tesadüfü düşünür mü?”
MİHRİDİL: “Böyle her gün görünen bir tesadüfü düşünmek değil, tesadüf bahanesini sizin düşünüp de bulduğunuza bile taaccüp ederim… Sultancığım! Ben senin gerçekten bir sadık cariyenim, dünyada ne gördümse senin yüzünden gördüm, dünyada senden başka sevecek bir şeyim yok! Sözümü cankulağıyla dinle: Sizin gibi büyüklere heves yakışmaz… Padişah pederin sana münasip kim ise onu bulur. Kim bilir senin nikâhında kaç türlü faide düşünmüştür.”
BEHREVER: (nihayet derecede telaş ile) “Daye sus! Vallahi başkasına varmam!”
MİHRİDİL: “Gördünüz mü? Ben size seviyorsunuz demedim mi?”
BEHREVER: “İşte seviyorum, babamdan da canımdan da ziyade seviyorum… Gönlümün bir dolgunluk zamanına rast getirdin, sırrımı ağzımdan kaptın! Ne kazandın bakayım?”
MİHRİDİL: “Cariyeniz bir şey kazanmadım. Fakat sultanım pek çok şey kazandınız. Hakikat-i hâli söyleyeceğim; hem her gün söyleyeceğim hem her saat söyleyeceğim! Zannederim ki siz de daima dinleyeceksiniz de matlubunuzun hasıl olması pek kolay bir şey olmadığını anlayacaksınız; o hevesten vazgeçmeye çalışacaksınız.”
BEHREVER: (titreyerek) “Daye istemem, bana öyle lakırtılar söyleme! Yüreğin taştan mıdır, nedir? Hem sırrımı biliyor hem hâlimi görüyor da yine bak neler söylüyorsun…”
MİHRİDİL: “Eğer bu sözlerime müsaade buyurmaz iseniz padişah pederiniz…”
BEHREVER: (bayılmak derecesinde… gayet hazin fakat sert bir sesle) “Sus, şom ağızlı! Bak mezar taşı gibi başımın ucuna dikildi; beni ölü kıyafetine getirdi!”
(Behrever bayılır, Mihridil pek ziyade telaş ile alnına, yüzüne, gözüne su serpmeye başlar.)
BEHREVER: (baygın bir hâlde) “Hüsrev, Hüsrev! Allah seni bana nasip etmeyecek mi?”
MİHRİDİL: “Baygınlığı da uykusuna benziyor! Yine dilinde Hüsrev’den başka bir söz yok! Ben de gerçekten ne taş yürekliymişim, bu kadar sevdiğini kim bilirdi? Zavallı kızcağız bu kadar devletler, saltanatlar arasında iken çektiği gönül azaplarına bak!.. Şimdi ben ne yapayım? Aman Allah göstermesin, onu cenaze, kendimi gerçekten başı ucunda mezar taşı zannediyorum.” (bağırarak) “Lala!”

İKİNCİ MECLİS
Behrever, Mihridil, Ahşid
AHŞİD: (şemsiyenin yanına gelerek) “Ne var daye?”
MİHRİDİL: “Ne olacak? Hâlini görmüyor musun? Bir kere baksana, ölüden hiç farkı kalmış mı?”
AHŞİD: (birdenbire telaş ile) “Daye ne oldu? Buna ne yaptın? Şimdi söyleyeceksin!.. Şimdi! Yoksa cehennem zebanilerinin elinden kurtulabilirsin, yine benim elimden kurtulamazsın! İnsan velinimetine böyle mi hizmet eder? Seni saçından sürükleye sürükleye padişahın huzuruna götüreceğim de öyle geberteceğim! Şimdi sebebini söyle diyorum…”
MİHRİDİL: “Lala! Ben sebebini nereden bileyim? Hekim değilim ya! Keyifsizlendi… Ne yapayım? Benim ne kabahatim var?”
AHŞİD: “Şu meluna bak! Lakırtıları ağzından parça parça dökülüyor. Ciğeri parçalanasıca! Beni aldatacak. Bir kadının yalanına kapılacağım öyle mi? Buna bir şey oldu diyorum, sebebini soruyorum, lakırtı anlamıyor musun? Yoksa eceline mi âşık oldun?” (birdenbire tezyid-i hiddet ile belindeki hançeri çekip Mihridil’in göğsüne dayayarak) “Ah kâfir! Mutlak sen bunu zehirledin!”
MİHRİDİL: (kendini zorla Arap’ın elinden kurtararak) “Zehirledim mi? Ağzın kapansın! Zebani suratlı fellah! Onun bir gün rahat yaşaması için ben bir yıllık ömrümü veririm… Bilmez misin? Senin gönlün de meğer suratın gibi kara imiş, ben ne yapayım?.. Çocuğun kalbine de dayelik edemem ya? İşte karşıda oturanları gördü; meraklandı!..”
AHŞİD: “Ne demek?”
MİHRİDİL: “Kahrol! İşte onu dedim!..”
AHŞİD: “Bir daha söyle bakayım!”
MİHRİDİL: “İşte kahrol! Ne yapacaksın?”
AHŞİD: “İbtidaki söylediğini bir daha söyle! ‘Karşıdakilerini gördü de meraklandı.’ mı dedin, söyle diyorum! Yoksa şimdi kahrolursun!”
MİHRİDİL: “Beynin kurusun! Karşıdakilerini gördü de meraklandı! Daha anlamadın mı? Hele bak! Hala hançeri de elinde tutuyor! İnsan değil ya… Canlı ölüm!.. Ayaklı mezar!..”
AHŞİD: (Hançeri beline geçirir.) “Hezeyan elverir!.. Şemsiyenin etrafını kapa da çocuğu ayıltmaya bak… Ben gelir yetişirim!..

ÜÇÜNCÜ MECLİS
Behrever, Mihridil (şemsiye içinde) Ahşid, Hüsrev (meydanda)
AHŞİD: (Mütehakkimane bir tarz ile Hüsrev’in uyuduğu ağacın altına gider; Hüsrev Mirza’yı uyandırır.) “Ölüm uykusuna mı yattın?”
HÜSREV: (uyku sersemliği ile) “Sen nereden peyda oldun? Herkesin uykusuna, oturuşuna karışmak için elinde fermanın mı var?”
AHŞİD: “Ölüm uykusuna mı yattın? Yoksa ölüm uykusuna yatmak mı istiyorsun? Karşıdaki çadırda biri bayıldı; kimdir bilir misin? Babanı adi bir adam iken vezir eden efendimizin ciğerpare kerimesi… Bayılmasına sebep kimdir? Bilirsin, hem kendi nefsini bilir gibi bilirsin. Şu sadık bendeye, şu vezirzadeye bak! Dünyada önüne çıkacak; gezdiği yerlerde uyuyacak kimse bulamadın öyle mi?”
HÜSREV: “Lala ben sizden bir vakit böyle bir tekdir işiteceğimi ummazdım. Acaba bizim taraftan hakk-ı alinize riayette bir kusur mu oldu? Yahut bu muamelenize başka bir sebep mi var? Pekâlâ bilirsiniz ki haddini bilir, terbiye görmüş bir adam; velinimetzadesinin gezdiği yerlerde uyumaya cesaret etmez, uyur bir adam görmek de kimsenin bayılmasını mucip olmaz.”
AHŞİD: (kendi kendine) Dünyada benim için kaçırılmayacak bir fırsat var ise budur.” (Hüsrev’e hitaben) “Mirza Hazretleri! Ben bir Arap makulesiyim. Fakat hareketimin, sözlerimin münasebetsizliğini anlayamayacak kadar sersem değilim. Şurasını da inkâr edemezsiniz ki biraz zamandan beri namınız Sultan Efendimiz’in ismiyle pek çok lisanda pek çok hikâyede, pek çok mahalde birleşmeye başladı. Vakıa o, bir padişahzade ise siz de bir vezirzadesiniz. Allah nasip ettikten sonra sizden daha münasibine gidecek değil ya!”
HÜSREV: (telaşlı telaşlı) “Estağfurullah! Ben ne makule adamım ki…”
AHŞİD: (lakırtısını keserek) “Estağfurullaha hacet yok, kadr-i alinizi herkes bilir. Fakat böyle işlerin vücuda gelmesi padişahların inayetine bakar. Lakırtı kadın ağzına, düşman lisanına düşer ise fena fena neticeler verir. Sarayın terbiyesi, büyüklüğün hâli malum! Pederinize, kendinize, hususuyla Sultan Efendimiz’e acıyınız. Kiminizin ekmeğini yedim, kiminizin iltifatını gördüm, sonra görüşürüz, münasip bir fırsat zuhur ederse elden gelen hizmette kusur etmeyiz.”
HÜSREV: “Lala! Lütfediniz, müsaade buyurunuz da ben gideyim.”
AHŞİD: “Niçin efendim, taciz mi ettik?”
HÜSREV: “Hayır, bir taraftan vakanın bir taraftan da sözlerinizin tesiri ile gönlüm o kadar doldu ki ya ağlayacağım ya bayılacağım yahut terbiyeye muhalif bir hareket edeceğim.”
AHŞİD: (gülümseyerek) “Teşrif buyurunuz efendim. Zararı yok. Gençlik âleminde insanın başına her hâl gelir, her hâlin bir çaresi bulunur…”
(Hüsrev Mirza hayran hayran Ahşid’in yüzüne bakarak veda eder, çıkar.)

DÖRDÜNCÜ MECLİS
Behrever, Mihridil (çadırda) Ahşid (meydanda)
AHŞİD: (kendi kendine) “Ey şimdi fena mı etmişim de eski efendimin yanında kazandığım paraları esircilere yedirmişim… On sene esirliğin bin türlü meşakkatini yüz bin türlü azabını çekip de beladan kurtulduktan sonra azat kâğıdımı yırtmışım, şu saraya yalandan hadım ağalığı ile satılmışım! Ben o parayı sarf etmeseydim hadım ağalık namını nasıl kazanırdım? Ben tekrar ihtiyar-ı esaret etmeseydim bu mülkün hizmetinde nasıl bulunurdum? Gönül insana neler yaptırıyor! Evvelleri harem çocuklarına aldanmaktan kurtulmayan bir Arap şimdi muhabbet kuvveti ile bir saray halkını aldatmaya muktedir oluyor!.. Malik olacağım!.. Elbette malik olacağım!.. O benim servetimin, hürriyetimin bedelidir. Şu nazenin Mirza’ya bak! Bizi kendinin aşkına, muhabbetine vasıta etmek istiyor. Gece herkesin vasıta-i sefahatı değil midir ya? Ya biz geceye benzemez miyiz? Biçare ne bilsin ki ben güneşimi bir kere koynuma aldıktan sonra bir daha kimseye gösterir gecelerden değilim. Of bu renk… Bu renk! Ya Rabbi, niçin gönlümü böyle ateş, vücudumu böyle kömür gibi yarattın! Malik olacağım; elbette olacağım… Lakin beni sevmeyecek!.. Gönlü benim olmadıktan sonra kendi benim olmuş neme lazım!..” (birdenbire tehevvür ile tavrını değiştirerek) “Gönlü benim olmazsa varsın olmasın! Gönül nedir? Benim rengimde, belki benden çirkin bir et parçası değil mi? Bana o nurdan yapılmış vücut lazım; bana o gül renginde dökülmüş yanaklar lazım!.. Sevmeyecekse ne olur? Ben onu seviyorum elvermez mi? Hakaret edecekse haysiyetime mi dokunur? Hangi haysiyet? Babamın katır boncuklarıyla aldığı haysiyete mi kibir edeceğim? İlmime mi, dirayetime mi, necabetime mi, kıyafetime mi? Bende bunların hiçbiri yok. Lakin yine malik olacağım, ne suretle olur ise olsun yine malik olacağım!..” (acı acı gülerek) “Irzına acımıyorum da canına mı acıyacağım? O bir kere benim olsun, vuslat yatağına nasıl kucağımda götürür isem rahat döşeğine de öyle kucağımda götürürüm.” (biraz teemmülden sonra) “Kara kara hülyalar… Hain tasavvurlar… Ne yapayım? O da beni seveydi!..” (yine biraz teemmülden sonra) “Maksadımızı aramaya ne de acayip yoldan başladık… Rakibimize vasıtalık etmeli… Mâni değil. Vasıta kim imiş maksat kime yüz gösterecek imiş, oraları zamanında malum olur.”
(Ahşid bu lakırtıları söylediği sırada sultanın şemsiyesi açılır.)

BEŞİNCİ MECLİS
Evvelkiler (fakat şemsiye açık)
BEHREVER: “Daye bana ne oldu?”
MİHRİDİL: “Bir şeyiniz yok efendim, biraz uyumuştunuz.”
BEHREVER: (Bahçenin her tarafına göz gezdirir.) “Öteki nerede?”
MİHRİDİL: “Bilmem lalanız gitti, bağırdı, çağırdı; kaçırdı. Az kaldı beni de öldürecek idi!..”
(Bu sırada Ahşid çadırın kapısına gelir.)
BEHREVER: (ifrat kin ve gazapla Ahşid’in yüzüne bakarak) “Hınzır Arap!..”
(Perde kapanır.)

İKİNCİ FASIL

Perde açılınca Hintkari bir müzeyyen saray odası görünür.

BİRİNCİ MECLİS
Behrever, Mihridil
BEHREVER: “Daye misin nesin? O kâfir fellah nerede? Hani o edepsizlik arkadaşın, hani o hainlik yoldaşın? O boğazına zincirler takılıp da yüzü üstüne sürüklene sürüklene zebaniler eline teslim olunacak cehennem kaçkını? O kara kütük? Ben onu inşallah ahirete bırakmam ya dünyada sürüm sürüm süründürürüm!.. Dünyada ateşli zincir yoksa kızgın taç var; zebani yoksa, zebani kıyafetiyle cellat var… Cehennem yoksa, zindan var… Mezar var! O, onların hepsini görecek; hepsinin hışmına, azabına uğrayacak! Anlasın ki dünyada hükmü geçen padişah pederimin “Herkes gezsin eğlensin, sefa sürsün, ömrüme, devletime dua etsin!” diye hazineleri sarf edip de yaptırdığı bahçeden adam kovmak nasıl olurmuş, elinde kimden emri var imiş? Bunları soracağım, hepsini hepsini soracağım da vereceği münasebetsiz cevaplara kahkahalarda güleceğim!..” (birdenbire tebdil-i tavır ile için için ağlayarak) “Güleceğim ama onu gülmekten ziyade ağlatacağım! Melun fellah? Kara taştan yapılmış put suratlı hınzır! O, beni zevkimden mahrum etti, ne tarafa baksam suratı gibi karanlık görüyorum! Beni rezil etti. Yalnız o değil ya sen de ondan kalır hainlerden değilsin! Ama kabahat yine bende. Hiç öyle âşıklar mesiresine senin gibi Ferhad-ü Şirin cadusuyla gidilir mi, hiç öyle cennet numunesine o fellah gibi kara zebani götürülür mü? Ben kendim götürdüm. Bir yıldan beri kalbimde, canımdan daha kıymetli cevher gibi sakladığım sırrımı ağzımdan kaptın. Ben tevekkeli şimdiye kadar kimseye derdimi açmaktan çekinmezdim. Mübarek başın boş mağara mıdır nedir? Ne olacak, zati beyni yok ki… İçine bir lakırtı düştü mü bir dakika sürmeden hemen etrafa akseder. Bak şu saray terbiyesi görmüş hanıma! Bilmem nereni beğendiler de seni bana daye ettiler? Ha… Galiba casussun da ne yaparsam ötekine berikine haber vermek için seni yanıma koymuşlar.”
MİHRİDİL: “Sultanım! Allah aşkına merhamet et! Ben size ömrümde hıyanet etmedim, ömrümde hıyaneti düşünmedim. Hiçbir vakit bir ufak zevkiniz için canımı feda etmekten çekinmem.”
BEHREVER: “Söyle bakayım… Ağla ağla… Gözleri çıkası! Bir de şimdi kalk da bu sitemin için ölürüm falan diyerek kendini pencereden aşağı atmaya çalış… Ben inanırım değil mi? Hâlâ gözünüzde beş altı yaşında çocuk gibi görünüyorum ya!” (gidip hışımla Mihridil’in iki elini tutarak) “Sen bana şunu söyle bakayım: Şirretlik, müzevirlik, ağlamak, sızlamak lazım değil. Ben kendi hâlimde oturuyor, kendi derdimi kendim düşünüyordum; âdeta derdimle eğleniyordum. Bahçeye gidelim, şöyle gülelim böyle eğlenelim diyerek beni getirdin. Orada şeytan gibi damarıma girdin, bin türlü hile ile beni boş bulundurdun, âdeta aldattın, âleme rezil ettin! Sırrımı o merkep kıyafetli Arap’a söyleyeceğine, deste deste kâğıtlara yazaydın da dünyaya dağıtaydın. Bu ettiğin hıyanetten muradın ne idi? Söyle bakalım! Nasıl da korkunç bakıyor… Hainliğin cezası cellat kıyafetine girmiş de gözünün önüne gelmiş gibi tiril tiril titriyor.” (Acı acı gülerek, Mihridil’in elini elinden silkip atar.) “Ne cevap verecek? Dili tutuldu. Hain melunlar! İkiniz de kahrolun; o Arap da sen de… Mademki işi bu dereceye götürdünüz! İşte seviyorum, işte seveceğim. İnadınıza, rağmınıza o muhabbetten el çekmeyeceğim. Ne yapacaksınız bakalım? Çadırda münasebetsizce söylene söylene beni bayılttın, şimdi de vırlanmaya başlar da mevtime sebep olabilir isen aferin sana!”
MİHRİDİL: “Efendim elverir. Siz beni öldürdünüz. Bahçede ne rezalet oldu, kim ne lakırtı söyledi ki tehevvür buyuruyorsunuz?”
BEHREVER: “Daha dün söylediği lakırtıyı inkâr edecek de beni aldatacak. Nasıl kimse bir şey işitmedi? Bağırdı, çağırdı, hem de kaçırdı diyen sen değil miydin? O bağırdığı çağırdığı vakit herkesin kulağı da senin aklın gibi yok mu olmuştu? O berikini kaçırdıysa herkesin gönlü de senin hıyanetin gibi taş mı kesilmişti?”
MİHRİDİL: “Anladım, anladım velinimetim! Hata etmişim. Budalalık, sersemlik etmişim. Vallahi Arap beni can korkusuna düşürdüğünden söyledim; sizin için birtakım sözler çıkar diye onun için söyledim. Dilim kuruya idi de söylemeyeydim. Söylemesem Arap beni öldürürdü. Keşke öldürse idi, kurtulur giderdim. Kurtulalı da şimdiye kadar yirmi dört saat olurdu. Şimdi her dakikada bir kere ölüyorum. Hakkın var efendiciğim, ben gerçekten budala imişim. Haysiyetinizi düşündüm de gönlünüzün hâli hiç hatırıma gelmedi.”
BEHREVER: “Sus canın çıksın! Yine durur durur da insanın gönlünden bahseder… Gel bari yerinen kopar, belki o vakit rahat edersin!”
MİHRİDİL: “Allah aşkına beni affediniz! Söyledim fakat gürültü çıkmadı. Ötekine… Yüzüme öyle gazaplı gazaplı bakmayınız; ötekine Arap’ın ne söylediğini bilmiyorum… Şayet gönlünü kırdı…”
BEHREVER: (kemal-i hiddetle lakırtısını keserek) “Şimdi o fellahı bana çağır, şimdi ben ona gösteririm!”
(Mihridil gider.)

İKİNCİ MECLİS
BEHREVER: (kendi kendine) “Şayet onun gönlünü kırdıysa… Bir Arap, vücudunun, hayatının bedelini esirci avcunda görmüş bir fellah, onun gönlünü kıracak! Benim dünyada onun gönlünden başka ele alacak bir muradım olmadığını düşünmeyecek. Benim hayatım, eğlencem, telezzüzüm, ikbalim, emelim, rahatım bir yere toplanı-verse de vücut bulmak lazım gelse tıpkı onun gönlü gibi olacağını bilemeyecek de yine onun gönlünü kıracak, öyle mi? Yine ben saltanatımda devletimde rahat rahat güleceğim, eğleneceğim; o mihnetiyle, belasıyla mahzun mahzun ağlayacak ha!” (acı acı gülerek) “Buna da sebep bu fellah! Hem şimdi o kara gönlünü yerinden çıkarmaya, o fıtrat-ı siyahını çamurlar içinde yuvarlamaya muktedir olduğum Arap! Allah Allah insan ne kadar büyük olur ise o kadar alçakların kahrı altında kalıyor!.. Geçmesin nasibinden… Ben ona gösteririm.”

ÜÇÜNCÜ MECLİS
Behrever, Mihridil, Ahşid
BEHREVER: (nihayet derecede hışımla) “Çingene suratlı Arap! Gelebildin öyle mi?”
AHŞİD: “Bir emriniz mi var efendim?”
BEHREVER: “Emrim var! Gebereceksin; ama benim emrimle olmaz! Yakın vakitte padişah babama söylerim, o emreder; sen emrine kail olsan da olmasan da gebertirler. Nankör hınzır, velinimet haini köpek!”
AHŞİD: (lakırtısını keserek) “Nasıl hıyanet efendim, acaba sadakat mi buyurmak istemiştiniz? Bu kadar zamandır hizmet-i hümayununuzda ne hıyanetimi gördünüz? Ne vakit bir fermanınıza muhalefet ettim? Ne söyledim, ne yaptım? İhsan buyurunuz, sadıkların düşmanı çok olur. Çünkü hiçbir hain bir sadığı çekemez. Dünyada hain ne kadar çok ise sadık o kadar azdır. Zannederim ki efendimize aleyhimde lakırtılar söylenilmiş.” (dayeye bakarak) “Söyleyenleri bilmek de güç bir şey değil!”
BEHREVER: “Arap! Ben sana devletten, ikbalden bahsetmiyorum; kendi hâlimi söylüyorum.”
AHŞİD: “Bizim devletimiz, ikbalimiz efendimizin hâlidir. Emir buyurun arkamdan lakırtı söyleyen her kim ise meydana çıksın, söylediklerini yüzüme karşı söylesin. O zaman hıyanet, sadakat belli olur.”
BEHREVER: “Dün bahçede beraber değil miydik? Sen gürültüler çıkarmadın mı, benim için ötekini berikini taciz etmedin mi? Söyle bakayım!”

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/namik-kemal-32646160/kara-bela-69428815/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
Kara Bela Namık Kemal

Namık Kemal

Тип: электронная книга

Жанр: Кинематограф, театр

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Namık Kemal’in Magosa Kalesi’nde sürgündeyken yazdığı ve bazı tenkitçiler tarafından eleştirilen bu eseri, ne “Celâleddin Harzemşah” kadar ağır ne de “Vatan yahut Silistre” kadar sade bir dille yazılmıştır. Karakterlerin sevgilerini ve nefretlerini ifade ederken aşırıya kaçtığının görüldüğü bu eserde saray hayatının içyüzü, kötü karakterli kişilerin ne türlü melanetlere yol açabileceği gösterilmek istenmiştir. HÜSREV: (yalnız) “İnsan bu kadar talihli olur da bu kadar da ikbalinden korkar mı? Bir huri beni yanına çağırmış, Azrail kucağına düşecek kadar korkuyorum. Arap’ın hakkı var; bu kadar bin düşmanın okundan, yayından korkmadım da bir meleğin kaşından, kirpiğinden mi ihtiraz edeceğim? Ne olmak ihtimali var…”

  • Добавить отзыв