Altın Işık

Altın Işık
Ziya Gökalp
Millî Eğitim Bakanlığınca Türk ve Dünya edebiyatından seçilerek oluşturulan 100 Temel Eser, çocuklarımıza okuma alışkanlığı kazandırılmasında önemli bir rol oynamaktadır. Millî Eğitim Bakanlığının bu çalışmasını, ülkemizdeki okuma oranını arttırmaya ve dilimizin gelişimini sağlamaya yönelik önemli bir çaba olarak görüyoruz. Aynı eserleri okumuş, o eserlerdeki duygu ve düşünce zenginliğini kazanmış bireylerin oluşturacağı bir toplumun daha hoşgörülü ve paylaşımcı olacağını düşünüyoruz. İlköğretim seviyesindeki çocuklarımıza bu eserleri okutmayı başarabilirsek okuyan, bilinçli ve gelişmiş bir toplum olma yolunda ilk adımı atmış olacağız

Ziya Gökalp
Altın Işık

ALTIN IŞIK
Kut ve Altın Işık: Etnografların ve sosyologların “Mana” dedikleri şeye eski Türkler “Kut” derlerdi. “Kut” münteşir bir kutsiyettir ki hangi şeyin üzerine konarsa onu mukaddes kılar. Kutlu dağ, Kutlu Meral gibi. “Kut”u “Altın Işık” suretinde tasavvur ederlerdi. Bu “Altın Işık” hangi insana, hangi hayvana, hangi şeye temas ederse onu gebe bırakır.
Tabii aşk hengâmı: Eski Türkler cemiyetin büyük buhranlar, galeyanlar, vecitlerle dolu olan zafer günlerinin yaratıcı anlar olduğunu ve bütün mefkûrenin, bu anlarda yaşanılan vecitli hayatlardan ibaret bulunduğunu şuursuz bir surette anlamışlar ve bugünlere “aşkı tabii günü”, “aşkı tabii gecesi” gibi adlar vermişlerdir. Güya, bugünlerde ve gecelerde tabiattaki külli aşk galeyana gelirdi. Onun feyzi, bir nur sütunu şeklinde zuhur ederdi. Bu nurun en ufak bir teması, dokunduğu canlı, cansız şeyleri gebe bırakırdı. Bu temastan doğan çocuktan yeni bir il doğardı. Bu il, zaferlerle şan ve şeref kazanan bir budundan ibaretti.
Mefkûrenin, girdiği ruhları gebe bıraktığı malum. Eski Türklerin nur sütunundan yahut “Altın Işık”tan şuursuz bir surette idrak ettikleri şe’niyet, mefkûreden ibaretti. “Kut”, ma’şerî bir vicdan olup bu vicdanın kıymet verdiği şey “kutlu” olurdu. Mefkûre, yaratıcı bir hamle olduğundan temas ettiği ruhları gerçekten gebe bırakır.

KELOĞLAN
Fakir bir babanın üç oğlu vardı. Büyük oğlunu dişinden, tırnağından arttırarak tahsile göndermişti. Onu bir ilim adamı yapacaktı. Küçük oğluna ileride kendi dükkânını bırakacaktı. Ortanca oğluna gelince ona verecek hiçbir şeyi kalmıyordu. Hatta ona bir ad bile koymamıştı. Ehemmiyetsizliğini göstermek üzere onu daima “Keloğlan” diye çağırırdı. Bu suretle, bütün mahalleli arasında onun adı, “Keloğlan” kalmıştı.
Keloğlan, henüz yedi yaşında iken ekmeğini elinin emeğiyle kazanmaya başladı. Hamallık, kahveci yamaklığı, aşçı çıraklığı, ayakkabı satıcılığı gibi birçok işe girdi. Eline pek az para geçiyordu. On iki yaşına kadar türlü sıkıntılar içinde yaşadı. Bu yaşa girince kendi nefsine güvenen tam bir erkek oldu. Artık, büyük işlere girmek, şan kazanmak, büyük bir adam olmak istiyordu. Keloğlan, ara sıra şiir söylemeye de yelteniyor, yanık koşmalar düzüyordu. Gönlünün duygularına bu koşmalarla kanat vermek istiyordu. Bir gün gönlünden şöyle bir koşma fırladı:
Burada sevinç yok, dert çok, keder çok,
İsterim bir altın yurda varayım.
Talihim arayıp bulmadı beni,
Bari ben gezeyim, onu arayım…
Bu koşma, Keloğlan’ı verilmiş bir karar karşısında bıraktı: Gurbete çıkmak… O nasılsa, şarkı söylerken kendi haberi olmadan bu kararı vermişti. Her akşam yalnız kalınca bu yoldaki koşmaları tekrar eder dururdu:
Diyorlar, herkesin nasibi varmış,
Ona rast gelmedim ben bu toprakta.
Burada değilse başka yerdedir,
Gideyim, arayım onu uzakta…
Keloğlan’ın kalbinde bu uzaklara gitmek, talihini aramak fikri ömrünün uzun ve karanlık gecesinde bir şimşek gibi parlamıştı. Bir gün, dağarcığına bir kat çamaşır ve biraz ekmekle peynir koydu. Dağarcığını sırtına bağladı. Sedeften ayrılan bir inci gibi, başka yerlerde kısmet bulmak ümidiyle, doğduğu şehre veda etti. Yaya olarak, başını aldı gurbete çıktı.
Meğer Keloğlan gibi talihini aramaya çıkmış başka çocuklar da varmış. Keloğlan, yolda giderken birinci gün Orhan’a rastladı. İkinci gün Turhan’a, üçüncü gün Tarhan’a rastladı. Bunlar da Keloğlan gibi dağarcığı omzunda birer küçük sergüzeşt idiler. Hepsi öyle on on iki yaşları arasında bulunan bu dört küçük serseri, arkadaş oldular. Nereye gideceklerini bilmiyorlardı. Gittikleri yerde ne yapacaklarına dair de hiçbir kararları yoktu fakat kalpleri kendilerine uzaktan gülümseyen ümitlerle dolu idi. Bir gün muratlarına erecekleri, ruhlarına gizlice vadedilmiş gibiydi. Küçücük ruhlarında sarsılmaz bir imanları vardı. Eski kahramanlar gibi talihlerine güveniyorlar, tehlikelere atılmaktan erkekçesine bir zevk duyuyorlardı.
Keloğlan’la arkadaşları yüce yüce dağları aştılar, coşkun coşkun ırmaklardan geçtiler; nihayet ıssız bir çölün büyük bir ırmağa yanaştığı noktada, yeşil bir vadiye girdiler. Burada tepesi bulutlara ulaşan somaki mermerden bir kule gördüler. Kulenin doğu tarafında, somaki mermerden bir saray, batı tarafında yine aynı cins mermerden hazine odaları vardı. Keloğlan, “Burada talihimizi deneyebiliriz.” dedi. Turist çocuklar, büyük sevinçle kuleye yaklaştılar. Kulenin yanına gelince yüce bir ağacın altında bir dev karısının dikiş dikmekte olduğunu gördüler. O, arkasını yola doğru çevirmiş olduğundan çocukları göremedi fakat çocuklar onun kazan kadar kafasını, tulumbalara benzeyen memelerini, burç gibi gövdesini iyice görebiliyorlardı. Dev karısı sağ memesini sol omzuna, sol memesini sağ omzuna atmıştı. Keloğlan, arkadaşlarına, “Hepimiz dev karısının memesini emelim. Memesini emersek oğulları olacağımızdan bizi kolay kolay yiyemez. Meğerki çok acıkmış ola!” dedi. Hepsi, parmaklarının ucuna basarak dev karısının yanına geldiler. İkisi sağ memesine, ikisi sol memesine sarılarak, pınarın oluğundan su içer gibi kana kana içtiler.
Devlerin kanununa göre, bir dev karısının memesini emenler onun süt evladı olurlardı, dev karısı artık onları yiyemezdi. Dev karısı başını çevirince, dört çocuğun memelerini emdiğini gördü.
Dev karısı: “Siz hepiniz evlatlarım oldunuz. Artık size bir şey yapamam. Bu gece misafirim olunuz. Yarın yolunuza devam edersiniz.”
Keloğlan: “Peki teyzeciğim, bu gece sana misafir oluruz. Zaten annem ölürken bana vasiyet etmişti. Biraz büyürsem buraya gelip ablasını görmemi benden rica etmişti. İşte ben de arkadaşlarımla beraber seni görmeye geldim.”
Dev karısı, Keloğlan’ın hilesine karşı hile yapmak istiyordu. Maksadı gece, bunları uyuttuktan sonra, eski zamanın dev âdetlerine kulak asmayarak, âdeti tanımayarak hepsini yemekti fakat süt evlatlarını uyanık iken yemeye utanıyordu. Dev karısının neler düşündüğünü Keloğlan sezmişti. O da ihtiyatlı bulunmaya karar verdi. Akşam olunca bıçağı ile parmağını kesti. İçine tuz doldurdu. Kendi kendine “Artık gece gözlerime uyku girmez!” dedi. Dev karısı, çocuklara sevdikleri yemeklerden bir ziyafet çekti. Yemekten sonra yatak odasını göstererek çekildi. Çocuklar yatağa girdiler, yalnız Keloğlan uyumadı, arkadaşları derhâl uyudular.
Dev karısı yarım saat sonra çocukların uyuyup uyumadığını anlamak için odanın kapısına geldi, yavaşça bağırdı.
Dev karısı: “Uyur uyanık kim var?”
Keloğlan: “Ben varım!”
Dev karısı: “Niçin uyumazsın, Keloğlan?”
Keloğlan: “Annem bana her gece bir tulumba kaymaklı dondurma yapardı. Onu yer, uyurdum. Şimdi onu yemediğim için uykum kaçtı. Bir türlü uyuyamıyorum.”
Dev karısı: “Süt mandırada. Mandıra da buraya bir saat. Dağ başında kar varsa da o da yarım saat uzakta. Dondurma iki saate kadar hazır olmaz.”
Keloğlan: “Üç saat olsa bile zararı yok çünkü dondurma olmazsa sabaha kadar uyuyamayacağım.”
Dev karısı: “Peki öyle ise bekle! İki saate kadar dondurma ile beraber geleceğime söz veriyorum.”
Dev karısı gitti. Mandıradan süt, karlı dağdan kar getirdi. Dondurmayı yapıp Keloğlan’ın önüne koydu. Keloğlan arkadaşlarını uyandırdı. Dondurmadan güzelce yediler. Arkadaşları yeniden uyudular. Keloğlan da uyur gibi yatakta uzandı. Yarım saat geçer geçmez dev karısı yeniden kapıya geldi. Yavaş sesle bağırdı.
Dev karısı: “Uyur uyanık, kim var?”
Keloğlan: “Ben varım teyze!”
Dev karısı: “Neden uyumazsın, Keloğlan?”
Keloğlan: “Annem dondurmadan sonra bana âlâ kıymalı bir su böreği pişirirdi. Onu yedikten sonra rahatça uyurdum.”
Dev karısı: “Koyunlar ağılda. Ağılsa buraya bir buçuk saat uzak. Demek ki yine iki saat bekleyeceksin.”
Keloğlan: “Beklerim teyze!”
İki saat sonra çocuklar, su böreğini de yediler. Tekrar yatağa girip uyudular. Yarım saat sonra dev karısı yine geldi.”
Dev karısı: “Uyur uyanık kim var?”
Keloğlan: “Ben varım teyze!”
Dev karısı: “Niçin uyumazsın, Keloğlan?”
Keloğlan bu sefer de bir tepsi baklava istedi. Bundan sonra da sırasıyla elmasiye, muhallebi, kuzu dolması istedi. Dev karısı, tek, Keloğlan uyusun diye her istediği yemeği pişirip getiriyordu. Son yemeği yapmak için yine ağıla gitmeye mecbur oldu. Ağılın bir buçuk saat uzak olduğunu Keloğlan biliyordu. Bu sırada, güneş ilk ışıklarıyla ufku yaldızlamaya başladı. Keloğlan, arkadaşlarını uyandırdı. Köşkün kulesine girerek demir kapısını arkadan sürmelediler. Kulenin tepesindeki gezinti yerine çıkarak dev karısının geri gelmesini beklediler.
Biraz sonra da dev karısı geldi. Çocukları köşkte bulamayınca kaçmış olduklarını zannetti. Bu anda kulenin tepesinden gülüşler, kahkahalar işitti. Bir de ne görsün, çocuklar kulenin tepesinde! Hemen, kuleye hücum etti. Kulenin demir kapısı sımsıkı kapanmıştı. Dev karısı, hiddetinden ne yapacağını şaşırdı. “Çocuklar, kapıyı açın!” diye bağırdı.
Çocuklar, yukarıda türkü söyleyerek oynuyorlardı:
Ey yalancı süt annemiz!
Sen istedin bizi yemek,
Senden daha kurnazız biz,
Çektik senden türlü yemek.
Dev karısı, dev karısı!
Gitti yağın tam yarısı!
Pek tatlıydı dondurmanız,
Kaymaklıydı muhallebi.
Bizi köşke kondurmanız,
Sizi etti fakir gibi…
Dev karısı, dev karısı!
Gitti sütün tam yarısı!
Ne güzeldi su böreği!
Titriyordu elmasiye!
Harap ettik hep mideyi,
Baklavadan yiye yiye…
Dev karısı, dev karısı!
Gitti balın tam yarısı!
Dev karısı bu sözleri işitince kapıyı yıkmak için bir kazma aramaya gitti.
Dev karısı kazma ile gelince Keloğlan sordu:
“Teyze bu kazma ile ne yapacaksın?”
“Kuleyi yıkacağım.”
“Kuleyi niçin yıkmak istiyorsun?”
“Seni ele geçirmek için.”
“Ya ben kendi isteğimle yanına gelirsem?”
“O vakit seni evladım gibi severim.”
Keloğlan arkadaşlarına yavaşça şu sözleri söyledi:
“Ben kuleden aşağı ineceğim. Alay için kendimi ona teslim edeceğim. Dev karısı bana bir şey yapamaz. Siz hiç korkmayın!”
Keloğlan, kendisini kulenin penceresinden sarkıttı. Dev karısı sağ elini uzatarak Keloğlan’ı oradan aldı. Sol elinde tutmakta olduğu bir çuvalın içine koydu. Çuvalın ağzını sıkıca bağladı, dedi ki:
“Keloğlan, bu hâlinde de bana bir oyun yap da göreyim! Şimdi mutfağa gidiyorum, dişlerimi takıp geleceğim, seni kıtır kıtır yiyeceğim.”
Keloğlan: “Yiyebilirsin afiyetler olsun teyze!”
Dev karısı, mutfağa koştu. Keloğlan, hemen cebinden çıkardığı küçük bir bıçakla çuvalı yardı; içinden çıktı. Bahçede, dev karısının sevgili buzağısı otluyordu. Keloğlan onu tuttu, getirdi. Çuvalın içine koydu, ağzını sımsıkı bağladı. Kendisi, sazların arasına girerek saklandı.
Bu anda dev karısı geldi. Kazma gibi dişlerini ağzına takmıştı. Çehresi ifritlerden, zebanilerden daha korkunç bir şekle girmişti. Çuvalı yakalayarak ağzına götürdü. Çuvalla beraber içindeki mahluku yemeye başladı. Hepsini yedikten sonra, elinde püskül gibi bir şey kaldı. “Bu nedir, acaba?” diyerek gözlerine doğru kaldırdı, baktı, bir de ne görsün? Biricik sevgilisi ve dünya yüzünde bir tek nazlısı olan buzağısını yemiş, kuyruğu elinde kalmıştı. Bunu görünce dev karısı hiddetinden yere düştü, bayıldı.
Keloğlan, dev karısının bayıldığını görünce arkadaşlarına: “Kuleden ininiz, kaçalım.” dedi. Arkadaşları kuleden inerek ırmağa doğru koşmaya başladılar. Dev karısı ayıldı, onların ırmağa doğru koşmakta olduklarını görünce arkalarından seğirtti. Çocuklar ırmağın kenarına geldiler. Orada yüce söğüt ağaçları vardı. Keloğlan: “Çabuk her birimiz bir ağacın tepesine çıkalım!” dedi. Her biri hemen minare kadar yüksek ağaçların tepesine çıktılar. Dev karısı yetişince çocukların yüce söğütlerin tepesinde şakrak kahkahalarla gülüştüklerini gördü.
Dev karısı: “Oraya nasıl çıktın Keloğlan?”
Keloğlan: “Teyze, ağacın altına bir sabun, onun üstüne bir bıçak, bıçağın üstüne yine bir sabun koyarak bir merdiven yaptım. Bu merdivene basarak ağacın tepesine kadar çıktım.”
Dev karısı, hemen köşke gitti, birçok sabunla bıçak getirdi. Birbiri üzerine istif ederek bir merdiven yaptı. Bunun üzerine çıkınca ayakları kesildiğinden tabanlarından, parmaklarından kan akmaya başladı ve birdenbire merdiven yıkıldı yere yuvarlandı. Dev karısı biraz sonra, bin güçlükle yerinden kalkarak bir balta getirmeye gitti.
Keloğlan, arkadaşlarına: “Ağaçlardan inelim, ırmaktan yüzerek karşı sahile geçelim.” dedi. Çocuklar birer balık gibi yüzerek suyun öte yüzüne geçtiler. Dev karısı, köşkten dönünce çocukları karşıki sahilde gördü.
Dev karısı: “Oraya nasıl gittin Keloğlan?”
Keloğlan: “Teyze, ırmağın ortasına bir değirmen taşı yuvarladık. Ona basarak bu tarafa geçtik.”
Dev karısı: “O hâlde bekleyin; şimdi size yetişirim!”
Dev karısı hemen yakındaki değirmene koştu. Oradan bir değirmen taşı getirerek ırmağın ortasına attı. Taş, ırmağın çok derin olan dibine daldı. Dev karısı, ırmağın ortasından gerçekten bir atlama taşı varmış gibi bir ayağını ırmağın ortasına attı. Ayağı boşluğa gelince “Gümm!” diye suyun içine düştü. Dev karısı yüzme bilmiyordu, vücudu dağ parçası kadar ağırdı. Kocaman gövde, köpüklü sulara birkaç kere dalıp çıktı. En nihayet boğuldu, gitti…
Keloğlan, dev karısının boğulduğunu görünce suda yüzerek yanına geldi. Tırmanarak başının üstüne çıktı. Bıçağıyla dev karısının gözlerini ve kulaklarını kesip çıkardı. Bunları dağarcığına koyduktan sonra ırmağın kıyısına döndü. Arkadaşlarıyla beraber, o memleketin payitahtına gittiler. Dev karısının gözleriyle kulaklarını padişahın sarayına götürdüler. Dev karısı senelerden beri memleketi harap etmişti. Padişah, kim bu dev karısını öldürürse ona büyük mükâfatlar vereceğini ilan etmişti. Padişah, Keloğlan’la arkadaşlarına: “Nasıl bir mükâfat istersiniz?” diye sordu. Keloğlan: “Dev karısının hazinelerini bize verirseniz başka bir şey istemeyiz.” dedi.
Padişah: “Bu hazineler zaten sizindir.” diyerek her birine kırk katır verdi. Onları, mallarını getirmek için dev karısının köşküne gönderdi. Oradaki hazineleri aralarında taksim ettiler. Her biri hissesini kendi katırıyla payitahta getirdi. Dört arkadaş birer konak satın aldılar. Birer dükkân açtılar. İş güç sahibi oldular.

TEMBEL AHMET
Bir padişahın aşk yüzünden delirmiş bir oğlu ile üç kızı vardı. Kızların düğün zamanı geçmeye başlamıştı. Bir gün bu üç sultan, Bostancıbaşını çağırdı. Her biri bir karpuz ısmarladı: Büyüğü çok geçmiş bir karpuz, ortancası az geçmiş bir karpuz, küçüğü tam kemalinde bir karpuz istedi. Bostancıbaşı istenen karpuzları getirdi. Sultanlardan her biri kendininkine adını yazarak, karpuzları padişaha gönderdi. Padişah, karpuzları birer birer kesti. Kızlarının bu bilmecelerindeki manaları anladı.
Padişah, ilkin büyük kızını çağırdı. “Seni bir gence mi vereyim, ergin ve olgun bir adama mı vereyim?” diye sordu. Büyük sultan: “Siz bilirsiniz, padişahım!” diye cevap verdi. Padişah, onu sağ vezirin oğluna verdi, düğünlerini yaptı. Sonra, ortanca kızını çağırarak aynı suali sordu ve aynı cevabı aldı. Bunu da sol vezirin oğluna verdi. Sıra, küçük kızına gelince onu da çağırdı, ona da aynı suali sordu fakat küçük sultan saraylara mahsus nazikâne sözlere lüzum görmedi: “Şevketli babacığım! Beni gence veriniz!” dedi. Padişah bu cevaptan öfkelendi. Hemen tellal çağırtarak nerede tembel, âciz, hımbıl bir genç varsa haber verilmesini ilan ettirdi. Meğer fakir bir kadıncağızın “Tembel Ahmet” adlı bir oğlu varmış. Yerinden kalkmaya bile üşenirmiş. Bunun kulübesini padişaha haber verdiler. Padişah küçük kızını, ceza olmak üzere bu gence verdi. Bunların da düğünü yapıldı.
Tembel Ahmet, bir gün evin bahçesinde hava almak istedi. Annesi onu arkasına alarak bahçeye götürdü. Sultan hanım, kaynanasına dedi ki: “Sen onu bahçeye götürdün oradan getirmek de bana düşer.” Kaynanası: “Ah sen onu nasıl getirebilirsin?” demesiyle, “Kocam değil mi? Elbette getiririm.” dedi ve hemen mutfağa koştu, ateşli bir odun alarak Tembel Ahmet’in yanına gitti: “Sen hiç utanmaz mısın? Annen seni bahçeye sırtında getirip götürüyor. Daha ne zamana kadar evde kalacaksın! Haydi, git, çalış. Para kazan! Sen de bir adam ol. Yoksa bu odunla sana âlâ bir ziyafet çekerim.” dedi. Tembel Ahmet, bu hâli görünce korkusundan sokağa fırladı, çarşıya gitti. Orada onun bunun eşyasını taşımaya başladı. Akşama kadar beş on kuruş kazandı. Akşam olunca eve geldi. Yavaşça kapıyı çaldı; “Tak tak!”
Annesi: “Kim o?”
Tembel Ahmet: “Benim, Tembel Ahmet!”
“Gir içeri!”
“Hanım evde mi?”
“Evde!”
“Odun elinde mi?”
“Elinde!”
“Öyle ise içeri gelemem. Al bu parayı, ben yine kazanmaya gidiyorum.”
Annesi her ne yaptıysa Tembel Ahmet içeri girmedi. Ertesi gün yine beş on kuruş kazanarak akşam kapıya geldi, “Tak tak!”
“Kim o?”
“Benim, Tembel Ahmet!”
“İçeri gelsene oğlum!”
“Hanım evde mi?”
“Evde!”
“Odun elinde mi?”
“Elinde!”
“Öyle ise içeri gelemem. Al bu parayı, ben yine kazanmaya gidiyorum.”
Ertesi gün, bir tüccar, Tembel Ahmet’e beş yüz kuruş verdi. “Bu parayı harçlık olarak ailene bırak! Seni kervanbaşı tayin ediyorum. Benimle beraber Bağdat’a gideceksin. Hayvan başına sana yüz kuruş vereceğim.” dedi. Tembel Ahmet teklifi kabul etti. Beş yüz kuruşu alarak eve geldi.
“Kim o?”
“Benim, Tembel Ahmet!”
“İçeri gelsene oğlum!”
“Hanım evde mi?”
“Evde değil!”
“Odun elinde mi?”
“Elinde değil!”
“Al bu beş yüz kuruşu; ben ticaret için Bağdat’a gidiyorum.”
“Oğlum içeri gel de biraz yüzünü göreyim.”
“Hanım evdedir, gelemem. Allah’a ısmarladık!”
Tembel Ahmet kervan ile beraber yola çıktı.
Kervan, bir gün, ıssız, ağaçsız, susuz bir çöle vardı. Araya araya, tepeler arasında gizli bir kuyu buldular. Tüccar, Tembel Ahmet’e kova ile kuyuya inmesini ve orada kovayı su ile doldurmasını emretti. Bu işin ücreti olarak hayvan başına bir lira alınacaktı. Tembel Ahmet kuyuya indi, kovayı su ile doldurdu. Kervan halkı kovayı yukarı çektikçe hayvanlara su veriyorlardı. Hayvanlar suyu bitirince tekrar kovayı sallıyorlardı. Tembel Ahmet onu yeniden dolduruyordu fakat Tembel Ahmet yalnız bu işle meşgul değildi. Kuyunun içinde bir kapı gördü. Bu kapıdan içeriye girince kendisini bir köşk içinde buldu. Bu köşkte kara gözlü bir kız oturmuş, mahzun mahzun düşünüyordu. Kara gözlü kız, Tembel Ahmet’i görünce: “Aman Allah aşkına olsun! Beni bu kuyudan kurtar!” diye yalvarmaya başladı. Tembel Ahmet: “Şimdi seni çıkarırsam dışarıdaki arkadaşlarım belki sana bir fenalık ederler. Daha birkaç gün sabret. İlk uğradığımız şehirde kervandan ayrılarak iki at ve bir ip merdivenle buraya geleceğim, seni kurtaracağım.” dedi. Kız, kendisini unutmasın diye yüzüğünü parmağından çıkararak Tembel Ahmet’in parmağına taktı. Tembel Ahmet, köşkün bahçesine çıkınca orada, yemişleri narlardan farksız suni nar ağaçları gördü. Tembel Ahmet, tabii sandığı bu narlardan kopararak omzundaki heybesinin iki gözünü doldurdu ve kıza veda ederek kuyudan çıktı. Yolda kendi memleketine giden bir kervana rastladı. Bu kervanın içinde eski bir arkadaşını gördü. Heybeyi bu arkadaşına teslim ederek evine gönderdi.
Bir gün akşama doğru Tembel Ahmet’in evinde karısıyla annesi konuşuyorlardı. Kapı çalındı, “Tembel Ahmet size gönderdi.” diye içeriye narlarla dolu bir heybe verildi. Küçük sultan: “Ne güzel narlar!” diyerek heybeyi kilere götürdü. Bir gece gelin hanım, kaynanasına: “Bu güzel narlardan bir tanesini keselim de yiyelim.” dedi. Bir nar getirerek kesti. Narın yapma olduğunu, içinin inci, elmas, yakut ve zümrüt dolu olduğunu gördüler. “Bu narları saklayalım.” dedi. Ertesi gün kestikleri nardan çıkan mücevherleri sattılar. Bunun parasıyla padişahın sarayına karşı güzel bir saray yaptırdılar. İçinde tekke gibi bütün yolcuların ve turistlerin misafir edileceğini, âlâ yemekler verileceğini ilan ettiler. Padişah, vezirine: “Bu sarayın sahibini bilmek istiyorum. Kıyafetimizi değiştirerek oraya gidelim. Bir çorba içelim. Belki sahiplerini de görürüz.” dedi. Derviş kıyafetine girerek yeni saraya geldiler. Oradaki adamlardan hiçbirini tanıyamadılar.
Tembel Ahmet’in kervanı Bağdat’a ulaşınca tüccar, ona altın bir tepsi verdi. “Bu tepsiyi Musul padişahına götürürsen sana çok bahşiş verecektir.” dedi. Tembel Ahmet Musul’a giderek tepsiyi padişaha takdim etti. Padişah, Tembel Ahmet’in parmağındaki yüzüğü görünce dört seneden beri kayıp olan kızının yüzüğü olduğunu anladı. Padişah, yüzüğün ne suretle eline geçtiğini sordu. Tembel Ahmet kuyu macerasını anlattı. Padişah: “O benim kızımdır. Sizin memleketin veliahdına nişanlıdır. Bir gün kızım ortadan kayboldu. Çok aradık bulamadık. Nişanlısı da uğradığı felaketten çıldırdı. Şimdi kızımı kuyudan kurtarırsan hem benden hem kendi padişahından çok hediyelere sahip olursun.” dedi. Tembel Ahmet’e beş on araba ile bir tabur asker verdi. Tembel Ahmet, kuyunun yanına gelince içine indi. Kara gözlü sultanın bütün eşyasını dışarı çıkardıktan sonra sultana dedi ki: “Şimdi sen de çıkmaya hazırlan! Fakat önce ben çıkacağım çünkü sen daha evvel çıkarsan beni burada bırakıp gitmeleri ihtimali var!” Tembel Ahmet kuyudan çıktıktan sonra sultanı da çıkardı. Musul’a babasının yanına götürdü. Kız, babasıyla annesiyle görüştükten sonra nişanlısının yanına gitmek istedi. Tembel Ahmet, nişanlısının eniştesi olduğunu, kendisi de memleketine gitmek üzere olduğundan beraber gidebileceklerini söyledi. Sultan memnuniyetle gitmeye razı oldu.
Kafile, şehre bir saat mesafedeki bir köye ulaşınca Tembel Ahmet: “Siz burada kuracağımız çadırda bekleyiniz. Ben gidip geldiğinizi haber vereyim.” dedi. Tembel Ahmet kulübesinin kapısına geldi. Sultan hanım, Tembel Ahmet gelince tanıyabilsin diye kulübeyi yıktırmamıştı. Tembel Ahmet kapıyı çaldı, “Tak tak!”.
“Tak, tak!”
“Kim o?”
“Benim, Tembel Ahmet!”
“İçeriye gelsene!”
“Hanım evde mi?”
“Evde!”
“Odun elinde mi?”
“Elinde değil!”
Tembel Ahmet içeri girdi. Bir de ne görsün, evlerinin içi muhteşem bir saray olmuş. Karısı, gönderdiği narların mücevheratla dolu olduğunu, yalnız bir tanesini satmakla bir saray yaptırdıklarını anlattı. Tembel Ahmet dedi ki: “Bu narların perisini de getirdim. Dört seneden beri deli olan kardeşin bu periyi görünce yeniden akıllanacak çünkü bu peri, onun o kadar derin bir aşkla sevdiği nişanlısıdır.” Sultan bu haberden çok memnun oldu. Tembel Ahmet’e: “Sen hamama git, elbiseni değiştir, ben onu getiririm.” dedi. Hemen altın arabaları hazırlatarak karşılamaya gitti. Kara gözlü sultanı büyük bir debdebe ile saraya getirdi.
Ertesi akşam padişahla oğluna bir ziyafet çekti. Padişah ister istemez deli şehzadeyi de beraber götürmeye razı oldu. Delinin hiç kimseye bir zararı yoktu. Yalnız derin bir kasvet içinde yaşıyor, etrafında söylenen sözlerden hiç haberdar olmuyordu. Padişah, Tembel Ahmet’i tanıyamadı. O sırada küçük kızı, yasemin çubuğunu getirerek kendisine takdim edince onu tanıdı.
“Padişahım! Beni tembellikten kurtarıp hiç yorulmaz bir adam hâline koyan kızınızdır. O beni kendisine layık bir koca yaptı. Ben de ona ve size gayet kıymetli bir hediye getirdim: Dört seneden beri şehzadeyi bu hâlde bulunduran sevgilisini getirdim.” Bu anda, dört senelik aşk hasretiyle yanan Kara gözlü sultan içeri girerek şehzadeye doğru koştu. Şehzade bunu görünce elini eline götürdü. Gözleri canlanmaya başladı. Hâlinden, tavrından yavaş yavaş hatıralarının uyandığı, hafızasının yerine geldiği anlaşılıyordu. Birkaç saniye geçtikten sonra tamamıyla aklı başına geldi: “Ah! Sevgilim!” diyerek nişanlısına sarıldı. Padişah, kızına ve damadına teşekkürler etti. Kırk gün kırk gece düğün yapılarak şehzade ile kara gözlü sultan muratlarına erdiler.

KUĞULAR
Bir padişahın on bir oğlu ile bir tek kızı vardı; bu çocukların sevgili anneleri ölünce padişah başka bir kadınla evlendi. Bu yeni hanım sultan, büyücü idi. Üvey evlatlarını da hiç sevmiyordu. Bir gün üvey annesi, Nilüfer’i hamama götürdü. Yüzüne, başına, vücuduna siyah bir boya sürdü, büyü ile bu boyayı çıkmaz bir hâle getirdi. Kız gayet çirkin oldu. Artık padişah babası yüzüne bakamıyordu. Kızcağızdan herkes iğreniyordu. Nihayet, onu mutfağa attılar, bulaşıkları yıkamaya mecbur ettiler.
Üvey anne bununla da kalmadı. Kızın on bir erkek kardeşini de büyü ile birer “kuğu” şekline soktu. Bu zavallılar, geceleyin, yine insan olurlardı fakat güneş doğar doğmaz kuğu şekline girerek havaya uçarlardı. Yeşil göllere giderek, orada sazların mor gölgelerinde yıkanırlardı. Nilüfer, kardeşlerini gördüğü müddetçe saraydaki hakaretlere tahammül etti. Lakin kardeşlerinin birer kuğu olarak uçup gittiklerini gördükten sonra artık sarayda kalmayı istemedi, bir gün gizlice saraydan çıktı. Az uz, dere tepe düz gittikten sonra bir yeşil gölün kenarına geldi ve söğüt ağacının gölgesinde oturarak gölün güzel renklerini temaşaya daldı. Bu anda, karşıdan bir beyaz bulutun gelmekte olduğunu gördü. Bu beyaz bulut göle yaklaşınca bulutun, beyaz kuğulardan bir sürü olduğunu anladı ve beyaz kuğular iptida göle inerek serin sular içinde yıkandılar. Sonra, içlerinden birisi Nilüfer’i görerek arkadaşlarına gösterdi. Hepsi birden suda yüzerek kız kardeşlerinin yanına geldiler. Elini, ayağını, saçlarını öpmeye başladılar. Kız, bunların kendi kardeşleri olduğunu anladı. Onlara, başından geçen bütün felaketleri anlattı. Kuğular bu sözleri işitip anlıyorlardı fakat cevap vermiyorlardı.
Gece olunca kuğular birer genç şehzade oldular. Nilüfer kardeşlerini birer birer tanıdı. Onlarla sabaha kadar konuştu fakat sabah olunca yeniden hepsi kuğu suretine girdiler. Uçarak gölün öte tarafına gittiler. Nilüfer, akşama kadar sabırsızlıkla bekledi. Akşama doğru, beyaz bulut yeniden göründü. Kuğular, yine zümrüt sularda yıkandıktan sonra, Nilüfer’in yanına geldiler. Kız kardeşlerini öpüp sevdiler. Geceleyin insan kılığına girdiler. Nilüfer’e dediler ki “Biz gölün bu kıyısında barınamayız. Buranın havası, toprağı, her şeyi kasvetlidir. Karşıki sahilde güzel bir kumsal vardır, kumları altından, sedefleri inciden, çakıl taşları elmastandır.
Bu kumsalın üzerindeki tepede, çam ormanlarının içinde, ağaçların birbirine geçmesinden tabii bir köşk vücuda gelmiş. Orası bizim sarayımızdır. Ormanda, her türlü yemiş ağaçları, av kuşları var. Seninle orada mesut bir hayat yaşayabiliriz. Yarın sabah biz birer kuğu olunca seni kanatlarımızın üzerine alacağız, gölün üzerinden geçireceğiz, sakın korkmayasın. Bizim kanatlarımız kuvvetlidir. Suya düşeceğini hiç hatırına getirme!”
Sabah olunca altı kuğu yan yana gelerek bir sal şeklini aldılar. Nilüfer bu salın üzerine oturdu. Beş kuğu da kanatlarını açarak salın üzerinde bir gölgelik vücuda getirdiler. Bu beyaz sal, gökte uçmaya başladı. O, yukarıda uçarken hayali, aşağıdaki gölün gümüş aynasına aksediyordu. Nilüfer, düşmekten korkmadığı için bu seyahatten çok zevk alıyordu. Akşam yaklaşınca bir adaya indiler. O geceyi adada geçirdiler. Sabahleyin, yine beyaz uçağı vücuda getirdiler. Nilüfer’i akşama doğru, karşı sahile; altın kumlu, inci sedefli, elmas taşlı kumsala indirdiler. Geceyi ormandaki tabii köşkte geçirdiler. Sabah olunca kardeşleri yine kuğu olup uçtular. Nilüfer köşkten çıktı. Ormanda gezindi. Ağaçların dalları güzel, yaprakları güzel, çiçekleri güzeldi… Yemişleri de çok lezzetliydi. Akşama kadar gölün kenarında, ormanın ağaçları altında gezindi. Akşam olunca kuğular geldiler. Kardan daha beyaz köpüklü sularda yıkandılar. Güneş batar batmaz yine insan oldular. Buradaki tatlı hayat, aylarca devam etti. Bir gece, Nilüfer’in rüyasına ak saçlı bir ihtiyar kadın girdi. “Ormanın doğu tarafında bir süt gölü var. Orada yıkanırsan eski güzelliğini bulursun.” dedi.
Nilüfer, sabah olmadan kardeşlerini uyandırarak süt gölünün yerini öğrendi. Sabah olup da kuğular uçunca o da süt gölüne doğru gitti. Göle girip yıkandıktan sonra aynaya baktı. Üvey annesinin yaptığı büyüden evvelki güzelliği, tamamıyla geri gelmişti. Akşam kardeşleri, Nilüfer’i bu hâlde görünce çok sevindiler. Nilüfer o gece de rüyasında o ihtiyar kadını gördü. Kadın dedi ki: “Kardeşlerini büyüden kurtarmayı istersen mezarlıklardaki ayrık otundan on bir gömlek örmelisin fakat bunlar bitinceye kadar sana ne tür işkenceler yapsalar da ağzından hiçbir söz çıkmayacaktır. Hiçbir suale cevap vermeyeceksin. Eğer bütün işkencelere tahammül ederek hiç konuşmaksızın, bir kelime bile kullanmaksızın on bir gömleği yapar ve kuğulara giydirirsen onlar derhâl eskisi gibi insan olurlar.” Nilüfer, uyanınca ayrık otu aramaya gitti. Topladığı otlarla gömleklerin birincisini örmeye başladı. Akşam kardeşleri geldiler. Ne yapmakta olduğunu sordular, hiç cevap vermedi. Aralıksız örmeye devam ediyordu. Kardeşleri: “Bu konuşmama durumu da büyüdü.” dediler. Artık geceleri kardeşleriyle konuşmuyordu. Onlar konuşuyor, kendisi gömlek örüyordu. Bir gün, o diyarın genç padişahı ava çıkmıştı. Yolu, tabii köşke uğradı. Köşkün güzelliğine hayran oldu. Hele orada dünya güzeli Nilüfer’i görünce ona bin candan bir cana âşık oldu. Genç padişah, kıza, kim olduğunu sordu. Nilüfer cevap vermedi. Adını sordu, yine cevap almadı. Kız hiç durmaksızın gömlek örüyordu. Genç padişah, kızın bu hâline şaştı. Kıza “Bana varır mısın?” diye sordu. Yine cevap yok. Vezirleri “Sükût ikrardandır.” dediler, kızı bir arabaya koyarak genç padişahın sarayına götürdüler. Kırk gün kırk gece düğün yaptılar fakat Nilüfer hiç oralı değildi. O, aralıksız gömlek örüyordu. Ayrık otu bitince geceleri saraydan çıkıyor, mezarlıklarda ayrık otu topluyordu. Bir tarafta, padişaha varmak isteyen vezir kızları vardı. Onlar, Nilüfer’in arkasına gözcü koydular. Nihayet, padişaha nişanlısının “büyücü” olduğunu, geceleri mezarlıklarda dolaştığını, halk aleyhine büyüler yaptığını haber verdiler. “İnanmazsan geceleyin arkasından git, kendi gözünle görürsün.” dediler. Bir taraftan da halk arasında kızın büyücülüğüne dair haberler yaydılar. Padişah, kızı çok seviyordu fakat konuşmamasından kendisi de biraz şüphelenmişti. Gece olunca kızın arkasına düştü. Kız mezarlığa geldi, ot toplamaya başladı. Padişah, kızın büyücü olduğuna inandı. Kızı mahkemeye verdi. Kadı birçok sual sordu. Kız hiçbirine cevap vermiyor, elindeki gömleği örmekle meşgul oluyordu. Kadı, nihayet Nilüfer’in asılmasına hüküm verdi. Nilüfer hiç teessür göstermedi. Gömleğini örmeye devam etti. Padişah, bir defa daha denemek için Nilüfer’in yanına geldi; bir tek kelime söylerse cezadan affedileceğini, yine eskisi gibi karısı olarak kalacağını söyledi. Nilüfer elindeki gömleği örmekten başka hiçbir hareket göstermedi. Padişah kızın bu muamelesinden hiddetlendi. “Hüküm icra olunsun!” dedi.
Cellatlar kızı aldılar. Darağacının yanına götürdüler. Kız son gömleğini bitirmek için acele ediyordu. Bir saniye durmuyor, örüyor, örüyor, daima örüyordu… Cellat ölüme hazırlanmasını haber verdi. Birçok seyirci bu büyücünün nasıl öleceğini temaşaya gelmişlerdi. Kız yine aldırmadı. Gömleği örmeye devam etti. Zaten gömlek bitmek üzereydi. Cellat ağzından bir kelime çıkarması için ona abdest almasını, namaz kılmasını, tövbe etmesini nasihat edip duruyordu. Kız da son örgüleri bitirmeye çabalıyordu. Nihayet, cellat usandı. Kızı asmak için elini uzattığı zaman son gömlek de bitmişti. Bu anda on bir kuğu beyaz bulut gibi uçarak geldi. Kızın etrafını aldılar; kız, yanındaki on bir gömleği birer birer onlara giydirdi. On bir kuğu birdenbire on bir şehzade oldular. Bu hâl karşısında cellat da seyirciler de şaşıp kaldılar. Bu anda kız, cellada dedi ki: “Şimdi, padişah ve kadı efendi gelsinler, her işi anlatacağım.” Padişahla kadı efendi geldiler. Nilüfer, üvey annesinin kendisine ve kardeşlerine nasıl büyü yaptığını, konuşmamasının ve geceleri ayrık otu toplayarak aralıksız gömlek örmesinin bu büyüleri bozmak için olduğunu ve bunu yapmak üzere rüyasında gaipten emir aldığını söyledi. Kardeşleri de umumiyetle bu sözlerin doğru olduğuna şehadet ettiler. Padişah, Nilüfer’in babasına haber göndererek hanım sultanla beraber düğüne davet etti. Düğün esnasında ihtiyar baba evlatlarını tanıdı. Hain karısını boşayarak babasının evine gönderdi. Evlatlarına sarılarak gözlerinden öptü. Damadına da evlatlarını kurtardığı için büyük teşekkürler etti. Bundan sonra hepsi bahtiyar yaşadılar.

NAR TANESİ YAHUT DÜZME KELOĞLAN
Vaktiyle büyük bir padişah vardı. Bunun Gülsün Sultan adlı bir kızı vardı. Bu kızı başka padişahın oğluna istediler. Babası kızını verdi. Şehzade, memleketine götürmek için Gülsün Sultan’ı altın arabasına bindirerek alayla yola çıkardı. Bir gün yolda giderken Şehzade yerde bir nar tanesi gördü. Derhâl atından aşağı inerek nar tanesini yerden aldı. Ağzına attı. Gülsün Sultan, şehzadenin bu hareketini dikkatle seyretmişti. Yerden bir nar tanesini alıp da ağzına atan bir insanın, bir şehzade olsa bile kibar ve nazik bir adam olamayacağına hükmetti. Kendisinin böyle kaba ruhlu bir gençle beraber yaşayamayacağını anladı. Hemen arabacısına arabayı geri çevirmesini emretti. Yaverleri vasıtasıyla da kendine ait bütün arabaları geri çevirtti.
Şehzade yalnız kendi adamlarıyla elleri bomboş olarak memleketine döndü fakat uğradığı bu hakaret ona çok acı geldi. Bundan başka, gerçekten gönül verdiği güzel nişanlısından mahrum olmak da kalbini ateşli bir testere gibi kemiriyordu. Şehzade hem kendisine hakaret eden o mağrur sultandan öç almak ihtirasıyla hem de gönlünü alıp götüren o güzel vücuda kavuşmak iştiyakıyla yanıp tutuşuyordu. Nihayet günlerden bir gün şehzade kararını verdi. Masallarda olduğu gibi başına bir işkembe geçirerek kendisini bir Keloğlan kılığına soktu. Bu şekilde, sevgilisinin memleketine gitti.
Şehzade, Gülsün Sultan’ın öteden beri eli yor-damlı bir bahçıvan aramakta olduğunu biliyordu. Keloğlan kılığında saraya gitti. Kapıcıbaşıya bahçıvanlıkta çok hünerli olduğunu, sarayda bir bahçıvana ihtiyaç varsa kendisinin bu işi pekâlâ yapabileceğini haber verdi. Sarayın kapıcısı, Gülsün Sultan tarafından iyi bir bahçıvan aramaya memur edilmişti. Derhâl Keloğlan’ı Gülsün Sultan’ın huzuruna götürdü. Gülsün Sultan güllerin her rengini, her çeşidini severdi. Keloğlan’a: “Gül yetiştirmesini bilir misin?” diye sordu. Keloğlan: “Bilmeseydim, hiç böyle bir sarayın bahçıvanlığını isteyebilir miydim?” dedi.
Ertesi sabah, Gülsün Sultan uykudan uyanıp da bahçenin baştanbaşa pembe güllerle bezendiğini gördü. Bir gün evvel, kızıl topraktan başka bir şey görülmeyen saray bahçesi bu sabah cennetin gül tarlalarına benziyordu. Bir gecede, böyle bir gül tarlasını vücuda getirmek nasıl mümkün olurdu? Gülsün Sultan büyük bir merak duydu. Hemen maşlahını omzuna atarak bahçeye indi. Bahçenin uzak bir köşesinden çok hüzünlü bir şarkı sesi geliyordu. Oraya yaklaşınca Keloğlan’ın kendi kulübesinde türkü söylemekte olduğunu gördü:
Aç, gülüm aç, desem güller açıyor;
Saç gülüm saç, desem renkler saçıyor;
Lakin değil hiçbirisi gözümde
Çünkü benim yârim benden kaçıyor.
Gülsün Sultan: “Keloğlan, senin sevdiğin çok zalim bir kız olmalı! Bir nefesiyle dünyayı gülistana çeviren senin gibi bir sihirbaza nasıl oluyor da gönül vermiyor?”
Keloğlan: “Ah, sultanım, Allah sizi bir şefkat meleği diye yaratmış, siz benim için Allah’a yalvarıveriniz; mutlaka o da gönlünü verir.”

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/ziya-gekalp/altin-isik-69428596/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
Altın Işık Зия Гёкальп
Altın Işık

Зия Гёкальп

Тип: электронная книга

Жанр: Сказки

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Millî Eğitim Bakanlığınca Türk ve Dünya edebiyatından seçilerek oluşturulan 100 Temel Eser, çocuklarımıza okuma alışkanlığı kazandırılmasında önemli bir rol oynamaktadır. Millî Eğitim Bakanlığının bu çalışmasını, ülkemizdeki okuma oranını arttırmaya ve dilimizin gelişimini sağlamaya yönelik önemli bir çaba olarak görüyoruz. Aynı eserleri okumuş, o eserlerdeki duygu ve düşünce zenginliğini kazanmış bireylerin oluşturacağı bir toplumun daha hoşgörülü ve paylaşımcı olacağını düşünüyoruz. İlköğretim seviyesindeki çocuklarımıza bu eserleri okutmayı başarabilirsek okuyan, bilinçli ve gelişmiş bir toplum olma yolunda ilk adımı atmış olacağız

  • Добавить отзыв