Kilitli Oda

Kilitli Oda
Per Wahlöö
Maj Sjöwall
Martin Beck #8
"Şehrin bir yakasında bir kadın bir banka soyar. Başka bir yakasında ise, kilitli bir odada tam kalbinden vurulmuş bir ceset bulunur. Ancak görünürde hiç silah yoktur. İki olay arasında bir ilişki var mıdır? Ruhsuz bir evliliğin bitişi ve neredeyse onun canını alacak bir kurşun yarasının acısıyla yorgun düşen Martin Beck bezgin ruh halinden kurtulmak için kendini bu gizemi çözmeye verecektir.
“Serinin hayranları -kim bu kitaplara hayran olmaz ki?– bu kitapta da karakterlerin keskin gölgelerini ve her zamanki ustalıklarını bulacak.” – New York Times
“Bir toplumu bu kadar iyi çizebildiği kadar aynı zamanda polisiye formuna sadık kalabilen başka yazarlar bulmak çok zor olur (belki bir de Simenon).” – Sean ve Nicci French"

Maj Sjöwall, Per Wahlöö
Kilitli Oda

1
St Maria’nın çanları saat ikiyi çalarken kadın, Wollmar Yxkulls Caddesi’ndeki metro istasyonundan çıktı. Acele acele Maria Meydanı’na doğru yürümeden önce durup bir sigara yaktı.
Kilise çanlarının sesinin havada yankılanması, ona çocukluğunun kasvetli pazar günlerini hatırlatmıştı. St Maria Kilisesi’nden birkaç blok ötede doğup büyümüştü, aynı zamanda bu kilisede vaftiz edilmiş ve on iki yıl kadar sonra da tasdik edilmişti. Tasdik edilmesine dair tek hatırladığı, papaza Strindberg’in, St Maria çanlarının ‘melankolik nağmesi’ hakkında yazarken ne demek istediğini sormaktı. Ama adamın cevabını hatırlamıyordu.
Güneş sırtına vuruyordu. St Pauls Caddesi’nden karşıya geçtikten sonra adımlarını yavaşlattı, terlemek istemiyordu. Birdenbire ne kadar gergin olduğunu fark edince evden çıkmadan önce bir sakinleştirici almadığına pişman oldu.
Meydanın ortasındaki çeşmeye ulaşınca kumaş mendilini serin suya daldırdı ve ağaçların gölgesinde bir banka oturdu. Gözlüğünü çıkarıp mendille yüzünü sildi, açık mavi gömleğinin eteğiyle gözlük camlarını temizledi ve gözlüğünü tekrar taktı. Kocaman camları ışığı yansıtıyor, yüzünün üst yarısını saklıyordu. Kadın geniş kenarlı, mavi kot şapkasını çıkardı, düz sarı saçlarını elinde toplayıp omuzlarına kadar kaldırdı ve ensesini mendille sildi. Sonra şapkasını takıp kaşlarına kadar indirdi, sessizce oturup mendili ellerinin ortasında dertop edilmiş hâlde durdu.
Bir süre sonra mendili açıp bankın üzerine koydu ve avuçlarını kot pantolonuna sildi. Kol saatine baktı. Saat iki buçuğu gösteriyordu. Kalkmadan önce sakinleşmek için son birkaç dakikası vardı.
Saat 2.45’i vurunca kucağında duran, omuz askılı, koyu yeşil kanvas çantasını açtı, artık kupkuru olmuş mendilini aldı ve katlamadan çantaya soktu. Sonra ayağa kalktı, çantanın deri askısını sağ omzuna astığı gibi yürümeye başladı.
Horns Caddesi’ne yaklaştıkça üzerindeki gerginlik azalmıştı; kendi kendini, her şey yolunda gidecek, diye telkin etti.
Günlerden cumaydı, haziranın son günüydü ve birçok kişi için yaz tatili yeni başlamıştı. Horns Caddesi’nde hem caddede hem de kaldırımlarda trafik vızır vızırdı. Kadın meydandan çıkınca sola dönüp evlerin gölgesinden yürüdü.
Bugünün akıllıca bir seçim olmasını umuyordu. Artıları eksileri tartmış ve planını önümüzdeki haftaya kadar ertelemek zorunda kalabileceğini fark etmişti. Kendini böyle bir zihinsel strese sokmayı pek istemese de bunda bir zarar yoktu.
Oraya planladığından daha erken vardı ve sokağın gölgeli tarafında durup karşısındaki kocaman vitrini inceledi. Parlak camı güneş ışınlarını yansıtıyor, yoğun trafik görüşünü kısıtlıyordu. Fakat bir şey fark etmişti. Perdeler kapalıydı.
Vitrinlere bakıyormuş gibi yaparak kaldırımda yavaş yavaş volta attı ve yakınlardaki bir saat tamircisinin dışında asılı duran bir duvar saati olmasına rağmen kadın kol saatine bakıp durdu. Tüm bu süre boyunca da gözleri sokağın karşısındaki kapının üzerindeydi.
Saat 2.55’te kavşaktaki yaya geçidine doğru gitti. Dört dakika sonra, banka kapısının önündeydi.
Kapıyı iterek açmadan önce çantasının ağzını açtı. İçeri girince etrafı gözleriyle şöyle bir taradı. İsveç’in büyük bankalarından birinin yeni bir şubesiydi burası. Uzun ve dardı; öndeki duvar, kapıdan ve tek pencereden oluşuyordu. Kadının sağ tarafında, pencereden diğer taraftaki kısa duvarın sonuna kadar uzayan vezne ve sol tarafında da uzun duvara sabitlenmiş dört çalışma masası vardı. Masaların ilerisinde alçak, yuvarlak bir sehpa ve kırmızı dama desenli kumaşla kaplı iki tabure duruyordu. Daha da ileride muhtemelen bankanın kasalarına inerek gözden kaybolan, oldukça dik basamaklı merdivenler gözüküyordu.
Ondan önce sadece bir adam içeri girmişti. Veznede dikiliyor, parayı ve belgeleri evrak çantasına koyuyordu. Veznenin arkasında, iki kadın veznedar oturuyordu. Daha ileride, erkek bir görevli ayakta durmuş, bir kartoteğe göz atıyordu.
Kadın masalardan birine yaklaşarak çantasının cebinden bir tükenmez kalem çıkardı, göz ucuyla da bir yandan evrak çantası taşıyan müşterinin sokak kapısından çıkışını takip ediyordu. Kutudan bir ödeme formu alıp üstünü karalamaya başladı. Bir süre sonra, erkek bankacının kapıya doğru gidip kilitlediğini gördü. Sonra adam öne eğilip iç kapıyı açık tutan kancayı itti. Kapı kapanırken tıs diye bir ses çıkardı ve adam tekrar veznenin arkasındaki yerine döndü.
Kadın, mendilini çantasından çıkardı. Sol elinde mendili, sağ elinde de formu tutup vezneye doğru yaklaşırken burnunu silermiş gibi yaptı.
Sonra formu çantasına tıktı, içinden boş bir naylon poşet çıkarıp tezgâha koydu. Tabancasını tutup kadın çalışana doğrulttu ve mendilini ağzının önünde tutup şöyle dedi: “Bu bir soygundur. Tabanca dolu ve olay çıkarırsan vururum. Oradaki bütün parayı bu torbaya koy şimdi.”
Veznenin arkasındaki kadın ona dimdik baktı ve yavaşça poşeti alıp önüne açtı. Diğer kadın saçlarını taramayı kesti. Elleri yavaşça öne indi. Bir şey söyleyecek gibi ağzını açtı ama ses çıkmadı. Masasının arkasında hâlâ ayakta duran adamsa irkilerek yerinden sıçradı.
Kadın hemen tabancayı ona çevirip bağırdı: “Olduğun yerde kal! Ellerini görebileceğim bir yere koy.”
Tabancanın namlusunu, önündeki korkudan donakalmış kadına sabırsızca sallayarak devam etti: “Hadi çabuk koy parayı! Hepsini koy! Hadi, hadi!”
Veznedar para tomarlarını torbaya koymaya başladı. Bitince hepsini tezgâha koydu.
Birdenbire masadaki adam, “Bu asla yanına kalmaz. Polis…” dedi.
“Kapa çeneni!” diye haykırdı kadın.
Sonra mendilini açık çantasına attığı gibi naylon poşeti aldı. Poşet ağırdı, bu güzeldi işte. Yavaşça kapıya doğru geri geri çekilirken tabancanın namlusunu sırayla bütün çalışanlara tuttu.
Birdenbire odanın uzak ucundaki merdivenlerden biri yukarı koştu: Ütülü pantolonlu, parlak düğmeli ve göğüs cebinde kocaman altın rengi bir amblem olan mavi blazer ceketli, uzun boylu, sarışın bir adamdı.
Güçlü bir bam sesi odada yankılandı ve duvarlarda gümbürdemeye devam etti. Kadının eli tavana doğru hızla çekilirken ceketli adamın arkaya doğru yalpaladığını gördü. Ayakkabıları gıcır gıcır ve yeniydi, kalın, kauçuk tabanlıydı. Ancak adamın kafası korkunç bir küt sesiyle basamağa çarpınca kadın onu vurduğunu fark etti.
Tabancayı çantasına atıp veznenin arkasında korkudan ödü patlayan, gözleri pörtlemiş üç kişiye bakakaldı. Sonra soluğu kapının yanında aldı. Kilitle uğraşırken sokağa çıkmadan önce düşünecek kısa zaman bulmuştu: “Şimdi sakinleşmeli, sakin sakin yürümeliyim.” Fakat kaldırıma adım attığı saniye, kavşağa doğru koşar adım ilerlemeye başladı.
Etrafındaki insanları görmedi, sadece birkaçına çarparak geçtiğini ve kulaklarında çınlamaya devam eden silah sesini fark etti.
Köşeyi dönüp koşmaya başladı, naylon torba elinde, ağır çantası kalçasına çarpıyordu. Çocukken oturduğu binanın kapısını çekerek açtıktan sonra, eski bildiği yoldan avluya çıktı ve yürüme temposunu yavaşlattı. Dik bir merdivenden bodrum katına inip en alt basamağa oturdu.
Naylon torbayı çantasının içindeki otomatik silahın üstüne tıkmaya çalıştı ama yer yoktu. Şapkasını, gözlüğünü ve sarı peruğunu çıkardı, hepsini çantaya sokuşturdu. Kendi saçları kısa ve kahverengiydi. Ayağa kalktı, gömleğinin düğmelerini açıp çıkardı ve onu da çantaya soktu. Gömleğin içine kısa kollu, siyah koton bir bluz giymişti. Çapraz çantayı sol omzuna atıp naylon torbayı aldı ve merdivenlerden gene avluya çıktı. İki duvarın tepesinden tırmandı ve sonunda kendini sokakta, bloğun sonunda buldu.
Arkasından küçük bir bakkala girdi, iki litre süt aldı, sütleri büyük bir kâğıt torbaya koydu ve naylon poşetini de onların üstüne koydu.
Sonra Slussen boyunca yürüdü ve metroya binip evine döndü.

2
Gunvald Larsson olay yerine şahsi arabasıyla gelmişti. Kırmızı bir BMW’si vardı, İsveç için sıra dışı bir modeldi ve çoğu insana göre bir dedektif komiser için fazla havalıydı, özellikle de işe giderken kullandığında.
Bu güzel cuma akşamüstü, tam evine dönmek üzere direksiyonun başına kurulmuştu ki Einar Rönn merkezin kapısından avluya koşmuş ve Bollmora’daki evinde, sessiz bir akşam geçirme planlarını tuzla buz etmişti. Einar Rönn de Ulusal Cinayet Masası’nda dedektif komiserdi ve muhtemelen Gunvald Larsson’un tek arkadaşıydı; bu yüzden Gunvald Larsson’un bu boş akşamını feda etmek zorunda kalacağı için üzgün olduğunu söylerken ciddiydi.
Rönn, polis arabasıyla Horns Caddesi’ne geçti. Oraya vardığında birkaç araç ve Güney Bölgesi’nden birkaç kişi çoktan oradaydı. Gunvald Larsson ise bankanın içindeydi.
Banka dışında küçük bir grup insan toplanmıştı ve Rönn karşı kaldırıma geçerken orada dikilen, izleyenlere bakan üniformalı polislerden biri yanına gelip, “Silah sesi duyduğunu söyleyen iki şahit var. Onlarla ne yapayım?” diye sordu.
“Bir dakika beklet,” dedi Rönn. “Diğerlerini de dağıtmaya çalış.”
Memur başıyla onayladı ve Rönn de bankanın içine girdi.
Uzun veznenin ve çalışma masalarının ortasındaki mermer zemindeki ölü adam, kolları iki yana açık, sol dizi kırık, sırtüstü yatıyordu. Pantolonunun bir bacağı sıyrılmış, üstünde lacivert bir çapa sembolü olan, sakız gibi beyaz orlon çorabı ve sarı kıllarla dolu, bronz bacağının bir kısmı ortaya çıkmıştı. Kurşun tam suratına isabet etmişti, kafasının arkasından kan ve beyin parçacıkları saçılmıştı.
Banka personeli odanın uzak ucunda bir arada oturuyordu ve önlerinde Gunvald Larsson, yarı ayakta dikilmiş, yarı oturur vaziyette bir bacağını bir masanın kenarına yaslamıştı. Kadınlardan biri tiz ve hiddetli bir sesle konuşuyordu.
Gunvald Larsson, Rönn’ü görünce kadına sağ avucunu kaldırdı, kadın da sözünü yarıda kesmek zorunda kaldı. Gunvald Larsson kalktı, veznenin arkasına geçti, elinde defteriyle Rönn’e doğru yürüdü. Yerdeki adamı başıyla işaret edip konuştu:
“Pek iyi görünmüyor. Sen burada kalırsan, ben de tanıkları başka yere götürebilirim, belki Rosenlunds Caddesi’ndeki eski emniyete. Sen de rahat rahat çalışırsın burada.”
Rönn başıyla onayladı. “Soyguncu, bir kadınmış,” dedi.
“Nakit parayla kaçmış. Nereye gittiğini gören olmuş mu?”
“Banka personelinden gören yok,” dedi Gunvald Larsson. “Anlaşılan dışarıda dikilen bir adam, bir arabanın uzaklaştığını görmüş ama plakayı alamamış ve modelini de tam hatırlamıyor, bu yüzden buradan pek bir yere varılamaz. Onunla daha sonra konuşacağım.”
“Bu kim peki?” diye sordu Rönn, kafasıyla ölü adamı işaret ederek.
“Kahraman rolüne soyunmaya kalkan salağın teki. Kendini soyguncunun üstüne atmak istemiş, tabii ki kadın da o anlık panikle ateş etmiş. Bankanın müşterilerinden biriymiş, çalışanlar onu tanıyor. Buraya özel kasası için gelmiş ve olayın tam ortasında, şuradaki merdivenlerden yukarı çıkıyormuş.” Gunvald Larsson not defterine göz attı. “Bir jimnastik okulunda müdürmüş, adı Gårdon, å harfiyle.”
“Kendini Flash Gordon zannetmiş sanırım,” dedi Rönn.
Gunvald Larsson ona soru soran gözlerle baktı.
Rönn kızarıp konuyu değiştirmeye çalıştı: “Eh, şu şey sayesinde kadının nasıl göründüğünü görebiliriz diye umuyorum.” Tavanın altına yerleştirilmiş kamerayı işaret etti.
“Eğer düzgün bir şekilde çalışıyorsa ve içinde film varsa tabii,” dedi Gunvald Larsson şüpheyle. “Ve veznedar düğmeye basmayı aklına getirebilmişse.”
Bugünlerde İsveç bankalarının çoğu, görevdeki veznedarın yerdeki bir düğmeye ayağıyla basmasıyla kayda geçen bir kamerayla donatılmıştı. Soygun sırasında personelin yapması gereken tek şey buydu. Silahlı soygun sayısı arttıkça, bankalar personellerine istenen paraları teslim etmelerini ve soyguncuları durdurmak ya da kaçmalarını engellemeye çalışmak için kendi canlarını riske atacak şeyler yapmamalarını emretmişti. Bu emir, göründüğü gibi insaniyet namına ya da banka personelini düşünmenin bir sonucu değildi. Yalnızca edinilen tecrübenin semeresiydi. Banka ve sigorta şirketleri için, soyguncuların aldıkları nakitle kaçmalarına izin vermeleri, ortaya çıkan hasarı onarmaktan ve belki de kurbanların ailelerine ömürlerinin sonuna kadar maddi destek vermekten daha ucuza geliyordu. Birisi yaralanır ya da ölürse maddi destek sağlamaları gerekiyordu.
Şimdi polis doktoru olay yerine varmış ve Rönn arabasına gidip cinayet setini getirmişti. Eski moda yöntemler kullanırdı ve böyle iyi de iş çıkarıyordu. Gunvald Larsson, banka personeli ve kendilerini tanık diye ortaya atan dört kişiyle birlikte Rosenlunds Caddesi’ndeki eski emniyetin yolunu tuttu.
Kullanması için izin verdikleri sorgu odasında süet ceketini çıkarıp bir sandalyenin arkasına astıktan sonra, öncü incelemelerine başladı. Banka personeli tarafından verilen ilk üç ifade, birbirinin tıpatıp aynısı sayılırdı; diğer dört ifade ise farklıydı.
Dört tanıktan birincisi kırk iki yaşında bir adamdı ve silah ateşlendiğinde bankadan beş metre uzakta, bir kapı eşiğinde dikiliyordu. Siyah şapkalı ve güneş gözlüklü bir kızın aceleyle oradan geçtiğini görmüştü ve onun ifadesine göre, yarım dakika sonra sokağa baktığında yeşil bir arabanın, muhtemelen bir Opel’di, on beş metre ötede kaldırım kenarından trafiğe karıştığını görmüştü. Araba Hornsplan istikametinde hızla gözden kaybolmuştu ve adam, sanki siyah şapkalı kızı arka koltukta otururken görmüştü. Arabanın plakasını alamamıştı ama ‘AB’ ile başladığını düşünüyordu.
Sıradaki tanık bir kadındı, bir butik sahibiydi. Ateş edildiğini duyduğunda dükkânının açık kapısında dikiliyordu, dükkânın bir duvarı bankayla ortaktı. Kadın ilk önce sesin, butiğinin içindeki kilerden geldiğini zannetmişti. Gaz ocağının patladığından korkup anında içeri koşmuştu. Patlamadığını anlayınca kapıya geri dönmüştü. Caddeye doğru bakınca büyük, mavi bir arabanın patinaj çekerek trafiğe karıştığını görmüştü. Aynı saniye, bir kadın bankadan dışarı çıkmış ve biri vuruldu diye haykırmıştı. Kadın, arabanın içinde kimin oturduğunu ya da plakayı görememişti ama araba sanki taksiye benziyordu.
Üçüncü tanık, otuz iki yaşında bir metal işçisiydi. Onun ifadesi daha detaylıydı. Ateş edildiğini duymamıştı ya da en azından farkında değildi. Kız bankadan çıktığında, adam kaldırımda yürüyordu. Kızın acelesi vardı ve yanından geçerken onu iteklemişti. Adam kızın yüzünü görmemişti fakat otuz yaşlarında olduğunu tahmin ediyordu. Üstünde mavi pantolon, gömlek, bir şapka vardı ve elinde koyu renk bir torba taşıyordu. Kadının, iki tane 3 rakamı olan ‘A’ plakalı bir arabaya gittiğini görmüştü. Araba bej rengi bir Renault 16’ydı. Direksiyonda yirmi yirmi beş yaşlarında zayıf bir adam oturuyordu. Uzun, siyah saçlıydı ve kısa kollu koton tişört giymişti. Dikkat çekici bir şekilde solgundu. Biraz daha yaşı büyük, başka bir adam da kaldırımda duruyordu ve kıza kapıyı açmıştı. Kapıyı arkasından kapattıktan sonra, ön koltukta sürücünün yanına oturmuştu. Bu adam da güçlü yapılıydı, yaklaşık bir seksen boyunda, uzun, kül rengi saçları vardı, kıvırcık ve çok gür. Cildi kırmızıydı ve siyah İspanyol paça pantolon ve parlak kumaştan siyah bir gömlek giymişti. Araba U dönüşü yapmış, Slussen istikametinde gözden kaybolmuştu.
Bu ifadeden sonra, Gunvald Larsson’un kafası çorba oldu. Sonuncu tanığı çağırmadan önce notlarını dikkatlice okudu.
Sonuncu tanık, elli yaşında bir saat tamircisiydi, bankanın tam önünde, arabasının içinde oturmuş, karşı kaldırımdaki bir ayakkabıcıda olan karısını bekliyordu. Penceresi açıktı ve ateş edildiğini duymuştu fakat Horns Caddesi gibi bir cadde her zaman çok gürültülü olduğundan bir tepki vermemişti. Kadının bankadan çıktığını gördüğünde saat üçü beş geçiyordu. Kadın dikkatini çekmişti çünkü yaşlı bir kadına çarpıp ‘affedersiniz’ bile dememişti ve adam da içinden, böyle acelesi olup da kibarlığı umursamamak, tam tipik Stockholm’lü davranışı diye düşünmüştü. Adam Södertälje’liydi. Kadın pantolon giymişti ve başında kovboy şapkasına benzer bir şapka, elinde de siyah bir torba vardı. Kavşağa koşmuş, köşeyi dönüp gözden kaybolmuştu. Hayır, herhangi bir arabaya binmemişti, hiç durmadan doğruca köşeye gitmiş ve gözden kaybolmuştu.
Gunvald Larsson, telefon edip Renault’daki adamların eşkâlini tarif etti, ayağa kalktı, belgelerini toparladı ve saate baktı. Altı olmuştu.
Muhtemelen boşu boşuna bir sürü iş yapmıştı. Olay yerine ilk ulaşan polis memurlarına farklı araçlar görüldüğüne dair ifadeler verilmişti. Tanıkların ifadeleri birbiriyle tutarlı değildi. Elbette her şey rezil durumdaydı. Her zamanki gibi.
Bir an için Gunvald Larsson, şu sonuncu tanığı alıkoysam mı diye düşündü ama bu düşüncesinden vazgeçti. Herkes bir an evvel evine gitmeye can atıyordu. Doğrusu en çok can atan da kendisiydi. Bu yüzden bütün tanıkları gönderdi.
Ceketini giyip bankaya geri döndü.
Cesur jimnastik hocasının cesedi kaldırılmıştı ve genç bir polis memuru arabasından inip ona Dedektif Komiser Rönn’ün onu odasında beklediğinin haberini verdi. Gunvald Larsson derin bir iç çekip arabasına yöneldi.

3
Hayatta olduğuna şaşırarak uyanmıştı. Yeni değildi bu his. Tamı tamına son on beş aydır her gün gözlerini aynı kafa karıştırıcı soruyla açıyordu: Nasıl olur da hâlâ hayattayım?
Tam uyanmadan evvel bir rüya gördü. Bu da on beş aylık bir durumdu. Durmadan değişse de hep aynı sıralamada ilerliyordu. Ata binmişti. Soğuk esen rüzgâr saçlarını savururken Martin Beck atın üstünde öne eğilmiş, dörtnala gidiyordu. Arkasından bir istasyonda, platformda koşuyordu. Tam önünde silahını çekmiş bir adam görüyordu. Adamın kim olduğunu ve neler olacağını biliyordu. Adam Charles J. Guiteau idi; silah bir nişancı tabancasıydı, Hammerli International modeldi.
Adam tam silahı ateşlerken Martin Beck öne atılıp kurşunu gövdesiyle durduruyordu. Kurşun bir balyoz gibi göğsünün tam ortasına iniyordu. Kendini feda ettiği ortadaydı; tam o sırada, bu hareketinin beyhude olduğu kafasına dank ediyordu. Başkan çoktan yere yığılmıştı, başındaki parlak melon şapka düşmüştü ve yerde yuvarlanıyordu.
Her zamanki gibi, kurşun ona değdiği an uyandı. Önce her şey karardı, arkasından beyninden kavurucu bir sıcak geçti. Sonra gözlerini açtı.
Martin Beck, sessizce yatağında uzanıp tavanı seyretti. Odanın içi aydınlıktı. Rüyasını düşündü. Pek anlamlı bir rüyaya benzemiyordu, en azından bu versiyonu. Ayrıca saçmalıklarla doluydu. Silah mesela, bir altıpatlar ya da kısa namlulu bir cep tabancası olmalıydı; ayrıca Garfield nasıl orada ölümcül hâlde yaralanmış olarak yatabilirdi ki, ne de olsa kendisi kurşunu göğsüyle görkemli bir biçimde durdurmuştu?
Katilin gerçekte nasıl göründüğü hakkında hiçbir fikri yoktu. Adamın fotoğrafını görmüşse bile, zihnindeki imge çoktan silinmişti. Guiteau genelde mavi gözlü, sarı bıyıklı ve arkaya taranmış, derli toplu saçlı olurdu ama bugün daha çok, meşhur bir rolde oynamış bir aktöre benziyordu. Martin Beck bunun hangi rol olduğunu anında hatırladı: Cehennemden Dönüş filmindeki kumarcı rolüyle John Carradine. Tüm sahne son derece romantikti.
Gelgelelim, göğsünüzdeki kurşun, o romantik duruşunu hemen kaybeder. Martin Beck, bunu tecrübeyle biliyordu. Eğer sağ göğsü teğet geçip omurganın yakınına yerleşirse, hem çok acı hem de uzun vadede çok zahmetli bir tesiri olurdu.
Fakat aynı zamanda rüyanın içinde, kendi gerçekliğiyle uyuşan kısımlar da mevcuttu. Nişancının namlusu mesela. Mavi gözlü, sarı bıyıklı ve saçları geriye taranmış, işten çıkarılmış eski bir polis memuruna aitti. Soğuk, karanlık bir bahar günü bir çatıda karşılaşmışlardı. Aralarında tek kelime konuşmamışlardı. Sadece bir silah patlamıştı.
O akşam Martin Beck, beyaz duvarlı bir odada uyanmıştı. Tam olarak belirtmek gerekirse, Karolinska Hastanesi’nin göğüs cerrahisi kliniğinde. Orada ona hayatının tehlike altında olmadığını söylemişlerdi. Öyleyken bile, Martin Beck kendi kendine nasıl hâlâ hayatta olduğunu sormuştu.
Daha sonra, aldığı yaranın hayatını artık tehdit etmediğini söylemişlerdi fakat kurşun iyi bir yerde değildi. Martin Beck, ‘artık’ kelimesini algılamış fakat kabullenmemişti. Doktorlar haftalar boyu röntgen filmlerini inceledikten sonra yabancı cismi vücudundan çıkarmışlardı. Arkasından, aldığı yaranın hayatı için kesinlikle herhangi bir tehlike oluşturmadığını söylemişlerdi ve ağırdan alırsa, tamamen iyileşecekti. Fakat artık o noktada Martin Beck onlara inanmayı bırakmıştı.
Yine de her şeyi bayağı ağırdan alıyordu. Başka seçeneği yoktu.
Şimdiyse ona tamamen iyileştiğini söylüyorlardı ama sadece: “Fiziksel olarak.” Ayrıca sigara içmemeliydi. Soluk borusu zaten çok sağlıklı değildi, ciğerinden geçen bir kurşun yarası da durumu hiç de iyi yapmıyordu. Yarası iyileştikten sonra, kabuğun etrafında gizemli izler çıkmaya başlamıştı.
Martin Beck kalktı. Oturma odasından hole geçti ve paspasta duran gazetesini alıp mutfağa devam etti, bu arada da ön sayfadaki manşetleri gözleriyle taradı. Hava güzeldi ve meteorolojiye göre öyle kalacaktı. Bunun haricinde her şey, her zamanki gibi, daha kötüye gidiyor gibiydi. Gazeteyi mutfaktaki masaya koyup buzdolabından bir kutu yoğurt çıkardı. Tadı her zamanki gibiydi, ne iyi ne kötü, sadece bir nebze küflü ve yapaydı. Kutu muhtemelen uzun zamandır bekliyordu. Belki de satın aldığında da bayattı. Stockholm’lülerin özel bir çaba göstermeden ya da ateş pahası bir fiyat ödemeden taze bir ürün alabildiği günler çoktan mazi olmuştu. Sıradaki durak banyoydu. Martin Beck yüzünü yıkayıp dişlerini fırçaladıktan sonra yatak odasına döndü, yatağı topladı, pijamasının altını çıkarıp giyinmeye başladı.
Bunu yaparken de huzursuz huzursuz etrafa bakındı. Şehir merkezinde Köpman Caddesi’nde bir binanın en üst katındaki bir dairede oturuyordu. Çoğu Stockholm’lü buraya rüya gibi bir ev derdi. Martin Beck üç yıldan uzun zamandır burada yaşıyordu ve ne kadar rahat olduğunu hatırlayabiliyordu, ta ki o bahar günü çatının tepesinde yaşadığı şeye kadar.
Bugünlerdeyse onu ziyaret edenler olmasına rağmen kendini çoğunlukla eve kapanmış ve yalnız hissediyordu. Muhtemelen dairenin bir kabahati yoktu. Martin Beck son zamanlarda, açık havadayken bile kendini klostrofobik hissediyordu.
Belli belirsiz bir sigara içme isteği duydu. Doktorlar ona kesinlikle bırakmasını söylemişti ama o umursamıyordu. İçmemesinin asıl nedeni, Devlet Tütün İdaresi’nin her zaman içtiği markanın üretimini durdurmasıydı. Şimdi artık piyasada karton filtreli sigara bulmak imkânsızdı. Bir iki kere diğer çeşitleri denemişti ama onlara bir türlü alışamamıştı. Kravatını bağlarken huzursuz bir şekilde gemi maketlerini süzdü. Yatağının üstündeki rafta üç tanesi duruyordu, ikisi tamamlanmış, birisi yarımdı. Bunları yapmaya sekiz yıldan uzun zaman önce başlamıştı ama geçen yılki o nisan gününden beri onlara el sürmemişti.
O günden bu yana epey tozlanmışlardı. Kızı pek çok defa bunlara el atmayı teklif etse de Martin Beck bırakmasını söylemişti.
Sabah saat 8.30’du, 3 Temmuz 1972, Pazartesi’ydi. Çok mühim bir tarihti. Tam bugün, Martin Beck yeniden işe dönüyordu.
Hâlâ polisti; daha doğrusu, Ulusal Cinayet Masası’nın başkomiseriydi.
Martin Beck ceketini giyip gazeteyi cebine soktu, metroda okumaya niyetliydi, normalde günlük rutini böyleydi.
Güneşin altında Skeppsbron’da yürürken kirli havayı ciğerlerine çekti. Kendini yaşlı ve kof hissediyordu. Fakat bunların hiçbiri dışarıdan bakıldığında anlaşılmazdı. Tam aksine, sağlıklı ve dinç bir havası vardı, hareketleri atletik ve hızlıydı. Uzun boylu, yanık tenli, çenesi kaslı ve sakin, gri-mavi gözlü, geniş alınlı bir adam olan Martin Beck kırk dokuz yaşındaydı. Ellisine merdiven dayamıştı. Ama çoğu kişi onu daha genç sanıyordu.

4
Västberga Bulvarı üzerindeki Güney Emniyet Müdürlüğü’ndeki oda, Cinayet Masası şefini temsil eden birisinin mekânıydı uzun süredir. İçerisi temiz ve derli toplu olmasına rağmen, birisi zahmet edip masasına koca bir vazo çiçek koymuştu, çoğu şey bıraktığı gibi değildi. Olması gerektiği gibi olmasa da bariz bir şekilde sıcacık bir yuva gibi. Özellikle de çalışma masasının çekmeceleri. İçinden bir sürü şey çıkarılmıştı ama epey bir eşyası da yerli yerindeydi. Eski vergi fişleri ve sinema biletleri mesela, kırık tükenmez kalemler ve boş şeker kutuları. Kalem tepsilerinin çoğunda ataşlardan yapılmış zincirler, lastikler, küp şekerler ve sakarin tableti kutuları duruyordu. Ayrıca iki paket ıslak mendil, bir paket kâğıt mendil, üç kartuş ve bozuk bir Exacta saat. Temiz, okunaklı bir yazıyla bölük pörçük notlar yazılmış bir sürü kâğıt parçası.
Martin Beck merkezde dolaşıp herkese selam vermişti. Hepsi olmasa da çoğu eski dostlarıydı. Şimdiyse masasında oturuyor, kol saatini inceliyordu, tamamen işe yaramaz görünüyordu. Kristal camı içeriden lekeliydi ve saati sallayınca çerçevesinden paslı, kötü bir ses çıktı, sanki vidalarından biri gevşemiş gibiydi.
Lennart Kollberg kapıyı tıklatıp içeri girdi. “Selam,” dedi. “Hoş geldin.”
“Teşekkürler. Bu senin kol saatin mi?”
“Evet,” dedi Kollberg iç karartıcı bir şekilde. “Yanlışlıkla çamaşır makinesine atmışım. Pantolon cebimde unutmuşum.” Şöyle bir etrafına bakındı ve özür diler gibi açıklama yaptı: “Aslında geçen cuma tamir etmeye çalışıyordum ama araya bir şeyler girdi. Eh, bilirsin nasıl olduğunu…”
Martin Beck başıyla onayladı. Kollberg uzun nekahet döneminde en çok gördüğü insandı ve birbirlerine anlatacak yeni haberleri yoktu. “Diyet nasıl gidiyor?”
“Güzel,” dedi Kollberg. “Bu sabah yarım kilo vermişim, 104 kilodan 103,5 kiloya düşmüşüm.”
“Yani başladığından beri sadece on kilo almışsın?”
“Sekiz kilo diyelim,” dedi Kollberg, incinmiş bir ifadeyle. Omuz silkti ve sızlanarak devam etti: “Berbat bir şey. Doğama tamamen aykırı bu. Gun da bana gülüp duruyor. Bodil de öyle. Sen nasılsın bu arada?”
“İyiyim.”
Kollberg kaş çattı ama bir şey demedi. Evrak çantasının fermuarını açıp içinden açık kırmızı plastik bir dosya çıkardı. Pek ayrıntılı olmayan bir rapor vardı elinde. Otuz sayfa civarında bir rapor.
“Bu ne?”
“Bir hediye diyelim.”
“Kimden?”
“Benden. Aslında değil. Gunvald Larsson ve Rönn’den.
Son derece komik olduğunu düşünüyorlar.”
Kollberg dosyayı masaya koydu. Sonra şöyle dedi: “Maalesef çıkmak zorundayım.”
“Ne için?”
“UPK.”
Yani yeni Ulusal Polis Kurulu.
“Neden?”
“Şu kahrolası banka soygunları.”
“Ama onlarla ilgilenen özel bir ekip var.”
“Özel ekibe destek gerekiyor. Geçen cuma, kalın kafalı beyinsizin teki gene vurulmuş.”
“Evet, okudum.”
“Dolayısıyla Emniyet Teşkilatı özel ekibi hemen genişletmeye karar verdi.”
“Seninle mi?”
“Hayır,” dedi Kollberg. “Aslında sanırım, seninle. Ama bu emir geçen cuma geldi, ben hâlâ burada görevdeyken. O yüzden kendim karar verdim.”
“O da?”
“O da seni o tımarhaneden korumak ve özel ekibe destek vermek için kendim gitmek.”
“Sağ ol.” Martin Beck gerçekten de ciddiydi. Özel bir ekipte çalışmak demek, her gün Emniyet Genel Müdürü ile, en az iki daire şefiyle, farklı başkomiserlerle ve başka amatörlerle haşır neşir olmak demekti. Kollberg bu çileyi gönüllü olarak üstlenmişti.
“Eh,” dedi Kollberg, “karşılığında bunu aldım.” Plastik dosyaya kalın işaret parmağını koydu.
“O ne?”
“Bir vaka,” dedi Kollberg. “Gerçekten de son derece ilginç bir vaka, banka soygunları ve o tarz şeyler gibi değil. Tek eksik…”
“Neymiş?”
“Senin polisiye roman okumaman.”
“Niye?”
“Çünkü okusaydın, kıymetini daha çok bilirdin. Rönn ve Larsson herkesin polis hikâyeleri okuduğunu zannediyor. Aslında bu vaka da onların ama şimdilik o kadar sefil durumdalar ki küçük işleri için destek istiyorlar, her isteyeni kabul ediyorlar. Bunu bir düşünsen iyi olur. Sadece sakince otur ve düşün.”
“Tamam, göz atarım,” dedi Martin Beck gönülsüzce.
“Gazetelerde bu konuda tek kelime yazmıyor. Merak etmiyor musun?”
“Tabii.”
“Hoşça kal o zaman.”
“Görüşürüz,” dedi Kollberg.
Kapının dışında durup birkaç saniye bekledi, kaş çattı. Sonra dertli dertli başını sallayıp asansöre doğru yürüdü.

5
Martin Beck, kırmızı dosyada ne olduğunu merak ettiğini söylemişti ama bu pek doğru değildi. Aslında, uzaktan yakından ilgisini çekmiyordu. Buna rağmen o soruya neden kaçamak ve doğru olmayan bir cevap vermişti bilmiyordu. Kollberg’i mutlu etmek için mi? Pek sayılmaz. Onu kandırmak için mi? Bu daha da alakasız. Bir kere, bu çok anlamsızdı, buna kanmazdı. Birbirilerini yakından tanıyorlardı, hem de uzun yıllardır. Bunun yanı sıra, Kollberg, Martin Beck’in hayatında tanıdığı en kandırılmayacak adamdı. Belki de kendini kandırmak istemişti? Düşüncesi bile saçmaydı.
Martin Beck ofisini incelemeye devam ederken bu soruyu kafasında evirip çevirdi. Çekmeceleri karıştırmayı bitirince mobilyalara geçti, sandalyeleri sağa sola çekti, masayı başka tarafa çevirdi, dosya dolabını kapıya birkaç santim daha yaklaştırdı, ofis lambasının vidasını söküp masasının sağ köşesine aldı. Belli ki vekaleten yerine bakan kişi lambayı solda tercih ediyordu ya da o şekilde kalmıştı. Koll-berg böyle ufak tefek şeylerde hep özensizdi. Ancak mühim bir durum varsa, son derece mükemmeliyetçiydi. Örneğin, kafasındaki kusursuz eşe kavuşma motivasyonuyla, evlenmek için kırk iki yaşına kadar doğru kişiyi beklemişti.
Öte yandan Martin Beck, neredeyse yirmi yıl süren başarısız evliliğinin yanlış bir seçim olduğunu kolayca anlayabilirdi. Neyse ki boşanmıştı zaten; bunu bile çok uzatmıştı.
Son altı ay içinde, hayatını gözünün önünden geçirdiği zamanlarda kendini boşanmasının bir hata olup olmadığını düşünürken bulurdu. Belki de dırdırcı ve sıkıcı bir eşinin olması hiç olmamasından daha iyiydi?
Eh, her şeyin bir bedeli vardı. Martin Beck çiçeklerle dolu vazoyu alıp sekreterlerden birine verdi. Kız buna sevinmişti. Martin Beck masasına oturup etrafına bakındı. Düzeni yeniden oturtmuştu.
Acaba bunu kendini hiçbir şeyin değişmediğine inandırmak için mi yapıyordu? Anlamsız bir soruydu bu ve Martin Beck soruyu en kısa zamanda unutmak için kırmızı dosyayı önüne çekti. Plastiği şeffaftı ve Beck anında bunun bir cinayet dosyası olduğunu anladı. Tamam. Cinayet, mesleğinin bir parçasıydı zaten. Ama nerede olmuştu bu olay? Bergs Caddesi no 57. Neredeyse polis merkezinin dibinde.
Genellikle onun ya da dairesinin değil de Stockholm Adli Suçlar Soruşturma Birimi’nin işi olduğunu düşünürdü. Bir an için Kungsholmen’i arayıp konu nedir diye sormak geldi içinden. Ya da sadece belgeleri dosyaya geri sokup gönderene iade etmek. Martin Beck katı ve resmî olmayı istiyordu ve bunu bastırmak için de büyük bir iradeyle mücadele etti. Dikkatini dağıtmak için saate baktı. Öğle yemeği vakti gelmişti bile. Ama karnı hiç de aç değildi.
Martin Beck kalktı, lavaboya gidip bir bardak ılık su içti.
Geri dönünce odasındaki havanın sıcak olduğunu ve kötü koktuğunu fark etti. Yine de ceketini çıkarmadı, kravatını bile gevşetmedi. Oturdu, sayfaları önüne çekip okumaya başladı.
Polis olarak geçirdiği yirmi sekiz yıl ona birçok şey katmıştı. Raporları önemsiz detaylara ve tekrarlara takılmadan hızlıca okuma da bunlardan biriydi, eğer varsa, bir ortak nokta saptama da.
Dosyayı görev bilinciyle okuması bir saati bulmadı. Çoğu kötü yazılmıştı, bazı şeyler hiç anlaşılmıyordu ve bazı bölümler oldukça kötü bir araya getirilmişti. Martin Beck yazan kişiyi hemen tanıdı. Einar Rönn üslubuna bakılırsa ünlü trafik yönetmeliğinin mucidiyle akraba gibi, hani şu diğer yerlerin yanı sıra sokak lambaları yandığında karanlık çöker diyen yönetmeliğin mucidiyle.
Martin Beck dosyayı bir kez daha karıştırdı, bazı detayları kontrol etti. Sonra raporu bıraktı, dirseklerini masaya, alnını avuçlarına koydu. Kaş çatarak olayları uzun uzadıya düşündü.
Olay iki bölümden ibaretti. Birinci bölüm, gündelik ve iğrençti.
15 gün önce, yani 18 Haziran Pazar günü, Kungsholmen’deki Bergs Caddesi 57 numaradan bir kiracı polisi aramıştı. Konuşma öğleden sonra saat 2.19’da kaydedilmişti ama içinde iki memur bulunan bir devriye arabası ancak iki saat sonra oraya ulaşmıştı. Bergs Caddesi’ndeki ev, Stockholm Emniyet Müdürlüğü’nden taş çatlasın yürüyerek dokuz dakika mesafedeydi ancak bu gecikme kolaylıkla açıklanmıştı. Başkentte feci bir polis kıtlığı vardı; ayrıca yaz tatili dönemiydi, hem de günlerden pazardı. Dahası durumun acil olduğunu gösteren hiçbir işaret yoktu. Karl Kristiansson ve Kenneth Kvastmo adlı iki devriye polisi binaya girip, arayan kişiyle konuşmuştu. Arayan, evin sokağa bakan cephesinde iki kat yukarıda oturan bir kadındı. Kadın onlara birkaç gündür, merdiven boşluğundan gelen nahoş bir kokudan rahatsız olduğunu ve bir şeylerin yolunda gitmediğinden şüphelendiğini anlatmıştı.
İki memur da kokuyu anında almıştı. Kvastmo kokunun çürümeden kaynaklandığını belirtmişti; kendi deyimiyle çürümüş et kokusunu andırıyordu. Yine Kvastmo daha yakından koklayınca birinci kattaki bir dairenin kapısına geldiler. Ellerindeki bilgilere göre, tek odalı bir dairenin kapısıydı bu, bir süredir, muhtemelen ismi Karl Edvin Svärd olan, altmış beş yaşlarında bir adam orada yaşıyordu. İsim, zilin altındaki elle yazılmış bir kartonun üstünde yazıyordu. Tahmin edildiği üzere, koku intihar etmiş ya da doğal sebeplerle ölmüş birisinin cesedinden, bir köpekten -Kvastmo’ya göre- ya da muhtemelen hasta veya çaresiz bir duruma düşmüş bir insandan geliyor olabileceğinden zorla içeri girmeye karar vermişler. Zil çalışmıyormuş ama kapıyı ne kadar yumruklasalar da bir ses çıkmamış. Bir kapıcı, ev sahibi ya da yardımcı olabilecek birileriyle temasa geçme çabaları da sonuç vermemiş.
Bunun üstüne polisler, daireye girmek için izin istemiş ve bir arama emri çıkarttırmışlar. Bir çilingir çağrılmış, bu da bir yarım saatlik daha gecikmeye yol açmış.
Çilingir kapının oldukça güçlü bir kilidi olduğunu, posta deliği bulunmadığını söylemiş. Böylece kilit özel bir alet sayesinde delinmiş fakat bu bile kapıyı açmayı mümkün kılmamış.
Kristiansson ve Kvastmo’nun bu olayla geçirdikleri zaman mesai saatlerini çok aşmış. Yeni emir isteyip kapıyı kırarak açma emri çıkarttırmışlar. Cinayet Büro’dan birileri mi katılsa acaba şeklindeki sorularına, başka müsait personel yok gibisinden kısa ve öz bir cevap almışlar. Artık çilingir de işinin bittiğini düşünüp oradan ayrılmış.
Akşam saat yedi sularında Kvastmo ve Kristiansson, kapının dışındaki menteşeleri kırarak kapıyı açmayı başarmışlar. Buna rağmen, onları yeni bir zorluk bekliyormuş zira kapı, iki güçlü metal sürgüyle sağlamlaştırılmış, ayrıca üstüne bir de tilki-kilidi denen, doğramaların ortasına yerleştirilmiş bir dökme demir çubuk oturtulmuş. Bir saat daha süren çalışmaların ardından, polisler dairenin içine girmeyi başarmışlar, içeride onları boğucu bir sıcak ve burunlarının direğini kıracak kadar ağır bir ceset kokusu karşılamış.
Sokağa bakan odanın içinde ölü bir adam bulmuşlar. Ceset sırtüstü uzanmış, Bergs Caddesi’ne bakan pencereden yaklaşık üç metre uzaktaymış, açık bir elektrikli radyatörün yanındaymış, bu radyatörden gelen sıcaklık, bir de devam eden sıcak hava akımı sayesinde ceset normal hacminin en az iki katı şişmiş. Ceset, yoğun bir çürüme evresindeymiş ve her taraf kurt kaynıyormuş.
Sokağa bakan pencere içeriden kilitli, jaluzi de inikmiş. Açık mutfaklı dairenin diğer penceresi avluya bakıyormuş. Pencere lastikleri yapıştırılmış ve uzun zamandır açılmamış gibiymiş. Mobilyalar az, süpürgelikler sadeymiş. Dairenin tavanı, zemini, duvar ve duvar kâğıtları, boyası harap bir hâldeymiş. Mutfak ve oturma odasında sadece birkaç parça alet edevat bulunmuş.
Orada buldukları resmî bir belge, ölen adamın yani altmış iki yaşındaki Karl Edvin Svärd’ın emeklilik yaşı gelmeden altı yıl önce işiyle ilişiği kesilmiş bir depo çalışanı olduğunu gösteriyormuş.
Bütün dairenin içi Gustavsson adında bir komiser tarafından incelendikten sonra ceset Adli Tıp Kurumu’na, rutin bir otopsi incelemesine gönderilmiş.
Vaka ilk olarak intihar diye değerlendirilmiş; açlıktan, hastalıktan ya da başka doğal sebeplerden ötürü doğal bir ölüm olmasından da şüphelenilmiş.
Martin Beck ceketinin cebini yoklayıp olmayan Florida paketini aradı.
Gazetelerde Svärd hakkında tek kelime haber yoktu. Haber, dünya üstünde en yüksek intihar oranlarından birine sahip Stockholm için fazla sıradandı. Herkes bu konudan bahsetmekten dikkatlice kaçınır ve konu açılırsa da manipüle edilmiş ve gerçek dışı istatistikler yoluyla bunu örtbas etmeye çalışırdı. En sık rastlanan açıklama en basit olandı: Diğer bütün ülkeler, bu tür istatistiklerle oynuyordu. Gelgelelim son yıllarda, artık devlet büyükleri bile bunu halk arasında yüksek sesle dile getirmeye cesaret edemez olmuştu, belki de her şeye rağmen insanlar kendi gözleriyle gördükleri kanıtlara, siyasi açıklamalardan daha fazla inandığı içindi. Ayrıca bu böyle olmasa bile mesele yine de utanç vericiydi. Çünkü konunun özü, Refah Devleti’nin hastalar, fakirler ve yalnız insanlarla dolup taşmasıydı. Bu kişiler en iyi ihtimalle köpek mamasıyla beslenen, fare deliğinden hallice kiralık dairelerinde ölene kadar bakımsız kalıyorlardı. Hayır, bunlar halkın duyacağı şeyler değildi. Polise bile uygun değildi.
Fakat hepsi bu kadarla kalmıyordu. Karl Edvin Svärd adlı, vaktinden önce emekliliğe ayrılmış adamın hikâyesinin bir de devamı vardı.

6
Martin Beck, bir raporda bir şey anlaşılmaz görünüyorsa, sebebin yüzde doksan dokuz, birisinin dikkatsizliğinden, hatasından ya da kaleminin sürçmesinden, meselede can alıcı bir noktayı gözden kaçırmasından ya da kendini anlaşılır kılma yeteneğinden mahrum olmasından kaynaklandığını bilirdi.
Bergs Caddesi’ndeki dairede ölen adam hakkındaki hikâyenin ikinci kısmı, en hafif ifadeyle, alengirliydi. İlk başta, işler her zamanki gibi gelişmişti. Pazar akşamı, ceset oradan alınıp morga kaldırılmıştı. Ertesi gün, evin içi dezenfekte edilmişti, bu kesinlikle şarttı ve Kristiansson ve Kvastmo olay hakkındaki raporlarını sunmuştu.
Cesede otopsi salı günü yapılmıştı ve sorumlu polis departmanı, ertesi gün kararı almıştı. Uzun süre beklemiş cesetlere otopsi yapmak oldukça kötüydü, özellikle de bahsi geçen şahsın, intihar ettiği ya da doğal sebeplerle öldüğü baştan biliniyorsa. Dahası, eğer malum şahıs toplumda pek ehemmiyetli bir statüye sahip değilse, mesela vaktinden önce emekliye ayrılmış bir depo işçisiyse, o zaman olaya karşı gram ilgi alaka kalmazdı.
Otopsi raporunu Martin Beck’in adını daha önce hiç duymadığı birisi, muhtemelen geçici bir görevli imzalamıştı. Rapor aşırı derecede bilimsel ve anlaşılmaz bir dildeydi. Belki de bu sebepten, konuya bu kadar miskinlikle yaklaşılmıştı. Martin Beck’in anlayabildiği kadarıyla, dosyası Cinayet Masası’ndaki Einar Rönn’e bir hafta sonra bile ulaşmamıştı. Olaya ilgi ancak bu noktada başlamıştı.
Martin Beck telefonu kendine doğru çekip uzun zaman sonra ilk kez bir görüşmeye hazırlandı. Ahizeyi kaldırdı, sağ elini tuşların üstüne koydu, bir süre öyle kaldı. Adli Tıp Kurumu’nun numarasını unutmuştu, rehberden bakmak zorunda kaldı.
Patoloji uzmanı çok şaşırdı. “Tabii,” dedi. “Tabii hatırlıyorum. Rapor iki hafta önce gönderildi.”
“Biliyorum.”
“Net olmayan bir kısım mı var?”
Martin Beck, kızın bozulmuş gibi konuştuğunu duydu.
“Sadece birkaç noktayı anlamadım. Raporunuza göre, bahsi geçen kişi intihar etmiş.”
“Tabii.”
“Nasıl?”
“Kendimi bu kadar mı kötü ifade etmişim?”
“Ah, hayır, hiç değil.”
“O zaman neresini anlamadınız?”
“Büyük bir bölümünü doğrusu ama bu tamamen benim cahilliğimden kaynaklanıyor.”
“Terminolojiyi mi kastediyorsunuz?”
“Nedenlerden biri de bu.”
“Eğer tıp bilginiz yoksa,” dedi kız moral verir gibi, “bu tür zorluk genelde yaşanır.” Sesi ince ve netti. Gençti kesin.
Martin Beck bir süre konuşmadan oturdu. Bu noktada şöyle demeliydi: “Sevgili genç hanım, bu rapor patoloji uzmanlarına hitaben yazılmadı, farklı bir kesim okuyacak. Ne de olsa Büyükşehir Emniyeti talep etmiş, bir polis komiserinin anlayabileceği kelimeler kullanılarak yazılmalıydı.” Ama demedi. Neden? Düşünceleri doktor tarafından yarıda kesildi: “Alo, orada mısınız?”
“Evet, buradayım.”
“Özellikle sormak istediğiniz bir şey mi vardı?”
“Evet. Öncelikle intihar olduğu varsayımınızın dayanağını öğrenmek istiyorum.”
Doktor kadın cevap verdiğinde, sesinde bir şaşkınlık gizliydi. “Sevgili Başkomiserim, bize bu ceset polisten geldi. Otopsi yapmadan önce, soruşturmadan sorumlu olduğunu düşündüğüm polis memuruyla bizzat telefonda konuştum. Bunun rutin bir iş olduğunu söyledi. Cevaplanmasını istediği tek soru vardı.”
“Neymiş?”
“Bu kişi intihar etmiş mi, etmemiş mi?”
Sinirlenen Martin Beck, parmak boğumlarını göğsüne sürttü.
Kurşunun girdiği yer bazen acıyordu. Ona bunun psikosomatik olduğu söylenmişti, bilinçaltı geçmişle ilişiğini kestiğinde bu acı da geçecekmiş. Tam şu andaysa, onu büyük ölçüde sinir eden şey, şimdiydi. Aslında bu da bilinçaltının hiç ama hiç ilgi duymadığı bir şeydi.
Basit bir hata yapılmıştı. Otopsi, polisten en ufak bir ipucu alınmadan yapılmalıydı. Adli tıp uzmanlarına, şüpheli ölüm sebebini sunmak küçük çapta bir yetki aşımıydı, özellikle de bu durumda olduğu gibi patoloji uzmanı genç ve tecrübesizse.
“Memurun adını biliyor musunuz?”
“Dedektif Komiser Aldor Gustavsson. Sanırım davadan o sorumlu. Tecrübeli ve işini bilen birine benziyordu.”
Martin Beck Dedektif Komiser Aldor Gustavsson hakkında hiçbir şey bilmiyordu. Dedi ki: “Yani polis size bazı talimatlar mı verdi?”
“Öyle de denebilir, evet! Her hâlükârda polis, olayın şüpheli bir intihar meselesi olduğunu açıkça belirtti.”
“Anladım.”
“İntihar demek, bildiğiniz üzere, birisinin kendini öldürdüğü anlamına gelir.”
Beck bir cevap vermedi. Bunun yerine şöyle dedi: “Otopsiyi yapmak zor muydu?”
“Pek sayılmaz. Kapsamlı organik değişimler haricinde tabii. Bu, her zaman işimizi karmaşıklaştıran bir etken olur.”
Martin Beck, kadının kaç otopsi yaptığını merak etti ama yorum yapmaktan kaçındı. “Uzun sürdü mü?”
“Pek değil. İntihar mı, bir akut hastalık sorunu mu diye bakmak için göğüs kafesini açmakla başladım.”
“Neden?”
“Çünkü merhum yaşlıca bir adamdı.”
“Neden ölümün ani olduğunu düşündünüz?”
“Polis memuru bana öyle olduğu izlenimini verdi.”
“Nasıl?”
“Hatırladığım kadarıyla doğrudan meseleyi anlatarak.”
“Ne dedi?”
“‘İhtiyar ya canına kıydı ya da kalp krizi geçirdi.’ Bu tarz bir cümle kurdu.”
Bir başka yanlış çıkarım daha; saçını başını yolacaktı! Svärd’ın ölmeden önce felçli ya da çaresizce, günlerce orada kalmış olabileceğini gösteren hiçbir kanıt yoktu.
“Yani göğsünü açtınız.”
“Evet, ve sorunun cevabı hemen ortaya çıktı. Hangi seçeneğin doğru olduğuna dair şüphe kalmadı.”
“İntihar mı?”
“Tabii ki.”
“Hangi şekilde?”
“Kendini kalbinden vurmuş. Kurşun hâlâ göğüs kafesindeydi.”
“Kurşun kalbi delmiş miydi?”
“Çok yaklaşmış. Asıl hasar aorttaydı.” Kız kısa bir an durdu, sonra bir nebze laf sokar gibi ekledi: “Anlaşılacak bir biçimde ifade edebildim mi?”
“Elbette.” Martin Beck sıradaki sorusunu dikkatlice düşündü. “Kurşun yaraları hakkında tecrübeniz var mı?”
“Yeterince tecrübem var. Her neyse, bu vakada karışık bir nokta yoktu.” Kız hayatı boyunca kurşun yarası almış kaç kurban üstünde otopsi yürütmüş olabilirdi ki? İki mi? Üç mü? Ya da belki de bir?
Doktor belki de Martin Beck’in dillendirmediği şüpheleri sezinleyerek açıkladı: “İki sene önce, İç Savaş sırasında Ürdün’de çalıştım. Orada bildiğiniz üzere kurşun yarasından geçilmiyordu.”
“Fakat tahminen o kadar çok intihar görülmüyordu.”
“Hayır, pek değil.”
“Eh, genelde,” dedi Martin Beck, “çok az sayıda intihar vakasında kalp hedef alınır. Çoğu kendilerini ağzından, kimileri de şakağından vurur.”
“Olabilir. Fakat bu adam benim gördüğüm ilk vaka değildi. Psikoloji okurken intihar edenlerin, özellikle de duygusal olanların kalplerini hedef almak gibi derin içgüdüleri olduğunu öğrenmiştim. Anlaşılan, yaygın bir eğilim.”
“Sence Svärd bu kurşun yarasıyla ne kadar süre hayatta kaldı?”
“Uzun değil. Bir dakika, bilemedin iki ya da üç. İç kanama her yeri kaplamıştı. Ben bir dakika derim. Yine de çizgiler çok küçük. Bir şey değişir mi?”
“Belki değişmez. Fakat ilgimi çeken bir nokta daha var. Cesedi 20 Haziran’da incelediniz?”
“Evet, doğru.”
“Sizce adam o gün, kaç gündür ölüydü?”
“Mmm…”
“Bu noktada, raporunuz muğlak.”
“Açıkçası tam olarak söylemek kolay değil. Belki benden daha tecrübeli bir patoloji uzmanı size daha net cevap verebilir.”
“Peki ama siz ne düşünüyorsunuz?”
“En az iki aydır, ama…”
“Ama ne?”
“Ama bulunduğu yere bağlı. Sıcaklık ve nemin etkisi önemli bir faktör. Zaman daha kısa olabilir. Örneğin bedenin yüksek ısıya maruz kalması. Diğer yandan dezentegrasyon çok kapsamlı, dediğim gibi…”
“Peki kurşunun girişte açtığı yara?”
“Şu doku bozulması bu konuda bir şey demeyi zorlaştırıyor.”
“Namlu bedenle temas hâlinde mi ateş edilmiş?”
“Bana göre öyle değil. Ama yanılıyor olabilirim tabii.”
“Tamam da siz ne düşünüyorsunuz?”
“Başka türlü ateş ettiğini. Bilinen iki klasik tür var, değil mi?”
“Evet,” dedi Martin Beck, “öyle.”
“Ya namluyu vücuda dayayıp tetiği çeker yahut silahı, artık her neyse, tutan kolunu ileri uzatıp silahı ters çevirir, bu durumda tetiği başparmağıyla çekmesi gerekir.”
“Kesinlikle. Yani siz böyle düşünüyorsunuz?”
“Düşünülebilecek her ihtimali hesaba katarak evet. Bu kadar çok bozulmuş bir bedende yakınlığı tespit etmek gerçekten zor.”
“Anlıyorum.”
“O zaman bir şey anlamayan tek benim,” dedi kız rahatça. “Bu soruları niçin soruyorsunuz? Kendini hangi yönden vurduğunun bir önemi var mı?”
“Evet, öyle gözüküyor. Svärd evinde, bütün pencere ve kapılar içeriden kapalı hâlde ölü bulundu. Elektrikli bir radyatörün yanında yatıyordu.”
“İleri seviyede çürümenin açıklaması bu,” dedi. “O zaman bir ay süre yeterlidir.”
“Gerçekten mi?”
“Evet. Aynı zamanda neden nokta atışa rağmen cildinde barut yanığı bulamadığımızı da açıklayabilir.”
“Anladım,” dedi Martin Beck. “Yardımınız için teşekkürler.”
“Ah, bir şey değil. Açıklayabileceğim başka şey varsa arayabilirsiniz.”
“Hoşça kalın.” Ahizeyi yerine koydu. Kız açıklama konusunda kaçın kurasıydı. Yakında geriye açıklanacak tek şey kalacaktı. Ama o hepten şaşırtıcıydı. Svärd kesinlikle intihar etmiş olamazdı. Tabanca olmadan kendini vurmak her yiğidin harcı değildi.
Bergs Caddesi’ndeki dairede silah bulunmamıştı ki.

7
Martin Beck, telefon görüşmelerine devam etti. Bergs Caddesi’ne çağrılan ilk devriye polisine ulaşmaya çalıştı ama iki memur da anlaşılan mesaide değildi. Birkaç yeri daha arayıp taradıktan sonra, birisinin tatilde, diğerinin de bir duruşmada delil sunmak için izinli olduğu anlaşıldı. Gunvald Larsson toplantılarla meşguldü ve Einar Rönn çağrıldığı bir yere gitmek üzere dışarı çıkmıştı.
Martin Beck, uzun bir süre daha uğraştıktan sonra vakayı Cinayet Masası’na gönderen dedektif komisere ulaşmayı başardı. Bu da 26 Haziran Pazartesi günü olmuştu ve Martin Beck adama bir soru sormak zorundaydı: “Otopsi raporunun çarşamba günü erkenden geldiği doğru mu?”
Adam cevap verirken sesi fark edilir şekilde titredi: “Emin değilim ama ben şahsen o cuma gününe kadar okumadım.”
Martin Beck bir şey demedi. Bir nevi açıklama bekledi. Açıklama geldi:
“Bizim bölgede, polis kuvveti yarıya inmiş vaziyette. En acil meseleleri halletmeden ona el atmam mümkün değildi. Dosya üstüne dosya geliyor. Her gün daha da beter bir hâl alıyor.”
“Yani o tarihten önce hiç kimse otopsi raporuna bakmadı?”
“Evet, bizim buradaki amir baktı. Cuma sabahı da tabancayla kim ilgilendi diye sordu.”
“Ne tabancası?”
“Svärd’ın kendini vurduğu tabanca. Benim tabancadan haberim yoktu ama oraya çağrılan memurlar bulmuştur diye düşündüm.”
“Onların raporu önümde,” dedi Martin Beck. “Eğer dairede ateşli bir silah olsaydı, kesinlikle burada bahsi geçerdi.”
“Bu devriye polisinin nasıl hata yapmış olabileceğini anlamıyorum,” dedi adam hemen savunmaya geçerek. Adamlarını savunmaya hakkı vardı ve sebebini anlamak zor değildi. Son bir yıldır, karakol polislerine karşı eleştiriler almış başını yürümüştü. Halkla ilişkiler her zamankinden kötüydü ve iş yükü ikiye katlanmıştı. Sonuç olarak, polisler kolayca pes ediyordu. Maalesef, bunlar da genellikle en iyiler oluyordu. İsveç’teki muazzam işsizliğe rağmen, yeni adam bulmak imkânsızdı ve işe alım departmanı küçüldükçe küçülüyordu. Teşkilatta kalan polisler de birbirlerine tutunma ihtiyacını yürekten hissediyordu.
“Belki de,” dedi Martin Beck.
“Bu adamlar, tam olarak yapmaları gerekeni yaptılar. Eve girip ölüyü bulduktan sonra üstlerinden birini aradılar.”
“Gustavsson denen adamı mı?”
“Aynen. Cinayet Büro’dan. Cesedi bulmanın dışında, çıkarımlara varma ve gözlemlerini rapor etme işi ona aitti. Ona silahı göstermiş, gereğini yapmışlardır diye düşündüm ben de.”
“Sonra da rapor etme zahmetine bile girmedin?”
“Böyle şeyler oluyor,” dedi polis gevrek gevrek.
“Eh, görünen o ki odada silah yokmuş.”
“Evet. Ama ben bunu bir hafta önce, pazartesi günü, Kristiansson ve Kvastmo ile konuşurken öğrendim. Bunun üstüne de, dosyayı hemen Kungsholms’a gönderdim.”
Kungsholmen polis merkezi ve Cinayet Büro aynı binadaydı. Martin Beck hiç çekinmeden şöyle dedi: “Eh, pek de uzak bir mesafe değil zaten.”
“Biz hata yapmadık,” dedi adam.
“Aslında ben kimin hata yapmış olabileceğinden çok, Svärd’a ne olduğuyla ilgileniyorum,” dedi Martin Beck.
“Eh, eğer bir hata yapılmışsa, en azından yapan Büyükşehir Emniyet Teşkilatı değildir.”
Bu çıkışı, bayağı ima barındırıyordu. Martin Beck, iyisi bu konuşmayı nihayete erdirmek, diye düşündü. “Yardımın için teşekkürler,” dedi. “Hoşça kal.”
Hattaki bir sonraki adam, çok acelesi varmış gibi gözüken Dedektif Komiser Gustavsson’du. “Ha, şu olay,” dedi. “Eh, ben hiç anlamadım. Ama herhâlde öyle şeyler oluyordur.”
“Nasıl şeyler?”
“Açıklanamaz şeyler, hani çözümü bulunamayan muammalar gibi. Dolayısıyla insan anında pes etmesi gerektiğini anlıyor.”
“Buraya gelme nezaketini gösterebilir misin?” dedi Beck.
“Şimdi mi? Västberga’ya mı?”
“Aynen.”
“Maalesef imkânsız.”
“Bence değil.” Martin Beck kol saatine baktı. “Üç buçuk diyelim.”
“Ama bu imkânsız…”
Martin Beck, “Üç buçuk,” dedi ve telefonu kapattı. Sandalyesinden kalkıp elleri arkasından bağlı, odada volta atmaya başladı.
Bu açıktan açığa çekişme, son beş yılda yaşananlar hakkında çok şey anlatıyordu. Polisin bir soruşturmaya öncelikle bir şeyleri ayıklamaya çalışmakla başlaması gittikçe sık yaşanıyordu artık. Bu da esas konuya odaklanmayı zorlaştırıyordu.
Aldor Gustavsson, saat 4.05’te geldi. Bu isim Martin Beck için hiçbir şey ifade etmiyordu fakat adamı görür görmez tanıdı. Yaklaşık otuzlu yaşlarında, sıska bir adamdı, sert, umursamaz bir havası vardı. Martin Beck onu ara sıra Stockholm Cinayet Büro’da, ayrıca daha farklı ortamlarda görmüştü.
“Lütfen otur.”
Gustavsson en güzel sandalyeye oturdu, bacak bacak üstüne atıp bir puro çıkardı. Puroyu yakıp şöyle dedi: “Çılgın bir hikâye, hı? Ne bilmek istiyorsun?”
Martin Beck bir süre tükenmez kalemini parmaklarının arasında yuvarlayarak sessizce oturdu. Sonra şöyle dedi: “Bergs Caddesi’ne saat kaçta gittin?”
“Akşam saatlerinde. On civarı.”
“O sırada nasıl gözüküyordu?”
“Bayağı iğrençti. Kocaman beyaz kurtçuklarla doluydu. Kokudan zaten burnumun direği kırılıyordu. Polislerden biri hole kusmuştu.”
“Memurlar neredeydi?”
“Birisi kapının dışında nöbet tutuyordu. Diğeri arabanın içinde oturuyordu.”
“Tüm bu zaman boyunca kapıda nöbet mi tutmuşlar?”
“Evet, en azından anlattıklarına göre öyle.”
“Peki sen ne yaptın?”
“Hemen içeri girip şöyle bir baktım. Bayağı berbat görünüyordu, dediğim gibi. Fakat Cinayet Masası’na iş çıkabilirdi, hiç belli olmaz.”
“Ama sen başka bir çıkarıma vardın?”
“Tabii. Sonuçta her şey aşikârdı. Kapı içeriden üç dört farklı noktadan kilitlenmişti. O adamlar bile içeri girebilmek için akla karayı seçmişti. Pencere de kilitliydi, jaluziler inikti.”
“Pencere hâlâ kapalı mıydı?”
“Hayır. Polisler içeri girince açmışlar elbette. Yoksa kimse orada gaz maskesi takmadan duramazdı.”
“Orada ne kadar kaldın?”
“Çok fazla değil. Cinayet soruşturması gerektirecek bir durum olmadığına kanaat getirmeye yetecek kadar. Ölüm sebebi ya intihar ya da doğal sebeplerden olmalıydı, dolayısıyla iş artık üniformalılara kalıyordu.”
Martin Beck raporu karıştırdı. “Burada oradan alınan şeylerin listesi yok,” dedi.
“Yok mu? Eh, herhâlde birisi düşünmüştür onu. Öte yandan, zaten bir anlamı yoktu. İhtiyarın pek bir eşyası yoktu. Bir masa, bir sandalye ve bir yatak galiba; bir de açık mutfakta birkaç ıvır zıvır.”
“Ama güzelce etrafa baktın?”
“Tabii tabii. Adamlara onay vermeden önce her şeyi inceledim.”
“Ne için onay?”
“Ne mi? Nasıl yani?”
“Ne yapmaları için onay?”
“Cesedi kaldırmaları için elbette. Yaşlı adamın otopsiye gitmesi gerekiyordu, değil mi? İntihar etmiş olsa bile yine de açılıp bakılmalıydı. Kurallar böyle.”
“Gözlemlerini söyleyebilir misin?”
“Tabii. Basit. Ceset pencereden yaklaşık üç metre ötede yatıyordu.”
“Yaklaşık?”
“Evet, doğrusu yanımda metre yoktu. Ceset iki aylığa benziyordu; bir diğer deyişle kokuşmuştu. Odada iki sandalye, bir masa ve bir yatak vardı.”
“İki sandalye?”
“Evet.”
“Az önce bir dedin.”
“Öyle mi? Evet, iki taneydi tahminimce ve bir de eski gazeteler ve kitaplarla dolu bir raf vardı, mutfakta da iki tencere, bir cezve ve her zamanki eşyalar.”
“Her zamanki?”
“Evet, bir konserve açacağı, çatal bıçak, çöp kutusu falan.”
“Anladım. Yerde herhangi bir şey var mıydı?”
“Hiçbir şey yoktu, ceset haricinde yani. Polis memurlarına sordum, onlar da bir şey bulmamıştı.”
“Dairede başka kimse var mıydı?”
“Hayır. Çocuklara sordum, hayır dediler. Ben ve o ikisinden başka kimse içeri girmemişti. Sonra minibüslü adamlar gelip cesedi plastik bir poşete koyup götürdüler.”
“O zamandan bu yana Svärd’ın ölüm sebebini öğrendik.”
“Aynen. Doğru. Kendini vurmuş. Akıl almıyor sahiden.
Silahı ne yapmış peki?”
“Elle tutulur bir açıklaman yok mu?”
“Yok. Olay tamamıyla saçmalığın daniskası. Çözümsüz bir vaka, dediğim gibi. Sık sık böyle olmaz mı zaten, hı?”
“Diğer polis memurlarının bir fikri var mıydı?”
“Hayır, tek gördükleri adamın ölü ve tüm pencerelerin kapalı olması. Ortada bir tabanca olsaydı, onlar ya da ben bulurduk. Neyse, olsa olsa ancak o ihtiyarın yanında yerde duruyor olurdu.”
“Ölünün kim olduğunu öğrendiniz mi?”
“Tabii ki. Adı Svärd’dı, değil mi? Kapıda bile yazılıydı. Ne tip bir adam olduğu bir bakışta anlaşılıyordu.”
“Ne tipti?”
“Eh, sosyal bir vaka. Yaşlı ayyaş muhtemelen. Kendilerini öldüren tiplerden; yani geberene kadar içmez ya da kalpten filan gitmezlerse.”
“Ekleyeceğin başka ilginç bir şey var mı?”
“Hayır, dediğim gibi, akıllara durgunluk veriyor. Safi esrar. Bahse girerim, sen bile bunu çözemezsin. Her neyse, zaten daha önemli şeyler var.”
“Olabilir.”
“Evet, bence öyle. Artık gidebilir miyim?”
“Henüz değil,” dedi Martin Beck.
“Söyleyecek başka sözüm yok,” dedi Aldor Gustavsson, purosunu küllükte söndürüp.
Martin Beck ayağa kalkıp pencereye yürüdü, sırtı ziyaretçisine dönük hâlde durdu. “Benim söyleyecek birkaç sözüm var,” dedi.
“Ah? Neymiş?”
“Oldukça fazla. Hepsinden önce Adli Tıp, mekânı geçen hafta incelemiş. Hemen hemen bütün izler yok edilmiş olsa da halıda bir büyük ve iki küçük kan lekesi bulmuşlar. Sen hiç kan lekesi gördün mü?”
“Hayır. Özellikle de bakmadım gerçi.”
“Bakmadığın belli. Sen neye baktın peki?”
“Hiçbir şeye. Olay gayet belliydi zaten.”
“Eğer o kan lekelerini gözden kaçırdıysan, başka birçok şeyi de gözden kaçırmış olabilirsin.”
“Her koşulda, orada bir ateşli silah yoktu.”
“Ölünün üstündeki giysilerin nasıl olduğu dikkatini çekti mi?”
“Hayır, pek değil. Sonuçta tamamen çürümüştü. Paçavralar vardır herhâlde. Ayrıca bunun bir anlamı olabileceğini düşünmedim.”
“Senin ilk bakışta fark ettiğin şey, ölen adamın fakir ve yalnız biri olmasıydı. Toplumun ileri gelenlerinden biri demezdin yani.”
“Tabii ki. İnsan benim kadar alkolik ve sosyal yardım vakası görünce…”
“Eee?”
“Eh, işte o zaman kim kimdir, ne nedir anlıyorsun.”
Martin Beck, Gustavsson’un anlayıp anlamadığını merak etti. Dışından şöyle dedi: “Diyelim ki merhum sosyal olarak üst sınıftan biriydi, o zaman belki vazifene daha titizlikle yaklaşırdın, değil mi?”
“Evet, böyle vakalarda ayağını denk almak gerekiyor. Gerçek şu ki zaten bizim işimiz başımızdan aşmış.” Etrafına bakındı. “Sen burada fark etmesen de çok çalışıyoruz. Sen her karşına çıkan ölü ayyaş için Sherlock Holmes’çuluk oynayabilirsin. Başka bir şey var mıydı?”
“Evet, var. Bu vakayı ele alış biçimin korkunç.”
“Ne?” Gustavsson ayağa kalktı. Birdenbire, Martin Beck’in, kariyerine leke sürebilecek, hatta belki de ciddi hasarlar verebilecek konumda olduğu kafasına dank etti. “Bir dakika,” dedi. “Sırf ben o kan lekelerini göremedim ve orada olmayan bir silahı bulamadım diye…”
“İhmal kötülerin içinde en kötüsü değil,” dedi Martin Beck. “İhmal olsa affedilebilir. Şöyle söyleyeyim: Polis doktorunu arayıp hatalı ve peşin hükümlü fikirlere dayanarak talimatlar vermişsin. Dahası iki polisi memurunu vakanın gayet basit bir olay olduğuna inandırmış, odaya şöyle bir girip her şey toplanıp temizlensin demişsin. Kriminolojik soruşturmaya ihtiyaç duyulmadığını ilan ettikten sonra bir tane fotoğraf bile çekmeden cesedi kaldırtıp götürtmüşsün.”
“Aman Tanrım,” dedi. “Yaşlı adam kesinlikle intihar etmişti.”
Martin Beck arkasını dönüp ona baktı.
“Bunlar resmî eleştiriler mi?” dedi Gustavsson telaşa kapılarak.
“Evet, gayet resmî. İyi günler.”
“Bir dakika. Yardım etmek için elimden gelen her şeyi yapacağım…”
Martin Beck başını iki yana salladı ve adam odadan ayrıldı. Endişeli görünüyordu. Fakat kapı tam kapanma fırsatı bulamadan Martin Beck adamın şu sözleri sarf ettiğini duydu: “Seni yaşlı piç…”
Doğal olarak, Aldor Gustavsson hiçbir şekilde komiser olmamalıydı, hatta hiçbir polis biriminde yer almamalıydı. Yeteneksiz, ukala, yapmacığın tekiydi ve işini doğru düzgün yapmıyordu. Üniformalı polislerin en iyileri her zaman Cinayet Büro’ya atanırdı. Muhtemelen hâlâ da öyleydi. Eğer onun gibi adamlar bu notları almış ve ta on yıl önce komiser olmuşlarsa gelecekte kim bilir her şey nasıl olacaktı?
Martin Beck, bugünlük mesaisinin sona erdiğini hissetti. Yarın şu kilitli odaya gidip kendi bakacaktı. Bu gece ne yapsaydı? Bir şeyler yerdi, ne bulursa, sonra okuması gerektiğini bildiği kitapları karıştırırdı. Yatağında tek başına uzanır ve uykuya dalmayı beklerdi. Kapana kısılmış hissederek.
Kendi kilitli odasında.

8
Einar Rönn açık havayı seven bir tipti. Polis olmayı, onu hep hareket hâlinde tuttuğu ve açık havada olması için pek çok fırsat sunduğundan seçmişti. Yıllar geçtikçe ve terfiler birbirini izledikçe mesaisi onu kademeli olarak masa başına bağlamıştı ve temiz havada geçirdiği dakikalar, Stockholm havasına ne kadar temiz denilebilirse, gittikçe nadirleşmişti. Tatillerini, doğup büyüdüğü Lapland’ın vahşi dağlık arazilerinde geçirmesi onun için vazgeçilmez bir ihtiyaç hâline gelmişti. Aslında Stockholm’den nefret ediyordu. Daha kırk beş yaşındaydı, şimdiden emekliliğini düşünüyor ve ne zaman temelli Arjeplog’a taşınabileceğini hesaplıyordu.
Yıllık izni yaklaşıyordu ve Einar Rönn şimdiden gergindi. Bu banka meselesi açıklığa kavuşmazsa iznini feda etmesi istenebilirdi.
Soruşturmayı bir nevi sonuca bağlayabilmek için aktif bir şekilde katkı sağlaması gerekiyordu, kolları sıvamıştı ve bu pazartesi akşamı, Vällingby’deki evine, karısının yanına gitmek yerine bir tanıkla konuşmak üzere Sollentuna’ya arabayla gidiyordu.
Her zamanki gibi tanığı Cinayet Büro’ya çağırabilecekken bizzat uğramaya gönüllü olmakla kalmamış, bu göreve hevesli olduğunu öyle bir göstermişti ki Gunvald Larsson, acaba Unda ile kavga mı ettiler diye meraklanmıştı.
“Tabii canım, etmedik yani,” dedi Rönn, o tuhaf deyişlerinden birini kullanarak.
Rönn’ün uğrayacağı adam otuz iki yaşında bir metal işçisiydi, aslında Gunvald Larsson tarafından Horns Caddesi’ndeki bankanın dışında ne gördüğü hakkında sorguya çekilmişti. Adı Sten Sjögren’di ve Sångarvägen’de yarı müstakil bir evde yalnız yaşıyordu. Adam evin önündeki küçük bahçede, gül çalısını suluyordu ve Rönn arabadan inince sulama kabını kenara koyup demir kapıyı açmak için yaklaştı. Avuçlarını pantolonuna sildikten sonra elini uzatıp tokalaştı, merdivenleri çıktı ve ön kapıyı Rönn için açtı.
Ev küçüktü ve zemin katta; mutfak ve hol haricinde sadece bir oda vardı. Bu odanın kapısı aralıktı. İçerisi oldukça boştu. Adam Rönn’ün bakışlarını yakalayınca, “Karımla yeni boşandık,” diye açıkladı. “Mobilyaların bir kısmını götürdü, bu yüzden şu anda çok sıcak bir yuva ortamı yok. Ama üst kata çıkabiliriz.”
Merdivenlerin tepesinde, açık şöminesi olan, oldukça geniş bir oda vardı, şöminenin önünde birbiriyle uyumsuz tekli koltuklar, alçak beyaz bir sehpanın etrafına dizilmişti. Rönn oturdu ama adam ayakta durdu.
“İçecek bir şey?” dedi. “Kahve ısıtabilirim. Ya da buzdolabında biram var.”
“Teşekkürler, siz ne alırsanız aynısından,” dedi Rönn.
“O zaman birer bira içelim,” dedi adam. Hızla alt kata inerken Rönn mutfaktan takur tukur sesler duydu.
Rönn odada sağa sola baktı. Fazla mobilya yoktu, bir stereo teyp, birkaç kitap. Ateşin yanındaki bir sepette bir tomar gazete. Dagens Nyheter, Vi, komünist gazete Ny Dag ve Metal İşçisi.
Sten Sjörgen bardaklar ve iki kutu birayla geri döndü, hepsini beyaz sehpaya koydu. Adam incecik, bir deri bir kemikti, Rönn’ün ortalama kabul ettiği uzunlukta kızılımsı dağınık saçları vardı. Yüzü çillerle doluydu ve hoş, içten bir gülümsemeye sahipti. Kutuları açıp bardağa koyduktan sonra Rönn’ün karşısına oturdu, kadehini ona doğru kaldırdı ve bir yudum içti.
Rönn biranın tadına bakıp konuşmaya başladı: “Geçen cuma günü Horns Caddesi’nde ne gördüğünüzü dinlemek isterim. Zamana bırakıp iyice hafızanızdan silinmesine izin vermesek iyi olur.” Bayağı iyi dedim, diye düşündü Rönn hâlinden memnun.
Adam başıyla onaylayıp bardağını koydu. “Evet, eğer bir soygun ve cinayet olduğunu bilsem, hatuna ve arabadaki adama daha dikkatli bakardım.”
“Siz şu ana dek elimizdeki en iyi tanıksınız,” dedi Rönn cesaretlendirmek için. “Horns Caddesi’nde yürüyordunuz. Ne yöne doğru gidiyordunuz?”
“Slussen’den geliyor, Ringvägen’e doğru geçiyordum. Bu hatun arkadan aniden gelip bana çarparak koşar adım yanımdan geçti.”
“Onu tarif edebilir misiniz?”
“Çok iyi edemem maalesef. Onu gerçekten sadece arkadan gördüm, bir de tam arabaya binerken yarım saniye yandan. Benden daha kısa boyluydu, herhâlde on beş santim daha kısaydı. Benim boyum 1.78. Yaşını kestirmek zor ama bence yirmi beşten küçük otuz beşten de büyük değildi, otuz yaşında falandı. Üstünde kot pantolon vardı, sıradan mavi bir kot, pantolonunun içine sokulmamış açık mavi bir bluz ya da gömlek. Ayağına ne giydiğine dikkat etmedim ama başında bir şapka vardı, kenarı kalın, kot şapka. Saçları açık renkti, düzdü ve bugünlerde kızların uzattığı kadar uzun değildi. Orta uzunluktaydı denilebilir. Bir de yeşil bir omuz çantası vardı, şu Amerikan askeri çantalarından biri.”
Adam hâki gömleğinin göğüs cebinden bir paket sigara çıkarıp Rönn’e ikram etti, Rönn hayır anlamında başını sallarken, “Bir şey taşıyıp taşımadığını gördünüz mü?” diye sordu.
Adam kalktı, açık şöminenin üstündeki raftan bir kutu kibrit alıp sigarayı yaktı. “Hayır, emin değilim. Ama taşıyordu galiba.”
“Zayıf mıydı, şişman mıydı, yoksa…”
“Orta herhâlde. Ne zayıf, ne şişman. Normal işte.”
“Yüzünü hiç mi görmediniz?”
“Sanırım arabaya binerken çok kısacık bir saniye gördüm. Ama kafasında şapka ve gözünde de kocaman bir güneş gözlüğü vardı.”
“Onu tekrar görseniz tanır mısınız?”
“Yüzünü hayır. Başka giysiler içinde, mesela elbiseyle görsem de tanımam.”
Rönn düşünceli bir şekilde birasını yudumladı. Sonra şöyle dedi: “Kadın olduğundan yüzde yüz emin misiniz?”
Karşısındaki adam şaşırdı. Sonra kaşlarını çatıp tereddütle ekledi: “Evet, en azından ben direkt kadın sandım. Ama şimdi siz böyle sorunca, emin olamıyorum doğrusu. Genel izlenimim kadın olduğu yönündeydi, insan genelde kim erkek, kim hatun, anlar ya, gerçi bugünlerde bunu ayırt etmek de güçleşti. Kadındı diye iddia edemem. Göğüsleri nasıldı, görmeye fırsatım olmadı.”
Sessizleşti ve sigara dumanının arasından Rönn’e dikkatlice baktı. “Hayır, haklısınız,” dedi yavaşça. “Bir kadın olmayabilir; gayet tabii bir erkek de olabilir. Hatta bu daha mantıklı. Kadınların banka soyup insanları vurduğu nerede görülmüş.”
“Yani o zaman bir erkek de olabilirdi diyorsunuz?” diye sordu Rönn.
“Evet, siz öyle deyince şimdi. Hatta, bence kesinlikle erkekti.”
“İyi, peki diğer ikisi? Onları tarif edebilir misiniz? Arabayı da?” Sjögren sigarasından son bir fırt çekti, sonra izmariti şömineye attı, zaten içinde bir sürü sigara izmariti ve kibrit duruyordu.
“Araba Renault 16’ydı, orasından kesin eminim,” dedi.
“Açık gri ya da bej rengiydi, o renge ne dendiğini bilmiyorum ama neredeyse beyazdı. Plakasının hepsini hatırlamıyorum ama ‘A’ ile başlıyordu ve plakanın içinde iki tane 3 rakamı olduğu aklımda kalmış. Belki de üçtü ama en az iki tane 3 vardı ve sanırım yan yanaydılar, diğer rakamların ortasında bir yerde.”
“Sadece A olduğundan emin misiniz?” diye sordu Rönn. “Mesela ‘AA’ ya da ‘AB’ değil miydi?”
“Hayır, sadece ‘A.’ Bunu iyi hatırlıyorum. Görsel hafızam kuvvetlidir.”
“Evet, gerçekten çok kuvvetli,” dedi Rönn. “Bütün tanıkların hafızası sizinki gibi olsa hayat çok daha kolaylaşırdı.”
“Ah evet,” dedi Sjögren. “Ben Bir Kamerayım. Okudunuz mu? Isherwood.”
“Hayır,” dedi Rönn. Filmini izlemişti ama söylemedi. Filmi de Julie Harris’e hayran olduğu için izlemişti. Fakat ne Isherwood’un kim olduğunu ne de filmin bir kitap uyarlaması olduğunu biliyordu.
“Ama filmini izlemişsinizdir?” dedi Sjögren. “İyi kitaplar hep öyle oluyor. İnsanlar filmini izliyor da kitabını okuma zahmetine girmiyor. Bu film bayağı güzeldi, gerçi ismi aptalca. Peki ya Hoşça Kal Berlin?”
“Ah,” dedi Rönn, izlediği zaman filmin adının Ben Bir Kamerayım olduğundan emindi. “Evet, kulağa bayağı aptalca geliyor.”
Hava kararıyordu, Sten Sjögren kalkıp Rönn’ün koltuğunun arkasındaki yerden aydınlatmalı ışığı yaktı. Tekrar oturunca Rönn dedi ki: “Eh, devam edelim bence. Arabadaki adamları tarif edecektiniz.”
“Evet, benim gözüme çarptıklarında arabada sadece biri oturuyordu.”
“Ya?”
“Diğeri kaldırımda duruyor, arka kapı aralık bekliyordu. İri bir adamdı, benden bayağı bir uzundu ve güçlü kuvvetliydi. Şişman değildi ama ağır ve babayiğit duruyordu. Benim yaşımdaydı, kabaca otuz ile kırk arasında, gür kıvırcık saçlıydı, neredeyse Harpo Marx gibi ama daha koyu renk, sıçan rengi. Siyah pantolon giymişti, pantolonu çok dar duruyordu, paçaları genişti ve parlak siyah bir gömleği vardı. Gömleğin düğmeleri göğsünün aşağılarına kadar açıktı ve sanırım göğsünde, gümüş bir zincirin ucunda bir şey sallanıyordu. Yüzü güneşte bayağı yanmıştı, daha doğrusu kırmızıydı. Hatun, tabii eğer o bir hatunsa, koşarak gelince içeri atlaması için arka kapıyı açtı, kadın atladı ve sonra da kapıyı kapattı, kendisi öne oturdu ve araba trafiğe karışıp gitti.”
“Hangi yönde?” diye sordu Rönn.
“Sokakta ilerleyip Maria Meydanı’nın yolunu tuttu.”
“Ah,” dedi Rönn. “Anladım. Peki diğer adam?”
“O direksiyonda olduğu için onu pek iyi göremedim. Ama daha gence benziyordu, yirmiden büyük olduğunu sanmıyorum. Zayıf ve solgundu, o kadarını gördüm. Üstünde beyaz bir tişört vardı ve kolları bayağı sıskaydı. Saçları siyahtı, bayağı uzundu ve pis görünüyordu. Yağlı ve dağınıktı. Güneş gözlüğü takmıştı, ve evet şimdi hatırladım, sol bileğinde geniş bir kol saati takıyordu.”
Sjögren elinde bira bardağıyla koltuğa yaslandı.
“Eh, sanırım size hatırladığım her şeyi anlattım,” dedi.
“Yoksa bir şeyler unuttuğumu mu düşünüyorsunuz?”
“Bilmiyorum,” dedi Rönn. “Olur da herhangi bir şey daha hatırlarsanız, umarım beni ararsınız. Önümüzdeki birkaç gün daha evde mi olacaksınız?”
“Evet, maalesef,” dedi Sjögren. “Aslında izindeyim ama bir yere gidecek param yok. O yüzden herhâlde buralarda takılırım.”
Rönn bardağını kafaya dikip ayağa kalktı. “Güzel,” dedi. “Yardımınıza tekrar ihtiyaç duyabiliriz.”
Sjögren de ayağa kalktı ve Rönn’ün peşinden merdivenlerden indi. “Yani bütün bunları en baştan mı yaşayacağım diyorsunuz?” dedi. “Bir kere kaydetseniz, daha rahat olmaz mı?” Ön kapıyı açtı ve Rönn dışarı adım attı.
“Demek istediğim, biz onları yakalayınca bu kişilerin kimliğini teşhis etmede size ihtiyacımız olabilir. Ya da Cinayet Büro’ya gelip birkaç fotoğrafa bakmanızı da isteyebiliriz.” Tokalaştılar ve Rönn devam etti: “Eh, bakalım. Belki de sizi bir daha rahatsız etmeyiz. Bira için teşekkür ederim.”
“Ah, hiç önemli değil. Elimden gelen yardımı seve seve yaparım.”
Rönn arabayla uzaklaşırken Sjögren kapısının eşiğinden dostça el salladı.

9
Polis köpekleri bir tarafa, polisler nadiren insan yeteneklerinin üstüne çıkabilir. En önemli ve ciddi soruşturmalar esnasında bile tipik insani tepkileri gösterebilirler. Örneğin, önemli ve sonuca götüren bir kanıt incelenecekse ortaya çıkan gerginlik çoğu zaman tahammül edilemez olur.
Tüm bunlar içinde, o özel banka soygunu ekibi de bir istisna değildi. Tıpkı yüksek rütbeli ve davetsiz misafirleri gibi onlar da nefesini tutmuştu. Loş odanın içindeki bütün gözler, banka soygununda kaydedilen filmin birazdan gösterileceği dikdörtgen ekrana odaklanmıştı. Kendi gözleriyle hem silahlı bir banka soygunu ve cinayeti izleyecekler hem de bunu kimin işlediğini göreceklerdi. Bu kişiye akşam gazeteleri acayip sıfatlar yakıştırmış, ona ‘seksi katil’ ve ‘güneş gözlüklü sarışın tetikçi’ gibi isimler takmışlardı. Bunlar kendi hayal gücünden yoksun gazetecilerin de nerelerden ilham aldığını gösteren ifadelerdi. Durum yani silahlı soygun ve cinayet onlar için fazlasıyla sıradandı.
En son bir banka soyarken yakalanan seks kraliçesi, kırk beş yaşlarında, düz taban, sivilceli bir kadındı. Güvenilir kaynaklara göre, neredeyse doksan kiloydu ve oldukça belirgin gıdısı vardı. Fakat mahkemenin önünde dökülen takma dişleri bile bu yalanı çürütemiyordu, gazetelerin kanısına göre, kadın dış görünüşüyle bir içim suydu. Ve eleştirel gözlerden yoksun okur kitlesine göre, kadın sonsuza dek, gözlerinden yıldızcıklar çıkan, Kâinat Güzeli yarışmasına katılması gereken bir dilber olarak kalacaktı.
Hep böyle olurdu. Kadınlar alenen çirkin bir suç işleyerek dikkatleri üstüne çekerse, akşam gazeteleri onları hep sanki Inger Malmroos mankenlik okulundan fırlamış gibi yazar çizerdi.
Soygunun görüntüleri ellerine daha yeni geçmişti. Bunun sebebi, her zamanki gibi kasetin bozuk olmasıydı ve fotoğraf laboratuvarı, negatiflere hasar vermemek için deveye hendek atlatmak zorundaydı. Sonunda neyse ki makarasından kurtarmayı başarmışlar ve kenarlarını yıpratmadan filmi basabilmişlerdi. En azından bir kereliğine ışık doğruydu ve sonuçlar teknik açıdan kusursuz çıkacak diye tahmin ediliyordu.
“Ne çıkacak?” diye atladı Gunvald Larsson. “Donald Duck mı?”
“Pembe Panter daha komik,” dedi Kollberg.
“Bazı adamlar tabii,” dedi Gunvald Larsson, “Nuremberg’deki Nazi mitingleri olsa iyi olur diyor.”
İkisi de en önde oturuyor ve yüksek sesle konuşuyordu ama arkalarında, derin bir sükûnet hâkimdi. Emniyet Genel Müdürü ve Ulusal Polis Kurulu’ndan Müdür Malm’a kadar tüm ağır toplar sessizdi. Kollberg, akıllarından ne geçtiğini merak etti.
Şüphesiz taş gibi sağlam astlarının hayatını cehenneme çevirme şanslarını ölçüyorlardı. Hatta belki de düşünceleri Heydrich’in alkışlarla Uluslararası Polis Birliği başkanlığına seçildiği, bazı şeylerin gerçekten bir düzene girdiği o eski günlere kaymıştı. Ya da belki de yalnızca bir yıl önce, tüm polis eğitimi askeri yetkililere teslim edilmeden önce, durum ne kadar da iyiydi diye düşünüyorlardı.
Bıyık altından gülen tek kişi Buldozer Olsson’du.
Eskiden Kollberg ve Gunvald Larsson’un birbiriyle pek işi olmazdı. Fakat son yıllarda ortak çalışmaları, bu durumu bir nebze değiştirmişti. Canciğer kuzu sarması denecek kadar ya da iş dışında bir araya gelmek akıllarından geçecek kadar olmasa da sıklıkla aynı frekansta buluşabiliyorlardı. Burada, özel ekip içinde, yine sorgusuz sualsiz dip dibe olmak zorundaydılar.
Teknik hazırlıklar tamamlanmıştı. Oda, heyecanla dolup taşmıştı.
“Eh, şimdi göreceğiz işte,” dedi Buldozer Olsson hevesle. “Görüntüler söyledikleri kadar iyiyse, bu akşam televizyon haberlerinde gösteririz. Böylece bütün bir çeteyi kafesleriz.”
“Gufi de gayet iyi,” dedi Gunvald Larsson.
“Ya da İsveç Seksi,” dedi Kollberg. “Düşünsenize hiç bunu izlemedim, Louise, on yedi yaşında, şöyle bir soyunuyor, ya da…”
“Yeter artık, kesin!” diye çıkıştı Emniyet Genel Müdürü.
Film başladı. Görüntü mükemmeldi. Orada bulunanlardan hiç kimse, böylesi müthiş sonuç veren bir şey izlememişti. Genellikle hırsızlar sadece belirsiz lekelere ya da haşlanmış yumurtalara benzerdi ama bu kez görüntü mükemmeldi.
Kamera, veznedarın masasını arkadan alacak şekilde ustaca yerleştirilmişti ve yeni üretilen aşırı hassas filmler sayesinde veznenin karşı tarafında duran kişiyi mükemmel bir netlikte görebiliyorlardı.
Önce orada kimse yoktu. Ama yarım saniye sonra, birisi görüntü alanına girdi, durup etrafına baktı; önce sağa, sonra sola. Bunun arkasından bahsi geçen kişi kameranın tam içine gözlerini çevirdi, sanki bilerek yüzünü sergiliyordu.
Giysileri bile net bir şekilde ortadaydı; süet bir ceket ve uzun, sivri yakalı, iyi kesimli bir gömlek.
Suratı sert ve acımasızdı, sarı saçları arkaya taranmıştı ve sarı kaşları çalı gibiydi. Gözlerde bir parça tatminsizlik okunuyordu. Sonra bu kişi kocaman kıllı elini kaldırıp burnundan bir kıl kopardı ve uzun uzun inceledi.
Herkes kim olduğunu anında gördü.
Gunvald Larsson.
Ardından ışıklar yandı.
Özel ekip nutku tutulmuş vaziyette oturuyordu.
İlk konuşan Emniyet Genel Müdürü oldu.
“Bunlar kesinlikle dışarı sızmamalı.”
Doğal olarak. Hiçbir şeyin sızmasına asla izin yoktu.
Emniyet Müdürü Malm tiz bir sesle şöyle dedi: “Kesinlikle, bunun tek bir parçası bile sızmamalı.”
Kollberg burnunu sıkarak güldü.
“Bu nasıl olmuş olabilir?” diye sordu Buldozer Olsson.
O bile afallamış hâldeydi.
“Eh,” dedi film uzmanı, “teknik bir açıklaması olabilir. Kameranın düğmesi takılmış olabilir ve çekim, başlaması gerekenden sonra başlamış olabilir. Bunlar, biliyorsunuz, hassas cihazlar.”
“Eğer gazetelerde tek kelime görürsem,” diye kükredi Emniyet Genel Müdürü, “o zaman…”
“… o zaman Bakanlık yeni bir büro halısı daha ısmarlar herhâlde,” dedi Gunvald Larsson. “Belki bir çeşit ahududu çeşnilisi vardır.”
“Şahane giyinmiş,” diye gülmesini bastırdı Kollberg.
Emniyet Genel Müdürü soluğu kapıda aldı. Müdür Malm da arkasından gitti.
Kollberg nefesini tuttu.
“Bununla ilgili ne yorum yapılabilir ki?” dedi Buldozer Olsson.
“Ben diye demiyorum,” dedi Gunvald Larsson, “bence gayet güzel bir filmdi.”

10
Kollberg kendini toplayıp şimdilik patronu olarak görmek zorunda olduğu kişiye şüpheyle baktı.
Buldozer Olsson, özel ekibin kilit ismiydi. Banka soygunlarının müptelasıydı ve geçen yıl bu tür olayların çığ gibi yükselmesinden sonra daha önce olmadığı kadar popülerleşmişti. Tüm enerji ve fikirler hep ondan geliyordu. Her hafta, bir kez bile şikâyet etmeden, depresyona girmeden ve hatta gözle görünür şekilde yorgun düşmeden günde on sekiz saat çalışabiliyordu. Zaman zaman bitkin meslektaşları, üstüne çok konuşulan, İsveç Suç Teşkilatı denen o bozulmuş örgütün yöneticisi olup olmadığını merak ederlerdi. Buldozer Olsson’a göre, polis olmak hayal edilebilecek en heyecanlı ve keyif verici şeydi.
Bunu düşünmesinin sebebi şüphesiz, kendisinin polis olmamasıydı.
Kördüğüm olmuş silahlı banka soygunlarının hazırlık soruşturmalarından sorumlu bölge savcısıydı. Bu olaylardan biri çözülmek üzereydi ve birkaç sanık gözaltındaydı, hatta kimilerinin duruşması başlamıştı. Fakat şimdi olaylar öyle bir noktaya gelmişti ki silahlı soygunlar haftada birkaç kez yaşanıyordu ve herkes bir şekilde ve bir bakıma bu olayların bağlantılı olduğunu düşünüyordu ama kimse bir şey diyemiyordu.
Dahası bankalar tek hedef değildi. Vatandaşlara saldırıda da inanılmaz bir artış yaşanıyordu. Günün ve gecenin her saati, insanlar şehrin sokaklarında ve meydanlarında, kendi mağazalarında, metroda ya da evlerinde, kısacası her an ve her yerde saldırıya uğruyordu. Fakat banka soygunları bunlar içinde açık ara en ciddi olanıydı. Toplumun bankasını işgal etmek, toplumun temeline bir hakaret anlamına geliyordu.
Mevcut sosyal sistem açıkça pek iyi değildi ve işlevini yerine getiremiyordu. Emniyet için bu bile söylenemezdi. Son iki yılda, sadece Stockholm’de 220.000 adli vaka soruşturması rafa kalkmıştı ve en ciddi suçlar da dâhil yalnızca çeyreği çözülmüştü.
Hâl böyleyken bunda sorumluluk taşıyanların da başlarını iki yana sallayıp düşünceli görünmek dışında elinden gelen bir şey yoktu. Uzun bir süredir herkes birbirini suçluyordu ve artık suçlanacak kimse kalmamıştı. Yakın zamanda öne sürülen tek yapıcı öneri bira tüketiminin yasaklanmasıydı. İsveç zaten bira tüketiminin düşük olduğu bir ülke olduğu için ülkenin en yüksek otoritelerinin sözde temsilcilerinin gerçeklerden ne kadar kopuk olduğunu buradan anlamak kolaydı.
Ne var ki bir şey açıktı. Polis suçu sadece kendinde arayabilirdi. 1965 yılındaki ulusallaştırılma hareketinden sonra artık bütün teşkilat tek çatı altında toplanmıştı ve bu çatının daha en başından beri yanlış taban üstünde kurulduğu belliydi.
Uzun zamandır birçok analist ve araştırmacı, Emniyet Genel Müdürlüğü’nün yürüttüğü felsefenin ne olduğunu soruyordu kendilerine. Tabii ki bu cevapsız kalan bir soruydu. Emniyet Genel Müdürü, hiçbir şeyin dışarı sızmasına asla izin verilmemesine ilişkin öğretiyle uyumlu olarak prensip olarak hiçbir şeye cevap vermezdi.
Öte yandan konuşma yapmaya bayılırdı, bu konuşmalar da safi güzel söz söyleme sanatlarından oluşurken tamamen sıkıcıydı.
Birkaç sene önce polis kuvvetinde birisi, suç istatistiklerini manipüle etmenin bir yolunu keşfetmişti. Kullanılan yöntemler basit olsa da ilk bakışta bariz değildi ve doğrudan uydurma olmasalar da yine de tamamen yanıltıcıydı. Hepsi daha militan ve homojen bir polis teşkilatı yaratma, genel anlamda daha geniş teknik kaynaklara ve daha fazla ateşli silaha sahip olma talepleriyle başlamıştı. Bunu başarmak için polislerin yüz yüze geldiği tehlikelerin abartılması gerekliydi. Kelimeler politik açıdan yeterince etkili olmadığından başka bir yönteme, yani istatistiklerin manipülasyonuna başvurmak gerekliydi.
Bu noktada altmışların ikinci yarısındaki siyasi gösteriler muhteşem olanaklar yaratmıştı. Barış isteyen göstericiler, şiddet kullanılarak bastırılmıştı. Ellerindeki afişler ve fikirleri dışında silahlanmamış bu vatandaşlar, göz yaşartıcı bomba, tazyikli su ve plastik coplarla dağıtılmıştı. Arbede ve kaosla sona ermeyen, şiddet içermeyen gösterilerin sayısı çok azdı. Kendilerini savunmaya çalışan insanlar hırpalanmış, tutuklanmış ve ‘polise saldırmaktan’ ya da ‘tutuklanmaya direnmekten’ dava edilmişlerdi. Tüm bu bilgiler de istatistiklere eklendi. Yöntem kusursuz bir şekilde işlemişti. Bir gösteriyi ‘kontrol’ etmek için ne zaman birkaç yüz polis gönderilse, polise karşı sözde saldırıların rakamları tavan yapmıştı. Üniformalı polisler tabiri caizse ‘yumruklarını çıkarmamaya’ teşvik edildi ki polis memurlarının en severek başvurduğu düzen biçimiydi bu. Bir ayyaşa copla vurursan, onun da sana vurma ihtimali her zaman oldukça yüksektir.
Basit bir dersti bu, herkes öğrenebilirdi.
Bu taktikler işe yaramıştı. Şimdi artık İsveç polisi tepeden tırnağa silahlıydı. Kurşun kaleme ve bir parça sağduyuya sahip tek bir insanın çözebileceği durumlar birdenbire, otomatik silahlar ve kurşungeçirmez yelekle kuşanmış polislerle dolu bir otobüs gerektiriyordu.
Gelgelelim uzun vadede ortaya çıkan sonuç, kimsenin öngörmediği bir şeydi. Şiddet yalnızca antipati ve nefreti değil aynı zamanda güvensizliği ve korkuyu da besliyordu.
Sonunda, olaylar öyle bir hâl almıştı ki insanlar artık birbirinden korkmaya başlamıştı ve Stockholm dehşete kapılmış on binlerce insanla dolu bir şehir hâline gelmişti. Korkan insan, tehlikeli insandı.
Birdenbire, altı yüz memurun çoğu, sahiden de korktukları için istifa etmişti. Evet, her ne kadar tepeden tırnağa silahlanmış olsalar da ve çoğu zaman sadece arabalarının içinde aylaklık etseler de.
Birçoğu, ya buradan artık hoşlanmadıkları için ya da artık uygulamaları gereken muameleden tiksinmeleri nedeniyle Stockholm’den kaçmıştı.
Sistem geri tepmişti. En derinde yatan şeylere gelince, karanlığın kisvesine sarılı kalmıştı, öyle bir karanlık ki bazı insanlar ufaktan Nazi kokusu alıyordu.
Buna benzer manipülasyon örnekleri çoktu ve bazıları açıktan açığa eleştiriliyordu. Bir sene önce, karşılıksız çek yazanlar dikkat çekmişti. İnsanlar banka hesaplarının limitini aşarak para çekiyordu ve paranın bir kısmı yanlış ceplerde son bulmuştu. Çözülemeyen küçük dolandırıcılık vakalarının sayısı yüz kızartıcıydı ve radikal önlemler gerektiriyordu. Ulusal Polis Kurulu çeklerin, yasal ödeme aracı sayılmasına itiraz ediyordu. Herkes bunun ne anlama geldiğini biliyordu: İnsanlar yanlarında yüklüce nakit taşımak zorundaydı ve bu da şehrin sokak ve meydanlarındaki yan kesicilere yeşil ışık yaktı. Tam da öyle olmuştu. Naylon çekler elbette ortadan kayboldu ve polis, bu konuda az da olsa bir başarıyla övünebilirdi. Sayısız vatandaşın her gün dayak yemesi artık önemsiz bir ayrıntıydı.
Tüm bunlar artan şiddetin ayrılmaz bir parçasıydı, buna tek çareyse daha fazla sayıda ve daha da çok silahlanmış polisti.
Peki ama bu kadar polis nereden bulunabilirdi?
İlk altı ayın resmî suç rakamları büyük bir zaferdi. Yüzde ikilik bir düşüş gösteriyordu, gerçi herkes biliyordu ki aslında muazzam bir yükseliş olmuştu. Açıklama basitti. Var olmayan polisler, suçları ifşa edemezdi. Limiti aşmış her bir banka hesabıysa kendi içinde işlenmiş bir suçtu.
Siyasi polisin, insanların telefonlarını dinlemesi yasaklandığında, Emniyet Genel Müdürlüğü’nün teorisyenleri derhâl yardımlarına koştu. Parlamento korku propagandası ve iğrenç mübalağalar yoluyla uyuşturucuya karşı verilen mücadele kapsamında insanların telefonlarının dinlenmesine izin veren bir yasa çıkardı. Bunun üstüne anti-komünistler, sakin sakin kulak misafiri olmayı sürdürdüler ve uyuşturucu ticareti daha önce olmadığı kadar dalgalandı.
Hayır, polis olmak hiç eğlenceli değil, diye düşünüyordu Lennart Kollberg. Kendi içinde bulunduğu kurumun yavaş yavaş yozlaştığına tanıklık eden bir adam ne yapabilirdi ki? Faşizmin farelerinin, süpürgeliklerin arkasında pıtır pıtır gezindiğini duyarken? Neredeyse tüm hayatı boyunca bu örgüte sadakatle hizmet etmişti.
Ne yapmalıydı? Aklından geçenleri söylemeli ve kapının önüne mi konmalıydı? Pek tatsız olurdu bu. Daha yapıcı bir yolu olmalıydı. Elbette her şeyi onunla aynı açıdan gören, ondan başka polis memurları da vardı. Ama kimlerdi ve kaç kişilerdi ki?
Buldozer Olsson’un böyle sorunları yoktu. Ona göre hayat, kocaman neşeli bir oyundu ve çoğu şey su kadar berraktı. “Ama anlamadığım bir şey var,” dedi.
“Gerçekten mi?” diye sordu Gunvald Larsson. “Neymiş?”
“Arabaya ne oldu? Çevirme yapıldı herhâlde?”
“Öyle görünüyor.”
“O hâlde beş dakika içinde bütün köprülerde adamlar bekliyor olmalıydı.”
Stockholm’ün güneyi altı tane giriş noktası olan bir adaydı. Özel ekip uzun zaman önce, Stockholm’ün merkez mahallelerinin hızla kapatılmasını sağlayan detaylı planlar çıkarmıştı.
“Elbette,” dedi Gunvald Larsson. “Büyükşehir Emniyeti’yle temasa geçtim. Bir kez olsun her şey tık diye işlemiş.”
“Ne modelmiş?” diye sordu Kollberg. Hâlâ bütün ayrıntılara hâkim olacak fırsatı bulamamıştı.
“Gri ya da bej rengi bir Renault 16, plakası ‘A’ ve içinde iki tane 3 rakamı varmış.”
“Muhtemelen sahte plaka takmışlardır,” diye ekledi Gunvald Larsson.
“Herhâlde. Fakat Maria Meydanı ile Slussen arasında bir yerde arabayı spreyle boyayabilecek kimse yoktur sanırım. Eğer araba değiştirmişlerse de…”
“Evet?”
“O zaman birincisi nereye kayboldu?”
Buldozer Olsson odada volta attı, avuçlarını alnına vurdu. Kırklı yaşlarında, tombul, ortalamadan çok daha kısa, hafif kırmızı yüzlü bir adamdı. Hareketleri de zekâsı kadar renkliydi. Şimdi tamamen kendi kendine konuşuyordu: “Arabayı metro ya da otobüs durağına yakın bir kapalı otoparka park ettiler, sonra içlerinden biri çaldıklarıyla birlikte tabanları yağladı; diğeri arabaya sahte plaka taktı. Sonra o da topukladı. Cumartesi günü arabacı adam geri dönüp arabayı sprey boyayla boyadı. Dün sabah da araba götürülmeye hazırdı. Ancak…”
“Ancak ne?” diye sordu Kollberg.
“Ancak adamlarımıza dün gece sabah bire kadar güneyden çıkan her bir Renault’yu kontrol ettirdim.”
“O zaman ya kaçma fırsatını buldu ya da hâlâ burada,” dedi Kollberg.
Gunvald Larsson hiçbir şey demedi. Onun yerine Buldozer Olsson’un hâlini tavrını inceledi ve ona çok antipatik geldi. Buruşuk açık mavi bir takım elbise, domuz pembesi bir gömlek ve çiçek desenli geniş kesim bir kravat. Siyah çoraplar ve çok da temiz olmayan, dikişli kahverengi sivri burun ayakkabılar.
“Peki arabacı derken neyi kastediyorsun?”
“Arabaları hiçbir zaman kendileri halletmezler. Muhakkak arabaları önceden kararlaştırdıkları bir noktada bırakırlar, sonradan onu oradan alan özel bir adam tutarlar. Genellikle Malmö ya da Göteborg gibi şehrin başka bir bölgesinden gelir. Firar ettikleri arabalara her zaman çok dikkat ederler.”
İyice düşünceli görünen Kollberg şöyle dedi: “Onlar derken? Onlar kim?”
“Malmström ve Mohrén tabii.”
“Malmström ve Mohrén kim?”
Buldozer Olsson ona şaşkınlıkla baktı. Ama sonra kendine geldi. “Ah, evet, tabii. Sen ekipte yenisin, değil mi? Malmström ve Mohrén bizim en kurnaz iki banka soyguncumuz. Çıkmalarının üstünden dört ay geçti. Bu da o günden beri dördüncü işleri. Şubat sonunda Kumla Hapishanesi’nden kaçtılar.”
“Ama hani Kumla’dan kaçmak imkânsızdı,” dedi Koll-berg.
“Malmström ve Mohrén kaçmadı. Sadece hafta sonu şartlı tahliyelerinden sonra geri dönmediler. Anlayabildiğimiz kadarıyla, nisan sonuna kadar hiçbir iş yapmadılar. Ondan önce de kesinlikle Kanarya Adaları ya da Gambiya’dalardı. Muhtemelen on dört günlük bir tur yaptılar.”
“Ondan sonra?”
“Sonra teçhizatı topladılar. Silahlar vesaire. Bunu genellikle İspanya ya da İtalya’da yaparlar.”
“Ama geçen cuma, bankayı soyan bir kadındı, öyle değil mi?” diye belirtti Kollberg.
“Kılık değiştirmiş olarak,” dedi Buldozer Olsson didaktik bir öğretmen edasıyla. “Sarı peruk ve takma şeyler işte. Ama suçu işleyenin Malmström ve Mohrén olduğuna kalıbımı basarım. Başka kimin gözü yerdi ya da böyle ani bir hamlede bulunacak kadar aklı çalışırdı? Bu özel bir iş, görmüyor musunuz? Son derece entrika dolu gerçekten. Oldukça heyecan verici. Aslında tam şey gibi…”
“…bir şampiyonla uzaktan satranç oynamak gibi,” dedi Gunvald Larsson. “Ama şampiyon olsun olmasın, Malmström de Mohrén de boğa kadar iri ve bunun aksine kendini inandıramazsın. İkisi de doksan beş kilo, ayak numaraları kırk yedi ve elleri kürek gibi. Mohrén’in göğüs ölçüsü 116 santim yani Anita Ekberg’in en olgun hâlinden yirmi santim daha geniş. Onu bir elbisenin içinde, takma göğüsle filan hayal edemiyorum.”
“Kadının üstünde pantolon yok muydu zaten?” diye sordu Kollberg. “Ve ufak tefek değil miydi?”
“Muhtemelen başka birisini göndermişlerdir,” dedi Buldozer Olsson sakinliğini bozmadan. “Her zamanki numaralarından biri.” Çalışma masalarından birine doğru koşup bir kâğıt parçası aldı. “Ne kadar vurgun yapmışlardır?” diye sordu kendi kendine. “Borås’ta 50 bin, Gubbängen’den 40 bin, Märsta’dan 26 bin, şimdiyse 90 bin. İki yüz binden fazla! Yakında hazır olurlar.”
“Hazır mı?” diye sordu Kollberg. “Neye hazır?”
“Büyük vurgunlarına. V’yi büyük harfle yazalım. Bütün bu diğer işler, finansman sağlamak içindi. Şimdi artık en büyük vurgunu yapma zamanı.” Coşkudan kendinden geçmiş hâlde odanın içinde uçuşuyordu resmen. “Ama nerede, beyler? Nerede? Bir düşünelim, bir düşünelim. Kafa patlatmalıyız. Şimdi ben Werner Roos olsam, ne yapardım? Şahına nasıl saldırırdım? Nasıl yapılırdı? Ve ne zaman?”
“Werner Roos da kim?” diye tekrar sorguladı Kollberg.
“Bir kabin şefi,” dedi Gunvald Larsson.
“Ama her şeyden öte, bir suçlu,” diye bağırdı Buldozer Olsson. “Werner Roos kendi çapında bir dâhi. Her şeyi en ince ayrıntısına kadar kurgulayan kişi. O olmasa Malmström ve Mohrén bir hiçti. Arka plandaki beyin o. O olmasa çoğu kişi işsiz kalırdı. Hepsinin içinde baş kokuşmuş, baş sansar o! Bir çeşit profesör…”
“Bu kadar çok bağırmasana,” dedi Gunvald Larsson. “Duruşmada değilsin.”
“Onu yakalayacağız,” dedi Buldozer Olsson, sanki dâhiyane bir fikir akıl etmiş gibi. “Onu hemen şimdi kıskıvrak enseleyeceğiz.”
“Yarın da salarız artık,” dedi Gunvald Larsson.
“Boş ver. Sürpriz olacak. Gafil avlayacağız.”
“Öyle mi diyorsun? Bu sene beşinci olacak bu.”
“Fark etmez,” dedi Buldozer Olsson, kapıya doğru yönelirken. Aslında Buldozer Olsson’un ilk adı Sten’di. Fakat bu, muhtemelen karısı hariç herkesin uzun zaman önce unutmuş olduğu bir şeydi. Karısıysa, tam aksine, adamın neye benzediğini unutmuş gitmişti.
“Anlamadığım bir sürü şey var,” diye sızlandı Kollberg.
“Roos konusunda Buldozer muhtemelen haklıdır,” dedi Gunvald Larsson. “Adam her zaman kendine şahitlik edecek birisini ayarlayan zeki bir şeytan. Şahane şahitler. Ne zaman bir olay olsa, adam ya Singapur’da ya San Francisco’da ya da Tokyo’da.”
“Peki ama Buldozer, bu işin arkasında Malmström ve Mohrén olduğunu nereden biliyor?”
“Bir nevi altıncı his sanırım.”
Gunvald Larsson omuz silkip ekledi: “İyi de buradaki mantık nerede? Malmström ve Mohrén, tanınmış iki gangster, hiçbir zaman itiraf etmeseler de kaç kere hapse girip çıktılar. Ve sonunda, nihayet Kumla’da hapisteler ve hafta sonu şartlı tahliyelerine izin veriliyor!”
“Eh, insanları sonsuza dek bir televizyonun bulunduğu bir göz odaya kilitleyemeyiz ya, değil mi?”
“Hayır,” dedi Gunvald Larsson. “Orası doğru.”
Bir süre sessizce oturdular. İkisi de aynı şeyi yani devletin Kumla Hapishanesi’ni inşa etmesinin ve toplumdaki uyumsuzları tecrit etmek için akla hayale gelebilecek her türlü incelikle tasarlayıp donatmanın nasıl milyonlara mal olduğunu düşünüyordu. Uzaktan yakından cezaevi ve ona bağlı kurumlarıyla deneyimleri olan yabancılar Kumla’nın tüm dünya çapında en insanlık dışı yer olduğunu söylemişlerdi. İnsanları tamamen kişiliksizleştiriyordu. İletişimsizlik, şiltelerden pire ya da yiyeceklerden kurt çıkmasından daha kötüydü.
“Horns Caddesi’ndeki şu cinayete dönersek…” diye başladı Kollberg.
“Cinayet sayılmaz. Büyük ihtimalle kazaydı. Kadın yanlışlıkla ateş etti, hatta belki de tabancanın dolu olduğunun bilincinde bile değildi.”
“Kadın olduğundan eminsin yani?”
“Evet.”
“Peki tüm bu Malmström ve Mohrén muhabbeti ne öyleyse?”
“Eh, bir kadın göndermiş olmaları mümkün…”
“Hiç mi parmak izi yok? Bildiğim kadarıyla kadın eldiven takmıyormuş.”
“Tabii parmak izleri vardı. Kapının kolunda. Fakat bizim almamıza kalmadan bankadaki çalışanlardan biri oraya dokunmuş ve hepsini mahvetmiş. Bu yüzden parmak izi kullanamıyoruz.”
“Balistik?”
“Çok net. Uzmanlar hem kurşunu hem de kovanı buldu. 45 kalibrelik bir silah, tahminlerince bir Otomatik Llama kullanıldığını söylediler.”
“Büyük silah… özellikle bir kadın için.”
“Evet. Buldozer’e göre, bu da Malmström, Mohrén ve Roos çetesini gösteren başka bir büyük delil. Onlar panik yaratmak için hep büyük, ağır silahlar kullanıyorlar. Ama…”
“Ama ne?”
“Malmström ve Mohrén insanları hedef almaz. En azından daha önce hiç yapmadılar. Eğer birisi sorun çıkarırsa, kontrol altına almak için tavana bir kurşun sıkıyorlar.”
“Şu Roos denen adamı alıkoymanın bir manası var mı?”
“Hımmm, bence Buldozer’in mantığı şuna dayanıyor: Roos eğer her zamanki mükemmel tanıklarından birine sahipse, örneğin geçen cuma Yokohama’daysa, o zaman bu işi planladığından kesinkes emin olabiliriz. Öte yandan, eğer Stockholm’deyse, o zaman durum daha şüpheli.”
“Roos kendisi ne diyor? Hiç kızmıyor mu?”
“Asla. Malmström ve Mohrén’in, eski arkadaşları olduğunu ve hayatın onlar için böyle kötüye gittiğine üzüldüğünü söylüyor. En son, eski dostlarına nasıl yardım edebilirim diye bizim fikrimizi sormuştu. Malm tesadüfen oradaydı. Neredeyse aklını yitirecekti.”
“Ya Olsson?”
“Buldozer sadece esti gürledi. Buna bayıldı.”
“Ne bekliyor öyleyse?”
“Bir sonraki hamleyi, duymadın mı? Ona göre Roos büyük bir iş planlıyor ve Malmström ve Mohrén’e yaptıracak. Tahminen Malmström ve Mohrén birlikte sessizce kaçıp ömürlerinin sonuna kadar geçinmelerini sağlayacak kadar çok para koparmaya çalışacaklar.”
“Ve bu da bir banka soygunu olacak?”
“Buldozer’in umurunda olan tek şey banka soygunları,” dedi Gunvald Larsson. “Böyle çalışıyor, öyle diyorlar.”
“Ya tanık?”
“Einar’ın tanığı mı?”
“Evet.”
“Bu sabah buradaydı, fotoğraflara baktı. Kimseyi tanımadı.”
“Ama arabadan emin?”
“Aynen.”
Gunvald Larsson sessizce oturdu ve parmak boğumlarını çekerek her birini çıtlattı. Uzun bir süre geçtikten sonra şöyle dedi: “Şu araba olayında bir bit yeniği var.”

11
Sıcak bir gün olacak gibiydi, Martin Beck dolaptan en ince takım elbisesini çıkardı. Uçuk maviydi. Bir ay önce almış ve sadece bir kez giymişti. Pantolonunu yukarı çekerken sağ dizindeki kocaman yapış yapış çikolata lekesini fark edince en son bu takımı giydiği günü hatırlamıştı. O gün Kollberg’in iki çocuğuyla sohbet etmişti ve ikisi de lolipop ve çikolata içindeydi.
Martin Beck pantolonu tekrar çıkardı, mutfağa götürdü ve bir havlunun köşesini sıcak suya batırdı. Sonra havluyu lekenin üstüne sürttü, leke anında yayıldı. Martin Beck yine de pes etmedi. Dişlerini sıkıp kumaşı çitilemeye devam ederken, kendi kendine, sadece bu durumlarda Inga’yı özlediğini düşündü. Bu da ilişkileri hakkında büyük bir ipucu sunuyordu. Pantolonun bir bacağı tamamen sırılsıklamdı, leke kısmen yok olmuş görünüyordu. Martin Beck başparmağını ve işaret parmağını buruşan yerin üstünde tutup sıkarak pantolonu pencereden güneş alan bir sandalyeye astı.
Saat daha sekizdi ama Martin Beck birkaç saattir ayaktaydı. Her şeye rağmen dün gece erkenden uyumuştu ve uykusu alışılmadık bir şekilde sakin geçmiş ve rüya görmemişti. Doğru, uzun zaman sonra ilk çalışma günüydü ve böyle olmasına rağmen çok yorucu geçmemişti ama yine de Martin Beck’i yorgun düşürmeye yetmişti.
Martin Beck buzdolabını açtı, süt kutusunu, bir parça tereyağı ve yapayalnız kalmış Ramlosa şişesini inceledi. Bu akşam eve dönerken marketten bir şeyler alması gerektiğini gördü, bira ve yoğurt mesela. Ya da belki de sabahları yoğurt yemeyi bırakmalıydı; tadı o kadar da şahane değildi. Öte yandan, kahvaltı için başka bir şey düşünmesi gerekiyordu. Doktor hastaneden çıktığından beri verdiği kiloların hepsini tekrar alması gerektiğini, hatta üstüne belki birkaç kilo daha almasını söylemişti.
Yatak odasındaki telefon çaldı. Martin Beck buzdolabını kapatıp gitti ve ahizeyi kaldırdı. Huzurevinden Birgit Hemşire arıyordu.
“Bayan Beck’in durumu kötüledi,” dedi. “Bu sabah ateşi yüksekti, otuz sekiz buçuk çıktı. Haberiniz olsun istedim, Komiser Bey.”
“Tabii. Şimdi uyanık mı?”
“Uyanıktı, beş dakika önce. Ama çok bitkin.”
“Hemen geliyorum,” dedi Martin Beck.
“Onu daha iyi gözlem altında tutacağımız başka bir odaya taşıdık,” dedi Birgit Hemşire. “Ama önce benim odama uğrayın.”
Martin Beck’in annesi seksen iki yaşındaydı ve hayatının son iki yılını, huzurevinin hasta koğuşunda geçirmişti. Hastalığı uzun solukluydu. İlk belirtileri hafif baş dönmesi ataklarıydı. Zaman geçtikçe baş dönmeleri şiddetlenmiş, araları da sıklaşmıştı. Sonunda, kısmi felç geçirmişti. Geçen yılın tamamında sadece tekerlekli sandalyede oturabilmiş ve nisan ayından beri de yataktan çıkmamıştı.
Martin Beck kendi iyileşme süresince annesini sık sık ziyaret etmişti ama yaşı ve baş dönmesi onu yıpratırken yavaş yavaş eridiğini görmek ona acı veriyordu. Onu en son gördüğü birkaç seferde annesi Martin Beck’i kocası zannetmişti. Oysa babası yirmi iki yıl önce ölmüştü.
Annesinin hasta odasında ne kadar yalnız kaldığını ve dış dünyadan ne kadar kopmuş olduğunu görmek Martin Beck’e acı vermişti. Baş dönmesi nöbetleri başlayana değin annesi dışarı çıkıp şehre inerdi, mağazaları gezer, insanları görür ya da hâlâ hayatta olan arkadaşlarına uğrardı. Bagarmossen’de oturan Inga ve Rolf’a sıklıkla gider ya da Stocksund’da yalnız yaşayan torunu Ingrid’i ziyaret ederdi. Hastalanmadan önce de sık sık huzurevinde canı sıkılır ve kendini yalnız hissederdi ama sağlığı yerinde olduğu ve eli ayağı tuttuğu için sakatlar ve ihtiyarlar dışında birilerini görme şansı vardı. Hâlâ gazeteleri okur, televizyon seyreder ve radyo dinlerdi, hatta arada sırada konser ya da sinemaya giderdi. Dış dünyayla iletişimini sürdürmüş ve olup bitenle ilgilenebilmişti. Fakat mecburen yalnız kalınca, zihinsel çöküşü de çok hızlı olmuştu.
Martin Beck onun yavaş yavaş gerilediğini, hasta odası dışındaki dünyaya ilgisini yitirişini izlemişti, en sonunda gerçeklik ve şimdiki an ile teması da kopmuştu. Herhâlde zihninin bir savunma mekanizması, diye düşünüyordu, annesinin bilinci artık hep geçmişe bağlıydı: Şimdiki zamanın gerçekliğinde onu besleyen bir şey yoktu.
Martin Beck annesinin, tekerlekli sandalyede oturabilirken bile günlerini nasıl geçirdiğini fark ettiğinde sarsılmıştı. Annesi onu gördüğüne mutlu oluyor ve ziyaretlerinin farkında oluyordu. Her sabah yıkanıp giyinir, tekerlekli sandalyesine oturtulur ve kahvaltısı verilirdi. Sonra bütün gün odasında tek başına otururdu. İşitme duyusu gerilediği için radyo dinlemiyordu artık. Okumak, onu fazlasıyla yoruyordu ve elleri iğne ya da tığ işi tutamayacak kadar zayıflamıştı. Öğlen saati yemeği getiriliyordu ve saat üçte yardımcılar üstünü değiştirip onu tekrar yatağa yatırdıktan sonra günlük mesailerini tamamlamış oluyordu. Daha sonra hafif bir akşam yemeği servis ediliyordu ama annesinin iştahı olmuyor, sıklıkla yemeyi reddediyordu. Bir keresinde ona hiçbir şey yemediği için bakıcıların kendisine kızdığını söylemişti. Ama önemli değildi. En azından birisi gelip onunla konuşmuş oluyordu.
Martin Beck, personel eksikliğinin huzurevinde büyük bir sorun teşkil ettiğinden haberdardı, hemşire ve bakıcı yetersizdi. Aynı zamanda mevcut personelin, acımasızca düşük maaşlarına ve uzun çalışma saatlerine rağmen, yaşlılara arkadaşça ve zarif davrandığını da biliyordu, onlar için ellerinden geleni yapıyorlardı. Martin Beck, annesinin yaşamını onun için nasıl daha tahammül edilebilir kılacağını uzun uzadıya düşünmüştü, belki de onu insanların daha fazla zaman ayırdığı ve ilgi gösterdiği özel bir huzurevine aldırabilirdi; ama hemen, annesinin kaldığı yerdekinden daha iyi bir bakım bekleyemeyeceği sonucuna vardı. Annesi için yapabileceği tek şey, onu sık sık ziyaret etmekti. Annesinin durumunu iyileştirmek için olasılıkları kafasında değerlendirirken inanılmaz sayıda yaşlı insanın, ondan çok daha kötü durumda olduğunu fark etmişti.
Uzun ve aktif bir yaşamdan sonra yalnız ve parasız yaşlanmak, kendine bakamaman ve birdenbire tüm onur ve kimliğinden sıyrılman demekti. Senin kadar dışlanmış ve yok olmaya yüz tutmuş diğer yaşlıların arasında, bir kurumda sonunu beklemeye mahkûm kalıyordun.
Bugün buralara artık ‘kurum’ ya da ‘yaşlılar evi’ bile denmiyordu. Bugünlerde buralara ‘emekliler evi’ hatta ‘emekliler oteli’ deniyordu, insanların oraya gönüllü gitmediğini, sözde Sosyal Yardım’ın artık onlardan haber almak istemediği zaman onları oraya mahkûm ettiği gerçeğini allayıp pullayan isimlerdi bunlar. Zalim bir cezaydı bu, üstelik de suçları sadece fazla yaşlı olmaktı. Eğer insan toplumsal çarkta eskimiş, paslanmış bir dişliyse, çöp yığınına atılıyordu.
Martin Beck, her şeye rağmen annesinin diğer yaşlı ve hasta insanlardan daha iyi durumda olduğunu düşündü. Annesi ileri yaşlarında güvende olmak ve kimseye yük olmamak için zamanında dişinden tırnağından artırıp biriktirmişti. Enflasyon sayesinde parası muazzam ölçüde değersizleşse de, yine de tıbbi yardıma, bir nebze besleyici yiyeceklere ve geniş ve havadar bir odaya sahipti, odasını başkasıyla paylaşmıyordu ve kendi özel eşyaları vardı. En azından birikimiyle bunları sağlayabilmişti.
Şimdi Martin Beck’in pantolonu güneşli pencerenin önünde kurumuş ve leke hemen hemen yok olmuştu. Martin Beck giyinip telefonla taksi çağırdı.
Huzurevinin etrafındaki park geniş ve bakımlıydı. Çiçek tarhları, koru ve taraçalar arasında uzun, bol yapraklı ağaçlar, gölgelik serin patikalar vardı. Annesi hastalanmadan önce Martin Beck’in koluna yaslanıp burada gezinmeyi severdi.
Martin Beck doğruca ofise gitti ama ne Birgit Hemşire ne de bir başkasını buldu. Koridorda termos şişeler taşıyan bir bakıcıyla karşılaştı. Birgit Hemşire’yi sordu ve asistan ona Fince-İsveççe karışımı şakıyan bir sesle Birgit Hemşire’nin şu anda bir hastayla meşgul olduğunu söyledi. Martin Beck kıza Bayan Beck’in odası neresi diye sordu. Kız, koridorun devamındaki bir kapıyı başıyla işaret ettikten sonra elinde tepsi uzaklaştı.
Martin Beck kapının arkasına baktı. Oda, annesinin daha önce kaldığı odadan daha küçüktü ve daha çok hasta odasına benziyordu. İçeride iki gün önce getirdiği kırmızı lale buketi haricindeki her şey beyazdı, laleler şimdi cam kenarındaki bir masada duruyordu. Annesi yatağında uzanmış, her ziyaretinde daha da irileşmiş görünen gözlerini tavana dikmişti. Kemikli elleri yatak örtüsünü çekiştirdi. Martin Beck yatağın yanında dikilip annesinin elini tutunca annesi yavaşça onun yüzüne baktı. “Demek bunca yolu geldin?” diye fısıldadı, duyulamayacak bir sesle.
“Konuşarak kendini yorma, anne,” dedi Martin Beck, elini serbest bırakıp. Kocaman, hasta gözleri ve yorgun yüzüne bakarak yanına oturdu. “Nasılsın anne?” diye sordu.
Annesi hemen cevap vermedi. Sadece ona bakıp bir iki defa gözlerini kırpıştırdı, sanki göz kapakları, kaldıramayacağı kadar ağırdı. “Üşüyorum,” dedi annesi sonunda.
Martin Beck odada etrafına baktı. Yatağın ayak ucundaki bir sandalyede bir battaniye duruyordu. Martin Beck battaniyeyi alıp annesinin üstüne örttü.
“Teşekkürler hayatım,” diye fısıldadı.
Martin Beck annesine bakarak sessizce oturdu. Ne diyeceğini bilemeden zayıf, soğuk ellerini tutmakla yetindi.
Annesi nefes alırken gırtlağından incecik bir hırıltı çıktı. Yavaş yavaş nefes alışları sakinleşti, gözleri kapandı. Martin Beck annesinin elini tutarak orada oturmaya devam etti. Pencerenin dışında bir karatavuk ötmüştü. Bunun haricinde her şey sessizdi.
Martin Beck orada hareketsiz bir şekilde uzun bir süre oturduktan sonra yavaşça annesinin elini bıraktı ve ayağa kalktı. Annesinin yanağını okşadı. Sıcak ve kuruydu. Tam annesine bakarak kapıya doğru bir adım atarken annesi gözlerini açıp ona baktı.
“Yün bereni tak,” diye fısıldadı, “dışarısı çok soğuk.” Sonra annesi tekrar gözlerini kapattı.
Bir süre sonra Martin Beck eğildi, annesini alnından öpüp oradan çıktı.

12
Bugün, Svärd’ın evine kapıyı kırarak giren iki polisten biri olan Kenneth Kvastmo bölge mahkemesinde tekrar ifade vermek zorunda kaldı. Martin Beck, Belediye Sarayı’n-da onu aramış ve Kvastmo duruşmaya çağrılmadan önce, en önemli sorularından ikisini sorup cevap bulma fırsatı elde etmişti.
Arkasından Martin Beck, Belediye Sarayı’ndan çıkıp Svärd’ın oturduğu binaya kadar olan iki blokluk mesafeyi yürüdü. Kısa bir mesafeydi ancak Martin Beck oraya yürürken polis binasının her iki tarafındaki iki geniş inşaat alanından geçti. Güney kanadın dışında Järvafältet’e giden yeni metro hattı kazılıyordu ve yokuşun daha yukarısında yeni emniyet binasının temeli için patlatma ve delme operasyonları yürütülüyordu. Martin Beck’in yeni ofisi burada olacaktı. Şu anda ofisinin burada değil Güney Emniyet Merkezi’nde olduğuna şükrediyordu. Penceresinin dışında Södertäljevägen’den gelen trafiğin gürültüsü, kazılardan, matkap seslerinden ve kamyon seslerinden yükselen kakofoniye kıyasla sivrisinek vızıltısıydı.
Birinci kattaki dairenin dış kapısının yerine yenisi takılmış ve mühürlenmişti. Martin Beck mührü kırıp içeri yürüdü.
Sokağa bakan pencere kapalıydı, Martin Beck odanın duvarlarına ve azıcık mobilyalarına sinmiş, hafif ama kesif bir çürüme kokusu aldı.
Pencereye yürüyüp inceledi. Eski moda bir pencereydi, dışa doğru açılıyordu ve halka şeklindeki sallanan sürgüsü doğramadaki bir kertikten dışarı sarkıyor, pencere kapandığı zaman tutturma yerine takılıyordu. Kilidin iki mandalı vardı ama alttaki mandal eksikti. Boyası eskiydi ve pencerenin alt kısmındaki ve pervazındaki tahta bölüm hasar görmüştü. Tahminen o çatlaktan yağmur da rüzgâr da giriyordu.
Martin Beck jaluziyi indirdi. Aslında lacivertmiş ama eskilikten solmuş. Martin Beck şimdi de kapıya doğru yürüyüp odaya baktı. İki memur içeri girdiğinde oda aynen böyle görünüyordu, en azından Kvastmo’ya göre. Martin Beck tekrar pencereye yürüdü, kayışı hafifçe çekti ve yorgun bir gıcırtıyla jaluzi yukarı kalktı. Sonra Martin Beck pencereyi açıp camdan dışarı baktı.
Sağ tarafında gürültülü inşaat sahası yer alıyordu, ilerisinde de başka şeylerin yanı sıra, Kungsholms Caddesi’ndeki Cinayet Büro’nun pencereleri görülebiliyordu. Solundaysa Bergs Caddesi biraz daha devam ediyordu, sonra tam itfaiye binasının önünde sokak pat diye sona eriyordu. Kısa bir sokak Bergs Caddesi ve Hantverkar Caddesi’ni birleştiriyordu. Martin Beck, incelemesini bitirince buradan yürümeye karar verdi. Bu sokağın adını hatırlayamadı, hatta oradan yürüyüp yürümediğini de.
Pencerenin karşısında Kronoberg Parkı vardı. Tıpkı diğer Stockholm parkları gibi, zemindeki doğal bir yükseltiye yayılmıştı. Martin Beck, Kristineberg’de çalıştığı günlerde, çoğunlukla burayı kestirme yol olarak kullandığını hatırladı. Polhems Caddesi’nin köşesindeki taş basamaklardan çıkıp ilerideki eski Yahudi mezarlığının önünden geçmek alışkanlığıydı. Bazen yokuşun en tepesindeki ıhlamur ağaçlarının altında bir bankta oturup bir sigara içerdi.
Canı sigara çekti, ceplerini yokladı, üstünde sigara olmadığını adı gibi biliyordu. Teslimiyetle iç geçirdi ve belki ciklet çiğnemeli ya da pastil almalıyım diye düşündü. Ya da Malmö’deki Månsson gibi kürdan kemirebilirdi.
Mutfağa gitti. Buranın penceresi diğer odadakinden de beter durumdaydı ama burada pencere çatlaklarına bant yapıştırılmıştı.
İçerideki her şey yıpranmış gözüküyordu, yalnızca boya ve duvar kâğıdı değil, mobilyalar da öyleydi. Martin Beck dairede sağa sola bakınca derin bir keder hissine gömüldü. Bütün çekmeceleri ve dolapları açtı. İçlerinde pek bir şey yoktu, sadece temel ev gereçleri vardı.
Dar koridora çıkıp tuvaletin kapısını açtı. Küvet ya da duş yoktu. Ardından Martin Beck ön kapıyı inceledi; aynen raporda belirtildiği gibi farklı kilitlerle güçlendirilmişti. Kapı nihayet kaldırıldığında ya da polis jargonunda ‘zorlandığında’ muhtemelen burası her türlü kilitle kapalıydı.
Her şey sahiden çok kafa karıştırıcıydı. Kapı da iki pencere de kilitliydi. Kvastmo, Kristiansson ile içeri girdiklerinde dairenin hiçbir yerinde herhangi bir silah görmediklerini söylemişti. Dahası, dairenin devamlı korunduğunu ve birisinin oraya girip içerideki bir şeyi dışarı çıkarmış olmasının mümkün olmayacağını söylemişti.
Martin Beck bir kez daha kapının eşiğinde durup odanın içine baktı. Duvarın dibinde bir yatak, yanında da bir raf vardı. Rafın üstünde buruşuk sarı kumaş abajurlu bir lamba, kırık yeşil bir cam kül tablası ve büyük bir kutu kibrit duruyordu. Sağ taraftaki duvardaysa yeşil beyaz çizgili kumaşla döşenmiş, oturma yeri benek benek lekeli bir koltuk, uzaktaki duvardaysa kahverengi bir masa ve sırtı dik bir ahşap sandalye yer alıyordu. Yerde elektrikli bir ısıtıcı vardı ve siyah kablosu duvardaki prizden ortaya uzuyordu. Kablo prizden çekilmişti. Yerde halı da vardı ama laboratuvara gönderilmişti ki üstündeki sayısız başka leke ve kir partikülleri arasında Svärd’ın kan grubundan üç parça kan lekesi bulunmuştu.
Odanın bitişiğinde bir gömme dolap bulunuyordu. Yerinde belirsiz bir renkte, kirli bir atlet, kirli üç çorap ve boş, eprimiş, kahverengi bir kanvas çanta vardı. Bir askıda bir nebze yeni, poplin bir ceket asılıydı ve duvardaki kancalarda da cepleri boş bir pantolon, el örgüsü yeşil bir kazak ve uzun kollu gri bir süveter. Hepsi buydu.
Svärd’ın başka bir yerde vurulmuş, sonra evine gelmiş, kapıyı arkasından kilitleyip sürgülemiş, sonra da uzanıp ölmüş olması patoloji uzmanının teorisine göre ihmal edilmemesi gereken bir ihtimaldi. Martin Beck, konunun uzmanı olmasa da kadının haklı çıkabileceğini düşünecek kadar deneyime sahipti.
Peki ama her şey nasıl olmuştu? Eğer eve giren olmadıysa ve kendisi de yapmadıysa, Svärd nasıl vurulmuştu? Martin Beck olayın ne kadar dikkatsizce ele alındığını ilk keşfettiğinde, bu gizemin de birisinin dikkatsizliği ile açıklanabileceğini düşünmüştü fakat şimdi odada bir silah olmadığından, Svärd’ın kapıyı arkasından kilitlediğinden emin olmaya başlamıştı ve sonuç olarak ölümü tamamıyla açıklanamaz görünüyordu.
Martin Beck bir kez daha kılı kırk yararak dairenin içinde gezindi ama olan biteni açıklayabilecek hiçbir şey bulamadı. Sonunda oradan ayrıldı, diğer apartman sakinlerinin ona anlatacaklarının olup olmadığını öğrenmeye niyet etti.
Kırk beş dakika sonra, sokağa çıktığında hiçbir şey değişmemişti. Altmış iki yaşındaki eski depo işçisi Karl Edvin Svärd belli ki gayet kendi hâlinde bir insandı. Bu dairede üç aydır oturuyordu ve sadece birkaç apartman sakini onun varlığından haberdardı. Onu apartmana girip çıkarken görenler hiçbir zaman yanında kimseyi görmemişti. Hiçbirisi onunla tek kelime konuşmamıştı. Adam hiçbir zaman sarhoş görülmemiş, hiçbir zaman evinden rahatsız edici sesler ya da gürültüler işitilmemişti.
Martin Beck ana girişin dışında durdu. Sokağın karşı tarafında yemyeşil, bol yapraklı yükselen parka baktı. Aklından oraya gidip bir süre ıhlamur ağaçlarının altında bir banka oturmak geldi ama sonra, yokuşun oradaki dar sokağa bakacağını hatırladı.
“Olof Gjödings Caddesi.” Sokak tabelasındaki ismi dışından okudu ve yıllar evvel, Olof Gjöding’in, ta on sekizinci yüzyılda Kungsholmen Okulu’nda bir öğretmen olduğunu öğrenmiş olduğunu hatırladı. Okul acaba Hantverkar Caddesi’ndeki liseyle aynı yerde mi diye merak etti.
Polhems Caddesi’nden bayır aşağı inerken bir tütüncü vardı. Martin Beck dükkâna girip bir paket filtreli sigara aldı. Kungsholms Caddesi’nin yolunu tutarken bir tane yaktı ama tadını hiç beğenmedi. Karl Edvin Svärd’ı düşündü. Kendini daha iyi hissetmiyordu, kafası iyice allak bullak olmuştu.

13
O salı günü Amsterdam’dan gelen öğlen uçağı Arlanda’ya indiğinde, yurt dışı geliş terminalinde uçağın kabin şefiyle görüşmek üzere yerleştirilmiş iki sivil polis alanda bekliyordu. İhtiyatlı davranmaları ve gereksiz önlemlere başvurmamaları emrini almışlardı ve sonunda kabin şefi, yanında bir hostesle birlikte alanda yürürken polisler acele etmeyip kenarda beklemeye karar verdi.
Ne var ki Werner Roos onları hemen fark etti. Ya polisleri önceki olaylardan hatırlıyordu ya da polis olduklarının kokusunu almıştı, orada bulunmalarının onunla alakalı olduğunu anlamıştı hemen. Durdu, hostese birkaç kelime etti, sonra dış hatlar geliş lobisinin cam kapılarından içeri girdi.
Werner Roos kararlı adımlarla iki polis memuruna doğru yürüdü. Uzun boylu, geniş omuzlu, yanık tenli adam koyu lacivert üniforma giymişti. Bir elinde kep tutuyordu, diğer elinde geniş sapları olan siyah deri bir çanta vardı. Sarı saçlı, uzun ve kalın favoriliydi, dağınık kâküllüydü ve çalı gibi kaşları tehditkâr bir ifadeyle çatılıydı. Çenesini öne çıkarıp onlara soğuk bir bakış fırlattı. “Eh, nasıl bir karşılama komitesi bu böyle?” diye sordu.
“Bölge Savcısı Olsson sizinle biraz konuşmak istiyor, rica etsek bizimle Kungsholms’a kadar gelebilir misiniz…” dedi memurlardan biri.
Roos cevap verdi: “Delirmiş mi o? Daha iki hafta önce oradaydım ve bugün, o gün söylediklerime ekleyecek tek sözüm yok.”
“Tamam, tamam,” dedi içlerinden yaşı büyük olan polis. “Bunu onunla konuşmalısınız, biz sadece bize verilen emirleri yerine getiriyoruz.”

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/may-shevall/kilitli-oda-69401647/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
Kilitli Oda Пер Валё и Май Шёвалль

Пер Валё и Май Шёвалль

Тип: электронная книга

Жанр: Зарубежные детективы

Язык: на турецком языке

Издательство: Ayrıksı Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: "Şehrin bir yakasında bir kadın bir banka soyar. Başka bir yakasında ise, kilitli bir odada tam kalbinden vurulmuş bir ceset bulunur. Ancak görünürde hiç silah yoktur. İki olay arasında bir ilişki var mıdır? Ruhsuz bir evliliğin bitişi ve neredeyse onun canını alacak bir kurşun yarasının acısıyla yorgun düşen Martin Beck bezgin ruh halinden kurtulmak için kendini bu gizemi çözmeye verecektir.

  • Добавить отзыв