Pis Adam

Pis Adam
Maj Sjöwall
Per Wahlöö
Martin Beck #7
"Sessiz bir Stockholm gecesinde, meslek hayatının kırk yılını zalimlikle geçirmiş üst düzey bir polis bir hastane odasında katledilir. Martin Beck ve arkadaşları polis teşkilatını hedef almış bir katilin peşine düşerken polis arşivlerinde şoke edici gerçeklerle yüz yüze gelirler.
“Maj Sjöwall ve Per Wahlöö tarafından yazılmış ve Komiser Martin Beck efsanesini doğuran bu polisiye öyle harika bir seviyededir ki başka bir şeyle mukayese etmek neredeyse imkânsızdır.”
Minneapolis Tribune
“Maj Sjöwall ve Per Wahlöö gibi çok az yazar koca bir türü bu kadar etkilemiştir.”
Jens Lapidus"

Maj Sjöwall, Per Wahlöö
Pis Adam

1
Tam gece yarısından sonra düşünmeyi kesti.
Akşamın erken saatlerinde bir şey yazmıştı ama şimdi, mavi tükenmez kalem önünde, gazetenin üstünde duruyordu, tam da çengel bulmacanın sağ kolonunun üstünde. Adam daracık tavan arası odasında, alçak bir masanın önündeki eski püskü ahşap bir sandalyede dimdik ve kılını bile kıpırdatmadan oturuyordu. Başının tepesinde uzun püsküllü, sarımtırak, yuvarlak bir lamba asılıydı. Lambanın kumaşı yıllanmış, solmuştu ve cılız ampulün ışığı buğulu ve belirsizdi.
Evin içi sessizdi. Fakat bu sessizlik göreceli sayılırdı. İçeride nefes alıp veren üç kişi vardı ve dışarıdan belli belirsiz, zonklamaya benzer, anlaşılması neredeyse imkânsız bir mırıltı geliyordu. Sanki uzaklardaki yollarda akan trafik ya da ta ötede köpüren bir denizin sesine benziyordu. Bir milyon insanın sesi. Büyük bir kentte yaşayan bu insanlar kaygı dolu uykularındalar şimdi.
Tavan arasındaki adam bej rengi kalın bir ceket, gri kayak pantolonu, makine örgüsü siyah boğazlı kazak ve kahverengi kayak botları giymişti. Kocaman ama bakımlı bir bıyığı vardı, düzgünce geriye taranmış saçlarından bir ton açıktı. Dar bir suratı vardı, profili netti ve yüz hatları belirgindi. Pişmanlık dolu bir suçlama ve inatçı niyetlerden oluşan taşlaşmış bir maskenin arkasında, neredeyse çocuksu bir ifadeye sahipti. Zayıf, şaşkın ve ilgili bir ifade. Her şeye rağmen bir nebze çıkarcı.
Açık mavi gözleri kararlı bakıyordu ama boştu.
Birdenbire yaşlanmış, küçük bir oğlana benziyordu.
Adam hemen hemen bir saat boyunca heykel gibi oturdu. Avuçları bacaklarının üst kısmındaydı ve gözleri solgun, çiçekli duvar kâğıdında aynı noktaya odaklanmıştı.
Sonra ayağa kalktı, odanın diğer tarafına yürüdü, dolabın kapısını açtı, sol elini uzatıp raftan bir şey aldı. Kenarı kırmızı şeritli, beyaz bir kurulama bezine sarılı, uzun ince bir şeydi.
Bu şey bir karabina süngüsüydü.
Adam süngüyü çekti ve sarı silah yağını dikkatlice sildikten sonra çelik mavisi kınının içine sürdü.
Adam uzun boylu ve oldukça ağır biri olmasına rağmen hareketleri hızlı, atletik ve ekonomikti, elleri de en az bakışları kadar kararlıydı.
Belindeki kemeri çözüp silahın kılıfındaki deri ilmekten geçirdi. Sonra ceketinin fermuarını çekti, eline eldiven, başına ekose tüvit bir kep takıp evden çıktı.
Tahta basamaklar adamın ağırlığının altında gıcırdadı ancak ayak sesleri duyulmuyordu.
Ev küçük ve eskiydi, ana cadde üstünde kalan küçük bir yokuşun en başındaydı. Buz gibi soğuk, yıldızlarla dolu bir geceydi.
Tüvit kepli adam evin köşesinden döndü ve bir uyurgezer kadar emin adımlarla, hemen arkadaki garaj yoluna yürüdü.
Siyah Volkswagen’in sol ön kapısını açtı, direksiyonun arkasına geçti, süngüyü düzeltti, silah adamın sağ uyluğuna yaslanıyordu.
Adam motoru çalıştırdı, farları yaktı, geri geri ana caddeye çıktı ve kuzeye doğru sürdü.
Küçük siyah araba karanlıkta kesin ve kusursuz bir tempoyla, âdeta uzayda ağırlıksız süzülen bir araçmış gibi öne doğru çıktı.
Yol boyunca ilerledikçe binalar sıklaştı ve şehir o ışıktan kubbesinin altında yükselmeye başladı. Kocaman, soğuk ve ıssızdı. Sert yalın metaller, cam ve beton yüzeyler dışında her şeyi koparılıp atılmıştı.
Gecenin bu saatinde, şehrin merkezinde bile herhangi bir yaşam izi yoktu. Ara sıra geçen bir taksi, iki ambulans ve bir devriye arabası haricinde her şey ölüydü. Polis arabası siyahtı, kenarları beyazdı ve kendi haykırışları içinde çabucak uzaklaştı.
Trafik ışıkları anlamsız mekanik bir monotonluk içinde kırmızıdan sarıya, sarıdan yeşile, yeşilden sarıya, sarıdan kırmızıya geçti.
Siyah araba trafik düzenlemelerine harfiyen uyarak seyretti, asla hız limitini aşmadı, bütün kavşaklarda yavaşladı ve bütün kırmızı ışıklarda durdu.
Vasa Caddesi boyunca ilerledi, Merkez İstasyonu’nu ve yeni tamamlanan Sheraton-Stockholm’ü geçti. Norra Bantorget’te sola sapıp Tors Caddesi üzerinden kuzeye doğru yoluna devam etti.
Meydanda ışıklandırılmış bir ağaç ve durağında bekleyen 591 no.lu bir otobüs vardı. St Eriksplan üstünde bir hilal asılıydı ve Bonnier Binası’nın üstündeki mavi neon akrep ve yelkovan zamanı gösteriyordu. İkiye yirmi vardı.
Tam o saniyede, arabanın içindeki adam tamı tamına otuz altı yaşındaydı.
Şimdiyse Oden Caddesi üzerinden doğuya doğru seyretti, soğuk beyaz sokak lambalarıyla ve on bin yapraksız ağaç dalının damar damar kalın gölgesiyle in cin top oynayan Vasa Parkı’nı geçti.
Siyah araba bir daha sağa saptı ve Dala Caddesi boyunca yüz metre güneye gitti. Sonra fren yapıp durdu. Oduncu ceketli, tüvit kepli adam kasıtlı bir ihmalkârlıkla Eastman Enstitüsü’nün merdivenlerinin tam önündeki kaldırıma iki tekeriyle çıkarak arabayı park etti.
Adam gecenin içine adımını atıp kapıyı arkasından çarptı.
Tarih 3 Nisan 1971’di. Günlerden cumartesiydi.
Gün, henüz bir saat kırk dakika eskimişti ve herhangi bir olay yaşanmamıştı.

2
Saat ikiye çeyrek kala morfinin etkisi geçti.
En son iğneyi saat ondan önce yemişti, demek ki narkoz dört saatten az tesir ediyordu.
Ağrı gelip gidiyordu, önce diyaframının sol tarafında, sonra birkaç dakika sağ tarafında duyuyordu. Derken yavaşça sırtına doğru yayılıyor, nöbet gibi, bedenine hızlı, ısırış gibi acımasız darbelerle geçiyordu. Sanki açlıktan ölmek üzere olan akbabalar hayati organlarının yerini bulmuştu.
Adam uzun dar yatakta sırtüstü uzandı ve gecenin loş ışığı ve dışarıdan gelen yansımaların, manası çözülemeyen, en az oda kadar soğuk ve itici olan, kareye benzer statik gölgelerin desenler oluşturduğu, beyaza boyalı tavana gözlerini dikti.
Tavan yassı değildi, iki alçak bombe şeklinde kubbeliydi ve uzakta gibi görünüyordu. Tavan sahiden de yüksekti, dört metreden yüksekti ve binadaki diğer her şey gibi eski modaydı. Yatak, taş odanın tam ortasında duruyordu ve onun haricinde komodin ve sırtı dimdik, tahta bir sandalye gibi iki mobilya parçası daha vardı.
Perdeler tamamıyla kapalı değildi, pencere de aralıktı. Dışarıdaki bahar-kış havası, beş santimlik aralıktan serin ve taze geliyordu ama adam gene de, komodindeki çiçeklerin çürüyen kokusundan ve kendi hasta bedeninden çıkan kokudan iğrendi.
Uyumamıştı, uyanıktı ve sessizce uzanmış, ağrı kesicinin çok geçmeden etkisini yitireceğini düşünmüştü.
Gece nöbetçisi hemşirenin tahta tabanlı sabolarıyla koridordan geçtiğini duymasının üstünden bir saat geçmişti. O zamandan bu yana kendi nefesi ve belki vücudunda ağır ağır, düzensizce dolaşan kanının sesi haricinde hiçbir ses duymamıştı. Fakat bunlar uzaktan gelen sesler değildi; daha çok onun hayal ürünüydü, yakında başlayacak olan ıstırabına ve anlamsız ölüm korkusuna eşlik eden uygun arkadaşlardı.
Her zaman katı bir adamdı, hataları ya da başkalarındaki zayıflıkları hoş görmezdi, hiçbir zaman kendisinin de günün birinde sendeleyeceğini, fiziksel ya da zihinsel olarak tekleyeceğini kabullenemezdi.
Şimdiyse korkuyordu ve acı çekiyordu. Kendini ihanete uğramış hissediyordu, şaşkındı. Hastanede geçirdiği haftalar esnasında duyuları keskinleşmişti. Her türlü ağrı biçimine karşı anormal biçimde hassaslaşmıştı ve en ufak bir enjeksiyon ya da hemşireler her gün kan alırken dirseğinin içine iğne değeceğini düşünse içi ürperiyordu. Bunun da üstüne karanlıktan korkuyordu, yalnız kalmaya dayanamıyordu ve daha önce hiç duymadığı sesleri duymayı öğrenmişti.
Muayeneler onu bitiriyor, daha da kötü hissetmesine sebep oluyordu. İşin tuhaf tarafı doktorlar bu muayenelere ‘araştırma’ diyordu. Oysa daha hasta hissettikçe, ölüm korkusu yoğunlaşıyor ve tüm bilinçli yaşamını sarıyor, onu dımdızlak ortada, bir nevi tinsel çıplaklık ve neredeyse korkunç bir egoizm ile baş başa bırakıyordu.
Pencerenin dışında bir hışırdama oldu. Tabii ki hayvanın tekiydi, solmuş gül yatağından geçiyordu. Bir tarla faresi ya da kirpi, belki de bir kedi. İyi ama kirpiler kış uykusuna yatmıyor muydu?
Bir hayvan olmalı, diye düşündü ve artık hareketlerinin kontrolünü kaybetmiş vaziyette sol elini kaldırıp elektronik çağrı düğmesine uzattı, erişebileceği uzaklıkta sallanıyordu, yatağın direğine bir tur sarılmıştı.
Fakat parmakları yatağın soğuk metal karyolasına değince eli istemsiz bir spazm yüzünden titredi ve düğme küçük bir tıngırtıyla yere düştü.
Bu sesle adam kendini toparladı.
Elini uzatıp beyaz düğmeye basabilseydi, kapısının üstündeki kırmızı ışık koridorda yanacaktı ve hemşire, derhal tahta sabolarıyla tıkır tıkır yanına gelecekti.
Adam yalnızca korku içinde olmakla kalmayıp aynı zamanda kibirli de olduğundan bunu yapamadığına neredeyse memnun oldu.
Nöbetçi hemşire odaya girer, başının tepesindeki ışığı yakar ve orada sersefil ve perişan yatarken ona sorgulayarak bakardı.
Adam bir süre kıpırdamadan yattı, ağrısının azaldığını ve tekrar ani dalgalar halinde yaklaştığını hissetti, sanki manyak bir makinistin sürdüğü kaçak bir tren misali.
Aniden yeni bir acil durumun farkına vardı. Çişini yapması gerekti.
Tam uzanabileceği mesafede bir şişe duruyordu, komodinin arkasındaki sarı plastik çöp kutusunun içindeydi.
Ama adam şişeyi kullanmak istemedi. İsterse ayağa kalkması yasak değildi. Hatta doktorlardan biri, biraz hareket etmek ona iyi gelir demişti.
Böylece ayağa kalkayım, çift kanatlı kapıları açıp tuvalete yürüyeyim diye düşündü, tuvaletler koridorun diğer tarafındaydı. Ona bir oyalanma, pratik bir görev, bir süreliğine zihnini zorlayan bir şey olurdu.
Battaniyeyi kenara katladı, yatakta doğrulup birkaç saniye, ayaklarını yere sarkıtarak yatağın ucunda oturdu, bir yandan da beyaz geceliğini çekerken altındaki şiltenin plastik kaplamasının hışırtısını işitti.
Ardından dikkatlice yere indi, nemli topuklarının altında soğuk taşları hissetti. Doğrulmaya çalıştı. Apış arasını geren ve uyluklarında sıkılaşan geniş bandajlara rağmen başarmıştı. Üstünde hâlâ bir gün önceki aortografiden kalma köpük basınçlı plastik pansuman duruyordu.
Terlikleri komodinin yanındaydı, adam ayaklarını terliklere geçirip dikkatlice, el yordamıyla kapıya doğru yürüdü. Birinci kapıyı içeri, ikinci kapıyı dışarı doğru açtı ve gölgeli koridordan doğruca lavaboya doğru yürüdü.
Tuvalete gitti, soğuk suyla ellerini duruladı ve geri dönüş yolculuğuna başladı, ardından durup kulak kesildi.
Nöbetçi hemşirenin radyosunun boğuk sesi çok uzaktan duyuluyordu. Yine ağrıları artmıştı, korkusu geri döndü, her şeye rağmen, gidip bir ağrı kesici rica edebileceğini düşündü adam. Müthiş bir etki göstermeyecekti ama en azından hemşire, ilaç dolabının kilidini açmak, şişeyi çıkarmak ve ona biraz meyve suyu vermek zorunda kalırdı ve böylece birisi yine onun için çaba sarf etmiş olurdu.
Hemşire odasına kadar ki mesafe yirmi metreydi. Adam acele etmedi. Terli geceliği baldırlarına çarpa çarpa yavaşça ayaklarını sürüyerek yürüdü.
Nöbetçi odasının ışığı yanıyordu fakat içeride kimse yoktu. Yalnızca yarı boş iki kahve kupasının ortasında kendi kendine serenat yapan transistörlü radyo vardı.
Nöbetçi hemşire ve hizmetli, elbette başka bir yerde meşguldü.
Oda dönmeye başladığında adam, kapıya sırtını dayamak zorunda kaldı. Bir iki dakika sonra kendini daha iyi hissetti ve karanlık koridordan ağır ağır tekrar odasına yürüdü.
Kapılar tam bıraktığı şekildeydi, hafif aralıktı. Adam kapıları dikkatlice kapadı, yatağa kadar birkaç adım attı, terliklerini çıkardı, sırtüstü uzandı ve titreyerek battaniyeyi çenesine kadar çekti. Gözleri cin gibi açık, öylece uzandı ve ekspres trenin vücudunda deli gibi dolaştığını hissetti.
Bir farklılık vardı. Tavandaki desen bir şekilde azıcık değişmişti.
Adam bunu anında fark etti.
Fakat gölge ve yansımaların desenini değiştiren ne olabilirdi ki?
Bakışları çıplak duvarlarda dolaştı, sonra adam başını sağa çevirip pencereye baktı.
Odadan çıktığında pencere açıktı, adam bundan oldukça emindi.
Oysaki şimdi kapalıydı.
Her yanını dehşet sarınca adam anında elini kaldırıp çağrı düğmesine basmaya yeltendi. Ama düğme yerinde yoktu. Kordonu ve düğmeyi yerden kaldırmayı unutmuştu.
Parmaklarını çağrı düğmesinin asılı olması gerektiği demir boruya geçirip pencereye doğru baktı.
Uzun perdelerin arasındaki boşluk hâlâ beş santimdi ama az önceki gibi durmuyorlardı ve pencere kapalıydı.
Personelden biri odaya girip çıkmış olabilir miydi?
Çok düşük bir ihtimaldi.
Adam gözeneklerinden ter fışkırdığını hissetti, geceliği soğuktu ve hassas teninde yapış yapıştı.
Tamamen korkuya kapılmıştı işte. Gözlerini pencereden ayıramayarak yatakta oturmaya başladı.
Perdeler kesinlikle kıpırdamıyordu, yine de adam arkalarında birisinin dikildiğinden emindi.
Kim, diye düşündü.
Kim?
Arkasından kendine gelerek, bir halüsinasyon olmalı, diye düşündü.
Şimdi yatağın yanında ayaktaydı, hasta ve güçsüz, çıplak ayakları taş zeminde. Pencereye doğru belirsiz iki adım attı. Hafif öne eğik vaziyette durdu, dudakları seğiriyordu.
Pencerenin girintisindeki adam sağ eliyle perdeyi ittiği an sol eliyle de süngüyü çekti.
Uzun geniş bıçağın üstünde yansımalar pırıldadı.
Oduncu ceketli ve tüvit kepli adam öne doğru hızlı iki adım atıp durdu, bacakları ayrık, uzun, dik ve silahı omuz hizasındaydı.
Hasta adam onu anında tanıdı, haykırmak için ağzını açmaya başladı.
Süngünün ağır sapı ağzına gelince adam dudaklarının yarıldığını, diş köklerinin kırıldığını hissetti.
En son duyduğu his buydu.
Gerisi çok hızlı oldu. Zaman elinden kayıp gitmişti sanki. Birinci darbe diyaframının sağ tarafına, hemen kaburgalarının altına indi ve süngü sapına kadar girdi.
Hasta adam hâlâ ayaktaydı, başını arkaya atmıştı ve oduncu ceketli adam silahını üçüncü kez kaldırdığında bu kez sol kulağından sağa doğru gırtlağını yırttı.
Açık nefes borusundan bir köpürme, hafif bir tıslama sesi geldi.
Hepsi bu kadardı.

3
Cuma akşamıydı ve Stockholm kafeleri, angaryalarla geçen haftanın sonunda keyif yapan mutlu insanlarla dolu olmalıydı. Gelgelelim, durum hiç öyle değildi ve sebebini anlaması çok da güç değildi. Geçtiğimiz beş yıl içinde restoran fiyatları da sayıları gibi iki katına çıkmıştı ve ortalama maaşlı birkaç insan, ancak ayda bir kere kendilerine kıyak çekip buralara gidebiliyordu. Restoran sahipleri bu durumdan şikâyetçiydi, krizden bahsediyorlardı ama kolay para harcayan gençleri çekmek için işletmelerini pub ya da diskoteklere çevirmeyenler, yüklü bir masanın üstünden kredi kartları ve şirket hesaplarıyla ödemeyi tercih eden gittikçe artan sayıdaki iş insanı sayesinde boğulmadan su yüzünde kalmayı başarıyordu.
Eski Şehir merkezindeki Glydene Freden de buna örnekti. Saat geçti elbette. Cuma, cumartesiye dönmüştü fakat son bir saat içinde zemin kattaki yemek salonunda yalnızca iki misafir oturuyordu. Bir adam ve bir kadın. Et tartar yemişlerdi ve şimdi kahve ve punsch içip köşede kalan masada alçak sesle konuşuyorlardı.
Girişin karşısındaki küçük bir masada iki garson kız oturmuş, peçete katlıyordu. İçlerinden yorgun görünen kızlı saçlı daha genç olanı ayağa kalkıp barın üstündeki saate şöyle bir bakış attı. Esnedi, bir kumaş peçete aldı ve köşedeki masada oturan konuklara doğru yürüdü.
“Bar kapanmadan önce başka bir sipariş vermek ister misiniz?” derken elindeki peçeteyi kullanarak masa örtüsüne dökülmüş tütün kırıntılarını süpürdü. “Biraz daha sıcak kahve alır mısınız, Başkomiserim?”
Martin Beck, kızın onun kim olduğunu bilmesi karşısında şaşırmıştı. Normalde Cinayet Masası Şefi olarak öyle ya da böyle halka mal olmuş bir karakter olmaktan rahatsızlık duyardı ama uzun zamandır gazetelerde resmi basılmamış ya da televizyona çıkmamıştı. Garson kızın onu tanıyışını, Peace’in, onu düzenli müşteriden saydığının bir işareti olarak algıladı. Yanında bu akşam olduğu gibi ona eşlik eden birinin olması alışıldık bir durum değildi.
Karşısında oturan kız, kendi kızı Ingrid’di. On dokuz yaşındaydı ve kızın sapsarışın, Martin Beck’inse çok esmer olması haricinde son derece birbirlerine benziyorlardı.
“Biraz daha kahve ister misin?” diye sordu Martin Beck.
Ingrid hayır anlamında başını salladı ve garson kız hesabı getirmek üzere geri çekildi. Martin Beck, punsch şişesini buz kovasından çıkarıp kalan içkiyi iki kadehe paylaştırdı. Ingrid kendi içkisini yudumladı.
“Bunu daha sık yapalım,” dedi.
“Punsch mu içelim yani?”
“Hımmm, çok güzel. Benim evimde olsun ama, Klostervägen’de. Hâlâ görmeye gelmedin.”
Ingrid, anne babası boşanmadan üç ay önce evden ayrılmıştı. Martin Beck kızı Ingrid onu yüreklendirmese, acaba Inga ile tıkanma noktasına gelmiş evliliğini bitirmek için gücünü toplar mıydı diye hep merak ederdi. Ingrid evde mutlu değildi ve daha liseyi bitirmeden bir arkadaşıyla ayrı eve taşınmıştı. Şimdi üniversitede sosyoloji okuyordu ve Stocksund’da kendine yeni bir ev bulmuştu. Şimdilik bir odasını kiraya vermişti ama daha sonraları evin tümünü kendi başına ödemeyi planlıyordu.
“Annem ve Rolf iki gün önce bana geldi,” dedi. “Sen de gelirsin diye umuyordum ama sana ulaşamadım.”
“Yoktum, iki günlüğüne Örebro’ya gitmiştim. Nasıllar?”
“İyiler. Annem yanında bir sandık dolusu eşya getirmişti. Havlular, peçeteler, o mavi kahve servisi ve ne olduğunu bilmediğim daha bir sürü şey. Ah, bir de Rolf’un doğum gününden bahsettik. Annem bizi de yemeğe davet etti. Sen de müsaitsen?”
Rolf, Ingrid’den üç yaş küçüktü. Bir kız ve erkek kardeş ne kadar farklı olabilirse, o kadar farklıydılar ama hep iyi geçinirlerdi.
Kızıl saçlı garson hesabı getirdi. Martin Beck parayı ödeyip kadehini boşalttı. Kol saatine baktı. Bire iki vardı.
Ingrid, çabucak içkisinin son yudumlarını mideye indirerek, “Kalkalım mı?” dedi.
Österläng Caddesi üzerinden kuzeye doğru yürüdüler.
Yıldızlar görünüyordu ve hava gayet soğuktu. İki sarhoş ergen Drakens Gränd’den yürüyerek çıktılar, attıkları naralar eski binaların duvarlarında yankılandı.
Ingrid elini babasının koluna sokup adımlarını ona uydurdu. Uzun bacaklı ve inceydi, iyice zayıflamış, diye düşündü Martin Beck, oysaki kızı rejim yapmam lazım diyordu.
“Yukarı gelmek ister misin?” diye sordu Köpmantorget’e çıkan yokuşu tırmanırken.
“Evet ama sadece taksi çağırmak için. Çok geç oldu, uyuman lazım.”
Martin Beck esnedi.
“Doğrusunu istersen bayağı yorgunum,” dedi.
Bir adam Aziz George ve Ejderha heykelinin dibine çömelmişti. Alnı dizine yaslanmış vaziyette uyuyor gibi görünüyordu.
Ingrid ve Martin Beck geçerken kafasını kaldırıp kalın bir sesle anlaşılmaz bir şeyler söyledi, sonra bacaklarını önüne uzattı ve çenesi göğsüne düşük halde tekrar uyuyakaldı.
“Nicolai’de uyuyor olması gerekmiyor mu?” dedi Ingrid. “Hava çok soğuk.”
“Eninde sonunda kendini orada bulur zaten,” dedi Martin Beck. “Yer varsa tabii. Ama artık ayyaşlarla ben ilgilenmiyorum. Uzun zaman oldu.”
Sessizce Köpman Caddesi’ne girdiler.
Martin Beck yirmi iki yıl önceki bir yazı düşünüyordu. O zamanlar Nicolai bölgesinde yayan devriye geziyordu. Stockholm o zamanlar farklı bir şehirdi. Eski Şehir, sessiz sakin, küçük bir kasabaydı. Elbette ayyaşlık, fakirlik ve sefalet diz boyuydu, ancak sonraları bütün gecekondu mahallelerini temizlemiş, binaları restore etmiş ve kiraları arttırmışlardı, böylece eski kiracıların kalmaya gücü yetmez olmuştu. Burada yaşamak çok modaydı ve Martin Beck artık, bu ayrıcalıklı bir avuç insandan biriydi.
Asansörle en üst kata çıktılar. Bina yenilenirken yapılmış olan bu asansörden Eski Şehir’de çok yoktu. Martin Beck’in dairesi tamamen modern yapılmıştı ve bir hol, küçük bir mutfak, banyo ve pencereleri doğuda büyük bir avluya açılan iki odadan oluşuyordu. Odalar sıcak ve asimetrikti, derin köşeli pencereleri ve alçak tavanları vardı. İki odadan biri rahat tekli koltuklar ve sehpalarla döşenmişti, şömineliydi. Daha içeride kalan odada geniş raflar ve gömme dolapla çevrili bir çift kişilik yatak ve pencere kenarında, altında kocaman çekmeceleri olan bir şifonyer yer alıyordu.
Ingrid paltosunu çıkarmadan gidip çalışma masasına oturdu, telefonu açıp taksi çağırdı.
“Bir dakika bile kalamaz mısın?” diye seslendi Martin mutfaktan.
“Hayır, eve gidip yatmam lazım. Yorgunluktan ölüyorum. Zaten sen de öyle.”
Martin Beck itiraz etmedi. Birdenbire uykusu açılmıştı, oysaki bütün gece esnemişti, hatta sinemada Truffaut’nun 400 Darbe’sini izlerken neredeyse kafası öne düşüp uyuklayacaktı.
Ingrid nihayet taksi buldu, mutfağa gelip Martin Beck’i yanaklarından öptü.
“Bu güzel akşam için teşekkürler. Daha önce görüşemezsek de Rolf’un doğum gününde görüşürüz. İyi uykular.”
Martin Beck kızını asansöre kadar geçirdi, iyi geceler diye fısıldadıktan sonra kapısını kapatıp evine girdi.
Buzdolabından çıkardığı birayı büyük bir bardağa koydu, içeri yürüyüp masaya oturdu. Sonra şöminenin yanındaki müzik sistemine gitti, plaklarını karıştırdı ve Bach’ın Brandenburg konçertolarından birini koydu. Binada ses yalıtımı iyiydi, Martin Beck komşuları rahatsız etmeden sesi açabileceğini biliyordu. Masaya oturup birayı içti, biraz taze ve soğuktu. Punsch’un tatlı ve yapış yapış olan tadını alıp götürmüştü. Martin Beck Florida sigarasının kâğıt ağızlığını sıktı, sigarayı dişlerinin arasına sokup bir kibrit çaktı. Sonra çenesini eline yaslayıp pencereden dışarıya baktı.
Avlunun diğer tarafında bu ilkbaharda ay ışığının aydınlattığı gökyüzü koyu mavi ve yıldızlıydı. Martin Beck müziği dinleyerek düşüncelerini serbest bıraktı. Son derece rahat ve huzurluydu.
Plağın diğer tarafını koyunca yatağın üstündeki rafa yürüdü ve Flying Cloud adlı sürat teknesinin yarı tamamlanmış maketini aldı. Yaklaşık bir saat boyunca gemi direği ve gövdesiyle uğraştı, sonra maketi tekrar yerine koydu.
Soyunurken önceden tamamladığı iki makete gururla baktı. Maketlerden biri Cutty Sark, diğeri de eğitim gemisi Danmark’tı. Yakında Flying Cloud’da bir tek direkleri tutan halatları yapması kalacaktı, bu kısım en zor ve en sıkıntılı bölümdü.
Martin Beck çırılçıplak mutfağa yürüdü, küllüğü ve bira bardağını lavabonun yanında tezgâha koydu. Sonra yastığının üstündeki aplik hariç bütün ışıkları söndürdü, yatak odasının kapısını aralık kalacak şekilde kapatıp yattı. İki otuz beşi gösteren saati kurdu ve alarm düğmesine basılı mı diye kontrol etti. Önünde boş bir gün olmasını ve canı istediği kadar uyuyabilmeyi umuyordu.
Kurt Bergengren’in Ada Vapurları kitabı komodindeydi. Martin Beck kitaba şöyle bir göz attı, daha önce dikkatlice incelediği resimlere baktı ve ara ara bir paragraf, bir resim altı yazısı okurken içinde bir nostalji duydu. Kitap büyük ve ağırdı, yatakta okumaya pek elverişli değildi, bu yüzden çok geçmeden kolları ağrıdı. Martin Beck kitabı kenara koyup okuma lambasını da söndürdü.
Sonra telefon çaldı.

4
Einar Rönn yorgunluktan bitmişti.
Aralıksız on yedi saattir işteydi. Tam şu saniye Kungsholms Caddesi’ndeki polis merkezinde Kriminal Şube’deki odasında ayaktaydı, meslektaşlarından birine el uzatmış, iki gözü iki çeşme ağlayan yetişkin bir adama bakıyordu.
Esasında belki de onun için ‘yetişkin adam’ tabiri çoktu çünkü gözaltındaki bu kişi çocuk denecek yapıdaydı. Omuzlarına kadar sarı saçlı, parlak kırmızı Levi’s’lı ve arkasında LOVE yazan püsküllü, kahverengi süet ceketli, on sekiz yaşında bir oğlandı. Harflerin etrafı pembe, lila ve bebek mavisi, süslü püslü çiçeklerle bezeliydi. Aynı zamanda oğlanın botlarının boğazında da çiçekler ve BARIŞ ve MAGGIE kelimeleri vardı. Dalgalı, yumuşak insan saçından uzun püsküller ceketin kollarına dikilmişti.
Birisinin derisini mi yüzdü diye merak etmeye yeterdi.
Rönn kendisi de hüngür hüngür ağlamak istiyordu. Kısmen yorgunluktan ama en çok, bugünlerde sık sık olduğu gibi, kurbandan çok suçu işleyene acıdığından.
Güzel saçlı genç adam, bir uyuşturucu satıcısını öldürmeye çalışmıştı. Teşebbüsü pek başarılı olamamıştı, yine de polisin onu ikinci dereceden kasten cinayet suçundan birinci şüpheli olarak görmesine yetecek kadar başarılıydı.
Rönn o gün saat beşten beri iz peşindeydi, yani güzide şehrin farklı bölgelerinde, her biri diğerinden daha pis ve iğrenç, farklı on sekiz keş mekânını didik didik aramak ve iz sürmek zorunda kalmıştı.
Sırf Mariatorget’de liselilere afyonla karışık esrar satan piçin teki başına bir darbe aldı diye yapmıştı bunu. Tamam, demir bir boruyla vurmuşlardı ve darbeyi indiren bunu parası olmadığından yapmıştı. Ama yine de, diye düşündü Rönn.
Bir de dokuz saat fazla mesainin üstüne bununla birlikte Vällingby’deki evine dönene kadar mesaisi onu bulacaktı.
Ama bir de bardağın dolu tarafından bakmak gerekir. Bu durum maaşını etkileyecekti.
Rönn, Lapland’lıydı, Arjeplog’da doğmuş, Lapland’lı bir kızla evlenmişti. Vällingby’ye pek bayılmazdı ama oturduğu sokağın adını yani Lapland Sokağı’nı seviyordu.
Gece nöbetindeki, kendinden daha genç meslektaşlarından biri nezaretteki adamın başka yere transferi için tutanağı hazırlayıp saç fetişistini iki gardiyana teslim etti, onlar da adamı üç kat yukarıdaki nakil bölümüne götürmek üzere asansöre tıktı.
Transfer tutanağı, üstünde tutuklunun adı yazan sıradan bir kâğıttı, arkasına nöbetçi memur gerekli yorumları yazardı. Örneğin: Çok vahşi, kendini defalarca duvara vurdu ve yaralandı. Ya da: Zapt edilemiyor, kapıya koşarak çarpıp yaralandı. Belki de şu: Düşüp bir yerini incitti.
Ve benzeri.
Avlunun kapısı açıldı ve iki memur, çalı gibi gri sakallı ihtiyar bir adamı içeri getirdi. Tam eşikten geçerlerken memurlardan biri adama dirseğiyle vurdu. Adam iki büklüm oldu, boğuk bir haykırışla bağırarak köpek ulumasına benzer bir ses çıkardı. İki polis hiç istifini bozmadan kâğıtlarını karıştırdı.
Rönn polis memurlarına yorgun bir bakış attı ama bir şey demedi. Arkasından esneyip saatine baktı.
İkiyi on yedi geçiyordu.
Telefon çaldı. Polislerden biri açtı.
“Evet, Kriminal Şube’den Gustavsson.”
Rönn kürklü beresini takıp kapıya yaklaştı. Elini tokmağa koymuştu ki Gustavsson adındaki adam onu durdurdu.
“Ne? Bir dakika. Hey, Rönn?”
“Efendim?”
“Senlik bir şey.”
“Gene ne olmuş?”
“Sabbathberg’de bir vaka. Birisi vurulmuş mu, ne olmuş. Telefondaki adamın kafası bayağı karışıktı.”
Rönn iç geçirip arkasını döndü. Gustavsson elini ahizeden çekti.
“Ağır Suçlar’dan bir polis şu anda burada. Ağır toplardan. Tamam mı?”
Kısa bir sessizlik oldu.
“Evet, evet, sizi duyuyorum. Evet, berbat. Şimdi tam olarak neredesiniz?”
Gustavsson sert ve vurdumduymaz havası olan, otuzlu yaşlarda, zayıf bir adamdı. Dinledi, sonra elini tekrar ahizenin üstüne koydu.
“Sabbathberg’deki ana binanın büyük girişinde. Yardıma ihtiyaç duyduğu kesin. Gidiyor musun?”
“Tamam,” dedi Rönn. “Giderim artık.”
“Araba lazım mı? Ekip arabası boş.”
Rönn iki polis memuruna bakıp hayır anlamında başını salladı. Adamlar iri ve güçlüydü, tabancaları ve copları deri kılıflarındaydı. Tutukladıkları adam ayaklarının dibine yığılmış, inliyordu.
Onlar da Rönn’e kıskanarak ve aval aval bakıyorlardı, boş mavi gözlerinde terfi alma umudu okunuyordu.
“Hayır, kendi arabamı alırım,” deyip çıktı Rönn.
Einar Rönn ağır toplardan biri değildi ve tam o anda, kendini çarkın bir dişlisi gibi bile hissetmiyordu. Kimileri onun çok becerikli bir polis olduğunu düşünür, kimileriyse onu vasat bulurdu. Ama ne olursa olsun, görevine sadık kaldığı yılların ardından Ağır Suçlar Şubesi’nde komiser muavini olmuştu. Gazetelerin deyişiyle tam bir hafiyeydi. Uzlaşmacı ve orta yaşlı, kırmızı burunlu ve çok oturmaktan hafif göbek yapmış biriydi. Bunda herkes hemfikirdi.
Belirtilen adrese arabasıyla gitmesi tam dört dakika on iki saniye sürdü.
* * *
Sabbathberg Hastanesi, tepeciklerle dolu kaba bir üçgen şeklindeki geniş bölgeye yayılmıştı, üçgenin tabanı kuzeydeki Vasa Parkı’nda, yan kenarları doğuda Dala Caddesi ve batıda Tors Caddesi’ndeydi, sivri ucuysa Barnhus Koyu üstündeki yeni köprüyü teğet geçiyordu. Tors Caddesi’nden gazhaneye ait, kiremit büyük bir bina üçgenden içeri giriyor, bir köşeden bir geçit sağlıyordu.
Hastane adını Vallentin Sabbath isimli bir hancıdan alıyordu, on sekizinci yüzyılın başında bu kişi Eski Şehir’de Rostock ve Lejonet adında iki han sahibiydi. Buradan arsa satın almış, göletlerde sazan balığı yetiştirmişti ki o göletler çoktan kurumuş ya da doldurulmuştu, adam üç yıl boyunca bu arsada bir restoran işlettikten sonra 1720 yılında dünyaya gözlerini kapamıştı.
Yaklaşık on yıl sonra, burada bir kaplıca yani bir spa açıldı. İki yüz yıllık kaplıca oteli, yıllar içinde hem bir hastane hem de darülaceze olarak hizmet verdi. Şimdi ise sekiz katlı bir huzurevinin gölgesindeydi.
Asıl hastane binası, Dala Caddesi üzerindeki kayalık alanda yüzyıldan uzun zaman önce inşa edilmişti ve birbirine uzun, kapalı geçitlerle bağlanan sayısız kubbeli yapıdan oluşuyordu.
Eski kubbelerden bazıları hâlâ kullanımdaydı ama çoğu yakın zamanda yıkılmış, yerlerine yenileri yapılmıştı ve artık geçit sistemi yeraltındaydı.
Arsanın en uzak ucunda, yaşlılar evinin bulunduğu daha eskice binalar yer alıyordu. Burada küçük bir şapel vardı ve çimenler, çitler ve çakıl taşlı yürüme yollarından oluşan bahçenin ortasında beyaz kenarlıklı, yuvarlak çatısında kule gibi yükselen, sarı bir yazlık ev vardı. Şapelden sokağın yanındaki eski bekçi evine ağaçlıklı bir yol gidiyordu. Şapelin arkasında, arsanın yükseltisi artıyor, Tors Caddesi’nin yukarısında duruyordu, bu uzayan yol uçurumla Bonnier Binası arasında kıvrılıyordu. Burası hastane arsası içinde en sessiz ve en ıssız bölümdü. Ana giriş kapısı, yüz yıl önce olduğu gibi Dala Caddesi üstündeydi ve hemen yanında yeni merkezi hastane binası duruyordu.

5
Ekip otosunun tavanında yanıp sönen mavi ışıkta Rönn kendini âdeta bir hayalet gibi hissetti. Ama yakında durum daha beter olacaktı.
“Ne olmuş?” dedi.
“Tam bilmiyorum. Kötü.” Polis memuru çok genç görünüyordu. Samimi ve duygusal bir yüzü vardı fakat bakışları fıldır fıldırdı ve sanki ayakta hareketsiz durmakta sıkıntı çekiyordu. Sol eliyle arabanın kapısını tutuyor, sağ eliyle de ikircikli bir şekilde tabancasının kabzasını yokluyordu. On saniye önce, ancak rahat bir oh denebilecek bir ses çıkarmıştı.
Çocuk korkmuş, diye düşündü Rönn. Güven veren bir sesle konuştu.
“Tamam, bakarız şimdi. Nerede?”
“Oraya ulaşmak biraz çetrefilli. Ben arabayla önden giderim.”
Rönn başıyla onaylayıp kendi arabasına döndü. Motoru çalıştırıp mavi ışıkları takip etti, ana hastanenin etrafında genişten alarak dönüp arsanın içine girdiler. Otuz saniye içinde ekip otosu üç kere sağa, iki kere sola saptı ve fren yapıp sarı badanalı, eğimli kara çatılı, uzun, alçak bir binanın önünde durdu. Bina fi tarihinden kalma gibiydi. Eskimiş ahşap kapının üstünde, tek bir ampul titreşerek yanmaya çalışıyor, karanlığa karşı savaşını kaybediyordu. Polis memuru arabadan inip bir önceki duruşunu takındı, eli arabanın kolunda ve tabanca kabzasında, geceye ve olabileceklere karşı kalkanını takındı.
“İçeride,” dedi, çift kanatlı ahşap kapıya savunmasını alarak baktı.
Rönn esnemesini bastırıp başını salladı.
“Daha fazla adam çağırayım mı?”
“Bakalım, göreceğiz,” diye tekrar etti Rönn cana yakın bir şekilde.
Derhal merdivenleri çıkıp kapının sağ yarısını açarken yağlanmamış menteşeler gıcırdadı. İki adım daha attı, bir başka kapıyı açtı ve kendini yine azıcık aydınlatılmış bir koridorda buldu. Koridor genişti, tavanı yüksekti ve binayı uzunlamasına kaplıyordu.
Bir tarafta özel odalar ve koğuşlar sıralanırken diğer taraf görünüşe göre lavabolar, çarşaf dolapları ve muayene odaları olarak hizmet veriyordu. Duvarda sadece on öre ile çalışan, siyah, eski bir jetonlu telefon vardı. Rönn üstünde kısa ve öz LAVMAN yazan, fildişi beyazı oval tabelaya baktı ve sonra durduğu yerden görebildiği dört kişiyi incelemek üzere yakınlaştı.
İki tanesi üniformalı polisti. İçlerinden biri iri yarıydı, sağlam yapılıydı ve ayakları ayrık, kolları iki yanında, ileri doğru bakıyordu. Sol elinde siyah kapaklı bir not defteri açık duruyordu. Meslektaşı duvara yaslanıyordu, başı öne eğikti, gözleri eski moda pirinç musluğu olan, emaye dökme demir lavaboya odaklanmıştı. Rönn’ün fazla mesai yaptığı dokuz saat içinde karşılaştığı bütün gençler arasında bu kesinlikle en genciydi. Deri ceketi, omuz kemeri ve görünüşe göre zorunlu silahıyla gülünç bir polis taklidine benziyordu. Gözlüklü, gri saçlı daha yaşlı bir kadın bir hasır koltuğa yığılmış oturuyor, duygusuzca beyaz tahta sabolarına bakıyordu. Üstünde beyaz önlük, uçuk baldırlarında çirkin çirkin varisler vardı. Bu dörtlüyü, otuzlu yaşlarda bir adam tamamlıyordu. Kıvırcık siyah saçlıydı ve sinirinden parmak boğumlarını kemiriyordu. O da beyaz bir gömlek ve tahta tabanlı ayakkabılar giymişti.
Koridordaki hava tatsızdı, dezenfektan, kusmuk ya da ilaç ve hatta üçü birden kokuyordu. Rönn aniden ve beklenmedik şekilde hapşırdı, geç kalmış bir şekilde baş ve işaret parmağıyla burnunu tuttu.
Tek tepki veren defterli polisti. Hiçbir şey söylemeden, sarı çatlak boyalı yüksek bir kapıyı ve metal çerçevenin içindeki daktiloyla yazılmış, beyaz kartı işaret etti. Kapı tam kapalı değildi. Rönn koluna dokunmadan çekerek açtı. İçeride bir kapı daha vardı. Bu kapı da aralıktı ama içeri doğru açılıyordu.
Rönn bu kapıyı ayağıyla itti, odanın içine bakınca irkildi. Kızarmış burnunu bırakıp bir kez daha baktı, bu kez sistemli bir bakıştı.
“Olamaz,” dedi kendi kendine.
Sonra bir adım geri attı, dış kapıların sallanıp eski pozisyonuna dönmesini bekledi, gözlüğünü takıp isim levhasını okudu.
“Tanrım,” dedi.
Polis siyah defterini kaldırmış, onun yerine rozetini çıkarmıştı, şimdi rozetini bir tespih ya da muskaymış gibi yoklayarak durdu.
Polis rozetleri yakında tedavülden kalkacak, diye hatırladı Rönn yersizce. Bununla birlikte, rozet doğrudan kimlik beyan edercesine göğse mi takılmalı, yoksa cepte saklı mı durmalı şeklinde giden uzun tartışma da şaşırtıcı bir son bulacaktı. Rozetlerin bir amacı kalmamıştı, yerini sıradan kimlik almıştı ve polisler üniformanın görüntüsü altında rahatça saklanabiliyordu.
“Adın ne?” dedi dışından.
“Andersson.”
“Buraya saat kaçta geldin?”
Polis, kol saatine baktı.
“İki on altıda. Dokuz dakika önce. Bu civardaydık.
Odenplan’da.”
Rönn gözlüğünü çıkarıp üniformalı oğlana baktı, yüzü açık yeşildi ve kendini tutamayıp lavaboya kusuyordu.
Yaşı daha büyük olan polis memuru bakışını takip etti.
“Daha yeni, akademi öğrencisi,” dedi bıyık altından.
“İlk dışarı çıkışı.”
“Ona yardım etsen iyi olur,” dedi Rönn. “Bir de Beşinci Bölge’den beş altı adam çağır.”
“Beşinci Bölge’den acil durum otobüsü, tamam, efendim,” dedi Andersson, sanki asker selamı verecek, hazır ola geçecek ya da bunun gibi saçma bir hareket yapacak gibiydi.
“Bir saniye,” dedi Rönn. “Buralarda şüphe uyandıran bir şey gördün mü?”
Belki çok iyi ifade etmemişti, memur hasta odasının kapısından ona hayretler içinde baktı.
“Şey, aaa…” dedi kaçamakça.
“Onun kim olduğunu biliyor musun? Oradaki adamın?”
“Başkomiser Nyman, değil mi?”
“Evet, o.”
“Gerçi bakarak anlayabilmek mümkün değil.”
“Hayır,” dedi Rönn. “Mümkün değil.”
Andersson dışarı çıktı.
Rönn alnındaki teri silip ne yapması gerektiğine kafa yordu.
On saniye boyunca. Sonra jetonlu telefona yürüdü ve Martin Beck’in evini aradı.
“Selam. Ben Rönn. Sabbathberg’deyim. Gelsen iyi olur.”
“Tamam,” dedi Martin Beck.
“Çabuk olsan iyi olur.”
“Tamam.”
Rönn telefonu kapayıp diğerlerinin yanına gitti. Bekledi. Kumaş mendilini öğrenciye verdi, o da utana sıkıla ağzını sildi.
“Özür dilerim,” dedi.
“Herkesin başına gelebilir.”
“Kendimi tutamadım. Hep böyle midir?”
“Hayır,” dedi Rönn. “Öyle diyemem. Yirmi bir yıldır polisim ve doğrusunu istersen, daha önce hiç buna benzer bir manzara görmedim.”
Sonra da siyah kıvırcık saçlı adama döndü.
“Burada psikiyatri koğuşu var mı?”
“Nix verstehen,” dedi doktor.
Rönn gözlüğünü takıp doktorun beyaz gömleğinin üstündeki plastik isim etiketini okudu. Sahiden de üstünde adı yazıyordu.
DR. ÜZK ÜKÖCÖTÜPZE.
“Ah,” dedi kendi kendine.
Gözlüğünü çıkarıp bekledi.

6
Oda beş metre uzunluğunda, yaklaşık üç metre genişliğinde ve neredeyse dört metre yüksekliğindeydi. Odada hâkim olan renkler donuktu. Tavan kirli beyaz ve plastik boyalı duvarlar belirsiz bir grimsi sarıydı. Yerde gri-beyaz mermer fayanslar vardı. Kapı ve pencere doğramaları açık griydi. Pencerenin önünde kocaman, ağır, soluk sarı damasko perdeler ve arkalarında incecik beyaz pamuklu tül asılıydı. Demir yatak beyazdı, çarşaf ve yastık da. Komodin gri, ahşap sandalye açık kahveydi. Mobilyalardaki boya eprimişti ve pütürlü duvarlar, eskilikten çatlak çatlaktı. Tavanın alçı boyası kabarmış, çeşitli yerlerde rutubetten kahverengi lekeler oluşturmuştu. Her şey eskiydi ama çok temizdi. Komodinde nikelaj gümüş rengi bir vazo ve içinde solmuş yedi kırmızı gül. Ayrıca bir gözlük ve gözlük kılıfı, içinde iki hap duran şeffaf bir plastik beher, beyaz küçük bir transistörlü radyo, yarısı yenmiş bir elma ve açık sarı bir sıvıyla yarı yarıya dolu bir sürahi. Altındaki rafta bir tomar dergi, dört mektup, çizgili sayfalı bir bloknot, parlak bir Waterman tükenmez kalem ve dört farklı renkte kartuş ve bozukluklar vardı. Tamı tamına sekiz âdet on öre, iki âdet yirmi beş öre, altı âdet de bir kron. Komodinin iki gözü vardı. Üstteki gözünde üç tane kullanılmış kumaş mendil, plastik kutusunda bir kalıp sabun, diş macunu, diş fırçası, küçük bir şişe tıraş losyonu, bir kutu pastil ve deri bir çantada tırnak makası ve törpü. Diğer çekmecede bir cüzdan, elektrikli tıraş makinesi, küçük bir dosya dolusu postane zarfı, iki pipo, bir tütün çantası ve Stockholm belediye binasını gösteren boş bir kartpostal. Dik sandalyenin arkasında asılı duran bazı giysiler vardı; pamuklu, gri bir ceket, aynı renk ve kumaştan pantolon, dize kadar inen bir gömlek. İç çamaşırı ve çoraplar sandalyenin oturma yerinde duruyordu ve yatağın hemen yanında bir çift terlik vardı. Kapının yanındaki askıda bej rengi bir sabahlık asılıydı.
Odada tam anlamıyla aykırı olan bir renk vardı. O da korkunç bir kırmızıydı.
Ölü adam yatakla pencere arasında kısmen yana dönük yatıyordu. Gırtlağı öyle bir kuvvetle kesilmişti ki kafası neredeyse doksan derece açıyla arkaya düşmüştü ve sol yanağı aşağı gelecek şekilde yerdeydi. Dili açılan yarıktan zorla dışarı fırlamıştı ve kurbanın kırılan takma dişleri yamulmuş dudaklarının arasında sıkışmıştı.
Arka üstü düşerken şah damarından oluk oluk kan fışkırmıştı. Bu da yatağın üstündeki çapraz kızıl çizgiyi ve vazoyla komodine sıçramış kanı açıklıyordu.
Öte yandan, kurbanın gömleğini sırılsıklam yapan ve vücudunun etrafında kocaman bir kan gölü oluşturan yara böğründekiydi. Bu yara yüzeysel incelendiğinde birisinin, tek darbeyle, karaciğeri, safra kesesini, mideyi, dalağı ve pankreası kestiği anlaşılıyordu. Atardamarlar da cabası.
Vücuttaki tüm kan resmen birkaç saniye içinde dışarı akmıştı. Cildi, mavimsi beyazdı ve neredeyse şeffaf görünüyordu, yani görünebildiği yerlerde, örneğin alında ve kaval kemiğiyle ayakların bazı kısımlarında.
Gövdedeki lezyon yaklaşık yirmi beş santim uzunluğundaydı ve kocaman açıktı; parçalanmış organlar peritonun dilim dilim kenarları arasında sıkışmıştı.
Adam resmen karnından deşilmiş, ortadan ikiye kesilmişti.
Mesleği, kanlı ve vahşetle dolu cinayet yerlerinde uzun uzun takılmak olan insanlar için bile bu bayağı ağırdı.
Fakat Martin Beck’in yüz ifadesi odaya girdiğinden beri değişmemişti. Dışarıdan gözlemleyen birisine göre, her şey sanki rutinin bir parçası gibi görünebilirdi. Kızıyla Peace’e gitmek, yiyip içmek, soyunmak, biraz gemi maketiyle uğraşmak, kitap okuyup yatmak gibi bir rutinin. Hemen arkasından doğranıp deşilmiş bir başkomiseri incelemeye gitmek de cabası. En kötüsü de, kendisi aynen böyle hissediyordu. Kendi duygusal serinkanlılığı haricinde hiçbir şeyin onu hayrete uğratmasına izin vermiyordu.
Saat artık sabaha karşı üçü on geçiyordu ve Martin Beck yatağın yanında çömelmiş, soğuk ve alıcı gözüyle cesedi inceliyordu.
“Evet, Nyman bu,” dedi.
“Yani, sanırım.”
Rönn masadakileri dürterek ayakta durdu. Aynı anda da esneyip elini ağzına götürürken suçluluk duyuyordu. Martin Beck ona baktı.
“Genel durum hazır mı?”
“Evet,” dedi Rönn.
Cimri eliyle aldığı minicik notların bulunduğu küçük not defterini çıkardı. Gözlüğünü takıp tekdüze bir sesle sıraladı.
“Asistan hemşire, saat ikiyi on geçe bu kapıları açmış.
Sıra dışı bir şey duymamış, görmemiş. Hastaların rutin kontrolünü yapıyormuş. Nyman o sırada ölüymüş. Saat iki on birde polisi aramış. Devriye memurları iki on ikide alarmı almış. Odenplan’dan buraya üç dört dakika içinde varmışlar. Saat iki on yedide olayı Kriminal Şube’ye bildirmişler. Ben buraya iki yirmi ikide geldim. Seni iki yirmi dokuzda aradım. Sen de buraya üçe on altı kala geldin.”
Rönn kol saatine baktı.
“Şimdi saat üçe sekiz var. Ben buraya vardığımda en fazla bir saattir ölüymüş.”
“Doktor öyle mi dedi?”
“Hayır, bu benim çıkarımım. Cesedin sıcaklığından, pıhtılaşmadan…”
Durdu, sanki kendi gözlemlerini aktarmak fazla ileri gitmekti.
Martin Beck sağ elinin baş ve işaret parmağıyla burun kemerini ovuşturdu.
“Demek her şey çok hızlı oldu,” dedi.
Rönn cevap vermedi. Başka bir şey düşünüyor gibiydi.
“Yani,” dedi bir süre sonra, “neden seni benim aradığımı anlarsın. Şeyden değil…”
Durdu, dikkati dağınıktı.
“Neyden değil?”
“Nyman başkomiser olduğundan değil, şundan… yani, şundan dolayı.”
Rönn cesedi işaret etti.
“Katledilmiş resmen.”
Bir saniye durdu, sonra yeni bir çıkarıma vardı.
“Yani bunu her kim yaptıysa deli gibi gözü dönmüş olmalı.”
Martin Beck başıyla onayladı.
“Evet,” dedi. “Öyle görünüyor.”

7
Martin Beck’in içinde bir huzursuzluk vardı. Belirsiz bir histi ve tam olarak isimlendirmesi mümkün değildi, hani kitap okurken uyuyakalmanızı ve sayfa çevirmeden okumaya devam etmenizi sağlayan, o sinsi yorgunluk gibiydi.
Aklını toplamak ve bu kaypak gerginliği üstünden atabilmek için çaba göstermek zorundaydı.
Bu sinsi hisle yakından bağlantılı, kurtulamadığı başka bir duygu daha vardı.
Bir tehlike duygusu.
Bir şey olmak üzere duygusu. Her ne pahasına olursa olsun, savuşturulması gereken bir şey. Ama ne olduğunu bilmiyordu, hele nasıl olacağını hiç.
Martin Beck daha önce de benzer duygular hissetmişti. İş arkadaşları bu durumlarda kahkahalarla güler, onu rahatsız edenin sezgisi olduğunu söylerlerdi.
Polis işi gerçekçiliğe, rutine, inat ve sisteme dayalıydı. Doğru, birçok zor vaka tesadüfen çözülebiliyordu ama aynı zamanda tesadüf; şans ya da kazayla karıştırılmaması gereken, esnek bir kavramdı. Bir suç soruşturmasında tesadüfler ağını mümkün olduğunca sık örmek çok önemliydi. Tecrübe ve işin kendisi bundan daha büyük rol oynardı. İyi bir hafıza ve sıradan sağduyu, parlak zekâdan daha değerli özelliklerdi.
Sezginin, pratik polis işinde yeri yoktu.
Nasıl astroloji ve frenoloji bilimden sayılmıyorsa sezgi de bir özellik bile sayılmazdı.
Yine de oradaydı, Martin Beck ne kadar kabul etmek istemese de oradaydı ve hatta, bazen onu doğru yola saptırdığı olmuştu.
Ancak bu huzursuz ruh hali daha basit, daha elle tutulur ve daha anlık şeylere bağlı olabilirdi.
Rönn’e mesela.
Martin Beck birlikte çalıştığı insanlardan çok şey beklerdi. Bunun en çok ceremesini çeken Lennart Kollberg’di, yıllar yılı sağ kolu olmuştu. Önce Stockholm’de komiserken, sonra Västberga’da Ulusal Kriminal Şube’de. Kollberg oldum olası onu müthiş tamamlamıştı, en iyi tespitleri yapan, hep en doğru kanca soruları soran ve en düzgün imalarda bulunan kişiydi.
Fakat Kollberg elinin altında değildi. Evde uyuyordu muhtemelen ve onu uyandırmak için hiçbir sebep yoktu. Kurallara aykırı, ayrıca Rönn’e de büyük hakaret olurdu.
Martin Beck, Rönn’ün bir şey yapmasını ya da en azından içindeki bu tehlike sesini sezdiğini anlatan bir şey söylemesini bekledi. Martin Beck’in kenara iteceği ya da peşinden koşacağı bir şey söylemesini ya da bir öngörüde bulunmasını ummuştu.
Fakat Rönn hiçbir şey demedi.
Onun yerine sakince ve becerikli bir şekilde işini yaptı. Soruşturma şu anlık onundu ve mantıklı bir şekilde ondan beklenebilecek her şeyi yerine getiriyordu.
Pencerenin dışındaki alan, ip ve tahta kirişlerle çevrilmişti, ekip otoları yanaşmış, tepe ışıklarını yakmıştı. Spot ışıklarıyla bölge taranıyordu ve polislerin fenerinden çıkan beyaz ışık parçaları zeminde, yaklaşan yabancıların düzensiz saldırısından korkmuş kum yengeçleri gibi kaçışıyordu.
Rönn komodinin üstündeki ve içindeki her şeyi elden geçirmiş, sıradan kişisel eşya ve sağlıklı insanların ağır hasta olduğundan şüphe edilen sıradan insanlara yazdığı türden duyarsızlıkla dolu, birkaç ıvır zıvır mektup haricinde bir şey bulmamıştı. Beşinci Bölge’den personel de bitişikteki odaları ve koğuşları herhangi bir şey bulmadan gezmişti.
Martin Beck özel bir şey öğrenmek istiyorsa sormak zorundaydı ve dahası, sorularını net ve yanlış anlaşılmayacak cümlelerle ifade etmek zorundaydı.
İşin doğrusu, birlikte kötü çalıştıklarıydı. İkisi de bunu yıllar önce keşfetmişti ve bu yüzden genelde birbirlerini sırf destek olarak kullanacakları durumlardan kaçınmışlardı.
Martin Beck’in Rönn’le ilgili fikri çok iyi değildi, Rönn de bunun gayet güzel farkındaydı ve bu sebepten aşağılık kompleksine kapılıyordu. Martin Beck’in kendi adına kusuruysa iletişim kurmakta zorlanmasıydı ve bu yüzden de eli kolu bağlanıyordu.
Rönn çok sevgili cinayet ekipmanını kurmuş, bir dizi parmak izi almış ve odaya ve dışarıdaki zemine pek çok delil işareti yerleştirmiş, böylece sonradan faydalı olabilecek ayrıntıların doğal sebeplerden etkilenmemesini ya da dikkatsizlikle bozulmamasını sağlamış olmuştu. Bu delillerin çoğunluğu ayak izleriydi.
Martin Beck, her zamanki gibi yılın bu zamanı yine soğuk algınlığı çekiyordu. Burnunu çekti, sümkürdü, öksürdü ve kuru kuru boğazını temizledi ama Rönn tepki vermedi. Hatta ve hatta, “Çok yaşa,” bile demedi. Bu küçük görgü kuralı belli ki onun hayatında yer etmemişti. Aklından bir fikir geçirdiyse de kendisine saklamıştı.
Aralarında herhangi bir iletişim yoktu ve Martin Beck, sessizliği bozma görevinin ona düştüğünü hissetti.
“Bu koğuş her yeriyle eski moda, değil mi?” diye sordu.
“Evet,” dedi Rönn. “İki gün sonra boşaltılması gerekiyormuş, modernize edilecek ya da başka bir şeye dönüştürülecekmiş. Hastalar ana binadaki yeni koğuşlara taşınacakmış.”
Martin Beck’in düşünceleri anında yeni istikametlere yol aldı.
“Acaba ne kullandı?” dedi bir süre sonra, kendi kendine konuşur gibi. “Belki bir pala ya da bir samuray kılıcı olabilir.”
“İkisi de değil,” dedi Rönn, odaya yeniden girerek. “Silahı bulduk. Dışarıda, pencereden yaklaşık dört metre uzakta duruyor.”
Dışarı çıkıp baktılar.
Bir spot ışığının soğuk beyaz aydınlığının altında geniş bıçaklı bir kesici alet duruyordu.
“Süngü,” dedi Martin Beck.
“Evet. Aynen. Mauser tipi karabina ucuna takılanlardan.”
Altı milimetrelik karabina sıradan bir ordu silahıydı, çoğunlukla topçu birliği ya da süvariler tarafından kullanılırdı. Martin Beck de askerliğini yaparken eline bundan verilmişti. Silah muhtemelen artık kullanımdan kalkmıştı ve levazım subaylarının kayıt defterlerinden silinmişti.
Bıçağın üstü tamamen pıhtılaşmış kanla kaplıydı.
“O sapından parmak izi alabilir misin?”
Rönn omuz silkti.
Her kelime ağzından cımbızla alınmak zorundaydı, zor kullanılmasa da sözel baskı şarttı.
“Hava ağarıncaya kadar burada böylece kalacak mı?”
“Evet,” dedi Rönn. “İyi bir fikre benziyor.”
“En kısa zamanda Nyman’ın ailesiyle konuşmak isterim. Sence karısını bu saatte yataktan kaldırabilir miyiz?”
“Evet, sanırım,” dedi Rönn hiç ikna edici olmayan bir sesle.
“Bir yerden başlamak zorundayız. Geliyor musun?”
Rönn bir şeyler mırıldandı.
Martin Beck, “Ne dedin?” diye sorup burnunu sildi.
“Buraya bir fotoğrafçı getirmek lazım,” dedi Rönn.
“Tamam.” Ama hiç umurundaymış gibi konuşmamıştı.

8
Rönn arabaya yürüdü ve sürücü koltuğuna oturup Martin Beck’i bekledi, Martin Beck tatsız görevi üstlenerek dul kadını aramaya gitmişti.
“Ona ne kadarını anlattın?” diye sordu Rönn, meslektaşı yanına oturunca.
“Sadece öldüğünü. Anlaşılan çok ağır hastaymış, belki de kadına sürpriz olmadı. Ama tabii ki şimdi bizim ne alakamız olduğunu merak ediyor.”
“Sesi nasıl geliyordu? Şoke oldu mu?”
“Evet, tabii ki. Bir taksiye atlayıp soluğu hastanede alacaktı. Şimdi bir doktor onunla konuşuyor. Umarım kadını evde beklemeye ikna edebilir.”
“Evet. Asıl şu anda görse gerçek şoku yaşardı. Zaten söylemesi yeterince zor.”
Rönn, Dala Caddesi üzerinden kuzeye, Oden Caddesi’ne doğru ilerledi. Eastman Enstitüsü’nün dışında siyah bir Volkswagen bekliyordu. Rönn başıyla gösterdi.
“Hem park yasağı olan yere park etmiş, hem de kaldırıma çıkmış. Şansına trafikten değiliz.”
“Ayrıca böyle park etmek için sarhoş olması lazım,” dedi Martin Beck.
“Belki de kadındı,” dedi Rönn. “Kesin kadındır. Kadınlar ve sürüş becerileri yok mu…”
“Tipik beylik bir bakış,” dedi Martin Beck. “Kızım şimdi seni duysaydı gerçek bir nutuk çekmeye başlamıştı.”
Araba Oden Caddesi’nden sağa döndü ve Gustav Vasa Kilisesi ile Odenplan’ın önünden geçti. Taksi durağında BOŞ tabelası yanan sadece iki araç duruyordu, şehir kütüphanesinin dışındaki trafik ışıklarının orada sarı bir sokak temizleme aracı, tepesindeki turuncu ışığı yanıp sönerek çalışıyor, yeşil ışığı bekliyordu.
Martin Beck ve Rönn sessizce arabada yola devam ettiler. Sveavägen’e sapıp köşede tıngır mıngır giden sokak süpürme aracını geçtiler. İktisat Fakültesi’nin oradan sola dönüp Kungstens Caddesi’ne geçtiler.
“Hay içine edeyim,” dedi Martin Beck birden alevlenerek.
“Evet,” dedi Rönn.
Sonra arabada yine sessizlik oldu. Birger Jarls Caddesi’ni geçerlerken Rönn yavaşlayıp numaraları okumaya başladı. Yurttaş Okulu’nun karşısındaki apartmanın kapısı açıldı ve genç bir adam kafasını dışarı uzatıp onlardan tarafa baktı. İkisi arabayı park edip karşıya geçerken kapıyı açık tuttu.
Martin Beck ve Rönn kapıya ulaşınca adamın, uzaktan göründüğünden daha genç bir çocuk olduğunu gördüler. Neredeyse Martin Beck kadar uzun boyluydu ama taş çatlasın on beş yaşında görünüyordu.
“Adım Stefan,” dedi. “Annem üst katta bekliyor.”
Oğlanın peşinden merdivenlerden ikinci kata çıktılar, bir kapı aralıktı. Oğlan onları holden geçirip oturma odasına soktu.
“Ben annemi getireyim,” diye mırıldanarak koridorda gözden kayboldu.
Martin Beck ve Rönn odanın ortasında ayakta durup etrafa baktılar. İçerisi çok derli topluydu. Bir tarafta 1940’lardan kalma gibi duran mobilyalar dizilmişti; bir kanepe, ona takım açık sarı cilalı ahşaptan, çiçekli kreton kumaş kaplı, üç tekli koltuk ve aynı açık renk ahşaptan oval bir sehpadan oluşuyordu. Sehpanın üstünde beyaz dantel bir örtü, örtünün ortasında da kırmızı lalelerle dolu kocaman kristal bir vazo vardı. İki pencere sokağa bakıyordu ve beyaz dantel perdelerin arkasında, bakımlı saksı çiçekleri diziliydi. Odanın bir ucundaki duvar parıl parıl maun ahşaptan bir kitaplıkla kaplıydı, içi yarı yarıya deri ciltli kitaplarla, yarı yarıya da hatıralık eşya ve biblolarla doluydu. Duvar diplerinde gümüş ve kristalle dolu, cilalı ahşaptan küçük sehpalar görülüyordu. Kapağı tuşların üstüne kapatılmış, siyah bir piyano bu mobilyaları tamamlıyordu. Ailenin çerçeveli resimleri piyanonun üstünde sıralanmıştı. Duvarlarda, geniş oymalı altın varaklı çerçevelerde birçok cansız doğa ve manzara resmi asılıydı. Odanın ortasında kristal bir avize yanıyordu ve ayaklarının altında şarap kızılı, Şark işi bir halı seriliydi.
Martin Beck odanın çeşitli ayrıntılarını incelerken koridordan yaklaşan ayak seslerine kulak verdi. Rönn kitaplığın yanına yürümüş, geyik çanını şüpheyle inceliyordu, çanın bir tarafı rengarenk bir dağ çamı resmiyle, bir geyik ve bir Lapland’lıyla süslüydü, ayrıca kırmızı süslü harflerle ARJEPLOG yazıyordu.
Bayan Nyman oğluyla birlikte odaya girdi. Üstüne yünlü siyah bir elbise, ayağına siyah çoraplar ve siyah ayakkabı giymişti, bir elinde küçük bir beyaz mendil sıkıyordu. Ağlıyordu.
Martin Beck ve Rönn kendilerini tanıttı. Kadın adlarını daha önce duymamış gibiydi.
“Lütfen oturun,” dedi, kendi de çiçekli koltuklardan birine yerleşti.
İki polis yerini alınca kadın çaresiz gözlerle onlara baktı.
“Tam olarak ne oldu?” diye sordu, fazla tiz bir sesle.
Rönn kumaş mendilini çıkarıp kırmızı burnunu uzun uzadıya ve iyice ovaladı. Fakat Martin Beck o cepheden bir yardım beklemiyordu zaten.
“Sinirlerinizi yatıştırmak için alabileceğiniz bir şey varsa yani hap gibi, Bayan Nyman şimdi bir iki tane almanız iyi olurdu,” dedi.
Piyano taburesine oturmuş olan oğlan ayağa kalktı.
“Babamda… Banyo dolabında bir şişe Restanil var,” dedi. “Getireyim mi?”
Martin Beck başıyla onay verdi ve çocuk banyoya gidip elinde haplar ve bir bardak suyla geri döndü. Martin Beck hapın şişesindeki etiketi okudu, kapağına iki hap döküp Bayan Nyman’a uzattı, kadın da bir yudum suyla uslu uslu ilacı içti.
“Teşekkürler,” dedi. “Şimdi lütfen ne istediğinizi söyleyin. Stig öldü ve ne sizin ne de benim elimden bir şey gelir.”
Mendili ağzına bastırdı, konuşurken sesi boğuk çıkmıştı.
“Neden yanına gitmeme izin verilmedi? Sonuçta o benim kocamdı. Ona orada hastanede ne yaptılar ki? O doktor… çok tuhaf konuştu…”
Oğlu annesinin yanına gidip koltuğun kol koyma yerine oturdu. Kolunu, annesinin omzuna attı.
Martin Beck de tekli koltuğunu çevirip kadının tam karşısına geçti, sonra koltukta suspus oturan Rönn’e bir bakış fırlattı.
“Bayan Nyman,” dedi, “kocanız hastalıktan ölmedi. Birisi odasına girip onu öldürdü.”
Kadın ona bakakaldı. Martin Beck, söylediklerinin ehemmiyetini anlamadan evvel saniyelerin geçtiğini fark etti. Kadın sonunda mendilli elini indirip göğsüne bastırdı. Beti benzi atmıştı.
“Öldürdü mü? Birisi onu öldürdü mü? Anlamıyorum…”
Oğlanın da burun delikleri bembeyaz olmuştu ve annesinin omzunu daha sıkı tutuyordu.
“Kim?” dedi.
“Bilmiyoruz. Bir hemşire saat ikiyi biraz geçe, onu odasında yerde bulmuş. Birisi pencereden içeri girip bir süngüyle onu öldürmüş. Birkaç saniye içinde olmuş olmalı, bence ne olduğunun farkına bile varamamıştır,” dedi Martin Beck, bir nevi teselli vererek.
“Her şey onun gafil avlandığını gösteriyor,” dedi Rönn. “Eğer tepki vermeye zamanı olsaydı, kendini korumaya ya da darbeleri savuşturmaya çalışırdı ama bunu yaptığına dair bir iz yok.”
Kadın şimdi Rönn’e dümdüz bakıyordu.
“İyi ama neden?” dedi.
“Bilmiyoruz,” dedi Rönn.
Tek söylediği buydu.
“Bayan Nyman, belki bulmamıza yardım edebilirsiniz,” dedi Martin Beck. “Size yersiz acılar çektirmek istemiyoruz ama birkaç soru sormak zorundayız. Öncelikle bunu yapmış olabilecek birisi aklınıza geliyor mu?”
Kadın umutsuzca başını salladı.
“Kocanızın hiç tehdit alıp almadığını biliyor musunuz? Ya da onun ölümünü isteyen biri var mıydı? Onu tehdit eden birileri?”
Kadın başını iki yana sallamaya devam etti.
“Hayır,” dedi. “Onu kim neden tehdit etsin ki?”
“Ondan nefret eden birisi?”
“Ondan nefret eden birisi?”
“İyi düşünün,” dedi Martin Beck. “Kocanızın, kendisine çok kötü davrandığını düşünen hiç kimse yok muydu? Sonuçta eşiniz bir polisti ve bu mesleğin kötü taraflarından biri de düşman kazanmaktır. Birisinin onu haklamak istediğini ya da onu tehdit ettiğini söylemiş miydi hiç?”
Dul kadın, allak bullak olarak önce oğluna, sonra Rönn’e, ardından tekrar Martin Beck’e baktı.
“Hatırlayabildiğim birisi yok. Öyle bir şey söylemiş olsaydı kesinlikle hatırlardım.”
“Babam işinden pek bahsetmezdi,” dedi Stefan. “Merkeze sorsanız daha iyi olur.”
“Oraya da soracağız,” dedi Martin Beck. “Ne zamandır hasta?”
“Uzun zamandır, tam süresini hatırlamıyorum,” dedi oğlan ve annesine baktı.
“Geçen sene hazirandan beri,” dedi kadın. “Gün dönümünden hemen önce hastalandı, midesinde feci ağrılar çekiyordu, tatilden sonra hemen doktora gitti. Doktor ülser sanıp onu hasta iznine çıkardı. O günden beri de hasta izninde, bir sürü doktora gitti, hepsi de başka şey söyledi ve başka ilaçlar verdi. Sonra üç hafta önce Sabbath’a yattı, o zamandan beri onu muayene edip bir sürü tahlil yapıyorlar ama tam ne olduğunu bulamadılar.”
Konuşmak, kadının dikkatini dağıtmış, yaşadığı şoku bastırmasına yaramıştı.
“Babam kanser olduğunu düşünüyordu,” dedi çocuk.
“Doktorlar değil dediler. Ama sürekli çok hastaydı.”
“O zaman zarfında ne yaptı? Geçen yazdan beri hiç çalışmadı mı?”
“Hayır,” dedi Bayan Nyman. “Gerçekten çok hastaydı. Üst üste günler süren ağrıları olurdu, yataktan çıkamazdı. Bir sürü ilaç alırdı ama pek faydası dokunmazdı. Geçen sonbahar nasıl gidiyor diye bakmak için birkaç kere emniyete gitti ama çalışamadı.”
“Bayan Nyman, bu olayla bağlantısı olabilecek herhangi bir şey söylemiş miydi ya da yapmış mıydı, iyi hatırlamaya çalışın?” diye sordu Martin Beck.
Kadın başını sağa sola sallayıp kuru kuru hıçkırmaya başladı. Gözleri Martin Beck’in üstünden kaydı, bakışlarını boşluğa dikti.
“Kız ya da erkek kardeşin var mı?” diye sordu Rönn çocuğa. “Evet, bir ablam var ama evli ve Malmö’de yaşıyor.”
Rönn, soru sorar gibi Martin Beck’e baktı, Martin Beck ise karşısındaki bu iki kişiye bakarken bir sigarayı parmaklarının arasında düşünceli düşünceli gezdiriyordu.
“Biz artık kalkıyoruz,” dedi oğlana. “Annene iyi bakacağından eminim ama yine de bence buraya bir doktor çağırıp onun uyumasına yardım edecek bir şey verdirirsen iyi olur. Gecenin bu vakti arayabileceğin bir doktor var mı?”
Çocuk ayağa kalkıp başıyla onayladı.
“Doktor Blomberg,” dedi. “Ailede birisi hasta olunca genelde o gelir.”
Hole çıktı, numarayı çevirdiğini ve bir süre sonra birisinin telefonu açtığını duydular.
Konuşma kısa sürdü ve çocuk tekrar içeri girip annesinin yanında ayakta durdu. Şimdi kapının eşiğinde ilk gördükleri andan daha olgun duruyordu.
“Geliyor,” dedi. “Sizin beklemenize gerek yok. Fazla uzun sürmez zaten.”
İkili ayağa kalktı ve Rönn gidip elini kadının omzuna koydu. Kadın kımıldamadı, veda ettiklerinde de cevap vermedi.
Oğlan onları kapıya kadar uğurladı.
“Bir daha gelmek durumunda kalabiliriz,” dedi Martin Beck. “Annenin nasıl olduğunu öğrenmek için önce seni ararız.”
Sokağa çıktıklarında Martin Beck, Rönn’e döndü.
“Herhalde Nyman’ı tanıyordun?” dedi.
“Pek yakından tanıdığım söylenemez,” dedi Rönn baştan savma.

9
Martin Beck ve Rönn olay yerine döndüğünde mavi beyaz flaş lambası, hastanenin kirli sarı ön cephesini bir anlığına aydınlattı. İki araba daha oraya varmış ve farları açık halde, göbeğin yanına park etmişlerdi.
“Görünüşe bakılırsa fotoğrafçımız burada,” dedi Rönn.
Arabadan inerlerken fotoğrafçı onlara doğru yaklaştı. Objektif çantası yoktu ama bir elinde makinesini, bir elinde flaşını taşıyordu, cepleri de film ruloları, flaş ve lenslerle dolup taşıyordu. Martin Beck birçok olay yerinden adamı tanıyordu.
“Yanılıyorsun,” dedi Rönn’e. “Görünüşe bakılırsa buraya ilk gazeteler varmış.”
Tabloid gazetelerden birinde çalışan bu fotoğrafçı onlara selam verip kapıya doğru yürürlerken fotoğraflarını çekti. Aynı gazeteden bir muhabir merdivenlerin dibinde durmuş, üniformalı bir polis memuruyla konuşmaya çalışıyordu.
“Günaydın Başkomiserim,” dedi Martin Beck’i görünce.
“Herhalde peşinizden içeri giremem, değil mi?”
Martin Beck olumsuz anlamda başını çevirdi ve Rönn peşinde, merdivenleri çıktı.
“Ama en azından bana küçük bir röportaj verirsiniz?” dedi muhabir.
“Sonra,” dedi Martin Beck ve Rönn’e kapıyı tuttuktan sonra, gazetecinin resmen burnuna çarparak kapattığında adam surat astı.
Polis fotoğrafçısı da gelmişti ve fotoğraf makinesi çantasıyla ölü adamın odasının dışında duruyordu. Koridorun devamında garip isimli doktor ve Beşinci Bölge’den sivil giyimli polis vardı. Rönn fotoğrafçıyla birlikte hasta odasına girip çekim işini başlattı. Martin Beck koridordaki iki adama doğru yürüdü.
“Nasıl gidiyor?” dedi.
Aynı eski soru.
Adı Hansson olan sivil giyimli memur ensesini kaşıdı.
“Bu koridordaki hastaların çoğuyla konuştuk, hiçbiri bir şey görmemiş, duymamış. Ben de tam Doktor Şey’e soruyordum… şey… buradaki doktora, diğerleriyle ne zaman konuşabiliriz diyordum.”
“Yan odalardaki herkesi sorguya çektiniz mi?” diye sordu Martin Beck.
“Evet,” dedi Hansson. “Bütün koğuşlara da girdik. Kimse bir şey duymamış ama bu binada duvarlar çok kalın.”
“Kahvaltıya kadar diğerlerini bekleyebiliriz,” dedi Martin Beck.
Doktor bir şey demedi. Anlaşılan İsveççe anlamıyordu ve bir süre sonra odasını işaret edip İngilizce, “Gitmem lazım,” dedi.
Hansson başıyla onayladı ve kıvırcık kara saçlı adam, tıkırdayan sabolarıyla acele acele uzaklaştı.
“Nyman’ı tanıyor muydun?” diye sordu Martin Beck.
“Şey, hayır, pek sayılmaz. Onun mıntıkasında hiç çalışmadım ama tabii ki bir hayli karşılaşıyorduk. Uzun zamandır görevde. Ben on iki yıl önce başladığımda o çoktan komiser olmuştu.”
“Onu çok iyi tanıyan birini tanıyor musun?”
“Klara’ya sorabilirsin,” dedi Hansson. “Hastalanmadan önce oradaydı.”
Martin Beck başını sallayıp banyo kapısının üstündeki elektrikli duvar saatine baktı.
“Sanırım oraya gitsem iyi olacak,” dedi. “Şu anda burada yapabileceğim pek bir iş yok.”
“Tamam, sen git,” dedi Hansson. “Rönn’e nereye gittiğini söylerim.”
Martin Beck dışarı çıkınca derin bir nefes aldı. Soğuk gece havası taze ve temizdi. Muhabir ve fotoğrafçı ortalıkta gözükmüyordu ama üniformalı memur hâlâ merdivenlerin dibindeydi.
Martin Beck ona baş selamı verip otoparka doğru yürümeye koyuldu.
* * *
Son on yıl içinde Stockholm merkezinin resmen üzerinden geçilmişti. Koca koca bölgeler düzleştirilmiş ve yeni yerler inşa edilmişti. Şehrin yapısı değiştirilmişti: Sokaklar genişletilmiş, otoyollar yapılmıştı. Tüm bu faaliyetin arkasında, insancıl sosyal bir ortam yaratmak değil değerli toprak parçasının mümkün olan en iyi şekilde sömürülmesi arzusu yatıyordu. Şehrin göbeğinde, binaların yüzde doksanını indirmek ve asıl sokak planını bozmak yetmemiş, bu vahşet, doğal topografyası üstünde de hükmünü sürmüştü.
Kullanılabilir ve yerlerine yenisi getirilmeyecek malikâneler tıraşlanıp steril ofis binaları yapılırken Stockholm sakinleri keder ve üzüntüyle bakakalmıştı. Yaşadıkları hoş ve hayat dolu mahalleler moloz yığınına dönüştürülürken elleri mahkum, uzak banliyölere gönderilmeye ses çıkaramamışlardı. Şehrin iç kısmı gürültü patırtısı bol, geçit vermez bir inşaat alanına dönüşmüştü, bu alanın ortasından vızır vızır geniş otoyolları, parıl parıl cam ve açık metal cepheleri, dümdüz beton yüzeyleriyle yeni bir şehir, renksiz ve tatsızca yükseliyordu. Ağır ağır.
Bu modernleşme çılgınlığı içinde şehrin polis merkezleri tamamen göz ardı edilmiş gibiydi. Şehrin iç merkezindeki bütün emniyet binalarının ahı gitmiş vahı kalmıştı ve çoğu, yıllar içinde teşkilat büyüdüğü için tıklım tıkış doluydu. Martin Beck’in yolunu tuttuğu Dördüncü Bölge’de ise bu kısıtlı alan meselesi başlıca sorunlardan biriydi.
Regerings Caddesi’ndeki Klara polis merkezinin önünde taksiden dışarı adımını attığında hava aydınlanıyordu. Güneş çıkacaktı, gökyüzünde bir tanecik bile bulut yoktu ve çok soğuk olmasına rağmen gayet güzel bir gün olacak gibiydi.
Taş merdivenlere yürüyüp kapıyı iterek açtı. Sağ tarafta tuşlardan oluşan bir panel şimdilik insansızdı, ayrıca arkasında yaşlıca, gri saçlı bir polis memurunun dikildiği bir banko daha vardı. Adam sabah gazetesini önüne açmış, dirseklerine yaslanarak okuyordu. Martin Beck içeri girince adam doğrulup gözlüğünü çıkardı.
“Vay canına, Başkomiser Beck, sabahın bu saatinde yollara dökülmüş,” dedi. “Ben de tam sabah gazetelerinde Başkomiser Nyman hakkında bir haber var mı diye bakıyordum. Çok pis bir işe benziyor.”
Tekrar gözlüğünü taktı, başparmağını yalayıp gazetenin sayfasını çevirdi.
“İçeri sızacak vakit bulamamışlar sanki,” diye devam etti.
“Hayır,” dedi Martin Beck. “Hiç sanmıyorum.”
“Stockholm sabah gazeteleri bugünlerde erkenden matbaaya giriyor; herhalde Nyman öldürülmeden önce dağıtıma hazırdılar.”
Masanın yanından geçip nöbet odasına girdi. İçerisi boştu. Sabah gazeteleri masanın üstünde, dolup taşmış küllükler ve birtakım kahve kupalarıyla yan yanaydı. Sorgu odalarından birine bakan pencereden görevli memurun, uzun sarı saçlı bir kadınla konuştuğunu gördü. Memur, Martin Beck’i görünce ayağa kalktı, kadına bir şey söyledi ve cam kabinin içinden çıktı. Kapıyı arkasından kapattı.
“Selam,” dedi. “Beni mi arıyorsunuz?”
Martin Beck masanın kısa kenarına oturdu, küllüklerden birini önüne çekip bir sigara yaktı.
“Özellikle aradığım birisi yok,” dedi. “Ama bir dakikan var mı?”
“Bir saniye bekleyebilir misin?” dedi diğer adam. “Şu kadını Kriminal Şube’ye göndermek istiyorum.”
Gözden kayboldu, birkaç dakika sonra bir polis memuruyla döndü, masadan bir zarf alıp ona uzattı. Kadın ayağa kalktı, çantasını omzuna takıp hızlı hızlı kapıya yürüdü.
“Gel koca çocuk,” dedi başını çevirmeden. “Biraz dolaşmaya çıkalım.”
Polis memuru, diğer polise baktı, polis gülerek omuz silkti. Sonra şapkasını takıp kadının peşinden gitti.
“Burası kendi eviymiş gibi rahattı,” dedi Martin Beck.
“Ah, evet, bu ilk seferi değil. Kesinlikle son olmayacak.”
Masaya oturup piposunu küllüğe boşaltmaya başladı.
“Çok feci bir durum, şu Nyman olayı,” dedi. “Tam olarak nasıl olmuş?”
Martin Beck ona kısaca olan biteni anlattı.
“Çok kötü,” dedi memur. “Her kim yaptıysa, gözü dönmüş bir manyak olmalı. Ama neden Nyman?”
“Nyman’ı tanıyordun, değil mi?” diye sordu Martin Beck.
“Pek yakından değil. Nyman gibi birini yakından tanıman zor.”
“Anladım. Burada özel görevdeydi. Buraya, Dördüncü Bölge’ye ne zaman geldi?”
“Üç yıl önce burada ona bir ofis verdiler. 68 Şubat’ında.”
“Nasıl biriydi?” diye sordu Martin Beck.
Memur cevap vermeden önce piposunu doldurup yaktı.
“Onu nasıl tarif edeceğimi gerçekten bilmiyorum. Sen de onu tanıyordun, herhalde? Hırslı olduğu kesinlikle söylenebilirdi; inatçı, pek mizah anlayışı olmayan biriydi işte. Bakış açısı gayet muhafazakâr. Daha genç memurlar onunla pek işleri olmamasına rağmen ondan biraz korkardı. Biraz sert bir adamdı. Ama dediğim gibi, çok da yakından tanımıyordum.”
“Teşkilatta sıkı fıkı olduğu arkadaşları var mıydı?”
“Burada yoktu. Bizim komiserle onun peki iyi geçindiğini sanmıyorum. Başka da bilmiyorum.”
Adam bir an düşündü, sonra Martin Beck’e garip garip baktı. İlginç görünüyordu, sır verir gibiydi.
“Şey…” dedi.
“Ne?”
“Yani herhalde genel müdürlükte hâlâ arkadaşları vardı, değil mi?”
Martin Beck cevap vermedi. Onun yerine başka bir soru sordu.
“Peki ya düşmanları?”
“Bilmiyorum. Herhalde vardı ama burada yoktu, hele hele onu şey yapacak raddede…”
“Tehdit ediliyor muydu, biliyor musun?”
“Hayır, özellikle benimle paylaşmadı. Gerçi bu konuda…”
“Evet, ne?”
“Evet, bu konuda, Nyman tehdit edilmeye göz yumacak tarzda bir adam değildi.”
Cam kabinin içinde telefon çalınca memur içeri gidip cevap verdi. Martin Beck oraya doğru yürüyüp elleri ceplerinde durdu. Polis merkezi sessizdi. Duyulan tek ses, telefonda konuşan adam ve düğme panelinin yanındaki adamın öksürükleriydi. Tahminince, alt kattaki nezaret süiti bu kadar sessiz sakin değildi.
Martin Beck birdenbire ne kadar yorgun olduğunu fark etti. Gözleri uykusuzluktan ve boğazı çok sigara içmekten acıyordu.
Telefon konuşması, uzun sürecek gibiydi. Martin Beck esnedi ve sabah gazetesini karıştırdı, manşetleri ve arada bazı resim altlarını okudu ama ne okuduğunu tam görmüyordu. Sonunda gazeteyi katladı, yürüyüp cam kabinin penceresini tıklattı, telefondaki adam bakınca da gitmek üzere olduğunu gösteren bir jest yaptı. Memur ona el sallayıp telefonda konuşmaya devam etti.
Martin Beck bir sigara daha yaktı ve yaklaşık yirmi dört saat önceki ilk sigarasından bu yana herhalde ellinciyi içtiğini aklından geçirdi.

10
Eğer muhakkak yakalanayım diyorsanız, tek yapmanız gereken bir polisi öldürmektir.
Bu gerçek, çoğu yerde geçerlidir, özellikle İsveç’te daha da geçerlidir. İsveç suç tarihinde çözülmemiş bir sürü cinayet vakası mevcuttur fakat faili meçhul hiçbir polis cinayeti kalmamıştır.
Kendi alaylarından biri talihsizliğe uğradı mı polisler her zamanki güçlerinin birkaç katını edinirler âdeta. Personel ve kaynak eksikliğiyle ilgili şikâyetler biter, birdenbire normalde üç ya da dört kişiyi meşgul edecek bir soruşturmada yüzlerce polisi koşturmak mümkün olabilir.
Polise el süren her zaman yakalanır. Sırf halkın kendisi, İngiltere ve sosyalist ülkelerde olduğu gibi hukuk ve düzen örgütlerinin arkasında duvar olduğundan değildir bu. Aslında emniyet müdürünün bütün özel ordusu birdenbire ne istediğini bilir ve dahası bunu feci şekilde ister olur.
Martin Beck, Regerings Caddesi’nde durmuş, sabahın erken saatlerinin taze ve serin havasının keyfini çıkarıyordu.
Silahlı değildi ama paltosunun sağ iç cebinde Emniyet Genel Müdürlüğü damgalı bir genelge taşıyordu. Yakın zamanda yapılmış, sosyolojik bir çalışmanın kopyasıydı ve Martin Beck bunu bir gün evvel masasında bulmuştu.
Özellikle son yıllarda polisin eylem ve tavırlarına daha da çok eğilip odaklandıklarından polis teşkilatı sosyologlara çok sığ bakardı. Sosyologların söyledikleri en tepedekiler tarafından büyük şüpheyle okunurdu. Belki de yüksek rütbeliler, sosyolojiyle alakalı herkesin gerçek bir komünist ya da bir nevi devrimci olduğunda ısrar etmenin uzun vadede çürütüleceğinin farkındaydı.
Sosyologlar her şeyi yapabilir. Emniyet Müdürü Malm öfkeli anlarından birinde de böyle söylemişti. Martin Beck de, diğerleri gibi, Malm’a üstü olarak bakmak zorundaydı.
Belki de Malm haklıydı. Sosyologlar her türlü fikre kapılıyordu. Örneğin, Polis Akademisi’ne girebilmek için vasat D’den daha yüksek bir not ortalamasına ihtiyacınız olmadığı ve Stockholm’deki üniformalı memurların IQ ortalamasının 93’e düştüğü fikrini geliştirmişlerdi.
“Yalan bu!” diye bağırmıştı Malm. “Dahası doğrulukla alakası yok! Hem de New York ortalamasından daha düşük bile değil!”
Amerika’ya yaptığı bir iş seyahatinden yeni dönmüştü.
Martin Beck’in cebindeki rapor bir sürü yeni ilginç bilgiyi açığa çıkarıyordu. Polis işinin, diğer mesleklerden daha tehlikeli olmadığını gösteriyordu. Tam aksine diğer mesleklerde çok daha büyük riskler bulunuyordu. İnşaat işçileri ve oduncular onlardan kat kat daha riskli hayatlar yaşıyordu. Tersane çalışanları, taksi şoförleri ve ev kadınlarını saymaya gerek bile yoktu.
Peki ama genel kanı hep bir polisin işinin diğerlerinden çok daha riskli, daha sert ve daha az karşılık gördüğü yönünde değil miydi? Cevap son derece basitti. Evet ama sırf başka meslek gruplarının böylesi bir rol takıntısı yoktu ya da günlük hayatlarını polisler kadar dramatize etmiyorlardı.
Her şey rakamlarla destekleniyordu. Yıllık yaralı polis sayısı, polis tarafından haksız muameleye uğrayan insan sayısıyla kıyaslandığında devede kulak kalıyordu. Vesaire.
Üstelik bunlar sadece Stockholm için değildi. Örneğin New York’ta, her yıl ortalama yedi polis öldürülüyordu, oysaki taksi şoförleri ayda iki, ev hanımları haftada bir kayıp veriyordu ve bu oran, işsizler arasında günde birdi.
Bu kokuşmuş sosyologlar için hiçbir şey kutsal değildi. İngiliz aynasızları efsanesini yani İngiliz polisinin silahlı olmadığından diğerleri kadar şiddete tahrik etmediğini söyleyen efsaneyi bozup doğru düzgün oranlarına indirmeyi başaran bir İsveç ekibi bile vardı. Hatta Danimarka’da bile, sorumluluk sahibi yetkililer bu gerçeği kavramıştı ve sadece istisnai durumlarda polislere silah veriliyordu.
Oysaki Stockholm’de durum hiç böyle değildi.
Martin Beck Nyman’ın cesedine bakıp dururken birdenbire bu çalışmayı düşünmeye başlamıştı.
Şimdi yine aklına gelmişti. O belgede varılan sonuçların doğru olduğunu kavradı ve paradoks olsa da bu sonuçlarla şu anda onu meşgul eden cinayet arasında bir çeşit bağlantı olduğunu sezdi.
Polis olmak tehlikeli değildi ve hatta asıl tehlikeli olanlar polislerdi. Kısa süre önce, bir polisin katledilmiş bedenine bakakalmıştı.
Şaşırtıcı bir biçimde ağzının köşeleri titremeye başladı ve bir an için Martin Beck, Regerings Caddesi’nden Kungs Caddesi’ne inen merdivenlere oturmak ve bu duruma katıla katıla gülmek zorunda kalacağını sandı.
Ancak aynı tuhaf mantıkla, birdenbire en iyisi eve gidip tabancamı alayım fikri aklına geldi.
Bir yıldan uzun bir süredir tabancasına bakmamıştı bile.
Stureplan tarafından boş bir taksi caddeye girdi.
Martin Beck elini kaldırıp taksiyi durdurdu.
Yanları siyah çizgili, sarı bir Volvo’ydu. Bu yeni bir durumdu ve Stockholm’deki bütün taksilerin siyah olması gerektiğini söyleyen eski kuralı rahatlatmıştı. Martin Beck ön koltuğa, sürücünün yanına oturdu.
“Köpman Caddesi sekiz numara,” dedi.
Bunu söylerken daha şoförü tanımıştı. Mesai dışı saatlerinde taksi kullanarak gelirini artırmaya çalışan polis memurlardan biriydi bu. Martin Beck’in adamı tanımış olmasıysa tam bir tesadüftü. Birkaç gün önce, Merkez İstasyonu’nun dışında, sıra dışı bir beceriksizliğe sahip rütbesiz iki memuru, başlangıçta uzlaşmacı olan genç bir sarhoşu öfkeden çıldırtma noktasına getirip sonra da kontrollerini kaybederken seyretmişti. Direksiyonun başındaki adam işte onlardan biriydi.
Yirmi beş yaşındaydı ve son derece çenesi düşüktü.
Muhtemelen anasının karnından konuşarak çıkmıştı ve düzenli mesleği ona arada sırada söylenme fırsatı veriyorsa da bu gediği yan mesleğinde kapatıyor olmalıydı.
Belediye’nin Temizlik Birimi’nin süpür-ve-püskürt kamyonlarından biri yollarını tıkadı. Gece çalışan polis memuru kurtlanarak ilan panosunda Richard Attenborough’nun 10 Rillington Place afişini inceledi.
“Rollington Sarayı 10 numara, hı?” dedi garip bir şiveyle. “İnsanlar da bu saçmalığı izlemek istiyor. Cinayet, sefalet ve manyak insanlar. Bana sorarsan, tam bir rezalet.”
Martin Beck başıyla onayladı. Adam belli ki onu tanımamıştı ve bu baş sallamadan cesaret alıp sesli sesli konuşmayı sürdürdü.
“Ama biliyorsun, bütün sıkıntıyı çıkaran şu yabancılar.”
Martin Beck hiçbir şey demedi.
“Sana sadece bir şey söyleyeceğim, bütün yabancıları hep birlikte bir çuvala koyarak büyük hata yaparsın. Bu taksiyi benimle beraber kullanan adam mesela Portekizli.”
“Ya?”
“Evet ve daha iyi bir adam bulamıyorsun. Kıçından ter akana kadar çalışıyor, asla yan gelip yatmıyor. Ve araba kullanabiliyor! Neden biliyor musun?”
Martin Beck başını sağa sola salladı.
“Evet, işte, Afrika’da dört yıl boyunca tank kullanmış. Biliyorsun, Portekiz orada bir bağımsızlık savaşı veriyor, Angola denen yerde. Orada bağımsızlıkları için deliler gibi savaşıyorlarmış, Portekizliler ama burada İsveç’te bundan haberin bile olmaz. Bu adam da, bu bahsettiğim adam, o dört yıl içinde yüzlerce komünist vurmuş. Ona bakınca ordunun ne kadar iyi bir şey olduğunu anlıyorsun, disiplin falan filan. Adama ne dersen harfiyen uyguluyor, tanıdığım herkesten daha fazla para kazanıyor. Eğer sarhoş bir Finlandiyalı da taksisine binerse, eh, yüzde yüz bahşiş almayı ihmal etmiyor. Refah ülkesine üşüşen bu beleşçilerin geleceğini gördüler.”

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/may-shevall/pis-adam-69401644/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
Pis Adam Пер Валё и Май Шёвалль

Пер Валё и Май Шёвалль

Тип: электронная книга

Жанр: Зарубежные детективы

Язык: на турецком языке

Издательство: Ayrıksı Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: "Sessiz bir Stockholm gecesinde, meslek hayatının kırk yılını zalimlikle geçirmiş üst düzey bir polis bir hastane odasında katledilir. Martin Beck ve arkadaşları polis teşkilatını hedef almış bir katilin peşine düşerken polis arşivlerinde şoke edici gerçeklerle yüz yüze gelirler.

  • Добавить отзыв