Sovyet Öykü Seçkisi

Sovyet Öykü Seçkisi
Anonim


Sovyet Öykü Seçkisi

Önsöz
Çok geniş bir coğrafyayı ve kültürü kapsayan Sovyet edebiyatı, bünyesindeki farklı ulusların yaşam sürdüğü, nefes aldığı en ücra köşelerine, taygalarına ve çöllerine kadar uzanır. Devletin güdümü ve baskısı altındaki edebiyat; savaş kahramanlıkları, yeni Sovyet insanının oluşumu, kolektifleştirme, toplumsal, ekonomik, sanayi ve askerî alanlardaki gelişmeler ve konularla ön plana çıkar. Ayrıca Sovyetler Birliği’ni oluşturan halkların mitleri, masal ve efsaneleri de yeni edebiyatın ana konuları arasına girer. Sovyet edebiyatı ülkemizde pek tanınmamaktadır. Bu bağlamda, farklı üniversitelerin Rus Dili ve Edebiyatı bölümlerinden bir araya gelen akademisyenlerin hazırladıkları bu öykü seçkisinde, öncelikli olarak Sovyet edebiyatının oluşum temellerinin atıldığı dönem olan ilk çeyreğe odaklanılmıştır. Türk okurunun dönem edebiyatına dair öykü yelpazesini genişletebilmek adına daha ziyade İvan Kasatkin, Pavel Bajov, Vyaçeslav Şişkov, Yuriy Slyozkin, Vsevolod Vişnevskiy gibi ülkemizde hiç tanınmayan yazarların Türkçeye çevrilmemiş öyküleri tercih edilmiştir. Seçkide, yirmi beş farklı yazarın öyküsü yer almaktadır. Konu çeşitliliğinin yanı sıra yeni dil oluşumunun yansımaları da bu öykülerde kendini gösterir. Dolayısıyla bu yeni dünya sanatçılarının edebiyata getirdikleri farklı bakış açıları, seçkide ortaya konulmaya çalışılmıştır.
Keyifli okumalar dileğiyle…

    Ankara, 2017

    Prof. Dr. Ayla Kaşoğlu
    Doç. Dr. Gamze Öksüz

VİKENTİY VİKENTYEVİÇ VERESAYEV

(1867-1945)


Eserlerinde Viktor Smidoviç, V-yev, V-v, V. Vikentyev takma adlarını kullanan Vikentiy Vikentyeviç Veresayev, 16 Ocak 1867’de Tula şehrinde dünyaya gelir. İlk ve orta öğreniminin ardından, 1888’de Petersburg Üniversitesi Tarih-Filoloji Fakültesi’ni bitirir ve Derpt (Tartu) Üniversitesi Tıp Fakültesi’ne girer. Veresayev, hayalinin hep yazarlık olduğunu, insanı daha iyi tanımak için tıp alanına girdiğini ifade eder.
1885’te yayımladığı Düşünce (Раздумье) şiirinden öldüğü güne kadar süren altmış yıllık uzun bir edebiyat yaşamına sahiptir. Başta roman, öykü, tiyatro, şiir ve çeviri olmak üzere hemen hemen tüm edebi türlerde eserler verir. 20. yüzyılın ilk yarısında ismi, ülkesinde ünlü yazarlar listesindedir ve Maksim Gorki ile birlikte “Rus okurunun düşüncelerinin hâkimi” olarak anılır. Yazarın yaşamının ve sanatının amacı kardeşlik, barış ve huzur içerisinde yaşanacak bir toplum yaratmaktır. Bu amaç için gerekli olan da canlı yaşam (живая жизнь), yani insana ve kişiliğe saygı gösterilmesidir. Yapıtlarında gerçekleri yansıtır, ancak bunu yaparken felsefi bir bakış açısı getirir, yaşamın gizli anlamını açığa çıkarmak ister.
3 Temmuz 1945’te vefat eder, mezarı Moskova Novodeviçye Mezarlığı’ndadır.

EUTHYMİA[1 - Euthymia: Eski Yunan dilinden gelen bu sözcüğün anlamı ne iyi ne kötü, nötr olma durumudur. Ancak buradaki nötr olma durumu huzurlu bir ruh halini ifade eder. Dilimize dinginlik olarak çevrilebilir. (ç.n.)]

Onur AYDIN[2 - Araştırma Görevlisi, Anadolu Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Rus Dili ve Edebiyatı Bölümü, ruscuk@mail.ru]

Kaderin cilvesi en mutlu ile en mutsuz insanı birbirine bağladı…
Leonid Aleksandroviç Ahmarov, Sovyetlerin en yetenekli inşaat mühendisi ve ayrıca en iyi mimarlarından biriydi. Yaptığı her inşaat ses getirirdi ve tartışma yaratırdı. Yapıları özgündü, daha önceki hiçbir yapıya benzemezdi; güzelliğiyle, yaşama ve ruhun gücüne karşı tükenmeyen arzusuyla gönülleri fethederdi. İnsan onun binalarının asil çizgilerine baktığında, tıpkı çağdaş bir zerafet ve karmaşıklıkla anlaşılması zor, ciddi ve bozulmamış Eski Yunan neşesini görüyormuşçasına gönlü ışıldamaya başlardı. Leonid Aleksandroviç çok para kazanırdı. Yakışıklı, genç ve sağlıklıydı. Harika bir tenisçi ve patenciydi. Her şeyde şansı yaver giderdi.
Karısı Lyusya birçok musibetin ve hastalığın toplanma yeri gibiydi. Yaşamının yükseliş yılları umut verici ve parlaktı. Stanislav Atölyesi’ne öğrenci olarak kabul edildi, orada herkes onu el üstünde tutuyordu. Stanislav her yerde, Sovyetler Birliği’nde Lyusya ile birlikte engin mizaca sahip birinci sınıf bir tiyatro sanatçısının doğduğunu söylüyordu. Ancak aniden her şey tersine döndü. Lyusya’da bağırsak veremi ortaya çıktı. Sanat yolundaki hayalleri yıkıldı. Tek hastalığı yalnızca bu da değildi. Doğuştan aort daralması ve neredeyse cinnet getirtecek ve beynini yerinden sökecek kadar şiddetli migren nöbetleri vardı. Ne kadar da çok piramidon[3 - Ateş düşürücü ilaç olarak kullanılan bir tozdur. (ç.n.)], fenasetin[4 - Analjezik ve ateş düşürücü olarak kullanılan bir ilaç. (ç.n.)] ve kafein kullanmıştı. Ve yalnızca ölümüne kısa bir süre kaldığında migreninin doktorlar tarafından tahmin edilemeyen sıtma nöbetlerine yol açtığı ortaya çıkmıştı. Lyusya neredeyse tüm zamanını yatakta geçiriyordu. Ancak bunun yanında pratiğe dökülmeyen inanılmaz bir enerjiyle doluydu. Anneliğe duyduğu tutkulu açlıktan bunalmıştı, çünkü doktorlar çocuk sahibi olmasını yasaklamışlardı.
Karı koca her ikisi de birbirine sağlam ve güçlü bir sevgi besliyordu.
Yazlık evin bulunduğu kasabanın asfaltlı yollarında araç aheste aheste gidiyordu. Leonid Aleksandroviç, Moskova’da Politeknik Müzesi’ndeki son inşaatı olan Sovyetler Birliği Spor Kompleksi üzerine gerçekleştirilen günlük görüşmesinden dönüyordu. Projeye kimi saldırıyor, kimi koruyordu, ancak herkes Moskova’nın en görkemli yapılarından biri, belki de mimaride yeni bir Sovyet tarzının doğuşunun alameti bile olacağı fikrinde birleşiyordu. Daha sonra bir ziyafet verildi. Leonid’in başı şampanyadan ve yüksek övgülerden dolayı dönüyordu. Meşeler ve çamlar yüksek bir duvar gibi, batan güneşi kapatarak orman yolunu karanlığa bürüyorlardı. Her zaman olduğu gibi geçici bir dalgınlığın ardından, her şey birdenbire yeniymiş gibi hoş ve umulmadık derecede önemli olmuştu.
Araba yazlık evin avlusundan içeriye girdi. Bahçede çiçek açan hanımelinin yanındaki hamakta Lyusya uzanmış batan güneşi izliyordu. Yüzü solgun ve ıstırap doluydu. Gözlerini bahçeye girmiş olan kocasına çevirdi ve yavaşça toparlandı:
“Haydi, çabuk gel, anlat!”
Görüşmenin tüm ayrıntılarını sorup soruşturdu, iri siyah gözleriyle şevkle bakarak ciddi ve zor sorular sordu. Leonid Aleksandroviç, hamağın yanındaki akağaç kütüğünün üzerine oturdu, birşeyler anlattı, ruhunda ise acı vardı. Karısı burada güçsüz bir halde yalnızlık ve dinmek bilmeyen ıstıraplar içerisinde ömrünü çürütürken, o nasıl parlak ve ilgi çekici bir yaşam sürebilirdi ki!
Anlatmayı bitirdi, başını karısının omzuna yasladı:
“Yüzünde çok acı çekiyormuşsun gibi bir ifade var. Kötü müsün?”
Karısı alıngan bir şekilde omuzlarını oynattı:
“Bu hiç önemli değil!” dedi ve canlandı. “Şu an uzandığımı ve işte öylece oraya baktığımı biliyorsun. Ulu akağaçlar ayakta dikiliyorlar sessiz sessiz. Güneşin altındaki yeşillikler o kadar parlak ki yeşil olduklarına bile inanmak zor! Sanki her şey derin bir saygıyla donakalmış gibi. Ne kadar güzel! Nasıl bir güzelliktir bu!” diye tekrarladı Lyusya mest olarak. “Ve öyle bir hava ki, tüm göğsünle içine çek! Ah, Lenya, bize burası ne kadar da iyi geliyor! Ve…eyvah-eyvah! Baksana, Anna Pavlovna beni eve kovalamaya geliyor!”
Sıska, ihtiyar kadın yola doğru çıktı, kafasını sallayarak kurnazca gülümsedi:
“Lyudmila Aleksandrovna, güneş batmak üzere, eve girmeniz gerekiyor.”
“Evet ben de görüyorum, hayatımı zehir etmeye geliyorsunuz!.. Ah, keşke bir bilseydin bu kadının zehirli olduğunu… Ee, yapacak bir şey yok! Gitmek gerekiyor.”
Anna Pavlovna mahcup bir şekilde gülümsüyordu ve grimsi, çok seyrek saçlarının arasından bıngıldağının derisi parlıyordu.
Eve doğru yöneldiler. Çiçek bahçesinde akşamüzeri şebboylar ve muhabbetçiçekleri daha keskin kokuyordu. Camlı terasta semaver kaynıyordu. Anna Pavlovna, yüzü semavere dönük bir biçimde oturdu.
Leonid Aleksandroviç tereddüt ederek şöyle dedi:
“Filarmonide konser duyurusu vardı. Şostakoviç’in[5 - 1906-1975 yılları arasında yaşamış Rus bestecidir. Asıl senfonileri ile tanınsa da film müziği, şarkı, caz dahil olmak üzere farklı türde eserler vermiştir. (ç.n.)] beşinci senfonisi. Sana da bilet alayım mı?”
“Sormana ne gerek var? Tabii ki!”
“Lyusya, bu konserden sonra birkaç gün sürecek şiddetli migrenlerin yeniden gelecek biliyorsun.”
“Ve bu yüzden mutluluktan vazgeçmek gerekir, değil mi! Ne kadar da saçma sözler! Senden bana ana-babalık yapmamanı çok rica ediyorum. Mutlaka al.”
Leonid söyleyecek bir söz bulamadığından omuzlarını kaldırdı ve boyun eğerek şöyle dedi:
“Peki.”
Konuşmalar ve gülüşmeler arasında gençler terasa çıktı. Gelenler, Leonid Aleksandroviç’in kardeşi, komsomol üyesi ve üniversite öğrencisi Boris ile Lyusya’nın yeğenleri olan külrengi gözlü İra ve alaycı gözleriyle kara kaşlı Valya idi. Hepsinin üzerinde tenis kıyafetleri ve yanlarında raketleri vardı.
Birbirlerinin sözlerini keserek anlatmaya başladılar: Kupriyanov’a misafirliğe ünlü tenis şampiyonu Kidalov gelmiş. Borka onunla tek maç yapmış, tabii ki kaybetmiş; ancak iki oyun almış. İşte bizim Borkamız! Yine de altıda iki, gayet iyi!
Boris, ağabeyine şöyle dedi:
“Kidalov senin hakkında çok şey duymuş ve bugün seni yakalayamadığı için çok üzüldü. Önümüzdeki Pazar yine burada olacak ve seninle tenis oynamaktan mutluluk duyacaktır.”
“Memnuniyetle. Böyle bir oyuncuya yenilmek bile harika olur.”
Leonid Aleksandroviç çok mutlu olmuştu. Hareketlerindeki serbestliği ve çeşitliliği, kıyafetlerinin güzelliği ve rahatlığı, topun başarılı bir şekilde gönderilmesinin ya da karşılanmasının verdiği zevki ile tenisi kendinden geçercesine seviyordu. Ayrıca bir de Kidalov gibi bir usta ile görüşme şansı vardı.
Sevinçli olduğu her zaman Leonid Aleksandroviç, Lyusya’nın karşısında utanç duyar, Lyusya’nın buna ortak olamamasından dolayı acı çeker ve ona karşı beslediği özel şefkati daha da artardı.
Gençler gezmeye gittiler. Lyusya’nın bakışları çok solgundu, sandalyeden güçlükle kalktı, çünkü gizli sıtma nöbeti başlıyordu. Leonid Aleksandroviç, onu odasına götürmek için yardım etti. Ancak Lyusya sert bir tonda şöyle dedi:
“Gerek yok. Ben Anna Pavlovna ile giderim. Sen kendi işine bak.”
Ferah yatak odasında açık pencerelerden esen nemli bir gece serinliği vardı. Anna Pavlovna yatağı ısıtırken, Lyusya yatmadan önce saçlarını tarardı. Soyundu, yatağa yaklaştı, yorgun bir biçimde şöyle dedi:
“Ben ne kadar mutluyum! Soyunmama, taranmama gerek yok, her şey geride kaldı. Yataksa nasıl yumuşak, nasıl da sıcak!” Büyük bir zevkle battaniyeye sarındı. “Nasıl da güzel!.. Ne kadar da sıcak!” Anna Pavlovna’yı kolundan çekti ve şunları fısıldadı: “Anna Pavlovna, tatlım! Bana her gün gösterdiğiniz bu özen için size o kadar minnettarım ki! Sizsiz ne yapardım, hayal bile edemiyorum. Sadece sizin karşınızdayken ıstırap çekmekten utanmıyorum.”
Anna Pavlovna hayretler içindeydi:
“Siz mi bana minnettarsınız? Benim için yapmış olduklarınızın karşılığını hiçbir zaman ödeyemeyeceğim.”
Lyusya gülmeye başladı, ona el salladı ve ekledi:
“Hadi iyi geceler!”
Tanışmaları işte şöyle başlamıştı:
Yaklaşık iki yıl önce yağmurlu bir sonbahar günü Lyusya, Patriarşiye Prudı göletinden geçerken bir bankta oturan ve ağlamaktan dolayı hafif hafif başı sallanan, ufak tefek bir kadın gördü. Kadının sicim gibi yağan yağmurdan ıslanmış yüzü ıstıraptan ve çaresizlikten öylesine donakalmıştı ki, Lyusya gayriihtiyari ona doğru döndü, yanına oturdu ve konuşmaya başladı. Yaşlı kadın birden irkildi. Ancak Lyusya yumuşak bir tonda ısrarcı olunca yaşlı kadın da yavaş yavaş her şeyi anlattı. Hikâye sıradandı. Tüm yaşamını adadığı, üniversite öğrencisi olan tek kızı on sekiz yaşında tifodan ölmüştü. Lyusya içten bir yakınlık göstererek sorular sormaya başladı ve yaşlı kadın kızının ne kadar yetenekli, güzel ve iyi olduğunu, onu herkesin ne kadar çok sevdiğini keyifle anlattı. Lyusya, kadınla şemsiyenin altında yaklaşık iki saat oturdu. Kadın ağlıyor, Lyusya ise coşkuyla ve uzun uzun ona birşeyler anlattıkça anlatıyordu. Ne Anna Pavlovna ne de Lyusya, kendisinin o anda tam olarak neler anlattığını ifade edemezlerdi. Yapılan iş sözcüklere, düşüncelere ve mantığa sığmazdı. Sakin ve yumuşak bir sesin, hayata karşı duyulan sarsılmaz bir inancın, açıkça hissedilen, sıcak bir empatinin bunda etkisi vardı. Anna Pavlovna dinliyor ve içini dökerek ağlıyordu.
Bunun ardından Anna Pavlovna birkaç kez Lyusya’ya uğradı. Artık yaşam için yetersiz kalan bu hasta kadın, anlaşılmaz bir biçimde tüm gücünü acıyı göğüslemeye veriyor ve Lyusya’yı tekrardan yaşama bağlıyordu. Anna Pavlovna, Lyusya’ya yerleşti ve evde büsbütün yeri doldurulamaz biri oldu: ev işlerini idare ediyor, Lyusya’ya bakıyor, çamaşırları ve elbiseleri onarıyordu. Üstelik kati bir şekilde mükâfatı da reddediyordu. Sanki sipariş üzerine yaşıyordu. Lyusya’yı minnettar olduğu bir aşkla çok seviyor, bir anne özeniyle etrafında koşuşturuyordu. Kızının ölümünden sonra kalbinde sönmeden kalan büyük sevgiyi Lyusya’ya veriyordu.
Ve her ikisi de birbirleriyle olmaktan mutluydular.
Sabah Leonid Aleksandroviç her zamanki gibi sol tarafından uyandı. Uykudan başı dumanlı Leonid, bir de ruhunu ele geçiren belirsiz bir can sıkıntısı hissediyor, ancak bunun neden ileri geldiğine yanıt bile veremiyordu. Evde ardı arkası kesilmeyen hastalıklar kol geziyordu. Saf bir mutluluğa her zaman birşeyler engel oluyordu. Ah şimdi bir de, işte asıl kişi, Boris geldi. Yakında başarısız eğitim hayatı yüzünden yüksek öğrenimini yarıda bırakmak zorunda kalacak. Nereye, nasıl yerleştirilir? Leonid Aleksandroviç, kararlı davranması gereken her konuda soğukkanlılığını kaybediyor, çaresiz kalıyor ve Lyusya’ya danışması gerekiyordu.
Odası çoktan silinip süpürülmüştü. Lyusya, özenle giyinmiş bir şekilde kanepede uzanmış kitap okuyordu. Açık pencerelerden odaya dişbudak ağacının yaprakları aracılığıyla bahçe kokuları, yeşil güneş ışığı, çekirge ve kuş cıvıltıları giriyordu. İçindeki büyük acı yığınıyla Lyusya, kocasına dalgın dalgın elini uzattı ve yavaşça kitaptan bir bölüm okumaya başladı:
Mavi kır gölgeler birbirine geçti,
Renkler soldu, sesler uykuya daldı;
Yaşam, devinim sona yaklaştı
Belirsiz bir karanlığa, uzak bir uğultuya doğru…
Kelebeğin görünmeyen uçuşu
Gecenin melteminde duyuldu…
Tarifsiz hüznün saati!
Her şey içimde – ben ise her şeyde…
Leonid Aleksandroviç nazikçe karısını öptü ve sordu:
“Kimin bu?”
“Tyutçev’in.”
Leonid, karısının gözlerinde, sadece sanatsal ya da zihinsel bir etkinlikte onu saran sevinci gördü.
Tereddüt ederek şöyle dedi:
“Bir iş hakkında seninle konuşmak istiyorum, ancak sonra da olabilir? Acelesi yok.”
“Hayır, neden ki! Şimdi konuş!”
“Konuşacaklarım Boris hakkında. Onunla başım dertte. İyi bir çocuk, ancak kafasının içi bomboş ve çok düşüncesiz! Bir bilimle uğraşmıyor, anlaşılan sınıfını geçemeyecek. Üstelik sadece tenisi düşünüyor. Onunla konuşmak büsbütün yararsız. Beni ziyarete geldiği için son derece memnun, ancak futbol ve tenis hakkındaki düşünceleri dışında o küçücük beynine daha nasıl bir yetenek sığdırabilir ki?”
Leonid, suratı düşmüş bir şekilde odayı adımlamaya başladı. Lyusya sakince yanıt verdi:
“Burada korkulacak hiçbir şey yok. Onun beynini değiştiremezsin. Elinde var olanlarla barışman gerekiyor.”
“Bu oldukça üzücü.”
“İçinde bulunduğumuz zamanda hiçbir şey üzücü değildir. Örneğin neden tenis eğitmeni olmasın ki? Bunun nesi kötü? Diyelim ki spor yüksekokuluna geçsin. Ne diye senin her şeye bardağın boş tarafından bakma ve manevi olarak çökme eğilimin var ki! Bana göre ise bıkkınlık veren termodinamik ve differensiyel hesaplamalar yerine, tüm kalbiyle isteyebileceği bir işe sahip olması ne kadar güzel olurdu. İşte mükemmel olan da budur! Onun adına ne kadar mutlu olacağım!”
Leonid Aleksandroviç’in benzi yerine geldi. Lyusya’nın yanına oturdu, avcunu kendi yanağına bastırdı.
“Seninle konuştuğumda, hemen bir şekilde moralim düzeliyor. Düşüneceğim. Çıkış budur.” Ayağa kalktı ve neşeli bir şekilde: “Haydi yüzmeye gidelim!” dedi.
Sanatçılar arasında halk, tuhaf olarak karşılanır. İnsanlar mizah yazarını okur ve gülmekten yerlere yatar, mizahçının suratı asıktır ve hayatında hiç gülmez. İçinden gelen kiniyle yazar, küçük burjuva zihniyetini topa tutar, kendisi ise küçük burjuva gibi değil mülk sahibi bir prens olarak yaşar. Güldüğünde, duygulandığında, sevdiğinde, nefret ettiğinde bir sanatçı kendi eserinde içten ve güçlü bir biçimde gereken duyguları fazlasıyla yaşar. Gerçek hayatta bunların çok azını gösterir. Sanatında ise hiçbir falso yoktur. Bu yönüyle gerçek sanatçı; içten olmayan, yanardöner, kendini biricik hisseden ancak başkalarını anlatan sanatçılardan tamamen ayrılır. Bu tür sanatçıları okur kısa zamanda, dişleriyle parçalarına ayırır. Nekrasov’un, Dostoyevski’nin ya da Goethe’nin özyaşamöykülerinde olduğu gibi, bu tür sanatçıların özyaşamöykülerinin karşısında hayretler içinde kalmaya gerek duymaz.
Leonid Aleksandroviç’in yaratıcılığı, tıpkı yaşama karşı duyulan ilahi sevgi gibi cesaret ve derin bir hürmetle ifade edilirdi. Ancak kendisi, hayata karşı kasvetli bir kayıtsızlık beslerdi, yaşam ise onu kendine getirirdi. O, gelecek için yaşamdan ürke ürke en kötüsünü beklerdi. Durgun ve pasifti. Al çehresinde, dudaklarının kenarlarında her zaman kasvetli bir kırışıklık bulunurdu. Ve sık sık Lyusya ona şöyle derdi:
“Lenya, Lenya, neden her zaman mutsuz bir yüzün var? Etrafına bir bakın, yaşamın nasıl da güzel olduğuna bir bak!.. İşte bekle! Tanrının aklına aniden insanlar üzerinde bir hüküm vermek eser. O zaman Tanrı sana şöyle diyecek: “Sana yaşamında o kadar çok şey verildi, peki sen bunun karşısında nasıl davrandın? Hiçbir şeyin farkına varmadın.” Ve ense köküne bir şamar gönderecek ve sen gerçek bir can sıkıntısının, hiçliğin ve kayıtsızlığın olduğu dipsiz bir uçuruma doğru tepetaklak uçmaya başlayacaksın. Ve cezayı hak etmiş olacaksın!”
Lyusya biçare idi, etrafında ise yaşamaktan yoksun olanlar vardı. Karısı, Leonid Aleksandroviç’e dinçlik ve neşe katan gerçek bir ilham perisiydi.
Lyusya’da şiddetli bir diş ağrısı başladı. Ağustosun başında Moskova’da diş doktoruna gitti. Dönüş yolunda soğuk bir rüzgârla birlikte yağmur yağmaya başladı. Çok üşümüştü, solgun bir şekilde arabadan indi. Leonid Aleksandroviç dikkatlice sordu:
“Ee, neyin varmış?”
“Bir dert daha! Hiç sağlam dişim yokmuş. Şuradan üç diş çekilmesi gerekiyor, iki kaplama ve bir de protez… Dişçi, ağzımı temelli boşaltmak istiyor. Kendi de: “Doğrusu protezi neyle yapıştıracağımı bilmiyorum”, dedi. Tanrım bu da neyin nesi!.. Hmm, pek de önemli değil!”
Ancak Leonid Aleksandroviç, karısının gözlerindeki çaresizliği okudu. Anna Pavlovna’dan gelmesini rica ettikten sonra Lyusya kendine geldi. Şiddetli bir migren başlıyordu.
Lyusya bütün gün tarifi imkânsız acılar çekti. Anna Pavlovna, başına sıcak sargı bezleri koyuyor, acı verici kusma nöbetleri geldiğinde alnından destek veriyordu.
Akşama doğru Lyusya uykuya daldı. Gece olduğunda da Leonid Aleksandroviç’i çağırdı.
Bitkin ama tatlı ve sakinleşmiş bir yüzle yatıyordu. Leonid onun narin ince ellerini hafifçe öptü:
“Dayanması zor, zavallım benim!”
“Yok canım, ne zavallısı! Şu an hiçbir şeyim yok. İşte sabah oldu ya!”, diyerek hüzne kapıldı Lyusya. İşte o anda zavallı oluyordu. Akla gelebilecek en korkunç suç işte budur – hüzünlenmektir. Böyle zamanlarda her şey ölür ve dünyada yaşama hakkı sadece mutlu insanlara kalır.”
Leonid, karısının parmaklarını öpmeye devam ediyordu, kendi ise: “Bu dur durak bilmeyen hastalıklarla nasıl yaşayabiliyor? Ben olsam çoktan canıma kastetmiştim”, diye düşünüyordu.
Lyusya’nın iri kara gözleri ışıldamaya başladı. Yarı bilinçli bir halde şöyle dedi:
“Dayanması zor diye sen söyledin. Geçenlerde aklıma geldi: insanın geçmiş ya da gelecek hakkında düşündüğü anlar dayanılmazdır. Bu düşünce olmadan da yaşamak her zaman olanaklıdır. İnsan dışındaki tüm canlıların geçmişin hasretini çekmeden, geleceğe göz gezdirmeden yaşamaları gibi. Bu durum Tyutçev’de nasıl? Bekle:
Güller geçmişin hasretini çekmezler
Bülbüller ise gece şakırlar;
Hoş kokulu gözyaşları
Aurora’nın geçmişi için dökülmezler;
Ve kaçınılmaz ölümün korkusu
Dalından hiçbir yaprağa serpilmez.
Bütün yaşamları uçsuz bucaksız bir okyanus gibi,
Bugün akıp gitti.”
Leonid Aleksandroviç, “Lyusya’nın acılarının üstesinden gelmede, kendi için ısrarla özel bir felsefe yarattığını” düşünüyordu.
Lyusya şöyle dedi:
“İşte kendime soruyorum: hadi, eğer geçmiş ya da gelecek hakkında düşünmeyeceksem, neden şimdi kendimi kötü hissedeyim ki? Dişlerim ağrımıyor, başım geçti, gönlüm sakin, yatak odam o kadar rahat ki, pencereden Jüpiter bile seyrediliyor… Üstelik sen de yanımdasın… Ah, canım benim!”
Lyusya, Leonid’in elini okşuyor, aşktan ışıl ışıl parlamış gözleriyle ona bakıyordu. Aniden şöyle dedi:
“Sen hayatta çok ağlayıp sızlayan biri de olsan zararı yok. Sen yine de tüm dünyanın mutluluktan güleceği Sovyet mimari tarzının yaratıcısı olacaksın… Evet, gerçekten!”
Keyifli, güneşli bir sabahta Lyusya bahçede sümbülteberinin[6 - İlkbaharda çiçek açan, hoş kokulu beyaz bir bitki. (ç.n.)] toprağını eşeliyor ve göz kamaştırıcı bir şekilde çiçek açmaya başlamış, uzamış başlarını sopalara bağlıyordu. Leonid Aleksandroviç evden dışarı çıktı:
“Ben şimdi Moskova’ya gidiyorum. Sana oradan birşeyler lazım mı?”
“Ah, ne kadar da güzel! Çok ihtiyaç duyduğum bir şey var. Şimdi, uçurumdan aşağı çayın ardındaki yerlere doğru baktığımda birden fakültedeyken Yunan filozof Demokritos üzerine yaptığımız bir ders aklıma geldi; özellikle de onun muhteşem sözcüğü – euthymia. Ve onu daha iyi öğrenmek istedim. Lütfen, kütüphanenizde ya da daha başka yerlerde onu araştır ve bugün bana getir.”
Leonid Aleksandroviç istemeye istemeye itiraz etti:
“Onu nasıl bulabilirim ki?”
“Daha aramadan kendi kendine olanaksız deme. Eğer Rusçasını bulamasan da bazı bölümlerinin Almancadan yapılmış çevirilerini mutlaka bulursun. Ancak bunlara çevirinin çevirisinde değil de orijinal nüshalarından bak. Üniversitenin merkez kütüphanesinde mutlaka bulunur.”
Enerji isteyen her türlü eylem gerekliliği Leonid Aleksandroviç’te hüzün uyandırıyordu. Lyusya dikkatlice ona bakmaya başladı ve ısrarlı bir biçimde şöyle dedi:
“Lenya, kendini aş. Ona çok ihtiyacım var. İstersen kesin bulursun. Hem de Moskova gibi bir yerde!”
Leonid tereddüt eden bir ses tonuyla yanıtladı:
“Bulmaya çalışacağım.”
Bu konuşmanın ardından aradığını kolaylıkla bulabileceğini hissettti. Demokritos’un tüm parçalarının basımının Rusça çevirisi çıkar çıkmaz Leonid Aleksandroviç satın aldığı kitabı büyük bir sevinçle getirdi.
Lyusya anında büyük bir açgözlülükle okumaya koyuldu. Gece yarılarına kadar okuyor ve kitabı elinden aldıklarında öfkeleniyordu. Akşam yemeği vakti yaklaştığında okuyup bitirdiği kitabıyla odasından çıktı. Lyusya hızlı okuma ve okuduğunu özümseme yeteneğine pek sahip değildi.
Camlı terasta akşam yemeğini yiyorlardı. Eylülün ortalarıydı, ancak öylesine ılık bir hava vardı ki, tüm pencereler açıktı ve sümbülteberin güzel kokusu ılık dalgalar halinde bahçeden terasa doğru süzülüyordu. Gökyüzü sönük parıltılarıyla hiç durmadan titriyordu. Ufuktaki mavimsi şimşekler, bulutların koyu renkli görünüşlerinin kısa süreliğine ayırt edildiği anlarda bir buluttan diğerine koşturuyordu. Tüm doğa sanki bulanık, sinirli bir endişe ile dolu gibiydi.
Lyusya’nın iri kara gözleri ışıldıyordu, yüzü hiç olmadığı kadar canlıydı. Sanki ruhu büyük bir zevk tarafından kuşatılmış gibiydi.
Lyusya şöyle dedi:
“Haydi gençler, siz de dinleyiniz. Sizin de ilginizi çekebilir.”
Heyecandan titreyen parmaklarıyla sayfalara göz atıyordu.
“İşte! İlk olarak: muazzam, tüm evrene mal olmuş bir deha. Neredeyse tek bir sezgi yoluyla, bilim tarafından ancak onlarca yüzyıl sonra onaylanacak dünya anlayışını inşa ediyor. Siz sadece dinleyin! Tüm evren atomlardan meydana gelir. Sayısız alem vardır. Her şey maddeden oluşur. İnsanlar solucanlar gibi, herhangi bir yaratıcı ve mantıklı bir sebep olmadan dünyaya gelirler. Var olma mücadelesi onlara her şeyi öğretir. Duygular ve düşünceler, yalnızca bedenin değişimleridir… Demokritos, bunların tümünü iki bin yılı aşkın bir süre öncesinde söylemiş!” diye Lyusya hayranlıkla haykırdı.
Leonid Aleksandroviç elini yumuşak bir şekilde Lyusya’nın dirseğinin üzerine koydu:
“Lyusya, bu o kadar da tutku verici değil! Aşırı heyecan yapıyorsun, gece uyuyamayacaksın.”
Lyusya öfkeli öfkeli gözlerini Leonid’in üzerine dikti:
“Aman Tanrım! Uykusuz bir geceden korkmamanı sağlayacak herhangi bir sevinç biliyor musun ki?”
Ve konuşmaya devam ediyordu. Sinirleniyor, sözleri kendi ışığıymışçasına hararetli bir şekilde ışıldıyordu. Lyusya, Antik Yunan’ın yüce zekasının karşısında tam manasıyla kendinden geçmişti.
Leonid Aleksandroviç, Lyusya’nın şu an yaşadığı bu boyuttaki sevinci kendisinin hayatta hiç tatmamış olabileceğini düşünüyordu. Çünkü onun en parlak coşku doruğu bile düşünceleri yüzünden bulanıklaşırdı: “Üstesinden gelemeyeceğim, hiçbir sonuç çıkmayacak!”. Ve Lyusya’nın etrafındaki küçük ya da büyük her şeyden keyif alabilmesi çok şaşırtıcıydı. Beethoven’ın senfonisinden ya da bir gece vakti bataklıktaki hayvancıkların cıvıltısından, büyük bir insanlık başarısından ya da kremalı çilekten, hepsi hakkında “Ah, nasıl da güzel” diyerek her şeyden mest olurdu.
Lyusya devam ediyordu:
“Yine bu kitapta şöyle diyor: Seneca[7 - Lucius Annaeus Seneca, M.Ö. 4.-M.S. 65. yüzyıllar arasında yaşamış Romalı düşünür, devlet adamı ve oyun yazarıdır. (ç.n.)], Demokritos’u “Eskiçağ’ın en ince filozofu” diye nitelendirirdi. Günümüzde hangimiz onu tanıyoruz ki? İşte şimdi, en önemlisi geliyor, dinleyiniz! En yüce mutluluk nerededir? Sadece tek bir şey önemlidir: euthymia. Eu Yunancada iyi, güzel, thymos da ruh anlamına gelmektedir. Bunu kitaptaki çevirmen, “ruhun güzel hali” olarak çevirmiş. Ruhun güzel hali!.. İnsan lezzetli bir şeyler yer, sigara içmeye başlar, kahvesini yudumlar – işte ruhun güzel hali. Ancak bunu nasıl çevirmek gerekir? Dünyayı güzel görme, iyi niyet taşıma… Tüm bunlar bizde zaten var olan ve anlamına tam olarak kavuşmuş ifadelerdir. Bize başka bir kelime lazım. Bana göre işte şöyle: mutlu bir ruh hali. Dinleyiniz ya!”
Leonid Aleksandroviç endişeli bir şekilde Anna Pavlovna ile bakışıyordu. Bu coşkunluk hali Lyusya için bile tamamıyla sıradışıydı, içindeki ateş onu adeta kavuruyordu. Ancak buna bir son vermek onu kızdırmaktan başka bir işe yaramazdı.
Lyusya kitaptan bir bölüm okuyordu:
“Hedef, mutlu bir ruh halidir. Bu kavram, kendi anlayışlarına göre kimilerinin yorumladığı gibi şeytanların korkutmasına, diğer korkulara, acıya ve endişeye kapılmadan, kalbin sevinçle ve kaygısızca yaşadığı keyif kavramı ile özdeş değildir.” Demokritos, bu hali, korkusuzluk ve mutluluk diye de nitelendiriyor… İşte! Gerçekten de mükemmel değil mi?”
“Mükemmel!” diye karşılık verdi Leonid Aleksandroviç. Anna Pavlovna da buna katılarak başını salladı. Gençler, belirsizce uğultu şeklinde bir şeyler söylediler ve içten içe kayıtsız kaldılar. Demokritos’un dünya anlayışı onlar için en banal aksiyomdu, mutlu bir ruh hali de kendilerinde zaten o kadar fazlaydı ki onun propagandasını yapmak tuhaf gelmişti. Onlar, Lyusya’nın canlanma coşkusunu şaşkınlıkla izliyorlardı. Lyusya’nın nezakete ne kadar ihtiyacı olduğunu konuşuyorlardı. İra, Boris ve Val-ya birbirlerine bakıyorlardı.
“Nasıl da harika bir gece! Gidelim çocuklar, nehir tarafına doğru geçelim.”
“Haydi gidelim!”
Yüksek sesle konuşa konuşa ufukta şimşekler tarafından aydınlanan endişe yüklü karanlıkta gözden kayboldular.
Lyusya sevgi dolu bir gülümsemeyle kitabın sayfalarını çeviriyordu. Yorgun bir sesle şöyle dedi:
“Ruhun açıklığı, hayat ve acılar karşısındaki korkusuzluk – işte mutluluk budur! Lenya, canım benim, bu noktada mutluluğun ne kadar çok olduğunu anlamanı çok isterdim! Sen ise bazı “şeytanları” tamamen kendi kafandan uyduruyorsun! Of, bu şeytanlar senin sanatını da bir anda elinden çalacaklar diye nasıl da korkuyorum!..”
Aniden Lyusya’nın sesi kesildi. Gözleri bilinçsizce bakmaya başladı. Daha da solgunlaşmış yüzü omzuna doğru kaydı. Kitap yere düştü. Ve Lyusya tüm bedeniyle koltuktan yere doğru kaydı gitti.
Boris, Lyusya’yı her zaman iyileştirmiş olan Profesör Bagadurovıy’a doğru Leonid Aleksandroviç’in arabasıyla adeta uçuyordu.
Yanıp kül olan ateş, son parlak ışığıyla son kez alev aldı ve sönmeye yüz tutarak zayıfladı.
Lyusya hızla ölüme yaklaşıyordu. Çok az konuşabiliyordu. Tüm gücüyle aniden kocasına şöyle dedi:
“Lenya, biliyor musun ölümün kendisinde bile gizli bir sevinç var. Ve ölmek, bana çok ilginç geliyor. Aniden yaşamın çok ötesinde oluyorsun! Ben bu duyguyu hiçbir şekilde böyle ummazdım. Oh, nasıl da güzel!”
Leonid Aleksandroviç, onu Moskova’ya götürmek istiyordu. Ancak Lyusya ısrarla reddediyordu.
“Bu kadar tedavi ve kaplıca yeter. Bana artık hiçbir şeyin yardımı dokunmaz, ben ise sararan akağaçları, açık havada ışıldayan örümcek ağlarını, serçelerin gece titremelerini görmek istiyorum.”
Gün geçtikçe Lyusya daha da fazla zayıflıyor ve güçsüzleşiyordu. Kansızlık sorunu hızla artıyordu. Kulaklarında hiç dinmeyen çok eziyet verici bir ses çınlıyordu.
Leonid Aleksandroviç başını hafifçe eğdikten sonra Lyusya’nın yatağının başucuna oturdu. Yağmur pencerelere vuruyor, gök gri renge bürünüyor, sarı yapraklarını saçarcasına havaya fırlatan dişbudak ağacının dalları rüzgârın altında çırpınıyordu. Lyusya, boylu boyunca uzanmış, gözleri kapalı bir şekilde yatıyordu ve adeta kendi kendine konuşurcasına kısık bir sesle şöyle mırıldandı:
“Kulaklarımda nasıl da tuhaf bir çınlama var! Sanki bin tane çekirge etrafımda cırıldıyor. Bizim Opasovo’nun[8 - Tula Bölgesi’nde bir köy. (ç.n.)], büyük bahçemizin temmuz güneşi ile sarmalandığı çocukluğum aklıma geliyor.
Orada uzakta acı bir hava parıldıyor,
Uyukluyormuşçasına sallanıyor,
Öylesine can sıkıcı, uyku getirici ve ağdalı ki
Çekirgelerin dinmek bilmeyen sesi!..
Daha sonra ise gece oluyor. Günün ardından sıcak taş sundurmadan boğucu bir hava solunuyor. Çiy düşüyor. Cırcır böcekleri kaygısızca cırıldıyor… Nasıl da güzel!”

    1948

ALEKSEY PAVLOVİÇ ÇAPIGİN

(1870-1937)


5 Ekim 1870 tarihinde Arhangelsk vilayetinin Plesetskiy bölgesine bağlı Zakumihinskaya’da köyünde köylü bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelir. 10 yaşına geldiğinde ilkokul ikinci sınıfa kabul edilir, fakat iki yıl devam ettikten sonra annesi ve dedesi vefat eder. 1883 yılında Petersburg’a giderek, çırak ve boyacı olarak çalışır. Petersburg’da kaldığı dönemde sembolistlerin toplantılarına sıkça katılmaya başlar. Devrimden sonra A. V. Lunaçarski ve Maksim Gorki ile birlikte çalışarak, bazı proleter kültür ve eğitim derneklerinin yayınlarında yer alır. İlk öyküleri işçilerin hayatıyla ilgilidir ve edebi kariyeri 1903’te Görünenler (Зрячие) adlı denemesinin yayımlanmasıyla başlar. Tayga doğasını konu edindiği Beyaz Hücre (Белый скит, 1912), Lebyaj Gölleri Üzerinde (На Лебяжьих озёрах, 1918), Benim Hayatım (Жизнь моя, 1929) adlı öyküleri; Aylaklar (Лободыры, 1923), Beyaz Ova (Белая равнина, 1924) ve Kar Yağmadan Önce (Перед снегом, 1925) hikayeleri, daha sonra ise özgürlükçü hareket doğrultusunda kaleme aldığı tarihi roman Razin Stepan (Разин Степан, 1924-1927) ve bir macera romanı olan Gezen İnsanlar (Гулящие люди, 1937) yayımlanır. Roman, öykü ve hikâyenin yanı sıra birkaç tiyatro oyunu yazar, sinema alanında çalışır ve ilk sesli film olan Altın Dağlar (Златые горы, 1931)’ın senaryosunu yazar.
Çapıgin, 21 Ekim 1937’de Leningrad’da yaşamını yitirir.

AYLAKLAR

Mesude ARKIM[9 - Araştırma Görevlisi, Gazi Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Rus Dili ve Edebiyatı Bölümü, mesudearkim@gmail.com]

Nehir genişçe ve kasvetliydi. Nehrin arka tarafında sapa bir yerde bir köy bulunuyordu. Burada köyler oldukça azdır. Nehir doğuya doğru akıyor, bir yerde kuzeye dönüyor ve döndüğü yerde oluşan çağlarca[10 - Çağlarca: Akarsuların, yataklarındaki çok eğimli kesimlerde ya da artık oldukça düzleşmiş eski eğim kesintisi üzerinde köpürerek, kaya döküntüleri arasından hızla aktıkları yerlere verilen ad. (ç.n.)] gürlüyordu. Çağlarca-da gece gündüz, yaz kış demeden sular köpürmekteydi.
Beyaz uçurtmaya benzeyen bir martı uçuyor, bu yalnız martının arkasındaki gölgesi de yokuş boyunca zaman zaman arkasında kalarak uçuyordu. Kızıllığıyla parlayan kocaman güneş ise yavaş yavaş batmaktaydı.
Çağlarca gürlüyordu. Kıyılarda bir yerlerde ovalar henüz biçilmemişti. Çimlerde sarı gövdesiyle minik bir papatya görünüyordu. Beyaz ve pembe renkli bir yonca ise çimlerin arasından bakıyor gibiydi.
Nehirden ıslak çam kokusu geliyor, sağanak yağış, tepelerden çavdar kokusu taşıyor, ileride, yol üzerinde yığılmış bitki demetlerinin şapkaları görünüyordu.
Nehir kenarı boyunca köylüler ve delikanlılar, evlerinin düzenli, fakat bir o kadar da tembel kargaşasını büyük bir özlemle hatırlayıp birbirleriyle konuşarak yürüyorlardı. Delikanlılar ise kıyılara yapışan alaşımı zıpkınlarla sürüyorlardı.
Kütükler nehirde birer yarışçı gibi miskin miskin yuvarlanıyor, ağır ağır kımıldıyor, çağlarcanın eğimine giden akıntıya düştüklerinde daha hızlı yüzmeye başlıyor ve çağlarcaya çoktan varmış oluyorlardı. Taşlara değdiklerinde sanki onların engel olmalarına kızmışçasına sağa sola sıçrıyorlardı. Kütükler çağlarcanın eğimi altındaki taşlara tutunuyor, karşıdan gelen kütükler ise onları sıkıştırıyordu. Su tıslıyor, ıslık çalıyor, arkadan gelen yeni kütükleri yakalıyor ve düzensiz bir yığın halinde biriktiriyordu. Sıkışan tomruk yığını da büyümeye devam ediyordu.
Su, daha kızgın bir hal alıyor, kütükleri bir yukarı bir kenarlara doğru dağıtıp duruyordu. Kütükler gıcırdıyor, hışırdıyor ve sakince yerlerini aldıktan sonra daha da fazla tomruk yığını oluşturarak, insanlarda derin bir kaygı yaratıyor ve bu sıkışıklığı açmak için büyük bir emek gerekiyordu.
Kıyıda tırpanla geçen insanlar ara ara bağrışıyorlardı:
“Çocuklar-lar!”
“Ne oldu?”
“Çağlarcaların kenarında bir kütük battı-tı!”
“Ev cini de onunla batsın-sın!”
“Demek oluyor ki, müfettiş bir hafta kalacak!”
“Ateşin kenarında uyuyalım!”
Alaşımın yerine ulaşıp ulaşmaması, ellerinde tırpan olan insanların umurlarında bile değildi. Bildikleri tek şey, kendilerini Yürütme Komitesi’nde toplayıp sürgüne gönderdikleri ve bir hafta sonra da değişim olacağı idi. Ama değişim gerçekten olacak mıydı, bilmiyorlardı.
Güneş battı, etraf hızlıca kararmaya başladı. Her yer sessizleşti. Sadece tomrukların sıkışıklık meydana getirdiği yerde çalışmalar kesintisiz bir şekilde devam ediyordu. Çağlarcanın yanındaki taşlar alaşımın başına tutunuyor, su ise kütükleri kuyruğundan sürüklüyor ve kütükler sıkışıklığın olduğu yere doğru uçarcasına akıntı boyunca ilerliyordu.
Çalılıklardan, kıyılardan ve koruluklardan insanlar gruplar halinde kütüklerin oluşturduğu tıkanıklığa doğru ilerliyorlardı.
“Mola-a çocuklar-r!”
Sarp kıyıdan işçi başının siyah sureti ses verdi:
“Aylaklar, mola!”
“Lak-lar-lar – - -ar!” Ses nehir boyunca uçsuz bucaksız yankılandı.
“Dedik ya, haydi! Mola veriyoruz…”
“Uyuyun siz! Hiç çalışmayın zaten!”
Kıyılar simsiyahtı. Nehrin suyu donuk bir şekilde parlıyordu. Kütüklerin üzerinde sessizce hareket eden köpük ise ışıldıyordu. Rüzgârın uğultusu suyun gürültüsüne karışıyordu. Dalları ve tepeleri sallanarak kıyılara kadar yaklaşan yaşlı orman, gürlüyordu.
Kuzeyin ışıltısı alevlenerek siyah duvarlarla çevrili ağaçlardan oluşan ormanı, çam ağacının gövdesini, akağacı ve köknarı bir anda ayırdı. Yeşil ve beyaz renkli pırıltılar içinde, dar boğazın ortasında uzanan kütük yığını açıkça görülüyor, giderek ulaşılması zor bir hal alıyor ve felakete yol açacak şekilde büyüyordu. İşçiler ise kendi aralarında konuşuyordu:
“Çocuklar, nehir bize köprüler döşüyor!”
“Aylaklara mezar düzüyor!”
“Çocuklar-r! Kimin yanında kibrit var?”
“Balta ile kesebilirsen, kütüklerden istemediğin kadar kibrit çıkar!”
Baltalar ses çıkarıyor, ağaçlar hışırdıyor, kamp ateşleri sıçrayan alev dairelerinin etrafını sararak birbiri ardına yanıyor, nehir boyunca kırmızı lekeler halinde parlıyordu.
Dağın tepesinde, nehrin alt tarafında bir zamanlar bir köy vardı, fakat artık yok. İzbeleri kaldırdılar, hamamlar ise bir yerlerde kaldı. Tepe üzerindeki hamamlardan birinin önünde bir nöbetçi sureti görünüyor ve belli belirsiz kararıyordu. Koruduğu mekân gibi terkedilmişe benziyordu. Hamamın penceresinden loş bir ışık geliyor ve iki kişi zaman zaman haykırarak şarkı söylüyordu:
Ayı boynuzundan nasıl da tuttu ineği!
E, artık gencim, değilim kocamın uşağı!
Kulübe kilerinin yakınında duran sandalın üzerinde, sacayağının altında işçi başı ve orman müfettişi çay hazırlıyorlardı.
Kıyıda işçiler lapa ve çorba kaynatıyordu. Ateşin yanında kâh siyah kâh gri eski püskü giysiler, ara ara kırmızı bir gömlek parçası ve katranla kötü bir şekilde boyanmış çizmeler, zaman zaman da ıhlamurun iç kabuğu ya da çıplak bacaklar ve katılaşmış ayaklar parlıyordu.
“Su değirmeni gürüldüyor” dedi biri. Diğerleri ise kendi fikrini söylüyordu:
“Baykal’dan rüzgâr esiyor! Şuna bakın, yarın yağmurla birlikte nemli ve bulutlu bir hava gelecek.”
“Evet, yağmur fena ıslatacak… Şeytanlar da hamamda şarkı söylüyorlar.”
“Onları ıslatmaz! Onlar üşümez…”
“Yakacak odun çok, fakat ormandan yakacak odun alınmaz…”
“Peki, kardeşlerim, hamamdakiler kim?”
“Eski işçiler! Haritanko ile Sısovlu Mikişka[11 - Bu iki isim ilerleyen bölümlerde siyah varlıklar (черные существа) olarak geçmektedir. Eserde hamamda yaşıyor olarak betimlendiklerinden dolayı “hamam cini” olduklarını düşünmek mümkündür. Çünkü hamam cinlerinin insan boyunda, siyah uzun saçlı, sıra dışı bir insana benzediği ifade edilmektedir.]”.
“Bak sen! Peki, niye buradalar?”
“Üstler onlara “işten kaytaranlar” diyor.”
“Yalan söylüyorsun!”
“Peki, sana göre nasıllar?”
“Komiser ve iki arkadaşı onlara “içki arkadaşları” diyor. Bak, kaçak içkiyle hamamda kafayı çektiler.”
“Bu işin peşini bırakmayacağım, şehirleri de kontrol edeceksiniz!”
“Bırakacaksın!”
“Bırakmayacağım, olmaz.”
“Bırakacak, çünkü onlarsız asla…”
“Ee?”
Diğer ateşin yanında biri şunları anlatıyordu:
“Dolaştım, dolaştım, açlıktan takatim kesilmiş ve üşümüştüm, kiliseye girdim…Kilise karanlıktı, bir çıra yanıyordu. Rahip bir şeyleri öğütüyordu ama ne olduğunu seçemiyordum. Rahibin de soğuktan dili dolaşıyordu. Baktım, bir kenarda tabut duruyor, şeker kutusundan yapılmış tabutun üzerinde de farklı yerlerde: “Sinitsın’ın Alışveriş Dükkânı” yazıyor. Satıcının karısının öldüğünü düşündüm ve rahip de amma dilenci çıktı, diye sorguladım. Boş verip, yiyecekleri düşünmeye başladım, çünkü mucize yaratanlar, eğer çocukların karınları açlıktan sırtlarına yapışırsa, dine çok bağlı olmayacaklarını biliyor. Hey, çocuklar! Yakında açlık sizden bize geçecek farkında mısınız?”
“Hiçbir şeyin farkında değilim! Size hiçbir şey dokunmuyor, hepiniz koruma altındasınız.”
Aynı ateşin yanında diğer taraftan başka bir ses:
“Böylece köye geldi, silah aldı.” “Hâlâ asilzade sınıfındanım ben, hey gidi komünist fakirlik!” “İzbesi eski, fakat büyüktü. Her zamanki gibi pencerelere ve ikonlara ateş etmeye başladı. Kardeşinin atlarını tekneye koşar, tekneye tekerlek takar, kazıkla ittirerek sanki suyun üzerindeymiş gibi giderdi – şaka tabi ki. Gençler önünde, yaşlı kadınlar arkada yürüyorlardı. Aptal bir kadın buldu ve onunla evlendi. Brr! Sonbaharda soğuk erken bastırdı, izbe buz gibi oldu, saman üzerinde uyuyorlar, pencereleri yastıklarla tıkıyorlardı. Rahip bu çılgın kadının çocuğunu korudu ve gökyüzünün hâkimiyeti devam etsin diye öldü.”
Etraf çim kokuyor, nehirde su akmaya devam ediyor, ateşin dumanı tütüyordu. Yeni yetmeler çalışıyor, en yakınlarında bulunan çiti ve ardıç çalılığını kesiyor, kestiklerini ateşe atıyor, alevler titriyor, küçük yıldızlar karanlık gökyüzüne saçılıyordu. Nehrin yarısına kadar uzanan dalgaların tepelerinde çavdar yeleleri dans ediyordu. Kıyılarda pürüzlü derelerin karanlık parıltısında insanların gölgeleri dolaşıyor, şelalelerin gürültüsü duyuluyordu.
Diğer ateşin yanında birisi yüksek sesle masal anlatıyor, insanlar oraya doğru gidiyor ve git gide kalabalıklaşıyorlardı. Hatta aşağıdan ateş görünmüyor, sadece yüzler ve kafalar parlıyordu.
“İki ihtiyar vardı. Ne kardeşleri ne de çocukları vardı ve “Ahmakça yaşadık” diye düşünüyorlardı. Birisi “Satış işine girelim”, diye düşündü. “Peki hangi malı getirelim, ya da bütün yaşlı kadınları neden et için keselim?” “Hayır, neden yaşlı kadınları keselim? Sen kızağa kar koy ben de kum koyayım da birlikte şehre gidelim.”
Tepenin üzerinde şarkı söylüyorlardı:
Bütün kocalar evlenene kadar iyidir.
Eşlerine kunduz derisi giydirir.
“Bak şeytana!”
“Eh, evet! Çocuklar-kardeşler! İhtiyarlar mallarını satamadan eve dönüyorlardı. Biri yine, “Malları takas edelim mi?” diye düşündü. “Haydi, edelim,” dedim. “Ben kar alacağım sen de kum al. Ancak kum kardan daha pahalıdır. Kar erir, fakat kum asla erimez. Ek olarak da üç kapik istiyorum.” “Pekâlâ, evde vereceğim” dedi. Yaşlı adam eve geldi ve evde hatırladı: “Üç kapiği papaza verdim, daha da param yok,” dedi. Diğer yaşlılar da onun fakir olduğunu bildiklerinden, borcunu istemeyeceklerini biliyordu. Düşündü, taşındı ve dedi ki:
“Yaşlı kadın, şapele gidelim, soyunayım, sen de beni tabuta yatır. Komşu, borcunu istemeye gelecek, sen de ağlayarak, “Öldü” de. İhtiyar kadın herkesi işletti. Sadece diğer ihtiyar adam ona inanmayarak tabutun yanına geldi, şapelin altına girdi, bekledi ve şöyle düşündü: “Yalan söylüyorsun, yemek yemek isteyecek ve canlanacaksın.”
Cani koca sürekli kötülük yapardı.
Ne sansar kürkü ne de samur alırdı…
“Şarkı söylemeye başlayın da görün bakalım banyo cinleri sizi nasıl da şehre götürecek!”
“Şeytandan bile korkmuyorlar!”
“Öyle işte… Yaşlı adam şapelin altına yattı ve pek çok insanın geldiğini hissetti. Hatta gelenler arasında haydutlar da vardı, kiliseyi soydular. Çalınanları paylaşmaya başladılar, çete başı, “Kılıcı hazırlamak gerekiyor, saat düzgün çalışmıyor, almaya geliyorlar” dedi. Kılıcını çıkardı ve çarparak “Rahmetli, yani ölü bir beden burada, kılıcını bir deneyeyim bakalım, keskin mi?” “Yoksa şimdi kesmeyecek misin?” dedi. Şapkasını bir kenara attı, kollarını ellerini kaldırır gibi sıvadı, yaşlı adam ise korkudan tabuttan çığlık atarak fırlamasın mı? “Bütün ölüler, tabutlarınızdan kalkın!” diye bağırdı. Diğer yaşlı adama ise korkunç bir varlık göründü, o da yerde kımıldamaya, kafasını vurmaya başlayınca haydutlar kaçmaya başlamasın mı? Beş verst kadar kaçtılar, sonra fikirlerini değiştirdiler. “Kardeşler-çocuklar, kaç ölü dışarı fırlamış bakmak gerekiyor.” Ancak kimse gitmedi, daha sonra birisi bulundu ve “Haydi gideyim bir bakayım, siz de bekleyin!” dedi. Şapele sürünerek yaklaştı, duvarın yanında durdu ve dinlemeye başladı: “Bana üç kapik borcun var, bu yüzden çete başının şapkasını alıyorum.” Haydut kendi grubuna döndü ve “O kadar fazla ölü varmış ki, bizim kaçarak onlara yaptığımız iyilik, senin şapkanı üç kapiğe paylaşamayacak kadar yetmemiş onlara, Ataman!”
“Uyumak gerekiyor,” dedi biri. Başka bir yerde hikâye devam ediyordu:
“Demirciye demir getirdiler. “Bundan bir balta yap,” dediler. Demirci “Tamam, yarın gel,” dedi. Ertesi gün geldi. Demirci “Olmadı, balta olmadı, bundan bıçak olur,” dedi. Müşterisi “Canın cehenneme, tamam bıçak yap,” dedi. O da “Tamam yarın gel,” dedi. Ertesi gün geldi. Demirci “Hayır, bıçak çıkmadı,” dedi. “Peki, ne çıkacak?” “Biz[12 - Biz: Deri dikiminde iğne deliği açmak için kullanılan, sivri uçlu oluk şeklinde biçimlenmiş çuvaldıza benzer bir iğne. (ç.n.)] çıkacak, tarımda işe yarar. Yarın tekrar gel.” Ertesi gün tekrar geldi. Demirci, “Hayır, olmadı biz çıkmadı,” dedi. “Senin elinden ne çıkacak o zaman?” “İğne çıkacak,” “Ne zaman geleyim?” “Dur, gitme, daha ölmedik ya!” Demiri aldı, kızdırdı ve suyun içine attı, demir cızırdamaya başladı. “Bak, bu sefer amacına ulaştın!”
“Böyle her şeyi yapan demirci çok!”
“Hey! Dinle! Komiser geliyor.”
“Bırak gelsin!”
Komiser, işçilere doğru yaklaştı. Ateşin yanında yol açıp, komisere yer verdiler. Komiser kütük parçasının üzerine oturdu, tabanca kılıfını düzeltti, daha sonra herkese sesini duyurabilmek için yüksek sesle ve tane tane konuştu:
“Yoldaşlar, alaşım sürmede kim daha usta ve gözü pek?”
“Atılgan burada çok!”
“İşe yaramaz köylüler var!”
“Burada nehrin çevresinde ve nehrin kenarında kaç kişisiniz?”
“Yeni yetmelerle birlikte yüz beş kişi toplanır!”
“Aranızda kim tomruk tıkanıklığını düzeltiyor?”
“Doğruyu söylemek gerekirse, böyle biri yok.”
“Yok mu? Nasıl olur?”
“Yok işte, ne sandın ki!”
“Yalan söylüyor yoldaş komiser!”
“Ben de böyle bir şey olamayacağını düşünüyorum! Gerçekten bu kadar insan içinde tıkanıklığı düzeltecek hiç kimse yok mu?”
“İki kişi var, onlar düzeltmeye çalışıyorlar!”
“Onları buraya çağırın o zaman!”
“Çağıramam, mümkün değil, orada nöbetçi var!”
“Ah, hamamdakiler mi? İşten kaytaracaklar mı?”
“Olamaz! Bu kadar zamandır hiçbir şey yapmadılar mı?”
“Hiçbir şey! Sadece sarhoşlukla vakit geçirdiler, balalayka ya da akordeon çaldılar ve tomruk sıkışıklığı olduğunda çalıştılar ve bu yüzden onlara az para verdiler.”
Komiser kalktı, yokuş yukarı hamama doğru gitti. Arkasından biri bağırdı:
“Boş versinler, nihayetinde düzeltirler!”
Dumandan siyahlaşmış duvarları, parlayan siyah çatısı ve siyah ocağıyla bu siyah dar hamamda siyah rafta dört adet yıpranmış lapti[13 - Lapti: Huş kabuğundan, ipten örülmüş pabuçlar. (ç.n.)] görünüyordu; rafın arkasından komisere doğru dört adet göz bakıyordu. Duvardaki oyuğa çırayı batırınca katran akarken çıra tütüyordu. Çıradan ışıktan ziyade duman çıkıyordu. Duvarın uzun köşesi, külün gri kenarlarıyla çevrelenmiş ateşin önünde yılan gibi kıvrılıyordu. Küçük pencere canımın yanında sönük ve cansız bir akis görünüyordu.
Komiser geldi, kasketinin tepesini kirletmemek için eğilerek, bacağı kırık olan sırayı duvara sağlamca yaklaştırdı ve oturdu.
“Sen gelsene! Yoldaş komiser… Yoldaşın kendisi… Şerefin ta kendisi, duyuyor musun? Hariton, hey, duyuyor musun?”
“Kovalayın onu!”
“Kaçıyor muyuz diye bakmaya geldim. Kaçmayacağız.”
Bütün kocalar evlenene kadar iyidir!
“Dinle, bekle, Hariton!”
“Bekliyorum. Bizim şehre alışmamızı istiyor… Evet, bekleyecek!”
“Sizinle konuşmaya geldim, yoldaşlar.”
“Biz yoldaş değiliz. Biz Sısova köyünün yurtsuzlarıyız.”
“Dinleyin! Eğer tıkanıklığı düzeltirseniz, sizi özgür bırakacağım, ödül olarak tayın vereceğim.”
“Vardiya değişecek mi? İşçilere Maslenitsa bayramı geliyor demek!”
“Aynen öyle! Hiçbir şey yapmanıza gerek yok, kadınlar ve genç kızlar da çok, takın birini kolunuza da gezin!”
“Başlayacak mısınız?”
“Nehirdeki sıkışıklık amma da büyük bir sıkışıklık. Önce zıpkınla, sonra hiç olmazsa ezerek açmak gerek.”
“Nöbetçiyi ben uzaklaştırırım. Ateşin olduğu yere gidin ve yarın başlayın!”
“Ticaret yapmak gerekiyor yoldaş, ticaret olmadan başlayamayız!”
“Peki, siz burada ne için oturduğunuzu biliyor musunuz? İçtiğiniz, benim yakaladığım kaçak votka ve sabotaj için buradasınız Herkes çalışırken siz yoktunuz ve işçi başından zıpkınları alamadınız.”
“Neden buraya gelmedin yoldaş? Ama nehir kıyısı karanlık. Gerçi zıpkınları almadık ama ne işimize yarayacak? Kütükleri bu köylüler değil, delikanlılar itebilir. Bizim işimiz kütükleri kırmak. Senin kuralın ise şu, yoldaş: “Herkes yerinde olsun, işleri yapmasın ama işten de kaçmasın. Çalışma ama haylazlık et!” Bizim kuralımız ise şu: “Çalışırken şarkı söylersin, daha sonra hüzünlenmeye başlarsın. Bir bakarsın ki bitlenmişsin. Sonra iki zekinin üç yüz aptal için çalışması gerekene kadar balalaykalar ile birlikte gezeriz.”
“O zaman zıpkınları verin!”
“Bu kadar hikâye yeter! Tıkanıklığı açmaya gitmeyin, devrim mahkemesi sizi kaçak votka içmekten ve işten kaytarmaktan yargılayacak! Anladınız mı?”
“Boş iş! Kendin bizi ele veremezsin. Gerçi senin kanunlarına göre yoldaş, yargılamak gerekiyor… Kaçak votka yapan kişi çavdarın kalan son libresini kaynatıyor, kiselin[14 - Kisel: Meyve suyu, süt ve yulafla yapılan ekşimtırak bir yiyecek. (ç.n.)] tadını bozuyor ve öyle içiyor, işe yaramaz, lanet adam! Hariton ile birlikte bir gün içtik ve yarı sarhoştuk. Sonra su içtik, maya da karnımızda mayalandı, hem de midemiz bulana bulana!”
“Bu kadar kötüyse neden içiyorsunuz?”
“Şehirde kaçak votka işindekileri bulmak kolay iş, orada çok fazla polis var ve insan çok… Köyde kaçak votka yapanlarla iş daha zor, alan dar ama kanun fazla işlemiyor.”
Komiser onları hor gören bir ifadeyle gülümsedi:
“Peki, köyde kanun nasıl olmalı sizce?”
Hariton, is içerisinde kalmış bir yüz ve nasırlaşmış ayağıyla sallanarak rafa oturdu ve şöyle dedi:
“Basit! Benim düşüncem şu, yeni yetmeler, yani gençlik içmesin diye tohum eken yaşlısından yetişkinlere herkese votka verilsin! Eğer birer domuza dönüşürlerse, kilere koy da ara vermeden çalışsınlar. O zaman benim hesaplarıma göre, kaçak votkacılık yok olur ve amaçları ekmek olur. Kim burda[15 - Burda: Bulanık, tatsız, alkollü ya da alkolsüz bir içecek. (ç.n.)] içmek istesin ki? Eski birer ayyaş olan yaşlıları kurtaracak bir şey yok, içkiye para harcıyorlar, belki de korkuyorlar.”
Rafın üzerinde yatan arkadaşının gömleğinin ucundan tuttu:
“Yönetimin önünde uygunsuz bir halde oturmak da neymiş Mikifor, neden yatıyorsun!” dedi.
“E, sizinle bunu konuşmaya gelmedim. Sizi neyin beklediğini biliyorsunuz,” dedi komiser sertçe.
Nikişka uzandı ve uzandığı yerden konuşmaya başladı:
“Gözünüzü korkutmayın korkaklar! Düşünün: kaç kere ölümün kıyısından döndük biz? Sen bizi kurşuna da dizebilirsin, o zaman nehirdeki tıkanıklığı bir arşın bile ilerletemeyeceksin. Tüm güç bizde. Biz aranan iki ahmak komşu, serseri Mikişka ve Haritanko… Zamanında votkayı kovasıyla içer, ucuza çalışır, hayatımızı aptalca geçirirdik, ama sen bizi adam etmeye, korkutmaya kalkma. Ateş et haydi, tıkanıklık çağlarcada öyle dursun kalsın, kokuşsun, bahçedeki su cininin pek hoşuna gider. Fakat duyduklarım doğruysa, yönetim seni de ormanın arkasında yargılamaya götürecekmiş!”
Komiser alçak tavanın altında kafasını eğerek ayağa kalktı. Aynı ses devam etti:
“Nöbetçiyi sen uzaklaştır. Zaten tepe dik ve sağanak yağış alıyor, üzerine rüzgâr esince duramaz. Başka türlü kaçamayız, sen nöbetçinin yanında kal da bizim yerimize uyu bari uslu uslu!”
“Nöbetçi asker bir kadın değil ve görevlendirildiği yerde olmak zorunda! Bir kere daha soruyorum size, Hariton ve Mikifor, tıkanıklığı açmaya gidecek, bu görevi yerine getirerek, üstlerinizden övgü alacak mısınız, yoksa…”
“Eğer ikimiz için alkol verecek, bir libre sigara ve yaşlı kadınlarımız için çay ve şeker verecekse kaldıralım!” dedi diğer bir ses.
Komiser çıktı. Banyodan şarkı sesi geliyordu:
Sen benim paltomsun, palto-o!
Seni kimse alamaz!
İnsanların önüne çıkıp bağıracağım!
Nöbetçiler, ceket istiyorum-m!
Sabah komiser tepede duruyordu. İşçi başları insanları topladı. Gökyüzüne koyu bulutlar yığıldı, yağmur hafifçe çiseliyordu. Tarlaların üzerine hızla yağan yağmur, dimdik duran çavdarların belini kimi zaman büküyordu.
Suyun üzerinde beyaz renkli kuzular kıvrıla kıvrıla gidiyor, nehirdeki sıkışıklık boyuna değil de enine doğru giderek artıyordu. Bu sıkışıklığa eklenen kütükler ise nehir boyu yoğun, geniş kitleler halinde duruyordu. Aylaklar ise dalga geçiyorlardı: “Etrafını çevirmeyi bıraktı! Döşemeye başladı!” Kütükler ıslanarak parladı. İnsanların oluşturduğu kalabalıktan bir uğultu geliyordu. Kalabalık içinden birisi şarkı mırıldanıyor, başka biri ise tekerleme söylüyordu:
Aylaklar, nehrin hüzünlüleri,
Amirler ormana sürdüler sizi,
Ormanı geçtiler, koşuşturdular, ateş açtılar,
İneği öldürüp ağladılar,
Yakın zamanlarda iş vardı,
Bak, pantolon ineğin boynuzunda asılı kaldı,
Sesini düzelterek komiser bağırdı.
“Şarkı söylemeyi bırakın! Dinleyin-n! Yoldaşlar, tomruk sıkışıklığını hanginiz kaldırırsa, ödül olarak tayın alacak: çay, şeker, sigara, bulgur!”
Aylaklar zıpkınları toprağa basarak susuyordu. Başları öne eğilmişti. Rüzgârın, şelalelerin ve kütüklerin uğultusu duyuluyordu.
“Utanın yoldaşlar! Bu kalabalık içinde tıkanıklığı düzeltecek cesur biri yok mu?”
“Evet, bakın yoldaşlar! Sıkışıklığı önce yüzeyden almak gerek!”
“Orası ne halde biliyorsunuz!”
“Görüyor musun, ensen nehre bakıyor, yüzün ise çağlarcaya!”
“Bunu size öğretmek bana düşmez. Neyi nasıl yapacağınızı biliyorsunuz!”
“Çağlarcadan sıkışıklığı bir temizleyip, şu işten bir kurtulalım. Ruhumuzu teslim etmeyeceğiz ya… Tıkanıklık açıldığında beş verst ileride bir gök gürültüsü gibi bir ses duyulacak.”
“Tekrar söylüyorum. Kim ormana daha fazla ilerlerse, işi karşılığında tayın alacak.”
“Tabi ki, yiyeceği özledik… Ölmesek bari…”
“Alın o zaman!”
“Kokusunu şimdiden duyuyoruz, işe koyulacağız!…”
İnsanlar köprüden geçerek tıkanıklığın olduğu yere yöneldi ve oraya buraya koşuşturmaya, uyuşuk bir şekilde tıkanıklıkta yer alan kütükleri kırıp, aşağı doğru yuvarlamaya başladılar. Birbirlerini uyararak sıkışıklığın nasıl göründüğüne dair bilgi veriyorlardı.
Komiser, sıkışıklığın etrafında toplanan insanlara, kapıların yanında nöbetçinin bulunduğu kara kulübeye sert ve gururlu bir şekilde baktı, silkelenip kendine geldiği anda arkasından biri bağırdı:
“Hamamları boşaltın! Yoksa bizimkiler boşuna vakit kaybedecek.”
İşçi başları tarafından sıkışıklığa neden olan kütükleri temizlemek için gönderilen aylaklar her gün geceyi gündüze katarak çalışıyor, azgın nehrin bir kıyısından diğer kıyısına döşenen geniş ve uzun köprü boyunca gidip geliyor, tıkanıklığın içerisinde sıkışan kütükleri kırıyorlardı. Kütükler boğuk bir ses çıkararak hafifçe çarpıyor, kayarak aşağı yuvarlanıyor, bazı kütükler ise tıkanıklığın içinden yuvarlanarak geçiyordu. Şelaleler kütükleri güçlü bir şekilde yakalıyor, azgın suyla yıkanan taşların üzerine çıtırtıyla hafifçe çarpıyordu. Sıkışıklıkta hiçbir azalma yoktu, öylece duruyordu. İş her gün daha sıkıcı, daha uyuşuk bir hal alıyor, aylaklar birbirleriyle dalga geçiyor, kendi hallerine gülüyorlardı:
“Birimiz çalışıyor da geri kalanlar yatıyor mu acaba?”
Akşam yaşlı işçiler kıyıya ön tarafa ateş götürdüler, su kaynattılar, peksimet yediler, çorba içip, bayat ekmek yediler. Bazen, kimde tuzlu balık varsa pişiriyor, akşam yemeğini yiyip, bol bol konuştuktan sonra uykuya hazırlanıyorlardı. Gençler aceleyle yemek yiyerek yıkanıyorlar, yirmi kişi tek tarak ile taranıyor, karadan geçer gibi köprü aracılığıyla nehir üzerinden tıkanıklığın üç verst ötesinde bulunan ıssız köye geçiyorlardı. Köy büyüktü, çok fazla kadın, az sayıda erkek vardı ve aylaklar kaçamak ve eğlenceler için istenen misafirlerdi. Hava henüz aydınlıktı, ama soğuktu, akordeonun sesi eşliğinde ritim tutarak her biri kendi eşini seçti ve köyün ortasında Polonyalı kızlar gibi chaine[16 - Chaine: Bir dans türü. (ç.n.)] oynadılar. Sonra da her biri kendi eşini alarak, oturmak için harman yerinin ya da hamamın arkasına geçti. Sabah işe değil de küçük ormana döndüklerinde ise uykuya daldılar. Öğle yemeğinden sonra zaman zaman esneyerek ve ellerine tükürerek, sıkışıklık içerisinde yer alan kütükleri zıpkınla çektiler, fakat tıkanıklığı açmaya çalışmak amaçsız bir işten başka bir şey değildi. Görünüşe göre işçiler, kütüklerin oluşturduğu tıkanıkla güçlenmiş ve bütün bir yıllığına nehre yerleşmişti.
Komiser geldi, uzun uzun ve dikkatli bir şekilde işçilere baktı. Bütün çabalara karşın tıkanıklığın kalkmamasına şaşırıp kaldı.
Gece mehtap vardı. Nehrin arkasındaki köyde genç aylaklar yoğun sisten faydalanarak kaçamak yapmak istediler, kadınlarla birlikte sisin ardına saklandılar. Ancak hiç de umdukları gibi olmadı, çünkü köyün erkekleri onları kovaladı:
“Her gece harman yerine sigara içmeye geliyorsunuz, bir de yangın çıkarıyorsunuz, defolun buradan yabancılar!”
Delikanlılar bezmedi. Gece tatlı ve ılıktı. Kendilerine kaçamak arayan kadınlar ise eğlence için bir izbe kiraladılar ve gece yarısından sonra oraya eğlenmeye gittiler.
Tıkanıklığın yanında duran aylaklar uzun bir süre yatmaya gidemediler, kaçamak yapmaya gitmek için hazırlanan arkadaşlarıyla dalga geçtiler:
“Nereye çocuklar! Daha uzun süre burada kalacağız. Ormanda kütük çok, bari izbe yapalım. Kızları buraya getirin de hep beraber eğlenelim.”
“Sen evli değil misin? Karının kulağına gitsin de gör!”
Uzun köprü üzerinde, tam da sıkışıklığın olduğu yerden tüylü bir gölge fırladı. Tıkanıklığın üzeri köpükler yüzünden gri bir renk almıştı. Köpükler daha da yukarı yükseldi, rüzgâr ile birlikte döndü ve mavimsi ayın çıktığı havada uçuştu.
Şelalelerin altında, sıkışıklığın üzerinde küçük damlaların oluşturduğu mavi parlak sütun gökyüzüne doğru uzanıyordu. Uykulu tarlaların üzerinde bir baykuş yavaş ve maharetli bir şekilde uçuyordu. Bazen de çitin üzerine tünüyor, ıslık çalarak gagasını şaklatıyordu.
Şelaleler, yüzyıllardır bilinen aynı şarkıları mırıldanıyordu.
Komiser, çağlarcanın eğimli yerinde kalbi arada duraklayarak bekliyor, beyazımsı açık renkli suyun bulunduğu devasa alana uçsuz bucaksız bir şekilde çıkan uçurumun derinliğine bakıyor, sigara içiyor, dağın eteğindeki yangını ve tomruk sıkışıklığını seyrediyordu sakin sakin. Tepedeki hamama yaklaştı, nöbetçi ise görevini devretti. Daha sonra aylakların konaklamak için mutlu bir şekilde toplandığı tarafa indi ve ambardan yaşlı işçi başına seslendi:
“Hamamda onlarla olmak nasıl?”
“Doğruyu söylemek gerekirse, onlara içki vermek adet oldu.”
Komiser, elini kolunu kızgın bir şekilde sallayarak, yerine çekildi.
Üst rütbeli işçi başı hamama girerek paketi açtı ve şişeyi sıranın üzerine koydu. Rafta duran akağaç kabuğundan yapılmış dört adet ayakkabı tabanı, yani iki varlık, tatlı su gelinciği gibi anında kayboldu, sessizce rafın arkasından kayıp gittiler.
“İletmemiz emredildi! Orada çerez dâhil her şey var… Fakat çocuklar, orman halkı yarın çağlarcada olmak zorunda.”
“Doğru mu?” dedi birisi, titreyen elleriyle kabı tutarak.
“Bekle Mikişka! Doğru düzgün yapmak gerek, şurada bir yerde süt kabı olacaktı…”
“Buldun mu onu!”
“Yavaş yavaş suyla doldurmak lazım! Suyla!”
“Duyuyor musunuz çocuklar? Orman halkı yarın çağlarcada olmak zorunda!”
“Duyuyoruz… Söyle bakalım! Duyduğuma göre kısa bir süre önce işçi başı olmuşsun.”
“Evet, alaşımdan sorumluyum… Komhoz[17 - Komhoz: Komunalnaya hozyaystvo (коммунальная хозяйство). Komünal ekonomi anlamına gelmektedir. Şehirlerde veya köylerde memuriyet hizmeti ile diğer hizmetlerin bir arada yer alması. (ç.n.)]‘da…”
“Yaa, at arabasında mı?[18 - Burada komünal ekonomi anlamına gelen “komhoz” ile “at arabası” anlamına gelen “konnıy voz” kelimelerinin telaffuz benzerliği ile kelime oyunu yapılmıştır. (ç.n.)] Ormandakiler yarın çağlarcada olmayacak. Yazık, hemen gitsinler isterdim hâlbuki.”
“Bekle Mikişka! Birlikte gitmek gerek, sen de canım.”
“Yoldaş komisere, yüreğine inmesin diye de ki, teşekkür ederim, fakat orman halkı yarın hiçbir şekilde çağlarcada olmayacak!”
“Bak, 15 verst ötedeler… Hey, Haritanko! Tut, taşırma… Yok, kardeşim benim… Çalışmaya başlanmadı…”
“Şarkıya göre hüküm verme! İşe ne olmuş…”
“Demek çağlarcaya gelmeyecekler? Yazık! İnsanların boşuna çalıştığını görmek artık canıma tak etti… Eh, ben izninle gideyim, çıkayım.”
“Çık bakalım, iyi günler!”
“Gece oldu artık!”
“Gerçekten gece olduğuna emin misin, peki biz-z? Biz gündüzü temsil ediyoruz, çünkü karanlık içerisinde beyaz, beyaz içerisinde de bir siyahlık vardır. Bak, yüzler siyah, eller siyah, kefen beyaz, eğer bu dünyada bir düzeni ifade ediyorsa… Sen, işçi başı, dur! Yoldaşa şöyle söyle: Haritanko ve Mikişka dedi ki orman halkı yarın çağlarcada olmayacak, çağlarcanın arkasında olacak. Anladın mı?”
İşçi başı dışarı çıktı ve düşündü: “Birazdan sarhoş olduklarına şeytanlar övünecek!”
Ateş söndü, insanlar uyudu. Ay gece boyunca yer değiştirdi, daha parlak oldu. Nehrin arkasında aylakların uzaktan gelen gürültüleri ve şarkıları, akordeonun sesi, kızların söylediği şarkıların sesleri belli belirsiz bir şekilde şelalelerin gürültüsüyle yarışıyordu.
Şapkasız, uzamış, dağınık saçlarını hafifçe sallayarak, uzun ellerini gerdirerek iki siyah varlık hamamdan çıktı, kucaklaştılar ve yüz yüze tokuşup, birbirlerinin sigaralarını yaktılar. Sigaralarını içerken körler gibi elleriyle yoklayıp ayaklarını toplayarak dik tepeye oturdular ve şarkı söylemeye başladılar:
Babamın yanında bir ahmak olarak büyümedim.
Anne-babamın yanında aklı başında bilindim.
Çitlerin üzerine ineği çekeceğim
Kaderim olan felaketi sallandıracağım
Acaba orman cini ineğimi alır mı?
Saçlarına ve yüzlerine yapışan is yüzünden, birbirlerinden farksız bir hale gelmişlerdi.
“Bu kadar ikram yeter! Sen, Haritanko, nasılsın?”
“Eh, çok şükür ya! Mikişka kardeş, sigaranın yarısı kaldı, neyin içine koyalım, kalanını içmek için biraz beklemek gerek… bek-k-lemek.”
“Doğru! İşi bitirmek gerek, ordaysa ya gevezeye takılırsın ya da rahibin yanına gidersin…”
“İşi bitirdin mi? İş boş, keşke bir şarkı olsaydı kardeşim…”
“Hayır, önce işi bitirmek gerek. Duyuyor musun?”
“Neyi-i?”
“Nehrin arkasında bizim aylaklar kızlarla geziyorlar… Duyuyor musun?”
“Doğru… Öyle!”
“Daha tıkanıklığın olduğu yere gitmediler, kayıkla oraya gitmeye korktular…”
“Buraya yerleşti onlar. Kışı nehirde geçirecekler.”
“Biliyorsun işte, Hariton! Bırak on verst kadar turlayıp gelsinler.”
“Doğru söylüyorsun!”
“Ah, kafam! Gece dolunay vardı, ortalık gündüz gibi aydınlıktı. Şık şık ses çıkartan laptilerin altından küçük taşlar dökülüyordu adeta.”
İkisi nehrin kenarına indiler, uyuyan aylakların etrafında yürüdüler, toprağa batırılmış birkaç zıpkına dokundular, birisi şöyle dedi:
“İşe yaramaz insanlar! Tembellikten yağ bağladılar, zıpkınlar ise tembellikten uslu uslu duruyor.”
“El yordamıyla buldum!”
“Ucuna bak!”
El yordamıyla zıpkını bulduktan sonra iki siyah varlık sıkışıklığın olduğu yere doğru geldi ve yaklaştıkça adımları daha hızlı ve hafif bir hale geldi. Islanan laptileri zaman zaman parlıyordu.
“Bak-k!”
“Burada bir altıgen görüyorum.”
“Henüz dokunma!”
Ellerindeki zıpkınlar parladı ve oraya buraya çarptıkça tık tık diye ses çıkartıyordu. Siyah varlıklar sıkışıklığın arttığı kısma doğru gittiler ve tek bir kütüğe dokunmadan uğuldamakta olan yığının diğer tarafından kayboldular.
Yine çığlıklar duyuldu kocaman, var sesiyle:
“Tu-t-t!”
“Yakaladı-m-m!”
“Kenara indir!”
“Uzaktaki kütüğün üzerine, biliyorum!”
“Kır!”
“İn-di-i-r!”
Sağır edici bir çatırtı başladı. Kütükler şelalelerin derinliğine doğru yöneldiler, takla atarak süründüler. Su tanelerinden oluşan ve gökyüzüne kadar uzanan mavi direk, yığının altında parlıyor gibiydi. Beyaz köpüğün arasında, uçurumun derinliğinde taş örgüler duruyordu.
Artık sırılsıklam olan iki siyah varlık, vücutlarına yapışan gömlekleriyle su altı dünyasına ait canlılar gibi kütüklerin üzerinden, arasından geçtiler… Suyun var gücüyle attığı kütüklerin biri taşın üzerine doğru uçuyordu. Siyah varlıklardan biri, kütüğün üzerinde durarak kendine çarpmasına izin vermedi. Köpüklerin ve damlaların arasında parladı ve öncesinde keskin kayalıklara çarpınca yarılan ve dağılan diğer kütüğü yıldırım hızıyla yakaladı.
Siyah varlıklar damlaların arasında, gürültü, gıcırtı ve çatırtı cehenneminde susarak koşuşturuyorlardı. Kıyılardaki her girintiyi, her koyu biliyorlardı ve kütükler, her ittiklerinde bu koylara takılıyordu. Bıraktıkları kütükler taştan nehir yatağı tarafından taşınıyordu. Sırılsıklam olan siyah varlıklar ise dar girintinin kenarında bulunan duvarın üzerine oturarak birer sigara yaktılar.
“Nehir bizi yıkadı, Mikişka kardeş”.
“Sigara da bizi ayılttı, biraz daha tüttürelim bari.”
Ateşin kenarında uyuyan insanlar hışırtı, şakırtı ve gürültüden uyandılar, yerlerinden sıçrayıp, sordular:
“Kimdir o?”
“Tomruk sıkışıklığı mı?”
“Sıkışıklık!”
“Bak, görüyor musun, hamamın önündeki nöbetçi kaçtı!”
“Bu Sısovluların hileli güçleri var!”
“Evet… Artık aylaklar, çantalarınızı alın. Birazdan çağlarca taşacak!”
“Şeytanlar, gece gece rahat uyutmadınız!”
“Tıkanıklık hızla çözüldü. Köprüler bozuldu. İşçi başları yiyecek deposunu çağlarca alıp götürmesin, ormanın içine çekmesin diye güvenli bir yere koydular.
Nehrin diğer kenarından, ay ışığında gri- yeşil kıyı boyunca kirden kararmış insanlar koşturup duruyor, sesleri nehir boyunca yayılıyordu.
“Sal-lar!… Hey! Sal-la-a-r!”
“Lar-lar-lar!… l-a…”
“Lar-lar-lar”, diye yankı nehir boyunca duyuldu.
Tomruk sıkışıklığının yanındaki kamptan kinayeli sesler geliyordu:
“Delikanlı-lar-r, siz daha gezi-n-n!”
“Kadın geti-ri-n-n!”
“Durdurun!”
“N-n-n…”
“Sal-la-rı!”
Kimse tarafından korunmayan aynı hamamda rafın üzerinde, çıranın sisli ışığında iki çıplak varlık, Mikişka ve Hariton oturuyordu. Hamam sıcaktı, giysileri ocağın üzerindeki sırada kuruyordu.
Mikişka balalayka tıngırdatıyor, elleri balalaykaya kötü bir şekilde eşlik ediyor ve tellere halsizce değiyordu. Haritanko uykulu ve yarı sarhoş sesle şarkı söylemeye başladı:
Bahçede ihtiyar kadını patakladılar da mı
Genç kız kaçtı-ı?
    1923

MİHAİL MİHAYLOVİÇ PRİŞVİN

(1873-1954)


Mihail Mihayloviç Prişvin 4 Şubat 1873 tarihinde Lev Tolstoy, İvan Turgenyev gibi ünlü Rus yazarlarının doğduğu Oryol bölgesine bağlı Kruşçevo köyünde tüccar bir ailenin oğlu olarak dünyaya gelir. Burada gimnayzumda öğrenim görürken öğretmeni ünlü Rus filozof Vasili Vasilyeviç Rozanov’a saygısızlık yaptığı gerekçesiyle okuldan atılır ve bundan on yıl sonra Riga’da bulunan Politeknik Üniversitesi’nde öğrenimine devam eder. Öğrencilik yıllarında Marksist felsefeden etkilenir. 1900-1902 yılları arasında Leipzig Üniversitesi’nde ziraat eğitimi alır. 1905 Şubatındaki ilk devrimi pek çok yazar gibi olumlu karşılayan Prişvin 1906 yılında Petersburg’a dönerek ilk yazarlık faaliyetlerine başlar. İlk öyküsü olan Saşok (Сашок) 1906 yılında yayımlanır. Rusya’nın kuzeyine yaptığı yolculuklarda etnografya ve folklora ilgi duyar. 1907 yılında Korkusuz Kuşlar Ülkesinde (В краю непуганых птиц) adlı seyahat notlarından oluşan ilk deneme derlemesi kitabı yayımlanır. Bu yıllarda Petersburg’da ünlü edebiyatçılar Aleksandr Aleksandroviç Blok Dmitriy Sergeyeviç Merejkovski ve Aleksey Mihayloviç Remizov ile tanışır. I. Dünya Savaşı yıllarında savaş muhabirliği yapan yazarın yazıları Ekim Devrimi’ne kadar farklı gazetelerde yayımlanır. Avcılıkla ilgilenen, tarım konusunda bilgili olan ve doğayı iyi tanıyan Prişvin, Rus doğasını ve insanını araştırma merakını yaşamı boyunca sürdürmüş, bu konuda kaleme aldığı pek çok eser ile ‘Rus Doğasının Ozanı’ olarak Rus edebiyatındaki yerini almıştır.

KUTUP BALI

Orçun ALPAY[19 - Araştırma Görevlisi, Karadeniz Teknik Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Rus Dili ve Edebiyatı Bölümü, alpay_orcun@hotmail.com]

I
Şu sıralar en sevdiğim şey ara ara eskilerden birilerini hatırlayıp o kişiyi, onunla ilgili anıları bugüne taşımak. İşte o an, tıpkı televizyon ekranındaki gibi net bir görüntü sunan küçük saydam bir bardakta görmeyi arzuladığım o kişi belirir. Ekranda yakaladığın bu çok ilginç avı vurmana, kovalamana gerek yoktur, av eti bir işine yaramaz; biz hayat avcıları için ise yaşamın bu dakikasında kendi geçmişimizi yansıtmak öğretici olacaktır.
Yaşlıların pek çoğunun, özellikle de yaşlı kadınların çorap örerken böylesi bir av ile uğraştıklarını düşünüyorum. Kendi dadımdan biliyorum bunu, küçükken ona dikkatlice bakar ve “Dadı, nereye daldın gittin böyle?” diye sorardım. O da kendine gelir, örme işini bırakır, şişi yumağa saplayarak aceleyle “Geldim, geldim yavrucuğum,” derdi. Onu daldığı rüyadan uyandırdığıma üzülür, sonra da bunu telafi etmek için ona “Dadı, sen güzel güzel yaşamana bak, kötü şeyleri hiç aklına getirme. Ben büyüdüğümde, ayaklarımın üzerinde durmaya başladığımda hep senin yanında olacağım,” derdim. Ve köydeki yaşlı mujiklerin nasıl konuştuklarını hatırlayıp ona “Canım dadım, kendi ayaklarımın üzerinde durunca, sana ölene kadar ben bakacağım; ömrün boyunca seni kendi ellerimle besleyip, sana şarkılar söyleyeceğim,” derdim. Bunu söylediğim an dadım, tüm yaşanmış ve yaşanmamışlıklarıyla birlikte bana döner ve onca yaşına rağmen onu seven birisi olmasına sevinerek beni kucaklar, öper, mutluluktan ağlardı.
Bugün yaşlı insanların bizim gençken onları düşündüğümüz kadar kötü yaşamadıklarına inanıyorum. Uzun yıllar sonucunda edinilmiş tecrübelerin hafızada geçmişi canlandırması ve her bir parçanın kendi yerini bulması ne güzel.
Şimdi hatırlıyorum da 19. yüzyılın çocukları olan bizler Nil nehrinin ne kadar verimli olduğunu nasıl da kazımışız zihnimize. “Nil nehri neden verimlidir?” diye sormuştu öğretmenimiz. “Çünkü çamuru verimlidir,” diye cevap vermiştik biz de. Şimdi düşünüyorum da bizim Oka[20 - Rusya’nın Avrupa sınırına yakın, Volga nehrinin büyük kollarından biri. (ç.n.)] bile verimlilik anlamında Mısır’daki Nil nehrini aratmazmış. Baharda kapı önüne çıktığında her şeyin değiştiğini fark edersin. Ormanın, nehrin ve köyün nerede olduğunu unutturur insana. Oka nehri denize, köy ise onun adasına dönüşür ve her evin önünde arıları bu denizin üzerinden uzakta görünmeyen ormana götürmek için tahtadan bir kayık bağlanmıştır. Su, yatağından dökülmeye başladığında bizim kara toprağın verimli çamuru yıpranmış çimlerin üzerine çıkar ve geniş bir alanı kaplayan tüm bu çayırlar siyah kadifemsi bir görüntüye bürünür.
Hiçbirimiz coğrafya dersinde siyah kadife renkli çayırlık ile ilgili bir şey duymamıştık, ama o zaman çocuk halimizle gözlerimizle ve tüm ruhumuzla siyah kadifemsi çayırlıkta verimli toprağın çamurunu görmüştük ve bunun Nil nehrini verimli yapan çamurun ta kendisi olduğu hiç de aklımıza gelmemişti. Nil nehrinin verimliliği ile ilgili öğretmenimize verdiğimiz yanıtlar hem olumlu hem de olumsuz olarak değerlendirildi; ne var ki biz verimli toprağın ne demek olduğunu bilmiyorduk.
Su, çamurlu nehre doğru aktıkça toprağın altına doğru gider, yağmurlar çamurun kadifemsi katmanını aşağıya doğru çökeltir, yeşil otlar yavaş yavaş doğal gübreyle örtülür, ıhlamur ve meşe ormanlarından oluşan Oka’nın ardındaki çayırlıkta arılar uçar. İşte bu çıplak ilkbaharın gelişiyle drenaj kanalında bir sürü söğüt ağacı boy verir. Bu, dolgun ve sarı taneleri olan hoş kokulu çiçeklerin çıplak dallarını yeni yeni süsleyen nisan gelinidir. Bunun gibi binlerce küçük ağaç su kanalında hayat bulur ve her ağaca yetecek kadar misafir vardır. Arılar, yaban arıları, kelebekler uçuşur ve hepsi aynı anda ses çıkardığında kelebeklerin sessizliğine şaşarsın. Arıların vızıltısından önce kelebekler masum nisan gelinine şefkatle dokunur ve “Söz gümüşse sükût altındır” sözü nihayet tam anlamıyla karşılığını bulur. Güneş, gökyüzü, çiçekler, arılar sabahtan akşama kadar birlikte çalışır ve her geçen gün daha çok bal toplarlar kovana. Bizim Oka’nın çocuklarımızın yüreğine kazınması için şairlerimizin Oka’nın ardındaki kadifemsi çayırlığı çoktan meşhur etmiş olmaları gerekirdi. Bundan sonra zaten bizimkiler hiç verimli toprak görmedikleri için Oka’nın namı Mısır’daki Nil nehrinin namını otomatik olarak geçerdi.
Ne arıcılar vardır ama Oka’da! Hele bizim zamanımızda bir komşumuz vardı İvan Ustinıç diye. Çalıların arasından onu gizlice izler, kafamı çevirmekten, dalları hışırdatmaktan ve arıların dikkatini üzerime çekmekten korkardım. Yüzünü arılardan korumak için hiçbir zaman maske takmazdı. Ha, bu arada size nasıl bir yüzü olduğundan bahsedeyim. Yüzü ak sakalla örtülmüş koyu kırmızı renkli iri bir elmaya benziyordu. Maske takmamasına karşın arılardan korunmak için sürekli olarak duman verirdi. Kadınların yüksek bel etekleriyle adeta uçarak geldikleri ve herkesin “Arılar oğul veriyor!” ya da “Ustinıç ganimet gibi arı topluyor!” diye müjde verdikleri bazı özel günler de oluyordu. Bir keresinde çalıların arasından o gri renkli arı bulutunun yükselişini ve o bulutun arasında elinde büyük, ıslak ve akağaçtan yapılma bir süpürgeyle korunmasız ve dimdik duran Ustinıç’ı görme şansı bulmuştum. Ellerini ve yanaklarını sokmasınlar diye binlerce canlıdan oluşan bu sürünün kaderini kendi lehine çevirmek için fırsat kollarcasına hiç dikkat çekmiyordu. Uygun zamanı kolluyor ve ondan sonra sert bir şekilde bu gri bulutun üzerine doğru süpürgeyi sallıyor, onu su dolu fıçıya daldırıyor, süpürgeye biraz daha yağmur suyu ekliyor, tekrar tekrar ekliyor ve sonra arılar çökmeye başlıyor ve çit bitkilerinin içinde kara bir yumak haline dönüşüyorlardı.
Henüz çocuk yaşımla bile yaptığım, insanları anlayıp sınıflandırmaya başladığım o günden bu yana böyle bir usta görmemiştim. Birilerinin kendi için yaşadığını, diğerlerinin ise herkese hizmet ettiğini ve bu çalışmaya hizmet dendiğini anladığımda diyebilirim ki tüm çalışanlar ve patronlar içinde bence gerçek anlamda bir tek İvan Ustinıç hizmet etmiştir.
Geçmişin derinliklerinde kalmış çocukluk dönemimin üzerinden 70 yıl geçmiş! Buna rağmen, yanımızdaki safkan Oryol tırıs atlarının üretildiği harada muhteşem bir kısrağın doğduğunu çok iyi hatırlıyorum ancak birkaç gün sonra kısrağın doğuştan kör olduğu anlaşılmıştı. İvan Ustinıç kısrağı kendine aldı, dışarı çıktı ve ona Kör Kısrak demek yerine nezaketen olması gerektiği gibi Zina adını verdi. Ve kısa zamanda bu kısrağın ona çok faydası dokundu. Her şeyden önce Ustinıç’e harika yavru atlar verdi; dahası belki de, özellikle bu Zina sayesinde gezici arıcılık fikri aklına geldi. Bu fikrin ondan mı yoksa bir bilgeden mi çıktığını ya da bir yerden mi aldığını söylemek zor. Keza İvan Ustinıç’in bereketli kadifemsi çayırlığın ilerisinde bir yerlere neden gittiğini anlamak da zordu. Her şeyden önce orada, daha güzel yerler vardı ve arıları uzak bir uçuşa zorlamaktansa kendisi oraya gitmeyi yeğlemişti. Yoksa orada da başka çayırlar vardı, karabuğday baş vermeye başladığında arıları karabuğdaya doğru getirmek gerekirdi. Göçe hazırlanırken İvan Ustinıç, arılar serbest alanda beslenebilsin diye kovanı aşağıdan yukarı doğru koydu. Arıların gürültüye ve her türlü rahatsızlığa karşı bir yumak halinde toplanma hareketini sürülerimizin hareketlerinden, ineklerin kurt karşısında birbirilerine sokulmasından, hatta kendimizden; “tek kişilik ölüm trajik değildir” sözünden biliriz. İşte Zina da öyle yeri doldurulmaz bir yardımcıydı. Kör at, arılar sarsılmasın diye fevkalade dikkatli bir şekilde adım atardı. Geceleri açık kovanla gider, gündüzleri ise uygun yerlerde durur ve arılar hemen yakınlarındaki çiçeklerden kovana bal taşırlardı.
Vay canına… Bundan tam 70 yıl önce, henüz ömrümüzün ilk yılları, 19. yüzyılın sonu, 20. yüzyılın başı! İvan Ustinıç’in o zamanlar gezici arıcılığı bilip bilmediğini ya da yeni mi keşfettiğini tam olarak bilmiyorum, ancak diğer komşumuz bu keşfi Amerika’nın keşfi gibi gördü ve ona kendi adını vererek yaygınlaştırdı. Bunu tam olarak anlatamayacağım, zaten söylemek istediğim de bu değil. Bana öyle geliyor ki arılarla olan birlikteliğimiz insanların karakterlerine yansıyor. Arılar, kendini öne atmamayı, keskin hareketlerde bulunmamayı ve iş yaparken fiziksel değil dikkat gücünü kullanmayı öğretiyor insanlara. İşte bu yüzden İvan Ustinıç bu yeni arıcılık yöntemini keşfederken işin etiket kısmıyla ilgilenmiyor: Keşfe kimin adının verileceğini önemsemiyor, zaten yaptığı keşifle bir numaraya yerleşti ve yerinde sağlam bir şekilde duruyor.
II
Yıllanmış memleketime şimdi televizyon ekranından seyreder gibi bakıyorum da onu her zaman sevmişim ancak hep bir şeyler eksik kalmış sevgimde. Onunla gurur duymadığım gibi, birisi başka birine memleketimin iyi olduğunu söylediğinde buna pek de inanmamışım. Daha yeni, daha iyi bir memleket için kuzeyde dolanıp durup halk masalları yazmadım mı? Ne var ki ne masallar ne de kuzeyin doğasının muazzam olayları işe yaradı. Bu hikâyenin ve mucizevi doğanın kalbindeki elbette bir insandı ve gece yarısı güneşi ve kuzey parıltıları ışığında memleketimdekinden daha perişan bir insan çıktığını gördüm. Bizde hiç yoktan bülbüller öter; elmalar çiçek açardı; orada ise bal toplayan arı bile yoktu.
Memleketimi bütünüyle keşfettiğim bugün, kuzeyde bize özgü bir şeyler bulduğumu anladım. Yoksa neden neredeyse her gün keşfettiğim onca şeyler arasından özellikle kuzey balına bu denli takılıp balın hangi güzel insanlar tarafından nasıl üretildiğini herkese anlatmak isteyeyim?
Şimdi masamın üzerinde lambaların altındaki kristal vazoda insanoğlunun uzun zamandır bildiği, ilk arının bir yerde çiçek bulduğu andan bugüne doğada var olan bu tatlı, hoş kokulu, şifalı maddenin yansımaları dans ediyor. Ancak doğada bilinen ve ulaşılabilir olan bu madde bize arıların hiç bulunmadığı bir yerden gelmiş ve tundra çiçeklerinin özünde bolca bulunan bu bal, arı olmadan insana ulaşamaz. İşte masada parıldayan bu balın yalnızca arılar tarafından yapılmadığını, dahası, özellikle Oka çayırlarının Ruslara özgü arı türünü oluşturmuş insanların çabasıyla Kuzey Kutup Dairesi’nde, daha kuzeyde olan Peçenga’daki Barents denizinin ötesinde, neredeyse eksi 17 derecede, Murmansk’ta, Monçeregorski’nin aşağılarında Hibinı dağları etrafında yapılan çalışmalar sayesinde var olduğunu kesin olarak söyleyebiliriz.
Tat, koku ve renk ile ilgili şeyler hakkında kesin konuşmak zordur. Zevkler ve renkler tartışılmaz. Hele hiç kimsenin tadını bilmediği, henüz keşfedilmemiş bir bal hakkında konuşmak iyice zordur. Aynı zamanda hiç bilinmeyen, hiç kimsenin tek kelime etmediği bir şey hakkında ilk sözü etmek de ayrı bir şey. Bana göre kutup balı bizim balımızdan çok daha lezzetli. Güney ve kuzey balı arasındaki fark, Kuzey ve Güney yarımküre arasındaki ışık farklılığından kaynaklanıyor. Ressamların güneyde ton dedikleri şey kuzeyde onun üzerinde farklı tona açılır ve bu yüzden ışığı daha hoş ve narindir. Gölgelerin, bulutların, suların, dağların dışında, kuzeyi çevreleyen her şey daha hoş ve narin, tabii olandan daha çok insana dayalıdır. Kuzeyde insan emeğiyle de olsa elde edeceğin mutluluk, güneyin tabiatının sana hâlihazırda sunacağı mutluluktan daha fazladır. İşte bu yüzden kutup tundralarından elde edilen bu bal, keşfedilmemiş bir şeyi ortaya çıkarmak ile ilgili olması açısından daha çok ilgimi çekiyor.
III
Bugünlerde kutup tundrasındaki çiçeklerde saklı olan milyonlarca kilo bal keşfedildi ve artık her kuzey insanının kendine özgü, eşsiz bir lezzeti olan kuzey balını sofrasına taşıyabileceği kesin olarak söylenebilir. Ülkemizdeki pek çok güncel keşif arasında bu buluş hâlâ tam anlamıyla fark edilmiş değil ve hiç kimse Kutup Dairesi ötesindeki bu yeni bal ülkesinin Kristof Kolomb’unun kim olduğunu söyleyemez. Masum toprakların yok edilmesine ve yağmalanmasına yol açan şu Amerika’nın keşfinden itibaren dünyada pek keşif olmamıştır. Her yaratıcı emek mutlaka bir buluşla sonlandırılmalıdır. Ancak emekçinin adını yabana atmamak, ona sahip çıkmak lazım, buluşu açıklayan sanatçının yaptığı işe de aynı şekilde sahip çıkmak, bir de bu isimleri keşfedenleri de unutmamak gerek, ancak bal için hangi kuzey insanına daha çok minnet borçluyuz bilmiyorum. 1934 yılında G. B. Ankinoviç ve V. Naumoviç ile birlikte Kutup ötesinde arıları 15 günlüğüne göçe götüren tarım uzmanı V. N. Demidenko’ya mı yoksa “Endüstri” sovhozunun[21 - Sovyetler Birliği döneminde devlet denetiminde yönetilen kolektif çiftlik, tarım işletmesi. (ç.n.)] başkanı S. M. Lozis’e mi, Moskova’daki orman koruyucularına mı yoksa Murmansk’taki Bölge Yürütme Komitesi ve Bölge Komitesindeki gönüllülere mi? Bu bağlamda arı yetiştirme enstitüsünde çalışanlar arasında biyolog doktor G. A. Avetisyan’ı da anmamak olmaz. Avetisyan, güneşli bir ülkede, Alagöz Dağları manzarası eşliğinde büyümüştür. Ağrı Dağı’na komşu olan pek kadim bir kültürde doğup büyümek ve yaşamak çok güzel olsa gerek! Ne var ki bizim arı yetiştirme sevdalısı mutluluğunu kutup ötesinde, akağacın 50 yılda sadece 20 santim büyüdüğü tundrada bulmuş.
Doktor Avetisyan “Bunda şaşılacak ne var? Kuzey ve güney iklimlerinin enlemi olduğu gibi yüksekliği de var,” dedi bana. Muhtemelen Alagöz Dağı’nın belirli bir yüksekliğinde o 20 santim boyundaki aynı akağacı bulabilirsiniz. Konuşmamızdan şöyle bir fikir ortaya çıkıyor: İnsan, yeryüzünde nereye giderse gitsin, ister enine ister boyuna dağlarda dolaşmış olsun, önemli değil. Önemli olan karmaşık memleket duygusunun içine bilinmeyen, eşsiz ve yeni olanın itici kuvvetinin girmesidir.
1949 yılı yazında Doktor Avetisyan Kuzey Kutup Bölgesi’ne gitmiş ve birkaç arı türü ile birlikte deneyler yaptıktan sonra Murmansklıların vatanseverlik duygularını fazlasıyla ateşlemeyi başarmıştır. Hepsi Kuzey Kutup Bölgesi nektarını çözme işine o kadar kendini kaptırmıştır ki kutup balının üretilebileceği geniş bölgeleri keşfederken bilimsel fikre mi yoksa yerel girişimcilerin vatanseverliğine mi ihtiyaç duyulduğu bugün artık anlaşılamamaktadır. Ancak ben kutup balının keşfini birkaç temel isim de olsa, insandan insana oradan da kutup balına uzanan, belirli kişilerin çabalarıyla oluşan bir zincir olarak tanımlamak isterim. Kendi adıma bu gerçekçi öyküde keşif konusuna o kadar çok girmek istedim ki bu başlı başına yeterli bir malzemeydi ve bu sebeple başka bir şey uydurmama gerek kalmadı.
Hep şöyle derim: “Eğer yazar hayatın kendisine tamamen yakın durup kendisini eşsiz doğuşun tanığı yapabilseydi, yazarın tüm uydurmaları gülünç ve gereksiz olurdu”. İşte bu yüzden ben okuyucuyla saklambaç oynamak istemiyorum ve sonucu en başta veriyorum: Bal bulundu. Bu benzersiz keşfin bir tanığı olarak bu balın nasıl keşfedildiğini ve bu konuda kimleri minnetle yâd etmemiz gerektiğini söylemek benim görevim.
IV
Doktor “Kuzey Kutup Bölgesi’ndeki güneş boşuna 24 saat boyunca parlamıyor ve boşuna bu saatlerde yapmıyor yeşil bitkiler doğal görevlerini: Kuzeydeki çiçeklerin nektarı güneydekinden daha fazla olur ve yaz ortasında (Kuzey yazı) çiçekler güneydeki uzun yazdan daha çok bal verebilir,” dedi. İşte bu doğru! Ancak akağacın 10 Temmuzdan itibaren çiçek açtığını ve Temmuz sonunda yapraklarının sarardığını çok iyi bilen sıradan bir yerliye bunu nasıl inandırabilirsin? Arılar yalnızca Temmuz ortasında bal toplamaya başlıyor ve Ağustos başında bitiriyorsa bu doğru sözlere nasıl inanılır?
Yerli insan oldukça uzun bir süre tek başına ormanla, suyla ve taşla mücadele etmiş, hem orman hem su hem de taş artık sahibinin eline geçmiştir, ancak bu sahip el her şeye rağmen söylenenlere inanacak ve deneylere büyük paralar dökecek kadar iyi biliyor nesnelerin değerini. Mesele bal denilen maddenin kendisinde değil, kutup gecelerinde ve gündüzlerinde çalışmalarımızın balla taçlandırılması, burada başka insanlar kadar yaşayabilmemiz ve bir şeyler elde edebilmemizdir.
Doktor “Doğayı dönüştürme düşüncesi gece yarısı güneşinin ışığında daha görünür hale gelir. Kutup gecesinde elektrik ışığı daha parlak yanar,” dedi. “Çok haklısın Doktor! Hemfikir olmamak elde değil. Ağzından bal damlıyor. Haydi, bal ver.” Doktor, “Sonbahara doğru bal alırsınız!” diye cevap verdi.
Ve işte başladı! Kolski yarımadasındaki en büyük sovhoz olan “Endüstri”de ilk Kuzey Kutup Bölgesi araştırması olan beş arı kolonisi ortaya çıkarıldı. Bu gezi Sovyetler Birliği Bilim Akademisi Morfoloji Enstitüsü ve Doğayı Koruma Derneği tarafından düzenlendi. Bu ekibe Timiryazevski Akademisi’nden iki kovan çalışanı olan G. B. Ankinoviç, A. A. Lyubimov ve öğretmen S. N. Holuyev dâhil oldu.
Kuzey Kutup Bölgesi’ndekiler “Endüstri” adlı sovhozda kardeşçe çalıştılar ve Hibinı Dağları kendine özgü bronz rengini aldığında gezi araştırmasını yürüten Doktor Avetisyan ilk kutup balı peteğini çıkardı ve üst yönetime danışmak üzere Murmansk’a gitti. Murmansklıların, kendilerine has o kutup balını yedikten sonra yüzlerinin nasıl bir hal aldığını tahmin edebilirsiniz! Ve hangi öykü bizim arı deneyimleri ile geçen ilkyazın bittiğini anlatan gerçekçi öykümüz kadar büyüleyici sonlanabilir? 3 Eylül 1949’da Murmansk Bölge Yürütme Komitesi ve Bölge Komitesi tarafından üretim tecrübesini yaygınlaştırmak adına 1950 yılında Murmansk civarındaki Hibinı’da Monçegorsk’ta ve Peçenga’da arılık[22 - Kovanların geçici ya da sürekli olarak bulundurulduğu yerlere verilen isim. (ç.n.)] kurulması ile ilgili bir karar alındı.
Görgü tanıklarına göre bu kararın yarattığı sevinç Murmansk’ta bayram havasında kutlanmıştı. Geniş kloşları olan pantolonlarıyla gençler, Kuzey Buz Denizi’nin seralarında yetişen hercai menekşeleri taşıyan kızların ellerinden tutuyorlardı.
V
Yüz adet arı kolonisi satın alınıp onları Kuzey Kutup Bölgesi’ndeki arılığa götürme kararının üzerinden çok geçmeden, en iyi hangi bölgeden arı alınması gerektiği sorusu gündeme geldi. Soruya farklı açıdan yaklaşanlar oldu ve arıların soğuğa dayanıklı olmaları noktasında herkes hemfikir olunca, arıları Kafkaslar’a, Ukrayna’ya ve tüm güney bölgelerine götürme fikrinden vazgeçildi. O zaman Rusya Sovyet Federatif Sosyalist Cumhuriyeti Tarım Bakanlığı Arıcılık İdaresi, arıları Moskova bölgesinden almayı teklif etti. Kısa bir tereddütten sonra herkes arıların çocukluğumun yerel arıcısı Ustinıç’ın ünlü kör atı Zina ile gezici arıcılık yaptığı Oka’nın ardındaki kadifemsi çayırlıktan getirilmesi fikri üzerinde birleşti. Kutup balının keşfi esnasında yaşananların benim kişisel yaşamımla kesişmesi oldukça ilginçti. Kendimi yepyeni ve eşsiz bir varlığın manevi babası olarak hissettim ve eğer size tüm bu yenilikleri, bu balın o güzel insanların elinden nasıl çıktığını anlatırsam, samimi söylüyorum bu öykünün diğer öykülerden altta kalır bir yanı olmayan, tamamen gizemli bir öykü olacağını düşünüyorum.
Oka’dan Kuzey Kutup Bölgesi’ne yüz arı kolonisini taşıma fikri İvan Ustinıç’ın gezici arıcılığından hiç farklı değildir. Tek bir fark vardır; o da bu bölgede çok fazla arı olduğundan nakliye işi kör bir at ile değil, modern taşımacılık yöntemleri ile Oka’dan Kuzey Buz Denizi’ne uzanan geniş alan üzerinde gerçekleşir.
İşte o yılın ilkbahar ayı böyle geldi. Murmansklılar dünyadaki ilk arı taşımacılığı deneyimlerini kuzey sınırında yaşadılar. Hemen ilk engelle karşılaştılar: Arılar gelmesine gelecekti ama Kuzey Kutup Bölgesinde hiç arıcı yoktu. “Endüstri”de arıcılık kursları düzenlendi. Bu kurslar o kadar verimliydi ki bir ekin kargası, papağan bile konuşmayı, bir alet ise yazmayı insandan daha düzgün öğrenebilirdi. Ama asıl mesele burada insanın ekin kargası-papağan ya da bir makine görevi görmesi değil, aydın bir insan olarak yetişmesi ve doğanın tanrısı olarak bir insanın nasıl işe yarayacağıydı.
Binlerce yıldır hep aynı zamanda kuzeydeki erken ilkbaharın ufak bir sapmasıyla beyaz karkuşları ortaya çıkar ve ıslak kar üzerinde böceklerin siyah noktaları belirir, daha sonra tarla kuşları ötmeye başlar, akağaç çiçek açar ve her şey mevsim döngüsü içinde binlerce yıl boyunca böyle sürüp gider. Ancak bir gün bir adam çıkageldi, kuşların ve bal taşıyan arıların ne zaman geldiğini, hangi çiçeklerin ne zaman açtığını, yerli arıların çiçeklere ne zaman konduğunu, bal taşıyan arıların ne zaman geldiğini ve kontrol kovanında ne kadar bal biriktiğini, bütün bunları kayda geçirdi. Kayıtların doğruluğunu teyit etmek sanırım bugün zor değil, ancak sıradan birisi için bu veriler, doğruluğa dayalı bilimsel çalışmaya açılan bir kapı, doğanın kendi yasalarını keşfetmenin bir adımıydı. Böylece yok yere heba olan balı elde etmek amacıyla doğanın dönüştürülmesi insanın kendi dönüşümü ile başladı.
Kuzeyin bu sıradan işçilerine Kolski yarımadasındaki arıcılığın kaderini belirleme işi kısmet oldu. Balı kendileri için istemediler, her biri bireysel olarak herkese faydalı olması için yapabileceklerinin en iyisini yapmaya çalıştı. Bence bu, bilim tapınağına giren her sıradan insan için böyledir ancak temiz kalpli insanlar dışında bu yoldan başkaları da gider ve bu, yolu çatallaşmaya götürür: Zor olanı bizimki, kolay olanı ise kurtların ağzına gidendir. Doktorun öğrencileri zor yolu seçtiler ve eğer kuzeydeki balın keşfedilmesi ile ilgili bir kitap yazsalardı, her bir işçinin bilinçsel gelişim süreçlerini not etmeleri gerekirdi. İşte şimdi neden bu bilinç yolunda sürekli olarak karşımıza bazı isimlerin çıktığı anlaşılıyor. Tüm işçilerin adını saymak imkânsızdır, bu yüzden en iyilerin adından söz ediyoruz.
O halde size hepsi adına bir sebze uzmanı ve ekip başı olan Don Kazaklarından Anna Yefremovna Somova’dan bahsedeyim. Bal toplayan arılar üzerinde yaptığı gözlemlerin yanı sıra arıların salatalığın tozlaşmasına etkileri ile ilgili kesin gözlemler de yürütmüştür. Bugün kuzey arısının bal toplamasıyla mı yoksa bitkinin tozlaşmasına yardımcı olmasıyla mı insana daha faydalı olduğunu söylemek artık zordur. Anna Yefremovna bugün bir arı kolonisinin çalışmasının yüz yirmi insanın salatalık tozlaşması için çalışmasına eşdeğer olduğunu kanıtlamıştır.
Geyik yavrulamasının en kızgın dönemlerinde yerel yönetim, bu iş için daha önceden de birlikte çalıştıkları müthiş bir enerjiye sahip zooteknik uzmanı Elza Vladimirovna Bıstryakova’yı tundradan çağırdı ve onu Moskova’ya gönderdi. Biz geyik kostümlü yeni bir Amazon kadınıyla karşılaşacağız diye düşünürken karşımıza üzerinde mavi renkli, harika bir paltosu olan ve elinde tüm bayanlarda görmeye alışık olduğumuz klasik, taşıması rahat olmayan çantası ile hoş görünümlü bir kadın çıktı. Onun işi, malum çantasız olmazdı, maddi işlerdi neticede. Banka kredisi ve arıları taşımak için kullanılacak soğutmalı vagon işleri koşuşturmacasının ardından arıları Kuzey Kutup Bölgesi’ne taşıma sorumluluğu ve riskini alacak bir arı uzmanı ya da arı sever bir nakliyeci bulma sorunu ortaya çıktı. Doğruyu söylemek gerekirse bu iş için İvan Ustinıç’i diriltip ona yüksek eğitim vermek gerekirdi. Ustinıç’ten başka kim ormandaki arıları at üzerinde onlarca kilometre götürme, sonra da binlerce kilometre boyunca demiryolu üzerinde onları sallama ve buzlu vagonda onlarla birlikte üşütme riskini göze alır? Bu da yetmezmiş gibi bir de oradan arılarla Barents Denizi üzerinde sallana sallana yol aldıktan sonra Peçenga’ya kadar bir kamyonun içinde bozuk yolda paldır küldür giderdi ki?
Mesele, savaş şartlarına benzer bir hal aldı: Savaş gibi zor durumlarda gönüllülerden yararlanılır ve Moskova da her türden gönüllünün bulunduğu bir yerdir. Bunlar arasında elbette arıcılar da bulunur. Kısa bir süre sonra İvan Ustinıç’i diriltme fikri gereksiz kaldı. Biz arı severler olarak her birimiz aramızda öyle bir insan bulunacağını, hatta şu an bile aramızda böyle birisinin olduğunu biliriz; sadece onu düşünmek aklımıza gelmez, o kişi de ben o’yum demeye cesaret edemez. Ancak bir gün merkezden gelen emir üzerine İvan Ustinıç ile tamamen aynı kafada olan, sadece çenesinde bir tutam beyaz kılı sayesinde sakal tipi olarak ondan farklı olan ve genel mizacı itibarıyla yüksek eğitim almış yaşlıyı andıran bir adam çıkageldi. Ruhu, İvan Ustinıç’inki gibi şarkı söyleyen arıların sesiyle dolu olan gerçek bir kovan gibi görünüyordu. Ama bence Konstantin Sergeyeviç Rodionov ruhen ondan daha üstündü.
Ustinıç, arıları görmeli, duymalı ve onlara duman vermeliydi ancak Arıcılık Enstitüsü’nün bilimsel araştırmacısı olan Konstantin Sergeyeviç arıları görmeden de İvan Ustinıç kadar onları sevebilirdi. Arılara karşı olan özel merakı yüzünden ona “Son Mohikan” diyorlardı ama biz ve tüm Kutup Dairesi onu ve Doktor Avetisyan’ı kuzeyde gerçekleştirdikleri eşsiz çalışmanın öncüleri olarak ilk Mohikanlar diye hatırlayacağız.
“Mohikan” sözcüğünü bilenlere bir soru: Sizce hangi anlamda kullandık bu sözcüğü? Bence bu sözcükle biz, oldukça yeni, kaçınılmaz ve haksız bir şekilde yok olan bir şeyi kastediyoruz. Dahası sanki buna alışacağız ve gelecekte Mohikansız yaşayacağız gibime geliyor. Ancak çocukluktan beri Kızılderililer ile ilgili kitaplar okuyan, Mohikanlarla birlikte her zaman isyan eden ve savaşan ben, şahsen buna alışmayacağım. Ve ilk Mohikanımızın ülkesinin ufkunu genişletmek için attığı ilk adımın ufku genişletmenin aksine önceki kazanımların baskısı ile karşılaşması tesadüfi değildi.
Oka’nın Bölge Tarım İşleri Başkanı, Rodionov’a yüz adet arı kolonisi satmayı reddetti. O zaman yıldırım telgrafla Rodionov’un yerine tundralı Elza getirildi. Bu prensipli kızın sihirli bir gücü vardı. Tundralı Elza, Kuzey Kutup Dairesi insanını araştırma düşüncesine o kadar derinlemesine girmişti ki Oka ötesinde milyonlar kazanan kolhozlarda Kuzey Kutup Bölgesi için yüz adet arı kolonisi bulunmadığını duyunca o kadar alaycı bir şekilde gülmüş ve bu durum Başkanı şaşkına çevirmişti. Aslına bakarsanız başkanın ufku, yeni nesil kızların bakış açısı ile kıyaslandığında orman bitkileri ile sınırlı eski bir bakış açısıydı. Orman sınırlarını aşan bir ufka sahip olan Tundralı Elza, bunu hemen anladı ve ona direkt olarak “Çitini kaldır, yoldaş!” dedi.
Başkan şaşırdı.
Elza “Siz burada, Oka ardındaki çayırlıkta zengin kolhozlarınızı canlı çitle donatmışsınız. Ancak umuyoruz ki bizim tundramızda sizin kadifemsi çayırlığınızdan daha çok bal elde edeceğiz. Çağımızın temel düşüncelerinden biri de geride kalmış insanları ön sıralara taşımak değil midir?” dedi sonrasında. Bu sözlerden sonra Başkan her şeyi anladı ve kendi bölgesi ile ilgili mücadele azmini anlattı.
Elza “Balınız ziyan olmayacak! Bal, memleketiniz Oka’yı üne kavuşturacak,” dedi. Başkan tamamen kendine gelmiş bir halde “Bizim kadifemsi çayırlıklarımız sizin Kutup tundralarını andırıyor, diye cevap verdi.
Böylece saygın işçi kıvrak bir hareketle çitin ötesine geçti ve Tundralı Elza, kadifemsi çayırlıkların tüm bal taşıyan üyeleri için koca bir buket aldıktan sonra bölgeden ayrıldı.
VI
O yaz çayırlıktaki ot biçme işi yağmur yüzünden bir parça sekteye uğramıştı. Ancak Rodionov’a arıları taşımak için acil olarak birisi gerekince, yağmur dindi ve tıpkı eskisi gibi yaşlılar ve gençler çayırlara attı kendini. Arılar varken yerinde durmak mümkün değildir. Yağmurlu günlerde arılar stoktakini yer; gelecekteki güneşli günleri ümit etmek için geçtir. Yoldayken yem yetişmeyebilirdi, ancak bunun da planı yapılmıştı: Arılar stokları ile birlikte Kuzey Kutup Bölgesi’ne taşınacak ve hemen bal toplamaya gönderileceklerdi.
Bu verimli dönemde arılarla bir gün bile yerinde durmamak gerekiyordu. İnsanlar ise kendilerini çayırlara salmıştı ve onları Bıstryakova’nın Bölge Tarım İdaresi Başkanını ikna ettiği gibi inandırmak mümkün değildi. Neyse ki memleketimizin her bir köşesinde zeki ve geniş bir ufka sahip bir insan gizlidir. İşte bugün de bu kişi, çocukluğumdaki İvan Ustinıç’e benzeyen yaşlı arıcı Yakov İvanoviç Popov’du.
Kulak[23 - Zengin çiftçi, toprak ağası. (ç.n.)] diye bir şey bugün kalmadı zannedersem, ancak mülkiyet sahipliği ruhu kamu işlerinde hâlâ yer yer kendini gösteriyor. Bir yerlerde Kuzey Kutup Bölgesi’ne ikinci sınıf bir arı kolonisi iteleyip kendilerine daha iyilerini ayırmaya yeltenmişler. Ve eğer Yakov İvanoviç olmasaymış, ilk Mohikan için kötü olurmuş. Yakov İvanoviç’in görevi fazlasıyla büyüktü ve bu görev Oka’dan oldukça uzakta, Kutup Dairesinde bir yerlerdeydi. Ama Yakov İvanoviç gibi bir yerli için bunun ne önemi var! “Hilesiz satış olmaz” sözüne göre hareket eden herkesin üstüne bir atmaca gibi atılıp tüm benliğiyle Kuzey Kutup Bölgesi için çalıştı.
Sonraları “yeşil gece” olarak adlandırılan bir gece yaşandı. Araç yetersizliğinden, ne bileyim belki de yolun olmamasından dolayı arıları taşımak için çayırlarla kaplı ormanlık alanı at üstünde geçip Oka’dan demiryolu istasyonuna geçmek gerekti. Arıların huylarını iyi bilen arıcılar, ameliyata girmeye hazırlanan bir doktor gibi telaşlandılar. Diğer arılar at arabasına taşınsın diye tek bir arının kovandan çıkıp atı sokmasından bile memnun olacaklardı. Tek bir kovan kırılsa ve oğul arı kovandan kaçsaydı, yalnızca iki yüz arının iğnesi bile at için ölümcül olabilirdi. Ancak atlar yalnız değildi. Her kısrağın henüz süt emen bir yavrusu vardı. İşte bu sebeple Yakov İvanoviç bütün gece elinde duman körüğüyle birlikte at arabasından diğer arabaya koştu ve şüphelendiği yerlere sürekli olarak duman verdi, Rodionov ise elinde bir kil kovası ile oraya buraya koşuşturarak sarsıntının kovanda oluşturduğu irili ufaklı her türden yarığı sıvadı.
Tüm gece aralıksız süren bu koşuşturmalarla geçti ve gece boyunca içlerinde tek bir endişe dönüp duruyordu: “Arıların kovandan kaçmaması için ne yapmalıyız?” Burada, insanların kafasında bu endişe varken, bu yaz akşamında, çayırlıkta çekirgelerin tek bir endişesi vardı: Tek bir notadan vızıldayıp durmak. Dişi bıldırcın da tıpkı onlar gibi bütün gece boyunca tek bir iş seçmişti kendine “ciiik ciiik ciiik”[24 - Dişi bıldırcının çıkardığı ses yansıma bir sözcük olarak Rusçada “pit-polot” olarak verilmiştir. (ç.n.)], bıldırcın kılavuzu ise bir başına herkes adına kendini paralıyordu: “Zordur anam, zordur babam”. İşte bu yüzden Rodionov bize daha sonra bu gecenin yeşil bir gece olduğunu söylemiştir, ancak arıların Kuzey Kutup Bölgesi’ne taşınması sırasında hissettiklerim arasında bizi en çok şaşırtan, bir önceki gece getirilen arı kolonisinin bırakıldığı istasyonun şefi olmuştur. Elbette arıların başına bir nöbetçi dikilmişti ama tam da bu noktada başına bir bela almıştı. Biraz düşündükten sonra istasyonda arılara bir şey olmaz dedi ve kaçtı gitti. Bir başka arı sever istasyon şefi onun yerine gece boyunca orada nöbet tuttu ve ikinci arı kolonisi gelene kadar o da belki “yeşil” bir gece geçirdi.
VII
Kuzey Kutup Bölgesi balının keşfinin bu işle uğraşan bütün insanların ortak gayreti ile birlikte yürütülmesi istenmesine rağmen arının ne kadar hoş ve hisli bir varlık olduğunu bilmeden arıcının emeğini anlamak ve onun değerini bilmek imkânsızdır. Herhangi eski bir arıcıyla konuşmak ve “Bu arı sever bize yalan uyduruyor olmasın?” diye kendine sormak yeter. Yakov İvanoviç, güneş tutulmasının yaşandığı çok eski zamanlarda bile arıların sabah itibarıyla her zamanki düzende Oka’nın ötesindeki çayırlara doğru uçtuğunu, insanların güneş tutulmasını fark etmelerinden birkaç saat önce adeta büyük gri bir boru şeklinde geri döndüklerini ve kovanın her yerine yapıştıklarını anlattı. Sonrasında, güneş tutulması başladığında herkes arıların bunu nasıl önceden bildiklerine şaşırmış. Ancak köpeklerin, kilometrelerce ötede sahiplerini kaybettiklerinde, yağmurun tüm izleri silmesine rağmen onu bulabilme gibi özel bir topografik hissi varsa ve kuşlar gökyüzünde bizim okyanusta yüzdüğümüzden çok daha iyi ve daha doğru uçabiliyorsa, o halde arıların gökyüzündeki güneşi hissetmek gibi özel bir içgüdüleri neden olmasın?
Yıllarca arıların dansını arıcıların bir uydurması olarak görmediler mi? Bugün artık bilim, arı dansının keşif uçuşu yapan arıların işçi arılara bir şeyler anlattıkları bir arı dili olduğunu gösterdi. Nektarın bulunduğu yer ile ilgili topografik anlatı üç noktaya ayrılır: kovan, nektar bitkileri ve güneşin konumu. Bu üç noktadan ikisi sabittir, üçüncü nokta olan güneşin konumu ise değişkendir. Ve keşifçi arıların anlatısı, aslında, altında nektar bitkilerinin bulunduğu alana düşen güneş ışınlarının düştüğü kesin dakikanın bulunduğu bir köşe perspektifi çizimidir. Madem keşifçi arılar her seferinde gökyüzündeki güneşin konumu hakkında bildirimde bulunabiliyorlar, o halde neden topograf-arılar güneşin tutulma öncesindeki şaşkınlığını kovandakilere bildirip, “kıyamet” öncesinde onlar da şaşırmasın ve kovandan kendilerini aşağı atmasın diye birbirleriyle haberleşmesinler ki? Bunların hiçbiri uydurma değil, ancak arıların ne kadar hisli canlılar olduğunu bile bile onların Kuzey Kutup Bölgesi’ne taşınma risklerini düşünmemek hiç olur mu?
Arıları soğutmalı vagonlarda normal tren hızında taşıyıp belirli bir grafik tutarak Kuzey Kutup Bölgesi’ne ulaştırmaya yönelik zorlu ve seri çalışmamızı yürütürken epey zorlandık. Ancak bu işi bir kez yaptın mı, ne işçi bulmaya ne de başka bir şey düşünmeye gerek kalmaz. İşin başında tek kişi olsa bile yeter; güçsüzüm deme, at arabasının dizginlerine asıl ve arıları götür.
Yakov İvanoviç, diğer arılarla birlikte kovanları üst üste yerleştirip yüklemeye yardım ederken “İyi düşün dostum, tek başına nasıl üstesinden geleceksin?” diye sordu. Rodionov, emin bir şekilde “Gitmem gerek!” diye cevap verdi. Arıların çok yumurtası vardı; yolda bir gecikme yaşarlarsa, yavrular stokları yer ve ölür, arılar da telef olurdu. Yakov İvanoviç iyiden iyiye şaşırmış bir halde “Nasıl başaracaksın?” diye sordu. Rodionov ise onun neden şaşkın olduğunu çok iyi biliyordu. Yaşlı adam yetmiş yılın yükünü, binlerce aile ve kolhoz işini bir kenara atıp çalışmayı yürütmek için Rodionov ile birlikte gitmek zorunda hissediyordu kendini. “Arkadaş, vazgeç bu işten, odun taşımıyorsun ya?” diye ikna etmeye çalıştı onu. Ancak vazgeçmek sezona nokta koymak demekti. Vagon ayrılacaktı. Başka bir vagonu da hemen bulma şansı yoktu. Sonra hava bozabilirdi ve şeker alınması gerekiyordu.
Arılar ile ilgili endişelerin yarattığı telaşın arasında araştırmacı, içinde hem kendine hem de bir arı sever olan arkadaşına gerekli malzemelerin ve ekmeğin bulunduğu çantayı getirmesini belirttiği telgrafı vermeyi unuttu. Engelli olan ve hiçbir meziyeti olmayan İvan Nikolayeviç Vzorodov, trenin hareket etmesinden ancak yarım saat önce ortaya çıktı ve hiçbir şey düşünmeden, kendince kovanların hareket halindeyken birbirine sürteceğini düşündüğü yerlerde boş boş oyalandı. Arkadaşının içinde bulunduğu zor durumu hemen fark etmiş olacak ki seslere kulan asmadan kendini çalışmaya verdi. Ve tek bir kelime bile etmeden, doğruca Kuzey Kutup Bölgesi’ne gitti.
VIII
Her şeyin bir ikilik yarattığı zor günler vardır: Bir yoldan gidersin, çok zor gelir, diğerinden gidersin, başta kolay ve güzel gelir ama sonra kaçarı yok kurtlara yem olursun. İşte bizim arıcı dostların da yolları ikiye ayrıldı. Daha da kötüsü hangisi zor taraf, hangi tarafta kurtlar var bilmiyorlardı da. Arıların salkım yapacağı[25 - Arıların özellikle sıcak havalarda kovan içerisindeki ısıyı düşürmek adına kovan etrafında toplanıp bir salkım görüntüsü oluşturarak kanat çırpmalarıyla kovan içerisindeki sıcaklığı adeta bir klima gibi düşürdükleri eyleme verilen ad. (ç.n)] bir yer olsun diye kovanların örtülmesi sırasında üst çıtalar çıkartılır ve yukarıya da arılar kaçmasın diye bir ağ gerilir. Çekiç ilk kez vurulduğunda, arılar, elbette huzursuz olur ancak bütün bunlar normal hızda ilerleyen bir vagon için önemsizdir.
Soğutmalı vagonun tavanında altı adet bal süzme makinesinin tutturulduğu, et asmaya yarayan pek çok metal kanca vardı ve tren giderken, tüm bu kancalar birbirine çarparak, arıların üzerinde adeta çan gibi bir ses çıkarıyordu. Vagonda fazla yük olmaması da ayrı bir dertti. Yeter ki işi yürütecek bu iki kişinin sığacağı kadar yer olsun da varsın vagon yüz kovanla, bal süzme makineleriyle, kuzey kovanlıklarıyla tıka basa dolsun. Vagonun normal doluluğu ile kıyaslandığında bu, yük bile sayılmaz, normal hızda giden arılarla dolu vagonun hissetmek zorunda kaldığı bu şeye sarsıntı bile denmez.
Kısa bir süre sonra arıların yolda epeyce bir yem tükettiği, heyecanla ve gittikçe daha güçlü bir şekilde salkım yaparak sıcaklığı bir hayli yükselttikleri fark edildi. Buz hızla eridi. Bir an evvel buz bulmamız gerekiyordu. Ancak yolcu treninin mola süresinin kısa olmasından dolayı daha ilk buz doldurma denememizde vagonu buzla doldurmanın imkânsız olduğunu anladık. Vagonu katardan ayırdık ve diğer trenin bekleyişi içinde tam bir gün kaybettik.
İşte bizim arıcıların başına gelenler bunlar… Nereden başlasam… Tundra çiçeklerinin olduğu kuzeye uzanan yol ikiye ayrılır: Eğer serinlemek için buz kullanırsanız, yol çok uzun sürer, yem yetmez ve arılar açlıktan ölür. Eğer buz kullanmazsanız, arılar sıcaklığı yükseltir ve sıcaktan dolayı yavrularıyla birlikte ölürler. Ancak öyle sanıyorum ki ne zaman yeni, eşi benzeri olmayan bir şeyler yapılsa, yaratıcı çalışmanın bir aşamasında yol hep çatallaşır. Bunu gösterebileceğin bir örnek var mı derseniz, yok. Zaten hayat dediğimiz şey örnek göstermeden başımıza gelen şeylerden ibaret değil midir?
Hatta şu an bile, fazlasıyla gerçekçi olan öykümü tasvir ettiğim bu dakikada yolum tam da ikiye ayrılıyor ve ben gerçekçi tasvirin zor yolunu seçmek istemiyor, zor yerlerde ilham perisinin yardıma yetiştiği öyküye sarılıp onun içine dalıyorum.
Arıcıların bakacağı hiçbir yer yoktu. Bu kadar fazla sayıda arıyı kuzey sınırına demiryoluyla götürecek kimse yoktu belki de. Şans derler ya hani, bakarsın bizim arıcıların da şansı yaver gider?
Rodionov, “Vanya”, diye seslendi. “Hadi şans getirmesi için istasyona soğutucu getirelim.”
Vanya “Önce bir bakalım sıcaklık kaç derece ona göre,” diye cevap verdi. “Aşağısı 9 derece, normal, yukarısı ise 18 derece. Yukarısı da o kadar kötü sayılmaz.”
Rodionov “Var mısın?” diye sordu Vanya’ya. Vanya “Varım, Kostya dayı,” diye cevap verdi.
Arıcılar şanslarına güvenerek risk aldı ve istasyona soğutucu getirdiler. Nereden çıktı bu iş diye sorarsanız söylemem zor; ancak her şeyden önce son buz parçalarının da erimesi yüzünden olduğunu söyleyebilirim. Çünkü son buz parçaları da eriyip gitseydi o zaman kovandaki sıcaklık ölümcül bir hızla yükselmeye başlardı. Yolculuğun vaziyeti “denize düşen yılana sarılır” deyimine uygun bir duruma doğru gidiyordu. Ancak burada sarılacak bir yılan bile yoktu.
Aşağının sıcaklığı arılar için henüz o kadar kötü sayılmazdı, ancak insanlar rahatsızdı ve üşüyordu, belden aşağıları tir tir titriyordu. Yumuşak ve sıcak tutacak hiçbir şey yoktu, üstelik karanlıktı da. Bozuk havada dallara tünemiş iki ispinoz kuşu gibi oturdular kovanların arasında ve elleri ısındığında, yürekleri arılar için duydukları korku yüzünden giderek daha da ürperiyordu.
Rodionov “Vanya, bir sıcaklık var gibi, şu mumu ve termometreyi al da yukarı çık bakalım.”
Vanya ise ona “Acele etme, Kostya dayı, yeterince baktık, uyumaya çalış sen,” diye cevap verdi.
Ve tam uykuya dalmışlardı ki başka bir sorunla daha karşılaştılar. Kâh sıcaktan kâh başka pek çok şey yüzünden, bazı asi arılar kaçmak için kovandan bir çıkış yolu aradı. Elbette vagondaki sarsıntılar yüzünden kil ile örtülmüş küçük yarıklar açılmış ve huzursuz-eşkıya arılar bu küçük yarıklardan özgürlüğe çıkan yolu bulmuşlardı. Karanlıkta uçamadıklarından aşağıya doğru sürünmüş, yukarıdaki kovandan önce aşağı, oradan da yere inmişlerdi.
Rodionov, sonrasında bize yürüyen arıların uçan arılardan çok farklı bir şekilde soktuğunu, yürüyen arıların sokmasının daha aptalca, daha acı verici olduğunu söyledi, ancak bu doğru muydu yoksa soğuk vagonun karanlığında ona öyle mi geliyordu bilmiyorum. Ancak bilimsel araştırma gezisine ya da savaşa katılan hatta savaşa dahi girmemiş herkes tüm bu işlerin yanında bunların hiçbir anlam ifade etmediğini bilir. Tek bir sorun vardı o da sürünen bir arının çok güçlü ve şiddetli ısırmasıydı ki bu arılara karşı olan sorumluluğumuzla ilgili düşüncemizi de etkiliyordu. Ve en kötüsü de arılara karşı sorumlu olmaları değil, her şeye rağmen yaptıklarının bir işe yaramıyor olduğuydu.
Rodionov “Yok, Vanya, uyuyamıyorum, ben bir gidip bakayım,” dedi.
Vanya “Kostya dayı, ben de uyumuyorum, hadi mumu buraya getir.” Ellerinde bitmek üzere olan bir mum ve termometre ile bir kovandan diğerine çıkıyordu Vanya.
Vanya yukarıda, üçüncü katta duruyor ve termometreyi tutuyor, bir süre bekliyor ve termometreyi gösteriyordu. Mum birden söndü. Vanya dengesini kaybetti ve kovanların üzerine yuvarlandı, termometre elinden düştü ve kırıldı. Karanlıkta termometreyi elle yoklayıp aramak kolay değildi ancak yılmadan süründüler, yürüyen arıların üstüne düştüler, saydılar, sövdüler ama sonunda termometreyi buldular.
Rodionov “Termometre kaç derece gösteriyor Vanya?”
Vanya “Ne sen sor ne ben söyleyeyim, Kostya dayı, 22 derece. Her şey mahvoldu.”
Rodionov “Hata bizde. Buzu almamız gerekiyordu.”
Vanya “Peki, vagonu ayırsalardı yine ve bir sonrakini bekleseydik birkaç günümüz giderdi, değil mi?”
Aynen öyle. Senden önce hiç kimsenin gitmediği, bilinmeyen, yeni bir yola girerken yol sürekli olarak ikiye ayrılır; tıpkı şu an bize olduğu gibi. Doğru yoldan ayrılalım mı? Öyküdeki Kuzey balının keşfine boş mu verelim? İleride yaşanacak her şeyi ilham perisine bırakmayalım mı? Hayır. Neredeyse herkesin içinde bir şair vardır ancak aslına bakarsanız dünyada pek az şair vardır. Eğer bu doğruysa, kendi evinde olduğu gibi hayatında da şiir yaşıyorsa ve her kim ki yaşamı seviyorsa bir bakarsın hayatın göbeğinden dürüst bir ilham perisi çıkıverir. Hayata sonuna kadar güvenelim ve doğru bildiğimiz yoldan ayrılmayalım.
İki zavallı arıcı hüzünlü olmasalar da umutsuz bir şekilde kovanların arasında oturdular. Biz de onlar gibi umudumuzu yitirmeyeceğiz. Ellerinden gelen her şeyi yaptılar, sonrasını bekleyip göreceğiz. Eşsiz keşfe giden yol tehlikesiz olmaz. Bu arada tren yol almaya devam ediyordu. Arı nöbetçileri ara sıra bez tamponları ıslatıyor ve arılar giderek artan sıcaklık karşısında susuzluklarını giderebilsinler diye filenin üstünden sıkıyorlardı. Yolculuk yapan her yüz arı kolonisinin su içmesi epey bir zaman aldı. Tren ise dur durak bilmeden yoluna devam ediyordu. Ve birden bir istasyonda bir kapı sesi duyuldu…
Gel buraya dostum, sevinmeliyiz, doğru yolu seçtik. İspanyol devriminin olduğu yıl bize çok sayıda öksüz İspanyol çocuğu geldi ve bunlar arasında Pakita adlı bir kız çocuğu vardı. Babasını devrim mücadelesinde kaybetmiş, bizim ekmeğimizle, bizim okullarımızda annesiz büyümüş bir kız. Ve düşünsenize güneyin bu sıcakkanlı İspanyol kızını soğutma müdürü yapmışlar. İşte tam da şu an bu siyah kıvırcık saçlı, kırmızı şapkalı soğutma müdürü Pakita vagona girdi.
Elbette, bizde İspanya’dakinden çok daha iyi ve akıllı kadınlar var, ancak İspanyolların hiç yoksa portakalları, ananasları, zeytinyağları, serenatları, Guadalquivir[26 - İspanya’nın Seville şehrinden geçen Endülüs Özerk Bölgesi’nin en uzun ırmağı. (ç.n.)]‘i var ve bütün bunları birleştirdiğimizde elde ettiğimiz sonuç, soğutma müdürü olan bu kasketli İspanyol kızını, ilham perisine tipik iyi bir Rus kadınından çok daha fazla yakınlaştırıyor. Annelik içgüdüsüyle kadın, araştırma gezisinin kaçınılmaz zorluklarını hemen anladı, hararetli bir şekilde arıcıların yanında durarak onlarla birlikte vagona buz doldurmak için trenin gecikmesini sağladı ve kırık termometrenin yerine yeni bir termometre buldu. Yatmak için kullanılacak samanı kendi elleriyle getirdi ve hatta bizimkileri çay ve reçel ile besledi.
Buraya gel, buraya gel dostum! Pakita’ya bak, masalsı ilham perisinden neyi eksik? Sevinmelisin dostum; doğru yoldayız, kurtlara yem olmaktan kurtulduk.
IX
Kutup Dairesi’nin ötesinde, kuzeyde dağın tepesini kaplayan çiçekler olur, yaban çileği ile yabanmersinin çiçeklenmesi ile dağ beyaza bürünür. Temmuz’da dağ pespembe olur. Bu pembelik, belki de yakı otunun üvez ağacının, buz çiçeğinin, ya da kim bilir, yabani biberiyenin, sardunyanın ve daha birçok bitkinin çiçeklenmeye başlamasıyla oluşur. Bir düşünsenize, her çiçekteki nektar sayısı bizdekinden iki-üç kat daha fazla ve her çiçek arı bekliyor, arılar ise Kutup Dairesi’nin dışına çıkarılmıyor.
Hatırlıyorum da gençken kuru havalarda Kuzey Kutup Bölgesi’ndeki çiçekler arasında gezinirdim, elbisem çiyden değil, baldan ıslanırdı ve ben o zamanlar yaşamın detaylarını göremiyor, Kolski yarımadasındaki doğanın insana neler sunabileceğini, ondan ne isteneceğini bilmiyordum. Kutup balını keşfetmemiz doğaya zarar vermedi. Çiçeklerdeki milyonlarca pud[27 - 16,38 kilograma eşit bir ağırlık birimi. (ç.n.)] balın tek bir varoluş sebebi vardı: tozlaşma için arıların ilgisini çekmek. Oysa burada arı falan yoktu, arıları buraya biz getirdik. İşte keşfimizin ilginç yanı da bu.
Çiçekler arıyı bekledi. Eğer çiçekler beklediyse, güneş de çiçekleri bekledi demektir. Çiçeklerden bahsedeceksek, madem öyleyse neden güneşten de bahsetmeyelim? Bize yaşam sunan güneşin de arılara ihtiyacı var. Güneş, çiçekler, insanlar, herkes bekledi.
Tanrının isteği ve herkesin bildiği en eski birliktelik olan insan ile doğayı birleştiren bazı şeyler vardır yeryüzünde. Bunlar arasında ilk olarak ekmek gelir. Ancak ekmek yerken güneşi hissetmek için çok aç olmak gerekir ve bizler bunu balda daha kolay anlarız. İşte bu yüzden Hibinı’daki Apatitı istasyonunda arıların gelişini bekleyen pek çok insan, neşe içinde büyük bir bayram kutlarcasına şendi. Hatta soğutmalı vagonun kapısı açıldığında ve o sürüngen arılar ışığı gördüğünde uçup ardından kimini yanağından, kimini burnundan, kimini solundan, kimini sağından, kimini gömleğinin arasından, kimini gömleğinin altından sokmaya yeltendi ve herkes birbirine bakarak kahkahalara boğuldu. İşte Kutup Dairesi ardındaki arı yaşamı bu kadar yalın ve neşelidir. Arı ailelerinin yarısından çoğu burada, Hibinı’da kaldı ve arıcıların gözetiminde oldukça endişeli bir şekilde hazırlanarak araçlara yerleştirilmiş olan bu arılar “Endüstri” sovhozuna, Botanik Bahçe’ye ve Monçegorsk’a getirildi. Her zaman her yeni işte olduğu gibi bunda da arılar aç gelir diye getirmeleri gereken şeker stokunu hesap etmemişlerdi İşte bu yüzden ilk karşılamanın verdiği mutluluğun yerini endişe aldı. Bunda hiç kimsenin suçu yoktu ancak kuzeydeki yaz güneşi herkese huzur vermesi ve ufkun ötesine geçmesi gereken zamanda ufkun ardına gizlenmemişti. Ve sanırım o zaman güneş onların yüzünden durup sitemkâr bir şekilde şöyle dedi: “Şeker stokunu neden hesap etmedin?”
Bu gece yarısı tanığının sürekli seni izleyen gözlerinin uykuna engel olmaması için yerel doğaya iyice alışkın olmak gerek. Bu güneşli gecelerde Kutup Dairesi’nde ne kadar da suskun olur her şey! Bu öyle bir sessizliktir ki çiçek açan yabanmersinin sapları arasına sokulan bir böceğin avaz avaz sesi duyulur! Ağaçların dallarında ve yapraklarında yatan orman horozlarının horultusudur sessizlik. Gece, gece yarısı güneşinin sabit ışığı altında zaman akıp geçer ve gece kendini, yani bu geceyi anlatır: Herkes kendi işiyle meşguldür. Ortak yaşam, güneşin dansı ile başlar; güneş dans ederken hafiften titrer, kutup keklikleri öter ve bir komut verilmiş gibi herkes yüzünü yıkar ve ışıldamaya başlar. Arıların yanındaki bu ilk gece oldukça sessiz, aydınlık ve sıcaktı. Aç ve yorgun arılar, görünüşe bakılırsa iyi uyumuşlardı, uyurken “adeta bir düdük gibi” ses çıkarıyorlardı. Üstelik kraliçe arı da bu gece yumurtlamıştı.
İlk günün ışığıyla birlikte arılar uyandı ve uyanır uyanmaz, doğal olarak, dişi kâşif arılarını gönderdiler. Bu zamanlarda tundrada yabanmersini, yaban çileği, kuş fiği, buz çiçeği açmış, yakı otu ise yeni açmaya başlamıştı. Kısa bir süre uçan dişi kâşif arılar geri döndü ve kendilerine özgü dansı yaparak “Nerede hangi çiçek açmış? Hangisi yakın? Hangisi uzak? Hangi çiçeğe uçmak gerekir?” gibi bilgiler verdiler. Sonra işçi arılar bal toplamaya gitti, kraliçe arı ise yumurtladı. Bu ilk günde yorgun, aç ve bitap düşen arılar koloni başına ortalama iki kilogram bal topladılar. Bazı güçlü koloniler ise, daha ilk günden dört kilogram bal getirmişlerdi. Güneş, elbette ikinci geceye de eşlik etti ve insan ruhunun şahidi olarak gökle birlikte kaldı. Ancak arıcılar çok şanslıydı, bu şahide aldırmadan uyudular. Kovanların üzerine “İlk gün arılar gece yarısından sonra çalıştı, gece bir buçukta uyudular, ikinci gün on ikiye kadar uyudular, sabah dörtte kalktılar, üçüncü gün ise sabah sekizden akşam ona kadar çalıştılar.” diye yazıldı.
X
Araştırmacı Rodionov, ikinci arı kolonisini Kola şehri civarındaki “Arktika” sovhozuna getirdi. Kovanlıktaki kovanları düzenlerken Apatitı’da bırakılan arıların başına ne geldiği hakkında en ufak bir fikri yoktu. Arıların burada, ilk kez Kola yakınlarında, Kuzey Kutup Bölgesi’nde uçmalarına bizzat şahit olmuştu. Heyecanla kovanın uçuş deliğini açtı, arıların uçuştuğunu ve sonrasında yükselip bal toplamaya gittiklerini gördüğünde iyice heyecanlandı. Çok geçmeden çocuğun biri bağıra bağıra koşarak ona doğru geldi ve “Çabuk, çabuk, koşun, gidin arılara bakın!” dedi. Ve sürekli olarak “Dayı, dayı, arıların hepsi düşmüş,” diyerek Rodionov’u elinden tuttuğu gibi Kola nehri kıyısına götürdü. Endişe içinde çocuğun arkasından koşan arıcı “Nereye düşmüş?” diye boş yere sorup duruyordu ona. Çocuk “Nehre, dayı, nehre düşmüş,” diye cevap verdi. Kola nehrine koşar adım geldiler ve geldiklerinde tüm mesele anlaşılmıştı. Kola nehri geniş ve kum dolu bir sığ suydu. Su, bu resife gelir ve hiçbir zaman tamamen çekilmezdi. Çukurlarda su birikir ve tüm bu dalgalı sığ su, su dolu binlerce fincan gibi olurdu. İşte bu fincanların kenarlarında birbirine yapışmış arılar oturmuştu ve yoldan geldikleri için susuzluktan mustarip olan arılar kutup suyunu içtikçe içiyorlardı. Gel de sevinme! Su içme yerindeki kısa bir dinlemeden sonra arılar sığ sudan ayrılıp, nehrin ötesine doğru gözden kayboldular.
Normal bir nektar toplama sürecinde böyle olmaz. Ancak bunun üzerinde o kadar durmaya gerek yok. Nehrin ardındaki patikada, elinde Kuzey Kutup Bölgesi’nin bal bitkilerinden oluşan kocaman bir buket tutan kız göründü ve Rodionov onun tundradan gelen ve Oka’daki Bölge Tarım Müdürü’nü arıları satması için güzellikle ikna eden Elza olduğunu hatırladı. Yolları kesişen bu yeni arkadaşlar, karşılıklı olarak aynı cümleyi kurdular: “Dünya ne kadar da küçük!” Ve bunun ardından Elza “Haydi, bir an önce arılara bakmaya gidelim! Tam olarak çiçeklerin bulunduğu bu kıyıda duruyorlar,” dedi. Arıcılar tundraya geldiklerinde arılar çiçeklerin üzerine boydan boya yerleşmişti. Ve her arı kendi çiçeğine konmuştu. “Endüstri”de olduğu gibi “Arktika”da da, Botanik Bahçe’de de, Monçegorsk’ta da akşam olmuştu; her arı kolonisi iki ila dört kilogram arasında bal toplamıştı.
XI
Son arı kafilesi de Barents denizinden başlayan ve sonra Peçenga körfezinden arabayla Peçenga’ya uzanan yolculuklarını tamamlamıştı. Kovanları elden ele iskeleden suyun kabarıp yükselttiği gemiye taşımak ve sallanan filikalara bölüştürmek özellikle zordu. Bozuk yolda arıları araçla götürmek tehlikeliydi, ancak sonrasında Kuzey Kutup Bölgesi’nin daha aşağı enlemlerini aşan bal akımından neredeyse 70. enlemin altında nektar toplamadan dönen arıları yeniden karşılamak daha mutluluk vericiydi. Ve birden tartışmasız doğru olan bir kuralı fark ettik: Kuzeye gittikçe ışık artıyor ve çiçeklerdeki nektar fazlalaştıkça arıların günlük bal toplama miktarları da artıyordu.
Kuzey Kutup Dairesi balının keşfi ile ilgili öyküyü bununla bitirebilirdik ancak öyküye Oka’da, arıcılar arasında geçirdiğim çocukluğumu anlatarak başladım ve şimdi ise çocukluğum Kuzey’de devam ediyormuş gibi geliyor bana. Ruhumu kuzeye o kadar adadım ki kuzey adeta benim ikinci memleketim oldu. Dışarıdan bakan birisi bana şöyle diyebilir: “Tundrada çok sayıda güzel çiçeğin olduğunu kendi gözlerinle gördün, kurak sezonda Hibinı tundrasına geldiğinde kıyafetinin baldan ıslandığını kendi ağzınla söyledin. O halde neden vakti zamanında yetkililere arıları kuzeye getirmelerini önermedin? Kuzeydeki her çiçek bir arı bekliyor ve sen kuzeyin geyiklerle göç eden insanlarına milyonlarca pud ağrılığındaki bu bol, besleyici ve şifa verici maddeyi onlara sunmak gibi bir iyilik yapmadın?” Bu sorunun cevabını vererek Kuzey Kutup Bölgesi balının keşfini ve 1950 yılı yazında orada kovanlıkların kurulmasını anlatan öykümü sonlandıracağım.
Bütün bunlar, kuzeyde yürüyerek dolaştığım ve öyküler yazdığım yüzyılın yarısından beş yıl öncesinde yaşandı. Bazen yürüyerek, bazen önüme çıkan bir arabayla, bazen bir kayıkla, deniz kıyısındaki Kolski yarımadasında gezme fırsatım oldu ve Kutup Dairesi’nin engin boşluğunda yapayalnız kaldım. O zaman hiç kimsenin bilmediği dağlarda apatit[28 - Magmatik kayalarda bulunan ve üç çeşit mineralin ortak adı olan yaygın bir tür fosfat minerali. (ç.n.)] mineralleri hâlâ derin uykusunda, uzanıyor, Lapland tepeleri (yanardağı) ise uyuyan insanlar gibi bulutlarda tütüyordu ve kuzey gecesinin sessizliğinde o zamanlarda işimize yaramayan Niva Nehri hiç durmadan akıyordu. O an içim keşfedilmemiş yeteneğin ürünü olan, arıların gelmesini bekleyen kuzey çiçekleri gibiydi. Bu yüzden belki de iç dünyam feci bir şekilde bölünmüştü. Bir yanım yaşama sevinci ve büyük mutluluklar yaratabilirken diğer yanım karanlık ve karamsar bir çöldü… Bu iç bölünmeye bağlı olarak başka bir keskin bölünme daha ortaya çıktı: batmayan güneşin aydınlık dünyası-kuzey gecesinin karanlık dünyası. Sanırım bu keskin ayrımın arasından arılar bile geçmeye cesaret edememiştir.
İşte böyleydim ben, kendi içinde masalcı ruhlu, gündüzleri çölleri aşan, tabiatın öykülerini yanında taşıyan, onları mutlu insanlara sunan biri gibi hissediyorum kendimi. Ben olmazsam, zavallı kuzey insanları ışıksız geçirir geceyi. Her bir tüten tepe, bana “geç, geç!” diye fısıldıyor gibiydi. Ve bir de kaba bir sözcük, “sahtekâr”[29 - Geçmek anlamındaki “prohodi (проходи)” sözcüğü ile dolandırıcı anlamında prohodimets (проходимец) sözcüğü arasındaki fonetik benzerlik kastediliyor. (ç.n.)] sözcüğü aklıma saplanıyor. O dönemlerde kuzeyde yazdığım öykülerim, şarkılarım, bılinalarım[30 - Eski Rus geleneklerinde yer alan epik ve folklorik özellikler taşıyan halk türkülerine, anlatılarına verilen ad. (ç.n.)] bahçeler, bülbüller, ahududu, vişne gibi yemişli meyveler hakkındadır. Ancak gerçek hayatta o zamanlarda burada patates bile yetiştiremezdin. Peki ya süslü bahçelerin, bülbüllerin, çiçeklerin, Turgenyev’in, sevimli ve yaşlı arıcıların bulunduğu kadifemsi çayırlığı olan muhteşem memleketimin Lapland’daki tepelerden ne eksiği var? Neden benim memleketimdeki köylülere mujik demişler ki? Bizim köylülere addedilen bu durum tıpkı köle sahibi beyazların, zenci diyerek aşağıladığı ve doğuştan itibaren koyu tene hapsolmaktan başka çaresi bulunmayan insanların düştüğü durum gibi. Bizim zencilere de bazı bahtsız topraklar layık görülmüş; bu topraklar da nüfusları ve sınırları büyürken giderek küçülmüş.
Biz çocukluktan beri bu hapsolmuşluk duygusu ile büyüdük. Bilincimizde çakan ilk şimşekte cennetten kovulan insanın lanetini anlatan efsane ve alın teriyle ekmeğini kazanma durumu karşımıza çıkar. Sonrasında, gençken, aklımız insanın laneti efsanesiyle boğuşmaya başladığında insanın doğaya her daim ihtiyacı olduğunu söyleyen Malthus[31 - Robert Thomas Malthus (1766-1834). Politik iktisat teorisyeni ve nüfus bilimci. (ç.n.)]‘un dehşet verici “teorisi” ile karşılaşırız: Nüfus artışı geometrik olarak artarken, yaşam ihtiyaçları aritmetik olarak artar. Daha da sonrasında, yetişkin bir adam olur, devlette işe girer ve insanın doğayla arasındaki bağa pranga vuran çara bağlılık yemini ederiz. İşte bu yüzden belki ben de bir bakıma çağımın bir kölesiyim, baldan ıslanmış kıyafetimle tundrada gezdim ve emek sarf edip arıları kuzeye götüreceğimi hiç aklımdan geçirmedim. Bu hapsoluş hissi hayatın her alanına yayılmış, hatta arıların yerel coğrafyanın şartlarına bağlı olarak kuzeyde yaşayamayacağı fikrine bile. Hangimiz karamsar ruhun kıskacındayken bu kritik çizgiyi aşma hakkımızı kullandık ki? En dürüst insan bile bizim zamanın yasalarına göre yaşamıştır: önce Sosyalist Devrim’in, sonra da bireysel mutluluğa ilişkin yetenekleri keşfetme kurallarına göre.
Bugün ise, ölüm gibi kaçınılmaz olan kaderin bana bu hayatı biçmesinin öncesinde, bir zamanlar şaşkın şaşkın gezindiğim bu yerde bugün koca koca binalar yükselmiş, kutup gecesi gün gibi aydınlanmış, çeşit çeşit sebzeler yetişmeye başlamış, tıpkı bizim büyüyüp yetiştiğimiz gibi. İşte masamın üzerinde, kristal tabakların içinde ampulün yansıması altında dans eden hoş kokulu, şifalı bir madde duruyor: Doğada bir benzeri daha bulunmayan, yalnızca yeni ve özgür insanların emekleriyle var olabilen kutup balı.

    1951

VYAÇESLAV YAKOVLEVİÇ ŞİŞKOV

(1873-1945)


Vyaçeslav Yakovleviç Şişkov, 1873 yılında Bejetsk şehrinde küçük bir tüccar ailesinin ferdi olarak dünyaya gelir. Demiryolu ulaşımı hakkında eğitim alan sanatçı 1882-1888 yılları arasında bu alanda çalışır. 1894 yılında ise Tomsk şehrine gelerek demiryollarındaki deneyimleri nedeniyle su ulaşım yollarındaki çalışmalarda görevlendirilir. Bu dönemde jeodezi keşif gezilerine katılır ve yeryüzü ölçme ve değerlendirme konusunda çok büyük bir deneyim kazanır. 1903 yılına geldiğinde bu tarz gezilerin birçoğunun yöneticiliğini yapar. Sibirya’da önemli nehirlerde yaptığı incelemelerdeki üstün başarılarından dolayı 1903 yılında Ulaştırma Bakanlığı’nda görev alır.
Kırsal kesimdeki halkı eserlerinde realist bir şekilde inceleyen sanatçı, 1908 yılında ilk edebi çalışmalarını kaleme alır. İlk eseri sembolist bir öykü olan Sedir Ağacı’dır (Кедр). 1913 yılında ise artık edebiyatta aktif bir şekilde yerini almıştır. Halkın günlük yaşamını, adetlerini, en önemlisi halk dilinin bütün güzelliklerini ve özelliklerini eserlerine yansıtmayı başaran Şişkov’un isminin tam olarak duyulması, 1915 yılında Maksim Gorki’yle tanıştığı zaman olur. Sanatçı, ilk öykü derlemesi Sibirya Öyküsü’nü (Сибирский сказ, 1916) Gorki’nin desteğiyle çıkartır ve eser çok ses getirir. Öykücülükte adını duyuran sanatçının en önemli eseri, yedi yılını ayırdığı üç ciltten oluşan Emelyan Pugaçov (1927) adlı tarihi destanıdır.

TURNALAR

Tuğba GÜNÖR[32 - Araştırma Görevlisi, Gazi Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Rus Dili ve Edebiyatı Bölümü, tugbakaragozlu@gmail.com]

Kapitolina Vasilyevna Vyatkina’ya[33 - Kapitolina Vasilyevna Vyatkina (1892-1973) Petersburg, SSCB Bilimler Akademisi antropoloji ve etnografya müzesi çalışanı. Ünlü Sovyet edebiyatçısı Grigoriy Andreyeviç Vyatkin’in (1885-1938) ilk eşi. (ç.n.)] ithafen.

I
Ah, sonbaharın başlarında geceler dalgın ve akıl almaz derecede hüzünlüdür.
Öksüz kalmış ormanlar, tarlalar, çayırlar, kırlar ve hava canlı rüyalarla derin uykuya dalmıştı. Fakat toprak hâlâ soğumamıştı, gökyüzünde yıldızlar asılı duruyor ve geniş nehrin üzerinde hilalden kıpırdayan bir köprü uzanıyordu. Nehrin ortasında geniş sığlıktan, maviye çalan yarı karanlık içerisinden uçuşan turnaların garip çığlıkları duyuluyordu. Sonbahar kuşları güvenilir, besili, neşeli ve sıcak yerlere göç etmeden önce oyunlar oynamaya girişmişlerdi.
“Tanyuha[34 - Tanyuha ismi Tatyana isminin halk arasındaki söylenişidir. Eser içerisinde ‘Tanya’, ‘Tanka’ ve ‘Tan’ gibi kısa şekillerde de karşımıza çıkar. (ç.n.)], hişt!… Oynaşıyorlar…” dedi Andrey.
“Oynaşıyorlarsa, hadi biz de kayığa binip gidelim,” diye karşılık verdi genç kız.
“Yaklaştırmazlar, onlar çok dikkatliler. Yanımda tüfek olsaydı.”
Ateş yanıyor. Tanyuha kızgın külün içine patates sokuyor.
Uzun, sarı ve yumuşak saçlarına siyah bir şal dolamıştı, yanık tenli parlak alnından mavi gözlerine gür tutamlı saçları sarkmıştı.
“Geçen sene dedemle balık tutmaya gittiğimizde, turnaları oynaşırken görmüştüm. Ve bir de… Denizkızı görmüştük. Kayanın üzerinde saçlarını örüyordu… Çıplaktı… O da senin gibi güzeldi. Tanyuha, bir keresinde suya girerken görmüştüm seni,” dedi Andrey, kızılağaçtan sopasını yontarken.
“Yalan söylüyorsun!’’ kızın dolgun dudakları tebessümle aralandı.
“Gördüm, gördüm… Gizlice izledim . Gömleğini çalmak istedim.”
“Utanmaz.”
Andryuha[35 - Andryuha ismi Andrey isminin halk arasındaki söylenişidir. (ç.n.)], ateşe doğru gerildi, sigarasını yaktı, fakat birden bire kızın üzerine abandı ve ateşli bir şekilde kızı öpmeye başladı.
Genç kız kurtulmaya çalıştı, kafasını çevirdi, dudaklarını kaçırdı ve boğuk bir sesle kıkırdayarak fısıldadı:
“Duyayacak… Çekil… Yaramazlık yapma…”
Ateşin ardında içi kürk dışı deri olan bir gocuk kımıldandı ve altından bir iç çekme sesi duyuldu. Andrey yana sıçradı, Tanyuha da ayağa kalktı. Şehvetle gözleri parladı, elleri titredi. Andrey bir anda sendeledi, hızlı hızlı solumaya başladı.
Çingene karası gözlerini kızın açılmış kırmızı dudaklarından ayıramadan, ‘Hişt, oynaşıyorlar…” dedi.
Gece, ateş, ay ve turnaların çığlıkları nehrin ötesinde, kızı ve ot çekmekten kafayı bulmuş delikanlıyı sarmaladı. Toprak, nehirdeki bir gemi gibi ayaklarının altında sallandı ve damarlarında çok hızlı dolaşmaya başlayan kan, onları karşı konulmaz bir şekilde birbirine karşı tahrik etti.
“Uçurumun altında… Suya girelim… Turnaları izlemeye,” Andrey genç kızın yüreğini yakıyordu.
“Gitmeyelim. Sen öpmeye başlayacaksın,” diye delikanlıya yaklaşarak, fısıldadı güler yüzlü kız.
“Vallahi billahi, öpmem. Hadi gidelim.”
“Kandırıyorsun. Öpmeye kalkacaksın”
Andrey, bir şarkı mırıldanarak nehre doğru yürümeye başladı. Tatyana, Andrey’i göz hapsine aldı, bir süre öyle durdu ve seslendi:
“Nastasya… Uyuyor musun?”
Yerde yatan kürk gocuk kımıldamadı. Kız da şarkı mırıldanmaya başladı, yanakları kâh ateş basıyor, kâh soluklaşıyordu. Külün içinden patatesleri çıkarttı, eteğine koydu ve sağına soluna bakmadan çiyden ıslanmış yolda koşmaya başladı.
Ateş sessizleşti ve sustu. Başıboş bir şekilde, etrafa uçuşan alev bir anda zayıfladı, azaldı ve söndü. İleride kösteklemiş atların boyunlarındaki zillerin sesleri oradan buradan duyuluyordu. Bir anda mavi gecede parlak bir yıldız kaydı.
Ve uyanan Nastasya güçlü, adaleli eliyle üzerindeki yakasız kürkü hızlıca fırlattı.
“Şeytanlar!… Onları gözlemek lazım…” diye Nastasya öfkeli bir sesle bağırarak etrafına bakındı ve genç bir tay gibi güçlü baldırlarıyla uçuruma doğru dörtnala koşmaya başladı:
“Tanyuha!.. Tanyuha!.. Ninene söylerim!…” diye bağırdı.
II
Ambarlar sonbaharda sıcaktan boğulurdu ve sabaha kadar ekin demetlerini kurutmak gerekirdi. Kim Nastasya’ya yardım edecekti? Kim ormandan reçineli odun getirecekti? Kim sabah harmanı dövmeye yardım edecekti? Nastasya tek başınaydı. Kocası, Yamburg’ta zalim general N. N. Yudeniç’in komutanlığı altındayken öleli iki yıl olmuştu. Genç Nastasya’ya yaşaması için kim yardım edecekti?
Gece yarısı, geç saatlerde hava aydınlanırken. Ambarda çok sıcakken.
Nastasya’nın komşusu delikanlı Andryuha, kolsuz kürkten ceketini çıkartıp, otları kurutmak için yaktığı sobanın içinde odun çevirmeye başlar. Dinç çavdar demetlerinin sicim sicim yükselen dumanı ve sarhoş eden rutubeti kokar.
“Andreyciğim, teşekkür ederim. Arada bana, benim gibi öksüze yardım ediyorsun.”
“Ne demek, ateşe odun eklerim, sadece o kadar… Uyumaya gidiyorum.”
“Bu demetleri sök, diğerlerini dik.”
Nastasya kederli bir şekilde sobanın yanında duran ekin demetlerinin üzerine oturmuş sessizce duruyordu. Kısa basma bluzu iri göğüslerinde canlı bir şekilde dalgalanırken, sert yanakları çiçek açıyordu.
“Anlaşalım: Tanyuha’ya bir şey demek yok,” dedi Andrey titrek bir sesle ve bakışlarını kısarak Nastasya’nın göğüslerine dikti.
Nastasya daha hızlı nefes almaya başladı.
“Korkuyor musun?” diye alaylı bir şekilde ekin demetlerinin üzerine uzandı Nastasya.
“Korkuyorum!” dedi Andrey ve alışılmış bir el hareketiyle Nastasya’yı ekin demetlerinin üzerine yatırdı.
… Ambarın içi çok sıcak ve havasızdı. Dışarıda ise sis vardı ve sisin içinden bembeyaz dolunay görünüvermişti.
Andryuha eve döndüğü zaman kırağıyla örtülmüş çim hışırdıyordu.
Bostanda, dumanların içinde uzun kulaklı bir tavşan, kurşun hızıyla tatlı lahana kaçanlarının yanından fırladı.
“Yuh, şaşı tavşan!” diye bağırdı Andrey.
Şafak vakti yaklaşmıştı. Yaşlılıktan kamburlaşmış Tatyana’nın ninesi dua mırıldanarak kuyudan su getiriyordu. Sabahın ilk ışıkları yer yer izbelerin içini sarartmıştı.
III
Mikail Günü[36 - Mikail Günü, dört büyük melekten biri olan Mikail’i anmak için kutlanan gündür. Ortodoks inancına göre 21 Kasım’da, Katolik inancına göre 29 Eylül’de kutlanan dini bir gündür. (ç.n.)] büyük bir kar fırtınasıyla beraber geldi. Köy, eski takvime göre 8 Kasım’da soğuğun egemenliğinin başladığı bu bayramı kutluyordu. Çok fazla bira, ev yapımı votkalar, her türlü yiyecekler, şarkılar, danslar, küfürler, yumruklar ve kazıklar etrafta uçuşuyordu.
Köyün bütün önde gelenleri dolanıp duruyordu, hatta Yürütme Kurulu Başkanının ta kendisi komşu köyden gelmişti. Papaz babamız Semyon sabah ayininden sonra haçıyla sırasıyla izbeleri dolaştı, akşama doğru ise papazın kollarına girerek dolaştırdılar, artık ayakta duramıyordu, ayinleri diz çökerek, oturarak ya da daha farklı bir şekilde gerçekleşiyordu. Geceye doğru ise ayakta duramayan Kurul Başkanını saygıdeğer ev sahiplerinin kollarına girerek dolaştırdılar.
Sabaha doğru, Başkanı da papazı da köyün ucundaki metal çatılı bir eve götürüp, aynı yatağın üzerine yatırdılar.
“Allah günah yazmasın, papazla beraber onu aynı yatağa sürüklemek ayıp değil mi! Hepimiz aynı durumda olabilirdik,” diye ev sahibi burnundan homurdanıp durdu.
“Boş ver, iyidir böyle… Eğlence düşkünü, Sovyet rejimini gördü mü sözleriyle nasıl yüceltir!’’diye geveledi misafirler.
En büyük eğlence genç dul Nastasya’nın evindeydi. Nastasya eğlenceli olmalı, delikanlıları ve bekâr erkekleri cezbetmeliydi; çünkü vakit çabuk geçiyodu ve erkeksiz ev, ev değildi. Bunlar olurken de keten elbisesinin altındaki kalbi kuş gibi çırpınıyordu.
Kalk ayağa, adam, canlan, Ah Lyuli, canlan!
Mısraları genç ve sağlıklı göğüslerde gürlüyordu. Çarpık kedinin kulaklarında çınlıyordu.
Ev yapımı mumların altın gölgeleri dalgalanıyordu.
Andryuha eğildi, elindeki ekmeği büktü ve çember oyununun içine dalıp caka satmaya başladı.
Kimi seviyorsan, seç, Kimi seviyorsan, seç!
Yere eğilip, selam verdi, sertleşmiş demir bir eli, yumuşacık ipeksi bir el yakaladı;
Evet, daha sert öp, Evet, daha sert öp!
Ve Tatyana şamata yapan dairenin içinden sıyrılıp, nazlı nazlı Andrey’e büzdüğü dudaklarını uzattı.
“Bu kadar oyun yeter! Hey!” diye dul Nastasya bağırarak oyunu kesti. Yanakları al al olmuş, siyah saçları terden başına yapışmıştı. “Hey!… Kızlar, kadehten içelim. Delikanlılar!… Andreyciğim… Hey!…” diye gözlerini kıskançlıkla Andrey’e dikip, sinsi bir kahkaha atarak, Andrey’in sırtına vurdu.
“Hatırlıyor musun?”
İçki kadehini almaya geldi. Solgun, kederli Tanya pencereye yanaşmıştı. Pencerenin ardında lapa lapa kar yağıyordu ve akordeon bas bas bağırıyordu.
“Dans edin! Kızlar… Eğlensin dul! Neden benimle evlenmiyorsunuz? Ah-ah! Hâlbuki bir öperim… Bir sarılırım…”
Akordeon, bağrışlar ve danslardan soba yerinden oynuyordu.
Tatyana kendini kötü hissetti. Daha önce hiç böyle hissetmemişti. Hızlıca evden çıktı, yolda yürürken midesi bulanıyor yumuşak kar taneleri yutuyordu. Aniden tüm benliğiyle dehşete kapıldı.
Birdenbire kar Tatyana’yı tamamen sarmaladı.
IV
Bütün bir hafta Tatyana deli gibi ortalıkta dolandı. Issız gecelerde kendi kendine konuştu ve sessizce ağladı. Darya Nine bir gece Tatyana’ya seslendi:
“Senin neyin var?”
Tatyana ses çıkarmadı.
Ertesi sabah Nine Darya, kızı mazur görerek, uzun uzun ve dikkatli bir şekilde çatık kaşlarının altından onu süzdü.
“Biri sana kötülük mü etti? Ah kızım…” diye sordu.
Yaşlı kadın ayaklarını sürüye sürüye Nastasya’ya gitti.
“Sen bir şey duydun mu, dul karı, duydun mu, sen benim torunumu gözetledin, ben artık yaşlı bir süprüntüyüm anlamıyorum, gece seninle beraber salıvermiştim kızı. Duydun mu, söyle, gece kimleydi Nastasya?” derken kafasındaki siyah köylü başlığıyla titremeye başladı yaşlı kadın.
Nastasya’nın elindeki tırpan yere düştü.
“Neden soruyorsun nine?” dedi Nastasya ve dudakları bembeyaz kesildi. “Ne var? Sordum işte!”
“Onu şeytan gözetliyor! Gel de öğren kiminle…” diye yaşlı kadının kırışık yüzüne doğru bir anda bağırmaya başladı dul kadın ve elindeki fırın küreğini yere düşürdü.
Darya Nine başını salladı, dişsizlikten çökmüş ağzıyla geveledi:
“Tüh sana!” diyerek kapıyı çarptı ve çıktı.
Nastasya ise yatağa düştü, ağladı inledi durdu. Tabii ki şimdi Andrey, Tatyana’yla evlenecekti.
Andrey ise, donmuş çıtırdayan karların üzerine basa basa, komiteye gazete okumaya gidiyor ve akılından ‘‘Nastasya’nın iki semaveri var, iki ineği ve yağız atı var. Tatyana ise fakir. Hangisiyle evlenmeli? Evlenmek ise şart. Şeytan işi bu. Acaba bir büyücüye gitsem de fal mı baktırsam,’’ diye geçiriyordu.
Öfkeli bir şekilde ıslık çala çala giderken, yeniden Nastasya’yı düşünmeye başladı:
“Eğer Tanyuha’yla evlenirsem, Nastka kendini yiyip bitirecek… Umutsuz bir kadın… Cadı.”
Karşıdan yayık teknesi içinde keten tohumu taşıyan Tatyana geliyordu:
“Merhaba, Andreyciğim! Nasılsın?” Her ikisi de karşılaştıkları orman yolunun orta yerinde durdular.
“İdare eder. Ya sen nasılsın? ” “Kötüyüm. Yaşadığımız her şeyi özlüyorum.”
Tatyana kederli mavi gözlerle, Andrey’in çingene karası gözlerine bakıyor ve gülümsemeye çalışıyordu.
“Andreyciğim havadislerden haberin var mı?” “Yok.”
Tatyana içini çekti. Sevimli yüzü yere düştü. Başını eğdi ve yere baktı.
“İyi bakalım, kısa zamanda duyarsın Andreyciğim… Hoşçakal.”
Delikanlı Tatyana’nın arkasından bakakaldı, çok üzgündü, kızın arkasından bağırdı:
“Hey, Tan! Turnaları hatırlıyor musun? İşte bahar geliyor, bülbülleri dinlemeye gideriz,” dedi.
Genç kız sessizce uzaklaştı.
V
Tatyana, gençlerin sohbet için toplandığı yere gitti, fakat dansa kalkmadı, başı ağrıyordu, onun yerine iplik eğirip, kederli bir şekilde kız arkadaşlarıyla şarkılar söyledi. Tüm köyden ve yakın köylerden gençler oyun için bir araya toplanmıştı. Filippovski orucu[37 - 25 Kasım tarihinde başlayıp, Noel zamanı olan 7 Ocağa kadar devam eden oruç. Hz. İsa’nın dirilişini kutlamak için tutulmaktadır. (ç.n.)] bitmişti, kısa zaman sonra ise düğünler başlayacaktı. Gözü Tatyana’da olan çok delikanlı vardı, hatta üç delikanlı Tatyana için sarhoşken birbirlerine bıçak çekmişlerdi. Tatyana’dan daha güzel, daha tatlı ve daha çalışkan bir kız yoktu.
Andrey hâlâ karar vermemişti, kızlarla kendini eşit mesafede tutuyordu, ancak Tatyana’ya çekirdek ikram etti ve kucaklaştılar, Tatyana’nın yanına oturdu ve kulağına fısıldadı:
“Boşver… Evlenelim mi… Resmi nikah[38 - Sovyet döneminde kilisede kıyılan dini nikâhların yerine, hükümet önünde kâğıt üzerinde evlilikler yaygınlaşmaya başlar. (ç.n.)] ister misin?”
Nastasya’nın etrafında da çok erkek dönerdi.
Fakat Nastasya yaptığı gözlemelerden ve ev votkasından bir tek Andrey’e ikram etti.
“Biliyorum… Tatka’yle evleneceksin, evlen, evlen… Kız hamile gözüküyor… Tüm ahali sen ve aptallığın hakkında gülüp dalga geçiyor,” dedi gece Andrey’i uğurlarken.
Darya Nine bir gün sabah erkenden çantasına sopasını koyup, ağır ağır yürüyerek ormanın içinden geçti ve büyücünün yaşadığı değirmene gitti.
Çoktan beri köyde Yerofeiç ile ilgili ‘güçlü büyücü’ diye söylentiler çıkmıştı:
Asker grupları dolaşıp ekmekle başka malları zorla aldıkları zaman büyücüyü bulamamışlardı. Çok aradılar ama bir tek büyücü değil tüm değirmen ortadan kaybolmuştu. Hatta gruptan biri kolera oldu, bir saat içinde geberdi.
Bir gün önce Darya Nine aziz Peder Semyon’un karısı Yürütme Kurulu Başkanı Olena Mitriyevna ile karşılaştı.
“Oh, Darya Nine, git, git. Falanca büyücüye git, çok güçlü bir büyücü. Kocam Mikail gününden sonra bir içmeye başladı ki bilemezsin. Tam da o sıralarda şehirden müfettişin gelmesi gerekiyordu, mahkemede bile yargılanabilirdi. Kocama tanrıya tövbe ettiğini bir kağıda yazmasını söyledim: ‘Tanrım bana güç ver de bırakayım içmeyi’ diye yazdırdım, sonra da zarfa koy ki papaz kilisedeki kutsal tahtın altına koysun dedim. Ne demezsin… Başladı saymaya: ‘Boş gezen o! Yalancı, halkı kandıran’, Büyücüye gittim. Bana okunmuş siyah kurt dışkısı verdi. Bakıyorum ki benimki kustu ve iki haftadır içmiyor.”
Darya Nine, Yerofeiç’e geldi. Büyücü sobanın yanında oturuyordu, havanda kedi ciğeri dövüyordu. İzbenin üzerinde bir karga oturmuş, gaklıyordu.
“Haçı üzerinden çıkardın mı?”
“Çıkarttım, koruyucu babamız, çıkarttım. Sen kadına delikanlı bulursun. Delikanlıyı genç kıza aşık et.”
Büyücü, kadından gümüş ellilik aldı, ona eski saplı bir süpürge verdi ve süpürgeyi nasıl kullanması gerektiğini söyledi.
Kadıncağız, ertesi gün akşama doğru, mutlu bir şekilde izbesine döndü. Ne varki evin eşiğinde, birden Andryuha belirdi:
“Size önemli bir iş için geldim. Merhaba!”
Darya Nine elini kaldırdı ve büyücünün süpürgesiyle Andrey’in sırtına vurdu:
“Abrakadabra, şazan, kazan!…”
“Ne diyorsun nine?”diye yüzünü çevirdi, şaşkına dönen Andrey.
“Abra kadabra, şazan, kazan!…” dedi ve ikinci kez, üç defa Andrey’e vurdu.
Andrey kahkahayı bastı, yaşlı kocakarının aklını yitirdiğini biliyordu, masaya oturdu ve gülerek Tatyana’nın babasına :
“İşte, Grigoriy dayı, sizin öz kızınız Tatyana Grigoryevna’ya talibim.”
“Anne, Tanka’yı çağır,” dedi telaşlı bir şekilde Grigoriy.
Nine Darya torununa koştu ve sevinçten boğulacak gibi oldu.
“İşte o, nasıl bir büyücü…
Amma da güçlü büyücü…”
VI
Tatyana ve Andrey, Sovyet usülü şahitler önünde nikâh kıyalı ayı aşkın süre geçmişti. Elbette, ne kiliseye, ne de Hıristiyan adetlerine göre nikâh kıymak karıkocanın birlikte yaşaması için yeterli değildi. Yeni evliler, eskiden olduğu gibi ayrı evlerde yaşıyordu.
Darya Nine, ‘Bu nikâh bir felaket,’ dedi ve sihirli güçleri olan süpürgesinin gücüne inanarak, bir kere daha hem Andrey’in hem de torununun sırtına süpürgeyi geçirdi:
“Şazan, kazan!”
Fakat bir faydası olmadı. Kadın sinirlendi. Sinirden süpürgeyi baltayla ince ince parçaladı, sobanın içine attı ve büyücüyü şikayet için doğruca polise gitti.
“Büyücü, orman cinin ta kendisi, beni de çok kötü kandırdı; koyunumu çaldılar, büyücüye koştum, o bir adi, bana yalan deliller verdi, onu tutuklayacaktım ama tehlikeli olduğundan korktum: istediği an bir büyü yapıp hasta edebilir,” diye kocakarıya cevap verdi polis.
Kadın verdiği elli kapik için değil, torunu Tana için ağlıyordu.
Torunuysa bu sırada, “Ah kışta hemencecik geçip gidecek!” diye göz yaşları içerisinde henüz nikahlanmadığı kocasına sitem ediyordu:
“Andrey… Kilise huzurunda olması gerektiği gibi evlenmeyecek miyiz? Haydi kiliseye gidip nikahlanalım.”
“İnancım bana bunun için izin vermiyor… Gazete okumuyor musun…”
“Ayrı ayrı yaşıyoruz, yabancılar gibi. Sen bizim evin ne çalışanı, ne de başka bir şeyisin.”
“Öyle mi!” diye sinirli bir şekilde haykırdı Andrey, “Ben istersen hemen yarın sana taşınmaya hazırım.”
Eve giren Grigoriy, Andrey’i kulağından yakaladı ve bağırmaya başladı:
“Ben döndüm. Böyle çok kötü kocalar var… Yan çiziyorsun, seni şeytan… Kızımı mahvettin…”
“O kız değil. Benim karım. Kararnameyi oku.”
“Senin kararnamene de, sana da! Karar-na-me… Erkeğin kararnamelerle işi olur mu hiç. Senin vicdanın var mı yok mu?”
“Aptalsın sen, Grigoriy, başka bir şey değil,” dedi ve gitti Andrey.
Grigoriy ise kudurmuşçasına tek tek koca karıya, Tatyana’ya, Sovyet iktidarına ve tüm dünyaya küfretti.
“Neyin gazabına geldin babam? Ne de olsa Andrey yaşamayı kabul etti, kendini koyverme.”
“Koyvermiyorum!… İş kolay mı? Abraşka kim ki gizli olarak nikâh için ona yazıldınız! Tüh, düğününün gözü kör olsun! Lanetli pezevenkler… Andrey’in izbesine git ve resmi nikâha razı ol işte!”
“Çok oldu gideli, evdeki yaşlılar beni kabul etmiyor,” dedi Tatyana.
Ve kocakarı üzerine atıldı:
“Kendi suçun, bu işte! Kadının şerefi saçında asılı olurmuş, yitirdin onu sen, halatla kendini asmalısın.”
Tanya yere kapandı, deli gibi ağladı, feryatlar attı.
“Bak işte, sinirlendim! Haydi koca karı kamçımı getir.”
VII
İlkbahar şafakları gökyüzünde süzülürken, biri diğerine dönüşüyordu günlerin. Günler uzamaya, güneyden turnalar gelmeye başladı.
Tatyana hiçbir yere ayrılmadı. Yüzü acılıydı, yüzündeki gölgelerde kederli düşünceler vardı. Nastasya ise, ilkbaharda yeni çizme ve sarı basma şal takıp etrafa caka sattı. Delikanlılar ve dul erkekler Nastasya’ya talip oldu. O ise onları reddetti.
Andrey’in, kendi babasıyla arasında büyük bir husumet vardı. Somurtkan ve düşünceli biri olup çıkmıştı. Tatyana’yı görmeye nadir gidiyordu. Grigoriy’le de kavga etmişti ve ondan da kaçıyordu. Babası ve Grigoriy, Andrey’e yükleniyorlardı:
“Kızla kilise huzurunda gerektiği gibi evlen.”
“Sovyet kararnamesine göre yaşamak istiyorum, yeni kanunlara saygı duymak gerekiyor,” dedi Andrey.
“Senin kararnamen ise gıcırtı yapan çizmeleri giymek gibi gözüküyor…”
“İşte senin kararnamen,” diye hırıltılı bir sesle bağırdı Grigoriy, gözleri öfkeyle fal taşı gibi açılmıştı. Andrey ise kızardı.
Günlerden bir gün Grigoriy evde yoktu ve Darya Nine ise çamaşır yıkamaya gitmişti. Kocakarı döndüğünde torunu ortalarda yoktu. Tatyana oturma odasındaydı ve kapı kilitliydi.
“Aç kapıyı!”
Kapı açılmadı. Nineyi bir titreme almıştı. Kapıya vurdu da vurdu, kapının arkasından gelen inilti duyuluyordu yalnızca. Nine bostandan pencereye bir merdiven dayadı ve cama tırmandı.
Tatyana karnını tutmuş, yastığını kemiriyor ve inliyordu.
“Oy sen, mahzun kuzum! O, alçak, kapıyı da sürgülemiş. Mayası bozuk, bebeği boğmayı düşünüyordu. Oy, günah… günah…” diye bağırmaya başladı kocakarı ve topallaya topallaya ellerini yıkamak için dışarı çıktı.
Kapı eşiğinden Nastasya’nın çizmeleri gıcırdadı:
“Merhaba, Darya Nine … Tavuğum sizin bahçeye kaçmış mı acaba? Kimi boğmak istiyorsunuz? Ha?”
“Sarı şallı seni! Seni aşağılık kadın! Köyün erkekleri sana yetmedi mi? Defol, defol!”
Kocakarı ellerini yıkadı, doğum kolay olsun diye oturma odasından, Tatyana’nın yatağının başına eski bir ikon getirdi ve kutsal oruç sonrası yaktıkları mumu yaktı, avlu kapısını sonuna kadar açtı. Kilisedeki altın kapılar açılsa daha iyiydi ama vakit yoktu. Yeni bebeği doğurtmak için torununun yanına koştu tekrar.
Bu sırada Andrey, şapkasını çıkarmış, çingene gözlerini kısmış, Grigoriy’in önünde duruyordu. Dedi ki:
“Grigoriy dayı, babalık, karar verdim kararnameyi bozacağım. Kilise istiyorsanız kilise olsun… Razıyım ben… Evdekiler artık başımın etini yiyor.”
Grigoriy karasabana demir harman sapı takıyordu. Sert bir ifadeyle Andrey’i dinliyordu.
“İşim var,” diye cevapladı.
Oturdular ve sigara içtiler.
“Ne yapacaksın şimdi?”
“Ormana gideceğim, odunumuz az,” dedi Andrey.
Bu arada yeni doğan bebek kısa yaşadı ve ertesi gün öldü.
VIII
Darya Nine koşuşturdu, koşuşturdu. Kesesinden gümüş bir elli kapiklik aldı, sonra papaza gitti. Papaz Sem-yon elliliği dişleriyle kontrol etti, kesesini yokladı ve kadının teklifini kabul etti. Gece vakti, kimse duymadan, köy mezarlığına bebeği gömdüler.
Karanlık ve sıcaktı gece, tarlalar esiyordu.
Nine yatağa uzandı, Grigoriy içiyordu. Tatyana toparlanmıştı.
Üçüncü gün akşam Andrey kooperatifte Nastasya’yla karşılaştı. Dul kadın ringa balığı satın aldı, Andrey ise tütün.
Andrey’in kalbi sızladı, dul kadın ise çizmelerini gıcırdatıyor, güzelliğiyle dikkat çekiyordu, göğüslerini dışarı çıkarmıştı. Andrey evine gitti. Arkasından Nastasya’nın cadı gibi tıslayan sesini duydu:
“Neden kibirlendin Andrey? Düğün ne zaman?”
“Ne yapacaksın ki?”
“Nasıl yani, haydi düğüne sen davet et. İyi bakalım, Tanrı Tatyana’ya oğlan mı kız mı verdi?
“Ne geveliyorsun! Bilmiyorum… Ormandan yeni geldim ben.”
“Git… Bak, boğmuş çocuğu… Günahkâr kadın, duydum…. Of, duyduğum hiç iyi değil…” dedi Nastasya.
Andrey burnundan soluyarak, vahşi bir hayvan gibi etrafına bakındı ve bütün soğukkanlılığıyla, uyku sersemi gibi ayağını sürüyerek yola koyuldu.
“Haydi, çay içmeye gidelim… Ringa balığı da aldım,” dedi Nastasya, Andrey’in gözlerine bakarak.
Andrey, iradesinin aksine sürekli olarak bir cadının büyüsüne katılır gibi Nastasya’nın peşinden gidiyordu. Nastasya bir şeyler konuşuyordu, Andrey duymuyordu bile, aklı Tatyana’daydı: Erkek çocuk hem istiyordu hem istemiyordu, canı da çok kötü bir şeyin olacağını hissediyormuş gibi sıkılıyordu.
Gece yarısından sonra, dul kadının evde yaptığı sert votkayla neşelendi ve Andrey şarkı mırıldanarak, tüm köy boyunca yürüdü.
“Dur. Pencereyi tıklatmak lazım,” dedi Andrey.
Grigoriy tıkırtının üzerine pencereden baktı.
“Merhaba, geçmişteki babam!… Kayınpederim. Resmi nikâhlı karım nerede? Diyorlar ki bir çocuğumuz olmuş. Çocuk nerede?”
“Çocuk falan yok.”
“Nasıl yok? Var! Ama kocakarıyla boğmaya cesaret ettiniz, doğru cezaevine… Bili-yo-rumm kardeşim!” dedi yalpalayan Andrey, burnundan soluyarak.
Nine, karanlık bir yere sinmiş, dizlerine vuruyor ve onları dinliyordu:
“Git, delikanlı, uykunu al, ayıl,” dedi Grigoriy ve pencereyi kapadı.
Andrey pencereye yapıştı ve bas bas bağırmaya başladı:
“Öyleyse bugün bitmeden hemen yazılı itiraz vereceğim: İstemem! İşte böyle… Mademki boğdunuz, canınız cehenneme! Kendin onla evlen…”
Andrey izbesine yaklaşırken, dul Nastasya ateş gibi Andrey’in önüne atıldı.
Gözlerinden, alnından, dudaklarından çıldırmış gibi öptü ve fısıldadı:
“Sevgilim… Kırmızı çiçeğim… Vazgeçti… Kulaklarımla duydum… Haydi, artık mezara kadar benim olacaksın.”
IX
Andrey, dul kadının evine taşındı. Tatyana buna çok üzülmedi: Andrey onu sevmemişti ve sevmeyecekti. Böyle işte. Başka iyi delikanlılar da vardı. Kızıl Ordu’dan dönmüş erler az mıydı? Konuşmaları, davranışları, ilgi ve alakaları. İşte güvey dediğin böyle olur!
Tatyana çok hızlı bir şekilde kendisini toparladı, yeniden serpildi. Diri vücudu olgunlaştı ve gözleri öyle bir oldu ki, kendini onlardan alamazsın. Ah, kadın, güzellik!
Yeşil çayırlar çiçek açarak ortaya çıktı, Tatyana da çayırlar gibi yeniden canlanmıştı. Ancak arka bahçelerde, ara sokaklarda, kocakarı söylentilerinde, ihtiyarların salyasında hep Tatyana hakkında, kendi çocuğunu boğdu diye, dedikodular yankılandı.
Böylece Tatyana’nın sonu geldi.
Kuşlar yuva yapıyor, bülbüller bütün gece idris ağacının üzerinde ötüyor, gençler oyun oynuyor, dans ediyor, halka oyunu oynuyor. Köyde gençler sırayla nişanlandılar ve bu yaz çok düğün olacak gibi.
Köyde yirmi yaşında dört kız, Manka, Palaşka ve iki Dunka, hepsi neşeli, hepsi eşiyle oynuyor. Sadece Tatyana oynamıyor, kimse onu oyuna kaldırmıyor. Tatyana vebalı gibi tek başına oturuyor. Kadın çaresiz bir şekilde ağlayarak evine döndü. Üç sarhoş, birdenbire önünde durdu ancak hiçbiri Tatyana’ya bakmadı bile.
Böylece Tatyana’nın sonu geldi.
Tatyana şenlikten ayrılıp, eve kapandı, oturup saçlarını yoldu, ağladı da ağladı. Kızına bakınca Grigoriy’in kolları iki yana düştü, kalbi buz kesti. Darya Nine ise derdinden öldü.
“Kız kurusu olarak yaşamayacağım,” dedi, bir akşam ciddi bir şekilde Tatyana babasına.
Babası akşam yemeğini bitirmişti. Bu kelimeler bıçak gibi boğazına saplandı.
Grigoriy’in kalbi duracaktı, tutunarak masadan kalktı ve kızının ardından gitti. Karanlıktı.
“Tatyana!”
Karanlık dehşet verici şekilde başını döndürdü ve yakınında bir hırıltı duyuldu.
“Vah” çok tiz ve vahşi bir sesle bağırdı Grigoriy, “Yüce İsa” titremeye başladı, kızını ilmekten kurtardı, kucakladı. Bacakları tutmuyordu, yatağa yatırdı.
Tatyana kendine gelir gelmez, birileri pencereyi tıklattı. Sakallı bir adamdı.
“Hey, Grigoriy Mitriç!… Bölgeden taahhütlü mektup geldi sana…”
“Oğlumdan mı acaba?” diye şaşkın şaşkın düşünmeye başladı Grigoriy. Oğlu Petersburg’ta bir fabrikada önemli bir işte çalışıyordu.
“Eh, mektubun sırası değildi şimdi.”
Ne var ki Tatyana mektubu sabah okudu. Mektupta erkek kardeşi geleceğini bildirmiyordu, işi başından aşkındı ve kız kardeşini başkente çağırıyordu:
“Niçin köyde kocayıp gideceksin? Köy sana ne verebilecek?”
“Madem ki bana gelmek niyetindesin ve hayat çok zor diye yazıyorsun, seni kursa kayıt ettireceğim, okuyup adam olursun.”
Ve bir anda Tatyana’nın yüzü kızardı, “Gitmek.”
“Bana da yazık, gitmeliyim,” dedi Tatyana babasına gözyaşlarını tutarak.
X
Yaz geçti, Petersburg’a taşındılar, sonbahar geldi.
Her şey eskisi gibi: çamur, fakirlik, ev yapımı votka. Sabahları, harman yerlerinde parçalara ayırarak çavdar harman ederlerdi. Kum adasında gece karanlığında turnalar oynaştı. Andrey sandal üzerinde sessizce turnalara yaklaştı ve silahıyla yere yapıştı.
Ve şimdi Andrey, evinde kanadı kırık bir turnayla yaşıyor. Turna gökyüzüne daha fazla yükselemiyor, ölene kadar yeryüzünde Andrey’le yaşayacak.
Sabah. Sis. Yolda at arabası pat pat ediyor.
“Elveda, doğduğum köy!” diye içinden geçirdi Tatyana.
Nastasya zorla, mahcup Andrey’i pencerenin önünden sürükleyip götürdü.
Şapkasını önüne çekmiş Grigoriy, kamçısını arada bir sallıyor, neşeli bir şekilde ıslık çalıyor, ancak kalbi sızlıyordu. Tatyana at arabasındaydı. Kaderini aramaya koyulmuştu. Sevimli yüzü diri ve sevinçliydi. Parlak gözleri inatla uzaklara dalıyordu. Fakat uzaklar sisliydi ve başının üzerinde de sis perdesi asılıydı.
Ve sislerin arasından yere doğru göçmen turnaların özgür çığlıkları dökülüyor. Hedeflerine doğru, güneye uçuyorlar.
Tepede enginlik ve güneş varken sis onlar için engel değildir.

    1924

PAVEL PETROVİÇ BAJOV

(1879-1950)


Sovyet yazar ve halkbilim uzmanı Pavel Petroviç Bajov, maden işçisi bir ailenin çocuğu olarak Yekaterinburg yakınlarında küçük bir kasabada doğar. Dini eğitim aldıktan sonra Rus dili ve edebiyatı öğretmeni olarak görev yapar ve bu dönemde Ural halk masallarıyla yakından ilgilenir. Ekim Devrimi’ni sosyal adaletsizlikle mücadele aracı olarak benimser. İç Savaş’ta Beyaz Ordu’ya karşı savaşır. Yazarlık kariyerine İç Savaş yıllarında başlar, Ural bölgesinin tarihi, folkloru ve sözlü anlatıları üzerine derlemeler yapar, çeşitli kitaplar yazar. 1939 yılında kaleme aldığı ve Ural masallarından oluşturduğu Bakır Taşından Kutu (Малахитовая шкатулка) adlı kitabıyla 1943 yılında İkinci Dereceden Stalin Ödülü’ne, bundan bir yıl sonra da Lenin Nişanı’na layık görülmesine rağmen ancak altmış yaşından sonra Sovyet Yazarlar Birliği’ne kabul edilir. Bajov’un kaderini değiştiren ve ona ün getiren bu kitap, yüz farklı dile çevrilir. Taştan Çiçek (Каменный цветок) masalı bu kitabın en iyi hikâyelerindendir. 1950 yılında hayata veda eden Pavel Bajov’un kaleme aldığı pek çok eser bale, tiyatro ve opera olarak sahnelenmiş, film ve çizgi film olarak ekranlara uyarlanmıştır.

TAŞTAN ÇİÇEK

Gamze ÖKSÜZ[39 - Doç. Dr., Gazi Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Rus Dili ve Edebiyatı Bölümü, oksuzg@gazi.edu.tr]

Taş işçiliğinde sırf mermerciler ün salmış değildi. Dediklerine göre bizim fabrikalarda da bu sanatla uğraşanlar vardı. Ama bir farkla; bizim buralarda en çok bakır taşı olduğu için ve bundan daha iyi bir cins de bulunmadığı için bizimkiler daha çok bakır taşını işliyorlardı. Ve bu taştan da türlü türlü şeyler yapıyorlardı. Bir görseniz aklınız şaşar. Neler neler…
Bir zamanlar Prokopiç diye bir usta vardı. Bu işleri ilk yapanlardandı. Ondan daha iyisi yoktu. Yaşı geçkinceydi.
Çiftliğin beyi, kâhyaya oğlunu Prokopiç’ten ustalık öğrenmesi için onun yanına koymasını emretti:
“Bütün incelikleri öğrensin.”
Ama Prokopiç, sanatından ayrı kalmak istemediğinden midir yoksa başka bir sebepten midir nedir bilinmez, delikanlıya pek az şey öğretti. İşi resmen savsakladı. Delikanlının kafasına vura vura şişlikler oluşturdu, kulaklarını koparırcasına çekti ve kâhyaya da şöyle dedi:
“Bunda iş yok… Görüş yeteneğinde o incelik yok, elleri beceriksiz. Bundan bir iş çıkmaz.”
Anlaşılan o ki, kâhyaya Prokopiç’in gönlünü hoş tutması tembihlenmişti:
“İş yok diyorsan, yoktur… Bir başkasını göndeririz sana….”
Ve bir başka delikanlıyı yönlendirdi ustaya.
Gençler olup bitenleri duymuşlardı… Sabahtan akşama Prokopiç’in eline düşmemek için kaçışıp duruyorlardı. Anne-babalar da biricik evlatlarına bile bile işkence edilmesine razı değillerdi. Herkes kendi bildiğince bahaneler üretmeye başladı. Kimileri bakır taşıyla yapılan bu işçiliğin sağlığa zararlı olduğunu, bu işin sırf zehir olduğunu söylüyordu. Buna benzer bahanelere de sığınıyorlardı.
Kâhya yine de çiftlik beyinin emrini tekrarladı ve Prokopiç’e çıraklar yolladı. Prokopiç ise bu delikanlılara kendi yöntemiyle ıstırap çektirdikten sonra onları kâhyaya geri gönderiyordu:
“Bunda iş yok…” diyordu.
Kâhyanın tepesi atmaya başladı:
“Bu ne zamana kadar böyle sürüp gidecek? İş yok da iş yok, ne zaman iş olacak? Bu son gelene bari öğret…”
Prokopiç, dediğinde diretti:
“Benimle alakası yok… On yıl sürse bile öğretirim ama bu son gelenden de bir iş çıkmaz…”
“Daha nasıl birini istiyorsun?”
“Bana kimseyi göndermesen de fark etmez, çok da meraklısı değilim.”
Prokopiç’le kâhya daha bir sürü genci denediler ama sonuç hep aynıydı: kafada şişlikler, akılda olan ise bir şekilde oradan kaçmak… Bazıları da sırf Prokopiç onları kovsun diye mahsustan işi bozuyordu.
Bu iş Danilko Nedokormış’a[40 - “Nedokormış” soyadı Rusça’da “yetersiz beslenen” anlamına gelmektedir. (ç.n.)] kadar böyle devam edip durdu. Bu çocukcağız öküz ve yetimin biriydi. Yaşı o zamanlar en fazla on ikiydi. Uzunca boylu, hastalıklı gibi zayıf mı zayıftı. Ama temiz yüzlü bir çocuktu. Masmavi gözleri, kıskıvırcık saçları vardı. Onu önce çiftlik beyinin evinde çalışan Kazak kadının yanına verdiler. Tütün kutusu getir, mendil götür gibi gidiver geliver işlerine bakıyordu. Ama bu yetimin bu tür koşuşturmalara pek yeteneği yok gibiydi. Diğer çocuklar bu tür işlerde pervane gibi dönerlerdi. En ufacık bir şeyde hazır ola geçer “Ne emretmiştiniz?” diye sorarlardı. Bu Danilko ise bir köşeye siniyor, gözlerini bir tabloya ya da bir bezemeye dikiyor, öylece duruyordu. Ona seslendiklerinde hiç kulak asmıyordu. İlk başlarda tabi ki dayak da atıyorlardı ama sonradan el-kol hareketleriyle uyarmaya başladılar:
“Ne kadar da alık! Çok ağırkanlı! Bundan iyi bir hizmetçi çıkmaz.”
Onu fabrikaya ya da bakır madenine de vermemişlerdi çünkü fazlasıyla güçsüzdü. Bu işlere bir hafta bile dayanamaz, ölürdü. Sonunda kâhya onu çoban yamağı yaptı. Danilko burada da hiçbir işe yaramadı.
Çocukcağız çok gayretliydi ama ne yapsa mutlaka kusurlu çıkıyordu. Sürekli bir şeyler düşünüyor gibi bir hali vardı. Gözünü otlara bir dikiyordu, haydi gel de inekleri bul bulabilirsen! Yaşlı çoban çok merhametliydi, bu yetime acıdı. Ama zaman zaman da kızıyordu ona:
“Danilko, sen hiç adam olmayacak mısın? Kendi kendini mahvediyorsun, bu yaşımda beni de zor durumda bırakıyorsun. Bu işin sonu nereye varacak? Ne düşünüp duruyorsun öyle?”
“Dedeciğim, ben de bilmiyorum… Öylesine… Hiçbir şey düşünmüyorum… Öylesine bakakalmışım. Küçücük bir böcek bir yaprağın üzerinde geziniyor. Mavimsi bir böcek ama kanatlarının altında sarıymış gibi görünüyor, yaprak ise kocaman… Diş diş olmuş kenarlarından fırfırlar çıkmış gibi. Bu kısımlarıyla daha koyu görünüyor ama ortası yemyeşil, sanki şimdi yeni boyanmış gibi… Böcek ise dolanıp duruyor…”
“Danilko, sen deli misin nesin? Böceği incelemek sana mı kaldı? Dolanıyorsa dolanıyor, senin işin sığırlara bakmak. Bana bak, bu saçmalıkları kafandan at yoksa kâhyaya geri veririm seni!”
Yine de Daniluşko’ya bahşedilmiş bir yetenek vardı. İhtiyarın yanında kaval çalmayı öğrenmişti. Akşamları sığır gütmeden dönerken kadınlarla kızlar yalvarırlardı:
“Haydi Daniluşko, bir türkü çal.”
Danilko da çalmaya başlardı. Hem de hiç bilinmeyen türküleri… Kâh orman uğuldar kâh dereler şırıldar, her türden küçük kuşlar ötüşür ve ortaya muhteşem bir melodi çıkardı. Çalıp söylediği bu türküler için kadınlar Daniluşko’yu sevgiyle selamlar olmuşlardı. Kimi üstüne giyecek bir şeyler dikiyor, kimi ayağına dolak örüyor, kimi yeni bir gömlek dikiyordu. Yemek konusunda ise bir şey söylemeye bile gerek yoktu. Herkes elinden geldiğince az ya da çok yemek vermeye çalışıyordu. Daniluşko’nun türküleri ihtiyar çobanın da yüreğine işliyordu. Ama ortaya ufak bir sorun çıktı. Daniluşko çalmaya bir başladı mı her şeyi unutuyordu; tabi sığırları da. Bu türkü işiyle birlikte onun felaketi de başladı.
Bir gün Daniluşko kaval çalmaya dalmışken ihtiyar da biraz kestirmiş ve o arada içi geçmişti. Yavru sığırlardan bazıları sürüden ayrılmıştı. Sürüyü toplamaya gittiklerinde bir de baktılar ki yavrulardan hiç biri yok. Aramaya koyuldular ama ara ki bulasın. Sürüyü Yelniç nehri civarında otlatıyorlardı… Kurtların bol olduğu, ıssız bir yerdi orası… Sadece tek bir ineğin yavrusunu bulabildiler. Sonra sürüyü köye doğru güderek geri döndüler… Olan biteni anlattılar. Bakır taşı fabrikasından da yavruları aramaya koşanlar oldu ama hiçbirini bulamadılar.
O dönemde nasıl hesap dürüldüğü malum! Her suç için sırtına bir kamçı yersin. Günahlardan en büyüğü ise kaybolan ineklerden birinin kâhyaya ait olmasıydı. O zaman artık hiç kaçış yolu yoktu. Önce ihtiyarı haşladılar, sonra sıra Daniluşko’ya geldi ama çocuk çok zayıf ve cılızdı. Çiftlik beyinin celladının ağzından şu laflar döküldü:
“Şuna bir bak, bir kere vursan bayılır, ikincisinde ise ruhunu teslim eder.”
Yine de acımadı, vurdu. Daniluşko ise susuyordu. Cellat bir daha vurdu, Daniluşko sustu. Üçüncü bir kez daha vurdu ve oğlan yine sustu. Cellat gitgide işi azıtıyordu, kolunun var gücüyle vurdu. Bir yandan da bağırıyordu:
“Ben sana sessiz kalmayı göstereceğim… Hadi bağır… Bağır!”
Daniluşko’nun bütün vücudu titriyor, gözlerinden yaşlar boşanıyor ama susuyordu. Dudaklarını ısırıyor ve böylece kendinde dayanma gücü buluyordu. Gitgide güçten düştü ama ağzından bir tek kelime bile duyulmadı. Kâhya – tabi ki o da oradaydı – bu duruma şaştı kaldı:
“Araya araya amma da sabırlısını bulmuşum ha! Şimdi onu göndereceğim yeri biliyorum ben, tabi eğer sağ kalırsa…”
Daniluşko iyileşinceye kadar hep yattı. Büyükanne Vihoriha onu dizlerine yatırdı. Onun çok iyi bir kadın olduğunu söylerler. Bizim fabrikalarda şifacı olarak büyük ün salmıştı. Otların dilinden iyi anlardı. Hangisi diş ağrısına iyi gelir, hangisi kırgınlığı alır, hangisi gerginliği giderir… Yani her derde deva. Vihoriha, otları belli dönemlerde, onların en verimli zamanlarında toplardı. Birtakım otlardan ve onların köklerinden bir sıvı elde etti, sıvıyı kaynattı ve merhemlerle karıştırdı.
Daniluşko bu büyükannenin yanında yeniden dirildi. Yaşlı kadın hem şefkatli hem de konuşkandı. Kulübesinin her tarafında türlü türlü kurutulmuş kökler, otlar ve çiçekler asılıydı. Daniluşko’nun otlara karşı merakı vardı. Şunun adı ne, nerede yetişir, bu ne çiçeği? İhtiyar kadın ise ona her şeyi anlatıyordu.
Bir keresinde Daniluşko büyükanneye o bölgedeki bütün çiçekleri bilip bilmediğini sordu.
“Övünmek gibi olmasın ama herhalde açan tüm çiçekleri biliyorum.”
“Yoksa bir de açmayan çiçek mi var?”
“Tabi açmayanlar da var. Eğreltiotunu bilir misin? Sadece İvan Günü’nde[41 - Slav mitolojisine ve Rusların eskiden kullandığı Jülyen takvimine göre gündönümünün yaşandığı 23-24 Haziran tarihine denk gelen gece, İvan (Kupala) kutlamaları yapılır. Perun’u simgeleyen eğreltiotunun sadece ve çok kısa bir süreliğine Kupala gecesinde çiçek açacağına ve çiçeği koparan kişinin hayvanların dilinden anlayacağına ya da define bulacağına inanılır. Çiçeğin mavi rengi suyu, sarı rengi güneşi simgeler. Çiçeğin kendisi ise doğurganlığın, ateşin, aşkın sembolüdür. (ç.n.)] açtığı söylenir. Bu, sihirli bir çiçektir. Onunla define bulurlar. Ama insanlar için zararlıdır. Koparırsan içinden ışık fışkırır. Onu yakalarsan bütün kapılar sana açılır. Aldatıcı bir çiçektir. Bunun dışında bir de taştan çiçek var. Bakır taşı dağında yetiştiği söylenir. Yılan Bayramı’nda[42 - Rusya’daki halk inanışına göre yılanlarla bazı bitkiler arasında bir bağlantı vardır. 25 Eylül’e denk gelen Yılan Bayramı’nda yılanların yeryüzünde son kez dolaştıklarına, bu tarihten sonra donarak yeraltına indiklerine ve 12 Haziran’a kadar uyuduklarına inanılır. (ç.n.)] gücünün doruğuna erişir. Bu çiçeği gören kişiler talihsizdir.”
“Neden talihsizdir, büyükanne?”
“Bunu ben de bilmiyorum evladım. Öyle derler.”
Bıraksalar Daniluşko, Vihoriha’nın yanında bir süre daha kalabilirdi. Ama delikanlının yavaş yavaş ayaklanmaya başladığını gören kâhyanın adamları, durumu derhal kâhyaya bildirdiler. Kâhya, Daniluşko’yu yanına çağırdı ve şöyle dedi:
“Artık bundan sonra Prokopiç’in yanına gideceksin ve bakır taşı işini öğreneceksin. Tam sana göre bir iş!”
Eh, emre karşı gelinmez. Daniluşko yola koyulda ama hâlâ rüzgâr estikçe sallanıyordu.
Prokopiç, çocuğa şöyle bir baktı:
“Bir böylesi eksikti,” dedi. “Sağlıklı çocuklar bile buranın şartlarına dayanamıyor. Böyle birinden nasıl iş beklersin ki, ayakta zor duruyor.”
Prokopiç, kâhyanın yanına sokuldu:
“Ben bunu istemem. Kazara ölüverirse sorumluluk alamam.”
Ama kâhya bu sözlere kulak asar mı?
“Emrine verildi bir kere. Akıl vermeyi bırak da ona işi öğret! Bu delikanlı güçlü biri. Maraz olduğuna bakma.”
“Siz bilirsiniz,” dedi Prokopiç. “Madem ki emredildi. İşi öğreteceğim ama günahı benim boynuma değil.”
“Günahı kimsenin boynuna değil. Bu çocuk kimsesizin teki. Eti senin kemiği bizim,” dedi kâhya.
Prokopiç eve geldi. Daniluşko onun evinde tezgâhın başında ayakta duruyor, bakır taşından bir levhayı inceliyordu. Levhanın üzerine bir oluk açılmış, bir kenarı kırılmıştı. Daniluşko işte bu noktaya odaklanmıştı ve hafifçe başını sallıyordu. Yeni gelen delikanlının bunu farketmiş olması, Prokopiç’in ilgisini çekti. Koymuş olduğu kurallar gereği sert bir dille sordu:
“Sen ne yaptığını sanıyorsun? Kim senden eşyalarımı eline almanı istedi? Öyle neye bakıp duruyorsun?”
Daniluşko cevap verdi:
“Bana kalırsa, dedeciğim, levhayı bu kenarından kesmemeli. Bak, görüyor musun? Burada bir desen var ama o da kesilecek.”
Prokopiç sinirlenip bağırmaya başladı elbette:
“Ne? Sen kim oluyorsun? Usta mısın? Daha elin malzeme görmemiş, bir de akıl mı veriyorsun? Sen bu işten ne anlarsın ki?”
“Anladığım şey, insanların bu levhayı bozduğu,” diye cevap verdi Daniluşko.
“Kim bozmuş? Ha? Daha dünkü çocuk, başıma ustabaşı kesilmiş!.. Ben sana bozulmak neymiş göstereceğim… Kemiklerin elimde kalacak!”
Esti, gürledi ama Daniluşko’ya bir fiske bile vurmadı. Prokopiç bu sefer levhayı hangi kenarından kesmek gerektiğini kendisi düşünmeye başladı. Daniluşko bu konuşmayla hedefi tam ortasından vurmuştu. Prokopiç iyice bağırıp hırsını aldıktan sonra sakinleşip sordu:
“Hadi bakalım, ustabaşı, göster, sence nasıl yapmalıyız?”
Daniluşko hem anlatmaya hem de göstermeye başladı:
“İşte böyle bir desen ortaya çıkmış. Ama levhayı daha dar tutup desensiz kısmından kessek ve sadece üst tarafından ufak bir çatkılı çerçeve bıraksaydık çok daha güzel olurdu.”
Prokopiç durup durup bağırmaya başladı:
“Hele bak sen şuna… Tabi ya! Çok iyi anlıyorsun. Yememiş, içmemiş, kafasında bunları biriktirmiş.”
Kendi kendine ise şöyle düşünüyordu: “Delikanlı doğru söylüyor. Dediği gibi yaparsak iyi olacak. Ama onu nasıl eğitmeli? Bir kerecik vursan iki seksen yere uzanacak.”
Prokopiç içinden bunları geçirdi ve Daniluşko’ya şöyle dedi:
“Bu işi kimin yanında öğrendin?”
Daniluşko kendi hikâyesini anlatmaya başladı:
“Yetim olduğumu söylüyorlar. Annemi hatırlamıyorum, babamın kim olduğunu ise hiç bilmiyorum. Bana Danilko Nedokormış derler. Babamın adını bilmiyorum.”
Daniluşko çiftlik beyinin evine nasıl geldiğini ve oradan neden kovulduğunu, sonra yazın nasıl inek güttüğünü ve orada nasıl dayak yediğini anlattı.
Prokopiç üzüldü:
“Delikanlı, görüyorum ki hayat sana gülmemiş, üstelik bir de benim elime düştün. Bizim meslek ağır iştir.”
Sonra öfkelenir gibi oldu, homurdanmaya başladı:
“Ee, bu kadar yeter! Şuna bak, nasıl da çenesi düşük biri çıktı! Keşke herkes eliyle değil de diliyle çalışabilseydi. Bütün gece boş boş çene yarıştırdım! Çırak da öyle! Yarın göreceğiz bakalım ne akıllar vereceksin. Şimdi otur da yemeğini ye, sonra da yatma vakti!”
Prokopiç yalnız yaşıyordu. Karısı çoktan ölmüştü. Ara sıra uğrayan ihtiyar komşu Mitrofanovna, ev işlerine yardımcı oluyordu. Sabahları kulübeye çekidüzen veriyor, yiyecek bir şeyler pişiriyordu. Akşamları ise Prokopiç yapılması gerekenleri kendisi hallediyordu.
Yemeklerini yediler.
“Şu sedirin üstüne yat!” dedi Prokopiç.
Daniluşko ayakkabısını çıkardı, sırt heybesini başının altına koydu, üstündeki keten gömleğine büründü, hafifçe büzüştü. Ne de olsa sonbaharda kulübe soğuk oluyordu. Yine de bu halde hemencecik uykuya daldı.
Prokopiç de yattı ama uyuyamadı. Bakır levhadaki desen üzerine yaptıkları konuşma aklından çıkmıyordu. Bir o yana bir bu yana dönüp durdu, kalktı, mumu yaktı ve tezgâha doğru gitti. Bakır taşı levhasını her türlü ölçtü. Bir kenarını kısaltıp öbür tarafına ek yaptı, küçülttü; öyle koydu, böyle döndürdü ama en iyi desen gerçekten de delikanlının gösterdiği şekilde çıkıyordu.
“Demek Nedokormış buymuş!” diye şaşırdı Prokopiç. “Henüz yolun başında ama ihtiyar ustabaşına gününü gösterdi. İşte göz dediğin budur! İşte budur!”
Sessizce depoya gitti, bir yastıkla koyun postundan bir gocuk buldu. Yastığı Daniluşko’nun başının altına yerleştirdi, gocukla üzerini örttü.
“Uyu bakalım keskin bakışlı!”
Daniluşko uyanmadı, sadece öbür tarafına döndü, gocuğun altında ısınmıştı, bacaklarını uzattı ve burnundan hafif tıslama sesleri geldi. Prokopiç’in hiç çocuğu olmamıştı. Daniluşko ise onun yüreğine işlemişti adeta. Usta, ayakta durup çocuğu seyrederken Daniluşko burnundan tıslamaya devam ediyor, mışıl mışıl uyuyordu. Prokopiç’in tek tasası, bu kadar cılız ve maraz olan bu çocuğu ayağa kaldırabilmekti: “Sağlığını bozmadan bu mesleği nasıl öğretmeli? Toz, zehir… Çabucak kuruyup soluverir. Önce biraz dinlensin, kendine gelsin, sonra öğretmeye başlarım. Belli, bundan iş çıkacak.”
Ertesi gün Daniluşko’ya şöyle dedi:
“İlk önce ev işlerine yardım edeceksin. Benim çalışma düzenim böyledir. Anladın mı? İlk iş olarak kartopu çiçeği toplamaya git. Şimdilerde İnya nehrinin sularıyla besleniyor ve börek içi yapmak için tam zamanı. Ama dikkat et de çok uzaklaşma. Artık ne kadar bulabilirsen. Yanına fazladan ekmek al, ormanda yersin. Bir de komşu Mitrofanovna’ya uğra. Sana iki yumurtayla bir kap süt pişirmesini söylemiştim. Anladın mı?”
Ertesi gün yine emirler verdi:
“Bana iyi öten bir saka kuşuyla çok hareketli bir iskete yakala. Akşama hazır olsunlar. Anladın mı?”
Daniluşko bunları yakalayıp getirdiğinde Prokopiç emirlere devam etti:
“Tamam ama hepsi bu kadar değil. Daha fazlasını yakala.”
Günler böylece akıp gidiyordu. Prokopiç, Daniluşko’ya her gün için bir iş veriyordu ama eğlenceli işlerdi bunlar. İlk kar düşmeye başladığında onu komşusuyla birlikte odun toplamaya yolladı. Yardım etmesi için. Ama ne yardım! Kızağın önüne oturuyor, atları idare ediyor, dönüşte ise yüklü arabanın ardından yürüyerek geliyordu. Sürekli koşuşturma içinde oluyor, evde yemeğini yiyor ve sıkı bir uyku çekiyordu. Prokopiç ona kürk, kışlık şapka ve eldivenler ayarladı. Kürklü çizme diktirmek için sipariş verdiler. Belli ki Prokopiç’in geçinecek kadar geliri vardı. Bir toprak kölesi olmasına rağmen haracını[43 - Çarlık Rusyası’nda toprak kölelerinin ödemek zorunda olduğu bir çeşit toprak vergisi. (ç.n.)] karşılayabiliyor, az bir paraya çalışıyordu. Daniluşko’ya ise giderek daha çok bağlandı. Deyim yerindeyse onu oğlu yerine koydu.
Ondan hiçbir şey esirgemiyordu. Zamanı gelinceye kadar da onu işe başlatmadı. İyi yaşam koşullarında Daniluşko toparlanmaya başladı ve o da Prokopiç’e bağlandı. Prokopiç’in gösterdiği özeni anlıyordu. Ömründe ilk kez doğru dürüst bir yaşam sürmeye başlamıştı. Sonra kış bastırdı. Daniluşko daha da serbest kaldı. Kâh göle gidiyordu kâh ormana. Bu arada yapacağı mesleğe de alışmaya başlıyordu. Eve geldiğinde hemen aralarında konuşmaya başlıyorlardı. Daniluşko, Prokopiç’e hem anlatıyor hem de o ne, bu ne diye soruyordu. Prokopiç açıklıyor, pratik yaparak gösteriyordu. Daniluşko işten anlıyordu. Bazen de kendi yapmaya çalışıyordu: “Bak, bunu ben yaptım…” Prokopiç bakıyor, düzeltiyor, gerektiği zaman da daha iyisini yapması için doğrusunu gösteriyordu.
Bir keresinde çiftlik kâhyası Daniluşko’yu gölün çevresinde gördü. Adamlarına sordu:
“Bu kimin oğlu? Onu kaçıncı seferdir gölde görüyorum… Elinde oltayla aylaklık edip duruyor. Yaşı da küçük değil… Birisi onun işten kaytarmasına izin veriyor olmalı…”
Kâhyanın adamları onun kim olduğunu öğrenip kâhyaya bildirdiler ama o inanmadı:
“Eh, o zaman oğlanı yanıma getirin, kim olduğunu ben kendim öğrenirim,” dedi.
Daniluşko’yu getirdiler. Kâhya:
“Sen kimlerdensin?” diye sordu.
Daniluşko:
“Ustanın yanına bakır taşı işini öğrenmeye geldim.”
Kâhya onu kulağından yakaladı:
“Demek öyle, seni yalancı, demek öğreniyorsun!” Kulağından tuttuğu gibi Prokopiç’e götürdü.
Durumun fena olduğunu anlayan Prokopiç, Daniluşko’yu aklamaya çalıştı:
“Onu levrek avlamaya ben gönderdim. Canım taze levrek çekti. Sağlığım bozuk olduğu için başka şey yiyemiyorum. Ben de çocuğa balık avlamasını söyledim.”
Kâhya inanmadı. Daniluşko bambaşka biri olmuştu: kilo almıştı, üzerindeki gömlek kaliteliydi, pantolon da öyleydi ve ayağındaki çizmeler de… Daniluşko’yu test etmeye karar verdi:
“Haydi bakalım, ustan sana ne öğretti, göster bize.”
Daniluşko önlüğünü taktı, tezgâha gitti ve hem gösterip hem de anlatmaya başladı. Kâhya ne sorduysa cevabı hazırdı. Taş nasıl yontulur, nasıl testereyle kesilir, kenarları nasıl tornalanır, sonra nasıl yapıştırılır, nasıl perdahlanır, sanki bir tahtaya yerleştirir gibi bakırın üzerine nasıl yerleştirilir… Kısacası her şeyi biliyordu.
Kâhya çabaladı durdu ve en sonunda Prokopiç’e şöyle dedi:
“Anlaşılan bu seferkinden iş çıkmış?”
“Şikâyetim yok,” dedi Prokopiç.
“Tevekkeli değil, şikâyet etmiyorsun da haylazlığına göz bile yumuyorsun! Onu sana meslek öğrensin diye verdiler, o ise elinde oltayla göl kenarlarında! Beni iyi dinle! Sana öyle taze levrekler gönderirim ki ölünceye kadar bir daha canın çekmez ve oğlanın da keyfi bu kadar yerinde olmaz!”
Bu türden tehditler savurdu ve gitti. Prokopiç ise hayretler içindeydi:
“Daniluşko, sen bütün bunları ne zaman öğrendin? Ben sana daha her şeyi doğru düzgün öğretmemiştim ki…”
“Sen her şeyi gösterdin ve öğrettin, ben de öğrendim,” dedi Daniluşko.
Bu sözler Prokopiç’in yüreğine öyle işledi ki, gözlerinden yaşlar akmaya başladı.
“Oğlum,” dedi. “Canım Daniluşko’m… Daha ne biliyorsam her şeyi sana öğreteceğim… Hiçbir şeyi saklamam senden…”
Ama o günden sonra Daniluşko’nun rahat yaşantısı sona erdi. Kâhya hemen ertesi gün ders olsun diye onlara iş göndermeye başladı. Önceleri basit işlerdi: kadınların kullandığı metal süsler, kutular… Sonra bileme işleri geldi: şamdanlar, çeşitli süsler falan… Sonra iş oymacılığa kadar ilerledi: yapraklar, taç yaprakları, motifler ve çiçekler… İşleri, yani bakır taşı işçiliği meşakkatli bir işti. Önemsiz bir iş gibiydi ama uğraşması ne kadar da çok zaman alıyordu! İşte Daniluşko bu tür işlerle uğraşarak büyüdü.
Bütün halindeki bir taştan yılan motifli bir bilezik yaptığı zaman kâhya onun artık bir usta olduğuna kanaat getirdi. Çiftlik beyine durumu bir mektupla bildirdi:
“Durum böyleyken böyle. Yeni bir bakır taşı ustamız oldu: Danilko Nedokormış. Gayretli biri ama genç olmasından dolayı biraz ağır çalışıyor. Çıraklığa devam etmesini mi yoksa Prokopiç gibi artık ondan haraç alınmasını mı emredersiniz?”
Daniluşko hiç de ağır çalışmıyordu, aksine çok hünerliydi ve eli çabuktu. Buralarda sadece Prokopiç’in böyle bir hüneri vardı. Kâhya, Daniluşko’ya beş gün içinde bitirmesi gereken bir iş verdiğinde Prokopiç, kâhyanın yanına gitti:
“Bu imkânsız. Böyle bir iş için iki hafta lazım. Delikanlı daha işi yeni öğreniyor. Acele edersek taşı boşa harcamış oluruz.”
Kâhya ne kadar karşı koysa da bu süreye birkaç gün ekledi. Daniluşko ise zorlanmadan çalıştı. Hatta kâhyanın yanında biraz okuma ve yazma bile öğrendi. Artık çok az da olsa okuyup yazabiliyordu. Prokopiç bu konuda da ona yardımcı oldu. Bazen kâhyanın verdiği işleri Daniluşko’nun yerine yapmaya koyuluyordu ama Daniluşko buna izin vermiyordu:
“Sen ne yapıyorsun! Ne yapıyorsun dedeciğim! Ben varken tezgâh başına oturmak sana yakışır mı! Haline bak, bakır taşı yüzünden sakalının rengi değişmiş, yeşermiş adeta, sağlığınla oynamaya başlamışsın, ben boş mu duracağım?”
Daniluşko gerçekten de o dönemde çok iyi toparlamıştı. Eskiden olduğu gibi ona hâlâ Nedokormış diyorlardı ama bambaşka biri olmuştu! Uzun boylu, al yanaklı, kıvırcık saçlı ve neşeli biriydi. Kısacası bir kız gibi güzeldi. Prokopiç artık onunla evlilik hakkında konuşmaya başladı ama Daniluşko bunu hiç önemsemeyerek başını salladı:
“Daha zamanı var! Gerçek bir usta olayım, o zaman bunları konuşuruz.”
Çiftlik beyi, kâhyaya bir haber gönderdi:
“Prokopiç’in çırağı Danilko benim için ayaklı bir kâse yapsın. Çırak olarak mı devam edecek yoksa haraca mı bağlayacağız, bundan sonra karar vereceğim. Ama dikkat et, Prokopiç ona yardım etmesin. Gözün üstlerinde olmazsa bu işin acısını senden çıkarırım!”
Bu mektubu alan kâhya, Daniluşko’yu yanına çağırdı:
“Burada, benim gözümün önünde çalışacaksın. Tezgâhı buraya kuracaklar, nasıl bir taş lazımsa onu da getirirler.”
Prokopiç bunu öğrenince karalar bağladı. Bu iş nasıl olacaktı? İstedikleri bu kâse nasıl bir şeydi? Hemen kâhyanın yanına gitti. Ama kâhya hiç onu dinler mi? Bolca azarladı:
“Bu işe burnunu sokma!”
Sonunda Daniluşko yeni iş yerine geldi. Prokopiç ona talimatlar yağdırıyordu:
“Sakın acele etme Daniluşko! Gözlerine batayım deme.”
Daniluşko önceleri tedirgindi. Bir sürü denemeler yaptı, ölçtü, biçti. Ayrıca üzerine bir de kasvet çökmüştü. İstese de istemese de ayrılık vakti gelmişti. Sabahtan akşama kadar kâhyanın yanında çalışmak zorundaydı. Daniluşko bu sıkıntıdan dolayı tüm gücünü işine verdi. Becerikli ellerinden bir kâse çıktı ortaya. Kâhya baktı ki fena değil, ona şöyle dedi:
“Aynısından bir tane daha yap!”
Daniluşko bir tane daha yaptı, sonra bir üçüncüsünü daha… Üçüncü kâseyi bitirdiğinde kâhya şöyle dedi:
“Artık geri dönmeyeceksin! Prokopiç’le seni yakaladım işte. Bana yazdığı mektupta çiftlik beyi sana bir adet kâse için süre vermişti ama sen üç tane birden yaptın. Senin gücünü anladım. Artık beni kandıramazsınız. O ihtiyar köpeğe de gününü göstereceğim, sana yüz vermek neymiş anlasın! Yanına başkalarını alsın!”
Bunları söyleyip çiftlik beyine bir mektup yazdı ve üç kâseyi de ona gönderdi. Ama çiftlik beyi, ya canı sıkkın olduğu ya da bir sebepten kâhyaya kızdığı için olsa gerek, her şeyi altüst etti.
Haraç olarak Daniluşko’ya sembolik bir rakam tayin etti. Onu Prokopiç’ten ayırmamaları için emir verdi. İkisi belki de bir arada olurlarsa en azından yeni bir şeyler icat edebilirlerdi. Mektubuyla birlikte bir çizim yolladı. Çizimde bir sürü ince detaydan ibaret olan ayaklı bir kâse vardı. Kenarından oymalı bir pervaz geçiyordu. Orta kısmında baştan başa motifle bezenmiş bir şerit, ayak kısmında ise yapraklar vardı. Kısacası, üzerinde titizlikle çalışılmıştı. Çiftlik beyi, çizimin altına bir de not düşmüştü: “İsterse üzerinde beş yıl çalışılsın ama tam benim istediğim gibi olsun!”
Bu durumda kâhya söylediklerinin hepsini geri almak zorunda kaldı. Çiftlik beyinin Daniluşko’nun Prokopiç’e geri verilmesiyle ilgili yazdıklarını anlattı ve çizimi onlara verdi.
Daniluşko ile Prokopiç bu işe çok sevindiler ve işe daha da çok sarıldılar. Daniluşko hemen bu yeni kâse işine koyuldu. Kâse çok kurnazca tasarlanmıştı. Yanlış bir darbe, işi mahvediyordu, o zaman haydi bakalım sil baştan… Ama Daniluşko’nun bakış açısı keskindi, elleri cesaretliydi ve gücü de yerindeydi. İş yolunda gidiyordu. Ancak hoşuna gitmeyen bir şey vardı: zor detaylar çoktu ama hiçbir güzelliği yoktu. Bunu ustasına söyleyince Prokopiç şaşırdı:
“Bundan sana ne? Bunu tasarladıklarına göre demek ki onlara böylesi lazım. Şimdiye kadar pek çok şey yontup kestim ama onlarla ne yaptıkları konusunda hiçbir fikrim yok.”
Daniluşko kâhyayla da konuşmayı denedi ama adam seni dinler mi? Ayaklarıyla tepinip elini kolunu salladı:
“Aklını mı oynattın? Bu çizim için çok büyük paralar ödendi. Bunu yapan sanatçı, belki de ilk kez bu kadar mükemmel bir iş yapıyordur, sen ise onu yargılamaya kalkıyorsun!”
Sonra belli ki çiftlik beyinin kendisine söylediklerini hatırladı: İkisi belki yeni bir şeyler icat edebilirlerdi. Daniluşko’ya dedi ki:
“Bak şöyle yapalım… Bu kâseyi çiftlik beyinin çizimine göre yap ama bundan farklı bir şey düşünürsen, bu senin bileceğin iş. Sana engel olmayacağım. Sanırım yeterince taş var elimizde. Nasıl bir taş istersen vereceğim sana.”
O anda Daniluşko’nun kafasında bir şimşek çaktı. Derler ki başkasının fikrini karalamak kolaydır ama kendi fikrini yaratmak için geceleri uykunu kaçırman gerek. Daniluşko da çizime göre yapacağı kâsenin başında otururken hep kendi yapacağı kâseyi düşünür oldu. Hangi çiçeğin, hangi yaprağın bakır taşına daha iyi gideceğini kafasında tasarlamaya başladı. Giderek daha düşünceli ve keyifsiz olmaya başlamıştı. Bunu farkeden Prokopiç sormadan edemedi:
“Daniluşko, hasta değilsin ya? Şu kâse üzerinde daha az çalışsan. Acelen nedir? Biraz gez, dolaş, sonra yine oturursun başına.”
“İyi o zaman,” dedi Daniluşko. “Bari ormana gideyim. Belki bana lazım olan şeyi orada bulurum.”
O günden itibaren neredeyse her gün ormana gitmeye başladı. Mevsim ot biçme ve orman meyveleri toplama zamanıydı. Otlar çiçeklenmişti. Daniluşko kâh ot çayırlarında kâh orman bayırlarında dolaşıyor, bekliyor ve bakıyordu. Sonra tekrar çayırlara dönüyor, otları inceliyor, sanki bir şeyler arıyordu. Bu mevsimde orman ve çayırlar insan doluydu. Daniluşko’ya bir şey kaybedip kaybetmediğini soruyorlardı. Keyifsizce gülümsüyor ve:
“Kaybetmesine kaybetmedim ama bulamıyorum da,” diyordu.
Soranlar:
“Aklı başında değil,” diye konuşuyorlardı aralarında.
Daniluşko eve döner dönmez tezgâhın başına oturuyor, sabaha kadar çalışıyor, güneş doğarken tekrar ormana, çayırlara gidiyordu. Her türlü çiçeği, yaprağı eve getirmeye başladı. Daha çok da biçilen otlardan getiriyordu: beyaz çöpleme otundan baldıran otuna, afyon çiçeğinden ormangülüne, her türlü zehirli bitki… Gözlerinden uyku akıyordu, bakışları huzursuz bir ifade almaya başlamıştı, elleri cesaretini kaybetmişti. Prokopiç iyice endişelenmeye başladı, Daniluşko ise durumu şöyle açıklıyordu:
“Kâse bana huzur vermiyor. Taşın gerçek gücüne ulaşacak şekilde yapmak istiyorum onu.”
Prokopiç, Daniluşko’yu bu fikrinden vazgeçirmeye çalıştı:
“Bu kâse sana niye verildi? Onların karnı tok, daha ne? Bırak beyler bununla oyalansınlar, diledikleri gibi yapsınlar. Yeter ki bize dokunmasınlar. Nasıl bir motif istiyorlarsa yapalım ama niye karşılarına dikilelim ki? Üzerine boşu boşuna yük alıyorsun, olan biten bu.”
Ama Daniluşko kendi dediğinde diretiyordu:
“Bey için uğraşmıyorum. Şu kâseyi kafamdan bir türlü atamıyorum. Elimizdeki taşa bakıyorum da, biz onunla ne yapıyoruz? Kesip yontuyoruz, bir de perdahlıyoruz, hepsi bu. Ben ise taşın bütün güzelliğini ve gücünü görmek ve insanlara göstermek istiyorum.”
Daniluşko bir süre uzaklaştıktan sonra tekrar çiftlik beyine ait kâsenin başına oturdu. Hem çalışıyor hem de kendi kendine gülüyordu:
“Taştan, delikli bir şerit, oymalı bir pervaz…”
Sonra birden bu işi elinden attı. Diğerine başladı. Soluk almadan tezgâhın başında oturuyordu.
“Kendi kâsemi boru çiçeği şeklinde yapacağım,” dedi Prokopiç’e.
Prokopiç onu bu fikrinden caydırmaya çalıştı. Daniluşko başlangıçta onu dinlemek bile istemedi ama üç-dört gün sonra bazı kusurları ortaya çıkınca Prokopiç’e şöyle dedi:
“İyi, tamam. Önce beyin kâsesini bitireceğim, sonra kendiminkine başlayacağım. Ama o zaman beni caydırmaya çalışmayacaksın… Onu kafamdan atamıyorum.”
Prokopiç:
“Tamam, engel olmayacağım,” dedi ama içinden de şöyle düşünüyordu: “Buradan ayrılırsa, unutur. Onu evlendirmek lazım. Aynen öyle! Bir aile kurduğunda kafasındaki bu saçma düşünceler de yok olur.”
Daniluşko kâseyle uğraşmaya koyuldu. İşi çoktu. Bir yılda bitmezdi. Büyük bir gayretle çalışıyor, boru çiçeğinin adını anmıyordu. Prokopiç ise evlilik hakkında konuşmaya başlamıştı:
“Katya Letemina neden karın olmasın? İyi bir kız… Kötü bir tarafı hiç yok.”
Bunları Prokopiç kendi kendine konuşuyordu. Daniluşko’nun bu kızdan gözünü ayırmadığını uzun süredir fark etmişti. Kız da karşılıksız değildi. Prokopiç bir gün sanki tesadüfmüş gibi bu konuyu açtı. Daniluşko ise dediğinde diretiyordu:
“Bekle! Şu kâseyle işimi bir bitireyim. Artık bıktım bununla çalışmaktan. Eli kulağında. Bir tek çekiç darbeleri kaldı. Sen ise sürekli evlilikten söz ediyorsun! Biz Katya’yla anlaştık. Beni bekleyecek.”
Daniluşko sonunda kâseyi çiftlik beyinin çizimine göre tamamladı. Tabi ki kâhyaya söylemediler ama evde küçük bir kutlama yapmayı planlıyorlardı. Gelin adayı Katya, anne ve babasıyla beraber geldi ve daha başka misafirler… Çoğunlukla bakır taşı ustaları… Katya kâseyi görünce çok şaşırdı:
“Bu motifi yontmayı ve taşı hiçbir yerinden kırmamayı nasıl başardın? Bu kadar temiz ve düzgün bir tornayı nasıl yapabildin?”
Ustalar da aynı fikirdeydiler:
“Tam da çizime uygun olarak! Kusursuz. Temiz bir işçilik. Neredeyse daha mükemmeli imkânsız. Böyle çalışmaya devam edersen sana yetişmemizin mümkünatı yok.”
Daniluşko uzun uzun dinledi ve şöyle dedi:
“Beni üzen de kötü bir tarafının olmaması. Yüzeyi dümdüz, desenler tertemiz, oyma kısımları tam çizime göre. Ama ya güzelliği nerede? Alın size gerçek bir çiçek… Hiç çirkin bir yanı yok. Ona bir bakıyorsunuz, yüreğiniz mutlulukla doluyor. Peki ya bu kâse kimi mutlu edecek? Ne için yapılmış? Kim baksa, tıpkı Katya gibi, ustanın gözleriyle ellerine, taşın hiçbir yerini kırmamak için sarfettiği sabra hayran kalıyor.”
“Peki hatası nerede?” diye güldü ustalar. “Alttan ekleyip perdahla örtmüşsün ve böylece kenarları görünmez olmuş.”
“Aynen öyle… Peki, size soruyorum, taşın güzelliği nerede? Buradan bir damar geçiyor ama sen onun üzerine delik açıp çiçek kesiyorsun. Bunların burada işi ne? Bunlar taşı bozuyor. Ama taş nasıl da güzel! Taşın ilk hali! Anlıyor musunuz, ilk hali, nasıl da güzel!”
Hiddetlenmeye başlamıştı. Galiba içkiyi de biraz kaçırmıştı.
Ustalar Daniluşko’ya Prokopiç’in bunu defalarca söylediğini hatırlattılar:
“Taş taştır. Onunla ne yapılır? Bizim işimiz, yontup kesmek.”
Orada bir ihtiyarcık vardı. Prokopiç’in ve diğer ustaların da ustasıydı. Herkes ona dede derdi. Eli ayağı tutmaz bir haldeydi. Ama sohbete ortak oldu ve Daniluşko’ya şöyle dedi:
“Sevgili oğlum, yanlış yoldasın! Bunları kafandan uzaklaştır! Yoksa dağ ustaları efendisinin eline düşersin…”
“Hangi ustalar, dedeciğim?”
“İşte onlar… Dağda yaşarlar, kimse onları göremez… Sahipleri ne derse onu yaparlar. Bir keresinde gördüm onları ben. İş dediğin öyle olur! Buradakinden, bizim yaptığımızdan farklıdır onlarınki.”
Herkes merak etti bu konuyu. İhtiyara onların yaptığı hangi eşyayı gördüğünü sordular.
“Yılanı gördüm. Sizin bilezik olarak yonttuğunuzdan.”
“Ee, nasıldı peki?”
“Diyorum ya, buradakilerden farklı. Onu gören usta hemen buranın işi olmadığını anlar. Bizim bileziklerde yılanı o kadar temiz yontamıyorlar, taş olduğu belli oluyor ama onlarınki gerçek gibi. Simsiyah sırtı, gözleri… Her an sokmaya hazır gibi. Ne de olsa onlar taştan çiçeği görmüşler, güzellikten anlıyorlar.”
Daniluşko taştan çiçeği duyar duymaz ihtiyarı soru yağmuruna tuttu. İhtiyar açık açık konuştu:
“Bilmiyorum, sevgili oğlum. Sadece böyle bir çiçeğin olduğunu duydum. Bizim buralı halkın onu görmesi imkânsız. Onu görenin bu dünyada yüzü gülmez.”
“Ben görmek isterdim,” dedi Daniluşko.
Nişanlısı Katenka bunu duyunca çırpınmaya başladı:
“Ne, sen ne diyorsun Daniluşko? Bu dünyadan bıktın mı yoksa?” Ve gözyaşlarına boğuldu.
Prokopiç ve diğer ustalar işin nereye varacağını sezip ihtiyarı alaya almaya başladılar:
“Dede, sen bunamaya başladın. Masallar anlatıyorsun. Çocuğun aklını çeliyorsun.”
İhtiyar heyecanlandı ve yumruğuyla masaya vurdu:
“Böyle bir çiçek var! Delikanlı doğru söylüyor. Biz taştan anlamıyoruz. Taştan çiçek tüm güzelliğini sergiliyor.”
Ustalar alaya devam ettiler:
“Dede, sen içkiyi fazla kaçırdın!”
“Taştan çiçek diye bir şey var,” diye diretti ihtiyar.
Bir süre sonra misafirler dağıldı ama bu konuşma Daniluşko’nun kafasından bir türlü çıkmıyordu. Tekrar ormana gitmeye, boru çiçeğinin oralarda dolanmaya başladı. Düğünü ise düşündüğü yoktu. Prokopiç bu durumda onu zorlamak mecburiyetinde kaldı:
“Kızı niye mahcup ediyorsun? Kaç yaşında gelin olacak? Bekle, bekle, nereye kadar… Onunla alay edecekler. Milletin ağzı torba mı büzesin?”
Daniluşko kendi dediğinde diretiyordu:
“Çok az daha sabret! Biraz düşünüp uygun taşı seçeceğim.”
Gumeşki’deki[44 - Gumeşki, Rusya’daki en zengin bakır dağlarından biridir. Özellikle Çarlık Rusyası’nda en büyük bakır madeni yatağı olarak işletilmiş ve buradan çok büyük kazançlar elde edilmiştir. (ç.n.)] bakır madenine gitmeyi alışkanlık haline getirdi. Madene indiğinde yukarı çıkarılan bakır taşlarının ayıklandığı yüzey kısmında dolaşıyordu. Bir keresine eline aldığı bir taşı evirip çevirdi, iyice inceledi ama sonra “Hayır, bu o değil,” diyerek bıraktı.
Bunu der demez bir şey dile geldi:
“Başka yerde ara… Yılan Dağı’nda.”
Daniluşko etrafına bakındı – kimse yok. Kimdi o? Dalga mı geçiyorlar… Etrafta gizlenecek yer de yok… Biraz daha bakındı ve eve gitti. Arkasından bir ses yine:
“Danilo usta, duydun mu? Yılan Dağı diyorum.”
Daniluşko etrafına bakındı. Mavi bir dumana benzer bir kadın görünür gibi oldu sanki. Sonra sesler kesildi.
“Bu da neyin nesi?” diye düşündü Daniluşko. “Yoksa yılanın kendisi mi? Yılan Dağı’na gitsem ne olur ki?”
Bu dağı Daniluşko iyi bilirdi. Yılan hep orada olurdu, Gumeşki’ye yakın bir yerdeydi. Ama yılan artık oralarda olamazdı, her yeri çoktan kazmışlar, yerin üstündeki taşları toplamışlardı.
Daniluşko ertesi gün de o tepeye gitti. Tepe fazla yüksek değildi ama yamacı dikti. Bir tarafı tamamen budanmış gibiydi. Kayaların katmanlaştığı yer en iyi cinstendi. Bütün tabakalar hiçbir yerde olmadığı kadar iyi görülüyordu burada. Daniluşko bu katmanlı yere gitti. Burada bir bakır taşı, yerinden sökülmüştü. Büyük bir taştı, elle taşımak imkânsızdı. Sanki çalı şekli verilmişti. Daniluşko bu hazineyi incelemeye koyuldu. Her yönüyle tam da istediği gibiydi: taşın altına doğru renk koyulaşıyordu, damarlar tam da gerekli yerlerdeydiler… Her şey olması gerektiği gibiydi… Daniluşko çok sevindi, atının peşinden koşarak taşı eve getirdi:
“Bak nasıl bir taş buldum!” dedi Prokopiç’e. “Tam da benim kâsem için özel olarak yapılmış gibi. Artık hızlıca yaparım. Sonra da evlenirim. Katenka beni gerçekten de çok bekledi. Benim için de kolay olmadı. Beni tutan sadece bu işi tamamlamak. Çabucak bitse bari!”
Ve Daniluşko taşı işlemeye koyuldu. Ne gecesi vardı ne de gündüzü… Prokopiç ise bu işe hiç sesini çıkarmıyordu. Delikanlı belki de sakinleşir ve avunur diye düşünüyordu. Çalışma hızlı ilerliyordu. Taşın alt kısmını tamamlamıştı. Görünüşü aynı boru çiçeği gibiydi. Enli yaprakları kümeler halinde, tırtıklı ve damarlıydı. Daha iyisi olamazdı. Prokopiç de tıpkı canlı gibi olduğunu, insanın eliyle dokunası geldiğini söylüyordu. Ama taşın üstlerine doğru ilerledikçe engeller çıkmaya başladı. Daniluşko sap kısmını yonttu; yan taraflardaki yapraklar incecikti, zar zor tutunuyorlardı! Fincan kısmı, boru çiçeğine benziyordu ama o değildi işte… Taştan çiçek, canlılığını ve güzelliğini yitirmişti. Daniluşko’nun uykuları bölündü. Yaptığı kâsenin başında oturuyor, nasıl düzelteceğini, daha iyi nasıl yapabileceğini düşünüyordu. Prokopiç ve kâseye bakmaya gelen diğer ustalar hayret ediyor, delikanlının daha ne istediğine anlam veremiyorlardı. Sonunda kâse ortaya çıktı. Şimdiye kadar kimse daha iyisini yapamamıştı ama Daniluşko’nun içine sinmedi. Delikanlı artık deliliğin sınırına gelmişti, onu tedavi etmek gerekiyordu. Katenka insanların ne konuştuğunu duyuyor, durmadan ağlıyordu. Bu durum Daniluşko’yu da yola getirdi:
“Tamam,” dedi. “Daha fazla uğraşmayacağım. Belli ki benden daha fazlası çıkmayacak, taşın gücünü yakalayamayacağım.”
Ve düğün için bu sefer kendisi acele etmeye başladı. Telaşa gerek yoktu ki, gelinin her şeyi çoktan hazırdı… Düğün gününü ayarladılar. Daniluşko’nun neşesi yerine geldi. Kâhyaya kâseden bahsetti. Kâhya koşarak geldi. Şöyle bir baktı: mükemmeldi! Kâseyi hemen çiftlik beyine yollamak istedi ama Daniluşko şöyle dedi:
“Az bekle. Son bir detay kaldı.”
Sonbahar mevsimiydi. Dolayısıyla düğün Yılan Bayramı’na denk geldi. Bu arada birileri yakında bütün yılanların bir yerde toplanacağını hatırlattı. Daniluşko bu sözleri bir işaret olarak algıladı. Bakır taşından yapılma çiçekle ilgili konuşmaları tekrar hatırladı. Bir şeyler onu çekiyordu: “Son bir kez Yılan Dağı’na gitsem mi? Orada bir şeyler öğrenemez miyim?” Sonra bir de taşı hatırladı: “Sanki her şey ayarlanmış gibiydi! Madende… Yılan Dağı’yla ilgili konuşan o ses…”
Ve Daniluşko dağa gitti. O mevsimde toprak, artık donmaya, hafiften kar tutmaya başlamıştı. Daniluşko taşı aldığı dönemeçli yere geldi, etrafına bakındı. Aynı yerde sanki bir taş, kırılarak alınmış gibi büyükçe bir çukur oluşmuştu. Daniluşko bu taşı kimin kırdığını hiç düşünmeden çukura yaklaştı. “Biraz oturayım, rüzgârdan korunayım. Burası daha kuytu”, diye düşündü. Etrafına bakındı, bir duvarın dibinde masaya benzer bir taş vardı. Oraya oturdu, düşüncelere daldı. Toprağa bakıyordu ve şu taştan çiçek meselesi bir türlü aklından çıkmıyordu. “Bir görebilsem!..” Tam o anda hava sanki yaz gelmiş gibi birden ısınıverdi. Daniluşko kafasını kaldırdı. Tam karşısında, öbür duvarın dibinde Bakır Dağı’nın sahibi oturuyordu. Bakır taşından yapılma giysisinden ve bir de güzelliğinden Daniluşko onu hemen tanıdı. Ama bir yandan da şöyle düşünüyordu: “Belki de bana öyle geliyor. Aslında etrafta kimse yok.” Oturdu, sustu, dağın sahibinin oturduğu yere baktı, bir şey göremiyor gibiydi. Dağın sahibi de susuyordu, sanki düşüncelere dalmıştı. Sonra sormaya başladı:
“Ee, Danilo usta, boru çiçeği kâsen güzel olmadı mı?”
“Olmadı.”
“Pes etme! Yenisini dene. Tasarladığın gibi bir taş bulacaksın.”
“Hayır,” dedi Daniluşko. “Daha fazlasını yapamam. Bitkin düştüm, bir türlü olmuyor. Taştan çiçeği göster bana.”
“Göstermek kolay ama sonra pişman olursun.”
“Dağa mı hapsedeceksin?”
“Neden hapsedeyim? Yol açık ama gidenler yine bana dönüyorlar.”
“Merhamet et de göster bana taşı!”
Dağın sahibi Daniluşko’yu ikna etmeye çalıştı:
“Belki de biraz çabalarsan kendin görürsün.” Aynı zamanda Prokopiç’i de düşünüyordu: “Ustan sana acıdı, şimdi de sen ona acımalısın.” Sonra nişanlısını hatırlattı: “Seni deli gibi seviyor ama senin aklın başka yerde.”
“Biliyorum,” diye bağırdı Daniluşko. “Ama taştan çiçeği görmeden bana hayat hakkı yok. Göster bana onu!”
“Madem öyle, Danilo usta, bahçeme gidelim.”
Dağın sahibi böyle dedi ve ayağa kalktı. O anda sanki toprak kırıntıları dökülüyormuş gibi bir uğultu duyuldu. Daniluşko etrafına bakındı, duvarlar yok olmuştu. Uzun ağaçlar vardı ama bizim ormandakiler gibi değil, taştan yapılmaydılar. Kimileri mermerden, kimileri yılantaşındandı… Türlü türlü… Ama dallarıyla, yapraklarıyla canlıydılar. Rüzgârdan sallanıyor ve yuvarlanan çakıl taşları gibi uğulduyorlardı. Daha aşağılarda otlar vardı, onlar da taştan yapılmıştı. Gök mavisi, kırmızı… Çeşit çeşit… Güneş görünmüyordu ama etraf gün batımı öncesi gibi aydınlıktı. Ağaçların arasında altın yılanlar oynaşır gibi kıvrılıyorlardı. Onlardan ışık da yansıyordu.
Dağın sahibi, Daniluşko’yu büyük bir alana götürdü. Orada toprak, bildiğimiz kil gibiydi ama üzerinde kadife gibi siyah fundalıklar vardı. Bu fundalıklarda bakır taşından yapılma, iri ve yeşil çançiçekleri vardı ve her birinin üzerinde boyalı bir yıldız bulunuyordu. Bu çiçeklerin üzerinde ateşten arılar parlıyor, yıldızlar inceden inceye şarkı söyler gibi çınlıyorlardı.
“Evet Danilo usta, gördün mü?” diye sordu dağın sahibi.
“Aynısını yapacak taş asla bulunmaz,” diye cevap verdi Daniluşko.
“Eğer kendin düşünebilseydin sana böyle bir taş verirdim ama artık veremem,” dedi dağın sahibi kolunu sallayarak. Tekrar bir uğultu oldu ve Daniluşko kendini aynı çukurun içinde buldu. Rüzgâr hâlâ uğulduyordu. Ne de olsa mevsim sonbahardı.
Daniluşko eve geldi. O gün gelin evinde eğlence vardı. Daniluşko önce kendisini mutluymuş gibi gösterdi, şarkılar söyledi, dans etti ama sonra üzerine sanki bir bulut çöktü. Gelin korkuya kapıldı:
“Ne oldu sana? Sanki cenaze evinde gibisin!”
Daniluşko cevap verdi:
“Başım çatlıyor. Gözümde yeşil ve kırmızı karartılar var. Işığı göremiyorum.”
Eğlence o anda sona erdi. Adet olduğu üzere gelin, kız arkadaşlarıyla birlikte damadı uğurlamaya gitti. Yol uzak değildi. Bir, bilemediniz, iki ev ötede oturuyorlardı. Katenka arkadaşlarına seslendi:
“Halka oluşturalım kızlar. Bizim sokağın sonuna kadar gidelim, Yelanskaya sokağından dönelim.”
Kendi kendine “Daniluşko rüzgârda kalacak, ona dokunmasa bari,” diye düşünüyordu.
Kızlar ise… Mutlu mesut yürüyorlardı.
“Tamam,” diye bağırdılar. “Uğurlama zamanı. Evi de çok yakın zaten.”
Bu durumda damadı uğurlama şarkısını söylemeye bile gerek kalmadı.
Sessiz bir geceydi ve kar yağıyordu. Tam gezilecek bir hava vardı. Onlar da öyle yaptılar. Gelinle damat önden gidiyordu. Eğlenceye katılan bekâr bir gençle gelinin kız arkadaşları biraz geride kaldılar. Kızlar uğurlama şarkısını söylemeye başladılar. Şarkı, sanki cenaze uğurluyor gibi ağır ve hazindi. Katenka bunun gereksiz olduğunu düşündü: “Daniluşko olmadan asla mutlu olamam, bunlar da şu ağıtı nereden çıkardılarsa?”
Katenka, Daniluşko’yu başka şeyler düşünmeye zorladı. Daniluşko önceleri onunla konuşuyordu ama sonradan tekrar hüzünlenmeye başladı. O sırada gelinin arkadaşları şarkıyı bitirdiler ve neşelendiler. Gülüp koşuşturuyorlardı. Daniluşko ise canlı cenaze gibiydi. Katenka ne kadar uğraşsa da onu neşelendiremedi. Eve kadar bu halde gittiler. Bekâr delikanlıyla genç kızlar dağıldılar. Daniluşko ise adet olmamasına rağmen nişanlısını evine bıraktı ve tekrar kendi evine döndü. Prokopiç çoktan uyumuştu. Daniluşko sessizce ocağı yaktı, yaptığı kâseleri evin ortasına getirdi ve onlara bakmaya başladı. O sırada Prokopiç’in öksürüğü tuttu. Öksürmekten ciğerleri sökülüyordu adeta. Son zamanlarda sağlığı iyice bozulmaya başlamıştı. Bu öksürük Daniluşko’nun yüreğini burktu. Geçmişi hatırladı. İhtiyara çok acımıştı. Prokopiç öksürdü ve şöyle sordu:
“O kâselerle ne yapıyorsun?”
“Öylesine bakıyordum. Onları vermenin zamanı gelmedi mi?”
“Çoktan geldi. Boşuna yer kaplıyorlar. Bunlardan daha da iyisi yapılamaz.”
Biraz daha sohbet ettikten sonra Prokopiç tekrar uykuya daldı. Daniluşko da yattı ama bir türlü uyku tutmuyordu. Yatakta döndü durdu, sonra kalktı, ocağa odun attı, kâselere baktı ve Prokopiç’e doğru yaklaştı. İhtiyarın baş ucunda biraz bekledi ve iç çekti…
Sonra çekici eline aldı, bir ah çekip boru çiçeğine vurdu, paramparça etti. Çiftlik beyinin çizimine göre yaptığı kâseye ise hiç dokunmadı. Ortasına tükürdü ve koşarak oradan uzaklaştı. Bir daha da Daniluşko’yu gören olmadı.
Kimileri aklını yitirdiğini ve kendini ormana attığını, kimileri de dağın sahibinin onu dağ ustalarının yanına aldığını söylediler.
Ama işin aslı başkaydı. Bunu da size bir başka hikâye anlatacak.

    1938

SAŞA ÇYORNIY

(1880-1932)


Şair, nesir yazarı ve çevirmen olan Saşa Çyornıy 1 Ekim 1880 tarihinde Ukrayna’nın Odessa şehrinde beş çocuklu bir ailenin evladı olarak dünyaya gelir. Gerçek ismi Aleksandır Mihayloviç Glikberg’dir.
Yazar, satirik şiirlerinin yanı sıra Almancadan yaptığı çevirilerle çocuk yazarı olarak kısa sürede ünlenir. 1917 Bolşevik Devrimi, yazarı Rusya’nın Pskov şehrinde yakalar. Çyornıy, Bolşeviklerin ideolojisiyle uyuşamayan diğer entelektüeller gibi vatanını terk etmek zorunda kalır. 1920 yılında eşiyle birlikte önce Litvanya’nın Kaunas şehrine, oradan da Berlin’e gider. 1924 yılından itibaren, Fransa’da yaşamaya başlayan yazar, burada çalışmalarını daha çok Rus kültürünü ve tarihini tanıtmaya yönelik yapar. Bu doğrultuda 1924 yılında Profesör Patraşkin’nin Rüyası (Сон профессора Патрашкина), 1928 yılında Kedi Sanatoryumu (Кошачья санатория), 1930 yılında da Pembe Kitap (Румяная книжка) başlıklı çocuk kitaplarını yayımlar. Nitekim burada çevirisi yapılan öykü de yazar tarafından 1927 yılında Paris’te yayımlanan ünlü çocuk Foks Köpeği Mikki’nin Günlüğü (Дневник Фокса Микки) kitabına aittir.
Farklı bir üslup ve tarza sahip olan Saşa Çyornıy, yaşadığı La Favier kasabasında 5 Ağustos 1932 tarihinde çıkan bir yangını söndürme çalışmasından hemen sonra evde geçirdiği kalp krizi sonucunda hayata gözlerini yumar. Yazarın naaşı Fransa’nın güneyinde bulunan Toulon şehrinin Le Lavandou mezarlığına defnedilir.

FOKS KÖPEĞİ MİKKİ’NİNGÜNLÜĞÜ

Funda TEMUR[45 - Araştırma Görevlisi, Gazi Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Rus Dili ve Edebiyatı Bölümü, fundatemur@hotmail.com]

Zina, Yemek, İnek ve Benzeri Diğer Konular Hakkında
Sahibim Zina, kız çocuğundan çok foks köpeğine benzer. Sanki küçük bir köpekmiş gibi cıyak cıyak bağırır, zıplar, elleriyle topu yakalar (ağzıyla yakalayamaz) ve ısıra ısıra şeker yer. Düşünüyorum da; kuyruğu yok mu onun? Her zaman bornozunu giyerek banyoya gider, benim ise banyoya girmeme izin vermez, ben de onu gizlice gözetlerim.
Dün Zina övünmeye başladı: “Ne kadar da çok defterim var görüyorsun Mikki, değil mi? Aritmetik, Dikte, Kompozisyon… Ah sen ise, mutsuz bir köpek yavrususun, ne konuşabiliyorsun, ne okuyabiliyorsun, ne de yazabiliyorsun.”
Hav! Ben düşünebiliyorum ve en önemlisi de bu. Hangisi daha iyi: düşünen bir foks köpeği mi yoksa konuşan bir papağan mı?
Büyük harflerle yazılmış çocuk kitaplarını çok az okuyabiliyorum.
Yazmayı da… Gülün, gülün (insanlar güldüğünde, tahammül edemiyorum)! Ben de yazmayı öğrendim. Evet, patilerimdeki parmaklarımın bükülemediği doğru, zira ben ne insanım, ne de maymun. Ama ağzıma kurşun kalemi alıyorum, defter kıpırdamasın diye pençemle tutuyorum ve yazıyorum.
Başlangıçta harfler ezilmiş yağmur solucanına benziyordu. Ancak foks cinsi köpekler kızlardan çok daha çalışkandırlar. Artık ben Zina’dan daha iyi yazıyorum. Ama henüz kalem açamıyorum. Kalemimin ucu bittiğinde, sessizce çalışma odasına koşuyorum ve açılmış kalem çöplerini masadan sıyırıyorum.
***
Üç yıldız koyuyorum. Çocuk kitaplarında gördüm: İnsan yeni bir fikre kapıldığında, üç yıldız koyar…
Hayatta her şeyden önemli olan şey nedir? Yemek yemek. Numaraya lüzum yok! Ev insan dolu. Onlar konuşuyorlar, okuyorlar, ağlıyorlar, gülüyorlar, sonra da yemek yiyorlar. Sabah yemek yerler, öğlen yemek yerler, akşam yemek yerler. Zina ise geceleyin yer, bisküvileri ve çikolataları yastığın altına saklar ve gizlice ağzını şapırdata şapırdata yer.
Ne kadar da çok yerler! Ne kadar uzun sürede yerler! Ne kadar sık yerler! Bir de bana pisboğaz derler…
Dana etinin kemiğini bana verirler (etini kendileri yerler!), küçük bir tabakla süt koyarlar hepsi bu.
Zina ve diğer çocuklar gibi sataşıp, daha fazlasını istiyor muyum? Komposto olarak adlandırdıkları mayaya benzer tatlıyı, kara erik ve üzüm kurusundan yapılı sıvı iğrenç şeyi veya dondurma dedikleri o korkunç şeyi ben yiyor muyum? Ben tüm köpeklerin en nariniyim, çünkü ben foks cinsi köpeğim. Zina’nın elinden özenle aldığım kemiği, bisküviyi ve her şeyi kemirir ve yerim.
Ama onlar… Niye bu çorbalar? Sade su daha lezzetli değil mi?
Kavurmaya katarak tadını bozdukları bu bezelyeler, havuçlar, kerevizler ve diğer iğrenç şeyler ne için?
Neden haşlayıp, kavuruyorlar ki?
Kısa bir süre önce çiğ etten bir parça tattım (et parçası mutfakta yere düştü ve onu yemek benim hakkımdı)… Sizi temin ederim, tüm bu tavada cızırdayan etlerden daha lezzetliydi.
Keşke kaynatmasa ve kızartmasalar, ne kadar da iyi olurdu! Keşke aşçılar olmasa (onlar uysal köpeklere nasıl davranacaklarını bilmiyorlar). Her şey kap olmadan yerden yense, benim için daha keyifli olurdu. Yoksa her zaman masanın altında, başkalarının ayaklarının dibinde oturmak zorunda kalıyoruz. İtekliyorlar, ayaklarımıza basıyorlar. Aman ne keyifli!…
Ya da daha iyisi evin önündeki çimlerde yesek. Herkese birer çiğ et verilse. Yemekten sonra da, Zina’nın benimle yaptığı gibi, herkes yuvarlanır ve bağrışırdı… Hav hav!
Bana pisboğaz diyorlar (kedinin mamasından bir yudum süt içtim, sanki ne olmuş)…
Oysa kendileri… Çorba, kızartma, komposto ve peynirin üstüne ayrıca çeşitli renkte şeyler içiyorlar; kırmızı şarap, sarı bira, siyah kahve… Ne için? Masanın altında gözüm yaşarana kadar esniyorum, insanların etrafında dolanmaya alışığım, onlar ise sürekli oturuyor, oturuyor, oturuyor… Hav! Ve herkes konuşuyor, konuşuyor, konuşuyor, sanki herkesin karnında bir gramofon çalışıyor.
***
Üç yıldızcık.
Yeni fikir. Bizim inek aptaldır. Neden bu kadar süt verir? Tek bir buzağı var, ama o bütün evi besliyor. Bu kadar süt verebilmek için bütün gün çimleri yiyor, buna bakmak bile acı verici. Ben dayanamazdım. Neden at o kadar süt vermiyor? Neden kedi sadece kendi yavrularını besliyor ve başka kimseyi düşünmüyor?
Acaba konuşan papağanın aklına böylesi bir fikir gelir mi?
Bunun dışında. Tavuklar neden bu kadar yumurta verir? Tam bir felaket. Tavuklar hiçbir zaman mutlu değiller, uykulu sinekler gibi ortalıkta geziniyorlar, uçmayı tamamen unuttular, diğer kuşlar gibi şarkı da söyleyemiyorlar… Tüm bunlar hep şu kahrolası yumurtalar yüzünden.
Yumurtalara tahammül edemiyorum. Zina da öyle.
Eğer tavuklar ile konuşabilseydim, onlara bu kadar yumurta yapmamalarını tavsiye ederdim.
Her şeye rağmen foks köpeği olmak iyidir; çorba içmem, Zina’nın parmaklarının ucunda gezdiği bu kahrolası müzikte dans etmem, süt ve Zina’nın babasının dediği gibi “bunun gibi şeyler” vermem.
Çıt! Kalem kırıldı. Daha dikkatli yazmak gerek, kalemlerin hepsi çalışma odasında, orası da kilitli.
Gelecek sefer köpek şiirleri yazacağım, ilgimi çekiyor.

    Foks Mikki,
    Yazabilen ilk köpek
Şiirler, Kedi Yavruları ve Pireler
Yetişkinler her zaman kendileriyle ilgili şeyler okurlar. Bu yetişkinler sıkıcı insanlar. Tıpkı yaşlı köpekler gibi. Zina ise yüksek sesle şarkı söyler gibi okur, sürekli dönüp durur, ellerini dizlerine vurur ve bana dilini gösterir. Tabi ki böylesi daha keyifli. Ben minderde yatar, onu dinlerim ve pireleri avlarım. Bu, okuma esnasında çok hoş olur.
Zina’nın et doğrar gibi daha özenle okuduğu şeylerin olduğunu fark ettim. Duraksar, damağını şaklatır ve yine devam eder. Her satırın sonunda benim narin kulaklarımda birbirine benzer tınılar çınlar; “babaların çocukları, ölülerin ağları”… Ve bunlara şiir deniliyor.
Dün bütün gün koltuğun altında yattım, hatta zayıfladım. Hep böyle bir şiir yazmak istedim. Buldum ve acayip gururluyum.
Verandada keskin bir rüzgâr.
Yaprakları hızlıca büker.
Ben neşeli foks köpeği Mikki,
Hayvanların en akıllısı!
Muhteşem! Şiir yazdım ve öyle heyecanlandım ki yemek bile yiyemedim. Düşünsenize! Bu dünyadaki ilk köpek şiiri, hâlbuki ben ne okula gittim, ne de “şairler mektebinde” eğitim aldım… Acaba bizim aşçı kadın böyle şiirler yazabilir mi? Oysa o 43, ben ise sadece 2 yaşındayım. Hav! Bu cüce Zina’nın evinde kimin yaşadığına dair hiçbir fikri yok… Beni peçeteyle kundakladı, dizlerine yatırdı ve manikür yapmaya başladı. Susuyor ve kızıyorum. Acaba bu kız milleti yararlı bir şeyler düşünüyor mudur?
Ve yatarak içimden kendi şiirlerimi tersten okumaya çalıştım. Hav! Belki böyle kulağa daha hoş gelir?…
Sert rüzgâr verandada
Hızla savurur tüm yaprakları
Mikki foks neşeliyim ben
Hayvanların en akıllısı…
Ay, ay, ay! Bu da ne böyle?
Kedi yavruları! Söyleyin lütfen! Onların annesi, kurnaz yaratık, tüm gün parkta ortalıktan kaybolur; bir bakmışsın yok, ağaçtaki sivrisinek gibi. Ben ise onun yavrularıyla oynamak zorundayım… Biri benim burnumu yalıyor. Ben de onu yalıyorum, ama dişlerim nedense gıcırdıyor… Diğeri kulağımı emiyor. Sanki onun annesi benim… Üçüncüsü sırtıma tırmanıyor ve sanki elinde rende varmış gibi beni tırmalıyor. Mrrrr! “Sessiz ol Mikki sessiz…” Zina gözünden yaş gelene kadar kahkaha atıyor: “Sen, diyor, onların amcaları gibisin…”
Kızmıyorum. Onların da birini yalaması, emmesi ve tırmalaması gerekiyor. Ancak neden bu kız gülüyor?
Ne kadar tuhaf, ne kadar tuhaf! Bugün vicdansız kedi nihayet çocuklarına geri döndü. Biliyor musunuz, yavru kediler beni bırakıp annelerinin altına sokulunca masa örtüsünün altından baktım, hasetten tüm dişlerimi sıktım ve sinirle hıçkırdım. Bunun üzerine kesinlikle bir şiir yazacağım.
Dışarı çıktım. Yavru kediler ile artık oynamak istemiyorum. Benim değerimi bilmediler. Zina ile de artık oynamak istemiyorum. Burnuma ruj sürdü.
Bundan sonra vahşi bir foks olacağım, bir kestane kovuğunda yaşayacak ve güvercin avlayacağım. Uuu!
***
Gramofon plağının üzerinde bir resim gördüm. Bir foks köpeği gramofon borusunun önünde oturmuş, kafasını yana çevirmiş, kulağını salmış ve dinliyor. Saçmalık! Hiçbir evcil foks köpeği bu hırıltılı ve deli saçması makineyi dinlemez. Zina’nın babası olsaydım, ben daha iyisini yapar ve salonda bir inek beslerdim. İnek de homurdanıyor ve bağırıyor, üstelik onu evde sağmak ahıra gitmekten çok daha rahat olur. Ne ilginç bu insanoğlu…
Zina ile barıştım: oyuncak bowling topunu rulo yapıp parke üzerinde yuvarlıyor, bense bacaklarımla onu yakalıyordum. Ah, yakalayabileceğim yuvarlak olan ve yuvarlanan her şeyi ne kadar da seviyorum!
Lakin kız çocuğu hep kız çocuğudur. Yere oturdu ve esnedi. “Hey Mikki, aynı şeyi yüz kere yapmaktan sıkılmadın mı sen?”
Öyle mi? Zina’nın oyuncak bebeği, kitapları, kız arkadaşları var, babası sigara içer, aptalca iskambil kartlarıyla oynar, gazete okur; annesi tüm gün giyinir, soyunur. Benim ise sadece bir topum var, ama beni hep azarlıyorlar!
Pirelerden nefret ediyorum. Ne-ff-rr-ee-t. Bence aşçı kadını ısırabilirler (Zina’ya kıyamam), ama nerde, bütün gün bana dadanıyorlar, sanki şekerim. Kedi yavrularından bile bana atlıyorlar. Pekiyi! Ön tarafa gideceğim, sırtımı yere doğru uzatarak kaba bir paspasın üzerine uzanacağım, onları kaşıyacağım ve böylece bayılacaklar. Hav hav hav!
Şömine yaktık. Ateşe bakıyorum. Ama ateşin ne olduğunu kimse bilmiyor.

    Foks Mikki
    Dünyada ondan daha akıllısı olmayan köpek şair
Farklı Sorunlar, Rüyam ve Köpek Düşüncelerim
Soru, sonunda bir balık kancasının, yani soru işaretinin olduğu bir satıra deniyor.
Beş soru kafamı kurcalıyor. Neden Zina’nın babası “gözlerinin yerinden fırladığını” söyledi ki? Onlar hiçbir yere fırlamadılar, gözlerimle gördüm. Neden aptalca şeyler söylüyor ki? Gardıroba doğru yanaştım, aynanın önünde oturdum ve var gücümle yukarı doğru baktım. Saçmalık! Alın da gözler de olduğu yerde duruyor.
Ayda foks köpekleri yaşıyor mu, ne yerler, benim aya doğru yaptığım gibi onlar da dünyaya doğru uluyorlar mı? Tabak şeklindeki ay birden günlerce ortadan kaybolduğunda foks köpekleri nereye gidiyordur? Mikki, Mikki bir gün aklını kaçıracaksın!
Neden balıklar livar[46 - Livar: Suyun altında balıkların kaçmasını engelleyen kapaklı ağ. ( ç.n. )] denen boş ağa giriyorlar ki? Eğer suyun altında nasıl yaşayacağını bilmiyorsan, gölette sessizce oturursun. Balıklara çok üzülüyorum. Sabah yüzen ve baloncuk çıkaran balıklar, akşama karanlık ve dar bir insan midesinde sindiriliyor. Dahası, vahşi kedi tüm artık bağırsakları bahçeye dağıtıyor…
Neden Zina’nın dadısı hep esmer iken, bugün saçları saman demeti gibi? Zina kıkırdadı, bense korktum ve düşünceye daldım. Ah Mikki, iyi ki bir köpeksin. Seni böyle bir papağanla evlendirselerdi, salı günü siyah, çarşamba turuncu, perşembe mavi ve yeşil çizgili… Aman aman. Ateşim çıktı hemen.
Neden kötü davrandığımda suratıma hemen köpek namlusu takıyorlar, bahçıvan ise haftada iki kez sarhoş olur, sinirli boğa gibi kabadayılık taslar, ama ona bir şey yapmazlar? Zina’nın amcası bahçıvanın “gazi” olduğunu, bu nedenle ona hoşgörüyle yaklaşılması gerektiğini söylüyor. Mutlaka “gazinin” ne olduğunu öğreneceğim ve gazi olacağım. Bana da hoşgörülü davransınlar. Kemiğimi bitirmeye gideceğim (Onu sakladım… Nerede? Bunu söylemem!). Sonra tekrar yazacağım.
***
Ah, rüyamda ne gördüm! Köpek okulunun müdürü olmuşum. Köpekler sınıfta oturuyorlar ve “ünlü köpeklerin tarihleri”, “doğru köpek davranış kuralları”, “beyin kemiğini nasıl yemek gerekir” ve köpekleri ilgilendiren diğer konularda dersler dinliyorlar.
Küçüklerin sınıfına girdim ve “Merhaba köpekçikler,” dedim. Hav hav hav, Müdür bey! “Bunlardan memnun musunuz Bay Mops?” Müzik öğretmeni olan Bay Mops gevelendi ve mırıldandı. Şikâyet edemem. Gayret gösteriyorlar. “İyi bakalım. Yetkime dayanarak köpekçiklerin yarım saat salıverilmesini emrediyorum.”
Aman Tanrım, birden olan oldu! Köpekçikler çete halinde üzerime atladı. Yere yapıştırdılar. Biri bana bir mürekkep püskürttü, bir diğeri beni kuyruğunun ucundaki bir tüyle deldi, ah! Üçüncüsü kulaklarımı yana doğru çekmeye başladı, sanki kauçuk gibi… Bir lokomotif gibi ses çıkardım ve uyandım. Ay! Yerde bir hamamböceği oturmuş Zina tarafından atılan bisküviyi yiyor. Panjur pencereye çarpıyor. Uu-uu-uu!…
Zina’nın odası kilitli. Mutfağın arkasındaki köşeye süzüldüm ve aşçının yatağının yanındaki halıya kıvrıldım. Tabii ki aşçıyı sevmiyorum, o bir horluyor, raftaki kavanozlar yerinden oynuyor, tombul ayağını battaniyenin altından çıkardı ve parmaklarını uykusunda kımıldattı… Ne yaparsın işte?
Pencereden ışık gelmeye başladı, ben ise yatarak düşünüyordum; rüyam ne anlama geliyor? Aşçının tozlanmış bir rüya tabirleri kitabı vardı. Şişman parmaklarıyla onun sayfalarını sık sık çevirir ve her seferinde rüyada damat görmenin ne anlama geldiğine bakar. Düşünsene, kim bu yağ tulumuyla evlenir ki?..
Benim neyime ki “rüya tabirleri kitabı?” Köpek rüyaları bu kitapta yer almıyor ki… Belki rüya benim iyiliğimeydi?
***
Düşünceler…
Su kışın donar, ben ise her sabah. En iğrenç insan icadı, köpeğin boynuna takılan köpek derisinden yapılı tasmadır. Neden bizim komşu hemen yanı başında fırıncı varken toprağı sürer ve buğday eker? Bir köpek yavrusu eve çok ama çok küçük bir çiş yaptığında, onun burnunu çiş yaptığı yere sürterler; aynısını Zina’nın küçük kardeşi yaptığında altındaki bezi ipe asarlar, onu ise ayak tabanından öperler. Burun sürtülecekse o zaman herkesin burnu sürtülmeli. Kirpi ile kavga ettim, ama o dürüst değil; kafasını gizledi ve her tarafı dikenli. R-r-r! Nasıl bir kavga bu? Salam yiyordum ve istemeden salamın ipini yuttum. Apandisit mi olacağım yani?
Zina bademli süt, annesi sıcak çörek, babası eski çanta kokar, aşçı kadın ise, bilemiyorum…
Başka fikrim yok. Frr! Neden kimse bana bir parça şeker vermeyi akıl edemiyor?

    Gerçekten profesör olması gereken
    Foks Mikki
Sonbahar Rezaleti
Sonbahar. Yağmur yağıyor. Tüm gün yağmaktan sıkılmıyor mu? Sarı yaprakların hepsi dökülüyor, yakında ağaçlar tam anlamıyla kel kalacaklar. Sonra ise sis çökecek, büyük köpek kulübeye girecek ve sabahtan akşama kadar horul horul uyuyacak. Ben bazen ona misafirliğe gidiyorum. Ama o aptal ve cahildir. Onunla oynadığımda ve dikkatlice kuyruğunu çektiğimde o patisiyle kafama vurur ve karnımı ısırır. Cahil köylü.
Sis, sis, sis. Çamur, çamur, çamur. Ve birden hava ısınır. Her yerden çıldırmış kuşlar uçuşur. Gökyüzü Zina’nın yıkanmış mavi eteği gibi olur ve kararmış odunlarda yeşil tomurcuklar açar. Sonra tomurcuklar patlayacak, büyüyecek ve çiçek açacak… Ne güzel! Buna bahar deniyor.
Ağaçlar, yaşlıları dahi, her bahar gençleşir. İnsanlar ve yaşlı köpekler ise asla. Niçin? İşte Zina’nın amcası tamamen kel, kafasındaki tüm tüyler dökülmüş, aynı bilardo topu gibi. Birden ilkbaharda onun kafatasında yeşil çimen çıksa? Ve çiçekler?
Ya da her köpeğin kuyruğunun ucunda nisan ayında gonca açsa?..
Dünyadaki her şeyi değiştirmek isterdim. Ama küçük bir foks köpeği ne yapabilir ki?
Evde tam bir curcuna var. Halıları değiştiriyorlar, bir çeşit naftalin döküyorlar. Nasıl da hapşırtıyor! Odaya girmek bile istemiyorum. Verandada yatıyorum ve patilerimle burnumu kaşıyorum. Malum hep yalınayak dolaşıyorum, patilerim pisleniyor. Ne bela!
***
Zina kitaplarını topluyor ve mırlıyor. Zina’nın erkek kardeşi çiçek tarhınının karşısında bebek arabasında yatıyor ve küçük bir köpek yavrusu gibi cıyaklıyor. Sadece ben, köpek Mikki, insan gibi mütevazı ve kibar bir şekilde aksırıyorum: bronşit olmuşum. Bırakalım da toparlansınlar. Hiçbir koşulda Paris’e gitmeyeceğim. İneğin samanlığında saklanırım kimse bulamaz. Paris’te ne var ki, düşünsenize? Bir kere orada bulundum, köpek doktoruna götürdüler. Milyonların caddeleri, milyon ise ondan daha büyük. Nereye baksan ayaklar, ayaklar ve ayaklar. Otomobiller, sarhoş gergedanlar gibi, hepsi birden üzerime doğru hırlıyor ve hareket ediyorlar. Zina’nın eteğini bile dişlerimin arasından bırakmadım. Zincir çekiyor, namlu çenemi sıkıyor. Atlıkarınca parkı gibi olan bu şehirde nasıl yaşıyorlar ki!..
Hiçbir zaman gitmeyeceğim! Pencereye oturup üzerinde kadın ayağı olan bir tabelayı seyretmem için mi? Genç kapı görevlisinin bana “seni gidi domuzcuk seni” demesi için mi? Beni koltuktan ve divandan atsınlar diye mi? “Eve pire getiriyorsun sen,” diye yüzüme vurmaları için mi? Pireleri ben üretmiyorum ki, kendileri türüyorlar…
Ah ne kadar da rezil köpekler var orada! Aralıklı parmaklı, asık suratlı ve salyalı dilleri olan buldok köpekleri, kasapları andıran çizgili danua çinileri, köpek kılığına girmiş kurbağa gibi olan mopslar; balonkalar asık kulaklar ve yaşlı gözlerle kıllı böcekler gibiler… İğrenç! Hav hav hav! Neden bu köpeklerin hepsi farklı iken kediler hep aynı model? Bu arada biliyor musunuz, Zina onların birbirine benzediğini söylemişti; köpeklerin sahiplerine ve sahiplerin de köpeklerine. Ya Mikki ve Zina? Ne var, biz de benziyoruz, sadece fiyonklarımız farklı: onunki yeşil, benimkisi ise sarı.
Kapıdan nasıl da rüzgâr esiyor! Palto divanda, ama ben örtünmeyi bilmiyorum. Ne derseniz deyin eller bazen iyi şeylerdir.
Kamyon eşyaları aldı. Masada kâğıtlar ve çöpler. Neden insanlar bir yerden diğer yere taşınıyorlar? İşler, dersler, daire… “Köpek gibi yaşamak!” diyor Zina’nın babası. Yok ya, köpek hayatı daha iyi, ben bunu bilirim.
Beni bırakıyorlar. Ne yaparsın, sokak köpeği ile arkadaş olurum. Zina ağlamamamı söylüyor, eğer yaramazlık yapmazsam haftada bir kez ziyaretime gelmeye söz veriyor. Yapmam tabi ki! Onu çok seviyorum. Bugün onun gözlerini yaladım, o da benim burnumu. Muhteşem bir kız!
Bahçıvana beni beslemesi söylendi. Hele bir beslemesin, tüm şişelerini tek tek kırarım! Beni kasap da sever: her seferinde geldiğinde bana bir şeyler verir. Yavru kediler çok hızlı büyüdü. Beni neredeyse unuttular ve parkelerin içinde cin çarpmış gibi geziniyorlar (cin çarpmış ne demekse?). Mecburen onlarla da arkadaş olmak gerekiyor…
En üzücüsü ise son kalemimin ucunun bitiyor olması. Çalışma masasındaki her şeyi de topladılar. Neden kendime stok ayırmayı akıl edemedim ki! Elveda sevgili günlük… Zina’ya öyle yalvardım, öyle yalvardım ki elbisesinden çektim, çalışma masasının önünde divane oldum, ama o bir türlü anlamıyor ve ağzıma sürekli çikolata tıkıştırıyor. Ne kadar acı! Elsiz olmak zor, dilsiz olmak ise daha vahim!..
Benim altın, gümüş, pırlanta defterim. Seni rafa kaldırıyorum, gelecek bahara kadar orada kal… Ah ah! Hav! Zina yazdığımı fark etti… Bana geliyor! Elimden ald…
Yalnızım
Evde kimse yok. Bütün deliklerden köpek rüzgârı esiyor (neden köpek rüzgârı?). Genel olarak rüzgâr salaktır. Kuru bir parkta eser, orada da koparacak hiçbir şey yoktur. Avluda rüzgârla bir şekilde başa çıkıyorum, sırtımı rüzgâra dönüyorum, kafamı aşağı eğiyorum, bacaklarımı açıyorum ve bahçıvanın deyimiyle “bana vız geliyor”. Odanın içindeyse bu hayduttan gizlenecek yer yoktur. Kapının altından, penceredeki aralıklardan, duvardaki deliklerden içeri girer ve onun annesi köpek olmuş gibi öyle vızıldıyor, öyle cıyaklıyor, öyle uğulduyor ki. Halbuki ne suratı, ne gırtlağı, ne karnı, ne de poposu var. O neyle üflüyor, anlayamıyorum…
Divandaki yastığın altına sokuluyorum, gözlerimi kapatıyorum ve duymamaya çalışıyorum.
Eğer biri bana neden sonbahar, neden kış olduğunu bir şekilde açıklasaydı, yulaf lapasıyla dolu olan kâseyi ona verirdim (iğrenç bir şey). Ağaçlı yolda böylesi geçit vermez çamuru sadece hayvanat bahçesinde gergedanın altında görmüştüm. Islak. Kuru dallar birbirine çarpıyor ve aksırıyorlar. Karga, tüyleri dökülmüş korkuluk, beni kızdırıyor. “Gak! Seni neden şehre götürmediler ki?”
Çünkü kendim istemedim! Şimdi pişmanım, ama babayiğitliğimi sürdürüyorum. Dün şöminenin önünde ağladım, karanlıkta ve rutubette çok canım sıkıldı. Mum buldum, ama yakmayı beceremiyorum. Au, au, au!
***
Fareler geziniyor. Foks köpeğinden beklenmese de ben fareleri çok severim. Bu kadar küçük oldukları ve her zaman yemek istedikleri için mi suçlular?
Dün fare yavrusunun biri çıktı ve geçen yıldan kalma bir cevizi yerde yuvarlamaya başladı. Ben de yuvarlak olan her şeyi yuvarlamayı severim. Onunla da oynamak çok istedim, ama kendimi tuttum: yat, salak, sessizce! Sen fil gibi büyüksün, yavruyu ürkütürsün, bir daha gelmez. Ne kadar akıllıyım ama!
Bugün başka bir yavru fare divanın tepesine çıkmaya ve benim burnumu koklamaya cesaret etti. Ben dilimi ısırdım ve içerledim. Tuhaf! Onu nasıl da seviyorum!
Fareler birbirinden nasıl ayırt edilir?
Eğer kedi onlara dokunmaya cüret ederse, kediyi en uzun çam ağacının tepesine kovalayacağım ve tüm gün onu orada asılı tutacağım… Hav! Süprüntü! Nefret ediyorum!..
Neden çamlar bütün kış yeşiller? Bence çamlar iğne yapraklı oldukları için. Rüzgâr yaprakların bir tanesini bile koparamazken, iğneleri bir denesin de görsün! İğneler ince, rüzgâr onların arasından geçiyor, elekten geçer gibi…
***
Bahçıvana gitmiyorum. O, patilerimin her zaman kirli olmasına kızıyor; çarıkla mı gezeyim yani?
Oh, oh… Bugünün güzel haberi, dolapta unutulmuş sigara kutusunun içinde bir kalem buldum, büfeden gelir-gider defterini çıkardım ve işte yeniden günlüğümü yazıyorum.
Eğer bir insan olsaydım, köpekler için mutlaka bir dergi çıkarırdım.
Ne kadar zayıfladım, bir bilseniz. Zina’nın teyzesi eğer şimdi bana benzeseydi, çok memnun olurdu. Hep zayıflamak istiyordu. O ise bütün gün yemek yiyor ve tasmamı sıkıyor.
Kahrolası bahçıvan ve kapı bekçisi anlaşmışlar, tüm erzakı kendileri yiyor, bana ise sadece bu iğrenç yulaf lapasını hazırlıyorlar. Avludaki köpeğe büyük bir kemik ve bayat ekmekli çorba veriyorlar. O benimle paylaşıyor, ama ütüden daha sert olan bu kemiği nerede kırarım ki? Ya çorba… Böyle bir çorbayla restoranda tabakları yıkıyorlar!
Sütü bile esirgiyor, açgözlüler! Hâlbuki sütü inek veriyor, onlar değil. Sütü kendim sağabilirdim; inekle arkadaşız, ahıra her gidişimde gözlerime doğru soluyor. Lakin bu zavallı patilerimle nasıl süt sağarım ki?..
Bir şey düşündüm. Utanç verici, ama ne yaparsın yemek lazım. Yağmur kesildiğinde bazen yan taraftaki tanıdık restoran çalışanının yanına gidiyorum. Onun geceleri gramofon müziği eşliğinde dansları oluyor. Folksrot dansı yapıyorlar. Bunun bir çeşit köpek dansı olması lazım.
Ben arka patilerimin üzerine kalkıyorum, karnımı yukarı çekiyorum, dönüyor ve başımı sallıyorum. Tüm çiftler dans etmeyi bırakıyorlar… Halka olup, gramofonun duyulmayacağı kadar yüksek sesle kahkaha atıyorlar.
Bana öyle büyük bir porsiyon et ısmarlıyorlar ki güçlükle eve varıyorum. Dananın kemiğini ise dişlerimin arasında kahvaltı için getiriyorum…
Açlık yüzünden ne kadar da alçalabiliniyor!
İşin üzücü tarafı, başka küçük bir köpek yok. Onunla birlikte dans eder ve her zaman karnımızı doyururduk.
***
Sıkıntılarımın hepsini yazmam gerek, sonra unuturum.
Horoz durup dururken beni gagaladı. Ben ise sadece selam vermek için yanına gitmiştim. Koca sesli küstah şey ne diye sataştı ki? Ağladım, ağladım, yağmur suyu dolu kovaya burnumu soktum ve akşama kadar sakinleşemedim…
Zina beni unuttu!
Benim lapa dolu karnıma kara bir hamamböceği girdi, nefesi kesildi ve boğuldu. Ne kadar da iğrenç! Horozlar hariç kuşlar bir oraya bir buraya uçuşuyorlar; kediler de pisler, ama yine de hayvanlar. Ancak hamamböceklerini kim ne yapsın?
Yolda az kalsın otomobilin altında kalıyordum. Dönerken neden kornaya basmadıysa? Neden bana çamur fırlattı? Kim beni yıkayacak? Otomobillerden nefret ediyorum. Anlaa-mı-yoo-ruumm…
Zina beni unuttu!
Bostanlıkta yabani bir tavşanı korkuttum ve dikenli tele tosladım. Ah, ah, ah, ne acıttı! Zina eğer paslı demir seni kestiyse, hemen iyota sürtünmelisin demişti. İyotu nereden bulacağım? İyot ise yakıyor, biliyorum…
Fareler benim günlüğümde delik açmışlar. Artık bir daha fareleri sevmeyeceğim!
Zina beni unuttu!
Bugün bilardo odasında küçük bir parça çikolata buldum ve yedim. Bu artık üzüntü değil, mutluluk. Amma velakin mutluluklar o kadar az ki, onlar için ayrı birer sayfa ayıramıyorum günlüğümde.

    Yalnız, mutsuz, üşümüş ve aç
    Foks Mikki
Paris’e Taşınma
Tavan aralarını sever misiniz? Ben çok severim. İnsanlar tavan aralarına en ilginç eşyalarını koyarlar, odalara ise en sıkıcı masaları ile salak konsollarını yerleştirirler.
Zina’nın teyzesinin dediği gibi, “ne zaman kalbimi kasvet bağlasa” avlunun bahçesinden içeri giriyorum, divana patilerimi koyup tavan arasına koşuyorum.
Tavan penceresinin ardında serçeler uçuşuyor, onlar da fare gibiler, sadece kanatlılar. Cikcikler! “Günaydın, sivouple!”
Sonra Zina’nın eski bebeğine selam veriyorum. Veremli bebek, tozlu delik deşik olmuş küvetin içinde duruyor, topuklarını yukarı dikmiş halde. Onu düzelttim, adab-ı muaşerete uygun olması için. Onunla Zina hakkında konuştum. Kuşkusuz kızın kalbi karahindiba. Bebeğini de, Mikki’yi de unuttu. İleride onun da kızı olunca her şey yeniden başlayacak… Yeni kız çocuğu, yeni bebek, yeni köpek. Hapşu! Ne kadar da tozlu burası!
Kırık avizeyi kokladım, plastik köpeği yaladım, zavallı köpeğin karnı delinmiş, köpek kamçısını parça parça ettim.
Patini uzatacak kimsenin olmaması hem sıkıcı, hem üzücü!
Eğer daha güçlü olsaydım, eski küveti çeker ve kendime tavan arasında bir oda yapardım. Eski divanın yerine papağan kafesini koyardım, benim yatak odam olarak. Çin bilardo masasının yerine kendime bir çalışma masası ayarlardım. Eğik bir çalışma masası, yazmak için çok iyi olurdu!
Soyunma odasını çatıya yapardım. Bu hijyenik ve hoş. Bir denizci mürettebatı gibi merdivenlerden yuvarlak cama doğru tırmanacağım.
Namlumu duman borusunun içine atarım! Hapşu! Hapşurdum, demek ki dediklerim gerçekleşecek.
Ah, yolda bir araç… Kimin, kimin, kimin? Yoksa? Zina geld…
***
Paris Rio D’assompsion (Uspenskaya caddesi), 16 numaralı binadaki üçüncü haftam. 3. katta, sağdaki ev.
Beni tanıyamazsınız, şöminenin önündeki döşekte porselen bir kedi gibi yatıyorum. Leylak kokuyorum, yandan yeşil bir kravat sarkıyor. Tasmamda da adres yazan gümüş bir kart var… Eğer konuşabilseydim, frank çalar ve kendime kolluk alırdım.
Zina okulda… Yan evin balkonunda iğrenç ötesi bir köpek duruyor. Kulaklarında ipler, gözlerinde ipler, dudaklarında ipler. Genel olarak ağlamalı bir manşon, çöp bezi, kördüğüm gibi köpek bağırsağı, ince sesli süprüntü şey! İsmi ne biliyor musunuz? Cio Konda… Kokuşmuş surat seni!
Balkonda kimse yokken, onu kızdırıyorum. Ah ne hoş! Ona arkamı dönüyorum, sokuluyorum ve beş dakika boyunca arka bacağımı oynatıyorum.
Ah, nasıl da sinirleri bozuluyor! Tıpkı otomobilin altındaki bir kedi gibi…
“Ay, ay, ay, uy, uy, uy!”
Yanıma hemen koşarak sahibi geliyor, onun gibi kısa, tüylü, göbekli, göbeğini gelirken kapatıyor ve aman Tanrım, neler neler söylüyor.
Yavrucuğum benim! Seni kim incitti? Ah zavallı gözbebeklerim benim! Harika patilim benim! Altın gibi kıymetli kuyrukçuğum!..
Ben ise kendi balkonumdan odaya doğru saklanıyorum, sanki yeryüzünde yokmuşum gibi, halının altında yuvarlanıyorum ve patilerimle burnuma vuruyorum. Çünkü ben böyle gülerim.
Aşağıda, yukarıda, sağda ve solda piyano çalıyorlar. Onların hepsinin burunlarına köpek namlusu takardım. Zina okulda. Neden kız bu kadar çok okuyor ki? Öyle ya da böyle büyüyecek, saçlarını kestirecek ve geniş koltukta bütün gün yuvarlanacak. Ben bu cinsi bilirim.
Dün çiftlikten bahçıvan geldi. Elma ve yumurta getirdi. Aşçı kadın için en iyilerini seçmiş (biliyoruz, biliyoruz!), en kötülerini de Zina’nın ebeveynleri için. İnsanları anlayın, gözlük takıyorlar, ama burunlarının dibindeki hiçbir şeyi görmüyorlar…
Öne doğru gizlice geçtim, sandalyeye çıktım ve paltosunun cebine balık bağırsağı koydum… Bırakın bilsinler!
***
Zina ile sinemadaydık. Çok heyecanlandım. Nasıl, nasıl insanlar, otomobiller, çocuklar ve polisler keten beziyle koşabilirler? Ve neden herkes gri, kara ve beyaz renkte? Boyalar nereye kayboldu ki? Neden herkes dudaklarını kımıldatıyor, sözcükler ise duyulmuyor? Çatı arasında küçük bir kutunun içinde kurumuş kelebekler gördüm, ama onlar hareket etmiyorlardı, rengârenktiler…
“İşte Mikki, sen bir salaksın, bir de her şeyi anladığını sanıyordun!”
Gösteri oldukça ahmakçaydı: Erkek, kızın birine âşık oluyor ve arabasıyla bankaya gidiyor. Kız da erkeğe âşık oluyor ama erkeğin arkadaşıyla evleniyor. Ve üçüncü bir erkekle birlikte denize gidiyor. Sonra banyoda yangın çıkıyor ve deprem oluyor. Ve bir gemide sallantı. Zenci onların olduğu kabine giriyor. Sonra da herkes barışıyor.
Hayır, köpekçe aşk daha akıllıca ve üstün!
Köpekler için de hızla bir film çekmek lazım. Bu çok utanmazca, her şey insanlar için; gazeteler, at yarışı ve haritalar. Köpekler için hiçbir şey yok.
Bizi sadece haftada bir götürsünler, biz de patileri toparlayıp kültürlü bir şekilde tadını çıkaralım.
“Başkasına Ait Bir Kemik”… “Yalnız Mops Köpeğin Cenazesi”… “Kıvırcık Tüylü Fino Kasabı Kandırdı” (her cinsten köpek yavruları için) … “Yaşlı Danua’ın Rüyaları” … “Saint Bernard Donmuş Kızı Kurtarıyor” (yaşlı bolonka köpekleri için), “Polis Köpeği Fuks, Pinkerton Köpeği Utandırıyor” (çocuklar ve köpekler için).
Ah ne kadar da çok konu var Mikki! Sen köpek senaryosu yazar ve kimseye ihtiyaç duymazdın…
Yeni şiir:
Kestaneler tomurcuk açtı,
Bahar yakındır, demek.
Zina’nın annesinin böbrekleri rahatsız,
Bu yüzden üzgün…

    Köpek filmi genel direktörü
    Foks Mikki
Plajda
Ah, hayatım nasıl değişti! Zina odaya daldı, alkış yaptı, ayağını hafifçe kırıp saygıyla eğildi ve elleri kuşkanadı, gözleri aşağıya bakar vaziyette seslendi bana:
“Mikki! Benim sevdiğim prens… Denize gidiyoruz.”
Hemen aşağıya, kapıcının bolonka cinsi köpeğine fırladım. Denizin kenarında doğmuş ve aramız iyidir.
“Kiki, tüycüğüm… Beni denize götürüyorlar. Deniz nedir?”
“Oo! Deniz çok çok su demek. Lüksemburg havuzundan on kat daha büyük. Ve her yerden esiyor. Benim sahibime iyi geliyor, kulağına pamuk tıkayabiliyordu… Deniz kâh kükrer kâh cızırdar kâh susar. Bir istikrarı yok! Masada çok balık olur. Çocuklar kumu kazar ve köpeklerin patilerine basarlar. Ama sen foks köpeğisin: sana suya sopa fırlatacaklar, sen de onu bulup çıkaracaksın…”
“İnanılmaz!”
“Yorulduğunda da denizin yakınındaki tepede bir orman var. Köstebek çukurlarını darmadağın edersin ve fundalıkta kayarsın.”
“Bu nasıl bir şey?”
“Çim kıvırcık saçlıdır. Sakal gibi. Renkli çiçekler ve terebentin kokuyor.”
“Teşekkürler! Patini ver. Sana denizden ne getireyim?”
“Kızın birinden sıcak bir eşarp yürüt. Benimkisi epey eskidi.”
“Kiki, ben dürüstüm! Bunu yapamam. Ama bugün bizim misafirlerimiz var, sana çikolatalı tavşan ayarlayacağım.”
“Mersi. Güle güle, Mikkiciğim…” Köşeyi döndüğünde kapının perdesine gözlerini sildi. Sanırım bana âşık.
***
“Lüksemburg havuzundan on kat büyük…” Bu balon köpeklerinin hiç göz ayarı yok. Yirmi kez daha büyük! Gökyüzüne kadar su var ve başka da bir şey yok. Ringa balığı gibi tuzlu tabi… Neden tuzlu? Yağmur berraktır ve ormandaki derecik her zaman denize dökülür, o da berraktır. Yani?
İnsanlar çizgili ve siyah köpek kıyafetleri içinde çıplak geziniyorlar. Kıyafetin altındaki delikten bacakları sergiliyorlar. Düğmeler omuzlarda. Çok budalaca. Ben, Tanrıya şükür, kıyafetsiz yüzüyorum. Ah, biz Zina’yla birlikte suda neler yapıyoruz! Ben dalgaya havlıyorum, o ise bana top atıyor. Ama top büyük ve kaygan, benim ağzım ise küçük. Dolayısıyla onun hiçbir tarafını ısıramıyorsun! Hav!
Tüm çocuklarla dost oldum. İçlerinde öyle küçükler var ki “Mikki” bile diyemiyorlar ve beni “Mi” diye çağırıyorlar. Kumda çıplak oturuyor ve baloncuklar çıkarıyorlar. Biri ise sürekli bacağını ağzına sokmaya çalışıyor. Ne için?…
Koşuyorum, çocukların oyuncak gemilerini sudan çıkarıyorum, onların kumdan kulelerinin üstünden atlıyorum, kıvırcık tüylü fino köpeği Jack’le yarış edercesine koşuyorum ve tüm sahil beni tanıyor. Ne kadar muhteşem bir foks! Bu kimin foksu? Zina’nın mı? Mükemmel bir foks!…
Dün fark ettim. Çocukların hiçbirinin kuyruğu yok. Boşuna şüphelendim…
***
Şimdi yetişkinlerden bahsedelim. Erkekler beyaz takım elbise giyerler. Günün bir kısmında sigara içerler. Bir kısmında gazete okurlar. Bir kısmında yüzerler. Bir kısmında da fotoğraf çekilirler. İyi yüzücüdürler, çok derinlere giderler. Ben de iskelenin merdiveninden bakıyorum ve endişeleniyorum: Peki boğulursa… Ne yapmalıyım?
İskeleden suya çok güzel atlıyorlar. Eller kavisli bir şekilde önde, baş ileride ve şlap! Havada bir balık gibi kıvrılıyorlar, eller aşağı ve doğru suya… Köpük. Kimse yok. Ve bambaşka bir yerden çıkıyorlar.
Ben de iskeleye çıktım ve çok ama çok atlamak istedim. Fakat çok yüksek! Bir o kadar da derin! Titredim ve usulca aşağıya indim. İşte sana Mikki…
Tüm kadınlar giyiniyor da giyiniyorlar. Sonra elbiselerini çıkarıyorlar, ardından yine giyiniyorlar. Yüzmeyi çok sevmiyorlar. Sağ ayağının büyük parmağıyla suya dokunuyorlar, çömeliyorlar, üstlerine su atıyorlar ve yemek dükkânındaki hindi gibi sahile uzanıyorlar.
Elbette yüzen kadınlar da var. Ancak onlar daha çok erkek çocuklara benziyorlar. Genel olarak hiçbir şey anlamıyorum.
Fotoğraf çekilmeyi onlar da seviyorlar. Gözlerimle gördüm. Birileri kumda uzanmışlardı. Onların yanı başında dizlerinin üstünde başkaları duruyordu. Onların da üstünde sandalda başka kişiler duruyordu. Buna grup diyorlar… Altta fotoğrafçı plaja tatil yerimizin adının yazılı olduğu bir tabela dikti. Ve tabelanın gölgesinde kalan alttaki bir kadın kendi önünü açmak için tabelayı yanındaki başka bir kadına doğru sessizce kaydırdı. Bu kadın da onu geri çekti. Birinci kadın yine öbürüne doğru kaydırdı. Nasıl da kin dolu bakışları vardı!
Şiir:
Kadınlar fotoğraf çekildiğinde
Ve başkasının gölgesinde kaldıklarında
Birbirinin gözlerine tekme atmaya hazırlar!…
Evet! Ne öğrendim?… Deniz bazen çıldırır ve geri çekilir. Tatilden mi bıkıyor ya da nedir bilmiyorum… Ve kumda çeşitli deniz kabukları, karides ve salyangozlar. Zina tüm bunların deniz solucanları olduğunu söylüyor. Sonra deniz eski yerini özlüyor ve yine geri geliyor. Buna “gelgit” deniyor.
Deniz çekildiğinde, ben bir yere kadar onu kovalarım, ama Zina beni banka çorapla bağlar. İlgisiz kız!
Dün bitişikteki Rus pansiyondaki aşçı kadın Darya Galaktionovna ile tanıştım. Onun elleri İtalyan sosisleri gibi kalındı ama kendi tatlı biriydi. Beni Mikkicik diye çağırır ve patilerimle onun mutfağına kum getirdiğimde hep söylenir.
Kumu süpürebilirsin! Ne önemi var ki…
***
Pek ilgilenmesem de yemek çok da iyi sayılmaz, zira çocuklar beni çikolata, köfte ve istediğiniz her şeyle besliyorlar. Zina sürekli öyle çok yemememi tembihler, aksi takdirde kalbimin yağlanacağını ve beni Marienbad’a götürmek zorunda kalacağını söyler. Fokslar için bir plaj olsaydı? Foksenbad! İşte burada köpek sineması açılabilirdi… Köpek yarışları, köpek ruleti, romatizmalı buldoglar için köpek sanatoryumu… Sinirimden öleceğim! Neden, neden, neden bizim için hiçbir şey yapmıyorlar?
Burada hiç kedi yok. Bırakın bir kediyi, yarım, çeyrek kedi bile yok… Acaba onların hepsi et yemeği mi oldular? Brrr! Hayır, hayır, mutfağa gittim, tavukları, dana ve koyun etini gördüm… Aksi takdirde tatilden çok uzaklara kaçardım!
Zina dün bana ay tutulmasını gösterdi. Ay öyle yuvarlak, kocaman ve solgundu ki… Tıpkı bizim pansiyonun sahibinin karnı gibi. Kara kara düşüncelere daldım, hüzünlendim ve birazcık da uludum. Sadece iki-üç nota… Zina ise beni aldı ve yüzme pantolonumu giydirdi.
“Saat ondan sonra ulumaya hakkın yok,” dedi.
Ama öncelikle benim saatim yok, hatta onun için cebim bile yok… ikinci olarak ise, ruh hali saate bağlı bir şey değil.
Kiki’ye bir tebrik kartı göndermek istedim… Ama kıskanç kapıcı kadın iletmeyecektir.

    Şahane ve mükemmel
    Foks Mikki
Hayvanat Bahçesine
Zina’nın babasının her zaman “iş”i var. İnsanlarda her şey için bedel ödemek lazım. Villa, şemsiye, et, ekmek, tasma için… Ve hatta yakında fokslara çift vergi olacağını söylüyorlar.
Ödemek için para gereklidir. Paralar yuvarlak, metal ve delikli olurlar, bu da Fransız bozuk parasıdır. Deliksiz olanlar franktır. Ve dahası farklı kâğıtlar. Kâğıt olanlar nedense daha pahalı ve beş franktan başlıyorlar. Bu paralar “iniyorlar”, “çıkıyorlar” saçma bir hikâye, ama ben insan değilim, bu beni ilgilendirmez.
İşte, para kazanmak için, “iş” yapmak gerekir. Anladınız mı? Zina’nın babası bir haftalığına Paris’e gitti, yanına Zina’yı da aldı, tabi Zina da beni.
Onun babası işte koşturmak mı? (her nedense işle her zaman koştururlar. Hiçbir zaman yürümez), Zina beni zincirledi, taksiye bindi (taksi neden böyle kötü kokuyor?) ve hayvanat bahçesine gitti.
Bahçe! Burası hiç bahçe gibi değildi, sadece mutsuz hayvanlar için bir hapishaneydi. Bir dakika bekleyiniz: Sırtımda bir pire var… Yakalayayım, her şeyi birer birer anlatacağım.
***
Ben kesik kuyruklu bir köpek yavrusuyken, Zina bana bu bahçeyi anlatırdı. “Orada nasıl bir gergedan var! Ve onun altında da nasıl çamur var! Ya sen, Mikki, elini yüzünü yıkamak istemiyorsun… Ayıp!” Elbette her şey doğru değil.
Gergedan yok. Ya can sıkıntısından geberdi ya da şehre kaçıp metroda saklanıyor, henüz ezilmedi…
Buna karşılık deve gördüm. Bizim kapıcıya benziyordu, sadece dudağı daha büyük ve her tarafı yün. Sırtındaki kambur ona yetmemiş olacak ki dizleri bile kamburlu. Dikenlerle ve görünüşe göre sirkeyle besleniyor. Ben ona gramofon iğnesi verirdim! O bir alçak, Zina ona ekmek verdiğinde dudak büktü, ekmeği yedi ve sonra onu Zina’nın fiyonguna tükürdü. Özgür olsaydın sana gününü gösterirdim…
Beyaz dişi ayı çok tatlı. Bir taş banyonun içinde oturuyor ve içerleniyor. Hele domuzlar! Dişi ayı sıcaktan o kadar bunalmış ki ona bir parça buz ya da dondurma koysalardı fena olmazdı.
Küçük çocuk dişi ayıya bisküvisini attı. Dişi ayı indi, silkelendi, kibar bir şekilde patisini başına götürdü ve yedi. Doyar mı hiç! Çocuk ikinci biskiviyi küçük parçacıklar halinde ufaladı: belli ki boğazında kalmasından korktu. Serçeler hepsini yiyip bitirdi. Niçin, onu niçin hapiste tutuyorlar ki? Zina’nın eski bir oyuncak ayısı var. Yarın derhal onu getirip dişi ayıya fırlatacağım: en azından oğlu yerine geçer…
***
Maymunlara hiç ama hiç acımam. Onlar korkunç yaratıklar, asla onlara bulaşmam. Yanaştım ve sadece yana doğru birazcık döndüm; dehşet kötü kokuyorlar… Ekşi sakız, çürümüş çaça ve biraz farklı yağlanmış domuz gübresi gibi.
Biri bana baktı ve diğerine şöyle dedi: “Bak, şu ucube köpeğe.”
Ben mi? Hav, deli! Ben miyim ucube? Sen nesin?
Zina’nın dolabına koşacağım, valeryan mantarını koklayacağım. Nasıl da kalbim çarpıyor!
Kaplan pistir. Kedinin büyüğü, hepsi o. Onu sütçü dükkânına saldıklarını hayal ediyorum. En az bir küvet dolusu kaymağı yutar, sonra sütçü kadını yer ve Bulon ormanlarına dinlenmeye gider.
Aslan görkemlidir… Yalnız bir ihtiyar. Derisi kırışıklık içinde, keldir ve kuyruğunu bile oynatmaya hali yoktur. Zina bir gün, aslanın kafesine bir köpek yavrusu koyarsan, aslanın onu çok seveceğini okudu. Beşini parçalar, altıncıyla dost olur. Bence en iyisi yedinci olmak ve özgürce dışarıda gezmek.
Bir de bizonlarımız var. Tüylü, boynuzlu, otlu bir kafası var. Bunlar neden var? Onunla ne oyun oynayabilirsin ne de kucağında taşıyabilirsin… Genel olarak dünyada çok fazlalık var.
Örneğin, kirpi. Ne işe yarar? Onunla şömine mi temizlenir? Ya da kanguru… Karnında çanta taşıyor, çantasında da yavrusu var. Onun derisi Zina’nın sütyeni gibi sırtında ilikleniyormuş gibi görünüyor. Çok saçma!
Çok şükür, ben foksum! Köpekler kafeslere konulmaz. Ama bazı cinsleri koysalar da olurdu. Sevimsiz köpekler! Hatta vahşi bile denebilir. Bizim karşımızda buldog Sezar yaşıyor, mutlaka bizim kapının önünde pislik yapmaya çalışıyor. Ondan intikam almalıyım. Nasıl mı? Çok basit. Onların da bir kapısı var…
Kafeslerde hiç insan görmedim. Ama bizim bahçıvanı kafese koymak gerekirdi! Aşçı kadınla birlikte. Kafese de “Köpek Düşmanları” yazmak gerekirdi. Ve onlara günlük bir tane lahana ve iki havuç verilmeliydi hepsi bu. Neden onlar beni beslemiyorlardı? Neden kendilerine yumurta, krema ve konyak çalıyorlar da, bana ise her zavallı kemik için bir tekme atıyorlardı?
Yılanları gördüm. İtfaiye hortumu gibi büyük ve uzun olanı bana baktı ve tısladı; “Bunu herhalde yutamam!” Canavar… Sanki sana canlı foks köpeklerini yutmaya öyle hemen izin verirler.
Filin iki kuyruğu var; önde ve arkada, ayrıca ağzında boynuzu… Bana isterlerse yüz kere bunun “hortum” ve “diş” olduğunu söylesinler, ben kuyruk ve boynuz derim. Zina fareye teleskopla bakılırsa fil olacağına inanıyor. Teleskobun ne olduğunu ise Tanrı bilir!
Evet… Görünüşe göre kuşlar dolap büyüklüğünde oluyorlar. Deve kuşları! Kuyruklarında öyle tüyler var ki tıpkı Zina’nın fotoğraftaki anneannesinin şapkalarındaki gibi. Bu tüylerden artık takan yok, deve kuşları süt vermiyorlar, demek ki devekuşlarını pişirmek ve içine kestane doldurup yemek lazım! Sen Mikki, devekuşunun pençesini kemirmek ister miydin? Yani, meraklı biriyim…
Geç oldu. Uyku zamanı. Kafamda ise dönme dolap dönüyor: maymun popoları, deve kamburları, fil tüyleri ve devekuşu hortumları…
Gidip biraz daha sakinleştirici koklayacağım. Kalbim nasıl da çarpıyor… Motosiklet gibi…
Midem bulanıyor! Ah… Aşçının yıkama kabı nerede ki?

    Moks-Fiki
Nasıl kayboldum?
Kalem dişlerimin arasında gıcırdıyor… Ah, ne oldu! Sinemada buna “trajedi” derler, ama bence daha da kötü. Paris’ten plaja geri döndük ve ben biraz afalladım. Kabinlerin önünde koşturuyor, dinlenen bayanların üzerinden atlıyordum; tanıdık çocukları, canlarımı kokladım ve keyifle havladım. Cehennemin dibine hayvanat bahçesi, merhaba köpek özgürlüğü!
Ve bitti… Parka döndüm, yeşil bir sokağa girdim, yabancı bir tarlaya düştüm, eski bir ayakkabıyı parçaladım, oradan kırsala, sonra yola, nakavt! Yolumu kaybettim. Bir taşa oturdum, titremeye başladım ve “ruhun varlığını” kaybettim. Bu zamana kadar “yokluğun” ne olduğunu bilmezdim…
Yolu kokladım: yabancı ayak tabanları, toz, lastik ve oto yağını… Benim villam nerede? Evler birden aynı oldu, çocuklar da fareler gibi birbirine benzemeye başladı. Denize uçtum, ama başka bir denize! Gökyüzü aynı gökyüzü değil, sahil boş ve pürüzlü… İhtiyarlar ve çocuklar kayaların üzerinden istiridyeleri kazıyordu, hiç kimse bana doğru bakmadı. Tabi ki şapşal istiridyeler evsiz foks köpeğinden daha ilginçler. Kum gözlerime uçuyor. Sahil otları tuhaf sesler çıkarıyor. O salak otlara hava hoş, bir yere sabitlenmişler kaybolmazlar… Gözyaşları büyük damlalar halinde suratımdan akmaya başladı. Ve en korkuncu ben çıplağım. Tasmam evde kaldı, tasmada ise adresim yazılıydı. Herhangi bir kız adresimi okur (ben bunu sağlardım) ve beni evime götürürdü. Uh, eğer denizde “gelgit” olmasaydı, kendimi boğardım herhalde. Ve büyük bir salak olurdum, zira nihayetinde bulundum.
***
Çardaktaki sarı çitin önünde telgraf direğine yaslandım ve başımı eğdim. Resimde kaybolmuş bir köpeği canlandıran böyle bir poz görmüştüm ve çok beğenmiştim.
Yanılmadım. Kapıda pembe bir nokta belirdi. Bir kız çıkageldi (kızlar her zaman erkeklerden iyidir) ve yolda benim önüme oturdu.
“Neyin var köpekçik?”
Ben mırıldadım ve sağ patimi kaldırdım. Konuşmadan da durum anlaşıldı.
“Kayıp mı oldun? Bana gelmek ister misin? Belki seni yeniden bulurlar… Benim annem iyi bir kadındır, babamı da idare ederiz.”
Ne yapayım? Ormanda mı geçireyim geceyi? Ben yabani bir deve miyim ki? Kızın peşinden gittim ve minnetle dizini yaladım. Eğer bir gün o da kaybolursa, hemen onu evine götüreceğim…
“Anne, anneciğim,” diye cıyakladı. “Fifi’yi getirdim, yolunu kaybetmiş. Onu şimdilik bizde barındırabilir miyiz?”
Ne, ne Fifi’si? Ben Mikki’yim, Mikki! Ama ben böylesine muhteşem düşünceleri olan ben, onların insan diliyle tek kelime bile edemem. Bırak. Kendi kazdığı kuyuya kendisi düşer…
Annesi gözlüğünü taktı (sanki gözlüksüz benim kaybolduğum belli olmuyormuş gibi) ve gülümsedi:
“Ah ne kadar da tatlı! Dostum ona süt ile ekmek ver. Çok bakımlı bir hali var… Sonra bakarız.”
Kız değilim, erkeğim ben! Ben erkeğim sonuçta. Ama tıka basa yemek yemek istiyordum.
Onlara bir iyilik yapıyormuşum gibi acele etmeden yedim. İkram mı ediyorsunuz? Teşekkür ederim, yerim. Fakat, lütfen benim aç bir sokak köpeği olduğumu düşünmeyin.
Sonra baba geldi. Neden bu babalar her yere burnunu sokarlar, bilmiyorum…
“Bu köpek de ne böyle? Neyin var Lili, tüm hayvanları villamıza taşıma huyun var? Belki de veremlidir… Git, derhal git buradan! Hadi!”
Ben mi veremliyim?
Kız hıçkırarak ağladı. Ben de onurlu bir şekilde kapıya doğru bir adım attım. Ama anne, kızın babasına sertçe bir bakış attı. Baba aslında eğitimli biriydi, ofladı, omuzlarını silkip gazete okumak için verandaya gitti. “Yedin mi?”
Ben ise kızın annesinin önünde arka ayaklarımın üzerinde durdum, üç adım attım, bankın üzerinden atladım. Hop! İlerledim, odanın etrafında gezindim ve geri döndüm.
“Anneciğim, nasıl da akıllı bir köpek!”
Tabi ki, eğer bir insan olsaydım, çoktan profesör olurdum.
***
Yeni baba, beni görmezden geliyormuş gibi tavır alıyor. Ben de onu… Rüyamda Zina’yı gördüm ve sevinçle havladım: beni Gogol-mogollu bir kaşıkla besliyor ve şöyle diyordu: “Sen benim en kıymetlimsin, eğer bir daha kaybolursan asla kimseyle evlenmem.”
Pencerede gün aydınlanmıştı, Lili uyandı ve başını yataktan kalkmadan uzattı: “Fifi, neyin var?”
Hiç, canım yanıyor. Kediler için bir şey değişmez: bugün Zina, yarın Lili. Ama ben dürüst, yufka yürekli bir köpeğim.
Zina’sız ikinci gün. Yeni kızın ziyaretine tombalak bir çocuk olan kuzeni geldi. Köpeklerin, şükürler olsun ki kuzenleri yok… Üstüme oturdu, neredeyse eziliyordum altında. Sonra beni arabaya bağladı ve ben de direndim! Köpeği mi? Arabaya mı? Patilerimi piyanoya vuruyordu. Her şeyi yuttum ve nezaketimden ötürü onu ısırmadım bile…
Lili’nin annesi beni takdir etti ve kız bir tabak çorbayı devirdiğinde, beni işaret etti:
“Fifi’yi örnek al! Nasıl dikkatli yemek yiyor görüyor musun…”
Yine Fifi! İnsanların bir şey hoşuna gitmediğinde “fi” derler! Fifi de hiç ama hiç hoşlanmadığınız anlamına mı geliyor yani? Böyle tavuk ismi gibi bir şey insanların aklına geliyor… Dolabın altında harf küpleri buldum ve birleştirip şunu yazdım: “Mikki”. Kızın eteğinden çektim, okusun diye! Artık anlar diye düşündüm ama kız hiçbir şey anlamadı ve bağırdı:
“Anne, Fifi numara göstermeyi biliyor!”
“Güzel. Ona bir çikolata ver.”
Ah ah, beni ne zaman bulacak asıl sahiplerim? Belediyeye dahi gittim. Belki Zina buraya kaybolduğumu bildirmiştir diye. Nerdeee. Eşikte tüylü bir melez köpek yatıyor ve şöyle hırlıyordu:
Hav! Nereye böyle serseri?
Serseri mi? Sefil köpek seni!…
Dua et, sokak köpekleriyle kavga etmeyecek kadar iyi eğitimli bir köpeğim…
***
“Omzumdan büyük bir yük kalktı” … Kalktığı yeri bilmiyorum, ama ben bulundum!
Lili benimle sahile geldi. Ve birden o göründü; elinde çizgili bir top, beyaz elbiseli ve sarı bukleli kız. Zinaa!
Nasıl öpüştük, nasıl bağrıştık, nasıl ağlaştık!
Lili sessizce yaklaştı ve sordu:
“Bu sizin Fifi’niz mi?”
“Evet! Yalnız o Fifi değil, Mikki…”
“A, Mikki! Kusura bakmayın, bilmiyordum. İzninizle onu size geri vereyim. Kaybolmuştu, ben de ona barınma sağladım.”
Ancak Lili’nin gözlerinde büyük bir “üzüntü” seziliyordu.
Zina onu teselli etti. “Çok-çok-çok” teşekkür etti ve benimle birlikte onu ziyaret edeceğine dair söz verdi. Bakışlarından iyi arkadaş olacaklarını sezinledim.
Ben de tabi ki Lili’nin önünde eğildim ve ön patilerimi çaprazlama uzattım: Mersi! Çok çok çok…
Zina’nın arkasından sessiz bir şekilde, onun o tatlı esmer küçük bacaklarından bir adım dahi uzaklaşmadan yürüdüm.

    Mikki
Sirkte
Bizim tren garında uzun tekerlekli evler ortaya çıktı. Araba mı vagon mu belli değil. Kırmızı, yeşil duvarlara sahip, çatısında bacası olan ve duman çıkan. Bir evin merdiveninde koca kafalı ve kırmızı gözlü bir cüce oturmuş haşince sigara içiyordu. Avlunun ortasında da parmaklıklı evler-vagonlar vardı ve yoğun bir şekilde hayvanat bahçesi kokusu geliyordu.
Afişlerde mucize tasvir edilmiş… Üç aslan, terbiyecilerinin üzerinden atlıyor ve onunla körebe oynuyorlar. Denizaygırı yanan ateşle ve bilardo toplarıyla hokkabazlık yapıyor. Böylesine hantal bir asalak olan denizaygırının bunları yapabileceği kimin aklına gelir ki! Ünlü kaniş köpeği Flaks toplama ve çıkarma sorusu çözüyor. Aman ne büyük marifet. Ben çarpma ve bölme bile biliyorum… Ama şöhret olmaya tenezzül etmiyorum. Bayan Karavella bir tayın üzerinde denizci dansı yapıyor. Zenci Bul-Pul… “Dur! Önden koşmaya gerek yok Mikki, nasıl bir köpek alışkanlığı bu.”
***
Zina’nın babası bana ve Zina’ya bir yatak aldı. Yatak aynen bir köpek kulübesi gibi ama çatısı yok. Kötü kokulu calico tarzı ile döşenmişti. Sandalyeler katlanabilir ve sert, çünkü sirk sürekli taşınmakta.
Orkestra berbattı! Ben normalde müziğe, özellikle de gramofona dayanamam. Lakin bir iskelet flüt çalıyor, şişman olan diğeri diklemesine koca bir kemanı yere koyup inatla onu cetvel gibi birşeyle cızırdatıyor, üçüncü kişi trampete sopalarla vuruyor, dirsekleriyle bakır bağları çalıyor, kocaman bir davula ayağıyla vuruyor, mor bir tavuk olan dördüncüsü de piyanonun üzerinde tepinerek sesler çıkartıyorsa durum değişir. Zina’nın bekâr amcasının kendisine evlilik teklif edildiğinde dediği gibi “emriniz olur.”
Palyaçolar sadece boyanmış aptallar. Onların boşuna aptal taklidi yaptığını düşünüyordum, muhtemelen zaten öyleler. Hiç akıllı biri suratına bir şaplak vurur mu, pis talaş üzerinde kayar ve görevlilerin halıyı almasına engel olur mu? Hiç komik değil. Tek bir şeyi beğendim, geniş pantolonlu palyaçonun birinin sırtında güneş resmi çizilmişti ve başındaki perçem kalkıp iniyordu… Hadi kulağı anlayabiliyorum, ya perçem? Çok ilginç bir numara!
Şişman aygır neden eğelenmemiş, hiç önemli değil. O kadar geniş ve çukurlu bir sırtı var ki sahibinin yatağındaymış gibi oyna ne kadar istersen. Hantal bir şekilde atılıyor. Tıpkı vals eden bir inek gibi. Miss Karavella barikata ürkekçe bir göz attı ve dünyadaki ilk kadın biniciymiş gibi bir tavır sergiledi. Kostümü hoştu; üst kısımda hiçbir şey yoktu, ortalarında ise yeşil ve sarı boncuklar vardı. Neden o kadar uzun süre aygır üstünde turladı ki? Gösterinin bitiminde aygır öyle terledi ki beni aksırık tuttu. İlginç değildi.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/anonimnyy-avtor/sovyet-oyku-seckisi-69500170/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Euthymia: Eski Yunan dilinden gelen bu sözcüğün anlamı ne iyi ne kötü, nötr olma durumudur. Ancak buradaki nötr olma durumu huzurlu bir ruh halini ifade eder. Dilimize dinginlik olarak çevrilebilir. (ç.n.)

2
Araştırma Görevlisi, Anadolu Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Rus Dili ve Edebiyatı Bölümü, ruscuk@mail.ru

3
Ateş düşürücü ilaç olarak kullanılan bir tozdur. (ç.n.)

4
Analjezik ve ateş düşürücü olarak kullanılan bir ilaç. (ç.n.)

5
1906-1975 yılları arasında yaşamış Rus bestecidir. Asıl senfonileri ile tanınsa da film müziği, şarkı, caz dahil olmak üzere farklı türde eserler vermiştir. (ç.n.)

6
İlkbaharda çiçek açan, hoş kokulu beyaz bir bitki. (ç.n.)

7
Lucius Annaeus Seneca, M.Ö. 4.-M.S. 65. yüzyıllar arasında yaşamış Romalı düşünür, devlet adamı ve oyun yazarıdır. (ç.n.)

8
Tula Bölgesi’nde bir köy. (ç.n.)

9
Araştırma Görevlisi, Gazi Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Rus Dili ve Edebiyatı Bölümü, mesudearkim@gmail.com

10
Çağlarca: Akarsuların, yataklarındaki çok eğimli kesimlerde ya da artık oldukça düzleşmiş eski eğim kesintisi üzerinde köpürerek, kaya döküntüleri arasından hızla aktıkları yerlere verilen ad. (ç.n.)

11
Bu iki isim ilerleyen bölümlerde siyah varlıklar (черные существа) olarak geçmektedir. Eserde hamamda yaşıyor olarak betimlendiklerinden dolayı “hamam cini” olduklarını düşünmek mümkündür. Çünkü hamam cinlerinin insan boyunda, siyah uzun saçlı, sıra dışı bir insana benzediği ifade edilmektedir.

12
Biz: Deri dikiminde iğne deliği açmak için kullanılan, sivri uçlu oluk şeklinde biçimlenmiş çuvaldıza benzer bir iğne. (ç.n.)

13
Lapti: Huş kabuğundan, ipten örülmüş pabuçlar. (ç.n.)

14
Kisel: Meyve suyu, süt ve yulafla yapılan ekşimtırak bir yiyecek. (ç.n.)

15
Burda: Bulanık, tatsız, alkollü ya da alkolsüz bir içecek. (ç.n.)

16
Chaine: Bir dans türü. (ç.n.)

17
Komhoz: Komunalnaya hozyaystvo (коммунальная хозяйство). Komünal ekonomi anlamına gelmektedir. Şehirlerde veya köylerde memuriyet hizmeti ile diğer hizmetlerin bir arada yer alması. (ç.n.)

18
Burada komünal ekonomi anlamına gelen “komhoz” ile “at arabası” anlamına gelen “konnıy voz” kelimelerinin telaffuz benzerliği ile kelime oyunu yapılmıştır. (ç.n.)

19
Araştırma Görevlisi, Karadeniz Teknik Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Rus Dili ve Edebiyatı Bölümü, alpay_orcun@hotmail.com

20
Rusya’nın Avrupa sınırına yakın, Volga nehrinin büyük kollarından biri. (ç.n.)

21
Sovyetler Birliği döneminde devlet denetiminde yönetilen kolektif çiftlik, tarım işletmesi. (ç.n.)

22
Kovanların geçici ya da sürekli olarak bulundurulduğu yerlere verilen isim. (ç.n.)

23
Zengin çiftçi, toprak ağası. (ç.n.)

24
Dişi bıldırcının çıkardığı ses yansıma bir sözcük olarak Rusçada “pit-polot” olarak verilmiştir. (ç.n.)

25
Arıların özellikle sıcak havalarda kovan içerisindeki ısıyı düşürmek adına kovan etrafında toplanıp bir salkım görüntüsü oluşturarak kanat çırpmalarıyla kovan içerisindeki sıcaklığı adeta bir klima gibi düşürdükleri eyleme verilen ad. (ç.n)

26
İspanya’nın Seville şehrinden geçen Endülüs Özerk Bölgesi’nin en uzun ırmağı. (ç.n.)

27
16,38 kilograma eşit bir ağırlık birimi. (ç.n.)

28
Magmatik kayalarda bulunan ve üç çeşit mineralin ortak adı olan yaygın bir tür fosfat minerali. (ç.n.)

29
Geçmek anlamındaki “prohodi (проходи)” sözcüğü ile dolandırıcı anlamında prohodimets (проходимец) sözcüğü arasındaki fonetik benzerlik kastediliyor. (ç.n.)

30
Eski Rus geleneklerinde yer alan epik ve folklorik özellikler taşıyan halk türkülerine, anlatılarına verilen ad. (ç.n.)

31
Robert Thomas Malthus (1766-1834). Politik iktisat teorisyeni ve nüfus bilimci. (ç.n.)

32
Araştırma Görevlisi, Gazi Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Rus Dili ve Edebiyatı Bölümü, tugbakaragozlu@gmail.com

33
Kapitolina Vasilyevna Vyatkina (1892-1973) Petersburg, SSCB Bilimler Akademisi antropoloji ve etnografya müzesi çalışanı. Ünlü Sovyet edebiyatçısı Grigoriy Andreyeviç Vyatkin’in (1885-1938) ilk eşi. (ç.n.)

34
Tanyuha ismi Tatyana isminin halk arasındaki söylenişidir. Eser içerisinde ‘Tanya’, ‘Tanka’ ve ‘Tan’ gibi kısa şekillerde de karşımıza çıkar. (ç.n.)

35
Andryuha ismi Andrey isminin halk arasındaki söylenişidir. (ç.n.)

36
Mikail Günü, dört büyük melekten biri olan Mikail’i anmak için kutlanan gündür. Ortodoks inancına göre 21 Kasım’da, Katolik inancına göre 29 Eylül’de kutlanan dini bir gündür. (ç.n.)

37
25 Kasım tarihinde başlayıp, Noel zamanı olan 7 Ocağa kadar devam eden oruç. Hz. İsa’nın dirilişini kutlamak için tutulmaktadır. (ç.n.)

38
Sovyet döneminde kilisede kıyılan dini nikâhların yerine, hükümet önünde kâğıt üzerinde evlilikler yaygınlaşmaya başlar. (ç.n.)

39
Doç. Dr., Gazi Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Rus Dili ve Edebiyatı Bölümü, oksuzg@gazi.edu.tr

40
“Nedokormış” soyadı Rusça’da “yetersiz beslenen” anlamına gelmektedir. (ç.n.)

41
Slav mitolojisine ve Rusların eskiden kullandığı Jülyen takvimine göre gündönümünün yaşandığı 23-24 Haziran tarihine denk gelen gece, İvan (Kupala) kutlamaları yapılır. Perun’u simgeleyen eğreltiotunun sadece ve çok kısa bir süreliğine Kupala gecesinde çiçek açacağına ve çiçeği koparan kişinin hayvanların dilinden anlayacağına ya da define bulacağına inanılır. Çiçeğin mavi rengi suyu, sarı rengi güneşi simgeler. Çiçeğin kendisi ise doğurganlığın, ateşin, aşkın sembolüdür. (ç.n.)

42
Rusya’daki halk inanışına göre yılanlarla bazı bitkiler arasında bir bağlantı vardır. 25 Eylül’e denk gelen Yılan Bayramı’nda yılanların yeryüzünde son kez dolaştıklarına, bu tarihten sonra donarak yeraltına indiklerine ve 12 Haziran’a kadar uyuduklarına inanılır. (ç.n.)

43
Çarlık Rusyası’nda toprak kölelerinin ödemek zorunda olduğu bir çeşit toprak vergisi. (ç.n.)

44
Gumeşki, Rusya’daki en zengin bakır dağlarından biridir. Özellikle Çarlık Rusyası’nda en büyük bakır madeni yatağı olarak işletilmiş ve buradan çok büyük kazançlar elde edilmiştir. (ç.n.)

45
Araştırma Görevlisi, Gazi Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Rus Dili ve Edebiyatı Bölümü, fundatemur@hotmail.com

46
Livar: Suyun altında balıkların kaçmasını engelleyen kapaklı ağ. ( ç.n. )
Sovyet Öykü Seçkisi Анонимный автор
Sovyet Öykü Seçkisi

Анонимный автор

Тип: электронная книга

Жанр: Историческая литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Sovyet Öykü Seçkisi, электронная книга автора Анонимный автор на турецком языке, в жанре историческая литература

  • Добавить отзыв