Evrak-ı Perişan

Evrak-ı Perişan
Namık Kemal
Eserlerinde genellikle İslam’a, İslami şahsiyetlere, Osmanlı’ya karşı olumsuz fikirler öne süren Batılı yazarlara karşı, İslam’ı ve Osmanlı’yı müdafaa gayesi güden Namık Kemal’in tarihî konuda kaleme aldığı üçüncü eser olan “Evrak-ı Perişan”, üç kahramanın hayat hikâyesini anlatır: Selâhaddin-i Eyyubi, Fatih Sultan Mehmet, Yavuz Sultan Selim. Yazar, Selâhaddin-i Eyyubi’nin hayat hikâyesini, Michaud’nun, “Haçlılar Tarihi” adlı eserinin Türkçeye çevrileceğinin haberini aldığı zaman Fransız yazarın öne sürdüğü aslı olmayan iddialara karşı bu İslam kahramanını savunmak için yazdığını ifade eder. Fatih Sultan Mehmet ve Yavuz Sultan Selim’in hayat hikâyelerinin de aynı duygularla kaleme alındığı belli olmaktadır. Ayrıca yazar, eserin baş kısmına “İstila Devri” başlıklı bir risalesini eklemiştir.

Stefan Zweig
Meçhul Sevgili

Üç gün, istirahat için dağlarda dolaştıktan sonra Viyana’nın en çok eser yazan ve eserleri en çok okunan son moda romancısı R…, sabah treniyle Viyana’ya dönmüştü. İstasyonda bir gazete aldı; gözleri gazetenin tarihine gidince birdenbire doğumunun yıl dönümü olduğunu ve kırk bir yaşına girdiğini hatırladı. Bunu düşünmek onu ne memnun ne de meyus etmişti. Bunun üzerinde durmadan gazetenin sayfalarını çevirdi ve bir otomobile binerek evinin adresini şoföre söyledi.
Kapıyı açan hizmetçi, iki ziyaretçinin kendisini aradığını, bir kişinin de telefon ettiğini söyledi, üç gün zarfında gelen mektupları da efendisinin önüne koydu.
Romancı bu zarfları lakayt gözlerle süzdükten sonra kendisini alakadar eden birkaç tanesini yırttı, mektuplara göz gezdirdi; yabancı bir yazı taşıyan şişmanca bir zarfı ötekilerinden ayırarak bir tarafa koydu. Koltuğuna yaslandı, gazeteleri ve mecmuaları bir defa daha gözden geçirdi ve bütün bu ufak tefek şeyleri bitirdikten sonra bir sigara yaktı, şişman zarfı açtı.
Bu, telaşlı bir kadın elinin alelacele yazdığı, takriben 24 sayfalık bir mektuptu ve daha ziyade bir eser müsveddesine benzediği için meşhur romancı bu yazılarla beraber bir mektup olup olmadığını anlamak için bir defa daha zarfa baktı. Hayır, zarf bomboştu ve yazılar gibi o da ne gönderenin bir adresini ne de bir imza taşıyordu.
Kendi kendine “Acayip şey!” diyerek kâğıtları tekrar eline aldı. İlk sayfa şöyle başlıyordu:
“Beni hiçbir zaman tanımamış olan sana!..”
Hayretle durdu. Bu, kendisine ait bir söz müydü? Yoksa muhayyel bir şahsa hitaben mi yazılmıştı? Merakı uyandı ve okumaya başladı.
Çocuğum dün öldü; üç gün üç gece bu küçük ve sevgili yavruyu kurtarmak için ölümle cenkleştim; grip, ateşle yanan zavallı vücudunu hırpalarken ben kırk saat onun baş ucunda oturdum. Ateşle yanan alnını serinlettim; zayıf küçük ellerini gece gündüz ellerim arasında tuttum. Üçüncü akşam kuvvetim tükenmişti… Gözlerim, haberim olmadan, kendi kendine kapanmaktaydı. İşte böylece üç veyahut dört saat sandalye üzerinde uyuyakalmışım ve bu müddet içinde, ölüm, çocuğumu almış.
Şimdi o küçük sevgili vücut burada, dar çocuk karyolası içinde, öldüğü dakikadaki gibi duruyor; yalnız onun gözlerini kapadılar, koyu ve akıllı gözlerini… Ellerini beyaz gömleğinin üzerinde birleştirdiler ve yatağın dört köşesine dört mum yaktılar.
Ona bakmaya cesaret edemiyorum… Kıpırdamaya cesaret edemiyorum; çünkü ışık sallandıkça onun yüzünde, kapalı ağzında gölgeler oynaşıyor, o canlanacak sanıyorum… Onun ölmemiş olduğunu, hemen uyanacağını ve berrak sesiyle bana tatlı ve çocukça kelimelerle hitap edeceğini zannediyorum.
Fakat biliyorum… O ölmüştür. Ve tekrar ümide düşerek bir defa daha ümidimi kaybetmemek için ona artık bakmak istemiyorum. Biliyorum… Biliyorum, çocuğum dün öldü; şimdi artık dünyada senden başka kimsem yoktur; sen ki benim hakkımda bir şey bilmiyorsun ve bu saatte belki de oynuyor ve hiçbir şeyden şüphe etmeyerek belki de insanlarla ve eşyalarla eğleniyorsun. Senden başka kimsem yok… Sen ki beni hiçbir zaman tanımadın ve bense seni her zaman sevdim.
Çocuğumun baş ucunda iki, ayak ucunda da iki mum yanıyor. Ben beşinci bir mum daha aldım; sana yazmakta olduğum masanın üzerine koydum. Ta canımdan kopan bir sesle avaz avaz haykırmazsam ölmüş çocuğumun yanında yalnız kalamayacağımı anlıyorum. Bu korkunç saatte yanımda kimseler yok. İçimden taşan sözlerimi kime söyleyebilirim? Ancak vaktiyle ve hâlâ bugün benim için her şey olan senden başka kime hitap edebilirim? Bilmiyorum kâfi derecede vuzuhla[1 - Vuzuh: Açıklık. (e.n.)] meramımı anlatabiliyor muyum? Belki de beni anlamıyorsun. Kafam o kadar ağır ki şakaklarım çarpıyor ve uğulduyor; vücudumun her tarafı parça parça kırılarak ağrıyor.
Ateşim var sanıyorum; belki de bugün kapı kapı dolaşan ve her evi matemler içine gömen gribe yakalandım. Keşke öyle olsaydı; çünkü bu suretle, çocuğumla beraber giderim, kendim için cebir istimaline[2 - Cebir istamili: Zor kullanma. (e.n.)] mecbur kalmam.
Gözlerim önünden koyu bir tül geçiyor; belki de bu mektubu bile bitiremeyeceğim; fakat ey sevgilim, seninle, beni hiçbir zaman tanımayan seninle, bir defa, yalnız bir defa konuşmak için bütün kuvvetimi toplamak isterim.
Sana hitap etmek istiyorum, ilk defa olarak sana her şeyi söyleyeceğim; her zaman senin olan ve son nefesine kadar yine sana bağlı olacak olan hayatımı öğreneceksin, o hayatı ki şimdiye kadar ona ait hiçbir şeyi bilmedin. Fakat ancak ben öldüğüm zaman, bana cevap veremeyeceğin zaman, şimdi vücudumun her azasına aynı zamanda buz ve ateş akıtan şey beni bütün bütüne götürdüğü zaman, sırrımı öğreneceksin.
Eğer yaşarsam bu mektubu yırtacak, şimdiye kadar olduğu gibi bundan sonra da susmakta devam edeceğim.
Fakat bu mektup senin eline varırsa sana ömrünü, kendini anladığı ilk günden son anlayış saatine kadar senin ömrüne bağlayan kadının artık bir ölü olduğunu bil! Bu sözlerimden korkma: Bir ölü artık bir şey istemez: Ne aşk ne merhamet ne de teselli…
Senden istediğim biricik şey; sana iltica eden acımın ifşa edeceği bütün şeylere inanmandır. Sana söylediğim her şeye inan, senden yegâne dileğim budur; bir tanecik yavrusunun öldüğü bir saatte bir insan yalan söylemez.
Sana, hakikatte seni ilk tanıdığım gün başlayan hayatımı anlatacağım. Ondan evvelki günlerim karışık ve bulanıktır; bunlara hatıram hiçbir zaman dönmedi; o günler, müphem çerçeveler içerisindeki silik insan ve eşyayı toz ve örümceklerle örten bir kuyu gibidir.
Seni tanıdığım zaman on üç yaşındaydım ve bugün senin hâlâ oturmakta olduğun ve şimdi bu mektubu, benim son hayat nefesimi elinde tuttuğun evde, seninle aynı katta, senin apartmanın karşısında otururdum.
Sen tabii bizi, bir maliye memurunun zavallı dul karısı (Her zaman siyahlar giyerdi.) ile zayıf ve henüz biçime girmemiş olan çocuğunu hatırlamazsın: Biz o vakit, herkesten uzağa çekilmiş, kendi basit hayatımıza gömülmüş gibi yaşayan insanlardık.
Belki de sen ismimizi de hiçbir zaman bilmedin. Bizi kimse görmeye gelmez, kimse bizi sormaz, aramazdı.
Ne kadar uzak zamanlar! On beş, on altı sene evvel!
Tabii sen bunları artık hatırlamazsın sevgilim! Fakat ben, en alelade tafsilatı bile kıskanç bir hırsla hatırlıyorum. Hâlâ dün imiş gibi, senden ilk defa konuşulduğunu işittiğim gün ve saati, seni ilk defa nasıl gördüğümü biliyorum. Başka türlü olamaz ki zaten; mademki benim için dünya o vakit açıldı!
Müsaade et sevgilim, sana her şeyi, ta başlangıcından itibaren her şeyi anlatayım; seni bütün ömrümce sevmekle yorulmayan benden bir çeyrek saat bahsedildiğine tahammül et ve bundan yorulma! Bunu senden rica ediyorum.
Sen bizim eve gelmeden evvel senin oturduğun apartmanda fena, kavgacı ve şayanı nefret insanlar otururlardı. Fakir oldukları cihetle en çok nefret ettikleri kimseler her zaman kendilerini gören yerli komşuları, yani bizlerdik. Bize gelince; onların kabalıkları ve şerefsiz fakirlikleri ile müşterek hiçbir şeyimiz olduğunu istemezdik.
Adam bir sarhoştu, karısını döverdi; çok defa gece yarısı şiddetle yere atılan sandalye gürültüsü ve tabak çatırtısıyla uyanırdık. Hiç unutmam, bir defa vücudundan kan çıkıncıya kadar dövülen kadın, saçları karmakarışık bir hâlde merdivenlerden koşmuştu, sarhoş onun arkasından o kadar bağırmıştı ki komşular polis getireceklerini söyleyerek onu tehdit etmişlerdi.
Annem, onlarla her türlü irtibattan çekinmişti ve her fırsatta bana çatarak intikam almak isteyen çocuklarla konuşmaktan beni menetmişti.
Bu çocuklar bana sokakta rastladıkları vakit arkamdan kötü ve bayağı kelimelerle bağırırlardı. Bir gün iri kar toplarıyla beni o kadar hırpalamışlardı ki alnımdan kan akmıştı. Apartmanın bütün kiracıları onlardan çekinir ve iğrenirdi. Bu sebepten, bir gün başlarına fena bir vaka gelince (Zannederim ki herif bir hırsızlık yüzünden hapse atılmıştı.) apartmandan çıkmak mecburiyetinde kaldıkları vakit hepimiz büyük bir nefes almıştık.
Bir müddet “kiralık ev” levhası bina kapısında asılı kaldıktan sonra bir gün kaldırıldı ve kapıcıdan, bir romancının, yalnız ve sakin bir adamın, apartmanı kiraladığını haber aldık.
İşte o vakit ilk defa olarak senin isminin anıldığını duydum.
Birkaç gün sonra bu mülevves[3 - Mülevves: Kirli. Pis. (e.n.)] insanlar tarafından işgal edilmiş olan apartmanı oturulabilecek bir hâle sokmak için badanacılar, boyacılar vesaire geldi. Artık çekiç dövmeleri, alet edevat gürültüleri, temizlemek ve uvmak patırtılarından başka bir şey duyulmaz olmuştu; fakat annem bundan hiç rahatsız olmuyordu. Çünkü artık aile kavgalarının, hamdolsun, sona erdiğini söylüyordu.
Eşyaların göçü devam ettiği müddet seni görmedim; bütün işlere uşağın nezaret ediyordu. Her şeye yüksekten bakarak ortalığı durgun ve emin tarzda idare eden terbiyeli, ciddi, kurşuni saçlı, kısa boylu hizmetçin…
O hepimize hâkimdi. Evvela bizim mahallemizde yüksek tarz ve yüksek aile kokan bir uşağın mevcudiyeti büsbütün yeni bir şey olduğu, bundan maada[4 - Maada: Başka. (e.n.)] da her birimize karşı fevkalade terbiyelice hareket ettiği ve kapıcılarla teklifsiz olarak onlara arkadaş muamelesi etmediği için…
O, daha ilk günden annemi bir hanımefendi gibi hürmetle selamladı. Hatta o vakit küçük bir kız olduğum hâlde bana karşı bile çok sevimli ve terbiyeli davrandı.
Senin ismini andığı vakit daima hürmetkâr bir vaziyet ve hususi bir tavır takınırdı. Onun sana, herhangi bir uşağın efendisine olan bağlantısından başka bir surette merbut[5 - Merbut: Bağlı. (e.n.)] olduğu kolayca anlaşılıyordu. Bunun için onu, zavallı ihtiyar Jan’ı, daima senin yanında olduğu ve sana hizmet ettiği için ne kadar kıskandım! Fakat aynı zamanda ne kadar da sevdim!
Sevgilim, bütün bunları, bütün bu küçük hatta gülünç şeyleri sana söylemekten maksadım, daha ilk dakikadan, benim gibi çekingen ve korkak bir çocuk üzerinde nasıl büyük bir tesir yaptığını anlatmaktan başka bir şey değildir.
Hayatıma daha girmeden evvel bile senin etrafında nur gibi, zenginlik halesi gibi bir acayiplik, bir esrarengizlik vardı: Binada oturanların hepsi, (Dar ve fakir bir hayat süren insanlar her zaman kapılarının önünden geçen yeni şeylere karşı bir tecessüs duyarlar.) hepimiz senin gelmeni sabırsızlıkla beklemeye başlamıştık.
Bende uyandırdığın bu tecessüs, bir gün öğleden sonra mektepten döndüğüm vakit evin önünde göç arabasını gördüğüm vakit büsbütün arttı.
Eşyaların çoğu, en ağırları, apartmana sokulmuştu artık; şimdi de hafif eşyayı kaldırıyorlardı.
Bu güzel şeyleri hayran gözlerle seyretmek için kapı içinde ayakta durdum; çünkü senin eşyaların benim için çok acayip şeylerdi ve onlara benzeyen ev eşyasını o vakte kadar hiç görmemiştim. Bunların içinde Hint mabutları, İtalyan heykelleri, pırıl pırıl yanan tablolar vardı. Bütün bunlardan sonra, öyle çok ve öyle güzel kitaplar vardı ki bir insanın bu kadar çok kitap sahibi olmasını aklıma bile sığdıramadığım için buna büsbütün şaştım.
Bütün bu kitapları kapının eşiğine koyuyorlar ve uşak bunları birer birer alarak dikkatle tozunu siliyordu.
Her dakika yükselen yığının etrafında merakla dolaşıyordum; hizmetçi beni geri itmedi, fakat teşvik de etmedi. Bunun için içimden bu kitaplardan bazılarının yumuşak deriden ciltlerini okşamak hevesi geldiği hâlde bunlara dokunmaya cesaret edemedim. Yalnız korkarak ve yan gözle isimlerine baktım. Aralarında birçok Fransızca, İngilizce ve benim bilmediğim lisanlarda kitaplar vardı.
Bunları saatlerce seyredecektim, fakat annem çağırdı.
Bütün gece seni düşünmeye mecbur kaldım; hâlbuki seni henüz görmemiştim.
O zaman benim çok, pek çok sevdiğim ve tekrar tekrar okumaktan bıkmadığım bir düzine kadar ucuz ve üstü mukavva kaplı eski kitabım vardı. O dakikadan itibaren bu kadar güzel kitapları olan, bunca lisan bilen ve bunca kitabı okuyan bu zengin ve âlim adamın nasıl bir adam olduğu fikri beynimi sardı.
Bu kadar kitaba sahip olmanın nasıl kabil olduğunu düşündükçe sana karşı insanlığın üstünde bir saygı duyuyordum. Bir gece senin yüzünü tasavvur etmeye çalıştım:
Seni yaşlı, bizim coğrafya hocamız gibi, fakat ondan daha güzel, daha tatlı ve sevimli, gözlüklü ve sakallı bir ihtiyar hâlinde gözümün önüne getirdim. Bilmiyorum niçin senin, o vakit bile, seni hatta bir ihtiyar gibi tasavvur ettiğim sırada bile, güzel bir adam olduğuna emindim.
O gece, seni henüz tanımadan, ilk defa olarak rüyamda gördüm. Ertesi gün de sen apartmana geldin. Fakat bütün gün seni görmek için bir fırsat kolladığım hâlde buna muvaffak olamadım. Küçük kalbimin merakı gittikçe büyüyordu.
Nihayet üçüncü günü seni gördüm ve senin zannettiğimden ne kadar farklı olduğunu, hayalimde gördüğüm ihtiyar baba ile hiç münasebetin olmadığını derin bir hayretle anladım.
Ben rüyamda gözlüklü bir ihtiyar görmüştüm, hâlbuki karşımdaki, sen, bugün olduğun gibi sen, senelerin hiçbir değişiklik yapmadan üstünden kaydığı sendin.
Arkanda açık kahverengi güzel bir spor elbisesi vardı ve her zaman olduğu gibi bir çocuk çevikliğiyle merdivenleri ikişer ikişer tırmanıyordun. Şapkan elinde olduğu için hayat dolu berrak yüzünü, genç saçlarını, tarif edilemez bir hayretle seyredebildim.
Senin bu kadar genç, güzel, bir fidan gibi uzun ve şık olduğunu görünce titredim. Ve daha bu ilk saniyeden itibaren seni her tanıyanın hissettiği, hayretle karışık acayip duyguyu duydum. Sende iki adam vardı: Birisi genç, ateşli, şen, bütün kuvvetiyle oyun ve macera peşinde koşan, öteki de sanatının adamı, ciddi, vazifesine sadık, çok okumuş ve incelmiş romancı…
Gayri şuurî[6 - Gayri şuurî: Bilinç dışı olarak, yaptığını bilmeyerek. (e.n.)] bir surette, ben de seni ilk defa tanıyanların hissettiği şeyi hayretle hissettim. Sen iki hayat yaşıyordun, birisi açık cepheli, dünyaya doğru dönük bir hayat; ikincisi yalnız senin bildiğin ve gölgelere dalmış bir ömür…
Bu derin ikiliği, senin mevcudiyetinin bu sırrını, o vakit ancak on üç yaşında olan fakat senin büyülediğin bir çocuk, ilk göz bakışıyla hissetmişti.
Anlıyorsun ya sevgilim, benim için, bir çocuk olan benim için fevkalade bir şey, cazip bir muamma idin sen!
Kitaplar yazdığı için, geniş dünyada meşhur olduğu için takdis edilen bir kimseyi birdenbire yirmi beş yaşında, şık ve bir çocuk neşesiyle şen bir adamda bulmak!
O günden sonra evimizde, benim zavallı çocuk dünyamda, senden başka bir şeyin beni alakadar etmediğini ve on üç yaşında küçük bir kızı saran bir azimkârlık ve inatçılıkla yalnız bir meşgalenin, senin hayatının ve varlığının etrafında dönmek meşgalesinin beni sardığını söylemem lazım mı?
Seni tetkik ediyordum, itiyatlarını, evine gelen kimseleri tetkik ediyordum ve bütün bunlar bende uyandırdığın merakı azaltacak yerde bilakis büyütüyordu, çünkü mevcudiyetinin iki muhtelif yüzü sana gelen ziyaretçilerin birbirlerine uymamasında mükemmelen görünüyordu.
Evine genç erkekler, kendileriyle gülerek patırtı ettiğin arkadaşların, fakir kılıklı talebeler, otomobilli kadınlar geliyorlardı. Hatta bir defa opera müdürü, kendisini her zaman uzaktan kürsüsünün üstünde gördüğüm ve hürmetle baktığım şef d’orkestr seni görmeye geldi. Bundan maada henüz mektebe giden ve çekingen bir tavırla kapının aralığından içeriye süzülen küçük kızlar da geliyorlardı. Hülasa çok kadın ziyaretçin vardı. Bütün bunlar benim için hiçbir hususi mana ifade etmiyordu, hatta bir sabah, mektebe giderken senin evinden yüzü bir tülle tamamıyla örtülmüş bir kadının çıktığını gördüğüm vakit bile bir şey anlamadım. O vakit ancak on üç yaşında idim ve o kadar çocuktum ki, senin her hareketini takip eden haris tecessüsümün bile “aşk” olduğunu bilmiyordum.
Fakat bugün sana tamamıyla ve ebediyen bağlandığım gün ve saati biliyorum sevgilim.
Bir mektep arkadaşımla bir gezinti yapmıştık ve kapının önünde konuşuyorduk. Son çabukluğuyla bir otomobil geldi durdu; sen, beni hâlâ bugün bile hayran eden sabırsız ve elastiki bir yürüyüşle otomobilin basamağından atlayarak kapıya doğru yürüdün. Bilmiyorum nasıl gayri şuurî bir kudret beni sana kapıyı açmaya mecbur etti. Senin adımlarının peşinde yürüdüm, âdeta birbirimize çarptık… Bana, o bir şefkat gibi sıcak, tatlı ve sarıcı bakışlarınla baktın, “müşfik”ten başka türlü tavsif edemeyeceğim bir tebessümle gülümsedin ve ince hatta biraz laubali bir sesle “Çok teşekkür ederim matmazel!” dedin. Bütün söylediğin bu oldu sevgilim. Fakat o saniyeden beri, üzerimde bu tatlı ve müşfik bakışı duyduğumdan beri, tamamıyla senin oldum.
Daha sonra anladım ki (Tabii bunu çabucak anladım.) bu parlak, bu etrafında bir mıknatıs tesiri yapan bakışı, bu sizi aynı zamanda saran ve soyduran bakışı, bu herkesi teshir etmek için doğmuş insan bakışını sen, yanından geçen her kadına, sana bir şey satan bir mağaza memuru kıza, sana kapıyı açan her hizmetçi kıza karşı ibzal ediyormuşsun;[7 - İbzal etmek: Esirgemeden bol bol vermek, yapmak veya söylemek. (e.n.)] anladım ki bu bakışta senin için şuurî hiçbir şey yoktur; bu bakışta ne bir irade ne bir bağlantı vardır; fakat sende bütün kadınlara karşı olan şefkat hissi, gözlerin onlara doğru her döndüğü vakit, gayri şuurî olarak bakışlarına bir sıcaklık ve tatlılık veriyor.
Fakat ben -on üç yaşındaki çocuk- senin bu huyundan hiç şüphe etmedim ve gözlerin gözlerime ilk daldığı saniye bir ateş nehrinin içine girmişim sandım.
Zannettim ki bu şefkat benim, yalnız benim içindi ve bu biricik saniye o vakte kadar yarı çocuk olan beni, bir kadın yapmaya kâfi geldi ve bu kadın ebediyen senin oldu.
Arkadaşım “Bu kimdir?” diye sordu.
Ona hemen cevap veremedim; senin ismini hemen söylemek kabil olamadı.
Daha bu ilk, bu biricik saniyeden itibaren o isim benim sırrım olmuştu.
Acemice kekeledim:
“Bilmiyorum, komşulardan biri.”
Arkadaşım, mütecessis bir çocuğun bütün kurnazlığıyla güldü. “O hâlde sana bakarken neden öyle kıpkırmızı oldun?” dedi.
Onun, alayının bilhassa sırrıma teveccüh ettiğini anladığım için kanım daha sıcak bir ateşle başıma çıktı.
Bulunduğum çekingen vaziyet beni kaba olmaya mecbur etti, vahşi bir sesle bağırdım:
“Aptal sen de!”
Onu boğmak istiyordum.
Fakat o daha kuvvetle ve daha alayla gülmeye başladı. Hiddetten ve bir şey yapamamaktan gözlerime yaş dolduğunu duyduğum için onu orada bırakarak koşa koşa evime girdim.
İşte o saniyeden beri seni sevdim. Biliyorum, kadınlar bu kelimeyi sana, şımarık çocukları addettikleri sana, çok sık tekrar ettiler; fakat bana inan, seni kimse bu kadar şiddetle (bir esir, bir köpek gibi) bu kadar sadakatle sevmemiştir. O vakit senin için ben ne idiysem her zaman öyle kaldım.
Dünyada hiçbir şey, bir çocuğun gölgeye çekilmiş ve görülmeden kalmış aşkına benzemez; bu aşk o kadar menfaatsiz, düşkün, itaatkâr, dikkatli ve ihtiramlıdır ki hiçbir zaman mest olmuş bir kadının arzu ile yoğrulmuş ve her şeye rağmen müşkülpesent olan aşkıyla bir ayarda olamaz.
Sade, yalnız ve kendi kendine yaşayan çocuklar sevgilerini kendileri için saklarlar; ötekileri duygularını gevezeliklerle dağıtırlar ve başkalarına ifşa ederek körletirler. Onlar aşktan bahsedildiğini çok işitmiş, onu kitaplarda okumuş olanlardır ve onun umumi bir kanun olduğunu bilirler. Onlar aşkla bir oyuncak gibi oynarlar, bir erkek ilk defa içtiği sigaradan nasıl gururlanırsa o kadınlar da ilk aşklarından kendilerine öyle bir gurur hissesi ayırırlar.
Fakat benim sırrımı tevdi edeceğim ve bana bu hissimin mahiyetini öğretecek, bana yol gösterecek ve akıl verecek kimsem yoktu. Tecrübesiz, cahildim. Talihime doğru, bir uçuruma gider gibi koşuyordum.
Benliğimden yükselen ve coşan her his yalnız seni tanıyor, yalnız seni düşünmesini biliyor, seni mahrem-i esrar[8 - Mahrem-i esrar: Gizli sırlara vâkıf olan çok yakın kimse. (e.n.)] olarak alıyordu.
Babam çoktan beri ölmüştü; annem, ebedî hüznü ve yalnız maaşından başka geçinme membası olmayan dul kadın üzüntüleriyle benim için bir yabancı idi.
Mektepteki kısmen ifsat edilmiş kızlar beni iğrendiriyorlardı; çünkü onlar benim için mukaddes bir ihtiras olan bir şeyle hafifçe oynuyorlardı.
Bunun içindir ki başkasında dağılan ve taksim edilen duygular bende bir yığın teşkil ediyordu. Bunun içindir ki kendi içinde temerküz etmiş[9 - Temerküz etmek: Bir noktada toplanmak, derişmek. (e.n.)] olan ve daima meraklı bir ateşle kaynayan bütün benliğim sana doğru döndü.
Sen benim için -nasıl söyleyeyim, bütün teşbihler çok zayıf düşecektir- evet benim için her şeydin, bütün hayatımdın.
Benim için her şey, sana ait olması derecesine göre mevcut olabiliyordu; kendi varlığımda her şey, beni ancak sana yakınlaştırdığı takdirde, bir mana ifade edebiliyordu. Sen benim bütün yaşayışımı baştan başa değiştirmiştin.
O vakte kadar mektepte lakayt ve orta derecede bir talebe olduğum hâlde, birdenbire sınıfın birincisi oldum. Geceleri çok geç saate kadar yüzlerce kitap okuyordum; çünkü senin kitapları sevdiğini biliyordum.
Annemi hayretler içinde bırakarak birdenbire, akla sığmayacak kadar büyük bir sebatla piyanoya çalışmaya başladım; çünkü senin musikiyi sevdiğini zannediyordum. Elbiselerimi tamir ettim ve sırf senin gözlerine sevimli ve temiz görünmek için tuvaletime itina ettim. Mektep elbisemin (Annemin bir evlik elbisesi bozularak yapılmıştı.) sol tarafında dört köşe bir yama bulunması benim için tahammül edilmez bir azap oldu! Ya tesadüfen bu yamaya gözün ilişirse ya beni hor görürsen! İşte bunun için merdivenleri korkudan titreyerek koşa koşa çıkarken çantamı sıkıca tutardım. Bu korku pek boştu. Çünkü o günden sonra sen bir defa olsun benim yüzüme bakmadın.
Hâlbuki doğrusunu söylemek lazım gelirse ben günlerimi seni beklemek ve gözetlemekle geçiriyordum.
Kapımızda sarı bakırdan, küçük bir göz penceresi vardı. Onun yuvarlak deliğinden sahanlıkta senin kapına kadar olup bitenleri görmek kabildi.
İşte bu küçük göz penceresi -hayır, gülümseme sevgilim, bugün bile o saatleri düşünürken içimde bir utanma duymuyorum- benim nazarımda, arkasından dünyayı keşfetmek için baktığım bir gözdü. Orada aylar ve senelerle, o soğuk sofada, her dakika annemin bir şüpheye düşmesinden korkarak elimde bir kitapla oturur, öğleden sonralarımı seni gözetlemekle geçirirdim.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/namik-kemal-32646160/evrak-i-perisan-69428758/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Vuzuh: Açıklık. (e.n.)

2
Cebir istamili: Zor kullanma. (e.n.)

3
Mülevves: Kirli. Pis. (e.n.)

4
Maada: Başka. (e.n.)

5
Merbut: Bağlı. (e.n.)

6
Gayri şuurî: Bilinç dışı olarak, yaptığını bilmeyerek. (e.n.)

7
İbzal etmek: Esirgemeden bol bol vermek, yapmak veya söylemek. (e.n.)

8
Mahrem-i esrar: Gizli sırlara vâkıf olan çok yakın kimse. (e.n.)

9
Temerküz etmek: Bir noktada toplanmak, derişmek. (e.n.)
Evrak-ı Perişan Namık Kemal
Evrak-ı Perişan

Namık Kemal

Тип: электронная книга

Жанр: Историческая литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Eserlerinde genellikle İslam’a, İslami şahsiyetlere, Osmanlı’ya karşı olumsuz fikirler öne süren Batılı yazarlara karşı, İslam’ı ve Osmanlı’yı müdafaa gayesi güden Namık Kemal’in tarihî konuda kaleme aldığı üçüncü eser olan “Evrak-ı Perişan”, üç kahramanın hayat hikâyesini anlatır: Selâhaddin-i Eyyubi, Fatih Sultan Mehmet, Yavuz Sultan Selim. Yazar, Selâhaddin-i Eyyubi’nin hayat hikâyesini, Michaud’nun, “Haçlılar Tarihi” adlı eserinin Türkçeye çevrileceğinin haberini aldığı zaman Fransız yazarın öne sürdüğü aslı olmayan iddialara karşı bu İslam kahramanını savunmak için yazdığını ifade eder. Fatih Sultan Mehmet ve Yavuz Sultan Selim’in hayat hikâyelerinin de aynı duygularla kaleme alındığı belli olmaktadır. Ayrıca yazar, eserin baş kısmına “İstila Devri” başlıklı bir risalesini eklemiştir.

  • Добавить отзыв