Cengiz Aytmatov ve Masal Dünyası

Cengiz Aytmatov ve Masal Dünyası
Anonim

Orhan Söylemez, Mehmet Emrecan Yük
Cengiz Aytmatov ve Masal DünyasıEfsanelerin Arketipsel Çözümlemesi

Her yazar bir milletin çocuğudur ve o milletin hayatını anlatmak ve kendi vmillî gelenek ve törelerini kaynak alarak zenginleştirmek zorundadır.
    Cengiz Aytmatov

Bağımsızlığın 30. Yılında Cengiz Aytmatov’un aziz ruhuna ithaf olunur!..


TAKDİM
Sevgili okuyucu,
Cengiz Aytmatov, dünya seviyesindeki eserlerin listesinde yer alan ve ruhani temizliğe çağıran eserleri ile dünya medeniyetini zenginleştirmeye büyük katkıda bulunmuştur. Aytmatov sadece Kırgız halkının değil, Türk dilini konuşan bütün halkların iç dünyasına kapı aralayan, millî bir betimleyicidir.
Aytmatov’un eserlerinde anlatılan mitler, efsaneler ve masallar özel ilgiyi hak ediyorlar. Yazar eserlerinde bin yıl önceki folkloru, ataların vasiyetleri ve onların derin felsefesine dayanarak günümüzün sorunlarını, hayatın gerçeklerini büyük bir ustalıkla yansıtabilmiştir.
Elinizdeki kitabın, Aytmatov’un eserlerindeki mitolojik ve folklorik motifleri tanıtacağına, ayrıca okuyucuların Aytmatov’un dünyasını bir kez daha dolaşıp onu hatırlamalarını sağlayacağına inanıyorum.
Kitabın yazarlarına edebiyat biliminin “Aytmatov çalışmaları” alanındaki katkılarından ve emeklerinden dolayı teşekkür ederim. Kardeş Türkiye’de Aytmatov’un eserlerine olan ilgiyi bu kitapla daha da artırıp derinleştirebileceğimize içtenlikle inanıyorum.
Saygılarımla,

    Kubanıçbek Ömüraliyev
     Kırgız Cumhuriyeti Ankara Büyükelçisi

SUNUŞ

Aytmatov… Âlem… Edebiyat…
Cengiz Aytmatov… Âlem… Edebiyat… Bu üç temel kavram, günümüzün değişen dünyasında çok katmanlı bir anlam taşıyor. Cengiz Aytmatov ulusal bir yazar ve yerel edebiyatın temsilcisi olmasına rağmen, onun edebî dünyası giderek daha küresel hale geliyor.
Edebiyat, her şeyden önce sanatsal estetiğin, o halkın manevi kalbinin ve ruhunun bir ürünüdür ve ancak bu değerler yazarın eserleri aracılığıyla insanlığın doruklarına yükseldiğinde, bu milli edebiyatın derinliği ve anlamı genişler. Aytmatov bu meridyende yaşıyordu. Bugün Aytmatov evrensel bir manevi kod haline geldi. Eserleri yeryüzünün bütün köşe bucaklarında okunmaktadır. Edebi hazineler, şaheserler ve büyük yeteneklerle dolu olan Avrupa neden uzaklardaki Kırgızistan yazarının eserlerine bu kadar dalmış ve romanlarını ve kısa öykülerini özel bir özveriyle okuyor?
Avrupalı okuyucu Aytmatov’un eserlerinde ne buldu? Bakış açısı, dünya görüşü, mentalitesi, yurt severliği önemli ölçüde farklı olan Avrupalı okuyucu Aytmatov’un eserlerinde nasıl bir manevî ve bediî güzelliğin sırlarını açabildi? Bu elbette, yaşlı bir adam için çok zor bir soru olabilir, ancak aynı zamanda ilginç bir durum da yaratabilir.
İnsan – Devir, Devir – İnsan…
Bu iki büyük kavramın anlamı nedir?.. Aytmatov veya Aytmatov fenomeni nedir?.. İnsanda insanlığın korunması mı?.. Bu soruda olduğu gibi Aytmatov işte bu soruyla yaşadı, insan merkezli dünyanın en acil soruları olan evrenin gerçekliğini konuştular ve hem kendisi hem de bizim için cevap aradı…
Çağın otoportrelerini insanlar yaratır. Aytmatov kendi çağını yaratıp gitti
Aytmatov, bize sadece kalbin sesini iletmekle kalmamış, insan dehasıyla dünya medeniyetinin ilerlemesine ve çağın yeni bir entelektüel ortamının gelişmesine de katkıda bulunmuştur. Aymatov’un dönüşümü, her şeyden önce, insanlığın hümanist düşüncelerini uyandırdı, insan toplumunu evrenselleşmeden kurtarmaya çalışan dünya görüşünün manevi bir galaksisini yarattı.
İşte bu mahalli insan, küresel bir düşünür olduğunu kanıtladı, bununla birlikte Aytmatovluk ruh alanını, medeniyetler ittifakını yarattı… Bu ruhî alyans, en evveli manevi erkinliğine, bağımsızlığına, insandaki insanî idealler doktrinine dönüşen ruhun birlikteliği.
Cengiz Aytmatov’un dediği gibi, “Biz dünyayı değiştirdik, dünya bizi değiştirdi.” Aytmatov’un fikir ve düşünceleri, günümüzün değişen dünyasında, çağın sorunlarına cevap bulmak için dünyanın dört bir yanındaki zeki insanlarını araştırma, tartışma ve ortak çabaya davet etmektedir. Aytmatov’un fikirleri bizimle yaşıyor, o bizim için gerçek bir insan, bizimle birlikte, çünkü Aytmatov, Aytmatov’un fikirlerinde yaşıyor.
Büyük yazarımız Cengiz Aytmatov’un bilgeliği, “Ne yaparsa insan büyük insan olur, insanoğlu ne zaman çözer, ne zaman karar verir!?” Modern uygarlığın sorunlarını ancak insan haysiyetini koruyarak çözülebileceğini kaydedip gitti.
Aytmatov’un tüm hayatı ve çalışması, eski Sovyetler Birliği’nin ve dünya sosyalist imparatorluğunun kalbi haline gelen komünist sistemde geçti. Bu dönem hayatında mücadele ve mücadele yıllarıydı. Babası zulme uğrayan eski bir aktivistin oğlu, totaliter rejimin zor durumunu küçük yaşlardan itibaren görmüş ve bu dönemin zor yıllarında evlilik konusundaki görüşleri ve duruşu şekillenmiştir.
Bu dönemin acısı, babasını erken kaybetmesi, hayatının zorlukları, tüm bunlar onu içsel hazırlığını, tüm kalbini bir sanat eserinde ifade etmeye, hayatını edebiyata adamaya motive etti.
Yazar ve kader…
Bu iki kavram birbirinden ayrılamaz. Aytmatov, Gün Uzar Yüzyıl Olur, Elveda Gülsarı, Cemile, Cengiz Han’a Küsen Bulut, Erken Gelen Turnalar ve son çalışması Dağlar Yıkıldığında gibi eserlerinde evvela kendi dünyasını, kendi trajedisi ile hayatını, kendi sevgisi ve çelişkisini, ömürdeki acı gerçeği, yani bütün hayatın çilesini, kanı ve canı ile geçirdiği azap ve eziyetin prizmasından gösterdi.
Жазуучуга тагдыр керек, ошол тагдыр гана аны мыкты чыгармаларды жаратууга түрткү бере ала тургандыгын Айтматовдун өмүр жолунан көрүүгө болот…
O kuşağın kaderiyle örtüşen zor bir dramdı. Aytmatov’un büyüklüğü o zor çağın magmasında yaşadı, o dönemin bütün dramını gösterebildi. Bu anlamda onun yaratıcı kodunun formülü yatıyor. Tek kelime ile ifade edilirse bu “kader”dir… Aytmatov, Sovyet sisteminin zorluklarını yaşamamış olsaydı, yazar olup olmayacağı tartışılırdı. Yazarın bir kadere ihtiyacı vardır ve işte bu kader da onu güçlü eserler yazmaya götüren dürtüyü Aitmatov’un hayatından da anlamak mümkündür…
Büyük bir adamın büyük mirası, bize bıraktığı büyük sorudadır
Yazarın eserlerinde toplumsal akıl ve zihinden ne kadar ileride gittiğinin, kendi fikirleri ile çağdan ayrılıp, onu arkada bırakıp, ileriye, sonsuzluğa, geleceğin inanç matrisini gelecek nesillere bırakıp gidişini, biz şimdi neredeyse dünyanın geride bıraktığı tozu yuttuğunu seziyoruz.
Aytmatov’un benzersizliği, her birimizin manevi dünyanın ayrılmaz bir parçası olarak oluşumunu etkilemesi, her birimizin bir adam, insan olarak zihnimizi paylaşması, iç dünyamızı arındırması, kalplerimizde büyük Aytmatov’un sözünün tohumlarını bırakması, bu büyük haysiyet bizi hayatın içinden çıkılmaz labirentinden, manevi felçten kurtardı …
Ve belki Aytmatov’un ruhu bu fenomendedir?!
Zaman kendi kanununa göre devam ediyor. Şimdi bir yol ayrımındayız. Ama bu zorlu yolda asıl zaferimiz, özgürlük oldu, kalp ve ruhun özgürlüğü oldu! Bağımsız bir toplumda yaşamın kendisi, insan yaşamının büyük bir medeniyetidir.
Sadece dış görünüşümüzle değil, içimizdeki insanî düşüncelerinin bağımsızlığı ile ancak özgürlüğe hazır olabiliriz. Fikrî hürriyeti olan insan ancak özgür bir toplumu hak eder. Aytmatov’un miras bıraktığı gibi, «her zaman iç ruhun özgürlüğü için savaşmalıyız …» Çan sesi gibi düşen Kassandra’nın çığlığı, sesi, insanı genetik olarak ahir zamana alıp götürmekte olduğunu ve bununla birlikte insanlık medeniyetinin güneşinin batmakta olduğunu işaret ediyor. İşte bu insanî akıl, hafızaya kaydediyor mu yoksa insani akıl hafızaya mı çağırıyor?! ..
“Biz dünyayı değiştiriyoruz, dünya da bizi…” işte bu Aytmatov’un manevi sloganı…
Aslında Aytmatov dünyayı değiştirdi. Peki ya biz değiştik mi?
Bu soru bir zaman ve çağ sorusudur. Buna cevap bulmak için hepimizin başımızı ellerimiz arasına alıp düşünmemiz gerekiyor. Bu dünyada tek bir ulusun ya da tek bir devletin sorusu değil, çağımızın zorluklarına hepimiz birlikte cevap vermemiz gerekiyor ve hepimiz bundan sorumluyuz.
Адамзат кайыгын бул мухитте чайпалтпай, глоабалдык апаатан, терроризм менен фашизмден, ашынган фундаментализм жана деспотизмден аман сактап калуу, дүйнөнү көз карегиндей коргоп калуу – ал биздин, жалпы адамзаттын ыйык милдети!
Cengiz Aytmatov’un miras bıraktığı gibi, “Hepimiz aynı gemideyiz, önümüzde kocaman kozmik bir muhit var.” İnsan gemisini bu okyanusta batırmadan, küresel afetten, terörizm ile faşizmden, aşırı köktendincilik ve despotizmden korumalı, dünyayı gözünün bebeği gibi saklamalı. İşte bizim yani bütün insanlığın kutsal görevi!
İşte bu endişe verici soruyu bütün insanlara ve insanlığa, dünyaca tanınmış düşünür, hümanist, filozof, yazar Cengiz Aytmatov bize manevi bir eğilim olarak anlata geldi.
Cengiz Aytmatov kendi zamanında “Dünyayı kurtarmak için, insandaki insanlığı kurtarmak için!” demişti.
Bu söz doğruluğunu binlerce kez kanıtladı!
Ünlü yazar Cengiz Aytmatov, Kırgız millî edebiyatının ününü uluslararası düzeye yükseltti, adını uzaklara taşıdı. Dünya halklarının Kırgızları Cengiz Aytmatov aracılığıyla tanıdığı sözü de doğrudur. Kitapları tüm ulusların dillerine çevrildi.
Aytmatov dünyaca ünlü bir yazardır. Türk dünyasının önde gelen yazarlarındandır. Eserleri hemen hemen tüm Türkçe konuşan halkların dillerine çevrilmiş ve ilgiyle okunmuştur. Cengiz Aytmatov Türk dünyasının “çoban yıldızı”dır. Manevi yüksekliği de Türk dünyasının büyüklüğünü de Aytmatov’un yüksekliği ile ölçüyoruz. Yükseklik sadece yükseklikle ölçülür. Cengiz Aytmatov, Türk dünyasının manevi bir “meşalesi”dir.
Büyük yazarın aşkın büyüklüğünü yücelten ilk aşk hikayesi “Cemile” povesti, Louis Aragon’un Aytmatov hakkında yazdığı ve dünyaya duyurduğu “bu eser dünyada ne kadar sevgi konulu eser yazılsa da bu sevgiyi öne çıkaran en güçlü hikaye” diyerek paha biçmişti. Her şeyden evvel Aytmatov’un eserlerine Avrupa okurunun penceresini açıvermişti.
Kırgızistan’ın son 40 yıldır çeşitli büyük yazarların en iyi romanlarını okuyan ama aynı zamanda okuyucu kitlesi yüksek olan Kırgız yazarının Avrupa’ya gelişi ve manevi rekabet yaratması, yüksek edebiyatın ilk işaretiydi…
Ünlü Kazak şairi Muhtar Şahanov’un, “Evrende iki Cengiz yaşadı. Biri dünyayı kılıçla fethetti, biri kalemle fethetti. Kılıçla fetheden Cengiz Han’ın adı lanetle, kalemle fetheden Cengiz Aytmatov’un adı ise insan övgüsü ile sonsuza kadar korunacaktır” diyen bir sözü var. Cengiz Aytmatov’un eserleri tüm Türk halklarının dillerine çevrildi ve Türkiye’de onun edebî dünyası defalarca yayınlandı. Aytmatov Türk dünyasının bir yazarı!
Haziran 2008’de biz sadece Aytmatov’u değil, bütün bir çağı son yolculuğuna uğurladık… Çünkü Aytmatov, zamanının ruhsal bir yansıması, ruhsal bir özüydü… Aytmatov gözleri kapansa bile onun ruhu ve ruhsal zenginliği bundan sonra da dünyanın dört bir yanında dolaşmaya devam edecek. Onun ölümsüzlüğü, sonsuzluğu eserlerinde…

    Sultan Raev
    TÜRKSOY Uluslararası Teşkilatı Genel Sekreteri
    Kırgız Halk Yazarı

ÖNSÖZ
Cengiz Aytmatov’u 10 Haziran 2008’de “ebediyete” yolcu ederken geride bıraktıkları ile yetinmek zorunda kalacağımızı biliyorduk. Aslında “gidişi” ile değil de “geride bıraktıkları” ile yükümüzü oldukça ağırlaştırdı. “Ben yazdım yazacağımı, artık gerisini siz düşünün!” der gibi terk etti bu dünyayı. Gitmeden önce herkesi, bütün insanları ve insanlığı uyardı. Kendisini mitolojik kahraman Kassandra’nın yerine koydu ve acı veren geleceğin habercisi oldu.
Aytmatov 24 Ekim 2000’de Milliyet gazetesine verdiği demecinde şöyle demişti: “Değişme insanların bilinci ve isteği dışında gerçekleşir. Dolayısıyla değişim kaçınılmazdır. Sovyetlerin yıkılması da insanlık için bir değişimdi. Gelişmeyi vadettiği için elbette sevindim. Ancak, yeni zaman beni aşırı sevindirmedi. Çünkü gelecek zamanda zorluklar ve sıkıntılar olacağının farkındaydım. Gelen şey cennet değil!”[1 - Orhan Söylemez. “Gelen şey cennet değil!” Yüksek Öğretim Dergisi, Yıl 2019, Sayı 11, s. 36-41. (Milliyet’ten alıntı ile)] Yıl 2000, sıradan bir yıl değildi; çünkü “yeni bir milenyum” başlıyordu. Hazır mıydık veya insanlık hazır mıydı? Bilmiyorum. “Değildik!..” demek istemediğim için “bilmiyorum” demek bir nevi kaçış yolu. Aytmatov biliyordu ama. Bizi, insanları ve aslında “insanlığı” uyarmıştı. Sadece bu söyleşisiyle değil, bütün yazdıklarıyla uyarmıştı. Bu ciddi; fakat ciddiye alınmayan uyarılara kısaca bir göz atalım.
Cengiz Aytmatov’un geride bıraktığı eserleri insanın veya insanoğlunun önce kendini, sonra etrafındakileri, daha sonra da tabiattakileri fark etmesini sağlıyor. Dolayısıyla okuyucu “kendisinin, etrafının ve tabiatın” farkına vararak yaşam kalitesini yüksek tutuyor. Okuyucu, Beyaz Gemi ile yok olmakta olan maralların yanı sıra yok olmakta olan bir doğadan, yok olmakta olan şuurlu ve millî kimliğinin bilincinde bir Kırgız neslinin varlığından haberdar ediyor. Mümin dede ile kaybolmakta olan millî bir bilinci temsil ettiriyor, nesli tükenmekte olan maral ana ile geçmişi, kendini sulara bırakarak babasına ulaşmaya çalışan isimsiz küçük çocuk ile de geleceği temsil ettiriyor.
Gün Olur Asra Bedel romanı, Cengiz Aytmatov’un Kırgızların varlığını anlamlandıran, geçmişine ışık tutan, geleceğini aydınlatan bir eseri olarak okuyucunun karşısına çıkıyor.

• Önce “Nayman Ana” ile çevrelenmiş, kuşatılmış, işgal edilmiş, iğfal edilmiş, iğdiş edilmiş bir bellek mekânı olan ‘ana beyit’in kutsallığını hem Kırgızlara hem de bütün dünyaya haykırıyor.
• İnsanlar arasındaki düşmanlık yüzünden “mankurt”laştırılmış Colaman ile okuyucunun gözünü açıyor.
• Özünü ve benliğini, kimliğini kaybetmiş Sabitcan ile rejimin eğitim yoluyla Kırgızları nasıl köleleştirdiğini anlatıyor, daha acısız, daha farkında olmadan.
• Ardından tüm insanlığın iki süper güç tarafından nasıl haklarından mahrum bırakıldığını gösteriyor.
Kıyamet veya Türkçeye tercümesi ile Dişi Kurdun Rüyaları, tam bir insanlık trajedisi olarak okuyucunun karşısına çıktı. “İnsanlık trajedisi” diyoruz; çünkü insanlığını yitirmiş uyuşturucu tacirleri, bağımlıları, kaçaklar, dinden imandan çıkmış insanlar, tabiatı ve tabiatın kendilerine sunduğu nimetlere şükretmek bir yana bu nimetlerin farkında bile olmayan ve doğayı acımasızca katleden sayga avcıları. Bunların da ötesinde üçüncü batında doğurduğu dişi kurdun yavrularını çalan Bazarbay. İşte bu da tam bir “insanlık trajedisi.” Bütün bunlarla münferit olarak mücadele etmeye çalışan Avdiy Kallistratov ve dürüst, namuslu, çalışkan, kendi hâlinde ama hem kendi varlığının hem etrafındakilerin hem de tabiatın ‘farkında’ olan Boston. Nihayet onun kendi evladını vurması ve yaşadığı trajik son.
Cengiz Aytmatov’un genelde ilham kaynağı olan Orta Asya ve özelde Kırgız mitolojisinden ve tarihinden bir defalık ayrılıp antik Yunan mitolojisine uzandığı eserinin kahramanları Robert Bork ve uzaylı rahip Filofey. Okuyucu, Robert Bork ile bozulmaya yüz tutan, üstelik insan eliyle yok olmaya yüz tutan ve bu bozulmaya sessizce tepki veren, topluca intihar eden balinaların varlığının ‘farkına’ varıyor. Romanın yayımlanmasına kadar yalnızca haber değeri taşıyan insanlar dışındaki canlıların münferit veya topluca intiharları, bu defa bilinçli ve varlığının farkında olan okuyucuların dikkatlerini çekiyor, belleklerine yerleşiyor.
Kıyamet’teki dişi kurt Akbara’nın bir nevi intiharı, Kassandra Damgası’ndaki baykuşun Kremlin Meydanında kendini ölüme atması, balinaların topluca kendilerini karaya vurarak öldürmeleri daha büyük bir anlam kazanıyor. Kendi zamanında diğer insanlar tarafından dikkate alınmayan Kassandra’nın kehanetleri, farklı bir anlam ve boyut kazanarak, günümüz insanını yakın veya uzak gelecekte sürüklenecekleri felakete karşı uyarmaya çalışan Aytmatov’un kehanetleri ile birleşiyor. Kassandra’nın düştüğü zor duruma bu defa Aytmatov düşüyor.
Nihayet Dağlar Devrildiğinde romanı sevgiden yoksun kalmış, günümüzün modern hayatının kıskacına sıkışmış insanların nasıl acımasızca kendi öz varlıklarını pazarladıklarını gösteriyor. Bu kargaşa içerisinde hem Kırgız okuyucu hem de evrensel okuyucu Kırgızistan’a ve onun karlı zirvelerine mahsus, kendi dünyasında yaşam savaşı veren Caabars’ın varlığının ve yok olmakta oluşunun ‘farkına’ varıyor. Bütün bu mücadele içinde yeşermeye uğraşan, kendisine bir var oluş alanı yaratmaya çalışan “sevgi”nin nasıl yok edildiğini gösteriyor.
Galina Guseva ta 1987’de yaptığı söyleşisinde “Aytmatov eserlerinin şahısları hassas insanlardır. Onlar güçlerini esirgemeden çalışır, aşırı derecede sever, hıçkıra hıçkıra ağlar, içten nefret ederler” diyordu.[2 - Galina Guseva, “Çingiz Aytmatov ve kahramanları,” Sanat Olayı, Şubat 1987, Sayı 57.] Toprak Ana’nın Tolganay’ı hem kocasını hem de çocuklarını savaşın kanlı safhalarında yitirdikten sonra hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Oğlundan miras kalan gelini de biricik torununu doğururken ölmüştü. Tolganay ağlamasın da kimler ağlasındı?.. Günümüz insanının ağlamaya vakti mi var, ağlarken dökecek gözünde yaş mı var? İğdiş edilmiş Gülsarı için Tanabay ağlamasın da kimler ağlasın? Colaman için anası Nayman Ana ağlamasın da kim ağlasın? Köleleştirilmiş Sabitcan için Edigey ağlamasın da kim ağlasın?
Otomatik tüfeklerle taranan saygalar için, üç defa yavrularını kaybettikten sonra canını da kaybeden Taşçaynar ve Akbara için daha sonra kendi hayatını da veren hırsızları, uyuşturucu bağımlılarını, kaçakları yola getirmek için uğraşırken olanlara şahit olan Avdiy Kallistratov ağlamasın da kim ağlasın? Biricik evladını kurtarmak için Akbara’yı ve oğlunu kendi elleriyle öldüren Boston ağlamasın da kim ağlasın? Gözü dönmüş kalabalığın elinde linç edilen Robert Bork için eşi Jessi ağlamasın da kim ağlasın?
İnsanları inandırabilmek için kendini uzay boşluğuna bırakan zavallı rahip Filofey için Robert Bork ağlamasın da kim ağlasın? Nihayet, Kırgızistan’ın karlı zirvelerinin süsü, varlık mekânı mağarada gözü dönmüş paralı avcıların kurşunlarıyla canlarını veren Caabars ve Arsen için Eles ağlamasın da kim ağlasın. Üç kuruş para ve menfaati için ülkesinin ve milletinin değerlerini satanlar mı ağlasın? Yoksa biz mi ağlayalım?
İşte bütün bunları bırakıp gitti Cengiz Aytmatov. Hem de bir bulmaca, bir puzzle gibi çözümünü de biz “insanlara” bırakarak.
Elinizdeki kitapta yazarın ölümünden sonra yayınlanan Masallar ve Efsaneler kitabındaki dördü masal dördü efsane olan “masallar ve efsaneler”den alıntıların Rusçadan çevirisini ve çözümlemelerini yaptık.[3 - C. Aytmatov. Легенды и сказки. Для детей среднего и старшего школьного возраста. (Efsaneler ve masallar. Orta yaş ve üstü okul çocukları için). Б.: Изд. Аркус, 2018. 104 стр., илл. (Bişkek: İzd. Arkus, 2018. 104 s. ve görseller) (Çalışmada verilen alıntılar bu kaynaktan alınmış ve Sabina Said ile Orhan Söylemez tarafından Rusçasından tercüme edilmiştir.)] Kitaptaki sekiz anlatının beşini yazar, henüz hayatta iken romanlarının içinde kullanmıştı. Mesela “Çıpa-lak parmak çocuk” ve “Maral ana” anlatıları Beyaz Gemi’nin sayfalarında yerini almıştı. “Kuz başında kalan avcının feryadı” olarak Karagül efsanesi de Elveda Gülsarı romanında işlenmişti. Sabina Said’in bir toplantıda ifade ettiği gibi;

… Efsaneye göre, avcılıkta usta olan bir babanın oğluna avcılığı iyi öğretip kötü sonuçlar doğurmasına yol açtığı anlatılır. Karagül adlı çocuk öyle iyi bir avcı olmuş ki, attığı ok hiç boşa gitmezmiş. Karagül dağlardaki tüm hayvanları; yeni doğan yavruları dahi öldürmüş. Boz Geyik soyunu kırıp geçirmiş. Kaçan son Boz Geyik’in peşine düşmüş, fakat hareket edemeyeceği bir dağ başında kala kalmış. Babası onu bulmuş, ancak öz oğlunu silahıyla vurarak acı sonuçtan kaçamamış ve acı bir ağıt yakmıştır. Soyunu tüketen bir harekete kalkışmanın kendi tarihsel geleneğini, değerlerini ve özünü yok etmekten başka bir şey olmadığı açıkça görülmektedir.
“Mankurt” efsanesini bilmeyen yoktur. Aytmatov, Gün Olur Asra Bedel romanında anlattığı bu efsane ile özünde millî hafızanın yok edilmesi konusunu işledi ve “mankurt” kavramını dünya edebiyat alanına yerleştirdi. Şimdi gelelim yazarın hayatta iken kaleme aldığı kitaplarına girmeyen ve burada ilk defa okuyucunun karşısına çıkacak iki masal ve bir efsaneye. Yine Sabina Said’in kaleminden aktaralım;
1. “Üç Zavallı Kız Kardeş” masalı:
Bu masal için kitapta “Ayımkan ninenin masalı” notu düşülmüş. Demek ki yazarın ninesinden dinlediği ve kayda geçirdiği bir masal. Bu anlatıyı Aytmatov daha önceki eserlerinde kullanmamış. Masal üç kızın üvey nineleri tarafından istenmeyerek ormana götürülüp bırakılması ile başlar ve kızların tekrar eve dönüşlerini konu edinir. Kırgız kültürüne ait köy yaşamı ve önemli unsurlarından biri olan “boz üy” masal içerisinde işlenir.
2. “Akbara” efsanesi:
Han kızı olan Akbara ile Hiveli Ozan’ın aşkını konu alır. Ancak sonları iyi olmaz. Kendisi bir dişi kurt olur ve bir daha yaşadığı yere dönmez. Ozan ise deli ve bitik bir duruma düşmüştür. Artık kum hortumlarının görüldüğü vakitler kovalayanlarından kaçar gibi görünen ve halk tarafından güzel “Akbara” olarak anılırmış/benzetilirmiş.
3. “Çantalı maymun” masalı:
Gabi’nin bir büyü ile maymuna dönüşmesi ve avcılar tarafından yakalanarak Moskova hayvanat bahçesine satılmasıyla başlar. Moskova’ya tatile gelmiş bir aile—Aytmatov ailesi–ve destan kahramanı Manas tarafından kurtarılır, Kırgızistan’a dönerek büyü bozulur. Gabi ailesine kavuşur. Manas’ın Kırgızlar için önemi de bu masal aracılığıyla bir kez daha görülür.
Aytmatov, kalemiyle Kırgız halkının gelenek ve göreneklerini yaşatmak için elinden geleni yaptı kuşkusuz. Beyaz Gemi’nin Mümin dedesi kendisine intikal eden inanç ve gelenekleri sahipsiz, kimsesiz ve anne-babası tarafından terkedilmiş isimsiz çocuğa temsil ettiği bütün gelecek nesillere aktarmayı başardı. Eğer bu aktarım gerçekleşmemiş olsaydı yine Sabina Said’in ifadesi ile “uzak bir geçmişte yitirilmiş ölü bir efsane olmaktan” kurtulamayacaktı.
Bu kitapta tarihin karanlık dehlizlerinde unutulmaya terkedilmiş bu tür halk kültür mahsullerini bulacaksınız. Burada alıntılanan anlatıların Rusçadan çevirisini öğrencim Sabina Said ile birlikte uzun saatler çalışarak, defalarca okuyarak hazırladık. Yine mezun edip hayat denilen meydan muharebesine saldığım öğrencim Nur İpek ile defalarca okuyarak düzeltmeler yaptık. En son okumayı ise sevgili Kerem Arslan ile yaparak masal ve efsanelerin çocuk gözüyle ve kulağıyla teyidini aldık. Çözümlemeler ise Mehmet Emrecan Yük’ün gayreti ve kalem gücüyle ortaya çıktı. Bu gençler olmasaydı elinizdeki kitap ortaya çıkmazdı. Hepsine ayrı ayrı teşekkür ediyorum.
Son teşekkür ise bize bu kadar güzel eserleri bırakıp giden Cengiz Aytmatov’a. Hatırası ve eserleri önünde saygıyla eğiliyoruz. Ana Beyit’te yatan Nayman Ana’dan Ata Beyit’te yatan Törekul’a giden yolda bıraktığın eserler için sana minnet borçluyuz. Rahat uyu büyük usta!..

    Prof. Dr. Orhan Söylemez
    Kastamonu, 2022

BİRİNCİ BÖLÜM
CENGİZ AYTMATOV’UN MASAL VE EFSANE DÜNYASI
“Masal gibi bir ömür yaşadı” desek bilmem ne kadar doğru olur. Ama kanaatimce hiç de yabana atılacak bir ifade değil bu söz. Kırgızların yaşadığı coğrafya, 20. Yüzyılın başlarında yaşanan büyük siyasî gelişmelerin de etkisindeydi. Çarlık dönemi sona ermekteydi, bu görülüyordu; çünkü geniş Orta Asya topraklarında yaşayan bütün halklar için bağımsızlık sözleri veriliyordu. Aydınlar buna inanmışlardı haklı olarak. Nereden bakılsa iki yüz yıllık bir Çarlık Rusya hegemonyası üzerlerinde ağır baskı kurmuştu. Ülkelerindeki yöneticiler, yeter ki halk hayatta kalabilsin diye tavizler vermiş, topraklar vermişti. Kırgız halkının Kurmancan Datka’sı vardı. Son derece zeki ve akıllı bir kadındı. Cesurdu da. Halkını yaşatabilmek için Çar ve onun gönderdiği valiler ile uyumlu çalışmayı yeğlemişti. Şimdi ise paha biçilmez bir biçimde, dayanılmaz hafifliği ile bağımsızlık rüzgârları esiyordu. Aydınlar bu rüzgârın verdiği güçle çalışıyorlardı. Yeni rejimin vaatlerine inanıyorlardı. İşte böyle bir aydındı baba Törekul. Öğretmendi. Halkın eğitilmesi için mücadele ediyordu, tıpkı oğlunun “İlk öğretmen” hikâyesinin kahramanı gibi. Kim bilir belki de yıllar sonra oğlu tarafından babanın yaşamı hikâyeleştirilmişti.
Masalsı bir başlangıç
Yüzyılın başında her şey bir “masal” gibi başlamış ve öyle de devam ediyordu. 1928’de Cengiz dünyaya geldi. Kırgızistan’ın Talas vadisinde, kükreyerek, köpürerek akıp giden Kürkürev ırmağının kıyısında bir köy olan Şeker’de doğmuştu. Masallardaki kadar güzel bir coğrafyada ilk yıllarını yaşadı. Ülkede yeni bir rejim kuruluyordu. Aydınlar kalemiyle, sanatıyla, zekâsıyla iş başındaydı. Fakat 1930’lu yıllar hiç de beklenildiği gibi başlamadı. Önce “kolektifleştirme” denilen bir uygulama başladı. O coğrafyanın insanına hiç uymayan “yerleşik” bir hayat düzeniydi. Konar-göçer hayattan yerleşik düzene geçmek hiç de hayırlı olmadı. Hayvancılık ve yaylacılık onların hayat tarzıydı. Çiftliklerde, kolektif hayat tarzının çizildiği kolhoz ve onların biraz daha büyüğü olan sovhozlardaki hayat tarzı onlara uymuyordu. Çok fazla insan kaybı oldu. Olsundu. Rejimin mühendislerinin umurunda değildi.
Aydınlara da yazılarında uymaları için formüller veya reçeteler sunulmuştu. Adı da “sosyalist realizm” olarak konulmuştu. Herkes, her kalem erbabı bu reçeteye uymak zorundaydı. Bu sosyalist realizm denen şeyde olumsuz hiçbir olaya yer vermek mümkün değildi. Hâlbuki yolunda gitmeyen o kadar çok şey vardı ki. Eli kalem tutanları Moskova’ya çağırıyorlar ve onlara sıkı bir eğitim veriyorlardı. Törekul da onlardan biriydi işte. Karısı Nagima’yı ve çocuklarını alıp Moskova’ya “edebiyat” eğitimi, bir başka deyişle “edebî eser nasıl yazılır” veya “insanlar nasıl eğitilir”in dersleri okutuluyordu.
Hani herkese özellikle aydınlara söz verilmişti; herkes bağımsızlığına kavuşacaktı? Hiçbiri gerçekleşmedi. Ne bağımsız cumhuriyetlerini kurabildiler ne de kalemlerine özgürlük verildi. Bu yönde yazı yazanların kalemleri kırılmalıydı. 1937’de halkını uyandırmak, onları eğitmek için yazı yazanların kalemleri bir bir kırılmaya başlandı. 1938’in sonuna kadar sürdü bu kıyım. Adı da kondu daha sonra: “Stalin kurbanları!”
Törekul daha Moskova’da iken “kaleminin kırılacağını” veya “boynunun büküleceğini” anlamıştı. Bir gün karısı ve çocuklarını alıp tren istasyonuna götürdü. Karısından çocuklarını alıp Kırgızistan’a götürmesini istedi. Talas’a gitmeliydiler. Şeker köyüne dönmeliydiler; çünkü büyükler oradaydı. Ancak onlar koruyabilirdi çocukları ve karısını. Öyle de oldu. Vedalaştılar tren istasyonunda; tıpkı Toprak Ana romanının “ana”sı Tolganay’ın kocasını ve çocuklarını savaşa gönderirken onlarla vedalaştığı gibi. Cepheye gidenlerin dönmeyeceğini biliyordu kadın. Şeker’e çocuklarıyla dönen Nagima da Törekul’un bir daha onlarla birlikte olamayacağını biliyordu. Hüzünlü bir elveda idi bu son görüşme. Gülsarı’da da Tanabay, anlı şanlı atı Gülsarı ile böyle vedalaşmıyor muydu romanın sonunda?
Masaldan kâbusa
Masal gibi başlayan çocukluk yılları Cengiz ve ailesi için kâbusa dönüşmüştü. Olsun, masal kahramanları da zorluklarla karşılaşmazlar mıydı hayatlarında? Karşılaşırlardı elbette. Zorlukları aşarak kendilerini ispatlar, ailelerini kurtarmazlar mıydı? Kurtarırlardı elbette. Çileli bir hayat başladı Şeker köyünde. Savaş da başlamıştı çok geçmeden. Çile sadece onlar için değildi. Herkes içindi. Eli silah tutan herkes cepheye çağrılmıştı. Vatan savaşıydı ne de olsa? Kimin savaşıydı diye sormaya kim cesaret edebilirdi ki? Edemezdi.
Cengiz, daha çocukluk yıllarında köyde geçirdikleri vakitlerde ninesinden masallar dinlerdi. Dinledikçe daha çok isterdi küçük Cengiz. Ninesi masal bulmak için komşuları dolaşırdı. Yine anlatırdı. O yıllarda yaylalara çıkarlarken yollarda ninesinden neler öğrenmemişti neler. Genç kızların türkülerini, yaylalara çıkarken develerin ve yüklerin nasıl hazırlandığını, zorlu geçitlerden geçerken hangi duaların edildiğini, çadırların nasıl kurulduğunu hafızasına kaydediyordu; çünkü insanın geçmişini kaydettiği bellek mekânı hafıza önemliydi. Allah korusun onu kaybetmek yani bir insanın “millî kimliğinin” kaydedildiği “bellek” mekânı olan hafızasını kaybetmesi onu “mankurt”laştırabilirdi. “Mankurt” olmak çok kötü bir şeydi. İnsan, insan olmaktan çıkıyor, içi samanla doldurulmuş “korkuluk”a benziyordu. Köleleşiyordu insan, başka insanlara sorunsuzca hizmet etmek için.
Biz babasız büyüdük!
Masal kahramanının olgunlaşması gibi Cengiz de büyüdükçe, hayatın zorluklarını birer birer aştıkça daha da çelikleşiyordu. Savaş gibi büyük bir yıkımı daha o yaşlarda yaşıyordu, üstelik babası yoktu ki başını omzuna dayasın da desteğini alsın. Bir daha kendisinden haber alınamamıştı babasından. Öldü mü kaldı mı kimse bilmiyordu. Babasız büyümeliydiler, babasız güçlükleri aşmalıydılar, babasız hayatta kalmayı başarmalıydılar. Gerçi köy halkı onları iyi tanıyordu ve ellerindeki bir dilim ekmeği bile bölüşüyorlardı; ama onların da yoktu ki. Tarlalara ekilen ve biçilen buğdaylar çuvallara doldurulup cepheye gönderiliyordu. Orada Savankullar, Daniyarlar, Sadıklar savaşıyordu. Vatan müdafaası için canlarını feda ediyorlardı. Nereden bilsinlerdi ki Sovyet rejiminin kurucuları onları kurşunların önlerine atarken kendileri cephe gerisinden seyrediyorlardı. Tolganay’ın kocası ve çocukları dönmemişlerdi cepheden. Gelini ise zavallı evliliğinin tadını bile çıkaramadan dul kalmıştı. Çobandan bir çocuk peydahladı. Bebeği doğururken de hayatını yitirdi. Yitirmeyip yaşasaydı köyde kim bilir onun için neler söylerlerdi. Cemile için söylemediler mi? Hem de nasıl. Hatta kocası Sadık cepheye gidince yalnız kalan genç gelinden faydalanmak isteyen Osman bile onun ardından neler söyledi neler. Hâlbuki Daniyar cepheden yaralı dönmüştü. Ölebilirdi de.
Cephe gerisinde de büyük bir savaş sürüyordu. Hatırlayın Tanpınar’ın 1920’li yılların yani Millî Mücadele yıllarının romanı olan Sahnenin Dışındakiler’i. Romanın kahramanı İhsan bir yerlerde; “Orada (Anadolu’da) mücadele var, muharebe var. Mukadderatımız orada halledilecek! Asıl sahne orası. Biz burada maalesef sadece seyirciyiz. Sahnenin dışındayız!..” diyordu. “Cemile” hikâyesinde ise sahnenin dışında olan sadece Osman idi. Herkes cepheye bir şeyler yetiştirmek için uğraşırken Daniyar da bacağından yaralı olduğu halde çuvalları taşıyordu. Osman öyle miydi ya? Osman, Cemile’yi tuzağına çekmeye ve düşürmeye çalışıyordu. Ne tuhaftır ki Cemile’nin ardından bağıranlar arasında ilk önce o duruyordu. Halbuki gönülden gönüle köprü kuran “türküler” vardı.
Türküler diyarı
İşte burada türküler devreye giriyordu; hani Cengiz’in köyde ve yaylalara çıkarken dinlediği genç kızların söylediği türküler vardı ya. İşte o türküler yok mu o türküler. Bunlar değil miydi kalpten kalbe köprü kuran?[4 - Hamide Aliyazıcoğlu. “Cengiz Aytmatov’un eserlerinde musikiye bakış,” Kafka’dan Coelho’ya Yakın Okumalar. Haz. Orhan Söylemez-Samet Azap. Ankara: Bengü Yayınları, 2014.] Hamide Aliyazıcıoğlu bir yazısında musikiyi veya buradaki şekliyle söylersek “türkü”yü “herkesin anlayabildiği ve anlayabileceği yegâne dil” olarak tanımlıyor. Hatta “perilerin konuştuğu dil”e kadar götürüyor. Eserde Daniyar sakat bacağıyla sırtına aldığı buğday çuvalını vagonlara çıkarırken çektiği acıyı Cemile’nin türkülerini dinlerken de yaşıyordu. Türküler yasak bir aşkın tınısını taşıyordu, nasıl yürek yakmasın ki.
Kahrolası kara kâğıtlar!
Cengiz henüz 12-13 yaşında iken savaşın cephe gerisinde hem kendisinin hem de ailesinin yaşam savaşını veriyordu. Halk düşmanının oğluydu, ama şansı vardı ki iyi eğitim almıştı. O yıllarda bu özelliği çok işe yaradı. Hani masallardaki kahramanın üstün özelliklerinden biriymiş gibi. Cepheden gelen “ölüm” haberlerini ailelere ulaştırıyordu. Bu “kara kâğıt” kapısını çaldığı evi yasa boğuyordu, karalar bağlatıyordu. Annelerin yüreğini, taze gelinlerin ciğerini, genç kızların yarınlarını yakıyordu, yok ediyordu. Bunlara şahit olmaktan, bin kere ölmekten bir kere ölmek daha iyiydi. Cengiz her “kara kâğıt” ile yeniden ölüp, yeniden diriliyordu. Pişiriyordu bu anlar onu, tıpkı “sonsuz yolculuğu”na çıkmış masal kahramanı gibi. Yüreğini çelikleştiriyordu, kızgın demirde dövülerek çeliğe dönmüş bir kişilik oluşturuyordu.
İlginç olan başka bir şey daha vardı. Rejim babasını “halk düşmanı” ilan etmişti ve tutuklamıştı. Hatta kurşuna dizmişti diğer yüz otuz altı kişi ile birlikte. Cengiz ve ailesi bunu bilmiyordu elbette. Bilse ne yapabilirdi ki? Hiçbir şey. Stalin’i değil, etrafındakileri suçluyorlardı. Yakın dostu, edebiyat araştırmacısı akademisyen Osmonakun İbragimov, onun için “… Savaş başladığında Cengiz henüz 14’üne bile girmemişti ve cepheye gitmek için yanıp tutuşuyordu. Galiba çocuksu bir kahramanlık peşindeydi. Genç Cengiz, Törökul Aytmatov’un oğlunun ne kadar cesur olduğunu herkese göstermek istiyordu.” – diyordu kitabında onun hatıralarını anlatırken.[5 - Osmonakun İbraimov. Devrinin Büyük Yazarı Cengiz Aytmatov. Ankara: Bengü Yayınları, 2018. s. 20-21.]
Cengiz savaşa gidememişti ama Kazak tiyatro yazarı Kaltay Muhammedcanov ile birlikte yazdığı ve Türkiye Türkçesine “Fujiyama” adıyla çevrilen eserinde beş liseli genci cepheye göndermekten çekinmemişti. Öğretmenleri Ayşe apay onları ne kadar durdurmaya çalışsa da kanları deli akıyordu. Onları durdurmak mümkün değildi. Cepheye giden beş arkadaş içinde şair ruhlu biri vardı ve o diğerlerinden ayrılıyordu. Adı da Sabur idi. Daha cepheye gider gitmez savaşın gereksizliğini anlamıştı. Cengiz’in de şiir denemeleri olduğunu biliyoruz, fakat daha çok resme merakı vardı. Bu yönünü “Cemile” hikâyesinde görecekti okuyucular. Sabur bir gece cephede beş arkadaştan başka kimsenin olmadığı bir ateş etrafında şiirini okudu. Muhtemelen okuduğuna da pişman oldu. Ertesi gün sorguya çekildi ve hapsedildi. Daha sonra da sürgün edildi. Sabur o sürgünden döndü; ama bir daha insan içine çıkmadı. İnsanlardan ve insanlıktan ümidini kesti. Cengiz cepheye gitmese de ona bu ilhamı kim verdi, bugüne kadar kimse bilmedi. Diğer taraftan bu sahne eseri galiba 1983’te New York’ta sahnelendi. “Bir oyundan öte …” diye başlıklar atıldı. Öyleydi; zira savaştaki yıkımın ötesinde insanların insanlığında yıkım vardı. Her şeyden önce yazar Aytmatov, “her Mozart’ın bir Salyeri’si vardır” diyerek tarihi bir olaya da göndermede bulunuyordu. Mozart deli dolu, hayatla iç içe ve doğuştan müziğe yetenekli bir gençti. Saray onu yeni keşfetmişti. Sarayın müzisyeni ise Salyeri idi. Bulunduğu yüce makamın tehlikeye düştüğünü görünce Mozart’ı yok etmeyi kafasına koydu. Sonunda Mozart’a kendi ölüm rapsodisini yazdırmayı başardı. Acı olan tarafı ise Mozart neyi niçin yazdığını çok geç fark etmişti.
Bu liseli beş gençten dördü savaştan dönmeyi başarmış ve hepsi de önemli mevkilere gelmiş, sorumluluk almış, hatta bazıları evlenmişti bile. Aradan geçen çeyrek asırda epey geliştirmişlerdi kendilerini. Öğretmenlerini de çağırdılar Fujiyama’nın zirvesindeki pikniğe. Geceyi orada geçirmeyi planlamışlardı. Çadırlarını kurdular, ateşlerini yaktılar. Ayşe öğretmen de katıldı onlara. Ateşin etrafında toplandılar ve “günahlarını itiraf” etme oyunu oynamaya başladılar. Ne günahlar işlenmişti yarabbi. Sanki günahlarını itiraf ettiklerinde af olunacaklarmış gibiydiler. Hâlbuki lisede gördükleri Sovyet eğitimi onlara Tanrı’nın olmadığını öğretmişti. “Yüzene tüküreceğiz!” gibi laflar ediyorlardı. Ateşin etrafındaki günah çıkarma işlemi geç vakit yukarıdan aşağıda “taş atma” oyunuyla sona erdi. Kim daha uzağa atacaktı taşları. Sabah kalktıklarında ise aşağıda, dağın eteğinde yaşlı bir kadın başına aldığı bir taş darbesiyle ölmüş olarak bulundu. Sabur’u kim ihbar etti, yaşlı kadını öldüren taşı kim attı, hâlâ kimse bilmiyor.
Savaştan sonraki savaş
Nihayet bütün yıkımıyla savaş bitmişti. Cengiz ve ailesi savaşı iliklerine kadar yaşayarak hayatta kalmayı başarmışlardı. Baba Törekul’dan hala haber yoktu. Kim bilir başına neler gelmişti. Ailenin açlık sınavı verdiğini, kıt kanaat geçinirken tek ineklerinin de çalındığını, Cengiz’in hırsızın peşine elinde tüfekle düştüğünü, kendisini ihtiyar bir adamın durduğunu anlatmaya gerek bile yok. Nitekim “Yüz yüze” hikâyesinde İsmail tiplemesiyle bu olayı anlatmıştı. Güya cepheye gitmek için çıkmıştı evden İsmail. Korkudan mı yoksa savaşın hiçbir şey kazandırmayacağını bildiğinden midir nedir bilinmez, İsmail geri dönmüştü. Geri dönmüştü dönmesine de eve gidecek, karısı Seyde’ye ve köy halkına görünecek yüzü bulamıyordu kendinde. Gizlice eve geldi, Seyde ile görüştü. Sonra yine karanlıklar içinde kayboldu. Karısı Seyde bir sabah uyandığında evin tek geçim kaynağı olan ineklerinin kaybolduğunu veya çalındığını anladı. İsmail, kendi evinin tek ineğini çalmış, kesmişti bile. Sonrasını anlatmaya bile gerek yok.
Sovyet yurtlarını savaşın tahribatından kurtarmak için genel bir seferberlik ilan edilmişti. Ülke veya ülkeler yeniden inşa edilmeliydi. Herkes çalışmalıydı, aydınlar da kalemlerini bu yolda yürütmeliydiler. Yazılarında herkesin çok çalışması gerektiğini anlatmalıydılar halka. Gece gündüz herkes işinin başında bütün gücüyle ülkeyi mamur hale getirmek için uğraşmalıydı.
Eline kalem almak, ateşten gömlek giymek gibi!
1950’li yılların başıydı. Cengiz artık delikanlı olmuştu. Eli de kalem tutmaya başlamıştı. “Gazeteci Cüdo” diye bir hikâye yazdı 1952’de. Bir Japon gencinin gözünden “Sovyet rejimi”ni ve Stalin’i övüyordu. Babasını ortadan yok eden rejim bu rejim değil miydi? Osmonakun’un ifadesiyle daha sonra bu hikâyeyi yazdığı için “utanç” duymuştu.[6 - Osmonakun İbraimov. Devrinin Büyük Yazarı Cengiz Aytmatov. Ankara: Bengü Yayınları, 2018. s. 22.] Pek de ilgi çekmedi zaten. Bir iki ufak tefek denemeden sonra “Cemile”yi yazdı. Sen misin yazan? Kılıçlar çekilmiş, bıçaklar bilenmiş vaziyette Moskova’daki bütün Sovyet edebiyat eleştirmenleri bir taraftan Kırgızistan’daki Kırgız eleştirmenler diğer taraftan Cengiz’i paramparça etmek için kalemlerini ellerine almışlardı. Kalemlerinin ucundan “kan” damlıyordu “mürekkep” yerine.
Masum bir aşkı anlattığını düşünüyordu; fakat böyle bir aşka ne Kırgızistan ne de Sovyet otoriteleri hazırdı. Evli bir kadın, üstelik kocası cephede savaşırken nasıl olur da bir başkasına âşık olabilirdi. Olmamalıydı. Öyle düşünüyordu herkes. Kimse “kadın”ın “sevme” hakkından bahsetmiyordu. Hikâyedeki Osman bile aynı fikirdeydi. Tuhaf değil miydi? Aslında Osman utancından yerin dibine batmalıydı. Kime göre?
Peki, niye yazmıştı Cengiz böyle bir romanı? Bu soruya cevap vermek kolay değil elbette. Dedik ya savaş yılları onu çelikleştirmişti diye. Yine o sıralarda aşk şarabını da içmişti. Niye içmesin ki artık 14-15 yaşlarında delikanlı olmuştu. Osmonakun’un ifadesiyle “… savaş yıllarında Aytmatov ilk aşk duygusunu” hissetmişti. Fakat “âşık olduğu kişi bir peri değildi, ondan yaşça biraz daha büyük ve ona erkek kardeşi gibi davranan genç bir kadın” idi.[7 - A.g.e., s. 26.] Örselenmiş genç bir ruha bu beklenmedik “aşk” ilaç gibi gelmişti. Onun ateşiyle yanıp tutuşmaya başladı; “… Dünya onun için başka bir yere dönüştü. Onun örselenmiş ruhu aşk ateşiyle canlandı ve içindeki sanatçı ruh ortaya çıktı.” – diyordu Osmonakun. Hâlâ tartışılagelen Cemile’ye ne kadar da benziyor, değil mi? Cemile’ye benzeyen bu genç kadın da onun gibi neşeli ve al yazmalı birisiydi. Hayat işte, bazen kahramanlık yaşatır, bazen hüzün ve keder, bazen de acı olaylar. İşte tam da bu aşkı ve mutluluğu Seyit ile resmetmeye çalıştığı “Cemile” yüzünden başı derde girmişken yardımına iki büyük kalem erbabı yetişti.
Kazak halkının büyük yazarı, Abay’ın hayatını ölümsüzleştiren Muhtar Avezov çıktı ortaya ve bir yazı yazdı, yayınladı Moskova’da. “Bırakın!” diyordu Cengiz’in yakasını ve kalemini. Bir sene sonra da Fransız eleştirmen Louis Aragon bir yazı yayınlıyordu ve ona göre “Cemile dünyanın en güzel aşk” hikâyesiydi. Akıl alır gibi değildi; ama iki büyük kalem Cengiz’i müdafaa edince ucundan kan damlayan kalemler, çekilmiş kılıçlar ve bilenmiş bıçaklar yerine konuldu.
Yukarıda bahsettiğimiz gibi bu defa “Yüzyüze”yi yazdı. Yine kıyametler koptu. Nasıl kopmasındı ki? Kahramanımız İsmail savaştan kaçmış, hırsızlık bile yapmıştı. Böyle şey olmazdı. Böyle şeyler Sovyet edebiyatı olarak çizilen çerçeveye uymuyordu. Büyük geliyordu veya yabancı. Ama Cengiz kalemi eline alarak ateşten gömleği giymişti bir kere ne kalemi bırakabilirdi ne de gömleği çıkarabilirdi.
Kurtarıcı Manas, kahraman Manas
“… Tam da bu zor hayat şartları içerisindeyken ilk defa ilham perisi onu ziyaret eder.” – Kırgız halkının büyük destanı Manas’ı keşfetti, onu okudu, onu dinledi, onu anladı ve nihayet hep onu yazdı. Ninesinden dinlediği masalların yanına artık Manas da yerleşmişti. Zaten daha küçük ve babasızken oradan oraya hayatın savurduğu zamanlarda iki dili birden çok güzel öğrenmişti. Şimdi de Manas’ın dilini çözüyordu. Manas ona çok şey anlattı, çok derin dünyalara, çok engin bozkırlara yol açtı. Manas destanı onun için sadece bir kahramanı tasvir etmiyordu, bunun yanında kültür hazinesinin, tarihin anahtarlarını veriyordu.
“O, yıllar içinde değil, aylar içinde büyüyüverdi.” – diyor Osmanakun İbraimov kitabında. (s. 25) Henüz dokuz veya on yaşlarında iken iki aşkı tecrübe etti. Bir taraftan kendisinden yaşça büyük Mırzagül Biykeç, diğer taraftan Manas. İkincisi ile Kırgız halkının ruh derinliklerine, tarih dehlizlerine, hayatta kalma mücadelelerine, kahramanlık duygularına inerken birincisi ile de kendi içine doğru yolculuğa çıktı. Âşık oldu, çocukça bir aşktı. Cemile ile Daniyar el ele köyü terk ederken azcık “kıskansa” da onların mutluluğunu resmetmeye çalışıyordu, safça ve çocukça.
İbraimov bu köyden çıkışı daha da ileri götürerek “Hz. Âdem ile Hz. Havva’nın cennetten kovulması”na benzetir. (s. 29) Aşka ve âşıklara methiyeler düzen, “aşk emektir” gibi övgüler yağdıran Aytmatov okurlarını üzeceğini bilse de İbraimov, iki sene sonra Cemile’nin tek başına ve perişan vaziyette köye döndüğü gerçeğini de paylaşır. Keşke paylaşmasa mıydı? Hiç bilmese miydik bu gerçeği? Böyle türkülerle başlayan ve gerçek aşka benzeyen belki de “gerçek aşk” budur dediğimiz aşka iki yıl mı ömür biçilecek bundan sonra? Kim bilir.
Tren ve tren yolculuğu, bulutlar: Sınır tanımayan gezginler
Tren, herkesin bildiği gibi bir ulaşım aracıdır olmasına da Sovyetler Birliği için çok farklı anlamlar da gizlidir içinde. Okunası kitaplar arasında Yuri Buy-da’nın orijinal adı Don Domino olan ve Türkçeye Sıfır Treni olarak çevrilmiş kitabını zikredebiliriz.[8 - Yuri Buyda. Sıfır Treni. İstanbul: Doğan Kitap, 2001.] Mehmet Özgül’ün çevirisiyle yayınlanan kitabın kapak yazısında şöyle denilir:

Rusya’nın derinliklerinde kaybolmuş, kasvetli, çamurlu, soğuk bir istasyon. Ve her gece geçen bir tren… Kimsenin nereden gelip nereye gittiğini, ne taşıdığını bilmediği bir tren. Bütün dünyadan soyutlanmış bu no man’s land’in, seven, umut eden, hiçbir zaman gelmeyecek bir cevabı bekleyen, yavaş yavaş tükenen sakinleri…
Kitabın tanıtım yazısında yazar için “Yeni kuşak Rus edebiyatının en parlak temsilcilerinden Yuri Buyda” diye bahsediyor ve romanda okuyucuya “Rusya’nın ve insanoğlunun trajik yazgısının muhteşem bir metaforunu sunuyor” diyor. Sonra da “Okuru, toprağın, demirin, kokuların, etin ve kanın somut dünyasına sokan, sarsıcı bir roman” olarak yorumluyor ve bırakıyor.
Aytmatov ve tren
Baba Törekul Moskova’daki eğitimi esnasında Stalin rejiminin aydınları katliamını sürdürdüğü yıllarda sıranın kendisine geldiğini hissettiğinde ailesini kurtarmak için Moskova’dan trene bindirip uğurluyor onları. Karısı Nagima ve çocukları kurtarıyor, o an için. Kendisi tahmin ettiği gibi “halk düşmanı” olarak yaftalanıp kurşuna diziliyor. Tek başına değil elbette. Yanında yüz otuz altı insan daha var. Hepsi kurşunlanmış ve kireç kuyusuna veya Bişkek’in Çon Taş bölgesindeki bir fabrikanın çukuruna atılmış.
Aşım Cakıbbekov’un “Biz babasız büyüdük” hikâyesindeki gibi bir çileli hayat Cengiz ve ailesini bekliyor köyleri Şeker’de. İnsanlık henüz ölmediği için köy halkı onları koruma altına alıyor, özellikle nine ve teyze onlarla evlerini ve ekmeklerini paylaşıyorlar. Cengiz o yaşlarda köyde kendine iş buluyor. Savaş yılları olduğu için cepheden gelen ölüm haberlerini ailelere dağıtıyor. İnsanları ve onların yüzlerindeki acıyı ilk defa orada yakından tanıyor. “Kara kağıt”lardan nefret ediyor.
Aytmatov bunları daha sonra “Hayatımdan notlar” başlığı ve Çocukluğum isimli kitapta ayrıntılarıyla anlatıyor.
Toprak Ana’da Tolganay, kocası ve çocuklarını istasyondan uğurluyor gelmeyeceklerini, dönmeyeceklerini bile bile. Tolganay, kocası ve üç oğlunu cepheye tren ile yolcu ederken onların arkasından baka kalıyor. Dönmeyeceklerini hissediyor kadın. Sonra gidip içini “toprak ana”ya, insanoğlunun, insanlığın “ana”sına içini döküyor. İki dertli ana acılarını paylaşırken dünyaya da mesajlarını gönderiyor. İbraimov’un anlattıklarına göre Aytmatov, “harap olmuş bir duvarın dibinde yaşlı bir kadına kesinlikle kendisi hakkında yazacağını söyler.” Şöyle bir manzara tasavvur edin: Çatısı, bacası yıkık, duvarları çökmüş bir ev. Çökmüş duvara yaslanmış, oturduğu yerde başını iki dizinin arasına almış, saracak kimsesi kalmadığı için kollarını da kalan gücüyle dizlerinin birleştiği yere düğümlemiş, gözleri içine çökmüş, uzağa bom boş gözlerle bakan, üzerinde yırtık pırtık elbisesiyle yaşlı bir kadın. Alnındaki çizgiler sanki kaderine yazılmış olan acıları yeterince yaşadığını açık açık söylüyor. Tahayyül edin böyle bir tabloyu ve kadının iç dünyasını keşfetmeye çalışın. Hiç de kolay değil. Aytmatov işte bu kadına hayat hikâyesini anlatacağının sözünü veriyor ve ortaya Toprak Ana gibi klasik bir eser çıkıyor. Her şeyi bir kenara bırakın sadece gelini Aliman’ın kocasını cepheye gönderdikten sonraki çaresizliğini ve çobanla yaşadıklarını düşünün. Hatta gelin tam da burada bugün Afganistan olarak adlandırdığımız rahmetli Ergeş Uçkun’un ifadesiyle Güney Türkistan coğrafyasında yaşananları anlatan Atıq Rahimi’nin Sabır Taşı romanını okuyun. Daha da ileri gidip Toprak Ana ile mukayeseli olarak inceleyin.
Romanda imgeler havada uçuşuyor. Bu yönüyle de evrensel bir boyuta yükseliyor. Sanat eserlerinin içinde doğduğu toplumun bir aynası olduğu bilinen bir gerçek. Burada İbraimov’un Aytmatov hakkında, onun düşünce dünyası ile ilgili notunu düşelim: “Söz, Aytmatov için boşluğa, evrenin entelektüel sessizliğine, doğanın döngüsünü açıklamaya ve hayatın kaosunu ifade etmeye yönelik bir şey anlamına gelmekteydi.” (s. 38) Her iki yazar da “söz”ün sönmez ateşiyle insanların ruhlarını canlandırıyor, yüreklerini yakıyor, dağlıyor ve canlarını acıtıyor. Aslında bütün bunları yapan “söz”ün kendisi değil, içinde saklı, gizli olan anlamlardır. Yukarıda betimlenen yaşlı kadını bir ressam çok güzel çizebilir. Bir bestekâr onun duygularını notalara dökebilir. Bir yazar ise hem içinden geçenleri hem de fazlasıyla geçmiş olanları bütün insanlığa “söz”ün içine sıkıştırarak ulaştırabilir.
Sabır Taşı’ndaki nisbeten genç kadın, şuursuz olarak yere serili yatakta yatan kocası ile konuşur. Bir diyalog olması gerekirken monolog yer alır. Karşılıksız bir konuşma, karşılıksız bir itiraftır kadının kocasına anlattıkları. Tolganay’ın Toprak Ana ile konuşması da öyle değil midir? Aytmatov, teşhis sanatıyla toprağı kişileştirir ve konuşturur. Tanrı’nın ağzından çıkan sözler gibidir onun söyledikleri. İnsanoğlu topraktan yaratılmadı mı? Öyleyse, hiç de yadırgamaz Aytmatov okuyucusu onun konuşmalarını. Rahimi’nin romanının altıncı sayfasında “… Ah siz erkekler! Elinize silah geçtiğinde kadınlarınızı unutursunuz” der kadın kocası ile konuşurken. Erkeğin kendisini duyması mümkün değildir, fakat duyan ve gören erkek okuyucu kitlesi için müthiş sözlerdir bunlar.
Geriye dönüşler ile geçmişte yaşananlar özetlenir. Tolganay uzun yıllar mutlu bir hayat sürmüş, rejim ve devlet için var gücüyle çalışmış, üç erkek çocuk yetiştirmiş bir kadındır. Geçmişten şikâyeti yoktur. Şimdiden ve gelecekten şikâyetçidir. Aslında gelecek diye bir düşüncesi de yoktur, kalmamıştır. Onun bugünü de kocasıyla, geleceği de çocuklarıyla savaş tanrıları tarafından ellerinden alınmış, çalınmıştır.
Cengiz Aytmatov 1980’li yıllarda Gün Olur Asra Bedel’i Moskova’dan trenle Bişkek’e giderken kafasında tasarlıyor. Tren bozkırın derinliklerinde yol alırken uzaya fırlatılan roket ile ilgili bir haber yayınlanıyor. Bu haberin üzerine böyle bir roman tasarlıyor. Nitekim romanda anlatılan Nayman Ana’nın gömüldüğü Kırgızların kutsal mekânı Ana Beyit’in olduğu yerdir buralar. Nayman Ana, mankurtlaştırılmış, hafızası silinmiş, geçmişini, anne-babasını unutmuş oğlu tarafından vurulmuş bir Kırgız kadınıdır. Oğlunun yayından çıkan oku tam kalbinin üzerine yediğinde devesi Akmaya’nın üzerinden yıkılırken başından çözülüp rüzgârla birlikte uçmaya başlayan beyaz başörtüsü daha sonra Dönenbay kuşuna dönüşerek geniş bozkırda yolunu şaşırmış, yoldan çıkmış veya çıkarılmış, aslını unutmuş veya unutturulmuşlara kişilere kim olduklarını hatırlatır. “Senin baban Dönenbay, Dönenbay!” diyerek onları asıllarını unutmamaları konusunda uyarır. Aytmatov işte bu romanında geniş Kazak bozkırının kuş uçmaz kervan geçmez bir yerindeki Boranlı tren istasyonunda yaşayan, seven, umudunu yitirmiş, ömürleri yavaş yavaş tükenen, hatta tükenmiş olan (Kazangap) olanları anlatıyor.
Tren, bu istasyonda her zaman durmuyor bile. Bazen duruyor, ikmal yapıyor. Ne taşıdığını bile kimse bilmiyor. Daha sonra okuyucu öğreniyor ki bilinçli bir öğretmen olan Abutalip gibi milliyetçi, vatansever aydınlar bu trenlerin vagonlarında Tansıkbayev gibi rejimin gönüllü kölesi olmuş, ırkdaşlarının üzerine basarak yükselmeyi ilke edinmiş müfettişlerin işkence gibi sorgulamalarından geçiyorlar. Treni dışarıdan seyredenler içeride ne olup bittiğini bilmiyorlar. Bilmek de istemiyorlar, zira bilmek için araştırmak, soruşturmak gerekiyor. Yuri Buyda’nın Sıfır Treni’nde içeride neler olduğunu, neler döndüğünü merak edenlerin akıbetini görmek mümkün. Aytmatov da Tansıkbayev’in kendi üzerinden rütbe almasını önlemek için tren Moskova’ya vardığında kendini altına atarak öldürüyor. Tren ve tren rayları ölüm saçıyor, ölü kusuyor. 1943-1944’te yine Stalin döneminde yerlerinden yurtlarından sökülüp hayvan vagonlarıyla toplu ölüme götürülen Kafkas ve Kırım halkları gibi.
Geliniz şimdi bunları bir kenara bırakalım da Aytmatov’un masallarına ve efsanelerine yakından bakalım.

İKİNCİ BÖLÜM
KURAMSAL BİLGİLER

1. EFSANE
Efsaneler, halk edebiyatının anlatma esasına bağlı edebî türlerinden biridir. Türkiye Türkçesinde “efsane, menkıbe, söylence” gibi terimlerle tanımlanmaktadır. Diğer Türk lehçelerinde “epsane, legenda, eñgime, aytıv” gibi terimlerle karşılanır.
Efsaneler, Grimm Kardeşler ve Max Lüthi gibi birçok araştırmacı tarafından hangi konuları içerdiği, nasıl tanımlanması gerektiği, işlevinin ne olduğu ve diğer anlatı türlerinden nasıl ayrılabileceği hususunda birçok tartışmaya konu olmuştur.[9 - Mehmet Aça, Metin Ekici ve A. Müge Yılmaz, “Anonim Halk Edebiyatı”, Türk Halk Edebiyatı El Kitabı, (Ed. M. Öcal Oğuz) Ankara: Grafiker Yayınları, 2015, s. 144-145.] Kısaca efsane; anlatı türleri içinde, masal, destan ve halk hikâyesine göre daha kısa, içinde abartma ve olağanüstülük bulunan nesir anlatılardır. Konuları ekseriyetle doğadaki oluşumlar ve dinî-tarihî şahsiyetlerdir. Gündelik hayattaki malzemelerle işlendiği için anlatılanların gerçek olduğuna inanılan bu anlatılarda olağanüstülüklerle yapılan açıklamalar dikkat çekicidir. Nedeni belli olmayan varlık, olay ve oluşumlara açıklık getirme, toplumsal ülkü ve kurumları geçerli kılma gibi işlevleri vardır. Herhangi bir yerde, herhangi bir zamanda ve herhangi bir kişi tarafından anlatılabilir.[10 - A.g.b., s. 145.]
Efsaneler kadar menkıbeler de oldukça önemlidir. Evliyalar, erenler ve önemli devlet büyükleri gibi tarihî-dinî şahsiyetlerin kerametlerinden bahseden efsanelere menkıbe adı verilmektedir. Her ne kadar terim farklılığı olsa da şekil, yapı, içerik, anlatım özellikleri ve işlev bakımından oldukça benzerlik gösterir. Menkıbeler, Batı dünyasındaki “legende” teriminin karşılığıdır.[11 - A.g.b., s. 145.] II. Bölüm’de çözümlenmeye çalışılan Çantalı Maymun masalındaki Manas, yarı efsanevi yarı da menkıbevi hayatıyla bu tanımlamaya uymaktadır.
Efsanenin özellikleri ve işlevleri hakkında Wilfried Buch, William R. Bascom ve B. Malinowski gibi Batılı araştırmacıların yanı sıra Türk efsaneleri üzerinde Türk araştırmacılar da kimi tasnif ve tanımlamalarda bulunmuşlardır. Örnek vermek gerekirse, Pertev N. Boratav, Bilge Seyidoğlu, Saim Sakaoğlu ve Metin Ergun gibi araştırmacıların çalışmaları oldukça ehemmiyet arz etmektedir. Türk araştırmacılar, genel kabul gören tanımlamaların yanı sıra özellikle masalın inandırma ihtiyacı duymamasına karşılık efsane türünün inandırma ihtiyacına dikkat çeker.[12 - A.g.b., s. 146.]
Pertev N. Boratav, anlatma esasına bağlı edebî türlerden olan masal ve efsanelerin arasındaki farkı şu şekilde açıklar:

Kısacası, efsane kendine özgü bir üslûbu, kalıplaşmış, kurallı biçimleri olmayan, düz konuşma dili ile bildirilen bir anlatı türüdür. Halk edebiyatının herhangi bir türünden ürünlerce (masal, hikâye, destan, türkü) konu olarak benimsendiği zaman, ya da bir parça halinde yapı gereci olarak kullanılınca içine girdiği türün üslûp ve biçim niteliğini kazanır. Kısalığı ve nesirle anlatılmış olması sonucu efsane en çok masalla karıştırılabilir. Ama yukarda belirttiğimiz niteliğinden başka efsaneyi masaldan ayırt etmeye yarayan bir özellik de onun sonunun acıklı bitmesi -zorunlu değilse bile- olanağıdır; buna karşılık, biliyoruz, masal her zaman sonunu tatlıya bağlayan bir anlatı türüdür.[13 - Pertev Naili Boratav, 100 Soruda Türk Halk Edebiyatı, İstanbul: Gerçek Yayınevi, 1969, s. 107-108.]
Boratav, yukarıda da görüleceği üzere efsane ve masal arasındaki farktan bahsederken konu, biçim ve dil özelliklerine eğilmektedir. Bilge Seyidoğlu ise masal ve efsaneyi kıyaslarken tanımlamasında “inanma” eylemini merkeze alır ve bu ilişkiyi şöyle açıklar: Efsaneler, sözlü geleneğin ürünü olan bir anlatım türüdür. Temelinde inanç unsuru vardır. Efsaneyi anlatan ve onu dinleyenler efsanenin gerçek üzerine kurulduğuna inanırlar. Bu gerçek objektif bir gerçek değildir.
Efsaneyi nakledenler ve dinleyenler efsanedeki olayların gerçekten olmuş olduğuna inanırlar. Efsaneler bu özellikleri ile masaldan ayrılırlar. Masallarda anlatılan şeylerin yalan olduğu masalın başında belirtilir. ‘Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken’ gibi tekerlemelerle masala başlanır. Efsane anlatılırken de ‘Annemden duyduğuma göre. Büyüklerimden duyduğuma göre olay şöyle olmuş, şöyle gerçekleşmiş’ gibi efsanelerin gerçek olduğunu kuvvetlendiren sözlerle efsane anlatılır. Efsaneler kısa anlatım türleridir. Bir veya birkaç motif ihtiva ederler. Bu özellikleri ile de diğer anlatım türlerinden ve masallardan ayrılırlar.[14 - Bilge Seyidoğlu, “Efsane”, Türk Dünyası El Kitabı III, Ankara: Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları, 1992, s. 315.]
Folklor çalışmalarının duayen ismi Saim Sakaoğlu, efsane türünün özelliklerini şu şekilde tasnif eder:

a. Şahıs, yer ve hadiseler hakkında anlatılır.
b. Anlatılanların inandırıcılık vasfı vardır.
c. Genellikle şahıs ve olaylarda tabiatüstü olma vasfı görülür.
d. Efsanelerin belirli bir şekli yoktur; kısa ve konuşma dilinde yer veren bir anlatımlardır.[15 - Saim Sakaoğlu, Anadolu Türk Efsanelerinde Taş Kesilme Motifi ve Bu Efsanelerin Tip Kataloğu, Ankara: Ankara Üniversitesi Basımevi, 1980, s. 6.]
Bilge Seyidoğlu ise efsaneleri şu şekilde sınıflandırır:

a. Yaratılış ve dünyanın sonu ile ilgili efsaneler
b. Tarihî efsaneler ve medeniyet tarihi ile ilgili efsaneler
c. Olağanüstü varlıklar ve güçler ile ilgili efsaneler
d. Dinî efsaneler.[16 - Seyidoğlu, A.g.e., s. 315-316.]
Yukarıda da belirtildiği gibi efsaneler kaynaklarını mitoloji, tarih, din ve günlük yaşamdan alır. Mitolojik olay ve kahramanlar zamanla tarihî devirler içine yerleşerek efsanelere dönüşür. Yine yukarıda açıklandığı gibi bazı tarihî ve dinî şahsiyetlerin etrafında gelişen efsanelere menkıbe adı verilir. Tarihî ve dinî şahsiyetlerin menkıbelerine velayetname, menakıpname ve evliya tezkirelerinde rastlanır. Mitoloji kaynaklı efsaneler ise destanların içerisinde bulunabilir. Örnek vermek gerekirse, Oğuz Kağan Destanı’nda Oğuz’un iki eşinden birisi gökten iner. Bir diğeri de ağacın kovuğundan gelir. Destan içerisindeki yer alan iki eş de olağanüstü bir âlemden gelir. İlki, göğü ve mitolojiyi çağrıştırdığı için “Gök Tanrı” ile ilgilidir. İkincisi de Türklerin türeyiş efsaneleri ile ilişkilidir. Büyük mutasavvıf ve evliyaların hayatları ile kerametlerinden bahseden eserlere evliya tezkireleri denir. Türk edebiyatında evliya tezkirelerine 13. yüzyıldan sonra rastlanmaktadır. Bunun yanında, Tanrı’ya yakın olarak kabul edilen ermişlerin yani velilerin etrafında oluşan efsanelerin toplandığı eserlere de menakıpnameler adı verilir. İslam ve özellikle Türk dünyasında evliya menkıbeleriyle sıkça karşılaşılır. Ahmet Yesevi, Hacı Bektaş-ı Veli ve Ahi Evran menakıpnameleri buna örnek olarak gösterilebilir.[17 - A.g.e., s. 316-317.]
Mit ve efsaneden sonra gelen destanlarda da her iki anlatma esasına bağlı edebî türden izler görülür. Efsaneler belli yerlere ve olaylara bağlı olarak da gelişebilir. Modern toplumlarda mitlere artık pek rastlanmasa da efsane hâlen üretilebilir. Belli yerler etrafında teşekkül eden efsaneler: meşhur insanlar, tarihî olaylar ve mahallî değerler etrafında meydana gelebileceği gibi olağanüstü inanışlar ve olaylar etrafında da oluşabilir. Çeşitli inanışlarla ilgili efsanelere yine belirli yerlerde rastlanır. Evler, çeşmeler, kuytu ve ıssız yerler, hamamlar, ahırlar ve mezarlıklar etrafında oluşan pek çok efsane vardır. “Al Karısı” buna örnek olarak gösterilebilir.[18 - A.g.e., s. 317-319.]
Efsanelerin bazıları pek az değişiklik göstererek ülkenin değişik yörelerinde anlatılabilir. Bazı gezgin efsaneler ülke dışında da gezer. Efsanelerin belli şahsiyet ve olaylar etrafında oluşması oldukça önemlidir. Bu, insanların gözünde o yer ve şahsiyetlere kutsiyet atfeder. İnsanlar kendisine hizmet edenleri efsaneler ile yücelterek onları unutulmazlar arasına katar. Ayrıca içinde yaşadığı toprakları da kutsal sayarak onları korurlar. Efsanelerin yapıcı ve olumlu yönleri dışında korkutucu yanları da vardır. Her ne kadar olumlular kadar çok olmasa da hayaletler ve hortlaklar etrafında teşekkül etmiş birçok efsane vardır. Tüm bu yönleriyle efsaneler, hayal dünyasını zenginleştiren insanların hayatına anlam katan halk edebiyatının özgün ürünleridir.[19 - A.g.e., s. 319-320.]
Türk araştırmacılar tarafından efsane üzerine birçok çalışma yapılmıştır. Bu araştırmacıların başında Pertev N. Boratav gelmektedir. 1964 yılında Wiesbaden’da yayımlanmış olan Philologia Turcicae Fundamenta adlı eserin ikinci cildinde yazmış olduğu “Le conte la legende” başlıklı bölüm, onun efsanelerini temalarına göre incelediği bir çalışmadır. Boratav’dan sonra birçok akademik çalışma daha yapılır. Bunların başında Saim Sakaoğlu’nun Anadolu-Türk Efsanelerinde Taş Kesilme ve Bu Efsanelerin Kataloğu (1980) gelmektedir. Bu çalışmada, öncelikle efsane hakkında teorik bilgiler verilip akabinde efsane tanımları, oluşumu, görüşler, tasnif ve tipleri hakkında değerlendirmelerde bulunulmuştur. 101 Anadolu Efsanesi (1989) ve 101 Türk Efsanesi (2003) adlı iki kitap daha yayınlayan Sakaoğlu, bazı efsane konulu makale ve bildirilerini de Efsane Araştırmaları (1992) adlı çalışmasında bir araya getirir. Bir diğer önemli çalışma da yukarıda sıkça adı ve çalışmaları zikredilen Bilge Seyidoğlu’nun Erzurum Efsaneleri: Erzurum’da Belli Yerlere Bağlı Olarak Derlenmiş Efsaneler Üzerinde Bir İnceleme (1985) adlı eseridir. Seyidoğlu, Erzurum’dan derlediği 192 efsaneyi üç grupta toplayarak inceler ve malzemelerini epizotları, kutsallıkları, gerçeklilikleri ve olağanüstülükleri bakımından ele alır. Bir başka çalışması ise Erzurum Efsaneleri (1997) adıyla yayınlanır.[20 - Aça, Ekici ve Yılmaz, A.g.b., s. 148-149.] Son olarak, efsaneler, yukarıda adları ve eserleri zikredilen isimler dışında da birçok akademik çalışmaya konu olmuştur.[21 - Bahsi geçen çalışmalar için bkz. A.g.b., 149-150.]

2. MASAL
Masallar, halk edebiyatının anlatma esasına bağlı edebî türlerinden biridir. Masal sözcüğü Türk diline Arapça’dan girmiştir. Türkçe ve Osmanlıca sözlüklerde masal sözcüğünün Arapça “mesel”in söyleniş ve anlam değişikliğine uğramasıyla ortaya çıktığı kabul edilmektedir. Türk lehçelerinde ise “nağıl, ertegi, ertek, ekiyet, çörçök, şörçek, çöçek, nımah ve tool” gibi sözcüklerle karşılanmaktadır.[22 - A.g.b., s. 150.]
İnsanların geçmiş deneyimlerini, belirli bir hayat düzenini, yaşamak zorunda olduklarıyla yaşamak istediklerini bir arada kendisine has bir atmosferde ve üslupla kendi mantık silsilesi içinde geleneksel motiflerle anlatan masallar, halk edebiyatının anlatma esasına bağlı edebî türler arasında yerini alır. Masallar da diğer folklor ürünleri gibi paylaşılan hayatın içinde doğmuş ve muhafaza edilmiştir. Batılı araştırmacılar, masalların ne zaman, nasıl ve nerede meydana geldiğini tespit etmek üzere teoriler ortaya atmıştır. Her ne kadar masalların kaynağı ve nasıl bütün dünyaya yayıldığı konusunda çalışmalar yapılmışsa da kesin sonuçlara ulaşılamamıştır. Birbirinden çok farklı dil alanlarında ve kültürlerde benzer masalların anlatıldığı tespit edilmiştir. Masallar, müşterek bir yapıya ve ortak motiflere bağlı olarak sözlü gelenek içinde gelişmiştir.[23 - Umay Günay, “Masal”, Türk Dünyası El Kitabı III, Ankara: Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları, 1992, s. 321.]
Türk masallarının yazılı edebiyata yansıması 13. yüzyıla dayanır. Mevlânâ, Âşık Paşa, Yunus Emre ve Kaygusuz Abdal gibi pek çok şairin eserlerinde masalların epizot, motif, üslup ve kalıp ifadeleri tespit edilebilir. 14. yüzyılda yazıya geçirildiği tahmin edilen Ahmet Harami Destanı, sözlü gelenekten yazılı geleneğe geçmiş bir masaldır. Modern döneme yaklaştıkça masalların yazılı edebiyata etkilerini daha açık bir şekilde gözlemek mümkün olabilir. Türkiye’deki masallar içinde tercüme yoluyla diğer kültürlerden aktarılan örneklerin de yanında Türkiye’ye has ve başka toplumlarda bulunmayan masallar da vardır.[24 - A.g.b., s. 322.]
Masalların tanımlanması kadar sınıflandırılıp içeriklerinin ne olduğunun belirlenmesi de bir o kadar önemli bir konudur. Bunların arasında belki de en önemli olanı Wolfram Eberhard ve Pertev N. Boratav’ın çalışmalarıdır. Eberhard ve Boratav, 1953’te yaptığı bir çalışmayla 378 Türk masalını inceleyerek Türk masallarını konularına göre sınıflandırmış ve sınırlarını tespit etmiştir. Bunları da 23 başlık altında toplamıştır.[25 - İleri okuma için bkz. Wolfram Eberhard ve Pertev Naili Boratav, Typen Türkischer Volksmärchen, Wiesbaden: Franz Steiner Verlag GmbH, 1953, s. 5-11.] Masallar hakkında yapılmış çalışmalar anlatılırken devamındaki akademik çalışmalara sırasıyla değinilecektir.
Masallar yalnız şekil ve konudan ibaret anlatılar değildir. Dil, kahraman, çevre, inanç, âdet ve ananeler masallarda millî kimliği meydana getirir. Masal anlatan kişi, kendi toplumunun sevinç, keder ve beklentilerini dilinin incelikleriyle aktarır. Yine, belli bir zamanın ve yerin insanları olmamakla birlikte kültür birliğine sahip bir ülkede, uzun çağların tecrübelerinin toplamı olan belirli bir dünya görüşünü temsil eden karakterleri canlandırır. Başka bir toplumdan alınan masallar, alıntılayan halkın masalcısı tarafından kendi millî değerleri ile tekrar işlenir. Masalı üreten ya da alan halk, kendine yabancı gelen unsurları almaz veya atar; yerlerine millî olanları yerleştirir. Örf, âdet ve ahlaka ters düşen masallar o toplumun içinde kabul göremez. Nitekim Binbir Gece Masalları bu durum hasebiyle sözlü Türk masalları arasında yaygınlaşamamıştır.[26 - Günay, A.g.e., s. 325-326.]
Masallar, hayalî beklentilerin yansıdığı anlatılardır. Her millet özendiği rahat ve refahı masallarda kurgular. Bütün masallarda iyilik ile kötülüğün, güzellik ile çirkinliğin ve zenginlik ile yoksulluğun yani olumlu ile olumsuzun mücadelesi anlatılır. İstisnalar dışında masallar genellikle mutlu sonla biter. Türk masallarında mücadele etmeden kazanım sağlamak mümkün değildir. Bu ana fikrin bütün Türk masallarına hâkim olduğu görülür. Türk masallarında kahramanın iyi bir Müslüman ve Allah katında iyi bir kul olması kabulü yaygındır. Kahramanlar, aşamayacakları bir engelle karşılaştıklarında dua ve ibadet ederek Allah’tan yardım isterler. Hızır, derviş, pir, yaşlı bir adam veya kadın gibi yardımcı karakterler vasıtasıyla kahramana yardım edilir. Şayet kahraman iyi birisi değilse bazen bu ulvi yardımcı karakterler tarafından cezalandırmalara da rastlanır.[27 - A.g.e., s. 326.] Masallar yalnızca çocukları eğlendiren ve eğiten bir edebî tür değildir. Halkın kültürünü, hayata bakış açısını, arzularını, ülkülerini ve hayallerini anlatan sözlü edebiyat ürünleridir.[28 - A.g.e., s. 330.]
Türk araştırmacılar tarafından masallar üzerine birçok çalışma yapılmıştır. Kronolojik olarak vermek gerekirse Pertev N. Boratav, Mehmet Tuğrul, Saim Sakaoğlu, Bilge Seyidoğlu ve Umay Günay’ın çalışmaları ilk çalışmalar olarak bilinmektedir. Hepsi kısaca açımlanmaya çalışacaktır.
Türk masalları hakkında ilk bilimsel çalışma, Typen Türkischer Volksmärchen (1953) adlı eseriyle Eberhard ve Boratav’a aittir. Boratav, bunun yanında Zaman Zaman İçinde (1957) ve Az Gittik Uz Gittik (1969) adlı eserleriyle de halk edebiyatına katkılarda bulunmuştur. Boratav’ın ardından Saim Sakaoğlu, Gümüşhane Masalları-Metin Toplama ve Tahlil (1973) adlı doktora teziyle masal çalışmalarını akademik bir boyuta taşımıştır. Yine bir başka doktora çalışma Bilge Seyidoğlu’na aittir. Seyidoğlu, Erzurum Halk Masalları Üzerine Araştırmalar (1975) adlı doktora teziyle Erzurum’dan derlediği 72 masalı incelemiştir. Aynı yıllarda Umay Günay, Elazığ Masalları: Metin-İnceleme (1975) adlı doktora teziyle Vladimir Propp’un yapısalcı çözümleme yöntemini kullanarak–kendi ilaveleriyle–70 masal çözümlemesi yapmıştır.
İsimleri zikredilen araştırmacılar dışında daha birçok masal konulu yayın, yüksek lisans ve doktora çalışması yapılmıştır.[29 - Bahsi geçen çalışmalar için bkz. Fatih Ege, Masallarda Bilincin Dönüşümü ve Dönüştürülmesi (Kuzeydoğu Anadolu Masalları Örnekleminde), Ankara: Kültür Ajans Yayınları, 2016, s. 17-20.]

3. EDEBİYAT VE PSİKOLOJİ

Sosyal bilimler, insanı merkeze alan bilim dalıdır. Bu bilim dalının şubeleri olan tarih, edebiyat, felsefe, folklor, psikoloji ve sosyoloji gibi tüm disiplinler insanın içsel ya da dışsal ürün veya kazanımlarını inceler. Tarih, insanlığın ürettiği ve üretilenler ile nelerin yapıldığı; edebiyat, üretilenin dinleyici, okuyucu ve yazara nasıl yansıdığı-neler anlatmak istediği; psikoloji, üretilenin veya icra edilenin farkında olunan ya da olunmayan sebep veya gerekçesini ve felsefe ise ürüne bakış açısını yansıtan bilim dallarıdır. Tüm bu disiplinler bir bütünlük arz etmektedir. Geçmiş veya mevcut zamanda gerçekleşen her türlü oluş, olay ve düşünceyi açıklarken yalnızca sosyal bilimlerin bir disiplininden faydalanarak açıklamada bulunmaya çalışmak sığ bir yaklaşım olabilir. İnsan bedeninin yeryüzündeki içsel ve dışsal tüm ürün veya kazanımlarını yansıtan bu bilim dallarının çalışma prensibi şu şekilde örneklendirilebilir: nasıl ki bir ameliyat, alanında uzmanlaşmış sağlık çalışanları ve hekimler tarafından dayanışma içerisinde yapılıp insanı sağlığına kavuşturmayı amaçlıyorsa yukarıda zikredilen bilim disiplinleri de aynı şekilde birbirlerinin işleyişine karşı aynı şekilde sorumludurlar.
Psikoloji ve edebiyat, her ne kadar farklı disiplinler olsa da kaynağını tek bir yerden alan ve kimine göre sanat kimine göre ise bilim dalı olan iki farklı disiplindir. Psikoloji ve edebiyatın kaynağının “ruh” olduğu alışılagelmiş bir kabuldür. Fakat, bu tanım yanlış olmasa bile eksik bir tanımlamadır. Psikoloji ve edebiyatın kaynağı, tarihte kaostan kozmosa doğru gelişen olayların insanlara yansımasından başka bir şey değildir. Yani, tüm sosyal bilimler disiplinlerinin temeli ve mihenk taşı, “tarih” bilimidir. Ruh ise yalnızca bu temelin alt başlıklarından biridir. Fakat, yukarıda da ifade edildiği üzere bir olay ya da düşünceyi açıklamak gerektiğinde tarih de tek başına yeterli olamayacaktır. Dolayısıyla, bir senkronizasyon söz konusu olmalıdır. Bu duruma insan bedeninin uzuvları ile olan ilişkisi örnek olarak verilebilir. Aksi durumda yanlış çıkarımlar yapmak mümkün olabilir. Disiplinlerin başta kendi aralarında, sonra da psikoloji ve edebiyat ile olan ilişkisini ve işleyişini izah ettikten sonra edebiyat ve edebiyat ürünleri ile psikoloji hakkında kısaca şunlar söylenebilir.
Edebiyatın çeşitli misyonları vardır. Bu çalışmayı da ilgilendiren misyonlarından birisi de insanlığın geçmiş deneyim, tecrübe ve ruh hâllerini yansıtarak kendisinden sonra gelen veya gelmekte olan nesillere ışık tutarak aydınlatıcı bir görev üstlenmesidir. Özellikle mit, efsane, masal, destan, halk hikâyesi, menkıbe, memorat ve fıkra gibi anlatma esasına bağlı edebî türlerin içerisinde yoğun bir şekilde kullanılan alegori ve metaforlar bu durumla ilişkilidir. Bu türlerin zamanında Türk edebiyatında bu kadar çok talep edilmesinin hem evrensel hem de Türk halkında daha çok öne çıkan -ve belki de Türk halklarına has- iki gerekçesi vardır:
Bunlardan ilki yani evrensel gerekçedir. İnsanlığın örgütlenebilme becerisini sağlamasında kullandığı en temel araçlardan birinin anlatılar olmasıdır. Anlatıların en eski biçimleri olan ve edebiyat geleneği ile sinema gibi çağdaş anlatı araçlarının da temelini oluşturan sözlü anlatıların sahip olduğu işlevlerden biri, metinleri üreten ve tüketen kitlenin örgütlenmesine katkıda bulunmasıdır. Bu açıdan mit, efsane, masal, destan, halk hikâyesi, menkıbe ve fıkra gibi anlatı türleri; toplumdaki kimlik bilincine dair kalıplaşmış bilginin dışa vurulduğu örnekler olarak kabul edilebilir.[30 - Adil Çelik, “Türk Sözlü Anlatı Geleneğinde Hıristiyan İmajı”, Motif Akademi Halkbilimi Dergisi, C. 12, S. 28, 2019, s. 903.]
İkinci bir görüş olan Türk halklarınca sözlü kültür ürünlerinin bu kadar talep edilmesi ise yazının ve yazılı ürünlerin geç içselleştirilip göçer halkların ekseriyetle anlatarak çözüm sağlama ve iletişim kurma ihtiyacından kaynaklanmaktadır. Yazılı edebiyat çoğunlukla yerleşik hayatın bir ürünü olduğundan göçer Türk halkları için anlatma esasına bağlı edebî türler her zaman daha cazibeli gelebilmektedir.
Edebiyat ürünlerinin yoğun bir şekilde sembolik anlam, alegori ve metafor barındırması kısaca yukarıda açımlanmaya çalışılmıştı. Karanlıkla kalan olayları veya gönderilen ontolojik bilgileri ise psikoloji disiplininden faydalanarak izah etmek mümkündür. Psikoloji disiplinini kuramsal bir zemine oturtan ve deneysel incelemeleriyle bilimsellik kazandıran Sigmund Freud ile Carl G. Jung’un edebiyat ürünleri ile ilgili çıkarımları oldukça önem arz etmektedir. Edebiyat ürünlerinin Freud’un sahip olduğu psikanaliz ve Jung’un sahip olduğu analitik psikoloji ile ilişkisi aşağıda, şu şekilde açımlanabilir.

3.1. Edebiyat, Psikanaliz ve Analitik Psikoloji İlişkisi
Edebiyat ürünlerindeki psikolojik unsurların incelenmesi Freud ile başlamaktadır. Freud, eserin yazarını merkeze alarak edebiyat eserlerini inceler ve belli başlı çıkarımlarda bulunur. Hem yazarı hem de eseri psikanalitik kurama göre çözümler. Freud’un çözümlemelerde yazar ve çocukluğuyla bu kadar ilgilenip eseri gölgede tutması, Jung’a göre doğru bir yöntem değildir. Freud’un bu konuda kaleme aldığı Sanat ve Sanatçılar Üzerine adlı yapıtı oldukça önemlidir. Alanında yapılmış ilk çalışmalardan olma özelliğini taşır.
Jung ise daha objektif yargılarla yaklaşarak edebiyat ürünlerinde eserin de yazar kadar önemli olduğunu ve ikisinin bütünlüğü sağladığını savunmaktadır. Örnek vermek gerekirse Freud’un psikanalitik kuramının başlıca özelliği olan “çocukluk” kavramı Jung’da belirleyici bir unsur değildir. Jung, yazarın da önemini göz ardı etmeden metin merkezli çözümlemeyi savunur. Jung ile Freud’un edebiyata bakış açısı arasındaki farklılıkların sınırları çizildikten sonra Jung’un görüşlerinin detayları bir alt kısımda, Carl Gustav Jung ve Analitik Psikoloji Kuramı adlı bölümde değinilmiştir.

4. CARL GUSTAV JUNG VE “ANALİTİK PSİKOLOJİ” KURAMI

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/anonimnyy-avtor/cengiz-aytmatov-ve-masal-dunyasi-69499576/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Orhan Söylemez. “Gelen şey cennet değil!” Yüksek Öğretim Dergisi, Yıl 2019, Sayı 11, s. 36-41. (Milliyet’ten alıntı ile)

2
Galina Guseva, “Çingiz Aytmatov ve kahramanları,” Sanat Olayı, Şubat 1987, Sayı 57.

3
C. Aytmatov. Легенды и сказки. Для детей среднего и старшего школьного возраста. (Efsaneler ve masallar. Orta yaş ve üstü okul çocukları için). Б.: Изд. Аркус, 2018. 104 стр., илл. (Bişkek: İzd. Arkus, 2018. 104 s. ve görseller) (Çalışmada verilen alıntılar bu kaynaktan alınmış ve Sabina Said ile Orhan Söylemez tarafından Rusçasından tercüme edilmiştir.)

4
Hamide Aliyazıcoğlu. “Cengiz Aytmatov’un eserlerinde musikiye bakış,” Kafka’dan Coelho’ya Yakın Okumalar. Haz. Orhan Söylemez-Samet Azap. Ankara: Bengü Yayınları, 2014.

5
Osmonakun İbraimov. Devrinin Büyük Yazarı Cengiz Aytmatov. Ankara: Bengü Yayınları, 2018. s. 20-21.

6
Osmonakun İbraimov. Devrinin Büyük Yazarı Cengiz Aytmatov. Ankara: Bengü Yayınları, 2018. s. 22.

7
A.g.e., s. 26.

8
Yuri Buyda. Sıfır Treni. İstanbul: Doğan Kitap, 2001.

9
Mehmet Aça, Metin Ekici ve A. Müge Yılmaz, “Anonim Halk Edebiyatı”, Türk Halk Edebiyatı El Kitabı, (Ed. M. Öcal Oğuz) Ankara: Grafiker Yayınları, 2015, s. 144-145.

10
A.g.b., s. 145.

11
A.g.b., s. 145.

12
A.g.b., s. 146.

13
Pertev Naili Boratav, 100 Soruda Türk Halk Edebiyatı, İstanbul: Gerçek Yayınevi, 1969, s. 107-108.

14
Bilge Seyidoğlu, “Efsane”, Türk Dünyası El Kitabı III, Ankara: Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları, 1992, s. 315.

15
Saim Sakaoğlu, Anadolu Türk Efsanelerinde Taş Kesilme Motifi ve Bu Efsanelerin Tip Kataloğu, Ankara: Ankara Üniversitesi Basımevi, 1980, s. 6.

16
Seyidoğlu, A.g.e., s. 315-316.

17
A.g.e., s. 316-317.

18
A.g.e., s. 317-319.

19
A.g.e., s. 319-320.

20
Aça, Ekici ve Yılmaz, A.g.b., s. 148-149.

21
Bahsi geçen çalışmalar için bkz. A.g.b., 149-150.

22
A.g.b., s. 150.

23
Umay Günay, “Masal”, Türk Dünyası El Kitabı III, Ankara: Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları, 1992, s. 321.

24
A.g.b., s. 322.

25
İleri okuma için bkz. Wolfram Eberhard ve Pertev Naili Boratav, Typen Türkischer Volksmärchen, Wiesbaden: Franz Steiner Verlag GmbH, 1953, s. 5-11.

26
Günay, A.g.e., s. 325-326.

27
A.g.e., s. 326.

28
A.g.e., s. 330.

29
Bahsi geçen çalışmalar için bkz. Fatih Ege, Masallarda Bilincin Dönüşümü ve Dönüştürülmesi (Kuzeydoğu Anadolu Masalları Örnekleminde), Ankara: Kültür Ajans Yayınları, 2016, s. 17-20.

30
Adil Çelik, “Türk Sözlü Anlatı Geleneğinde Hıristiyan İmajı”, Motif Akademi Halkbilimi Dergisi, C. 12, S. 28, 2019, s. 903.
Cengiz Aytmatov ve Masal Dünyası Анонимный автор
Cengiz Aytmatov ve Masal Dünyası

Анонимный автор

Тип: электронная книга

Жанр: Историческая литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Cengiz Aytmatov ve Masal Dünyası, электронная книга автора Анонимный автор на турецком языке, в жанре историческая литература

  • Добавить отзыв