60′lardan Günümüze Azerbaycan Hikâyesi

60'lardan Günümüze Azerbaycan Hikâyesi
Anonim


60’lardan Günümüze Azerbaycan Hikâyesi

27 Eylül 2020 tarihinde başlayan II Karabağ Savaşı’na iştirak eden tüm ordu mensubuna, bu savaşta canını kaybeden tüm şehitlerin aziz ruhuna ve zafere armağan…


Ön Söz
Burada hikâye türünün önce Dünya Edebiyatında, sonra Azerbaycan Edebiyatında yeri ile ilgili bir sunuş olabilirdi. Sonda çalışmanın amaçlarına değinmek şartıyla, sunuşta kitabın kendi hikâyesini anlatmayı tercih ettim. Türk Dili ve Edebiyatı öğrencisiyken Mehmet Kaplan’ın Şiir Tahlilleri I-II ve Hikâye Tahlilleri kitaplarıyla tanıştığımda “Bizde de böyle çalışmalar var mı?” diye düşünmüş, yoksa yapılması gerektiği kanaatine varmıştım. Alanda kademe kademe ilerlerken 2015’te Necati Tonga’nın Yaşayan Hikâyemiz kitap-projesine katıldım. Yine aynı düşünceler aklıma geldi. Bizim hikâyelerimiz için de böyle bir çalışma yapılması gerektiğini düşündüm. Neden başlamayayım ki? Hem bu kez bir proje şeklinde ekiple çalışmak düşüncesi doğmuştu. Görev değişikliği, yeni dersler derken projeye 2019’un Nisan-Mayıs aylarında başladık. Proje iki aşamalıydı. İlk merhalede Azerbaycan edebiyatından seçtiğimiz hikâyelerden henüz aktarımı yapılmayanlar Türkiye Türkçesine kazandırılacak, ikinci merhalede bu hikâyeler tahlil edilecekti. Kitabın yayımı 2020’nin Mayıs ayı için planlandı. Fakat dünyayı saran ve sarsan pandemi dönemi başladı, bu hem psikolojik, hem de fiziki bazı sorunlar yaşamamıza sebep oldu. Projemiz bu süreçten ciddi şekilde etkilendi. Azerbaycan Edebiyatıyla ilgili sanal ortamda yeterli kaynağın olmaması ve kütüphanelerin kapalı olması da işimizi bir hayli zorlaştırdı. Bugün, yarın derken 2020’nin sonuna geldik. Ve Karabağ Şavaşı… Tarihe İkinci Karabağ Savaşı olarak geçen bu savaş günlerinin birinde kitabın ön sözünü yazdım. Bir gözümüz ağlarken, diğer gözümüzle güldüğümüze şahitti zaman. Canımızdan can ayrılıyorken her insan kaybında, canımıza can katılıyordu her defa yeni bir köyümüz, ilçelerimize kavuştuğumuzda. Bu kitap böyle tarihi günlerde doğdu, bu günlerin şahidi oldu. Böyle bir kutlu tarihin şahidi gibi okuyucuya ulaştığında da bambaşka bir Azerbaycan’ın şahidi olmak tek dileğim.
* * *
Azerbaycan Hikâye Tahlilleri başlıklı üç kitap olarak düşünülen projenin ilki olan 60’lardan Günümüze Azerbaycan Hikâyesi kitabı artık elimizdedir. Bugün Azerbaycan sahası edebiyatında var olan, özellikle eser tahlili çalışmaları daha çok Sovyet döneminden kalma olup, belli bir ideolojinin mahsulleridir. Bu anlamda Türkiye sahası edebiyatında uygulanan tahlil metotlarını kullanarak Azerbaycan sahası edebî ürünlerine yeni bir gözle bakmak edebiyatımız için faydalı olacaktır.
Türkiye üniversitelerinde kurulmuş Çağdaş Türk Lehçeleri ve Edebiyatları Bölümlerinde okutulan ders kitabı, özellikle Azerbaycan sahası edebiyatıyla ilgili eksikliği doldurmak da bu çalışmaya başlamada önemli etkenlerden bir diğeridir.
Projenin bir başka önemi Azerbaycan ve Türkiye arasında bilimsel ve edebî ilişkilerin geliştirilmesine hizmettir.
* * *
Kitapta Azerbaycan Edebiyatı’nın önemli bir döneminde, bir dönüm noktasının başlangıcı diyebileceğimiz 60’lı yıllar ve sonrasında, eser vermiş yirmi hikâyeciye yer ayırdık, fakat bunlardan ikisi (İsi Melikzade ve Vagif Nesip) ile ilgili çalışmalar proje formatına uygun olmaması nedeniyle kitaba alınmadı. Kitapta yazarlar doğum yıllarına göre sıralandı. Her yazarla ilgili ansiklopedik bilgilere yer verildikten sonra tahlil edilecek hikâye, sonrasında tahlil çalışması yerleştirildi.
Kitapta yer alan ve proje kapsamında Türkiye Türkçesine aktarımı yapılan hikâyeler daha önce birtakım dergilerde yayımlandı. Bu dergilerin künyesi hikâye metinlerinin altında yer aldı. Çalışmada proje dışında olan aktarmalardan da faydalanıldı. Bu hikâyeler kitaba alınmadan çalışmaların Kaynakça bölümünde belirtildi.
Kitapta yer alan yazar biyografileri için Azerbaycan Nesri Antalogiyası (Bakı: Şerq ve Qerb, 2016), Beş Katlı Evin Altıncı Katındaki Adam: Anar (A.Atay, Ankara: Bengü, 2008) gibi kitaplar ve Azerbaycan Edebiyatı İsimler Sözlüğü sitesi kaynak olarak kullanılmıştır.
Projede Azerbaycan ve Türkiye’nin çeşitli üniversitelerinde çalışan akademisyenler yer aldı ve çalışmalarıyla katkıda bulundular. Başta Prof. Dr. Nurullah Çetin ve Prof. Dr. Oktay Yivli olmak üzere hocalarımızın her birine ayrı ayrı teşekkürümü ifade etmek isterim. Eenstitüde oluşturduğu çalışma ortamı için Azerbaycan Milli İlimler Akademisi Şarkiyat Enstitüsü başkanı Prof. Dr. Gövher Bahşeliyeva’ya şükranlarımı sunarım. Proje ekibinde görev alarak gerek hazırlık aşamasında gerekse çalışma boyunca katkılarını esirgemeyen Dr. Ülvi Babasoy ve Doç. Dr. Atıf Akgün’e teşekkür ederim. Proje kapsamında hikâyelerin aktarımını gönüllü üstlenen değerli akademisyenler Doç. Dr. Atıf Akgün, Dr. Kemale Elekberova, Dr. İsmail Alper Kumsar, Dr.Yılmaz Özkaya, Dr. Elnure Rızayeva, İsmail Özgür, Harun Yakarer ve aziz öğrencilerim Canan Şimşek, Zeynep Katar’ın emeklerini takdirle yad ediyorum. Yine kendisine gönderdiğimiz birkaç hikâyenin çevirisini hızlı ve eksiksiz yapan Aynur Kahraman’a teşekkürü borç bilirim. Aynı zamanda bazı ücretli aktarmaların masraflarını gönüllü olarak üstlenen ve isminin zikredilmesini istemeyen bir dostumuza da minnettarlığımı bildirmeliyim. Son olarak kitabın basım külfetini yüklenen Yakup Ömeroğlu’nun şahsında BENGÜ Yayınevi ve Avrasya Yazarlar Birliği camiasına teşekkür ederim.

    Lale Qasımlı
    2020

ENVER MEHMETHANLI

Enver Gafaroğlu Mehmethanlı, 29 Şubat 1913’te Göyçay’da doğdu. Göyçay İlkokulu’nu bitirdikten sonra, Bakü’de N. Nerimanov adına açılan Endüstri Meslek Lisesi’nden mezun oldu. 1934’de Azerneşr’de redaktör ve tercüman, 1936’da Moskova’da Yüksek Yönetmen Enstitüsü’nde öğrenci, 1938’de Azerbaycan Yazarlar Birliği’ne üye oldu. 1941’de Azerbaycanfilm Stüdyosu’nda senaryo şubesi başkanı, İkinci Dünya Savaşı’nda muhabir olarak çalıştı. 1942’nin sonunda bir grup Azerbaycanlı yazarla Kuzey Kafkas Cephesi’nde mücadele etti. 1943’te Bakü’de Azerbaycan Radyo Programları Komitesi’nde başkanlık yaptı. Yeniden savaş için Zakafkasiya Cephesi’ne, oradan da İran’a gönderildi. 1944’te Tebriz’de Vatan Yolunda gazetesinde redaktör oldu. 1946’da Azerbaycanfilm Stüdyosu’nda senaryo heyetinin başyönetmenliğini yaptı. Edebiyat âlemine 1930’lu yıllarda atıldı. Eserleri birçok dile tercüme edildi. 1947’de Şarkın Seheri, 1951’de Od İçinde adlı piyesleri ve 1957’de Şirvan Güzeli adlı lirik komedisi sahnelendi. Şirvan Güzeli adlı piyesi ödüle değer görüldü. Onun senaryolarından hareketle Bahtiyar, Feteli Han (Mehdi Hüseyinzade ile), Muhabbet Destanı, Babek adlı filmler çekildi. Avrupa ve klasik Rus yazarlarından tercümeler yaptı. Çalışmalarından dolayı pek çok kurum tarafından ödüllendirildi. 19 Aralık 1990 tarihinde Bakü’de öldü.

BUZ HEYKEL
Kırk bir yılının kışı. Soğuk bir gece. Sanki canlı cansız etrafta ne varsa donup buz bağlamış, hava ıslık çalıyordu. Taş çatlıyor, ağaç çıtırdıyor, toprak çatırdıyor, nefes tıkanıyor, diken gibi boğaza saplanıyordu.
Ve şimdi bembeyaz bir zulmet içinde, doğuya doğru uçsuz bucaksız karlı çöllerle tenha bir gölge hareket ediyor.
O genç bir anne, yavrusunu bağrına basmış, yurduna saldıran vahşi düşmanın elinden kaçmış, namusunu kara ellerden kurtarmış, kendisini ve bebeğini bu merhametsiz gecenin ellerine çoktan bırakmıştır.
Ve şimdi bembeyaz bir zulmet içinde, doğuya doğru yüzünü çevirip “büyük toprağa” doğru gidiyor.
Karşıda, sahilleri ormanlarla çevrili büyük bir nehir var, cepheleri o nehrin yakasından geçiyor ve zaman zaman oradan gelen top sesleri sessiz gecelerde dağlardaki çığların uğultusu gibi dondurucu geceyi titretiyordu.
Ve anne acele ediyor, hava aydınlanmadan cepheye yetişmeli, yavrusunu nehrin karşısındaki bağımsız toprağa geçirmeli, göğsünün üstündeki çocuğun hayatı yeniden ateş sıcağı, sabah güneşi ile ısıtılmalıdır.
Anne durmadan gidiyor, düşüyor, karın içinde çabalıyor, çırpınıyor, ayağa kalkıyor ama ne kadar yol giderse gitsin sanki zaman da bu gece donmuş hareket etmiyor, saniyeler ilerlemiyor ve karlı çöllerin sonsuzluğunda bir karış da olsa tükeniş alameti görünmüyor.
Anne zamanla yoruluyor; soğuk, zehirle sıvanmış bir kılıç gibi kesiyor, çaresiz anne bu kılıcın bağrındaki yavrusunun canına kıydığını düşünüyor ve annenin kısık gözleri sığınacak yer arıyor.
Biraz ileride çift bir şekilde bitmiş kayın ağacı, iki beyaz sütun gibi göklere yükseliyordu, anne o ağaçlara doğru gidiyor. Kucağındaki yavrusuyla o ağaçlara yaslanıp duruyor, şimdi ayakta kalmak, bir şeylere güvenmek için bu sonsuz karlı çöllerde bu bir çift çıplak kayın ağacından başka bir güvence yok…
Ayaz ise buzlu bir ateş gibi annenin yüzünü, gözünü kesiyor, anne yüreğinde kıvrılan bir korkunun ağladığını fark ediyor, feryat ettiğini duyuyor;
–Yavrun donuyor, yavrun donacak, kollarının arasındaki duygusal bir nefes kesilecek, göğsünün üzerine buz bağlanmış bir dünyanın ağırlığı çökecek…
Lakin anne, yüreğinde ağlayan korkuya isyan ediyordu. “Bırak dünya buza dönsün, hayat yer üstünden kaçıp yeraltına taşınsın, ne olursa olsun anne yüreğinin sıcaklığı sönmeyecek, merhametsiz olan hiç bir kör kuvvet, küçük bir hayat fidanını annesinden koparamaz.”
Ve anne ani hareketle üstündeki yün ceketi çıkarıyor, yavrusunu sıkı sıkı sarmalıyor, ama ayaz kızgın bir demir gibi annenin yüzünü, gözünü dağladıkça, iliklerine kadar işleyen soğuktan vücudu titredikçe, anne öyle zannediyor ki, bu donan onun yavrusudur. Anne bu sefer başındaki kalın yazmayı da çıkarıyor, yine yavrusunu sarmalıyor ve kendisi ise savunmasız haliyle ayaz karşısında daha da savunmasız kalıyor.
Şimdi o, donduğunu anlıyor, ayazın buzlu kemendinden kurtuluşa inancı yoktur ve güvendiği tek şey yaslandığı bu bir çift kayın ağacı onu ayakta tutacaktır. O şimdi yine eliyle üzerinden bir şeyler çıkarıp yavrusunu sarmalıyor ve titreyen son nefesini, duyulmayan son sözünü de yavrusunun üzerine örtüyordu; “Korkma tıfılım, korkma ufacığım, son nefesimin sıcaklığı da senindir…”
Sonra anne susuyor, beyninde bir uğultu kopuyor, kulakları dibinde kırık bakır simler geriliyor ve gerilen bu simler birbirinin ardı sıra kırılıyor, annenin göz kapakları kilitleniyor, nefesi ayaklarının altına dökülüyor ve anne ayazın buz zinciriyle, çift kayın ağaçlarına bitişip hareketsiz kalıyor.
Ve şimdi gökte yıldızları bağırtan amansız bir kış gecesi; anneye başka bir yün hırka giydiriyor, başka bir yazma örtüyor ve ayazın buz parmakları durmadan anne için billur işlemelerle beyaz yıldızlı, yeni bir elbise dikiyor…
Aydınlığıyla gözleri kamaştıran ayazlı bir sabah açılmıştır.
Ve iki beyaz sütun gibi göklere yükselen çifte kayın ağaçları karşısında beyaz önlüklü üç kişi durmuştur.
Onlar gece pususundan dönen genç dövüşçülerdir, şimdi her üçü başlarını açıp yerlerinden kımıldanmadan, gördükleri bu manzara karşısında donup kaldılar ve onlar ömürleri boyunca gördükleri bu manzarayı da unutmayacaklar…
Bu, donmuş genç bir kadının geceden kalma buz heykelidir.
Ve onlar, genç dövüşçüler mukaddes bir mihrap karşısında durmuşçasına nefeslerini tuttular. Ne zamandan beri burada gelip durduklarını unuttular ve taş gibi yüreklerinden asılan hissin ifadesiyle söz dışında kalındığı için, sustular!
Nihayet, onlardan biri hareketlendi, bilinmez bir güç onu ileri sürüklüyor, yaklaşıyor, donmuş annenin buz heykeli karşısında duruyorve anlık tereddütten sonra delicesine bir ümidin telkini üzerine annenin kolları arasındaki üzeri buz kaplamış şeyi kontrol ediyor, heyecandan titreyen parmaklarıyla karı temizliyor ve heyecanla buz altındaki örtüyü çözüyor, açıyor, dağıtıyor ve birden… Oradan, en derinden küçük bir varlığın bakışları gözlerine dikiliyorken, bütün beklediklerine ve beklemediklerinerağmen bu ansızın yavru bakışından tuhaf oluyor, göğsündeniteklenmiş gibi bir adım geri sıçrıyor ve sonra dönüp telaş içinde ona bakan yoldaşlarına, susarak durmuş bu karlı çöllerin sessizliğine ve donmuş, buz bağlamış bütün dünyaya sesleniyor:
“Ufaklık sağ, arkadaşlar, duyun, ufaklık sağ ve bütün dünya duysun ufaklık sağ!…”
Ve o vakit üçü de aynı anda annenin kucağındaki yavruya doğru eğiliyor, bakıyorlar, gözlerine inanamıyorlar. Bakıyorlar; boğazlarında düğümlenen kederden dolayı hiçbiri hiçbir şey diyemiyor, sabah aydınlığından gözleri kamaşan yavru ise donmuş ana kucağından hayretlerle onlara bakıyor ve gülümsüyor. Defalarca-sına savaşlardan çıkmış bu üç genç dövüşçünün gözlerinde yaş durmuyor ve her üçü ellerinin tersiyle gözyaşlarını siliyorlar…
Sonra başlarını kaldırıp yeniden annenin buzdan heykeline bakıyorlar ve yere kadar secde ederek son kez annenin buzdan heykelinin karşısında baş eğiyorlar.
Vakittir… Artık geri dönmeliler… Her üçü arka arkaya sırayla geri dönüyorlar ve yavruyu sırayla kucaklarında götürüyorlar ve her defasında yavru kimin kucağındaysa diğer ikisinden biri önde, biri arkada yavruyu koruyorlar.
Ve şimdi genç ananın buz heykeli artık onlar için tunçtan yapılmış, ana yüreğinin ölmezliğini tecessüm ettiren en muhteşem bir abide gibi her zaman onların hayalinde kalacak ebedi bir heykeldir.

    [Aktaran: AdemYeşil,
    Enver Mehmethanlı, Kırmızı Goncalar,
    (Haz. A.T.Altay ve A.Yeşil),
    Bengü Yay., Ank., 2015, ss. 101-104.]

Bebekler Yaşasın Diye Donar Anneler: Enver Mehmethanlı’nın “Buz Heykel” Hikâyesinin Tahlili
Necati TONGA
1930’lu yılların ortalarında edebiyat âlemine dâhil olan, 1947 yılında yayımladığı Şarkın Seheri adlı piyesiyle dikkatleri üzerine çeken Enver Mehmethanlı (1913-1990), modern Azerbaycan hikâyesinin kurucu isimlerinden biri olarak dikkat çeker. Yavuz Akpınar, Azerî Edebiyatı Araştırmaları adlı kitabında Enver Mehmethanlı’yı; Mirza İbrahimof (1911-1993), Sabit Rehman (1910-1970), İlyas Efendiyev (1914-1996), Süleyman Valiyev (1916-1996) ve İmran Gasimof (1918-1981) ile birlikte savaş yıllarında edebî faaliyete başlayıp daha çok 1946’dan sonraki yıllarda olgunluk çağına ulaşmış yazarlardan biri olarak anar.
Akpınar’a (1994) göre Enver Mehmethanlı, Sovyet devri Azerbaycan nesrinin olgun örneklerine imza atan bir yazardır (s. 68, 77). Anar, aynı zamanda akrabası olan Enver Mehmethanlı’nın Azerbaycan edebiyatındaki yerini “biraz da sitemli bir şekilde” şu cümlelerle değerlendirir:

“Enver, ilk hikâyelerinin yazarı gibi, otuzlu yıllarda ne sebeptense Allah göstermesin dünyasını değişmiş olsaydı, bugün onu mesela musikide Asef Zeynallı, ressamlıkta Rüstem Mustafayev gibi çok erken vefat etmiş nadir bir yetenek gibi hatırlar ve değerlendirirlerdi. Babasına göre, kendi taşkın hareketlerine 37. yılın kurbanı olsaydı şimdi daha çok putlaştırılırdı. Vatan savunması cephelerinde ölseydi, Azerbaycan nesrinin unutulmaz savaş kurbanı gibi anılırdı… Ama edebiyatta gerçek, dayanıksız görüşlerin yerini tutması için o bütün ömrünü, bütün sıkıntılı hayatını yaşamalıymış… Ve eğer birinin söylediği gibi, yazarlık bir meslek değil, bir yaşam biçimiyse Enver’in maneviyatımızdaki yeri bugün belirlenmiş seviyesinden kat kat yüksektir. Edebiyat tarihimizde ona ayrılmış kısımdan çok büyüktür” (Aktaran Nuraliyeva, 2013, s. 11).
Mikail Rızakuluzade ise, Enver Mehmethanlı’nın üslubuna dikkat çeker:

“Enver Mehmethanlı, Azerbaycan nesrinde akıcı üslubun öncüsü sayılabilir. Yazarlığının, hele yaratıcılığının ilk yıllarında kaleme aldığı Bakı Geceleri, edebiyatımızda şiirsel üslupla yazılmış en güzel eser olarak gösterilebilir. Bölgeden başkente, büyük, çok büyük arzular, umutlarla gelmiş gencin duyguları o kadar zarif, ince, akıcı bir dille tasvir olunur ki insan bu hikâyeyi okuduğunda gerçekleri unutur” (Aktaran Nuraliyeva, 2013, s. 9).
Şarkın Seheri, Od İçinde gibi piyeslerinde halkın acılarını işleyen Mehmethanlı, hikâyelerinde de tarih ve savaş temalarına yoğunlaşan, bu sayede dönemin tarihî panoramasını gözler önüne seren bir yazar olarak ön plana çıkar. Pek çok dile çevrilen “Buz Heykel”, Mehmethanlı’nın hikâye dünyasını bir bütün hâlinde yansıtan önemli metinlerden biridir.
“Buz Heykel” hikâyesinde anne sevgisi teması, ismi verilmeyen bir anne ve bebeğinin başından geçenlerden hareketle anlatılır. Hikâyenin vaka örgüsü şu şekilde özetlenebilir: 1941 yılı kışının soğuk bir gecesinde bir anne, sırtında yavrusuyla birlikte yol almaktadır. Anne, amansız kış şartlarından bebeğini korumak için her yolu dener. Neticede bir kayın ağacının kovuğuna sığınan anne donar ve ölür. Sabahın aydınlığı ile birlikte üç asker, buzdan bir heykele dönüşmüş anne ile hayata tutunmuş bebeğini görürler. Karşılaştıkları manzara karşısında duygulanan ve ağlamaya başlayan üç asker, bebeği kucaklarına alarak ebedî bir heykele dönüşen anneye selam vererek uzaklaşırlar.
“Buz Heykel” hikâyesinde Enver Mehmethanlı trajik bir vakayı ele almaktadır. Yazar, hikâyenin daha ilk cümlelerinde anlatacağı hüzünlü hikâyeye zemin hazırlamıştır. Hikâye, zaman belirten ve mekânın acımasızlığını ortaya koyan şu cümlelerle başlar: “Kırk bir yılının kışı. Soğuk bir gece. Sanki canlı cansız etrafta ne varsa donup buz bağlamış, hava ıslık çalıyordu. Taş çatlıyor, ağaç çıtırdıyor, toprak çatırdıyor, nefes tıkanıyor, diken gibi boğaza saplanıyordu”(Mehmethanlı, 2013, s. 101).
“Buz Heykel”, iki ana birimden oluşmaktadır. Birinci birimde ismi verilmeyen bir genç kadın bebeğiyle birlikte soğuk kış şartları içinde düşman askerlerinden kaçmaktadır. Çocuğunu ölümün pençesinden kurtarmak isteyen anne, her türlü çareye başvurur ve neticede kendisi donarak ölürken bebeği hayatta kalır. Hikâyenin ikinci biriminde ise annenin donuşundan birkaç saat sonrası anlatılır. Bu birim, askerlerin anneyi ve bebeğini görmesiyle başlar, bebeğin askerler tarafından alınıp götürülmesiyle sonlanır.
“Buz Heykel”de ilk bakışta görünen konu; bir annenin bebeği için yaptığı fedakârlıktır ve hikâyenin teması “anne sevgisi/şefkati” olarak tespit edilebilir. Enver Mehmethanlı, hikâyesinde trajik olduğu kadar evrensel bir temaya yoğunlaşmıştır. Anne sevgisi yahut şefkati, asırlardır dünya edebiyatında hemen her edebî türde sıkça işlenen temalardan biridir. Bu bağlamda Türk edebiyatından yalnızca iki hikâye örneği vermekle yetinelim:
Modern Türk hikâyesinin önemli isimlerinden Refik Halid Karay, “Gözyaşı” adlı hikâyesinde Mehmethanlı’nın hikâyesinde işlenen vakaya ve şahıslar kadrosuna benzer bir tarzda hikâyesini kurgulamıştır. Refik Halid, “Gözyaşı”nda Dul Ayşe adlı hikâye kişisinin Balkan Savaşı esnasında sınıra çok yakın olan köylerden anayurda doğru kaçışını anlatır. Hikâyede anlatılan; çamur, karanlık ve yağmur ortasında üç çocuğuyla hayatta kalmaya çalışan bir annenin kaçışıdır. Tıpkı Mehmethanlı gibi Karay da hikâyesinde çocukları için bütün var gücüyle çabalayan bir anne portresi çizer:

“Dul Ayşe de hazırdır; bir atın üstündedir. Terkisinde, beş yaşındaki oğlu, belinden sımsıkı sarılmış, önünde üç yaşındaki kızı bir kuşakla dizlerinden eğere bağlı, kucağında bir yaşına basmayan yavrusu uykuda…
Tepelerden, ara vermeyen, soluk aldırmayan bir yağmur iniyor; kış başlangıcı yağmuru… Biliyorlar ki bu böylece sürerse ovayı su basacaktır; çaylar kabaracak, nehirler taşacak, köprüler çökecek, yol, iz kalmayacaktır. Islak gece içinde, sırsıklam bir kafile, kimi yaya kimi atla koşuyor, kaçıyor.
Öndeki ümit, ordumuza yetişmek; arkadaki korku, düşman ordularına çiğnenmek!” (Karay, 2000, s. 38).
Aynı tema etrafında şekillenen bir başka hikâye, günümüz Türk hikâyesinin temsilcilerinden Hüseyin Su’ya aittir ve “Ana Üşümesi” adını taşır. Bu hikâye, yine karanlık ve sisli bir gecede, bir ana-oğulun yolculuklarında yaşadığı sıkıntılar üzerine kurulur. Hikâyede ana-oğul, gecenin karanlığında kaybolur fakat nihayette diğer iki hikâyeden farklı bir şekilde varacakları yere ulaşırlar. Hikâyenin sonlarına doğru, “anne şefkati” tam bir dil ustalığıyla dile getirilir:

“Ali dayı, avlu kapısında karşıladı anayla oğulu. İçeri aldılar acıyarak, ahla vah-la söylenerek. Ocaktaki ateşleri öne çekerek üzerine bolca tezek vurdular. Koyu bir duman çıkararak yanmaya başladı tezekler. Sıcağı görünce elleri ayakları çözüldü. Ellerini ateşe tutarak oğlunun orasına burasına basıyor, ısıtmaya çalışıyordu. Kendi üşüdüğünün ayrımında bile değildi. ‘Çocuklar ısınsın diye anneler üşür’dü nasılsa” (Su, 2008, s. 20).
Enver Mehmethanlı’nın evrensel bir temaya eğilen “Buz Heykel” hikâyesi,“millî romantik duyuş tarzı”yla kaleme alınmış bir metindir. Şerif Aktaş, millî romantik duyuş tarzını “[şair veya yazarın] aklını ve iradesini kullanarak, sosyal ve tarihî tekevvün içinde coşkuyla kendi ‘ben’ini hissetmesi ve ortaya çıkarmasına sebep olan ruh hâli” olarak tanımlar (Aktaş, 2011, s. 34). “Buz Heykel” hikâyesinde de böyle bir ruh hâlinin tezahürü ile karşılaşırız. Enver Mehmethanlı, bu hikâyesinde millet olma bilinci ve duyarlılığını bir annenin savaş esnasında sergilediği fedakârlık ile ölümsüzleştirmeye çalışır. Hikâyenin hemen başında bu genç anne, şu cümlelerle tasvir edilir: “O genç bir anne, yavrusunu bağrına basmış, yurduna saldıran vahşi düşmanların elinden kaçmış, namusunu kara ellerden kurtarmış, kendini ve bebeğini bu merhametsiz gecenin ellerine çoktan bırakmıştır” (Mehmethanlı, 2013, s. 101).
“Buz Heykel”de olayların takdim tarzı, bakış açısı ve tema bu genç anne etrafında şekillenmiştir. Hikâyenin baş kişisi olan genç anne, millî romantik bir tarzla takdim edilen, verdiği mücadele ile hikâye boyunca yüceltilen ve neticede sembolleştirilen bir şahıs olarak ön plana çıkar. O, metnin sonunda buzdan bir heykele dönüşerek âdeta savaşın acılarını yaşayan bütün Azerbaycan kadınlarının sembolü olarak sunulmuştur. Nitekim Pervin Nuraliyeva (2013), Mehmethanlı ile ilgili kaleme aldığı bir yazıda şu yorumu yapmıştır: “‘Buz Heykel’i okuyan her çocuk kendini buzu yarıp sağ kalan çocuğun yerine koymakta, anasını kahraman görmekte ve en sonunda mücadelesini kendi çocukluğuyla kıyaslayabilir” (s. 9).
Hikâyenin diğer şahısları donmaktan kurtulan bebek ve üç askerdir.
Hikâyede mekân, fiktif/gerçeğimsi/itibarî yapıyı oluşturan önemli unsurlardan biri olarak karşımıza çıkar. Edebî eserlerde mekân, bir fon teşkil ederek işlenen olayları anlamamıza ve şahısları tanımamıza yardımcı olur. Metinde olay örgüsünü meydana getiren unsurların özellikleri ve şahısların psikolojik hâlleri mekânın da şekillenmesine etki eden faktörler olarak karşımıza çıkar. Bu bağlamda “Buz Heykel” hikâyesinde olaylar -ismi anılmamakla birlikte- Azerbaycan Türklerinin yaşadığı geniş bir toprak parçasında cereyan eder. Hikâyede annenin ulaşmaya çalıştığı “büyük toprak” ifadesiyle kastedilen dönemin SSCB’sidir. Hikâyede etrafı ormanlarla kaplı nehirler, karla kaplı toprak parçaları, sığınılan kayın ağacının kovuğu geniş mekânın parçası olarak sunulur. “Buz Heykel”de mekân, hikâye kahramanın ruh hâlini ortaya koyacak tarzda sunulmuştur.
Mekân gibi zaman unsuru da hikâyenin genel terkibini meydana getiren önemli unsurlardan biridir. Fiktif/gerçeğimsi/itibarî özellik gösteren edebî eserlerde zaman unsurunun da “gerçeğimsi” olması tabiîdir. Tahkiyeli eserlerde zaman, vaka örgüsünün sunulmasında önemli bir yere sahip olduğu için eserin tahlili esnasında da zamanın belirlenmesi ve değerlendirilmesi gerekir. “Buz Heykel” hikâyesinde işlenen olay, 1941 yılının bir kış gecesinde cereyan eder. Bu tarih, II. Dünya Savaşı’nın bütün şiddeti ile sürdüğü günlere işaret etmektedir. Mehmethanlı’nın savaş yıllarında ülkenin çeşitli bölgelerinde muhabir olarak görev yaptığı bilinmektedir. Bu görevi esnasında yaptığı gözlemler, muhtemelen hikâyesine kaynaklık teşkil etmiştir. Metnin sonuna konulan nottan da hikâyenin 1944 yılında II. Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru Bakü’de yazıldığı anlaşılmaktadır.
“Buz Heykel” hikâyesinin ilk biriminde zaman soğuk bir kış gecesidir ve hikâyede zaman mefhumu da annenin verdiği mücadelenin ağırlığını hissettirecek tarzda takdim edilir. Annenin verdiği mücadele çerçevesinde zamanın donuşu şu cümleyle vurgulanır: “(…) sanki zaman da bu gece donmuş hareket etmiyor, saniyeler ilerlemiyor ve karlı çöllerin sonsuzluğunda bir karış da olsa tükeniş alameti görünmüyor” (Mehmethanlı, 2013, s. 102). Hikâyenin ikinci biriminde ise gece nihayete ermiş, “aydınlığıyla gözleri kamaştıran ayazlı bir sabah” (Mehmethanlı, 2013, s. 103) anlatılmıştır.
Bir yazarın içinde yaşadığı hayat karşısındaki tercih, tepki ve sezgilerini gösteren tavrına “bakış açısı” denir ki bu terim tahkiyeli eserlerde kurguyu hazırlayan unsurlardan biri olarak karşımıza çıkar. Yazarın hikâyesini kurgularken takındığı tutum ve kullandığı teknikler bakış açısının oluşmasında etkili olur. Bu minvalde “Buz Heykel”de tasvir ve tahlil edici bakış açıları kullanılmıştır. Tasvirlerin ve tahlillerin gerçekçi bir şekilde yapıldığı hikâye, teklik 3. şahıs ağzından anlatılmıştır. Mehmethanlı’nın kahraman anlatıcı yerine “O” anlatımı da denilen “izlenimci bakış açısı”yla hikâyesini kurguladığı görülür.
“Buz Heykel” hikâyesinin dikkat çeken bir diğer özelliği oldukça kısa bir metin oluşudur. Buz Heykel, bir olayı işlemekle birlikte daha çok zamanın kısa bir kesitini ele alan ve “durum”a yoğunlaşan Çehov tarzı hikâyeye ait özelikler sergiler. Mehmethanlı, hikâyesinde anlatmak istediğini girift ve şiirli bir dille ortaya koymuştur.
Sonuç
Sonuç olarak diyebiliriz ki tahlil etmeye çalıştığımız “Buz Heykel”, Mehmethanlı’nın en tanınmış ve yazarın hikâye dünyasını bir bütün hâlinde yansıtan metinlerden biridir. Enver Mehmethanlı, “Buz Heykel” hikâyesinde trajik olduğu kadar evrensel bir olayı ele almıştır. İzlenimci bir bakış açısıyla kaleme alınan metinde “anne sevgisi” teması merkeze alınarak savaşın insanlar üzerinde yaptığı yıkıntılar şiirli ve girift bir dille, millî romantik duyuş tarzını anımsatacak tarzda işlenmiştir.
KAYNAKÇA
Akpınar, Y. (1994). Azerî Edebiyatı Araştırmaları. İstanbul: Dergâh.
Aktaş, Ş. (2011). Millî Romantik Duyuş Tarzı ve Türk Edebiyatı-I. Edebiyat Ve Edebî Metinler Üzerine İncelemeler (ss. 29-39). Ankara: Kurgan.
Karay, R. H. (2000). Gözyaşı, Gurbet Hikâyeleri İçinde. İstanbul: İnkılâp.
Mehmethanlı, E. (2013). Kırmızı Goncalar (A. Tunga Altay ve A.Yeşil, Akt.). Ankara: Bengü.
Nuraliyeva, P. (2013). Enver Mehmethanlı 100 Enver Ağrısı. Kırmızı Goncalar (ss. 5-11). Ankara: Bengü.
Su, H. (2008). Ana Üşümesi. Ankara: Hece.

İSMAİL ŞIHLI

İsmail Şıhlı, 22 Mart 1919 yılında Gazah ilçesine bağlı İkinci Şıhlı köyünde doğdu. 1934-1936 yılları arasında Gazah Pedagoji Yüksek Okulu’nda eğitim görmüştür. Eğitimine Azerbaycan Devlet Pedagoji Üniversitesi’nde devam etmiştir (1937-1941).
1936-1937 yıllarında Kosalar köyünde ortaokulda öğretmenlik yaparak çalışma hayatına atılmış, sonrasında II Dünya Savaşı’na katılmıştır. Savaş bitince Azerbaycan Devlet Pedagoji Üniversitesi’nde doktora eğitimine başlamış, eğitimini tamamlayarak aynı üniversitede göreve yapmıştır. 1965 yılından itibaren Azerbaycan Yazar Birliği’nde çalışmaya başlamış, Azerbaycan dergisinin baş redaktörlüğünü yapmıştır.
Edebiyata 1938 yılından gelen İsmail Şıhlı’nın ilk kitabı Kerç Sularında 1950’de yayımlanır. Yazar, 1949 yılından itibaren Azerbaycan Yazarlar Birliği’nin üyesidir. İsmail Şıhlı, 1995 yılında vefat etmiştir.

İsmail Şıhlı’dan Mertlik Dersi: “Namert Kurşunu”
Lale QASIMLI
Edebiyat dünyasına, 24 Kasım 1938 tarihinde Edebiyat Gazetesi’nde yayımlanan “Kuşlar” şiiriyle giren İsmail Şıhlı (1919-1995), 1947’den itibaren nesre yönelir. 1950 yılında ilk kitabı Kerç Sularında yayımlanan İsmail Şıhlı bu tarihten sonra sanatta yükselme dönemi yaşar.
Yazarın 1957-1966 yılları arasında üzerinde çalıştığı Deli Kür romanı sanatının bir dönüm noktası olur. 1962-1966 yılları arasında Azerbaycan dergisinde tefrika edilen roman 1968 tarihinde kitap olarak basılır. (İsmayılov, 1999, 31, 43-44, 50)
Çok sayıda hikâye, deneme, uzun hikâye, roman yazarı olarak bilinen İsmail Şıhlı’nın dikkat çeken hikâyelerinden biri “Namert Kurşunu” adlı hikâyesidir. 1991 yılında yayımlanan aynı başlıklı kitaba dâhil olan hikâyede köy muhtarı Niftalı’nın çevresindeki insanlarla ilişkileri ekseninde “mertlik” ve “namertlik” gibi kavramlar işlenir. Hikâye, Yasemin Bayer tarafından 2007 tarihinde Türkiye Türkçesine aktarılmış Hazar Kıyısında Yerle Gök isimli kitapta yer almıştır.
“Namert Kurşunu” Hikâyesi Üzerine
İsmail Şıhlı’nın “Namert Kurşunu” hikâyesi, bir köy muhtarının çevresindeki insanlarla ilişkileri ekseninde “mertlik” ve bunun karşıtı “namertlik” kavramlarının işlendiği tezli bir hikâyedir. Hikâye, ismini de bu kavramlardan alır. Hikâyenin olay örgüsü şöyle özetlenebilir:
Sıcak bir yaz günü hasadı denetlemeye gelen köy muhtarı Niftalı, dinlenmek için silahını bir kenara bırakıp arkın suyuyla yıkanarak serinlemek, kendisi gibi sıcaktan bunalmış ve terlemiş atını da serbest bırakmak ister. Fakat hem görevi hem de şahsi ilişkileri yüzünden köyde birkaç kişinin düşmanlığını kazanmıştır bu yüzden yalnızken atını serbest bırakmaya ve silahı belinden çıkarmaya çekinir. Niftalı’nın düşmanlarından Kerem, eski dostudur, mert birisidir, onun silahsız birine saldırmayacağı kansındadır, diğer düşmanı Mürşid için aynı şeyi düşünmez. Bu düşüncelerle karar vermeye çalışırken bunaltıcı sıcağa dayanamayıp üstündekileri çıkarır ve suya girer. Bu sırada uzaktan gelen atlılardan biri ateş açar. Yere düşen yaralıya yaklaşan Kerem, karşısındakinin Niftalı olduğunu görünce kahrolur. Ateşi son zamanlarda Kerem’in grubuna sığınan Mürşid açmıştır. Bunun üzerine, nasıl olsa Niftalı’nın akrabaları öçlerini alacak diye, Kerem, Mürşid’e dokunmaz, onu kovmakla yetinir. Yaralı muhtar kurşunun Kerem tarafından atılmadığını öğrenince sevinir. Ondan böyle namertliği zaten beklememektedir. Fakat henüz yaşayan ve namert kurşunuyla ölmek istemeyen Niftalı, Kerem’i onu kendi silahıyla vurması için ikna etmeye çalışır, buna pek yanaşmayan Kerem, son anda Niftalı’nın ondan umut bekleyen bakışlarına dayanamayıp tetiği çeker.
“Namert Kurşunu” hikâyesi her şeyi gören ve bilen hâkim bakış açılı anlatıcı tarafından anlatılır. Anlatıcı hikâyede kendini belli etmez, tarafsızdır.
Hikâye, köy muhtarı ve iki düşmanı etrafında şekillenir. Olay örgüsünü yönlendiren çatışma Niftalı ve düşmanları arasında yaşanır. Düşmanlar arasındaki karakter farkı olay örgüsünün gerilimini arttırır.
Hikâye, köy muhtarı Niftalı’nın atının otlağını değiştirmek isterken onu serbest bırakamama ve silahını yanından ayıramama kaygısıyla kendi can güvenliğiyle ilgili endişelerini anlatan cümlelerle başlar:

“Muhtar Niftalı atı otlattığı yeri değiştirdiğinde, eyer ve dizginleri de çıkarmak, önceden yaptığı gibi arkın suyuyla belinin terini yıkamak istedi. Ama sonra bu fikrinden vazgeçti. Atı, eyer ve dizgini haliyle kazığa bağladı. İpi biraz daha yakına, arkın alt tarafına çekti. Biliyordu: Hava sıcaktı. At kan ter içindeydi. Ama başka çaresi yoktu. Eskiden nereye giderse gitsin, atını bağlardı. (…) O zamanlar kendisinin de atının da hiçbir şeyden korkusu yoktu. Hem gençti hem de… Ama muhtar olduktan sonra, artık korku içinde yaşıyordu…” (Şıhlı, 2007, s. 15).
Hikâyenin şahıs kadrosu kalabalık değildir. Muhtar Niftalı, Kerem, Mürşid, Niftalı’nın babası ve atlılar şahıs kadrosunu oluşturur. Köy muhtarı Niftalı başkahramandır. Niftalı’nın fiziksel portresiyle hikâyenin sonuna doğru, muhtar vurulduktan sonra karşılaşırız. Manevi portresiyle ilgili pek bilgi verilmez, köye gelen yabancı birine yardım etmesinden yola çıkarak iyi kalpli, yardımsever biri olarak tanımlanabilir. Niftalı, görevi dolayısıyla ve şahsi ilişkiler gibi sebeplerle köyde kendine düşman edinir, bu düşmanları nedeniyle devamlı dikkatli davranmak zorunda kalır. Hikâyede geniş olarak yer verilmese de Niftali’nin köylülerle ilişkileri ve görevi açısından iç âleminde bir çatışma yaşadığına da değinilir. Geleneksel hayat tarzının getirdiği ahlaki görüşlerle yönetimin taleplerini arasında kalan kahramanın hayatı trajik bir şekilde sonlanır.
Hikâyede Niftalı’nın görevi nedeniyle köy ahalisiyle yaşadığı sorunlara değinildiği gibi başkahramanın sorumlulukları altında ezildiğine de dikkat çekilir. İkilemde kalmıştır Niftalı; bir tarafta köylüleri, diğer tarafta görevi:

“Niftalı muhtar olduktan sonra istese de istemese de bazılarının kalbini kırmıştı. Her ne kadar onlardan uzak durmaya, gözlerine batmamaya çalışsa da olmuyordu. Arayıp buluyor; ‘Filan hırsızı neden yakalamadın? Falanca kaçağa neden ekmek verdin? Kaçak Kerem’e Kür’den geçip yaylaya çıkması için neden izin verdin?’ diye azarlıyorlardı. Söylemesi kolaydı, ama böyle şeyler için köylülerle ya da tanıdıklarla yüz göz olmak, yapabiliyorsan, buyur sen yap bakalım, demek zordu. Görev boyunduruk gibi bir şeydir. Boynuna geçirdiler mi, sırtına binip istedikleri yöne sürerler. Ya dayanman ya da kendinle birlikte, boyunduruk vuranları da sürükleyip Kür’e atman gerekir” (Şıhlı, 2007, s. 19-20).
Böylece kahramanın iki baskı arasında kalması, olay örgüsüne farklı bir gerilim unsuru daha katar. Niftalı, görevi nedeniyle düştüğü çıkmazda bocalayıp durur. Görevinin gereğini yerine getirince köylülerle arası bozulmakta, yapmazsa üstü tarafından tembihlenmektedir. Görevi onu karakteriyle uyuşmayan davranışlara zorlamaktadır. Kahramanın karakterindeki bu özellikler geleneksel hayat tarzının izleridir. Olayların feodal, ataerkil yaşam tarzının hala geçerli olduğu bir zamanda gerçekleştiği dikkate alınırsa, hikâyedeki çatışmanın sebeplerinin daha derin olduğu görülür. Bu bakımdan hikâyede görülen çatışmanın aslında insanların bir yaşam tarzından başka bir yaşam tarzına geçmek zorunda bırakılmasından kaynaklandığı söylenebilir.
Niftalı’nın düşmanlarından biri hikâye boyunca yer yer kendisiyle ilgili kısa bilgiler verilen Kerem’dir. Yukarıda bahsedildiği gibi olayın yaşandığı gün korkuları üzerine düşünen Niftalı’nın, Kerem’den pek çekinmediği anlaşılır: “Kimden korkacaktı ki? Kerem bu saatte kuşkusuz Dilican’da olurdu. Yazın bu sıcağında buralarda olamazdı. Zaten olsa da korkusu yoktu. Hiçbir zaman silahsız bir adama kurşun atmazdı” (Şıhlı, 2007, s. 16). Kerem uzakta olabileceği gibi silahsız birine kurşun atmayacak kadar mert biridir. Bu nedenle sıcak bir günün ortasında yorgun muhtarın atını serbest bırakıp kendisi de biraz dinlenmek isterken Kerem’le ilgili gönlü rahattır.
Yönlendirici kahraman olarak değerlendirilebilecek Kerem, gerçek hayattan alınmış bir karakterdir. Hikâyenin başında ismi Kerem olarak geçen karakterin ilerleyen sayfalarda ünlü Kaçak Kerem olduğunu öğreniriz. Fakat hikâyede Kaçak Harekâtı’nın öncüsü gibi değil, mertliği temsil eden biri olarak görülür. Kerem’in isminin karşısında sadece bir kere “Kaçak” tanımının verilmesi, karakter olarak geniş işlenmemesi hikâyedeki konumuyla ilgilidir.
Kaçak Kerem, XIX yy. ikinci yarısında yaygınlaşan Kaçak Harekâtı’nın en önemli isimlerinden biridir. Kaçakçılık 19. yüzyılda halkın çıkarlarını koruyan mücadele biçimi olarak ortaya çıkar. Çarlık Rusyasının köylülerin haklarını elinden alması Kafkaslar’da itirazlara sebep olur ve bu itirazlar Kaçak Harekâtı’na dönüşür. Almaz Yürdsever (2015), Gürcü gazeteci G.Gviniashvili’nin, “Kafkasya’da kaçakçılığın oluşum sebepleri üzerinde durduğu ‘İveria’ adlı makalesinde, kaçakçılığın ‘esarete, istismara karşı, adalet uğrunda önemli bir mücadele şekli’ olarak” değerlendirdiğini belirtir. Kaçakçılık harekâtı Çarlık Rusyası basını tarafından sürekli ve uzun süre takip ediliyordu. Takip edilen isimlerden biri Kaçak Kerem’di. Kaçak Kerem’in mücadelesi –insan hakları ve kişisel özgürlüğü önemsemesi, sadece basına yansımakla kalmayıp, yaşadığı günlerden itibaren Azerbaycan edebiyatı ile birlikte, Gürcü ve Rus edebiyatlarına da konu olur, şahsiyeti ve mücadelesiyle halk kahramanı tipi olarak işlenir. Rus edebiyatında özellikle, M. Qorki’nin Kaçak Kerem’le ilgili olumlu düşünceleri dikkat çeker.
Niftalı’nın diğer düşmanı Mürşid, kimliğiyle ilgili köyde kimsenin bir şey bilmediği, nereden geldiği, soyu-sopu belli olmayan biridir. Mürşid karşı güç olarak görülür; yanlış bir yaşama biçimine sahiptir, namertliği temsil eder. Hikâye, Mürşid’in öne çıkan bu yönüne göre adlandırılmıştır. Yardıma muhtaçken yazık görünümlü, eli güçlenince geçmişi ve ona yardım edenleri unutan, ailesi ve çocuklarını düşünmeyen, bu gibi değerlerden uzak bir karakterdir.
Köyde hasadın bitmesini bekleyen Niftalı, köye dışarıdan geldiği için “Garip Mürşid” olarak adlandırılan Mürşid yüzünden sadece otlakta dinlenmekten değil, köyde yalnız kalmaktan da çekinir. Köy ahalisi çoktan yaylaya çıkmıştır, böyle bir durumda köyde yalnız kalmak doğru değildir. Hikâyenin bu yerinde geriye dönüş yöntemiyle Mürşid’in köye gelişi anlatılır. Kara bir kış günü Niftalıların evlerine kadar gelip kendini kaçkın, kimsesiz gibi takdim eden Mürşid, onu karşılayan Niftalı ve babasından yardım ister. Niftalı ve babası şaşkın halde ne karar vereceklerini bilemezler, hatta Niftalı’nın babası yabancı adama ilk bakıştan güvenmez:

“Gürültüyü duyunca dışarı çıkıp köpekleri susturmuş, bahçe kapısında duran delikanlıya kim olduğunu sormuşlardı. Kürkünü omzuna atarak oğluyla birlikte bahçe kapısına gelen Niftalı’nın babası, yolunu şaşırıp gelmiş olan bu Allah’ın kuluna dikkatle bakmış ve onun, buraların insanlarına benzemediğini anlamıştı. Son zamanlarda böylelerine sıkça rastlanıyordu. Ya düşmanı öldürdükten sonra kaçıp buralara gelirler, ya da bir lokma ekmek için çöllere düşerlerdi. Adam, delikanlıyı tepeden tırnağa dikkatle süzdükten sonra, “Hayır, adam öldürüp kaçan birine benzemiyor bu.” diye geçirmişti içinden. “Belki de başka bir sorunu var.” diye düşünmüştü. Aslına bakılırsa, delikanlının çukurlaşmış gözleri adamın hiç hoşuna gitmemişti.(…)
Doğru mu söylüyordu, bunu Allah bilirdi; belge yok, tanık yok! Garip bir adamdı. İşte o günden sonra, köyleler ona “Garip Mürşid,” dediler…” (Şıhlı, 2007, s. 17-18).
Pek emin olmasalar da kendine acındıran Mürşid’e sahip çıkar, yardım ederler. Mürşid, önce hayvanların bakımını üstlenir, sonra ekinle ilgilenir. Niftalı’ya dost-kardeş olur. Babasını kaybettikten sonra Niftalı, ona toprak verir, orada küçük dahi olsa ev yapmasına yardımcı olur. Hayvanlardan pay ayırır, bir at hediye eder. Akrabalarından bir kızla evlendirip ev-aile sahibi yapar. Garip Mürşid yaman bir adam çıkar. Eline para geçince Tiflis, Gence’ye gidip gelir. Yaşam koşullarını iyileştirir. Daha refah bir hayata kavuşunca geçmişini, dostluklarını ve sorumluluklarını unutur, ailesine iyi davranmaz: “Niftalı, Mürşid’in karısını üzdüğünü duydu: haftalarca eve gelmiyor, kentte keyif çatıyor, çocuklarıyla ilgilenmiyordu” (Şıhlı, 2007, s. 18). Mürşid’in ailesiyle ilgilenmediğini duyan Niftalı bu duruma dayanamaz haber gönderip onu yanına çağırır. Ama Mürşid gelmez. Bir gün yolda karşılaşırlar, onunla konuşup akıl vermek ister fakat Mürşid buna ters tepki verir. İş ağız dalaşından kavgaya dönüşür. Sonunda özür dileyen Mürşid, Niftalı’nın elinden kurtulunca bir gün bunun intikamını alacağını söyleyerek kaçar: “Ey Muhtar, bunu senin yanına bırakırsam ben de adam değilim!” der (Şıhlı, 2007, s. 19). Bu olaydan sonra Mürşid ailesini de köyü de terk eder.
Hikâyenin bu yerinde Niftalı’nın sıcağa daha fazla dayanamayıp arka doğru gittiğini öğreniyoruz. Suyla kendisini serinletmek isterken gelen atlıları görmez, seslerini duymaz. Bir anda sırtında hissettiği acıdan vurulduğunu anlar. Dönüp bakınca atlılardan birinin diğerine kızarak sövdüğünü duyar: “Namert köpoğlu!” (Şıhlı, 2007, s. 20). Bundan başka bir şey de işitmez.
Yukarıda bahsedildiği gibi hikâyenin başkahramanının portresiyle ölüm anında, başı, aralarında husumet olan, eski dostu Kerem’in dizinin üstendeyken karşılaşırız: “Niftalı oldukça değişmişti. Gerdanı biraz sarkmış, yüzü kararmış, kalın bıyığı seyrelmiş, şakakları ağarmıştı. Gözlerinin çevresinde hafif kırışıklıklar oluşmuştu” (Şıhlı, 2007, s. 21). Bu cümlelerden Kerem’le Niftalı’nın uzun süredir karşılaşmadığını öğreniriz, zaten karşılaşsalar biri diğerini vurmuş olmalıdır. Şimdi Kerem, yaşı ilerlemiş ve vurulmuş olan Niftalı’ya yardım edemediği için üzülür. Bu sırada Niftalı yanındakinin kim olduğunu anlar ve Kerem’i görünce öyle sevinir ki, sanki düşmanı değil sevdiği bir insandır. Burada eskiden Niftalı ile Kerem’in çocukluk arkadaşları olduğu özetlenir. Hayat şartları onları birbirinden ayrı düşürmüş, koparmış hatta düşman etmiştir:

“Şimdi birbirlerinin yüzüne hasret kalmışlardı. Silahlıydılar. O, Kerem’e, Kerem de ona yaklaşamıyordu. Kerem tüfeğini alıp dağlara çıktı, at sırtında ömür geçirdi. (…) Niftalı ise, evinde, akrabalarının çevresinde korku içinde yaşıyordu. Muhtar olduktan sonra değişmişti. Kerem ona birkaç kez, ‘köy insanlarına dokunmaması için’ haber göndermişti. Ama bunun hiçbir yararı olmamıştı. Kerem, kulağını çekmek için çoktandır onu arıyordu” (Şıhlı, 2007, s. 22).
Eski dostların düşmanlık nedeni şahsi olmayıp Niftalı’nın görevinin gereğini yerine getirirken köy ahalisini incitmesiyle ilgilidir. Hayat şartları onları birbirine karşı koysa da geleneksel değerlerden vazgeçmezler. Bu yüzden onu arkadan namertçe vuranın Mürşid olmasına üzülmekle birlikte, Kerem tarafından vurulmadığına da sevinir. Bir insanın ölüm anında bunu düşünmesi olayların gerçekleştiği dönem için olağan bir haldir. Niftalı ve hikâyede yer alan diğer kişiler geleneksel hayat tarzının getirdiği değerlere sahip insanlardır. Bu nedenle de başkahraman, ölüm anında hayatı terk ettiği üzerine değil, kimin tarafından nasıl vurulması üzerine düşünür. Son kez etrafa göz gezdirerek Kerem’den bir istekte bulunur. Hikâyenin etkileyici sahnesi diyalog şeklinde gerçekleşir:

“-Kerem, son bir dileğim var…
–Silahını çıkar, beni alnımdan vur!
–Neler söylüyorsun?
–Bırak, muhtar Niftalı’yı kaçak Kerem öldürmüş desinler… Erkeği erkek öldürür!..” (Şıhlı, 2007, s. 23).
Namert kurşunuyla ölmek istemeyen Niftalı, Kerem’den onu kendi silahıyla vurmasını ister. Kerem buna ne kadar çok üzülse de eski dostunun dediğini yapar. Hikâye Kerem’in tetiği çekmesi sahnesiyle biter.
Şahıs kadrosu içinde yer alan Muhtarın babası ve Kaçak Kerem’in atlı grubu dekoratif unsur olarak ele alınacak kişilerdir.
Hikâyede olaylar ismi verilmeyen bir köyün çevresinde cereyan eder. Kaçak Kerem’in Gazax rayonu Gırag Kesemen köyünden olduğundan yola çıkarak olayların bu köy çevresinde gerçekleştiği söylenebilir. Hikâyede köyün çevresindeki bazı yer isimleriyle birlikte yakın ve uzak çevreye ait isimlere yer verilir: Tiflis, Gence, İrevan, İran, Kür, Aras, Karayazı ormanı, Dilcan deresi, Ceylançöl. Yer yer köyün çevresindeki tahıl tarlaları ve s. ile ilgili tasvirler yapılır:

“Gözünü ufuklara dek uzatıp giden tahıl tarlalarına dikti. Hafif bir esinti vardı. Sıcaktan kavrulup sertleşmiş sümbüller hışırdıyordu. Otları çoktan sararıp solmuş dereli tepeli bu boz düzlüğün ortasında, kavak ağaçlarının birbirine değen yapraklarının hışırtısı da duyuluyordu” (Şıhlı, 2007, s. 15-16).
Mekân gibi zaman unsuru da hikâyede arka plandadır. Yazar, hikâyenin geçtiği dönemle ilgili herhangi bir bilgi vermez, nesnel zamanı belirtmez. Kaçak Harekâtı’ndan ve Kaçak Kerem isminden yola çıkarak olayların XIX yy. ikinci yarısından sonra gerçekleştiğini tespit etmek mümkündür. Neredeyse, en fazla bir saat sürecek olay geriye dönüş ve özetleme teknikleriyle genişletilir. Havanın sıcaklığı durumundan mevsimin yaz olduğu anlaşılır.
Yazar, hikâyede yalın ve sade bir dil, akıcı bir üslup kullanır. Olayların köyde geçmesine rağmen yerel söyleme pek yer verilmez. Yer yer anlatımın dilini güçlendiren diyaloglara yer verilir. Anlatımda özellikle geriye dönüş ve özetleme yöntemlerinden faydalanılır.
Sonuç
Eskiden günümüze, toplumumuz insani değerlere çok önem vermiş, vefa, dürüstlük, kahramanlık, mertlik v.s. gibi hasletler önem arz etmiştir. Hatta namert dosttan, mert düşman daha üstün görülmüştür. Bu, edebiyatımıza da konu olmuş, mertlik gibi olumlu davranışlar her şekilde yüceltilirken, namertlik gibi hasletler yerilmiştir. İsmail Şıhlı’nın “Namert Kurşunu” hikâyesi mertlik ve namertlik çatışması üzerine kurulmuş, hikâyede düşman olunca bile mert olunması gerektiği mesajı verilmek istenmiştir.
Hikâyede geniş olmasa da başkahramanın görevi ve köy ahalisi arasında kalarak iç âleminde yaşadığı sıkıntıya da değinilir. Başkahramanın iç çatışması hikâyede derinine irdelenmez, sonuçlarının yaşattığı olay üzerinden değerlere sahip olunması üzerine yoğunlaşılır. Daha çok olay ve olay aracılığıyla aktarılacak mesaja odaklanıldığı için zaman ve mekân gibi unsurlara dikkat edilmez, olayın gerçekleştiği, karakterlerin yaşadığı köyün ismi verilmediği gibi, nesnel zamandan da bahsedilmez. İster hikâyenin başkahramanı, isterse de gerçek hayatta var olan halk kahramanın prototipinin yer almasına rağmen şahıs kadrosunun fiziksel portreleri ve ruh tahlilleri yapılmaz. Tezli bir hikâye olmasına rağmen, yazar, kişilerini kendisi yargılamaz, realist bir tavırla nesnel, tarafsız bir düzlemde sunmaya çalışarak, bunu okuyucuya bırakır.
KAYNAKÇA
Almaz Yurdsever. (2015, 20 Şubat). Halk Gehremanı Kaçaq Kerem Hakkında Deyerli Menbe. Erişim tarihi: 28 Kasım 2019 https://525.az/site/?name=xeber&news_id=32590#gsc.tab=0
İsmayılov Y. (1999). İsmayıl Şıhlı. Hayatı, Muhiti, Sanatı. Bakı: Ayna.
Şıhlı İ. (2007). Namert Kurşunu. Y. Bayer, (Haz.), Hazar Kıyısında Yerle Gök (ss. 14-24). İstanbul: Telos.

AZİZE CEFERZADE

Azize Caferzâde 29 Aralık 1921 tarihinde Bakü’de doğmuştur. 1930 yılında okula başlayan Azize Caferzâde, ilk eğitimini Bakü’deki 38 numaralı okulda aldıktan sonra iki yıl Tiyatro Meslek Yüksekokulu’nda, sonra iki yıllık Muallimler Enstitüsü’nde okumuştur. II. Dünya Savaşı devam ederken, 1942-1945 yılları arasında zor şartlarda Azerbaycan’ın Aksu ilinin Çaparlı köyünde öğretmenlik yapmış olan Caferzâde, başarısı ve çalışkanlığı ile takdir edilerek okul müdürü vazifesine getirilmiştir. Azize Cafzerzade, Bakü Devlet Üniversitesi’nin (O zamanki adıyla Azerbaycan Devlet Üniversitesi) Filoloji Fakültesini kazanarak burada Bahtiyar Vahabzade, Gülhüseyin Hüseynoğlu, Feride Elyarbeyli, Rehim Nağıyev gibi sonradan meşhur olacak birçok şahsiyetle birlikte eğitim almıştır. 1947 yılında üniversiteyi bitirdiğinde araştırma görevlisi olarak üniversiteye alınması arzu edilmişse de bu mümkün olmamıştır. 1957-1974 yılları arasında Azerbaycan Bilimler Akademisi Elyazmaları Enstitüsü’nde Baş İlmi İşçi ve Şube Müdürü vazifelerinde çalışan Azize Cafer-zâde, 1950 yılında “XIX. Asırda Azerbaycan Edebiyatında Maarifçi Ziyalı Suretleri” adlı çalışması ile doktora; 1970 yılında ise “XIX. Asır Azerbaycan Poeziyasında (Şiirinde) Halk Şiiri Üslubu” konulu doçentlik tezini savunmuştur.1974 yılından itibaren profesör payesi almıştır. 4 Eylül 2003 tarihinde vefat etmiştir.

KIZBİKE-KIZ KULESİ
Anlatıldığına göre eski zamanlarda bu yerlerde zalim bir hükümdar yaşardı. Günlerden bir gün ecel kapısına dayandı ve hükümdar öldü. Ülkenin yaşlı kadınları, aksakalları ve adlı sanlı yiğitleri bir yere toplandılar: “Onun oğlundan bize hükümdar olmaz. Ne bir işte adını öne çıkartabildiğini, ne kılıç tutan elinin bir vuruşunu gördük, aklının da şahiti olmadık” dediler.
Toplanan adamlar aynı sözü söyleyerek fikir birliğine vardı. Aklı ile ad kazanmış “Kuşlu” adlı bir genci kendilerine han seçtiler. Ölen hanın oğlu Kuzey’e de kıymadılar. Ona şöyle dediler:
–Kuşlu Han’ın yanında kal. Ya onun yiğitliğini örnek alırsın ya da aklından istifade edersin. Yiğit olursan komutanımız, olgunluk sahibi olursan vezirimiz olursun.
Aylar, yıllar geçti. Kuzey, kinini kalbinin derinliklerinde gizledi. Hiç kimseye bir şey söylemedi ama onun gözü Kuşlu Han’ı çekemiyordu.
Kısa süre sonra Kuşlu Han’ın kızı oldu. Ülkenin aksakalı Kızılkaya onun adını Kızbike koydu. “Adını ben verdim, ömrünü, kemalini, yüz güzelliğini ateş versin!” dedi. Bu günlerde Kuzey’in de bir oğlu oldu. Ayazlı, soğuk bir kış gününde doğduğu için adını Ayaz koydular.
Çocuklar sanki her gün değil, her saat büyüyorlardı. Masalda zaman çabuk geçer. Onlar büyüyerek okul çağına geldiler. Kızılkaya’nın yanında derse başladılar. Gençlik çağına geldiklerinde ise her ikisine de ünlü serdarlar tarafından talimler verildi. Artık onların günleri, ülkenin diğer gençleri gibi avda ve eğitimlerde geçiyordu. Onlar sefere çıkıyor, avlanıyorlardı. Her ikisinin de kalbi çocukluk yıllarından beri birbiri için çarpıyordu.
Günlerden bir gün Kuşlu Han hastalandı. Onun hastalığından istifade eden Kuzey’in eski kini başkaldırdı. Ordu ve akrabasını yanına çağırıp kendisiyle aynı fikirde olanları etrafına topladı. Kuşlu Han’ı yıkıp hâkimiyeti ele geçirmek istedi. Ayaz, başlangıçta babasının bu fikrini onaylamadı. Ama Kuzey bütün olup bitenleri ona anlattı: “Bu yerlerin yasal vârisi biziz oğul! Kuşlu Han bizim hakkımızı elimizden aldı” diyerek delikanlının aklını çeldi. Ayaz da babasına uydu. Eğer ülkedeki hâkimiyetlerini geri alabilirlerse Kızbike’ye daha kolay kavuşacağını düşünüyordu.
Hıyanet haberini duyan Kızılkaya’nın teklifi ile aksakal, karasakal[1 - Henüz yaşlanmamış olanlar kastediliyor.] ve yaşlı kadınlar bir yere toplandılar ve “Çık ülkemizden git Kuzey. Senden bize hükümdar olmaz.” dediler. Kuzey ailesini de alıp bu yeri terk etti.
Ayrılık yılları başladı. Kızbike’ye öyle gelirdi ki Ayaz babasının dediğini demez, ona ihanet etmezdi. Başka bir yere gitmesi de babasına boyun eğmesi de mecburiyettendir. Kızbike’nin gönlü bin yerden yaralanmıştı. Ayrılık Kızbike’yi kavururdu.
Kuşlu Han iyileşerek hastalıktan kurtuldu. O zamanlar bir kural vardı. Ülkenin en güzel kızı, yaşı bulûğa erdiğinde birkaç yıl ateşgâha gelmeli, kutsal ateşe hizmet etmeliydi. O, kutsal ateşe hizmet ettiğinde kendisi de kutsal olurdu. Ülkenin oğul ve kızları, ana babalar, gelinler gelip ona tapınıp, hastalar ondan şifa; çocuğu olmayanlar evlat, arzusuna erişemeyenler sevdiklerine kavuşmayı diliyorlardı. Kızın ateşli elbisesi, ateşin kutsal alevleri gibi kırmızı ve mavi renge çalıyordu. Gönlü yansa da o, kutsal ateşten ayrılmadan ülkesinin, milletinin geleceği için saadet arzuluyordu. Kız bu hizmetlerinin karşılığında ülkenin en yiğit, cengâver erkeğine gidebilirdi. Böyle bir saadet Kuşlu Han’ın kızı Kızbike’ye nasip olmuştu.
Ülkemizin büyükleri “düşmandan dost olmaz” demişler. Şimdi Kuzey yabancı ülkeleri arkasına alarak komşuları toplayıp, kendi yurdunun üzerine gaspçı gibi geliyordu. Ayaz da kendi sevdiğine kavuşmak için can atıyor ve sevdiğine kavuşamama sebebini de sadece Kuşlu Han’da görüyordu. Sınır boyunda bekleyen nöbetçiler, muhafızlar koşarak gelip durumu Kuşlu Han’a haber verdiler. Yaşlanmaya başlayan Kuşlu Han, ülkenin cengâver yiğitlerini etrafına topladı. Sadağına oklarını yığdı, kılıcını biledi, zırhlı kıyafetini giydi, Köhlen[2 - 1.Arap atı cinsi 2.İyi beslenmiş at anlamında da kulanımı vardır.] atına binerek yirmi yıl önceki cengâverlik meydanına çıktı.
Birkaç gün serhat boyunca kanlı çarpışmalar oldu. Bir gün Kuşlu Han yüzünü düşmandan tarafa dönüp seslendi:
–Ey Kuzey. Boşuna ordumuzu kırdırdık. Eğer yiğitsen gel, bire bir vuruşalım. İstediğin yiğidini de al. Sen beni devirirsen kılıcının altından geçip hâkimiyetini kabul ederim. Ben seni yıkarsam ebediyen çek git. İhanet ettiğin bu toprakta yerin yoktur.
Lakin Kuzey, bu çarpışmaya kendisi gelmedi, oğlu Ayaz’ı gönderdi. Ayaz, Kuşlu Han’dan genç ve iyi talim görmüş bir cengâver idi. Kalbini aşk ateşi yakıyordu. Kuşlu Han ile karşılaştığında namert atasından öğrendiği namert hilesine başvurdu.
–Kahraman- dedi -Sen nasıl bir yiğitsin ki atının göğüslüklerini bağlamadan savaş meydanına gelmişsin?
Kuşlu Han eğilip atının göğüslüklerine bakmak istedi. Ayaz hıyanet ederek buna fırsat vermedi ve hemen onun boynunu vurdu. Kuşlu Han’ın ordusunun içerisinden acı bir feryat koptu. Düşman cephesi ise sevinç içerisinde bayram ediyordu. Şimdi onlar, yiğit komutanlarından mahrum olan düşman ordusunun hemen mağlup olacağından emindiler.
Sabah oldu. Ordular yeniden karşı karşıya saf tuttular. Ama o vakit meydana semend renkli bir ata binmiş, mavi alev renginden kıyafet giymiş, yüzü mavi peçeli bir yiğit geldi. Düşmanın sağından girip solundan çıktı. Solundan girip sağından çıktı. Önüne geçene aman vermedi. Sadece Ayaz’ı kılıçtan geçirmedi. İşini bitirip bir anda gözden kayboldu.
Düşman bu duruma şaşıp kalmıştı. Kuşlu Han’ın pehlivanları yerinde donup kalmıştı. Hanın oğlu yoktu. Peki, bu yiğit kimdi?
Aynı gün savaş meydanından döndüğü gibi Kızbike ibadethaneye geldi. Kızılkaya’ya, mabetlere, aksakal-kara sakallara, yaşlı kadınlara, cengâverlere yüzünü çevirip dedi:
–Düşmanın ordusu çoktur. Onlar yurdumuzu talan etmek, ana bacılarımızı kırıp geçmek istiyorlar. Sağlam bir kule yapalım, Muhterem Kızılkaya! Emredin mabedin yanındaki yüksek tepenin üstüne bir taş getirilsin. Alınamaz kuleyi buraya inşa etmeliyiz. Hem su yakında hem de düşman gözümüzün önünde olur. Mevkisi güzeldir, her taraf görünür.
Kızılkaya ve mimarlar yurdun her tarafına yayıldılar. Yediden yetmişe herkes eline bir taş alıp ateşgâhın yanındaki tepenin üstüne götürdü. Mimarlar işe başladı, yerin derinliklerinden gelen ateşli nefesi, yapılan kulenin özel borularla tepesine kadar kaldırdılar. Kutsal ateş burada ebediyen yanmaya ve düşmanın başına od saçmaya başladı.
Bu arada bu cengâver, harp meydanına her gün başka bir kıyafetle gelip düşman ordusuna taarruz eder, Ayaz’a dokunmadan döner, kaybolurdu.
Kızılkaya düşünüyordu. “Ben biliyorum, bu sensin ey ülkenin yenilmez güzeli. Bu sensin! Yoksa hiçbir cengâver Ayaz’a aman vermezdi. Kalbin ne kötü yaralanmış kızım, ne kötü yaralanmış?”
Ayaz da hayret içerisindeydi. Kısa bir sürede onun ordusuna taarruz eden bu cengâver kimdi? Onun meşhur pehlivanlarını öldürüp her seferinde kendisini affeden; kâh kırmızı, kâh mavi, kâh duman renkli –yani ateşin, kutsal ateşin alevleri tonunda– peçeler örten bu cengâver kimdi?
Ayaz’ın kalbini garip bir his bürüdü. Aşk onun kalbini yakıp kavuruyor, buna hayret ediyordu. Bir gün o, savaş kıyafetini değiştirip ziyaretçi kıyafeti giydi. Akşam olduğunda kutsal ateşe tapınmak ve dilek dilemek için giden adamlara katıldı. Bırakıp gittiği sonra da ihanet ettiği yurduna geldi. Ateşgâha ulaştığında yanında alınmaz bir kule dikildiğini gördü. Bu öyle bir kuleydi ki başı buluttan, ayağı deryadan nemlenip rutubetleniyordu. Kulenin üstünde mukaddes ateş yanıyor, ateşin dilleri bir kılıç gibi göğe yükseliyordu. Oğlan sarığını yüzüne çekip ibadet için gelenlerle birlikte ateşgâha girdi. Ateşin üstünde yücelen yüksek yerde, kalbine ta çocukluktan beri hâkim olan Kızbike durmuştu. Dilek dileyenlerin dileğini kabul ediyordu. Güzel yüzü de renkli kıyafeti de kutsal ateşten parıltı almış, güneş gibi parlıyordu.
Ayaz, titreyen yüreğiyle ateşe yakınlaştı. Gençler göz göze geldiler. Yüzü yarım örtülü olsa da Kızbike onu tanıdı. “Yüzünü, ateşten yanan gözlerini görmeseydim de kalbim burada olduğunu bana haber verirdi sevdiğim!” Kızın elleri titredi, az daha dizleri bükülecek ve ateşe düşecekti. Onun bir tek söz ya da bir tek işareti ziyaretçilerin Ayaz’ı tutup parçalamasına ve düşman ordusunu başsız bırakmasına yeterli olur, Ayaz’ı olduğu yerde öldürürlerdi. Ama güçlü bir aşk Kızbike’nin dilini bağladı. Kızın gözleri yaşla doldu. Ayaz çıkıp gitti…
Sabah düşman ordusu yeniden hücuma geçti ve kulenin önünde toplandı. Bu sırada ateşli bir kılıç tutmuş, kızıl ateşten kıyafetli, keher[3 - Açık kestane renkli atlar için kullanılan bir tâbir.] ata binmiş bir cengâver meydanda göründü. O göründüğü gibi yurdu savunan dövüşçülerin koluna kuvvet, dizine takat geldi. Düşman ordusu telâşa düştü. Ayaz, bu cengâveri tanımıyordu. Cengâver ise bugün sadece onu izliyordu. “Yok, yok, artık bugün sonundur. Ayaz, sevdiğim! Bugün sonundur. Sadağımdan aldığım birinci ok, kılıcımın ilk ve son darbesi bugün senindir. Bir daha seni affedersem düşman olurum yurduma, bir daha seni affedersem ihanet etmiş olurum yurduma. Bir daha seni affedersem kalbime söz geçiremem. Bir daha seni affedersem..”
Aman vermedi. Kızbike ölüm saçan kılıcının bir darbesiyle Ayaz’ı atından düşürerek yere serdi. “Bu benim de sonumdur sevdiğim, benim de sonumdur! Ben seni seviyordum. Ben sensiz yaşayamayacağım. Ama vatanıma ihanet eden sen de olsan, kalbim de olsa onu kesip atarım, gözlerim olsa onları oyup çıkarırım. Bu sensin, sevdiğim, sensin!”
Ayaz’ın en sadık dövüşçüleri, komutanlarının attan düştüğünü görünce, ona vuran atlıya doğru hücum ettiler. Kızbike dövüşe dövüşe kuleye doğru çekiliyordu. Kuleye varınca attan indi ve arkasından koşan piyade düşmanlarla vuruşarak kuleye girdi; merdivenlerden yukarıya çıkmaya başladı. Basamaklara onun öldürdüğü düşmanların kanı dökülse de onlar Kızbike’den el çekmiyor, arkasından geliyorlardı. Ölen komutanlarının intikamını almak için can atıyorlardı. Kızbike bu ağır vuruşmada yaralanmıştı. Kan kaybettikçe gücü azalıyor, zayıflıyor, düşmanın eline düşeceğini hissediyordu. Bu sırada üstünde ateşin alevlendiği kuleye kalktı. Son defa vatan toprağına veda nazarlarıyla baktı, arzusuna kavuşamamış kalbinden yanık bir ah koptu. “Ben zaten senden sonra yaşayamayacaktım Ayaz. Senin ihanetinden sonra yaşayamayacaktım. Şimdi ise… düşman eline geçmektense ölmek daha iyidir.” o düşmanın soğuk nefesini ardında duyunca kulenin duvarı üzerinde boylu boyunca ayağa kalktı:
–Elveda!..– diyerek kendini kulenin denize bakan tarafından aşağıya, kükreyen dalgaların koynuna attı. Bu anda arkadan Kızılkaya ile yiğitleri yetiştiler. Düşmanı birer birer kılıçtan geçirdiler.
Cengâverlerden birkaçı kendisini dalgaların içine attı ve Kızbike’nin cesedini Hazar’ın coşkun sularından çıkardılar. Ülkenin yaşlı kadınları, kız ve gelinleri gelerek, örtüsü yüzünden açılmış, saçları dağılmış, ateşler kızı Kızbike’ye gelinlik kıyafetini giydirdiler. Defin için hazırlandılar.
“Əziziyəm qız qala,
Tikdiribən qız qala.
Namərd oğullar ölə,
Vətən üçün qız qala.”[4 - Mâni şöyledir: Aziziyem kız kule, Yapılmıştır kız kule, Namert oğullar ölsün, Vatan için kız kalsın.]
diyerek onu okşadılar.
Kızılkaya: “Ben bilirdim. Aşkın gücünü ben bilirdim. Ama ülkenin namuslu kızı, alınmaz kule gibi sağlam çıktı. Yazık ona.” diye hayıflana hayıflana başını salladı.
Kızbike’yi diktirdiği kulenin avlusuna defnettiler. Kulenin adını da “Kız Kulesi” koydular. O zamandan beri her yıl bahar geldiğinde genç kızlar, sabahın alacakaranlığında Kız Kulesi’ne gelip ateşler kızı Kızbike’yi hatırlıyor, güneşin doğuşunu burada karşılıyor ve ondan mutluluk diliyorlar.

    [Aktaran: İsmail Özgür,
    Edebice, Fikir-Sanat-Edebiyat Dergisi[5 - Dergide yayımlanan hikâye yeniden gözden geçirilmiş, bazı düzeltmeler yapılmıştır.],
    22, 2020, ss. 45-47.]

Folkloru Edebiyatla Buluşturan Bir Kadın Ruhu: Azize Caferzâde’nin “Kızbike-Kız Kulesi” Hikâyesine Dâir
Atıf AKGÜN
“Əziziyəm qız qala,
Tikdiribən qız qala.
Namərd oğullar ölə,
Vətən üçün qız qala.”

Muasır Edebiyata Bir Kaynak Olarak Şifahi Gelenek
Edebiyata bütüncül olan bir yaklaşımla baktığımızda çağdaş ve şifahi edebî türlerin en temelde “anlatı” olmak itibariyle üst yapıda birleştiklerini görürüz. Söz gelimi herhangi bir efsane ya da destandaki tahkiye, modern hikâyenin ya da romanın bünyesindeki ‘tahkiye’den kısmî farklılıklarına rağmen müşterek bir edebî araçtır. Aynı şekilde “zaman”, “mekân”, “şahıs” vb. birçok kurgu unsurunun edebiyat zemininde birçok farklı anlatı türünde yer aldığını görmek de mümkündür. ‘Anlatı’ kavramının özündeki düşüncenin, tahkiyeye dayalı edebî türlerin temelde bir yazar anlatıcı ve okuyucudan oluşmak gibi bir ortaklık üzerine şekillendiğini söylemek mümkündür. Aynı zamanda bu anlatıların ayrılmaz parçası ‘kurmaca’ da ister şifahi ister çağdaş ürünlerde olsun müşterek bir edebî unsurdur ve söz konusu kurmaca anlatılar bir bakıma gerçek dünyanın kurgusal birer temsilini sunan kurmaca dünyalardır (Dervişcemaloğlu, 2004, s. 116, 56-60).
Şifahi Halk Edebiyatı türleri de birer anlatı olarak tıpkı çağdaş edebiyat türlerinde olduğu gibi bünyelerinde belli bir kurgusallığı barındırır. Gücünü gelenekten ve tarihsellikten alan bu tür şifahi anlatıların cazibesi çağdaş edebî eserleri de çoğu zaman etkisi altına almış; bazı çağdaş edebiyat üreticileri bu zengin malzemeden folklorik birikimleri dâhilinde istifade etmişlerdir.
Destanlar, masallar, halk hikâyeleri ve efsaneler gibi belirli bir olay örgüsünü bünyesinde taşıyan türler başta olmak üzere, halkbilimin sembolik ya da metaforik değeri olan herhangi bir unsuru dahi çağdaş edebî üretimlerde bazen konu, bazen de bir motif olarak yer almış hatta metinlerarasılığın imkânı ile çağdaş türler dâhilinde kendisine geniş bir temsil alanı bulabilmiştir. Bu bağlamda “Kızbike-Kız Kulesi”, Azize Caferzâde’nin folklor ile edebiyatı buluşturan bir hikâyesi olarak karşımıza çıkar. Adların kökeniyle ilgilenen bilim dalı Onomastik’in yer adlarını kapsayan alt alanı Toponimi kuşkusuz “Kız Kulesi” hakkında oldukça zengin veriler sunar ancak zengin folklorik birikimden istifade ile “Kız Kulesi” üzerine halk arasında yaşatılan çok sayıda anlatının da aynı alana önemli veriler sunduğunu söylemek mümkündür. Özellikle “efsaneler” ve onun bir alt türü olan “yer adları ile ilgili efsaneler”in, bir yer adının kökeni üzerine şekillenen ve bir yerin adına dair şifahi üretimi yansıtan edebî türler olmaları bu bakımdan önemlidir. Azize Caferzâde’nin incelediğimiz hikâyesi özü itibariyle “yer adları ile ilgili bir efsane” üzerine inşa edilmiş bir mahiyete sahiptir ve Azerbaycan’ın en tanınmış simge mekânlarından Kız Kulesi’ni ele alır. Kız Kulesi hakkında derlenen birçok farklı efsane bulunmaktadır. Kız Kulesi’nin meydana getirilmesine sebep olan olaylar dâhilinde yaratılan bu efsanelerin ortak özellikleri arasında bulunan “kız” figürü söz konusu efsanelerde genellikle âşık, hükümdar kızı ya da bir yönetici olarak yer almıştır. İncelememize konu olan hikâye ise; efsane türünden önemli ölçüde istifade edilmiş olsa da modern zamanlarda ve çağdaş edebiyat temsilcisi bir yazar tarafından kaleme alınmış olması ile farklı bir yere sahiptir.
Azerbaycan Edebiyatında geleneksel anlatı ile modern edebî türü başarıyla birleştirmiş ve bu doğrultuda eserler vermiş temsilcilerden yakın dönemlerde belki de en önemli isim Azize Caferzâde’dir. Azize Caferzâde 29 Aralık 1921 tarihinde Bakü’de doğmuştur. Âdeta birer folklor hazinesi olan annesi Büyükhanım ve anneannesi Rübabe Sultan’ın, Azerbaycan sözlü ve yazılı edebiyatına hâkim kimseler olarak Caferzâde’nin edebî zevkinin oluşmasında önemli tesirleri olmuştur. Yazarın annesi Büyükhanım Caferzâde ile birlikte şiir ve sanatla ilgilenen, iyi eğitim almış babası Memmedbağır’ın da yazarın edebî zevkinin oluşmasında tesiri olduğu bilinmektedir (Şamil, 2020). Özellikle anneannesi Rübabe Sultan, sahip olduğu folklor hazinesini yazara aktararak yazarın folklor ürünlerine ilgi duymasında önemli rol üstlenmiştir.
1930 yılında okula başlayan Azize Caferzâde, ilk eğitimini Bakü’deki 38 numaralı okulda aldıktan sonra iki yıl Tiyatro Meslek Yüksekokulu’nda, sonra iki yıllık Muallimler Enstitüsü’nde okumuştur. II. Dünya Savaşı devam ederken, 1942-1945 yılları arasında zor şartlarda Azerbaycan’ın Aksu ilinin Çaparlı köyünde öğretmenlik yapmış olan Caferzâde, başarısı ve çalışkanlığı ile takdir edilerek okul müdürü vazifesine getirilmiştir. Azize Cafzerzade, Bakü Devlet Üniversitesi’nin (O zamanki adıyla Azerbaycan Devlet Üniversitesi) Filoloji Fakültesini kazanarak burada Bahtiyar Vahabzade, Gülhüseyin Hüseynoğlu, Feride Elyarbeyli, Rehim Nağıyev gibi sonradan meşhur olacak birçok şahsiyetle birlikte eğitim almıştır. 1947 yılında üniversiteyi bitirdiğinde araştırma görevlisi olarak üniversiteye alınması arzu edilmişse de bu mümkün olmamıştır. 1957-1974 yılları arasında Azerbaycan Bilimler Akademisi Elyazmaları Enstitüsü’nde Baş İlmi İşçi ve Şube Müdürü vazifelerinde çalışan Azize Caferzâde, 1950 yılında “XIX. Asırda Azerbaycan Edebiyatında Maarifçi Ziyalı Suretleri” adlı çalışması ile doktora; 1970 yılında ise “XIX. Asır Azerbaycan Poeziyasında (Şiirinde) Halk Şiiri Üslubu” konulu doçentlik tezini savunmuştur.1974 yılından itibaren profesör payesi alan yazar, son nefesine kadar ilmî ve edebî faaliyetine devam etmiş, 4 Eylül 2003 tarihinde vefat etmiştir (Bayram, 2013, s. 21-25).
Azize Caferzâde’nin oldukça faal çalışma hayatında akademisyen kimliği ağır basar. Uzun yıllar Bakü Devlet Üniversitesi Filoloji Fakültesi Azerbaycan Edebiyatı Tarihi ve Folklor Bölümünde dersler veren Caferzâde’nin hocalığından çok daha öne çıkan yönü ise önceleri hikâyeleri daha sonrasında ise tarihî ve biyografik romanları ile belirginleşen “yazar” tarafıdır. “Natevan Hakkında Hikâyeler”, “Âlemde Sesim Var Benim”, “Vatana Dön”, “Yâd et Beni”, “Bakü-1501”, “Celaliyye”, ”Sabir”, “İlden İle”, “Bir Sesin Faciası”, “Zerrintaç-Tahire”, “Işığa Doğru”, “Bela”, “Rübabe-Sultanım”, “Hazarın Göz Yaşları” vb. romanlarında Azerbaycan’ın fethini, Stalin döneminde bir kısım Azerbaycanlı’nın İran’a sürgün edilmesini, Azerbaycan’ın edebî muhitlerini, Natevan, Seyid Azim Şirvani, Şah İsmail gibi önemli şahsiyetleri devrin bütün canlılığıyla ortaya koymuştur. Dolayısıyla Caferzâde’nin gazeteci, öğretmen, çevirmen vb. vasıfları yanında yazar kimliği ve romanları oldukça dikkat çekmiştir. Onun edebî ürünlerindeki karakteristik yönü ise folklorşünaslık tarafından beslenmesi, Azerbaycan tarihinin önemli olay ve şahsiyetlerini edebiyat zeminine başarıyla taşıması ve zengin Azerbaycan folkloruna olan hâkimiyetidir. “Fatma Hanım Kemine”, “Gönül Çırpıntıları”, “Azerbaycan’ın Âşık ve Şair Kadınları”, “Şirvanın Üç Şairi”, “Mücrim Kerim Vardani Sünbülistan”, “Abdulla Padarlı Seçilmiş Eserleri”, “Her Budaktan bir Yaprak” gibi çalışmaları ile folklorik malzeme üzerinde doğrudan akademik çalışmaları olduğu gibi (Fәrәcov, E.T. 04.03.2020) klasik hikâye ve romanlarına sirayet eden halkbilim unsurları ise başlı başına bir birikimi ifade etmektedir.
Azize Caferzâde’in küçük yaşta kaybettiği bir kızı olur ve daha sonra erkek kardeşinin oğlu Turan’ı resmen evlat edinerek büyütmüştür (Ceferzade, E.T. 06.03.2020). Ancak onun uzun yıllar kadın ve çocuk hakları alanında yürüttüğü sivil toplum çalışmaları ve daha genelinde eserlerinin ruhuna sinen kadın hassasiyetiyle o “Azerbaycan anası” unvanı ile anılmıştır. Caferzâde’nin Azerbaycan folklorunu, tarih bilgisi ve kadın duyarlığı ile birleştirdiği hikâyelerinden biri de “Kızbike-Kız Kulesi” hikâyesidir ve bu bağlamda hikâye Azize Caferzâde’nin edebî duruşunu da temsil eden karakteristik bir niteliğe sahiptir.
Hikâye adını eserin derin yapısında verilen ve bir yer adı efsanesine de kaynaklık eden “Kızbike” adlı şahıstan almaktadır. Hikâye, muhtevasında Kız Kulesi’nin inşa maksadı ve yapılışı verildiği için bu şekilde adlanır. Bir başka deyişle hikâye adını kahramanlarından, olaydan ya da konudan değil yazılış maksadından alır. Azerbaycan’ın ve Bakü’nün sembol mekânlarından biri olan Kız Kulesi üzerine bilinen birçok efsane vardır. Efsane bir şifahi edebiyat terimi olarak Türkiye’de olduğu gibi Azerbaycan edebiyat çevrelerinde de birçok şifahi edebî tür ile yakınlık göstermekte ve çoğu zaman mit, esatir, menkıbe, masal vb. terimler birbirinin yerine kullanılabilmektedir. Saim Sakaoğlu’nun (1992) Efsane’nin ortak özelliklerine dair belirttiği hususlar söz konusu türe ait birçok tanımlamada temas edilen ortak özellikleri içermesi bakımından önemlidir ve incelediğimiz hikâye için de geçerlidir:

“1. Şahıs, yer ve hadiseler hakkında anlatılırlar.
2. Anlatılanların inandırıcılık vasfı vardır.
3. Umumiyetle şahıs ve hadiselerde tabiatüstü olma vasfı görülür.
4. Efsanelerin belli bir şekli yoktur. Kısa ve konuşma diline yer verilen anlatmalardır.” (s. 10)
Belirtilen söz konusu hususlar diğer efsane tanımlarında yer alan özelliklere az veya çok temas eder. Birçok bakımdan masal, halk hikâyesi, mit vb. sözlü türlere yakınlığı olan efsaneleri bu özellikleri ile tanımak mümkündür. “Kızbike-Kız Kulesi” de anlatanın ve dinleyenin inandığı ya da inanmak istediği bir hikâye temeline dayanır. Tıpkı klasik hikâye tanımında olduğu gibi anlatının temelinde olmuş ya da olabilecek bir olay vardır. Bu yönüyle de çağdaş yazarların folklorik malzemeden beslenirken en çok tercih ettikleri anlatılar arasında efsanelerin olduğunu söylemek mümkündür. Efsaneler, bünyesindeki tahkiye ile sürükleyici bir olay örgüsü imkânı sunarken, esas alınan edebî türün etnografik imkânını ve hatta şifahi üslûbun lezzetini de okura sunabilir. Azize Caferzâde’nin Kızbike Hikâyesi ile ortaya koyduğu edebî üretim de bu bağlamda anlam kazanır. Türk Edebiyatında Sabahattin Ali’nin “Hasan Boğuldu” hikâyesi, Yaşar Kemal’in “Ağrı Dağı”, “Bin Boğalar Efsanesi” gibi üretimleri de edebî türler arası etkileşimler bakımından bu duruma örnek teşkil eden hikâyelerdendir. Azerbaycan Edebiyatı’nda ise Azize Caferzâde bu tarz bir yönelimi, derin halkbilim alt yapısı ile edebî üretiminin önemli bir bölümünü teşkil edecek şekilde gerçekleştirmiştir.
Azize Caferzâde’nin Kızbike-Kız Kulesi hikâyesi şifahi halk edebiyatı tesirinde üretilen edebî eserlerinin tipik örneklerinden biridir. Caferzâde’nin folklorik kaynaklardan beslenmesi Kızbike-Kız Kulesi hikâyesinde olduğu gibi yalnızca şifahi edebî türlerden istifade ile kendisini göstermez. Yazarın hikâye ve romanlarında kullandığı dil ve üslup özelliklerinde de şifahi gelenek tesiri yoğun bir şekilde kendisini hissettirir. Bu bağlamda gerek biyografik ve tarihî romanlarında gerekse etnografik temele dayanan hikâyelerindeki üslûbunu belirleyen husus, şifahi anlatı dilinden kaynaklanan bir üslûptur. Okuyucuyla konuşur gibi samimi bir hava tesis eden bu üslûpta “nağıllarda deyerler ki heee” gibi konuşma cümleleri de hikâyeye başarıyla monte edilir ve bu öğeler metnin genelindeki hava ile bir bütünlük oluşturur (Әliyeva, 2000, s. 94-101). Onun düzyazılarındaki sade ve açıklığı, diyalektik zenginliği de yine halk edebiyatından beslenen edebî yaratıcılığının karakteristik özelliklerinden biridir. Bir başka ifade ile Azerbaycan kültürünü onun eserlerinde tüm renkleriyle görmek mümkündür. Azerbaycan’ın maddi ve manevi tarihini tanımak noktasında Caferzâdenin hikâye ve romanları güçlü birer edebî kaynak hüviyetine sahiptir.
“Kızbike-Kız Kulesi” Hikâyesi Üzerine
Yazarı tarafından “Anlatıldığına göre…” ifadesiyle başlatılan hikâye, sözlü anlatı türlerinden biri üzerinde teşkil edildiğini deklare eder. Yazar Caferzâde için böyle bir kullanımın başka işlevleri de olduğunu belirten Asife Aliyeva (2000), bu tarz masal cümlelerinin Caferzâde üslubundaki yerine dâir şu düşünceleri ifade eder:

“Tasvir ve nakledilen hadiselerin başlangıcı ve sonu için anahtar rolü oynar. Olgu ve olayların doğruluğuna okuyucu inandırır.
Paralel yahut çok zincirli olay örgüsünün işlenişinde geçiş işlevini görür. Bedii eserin diline bütünlükte ruhuna sadelik halkîlik aşılar” (s. 96).
Kızbike-Kız Kulesi hikâyesinin ilk cümlesinden itibaren kendisini hissettiren halk edebiyatı tesirini eserin sonunda verilen “bayatı” ile görmek de mümkündür. Bu hikâye sonundaki ilave metin, bazı yazarların metin sonunda yer verdikleri türden bir montaj tekniği değildir. Caferzâde’nin hikâyeyi bir bayatı ile sonlandırması onun birçok eserinde görülebilen bir üslup özelliğidir. Metnin sonunda yer alan bayatı da Kız Kulesi hakkında söylenmiş bir bayatıdır ve bir bakıma hikâyenin şiir tarzında sunulmuş bir özetini ihtiva eder:
“Əziziyəm qız qala,
Tikdiribən qız qala.
Namərd oğullar ölə,
Vətən üçün qız qala”
    (Caferzade, 2020, s. 47).
Hikâyede anlatılanları kısaca özetleyecek olursak olay örgüsünün birbirine âşık iki gencin iki düşman taraf arasında kalması üzerine şekillendiğini söyleyebiliriz. Belirtilmeyen bir zamanda hikâyedeki ülkenin hükümdarı ölür ve yerine kimin geçeceği meselesi ortaya çıkar. Ülkenin aksakalları ve sözü dinlenenleri ölen hanın oğlu akıl ve cesaret noktasında yetersiz olduğu için aklı ve cesareti ile ün kazanmış “Kuşlu” isminde bir başka genci tahta çıkarırlar. Ölen hanın oğlu Kuzey’e de kıymazlar ve onu yetişmesi için Kuşlu Han’ın yanına verirler. Ancak Kuzey bu durum karşısında içten içe kıskançlık ve kin besler. Kuşlu Han’ın bir kızı ve Kuzey’in de bir oğlu olur. Bu çocuklara ülkenin aksakalı Kızılkaya tarafından Kızbike ve Ayaz isimleri verilir. Kızbike ve Ayaz çocukluktan itibaren bir arada büyürler ve birbirlerine küçük yaşlardan itibaren büyük bir aşkla bağlanırlar.
Günün birinde Kuşlu Han hastalanınca Kuzey tahta geçebilmek ümidiyle ihanete kalkışır. Oğlu Ayaz bu fikre sıcak bakmaz ama Kuzey, oğlunu “aslında bu ülkenin vârisi biziz” diyerek kandırır. Ayaz, Kızbike’ye bu suretle daha kolay kavuşacağını da düşünerek babasının bu ihânetine ortak olur. Hâdise ülkenin aksakalları tarafından haber alınır ve Kuzey ülkeden gönderilir. Elbette Ayaz da. Sevgililer için artık ayrılık yılları başlamış ancak aşkları giderek büyümüştür. Kaçak durumdaki Kuzey diğer ülkelerden de yardım alarak Kuşlu Han’ın ülkesine bu kez daha güçlü bir şekilde saldırır. Kuşlu Han iyileşmiş ve bu saldırıya karşılık vermiştir. Kuşlu ve Kuzey savaşta karşı karşıya geldiğinde Kuzey, Kuşlu Han’ın karşısına kendisi yerine oğlunu çıkartır. Ayaz babasından öğrendiği bir dövüş hilesi ile Kuşlu’yu namertçe öldürür. Kuşlu Han ve ülkesinin mağlup olacağı düşünülürken erkek dövüşçü kıyafetleri içerisinde kendisini gizleyerek savaş meydanına gelen Kızbike savaşın seyrini değiştirir. Ayaz hariç düşman askerlerini kılıçtan geçirir. Bu sırrı ile yaşayan Kızbike bir taraftan da ateşgâhta ibadetine devam etmektedir. Kızbike’nin kendi halkı da savaş meydanlarında bir anda zuhur ederek düşmanları dağıtan bu cengâverin Kızbike olduğunu bilmez.
Hikâyenin sonuna doğru Kızbike, aksakal Kızılkaya ve diğer ileri gelenlerden ülke savunmasının güçlendirilmesi için yüce bir kule inşa edilmesini ister ve kulenin yapımına başlanır. Ateşgâhın ortasında inşa edilen bu mabette Ayaz ve Kızbike son kez karşılaşırlar ama Kızbike Ayaz’ı kendi ülkesinde ifşâ ederek ölümüne sebep olmak istemez. Ayaz daha da güçlenerek bu kez kuleyi fethetmek üzere yeniden saldırır. Kızbike ise aşkıyla vatanı arasında iyice sıkışmıştır. Son saldırıda Ayaz’ı öldürmeye mecbur kalır ancak;“Ben sensiz yaşayamayacağım. Ama vatanıma ihanet eden sen de olsan, kalbim de olsa onu kesip atarım, gözlerim olsa onları oyup çıkarırım. Bu sensin, sevdiğim, sensin!” (Caferzade, 2020, s. 47) sözleriyle kendi canına da kıyacağını söyler. Ayaz’ın ölümü sonrasında düşman askerleri Kızbike’yi takip ederek kuleye kadar kovalar. Kızbike dövüşe dövüşe kulenin üstüne çıkar ve düşman askeri tarafından öldürülmektense kuleden aşağı atlayarak kendi canına kıyar. Bu esnada Kızılkaya ve askerler de Ayaz’ın ordusunu püskürtmüştür. Ülke kurtulur ancak Kızbike’nin aslında kim olduğu ve canına neden kıydığı da ölümüyle birlikte anlaşılır. Bunun üzerine ülkenin yaşlı kadınları, kız ve gelinleri gelerek, örtüsü yüzünden açılmış, saçları dağılmış, ateşler kızı Kızbike’ye gelinlik kıyafetini giydirerek defin için hazırlarlar. O esnada söylenen bayatı ile hikâye sona erdirilir:
“Əziziyəm qız qala,
Tikdiribən qız qala.
Namərd oğullar ölə,
Vətən üçün qız qala”[6 - Mâni şöyledir: “Aziziyem kız kule, yapılmıştır kız kala, namert oğullar ölsün, vatan için kız kalsın.”]
    (Caferzade, 2020, s. 47).
Hikâyede anlatım hakim bakış açılı üçüncü tekil (O) anlatıcı dilinden gerçekleştirilir. Anlatıcı, anlattığı olayların dışında durduğu ve gören durumunda olduğu için bu anlatıcı tipi ilâhî/tanrısal bir bakış açısına sahiptir; yeri geldiğinde kahramanların duygularını ya da ileride olabilecek olayları belirtmekten de geri durmaz. Anlatım üçüncü tekil şahıs ağzıyla ve yazarın dili kullanılarak gerçekleştirildiği için hikâyedeki anlatıcıya “yazar-anlatıcı” da demek mümkündür.
Kızbike-Kız Kulesi hikâyesinde gördüğümüz bu anlatıcı tipi anlatma esasına dayalı sözlü türlerin anlatıcılarına büyük oranda benzer ve köken itibariyle de ilâhî bakış açısı, destandan romana geçmiş bir unsurdur. Şifahi anlatmalarda dinleyicilerin karşısına somut bir varlık olarak çıkan bu anlatıcı tipi yerini Kızbike hikâyesinde Azize Caferzâde’nin manevi şahsına bırakır. Bir bakıma Caferzâde hikâyede gölge bir anlatıcıdır ve şahs-ı manevisi ile okurun karşısında kendisini var eder. Bu anlatıcı “Anlatıldığına göre eski zamanlarda bu yerlerde zalim bir hükümdar yaşardı” diyerek söze başlar; “Kızbike’nin gönlü bin yerden yaralanmıştı. Ayrılık Kızbike’yi kavururdu” sözleriyle kahramanın ruhundan haber verir; “Ülkemizin büyükleri ‘düşmandan dost olmaz’ demişler” sözleriyle okuyucusuna öğütler ve hulâsa “ülkenin namuslu kızı, alınmaz kule gibi sağlam çıktı” diyerek kendi fikriyatını izhar etmekten de geri durmaz; samimi ve içten bir masal anası gibi kendisini okura sevdirir (Caferzade, 2020, s. 45, 47). Hikâyede kullanılan dil yalın, açık, anlaşılır bir konuşma Türkçesidir. Yer yer bir şifahi edebiyat anlatıcısından izler taşıyan anlatım zarif ve işlek bir tarzda gerçekleştirilmiş ve bu itibarla da hikâyede belirgin bir akıcılık yakalanmıştır.
Hikâyede konu, düşmanına âşık olan bir kadının sevdiği kişi ile vatanı arasında tercih yapmak zorunda kalarak sevdiği adamı öldürmesidir. Tek kelime ile söylenecek olursa konu hüsranla neticelenen bir“aşk”tır. Hikâyede ana olaylar da yaygın bir kalıp olan ve ölümle neticelenen bu aşk macerası üzerine şekillenir. Kızbike’nin “aşk”ı öylesine büyüktür ki sevgilisi Ayaz babasını öldürmüş olsa dahi ona kıyamaz. Ancak neticede vatan sevgisi üstün gelir: “Ben sensiz yaşayamayacağım. Ama vatanıma ihanet eden sen de olsan, kalbim de olsa onu kesip atarım, gözlerim olsa onları oyup çıkarırım. Bu sensin, sevdiğim, sensin!” (Caferzade, 2020, s. 47) .
Hikâyedeki olay örgüsünü şekillendiren ana hareket de iki kahraman arasındaki sevgiden kaynaklanır. Ancak hikâyeyi konu noktasında sıra dışı kılan yönü bu klasik konunun da üzerine çıkan ileti ya da mesajdır. Bütün olay örgüsü bir aşk konusu etrafında şekillenmiş olsa da hikâyenin temel iletisi/mesajı bu aşkın da üzerinde olan vatan sevgisidir. Bu bağlamda “aşk” konusu âdeta vatan sevgisinin sezdirilmesi amacına hizmet eden bir araca dönüşür. Vatan ve millet sevgisinin aşk’tan da üstün tutulması hususu okuyucuya başarıyla temsil edilir; millî kimliğin bütün kara sevdaların da üstünde olduğu gösterilir. Aksakal Kızılkaya, Kızbike ile Ayaz’ın çocukluklarından itibaren bu aşka şahittir ve Kızbike’nin yaşadığı ikilemin farkında olan yegâne hikâye kahramanı aksakal bu gerçeği kendi diliyle şöyle ifade eder: “Ben bilirdim. Aşkın gücünü ben bilirdim. Ama ülkenin namuslu kızı, alınmaz kule gibi sağlam çıktı. Yazık ona” (Caferzade, 2020, s. 47).
Birbirlerini seven âşıklardan biri, söz konusu vatanı ve milleti olunca zorlu bir tercih durumunda kalır. Kızbike’nin sevdiğini bu uğurda öldürmesi, yaşadığı derin ikilem ve neticede canına kıyması modern yaklaşımla ele alındığında bu hikâyenin izleğini vermektedir. Takip edilen bu izlek aksakal Kızılkaya ve Kızbike’nin iç konuşmalarında doğrudan okuyucuyla paylaşılır. Kızılkaya bu büyük aşkın yaşadığı çıkmazı fark eden ilk kişidir: “Kızılkaya düşünüyordu. ‘Ben biliyorum, bu sensin ey ülkenin yenilmez güzeli. Bu sensin! Yoksa hiç bir cengâver Ayaz’a aman vermezdi. Kalbin ne kötü yaralanmış kızım, ne kötü yaralanmış?’” (Caferzade, 2020, s. 46).
Geleneksel bir anlatı türü üzerine kurulu olan hikâyedeki zaman unsuru da şifahi türlerdeki genel havayı yansıtır; nesnel zaman anlatının genel üslubuna uygun olarak belirsiz bir zamandır. Masalsı bir söyleyiş ile başlangıç zamanı, “Eski zamanlarda…”ifadesiyle dile getirilir ve olayların gerçekleşmesini kapsayan zamana dair de herhangi bir veri bulunmaz. “Masalda zaman çabuk geçer. Onlar büyüyerek okul çağına geldiler.” (Caferzade, 2020, s. 45) ifadesi, hikâyedeki zamana dair muğlâk unsurlardan biridir. Geleneksel anlatı türlerinden bolca izler taşıyan hikâyede bu tarz bir kullanımın bir diğer örneği “Adını ben verdim, ömrünü, kemalini, yüz güzelliğini ateş versin!” (Caferzade, 2020, s. 46) kalıp ifadesidir. Zira Dede Korkut’tan da bildiğimiz bu ifade yazarın hikâyenin zamanını İslâm etkisinden uzak, Ateşgedeliğin hâkim olduğu bir döneme tarihlemek istediğini göstermektedir.
Hikâye kısa olmasına rağmen şahıs varlığı bakımından zengindir. Merkezî kişi Kızbike ile yardımcı kişi Ayaz yanında diğer kişiler arasında öne çıkan kahramanlar ülkenin aksakalı Kızılkaya, ölen hanın oğlu Kuzey, aklı ve cesareti ile ün kazanmış “Kuşlu Han” adlı hükümdardır. Zalim bir hükümdar, komşu ülkelerin hükümdarları, ülkenin yaşlı kadınları, aksakalları ve adlı sanlı yiğitleri, mimarlar, cengâverler gibi diğer kişiler ise hikâyenin dekoratif mahiyete sahip şahıs kadrosunu temsil eder. Kişilerin ruhsal ve fiziksel durumlarına yönelik sunum anlatıcının sınırlı sayıdaki cümlesinde mevcuttur. Geleneksel bir anlatı tarzında kaleme alınan hikâyede diyalog da oldukça azdır. Hikâyedeki şahıs kadrosu iyiler ve kötüler olacak tarzda keskin bir çizgi ile ayrılır. Hikâyenin merkezinde bir aşk da olsa âşıklar Kızbike ve Ayaz dahi bu iyi ve kötü taraflardan birine dâhildir. Aşkına ve vatanına samimiyetle bağlı Kızbike’nin olumlu kişilik özellikleri karşısında Ayaz; savaş meydanında gösterdiği namertlik ile babasının olumsuz özelliklerini taşıdığını gösterir. Kızbike’nin babasını öldürmek bir yana, aşkına kavuşabilmek için ülkeye saldırmayı tercih etmesi de Ayaz’daki olumsuz kişilik özelliklerini yansıtır. Hikâyenin merkezindeki iki kahraman Kızbike ve Ayaz aynı eğitimlerden geçerler, benzer yaşantıları olur ama savaşçılık ve mertlik duyguları Kızbike’de tıpkı babasında olduğu gibi güçlüdür. Ayaz samimi bir duygu ile Kızbike’ye âşık olsa da zayıf karakterlidir ve babasının hain emellerine hizmet eder. Kişilerin iyi özellikleri de kötü özellikleri de soyun babadan geçmesi gibi devam etmektedir. Ayaz’ın Kuşlu Han ile cenk meydanında dövüşürken namert atasından öğrendiği bir hileye başvurması bu durumun tipik örneğidir.
Hikâye kahramanları arasında Kızbike kuşkusuz müstesna bir yere sahiptir. Okurun dikkati âdeta bu kahraman üzerinde yoğunlaştırılarak Kızbike şahsında birçok değer aktarımı yapılır. Merkezî kişiye yüklenen vasıflar bir bakıma onun hikâye dâhilindeki yaratılış misyonunu vermektedir. Hikâyeye adını da veren Kızbike küçük yaşlardan itibaren çok iyi eğitim almıştır. Aldığı eğitim yanında örfî anlamdaki gelişimini de lâyıkıyla sürdürmüş, manevi anlamda da toplum içinde saygın bir yer edinmiştir:

“Ülkenin en güzel kızı, yaşı bulûğa erdiğinde birkaç yıl ateşgâha gelmeli, kutsal ateşe hizmet etmeliydi. O, kutsal ateşe hizmet ettiğinde kendisi de kutsal olurdu. Ülkenin oğul ve kızları, ana babalar, gelinler gelip ona tapınıp, hastalar ondan şifa; çocuğu olmayanlar evlât, arzusuna erişemeyenler sevdiklerine kavuşmayı diliyorlardı. Kızın ateşli elbisesi, ateşin kutsal alevleri gibi kırmızı ve mavi renge çalıyordu. Gönlü yansa da o, kutsal ateşten ayrılmadan ülkesinin, milletinin geleceği için saadet arzuluyordu. Kız bu hizmetlerinin karşılığında ülkenin en yiğit, cengâver erkeğine gidebilirdi. Böyle bir saadet Kuşlu Han’ın kızı Kızbike’ye nasip olmuştu” (Caferzade, 2020, s. 46).
Kızbike’yi bu hikâyede sıradışı kılan yönü, sözünü ettiğimiz olumlu kadın vasıfları yanında aynı zamanda savaşçı bir cengâver olmasıdır. Bir kadına has hususiyetlerin yanında Kızbike cesareti, bağımsızlığa olan düşkünlüğü, ileri görüşlülüğü ve gerektiğinde vatanı ve milleti uğrunda savaşmayı bilmesiyle adeta “Amazon Kadını” (Eyvazlı, E.T.07.03.2020) ruhunu temsil eder. Hikâyenin temel kahramanı Kızbike cenk meydanındaki her döğüşüne rengârenk kıyafetler giyerek gelir ve düşmanların en güçlü pehlivanlarını yere serer. Gücü Ayaz’a da kolaylıkla yetecek iken ona kıyamaz. Düşmanlar ülkelerine saldırdığında Kızbike milletine öncülük eder. Güzelliği ve zarafeti yanında o zor zamanlarda milletinin başına gelen felâketin üstesinden gelmeyi başaracak güce de sahip bir kadın olarak tasvir edilir. Kızbike’nin istiklâliyete olan bağlılığı o derece güçlüdür ki sevgilisi Ayaz’ı öldürdükten sonra, düşman askerlerine esir düşmek veya onlar tarafından öldürülmektense kendisini kuleden aşağı atarak ölmeyi tercih eder. Bu tercih sadece sevgilisini kaybetmenin verdiği bir aşk acısından değil istiklâle olan bağlılıktan kaynaklanır.
Kızbike hikâyesinin kahramanları arasında bir ‘tip’ olarak nitelendirebileceğimiz yegâne şahsiyet ise Kızılkaya’dır. O geleneksel anlatılardan özellikle destanlarda sıklıkla görülen “Bilge” tipinin bu hikâyedeki izdüşümüdür. Akil adamlar olan aksakallar en kritik zamanlarda aldıkları hayati kararlarla kadim Türk toplumundaki bilge insanları temsil ederler. Zalim hükümdarın ölümü sonrasında devletin başına aklı ve dürüstlüğü ile bilinen Kuşlu Han’ı seçmeleri; Kuzey’in devlete isyan edeceğini öğrendiklerinde onu sürgüne göndermeleri gibi kararlar aksakalların bu tür faaliyetleri arasındadır. Bu itibarla Kızılkaya, Kızbike ile birlikte ferasetli Azerbaycan insanını yansıtır. Aksakal Kızılkaya devlet aklını, serinkanlılığı, itidali ve aklıselimi sembolize eder. İyilerin akıl hocası ve yönlendiricisi Kızılkaya, Azerbaycan Türklüğünün kimliğini yansıtan bir şahsiyet olarak Kuşlu Han’ın yönetime getirilmesinde, Kuzey ülkeye saldırdığında verilecek olan mücadelede önemli rol oynar ve dahası âşıklar Kızbike ile Ayaz’ın çocukluk dönemlerinde bile bir eğitici olarak var edilir.
Hikâyede açık mekân hâkimiyeti olsa da ateşgâh olarak adlandırılan mabet ve esere adını veren “kule” kapalı mekân olarak öne çıkan yerlerdir. Açık mekân ise en temelde hikâyedeki olayların yaşandığı ve adı belirtilmeyen ülkedir. Hikâyeye adını da veren kapalı mekânının yapılış gayesi şöyle verilir:

“Düşmanın ordusu çoktur. Onlar yurdumuzu talan etmek, ana bacılarımızı kırıp geçmek istiyorlar. Sağlam bir kule yapalım, muhterem Kızılkaya! Emredin mabedin yanındaki yüksek tepenin üstüne bir taş getirilsin. Alınamaz kuleyi buraya inşa etmeliyiz. Hem su yakında hem de düşman gözümüzün önünde olur. Mevkisi güzeldir, her taraf görünür” (Caferzade, 2020, s.45).
Hikâye “dramatik son” olarak nitelendirebileceğimiz bir tarzda sona erdirilir. Eserde verilen büyük aşk vuslat ile değil hazin şekilde bir ölümle sonlanır.
Eserin en özgün tarafı metinlerarası ve edebî türler arası alanda kendisini göstermektedir. Bu hikâye çağdaş bir yazar tarafından modern zamanlarda kaleme alınmış olsa da gerek kurgusu, gerek muhtevası, gerekse dil ve anlatım özellikleri itibariyle şifahi halk edebiyatı türlerinden yer adlarıyla bağlı efsanelerden ve kısmen de halk hikâyelerinden önemli ölçüde izler taşımaktadır. Bu bağlamda modern hikâye yaklaşımıyla ele aldığımızda bu hikâyeyi bir “olay hikâyesi” olarak görebiliriz. Ancak Kızbike-Kız Kulesi’ni halk edebiyatı nesir türleri dâhilinde efsane ya da halk hikâyesi olarak tanımlamak da mümkündür. Yer adlarıyla ilgili efsaneler kapsamındaki tasnife göre bu hikâyeyi “yerleşim yerini fetheden ya da kuran kahramanın adlarının yerleşim yerlerine ad olması” (Gönen, 2004, s. 88) olarak açıklanan alt gruba dâhil etmek mümkündür.
Sonuç
Modern Azerbaycan Edebiyatı’nda tarihî romanları ile adından söz ettiren Azize Caferzâde, Azerbaycan’ın kadim tarihî eserlerinden ve Bakü’nün âdeta sembolü olan Kız Kulesi’nin geçmişine dâir kaleme aldığı bu hikâyesinde Halk Edebiyatı’nın yer adlarıyla ilgili efsanelerinden önemli oranda esinlenmiş ve istifade etmiştir. Folklor malzemesinden beslenen bu hikâye tarzıyla o, Çağdaş Azerbaycan Edebiyatı’nda özgün bir yer edinmiştir. Caferzâde’nin edebî yaratıcılığındaki bu karakteristik yönünü şifahi türlerle klasik hikâye ve romanı sentezleme çabası olarak yorumlamak mümkündür. Caferzâde’nin daha ziyade hikâyelerinde tatbik ettiği bu tarzı yansıtan en tipik örneklerden biri de “Kızbike-Kız Kulesi”dir.
“Kızbike-Kız Kulesi”, Bakü’nün en önemli mimari eserlerinden biri olan Kız Kulesi’nin inşa fikrini ve yapılışını kadim Azerbaycan gelenekleriyle birleştiren ve temeline hazin bir aşk’ı yerleştiren bir hikâyedir. Başkahraman Kızbike adını Kız Kulesi’ne vermiş ve ölümsüzleşmiştir. Elbette Kız Kulesi’ne atfedilen birçok folklorik anlatı mevcuttur ancak bu hikâyeyi farklı kılan yönü çağdaş bir yazar tarafından kurgulanmış ve kaleme alınmış olmasıdır.
Hikâyenin kahramanları simgesel değerleri ile anlam kazanan kişilerdir. Bu bağlamda özellikle Kızbike, Azerbaycan kadınına dair başat bir figür olarak öne çıkar. O vatanı ve milleti uğruna, âşık olduğu kişiden vazgeçecek derecede vatansever bir kimliğe sahiptir. Bir başka ifadeyle hikâyede vatan ve millet sevgisi aşk gibi beşeri duyguların üstünde tutulur; Kızbike’nin şahsında sembolize edilen Azerbaycan kadınının vatan, millet, âdet ve ananeleri bir üst değer olarak yüreğinde taşıdığı gösterilir.
KAYNAKÇA
Bayram, P. (2013). Azize Caferzade Hayatı, Edebi Şahsiyeti, Hikâyelerinin İncelenmesi. Ankara: Akçağ.
Boratav, P. N. (1982). Folklor ve Edebiyat. İstanbul: Adam.
Caferzade, A. (2020, Bahar). Kızbike-Kız Kulesi. (İ. Özgür, Akt.). Edebice, 22, Yıl:4, 45-47.
Ceferzade, T. (2019, 4 Eylül). Anam Yegane Övladını İtirib (Müsahibe). Erişim tarihi: 06.03.2020 https://kulis.az/news/21449
Çetin, N. (2015). Roman Çözümleme Yöntemi. Ankara: Akçağ.
Dervişcemaloğlu, B. (2004) .Anlatıbilime Giriş. İstanbul: Dergâh.
Eliyeva, A. (2000). Ezize Ceferzadenin Bedii Yaradıcılığı. Yayımlanmamış yüksek lisans tezi. Bakı: Bakı Dövlet Universiteti.
Eyvazlı, G. (2019, 19 Haziran ). Amazon Ruhu – Ezize Ceferzade. Erişim tarihi: 07.03.2020, https://edebiyyatqazeti.az/news/edebi-tenqid/3915-amazon-ruhu-ezize-ceferzade
Ferecov, S. (2017, 1 Eylül) Edebi Âlemde Yaşayan Ve Sevilen – Ezize Ceferzade. Erişim tarihi: 04.03.2020 http://medeniyyet.az/page/news/40430/Edebi-alemde-yasayan-ve-sevi:-len–Ezize-Ceferzade.html
Gönen, S. (2004). Anadolu’da Yer Adlarına Bağlı Olarak Oluşan Efsaneler Üzerine İncelemeler. Yayımlanmamış yüksek lisans tezi. Konya: Selçuk Üniversitesi.
Mara, G. (2004). Azerbaycan’da Yer Adlarına Bağlı Efsaneler Üzerine Bir İnceleme. Yayımlanmamış yüksek lisans tezi. Balıkesir: Balıkesir Üniversitesi.
Sakaoğlu, S. (1992). Efsane Araştırmaları. Konya: Selçuk Üniversitesi Yay.
Şamil, E. Bir Şirin Nağıl Kimi. Erişim tarihi: 02.03.2020, https://ali-shamil.tr.gg/
Tekin, M. (2003). Roman Sanatı, İstanbul: Ötüken.

İSA HÜSEYNOV (MUĞANNA)

İsa Hüseynov, 12 Haziran 1928’de Azerbaycan’ın Ağstafa (Gazah) bölgesinin Muğanlı Köyü’nde doğmuştur. İlk, orta ve lise öğrenimini köyünde tamamladıktan sonra 1945’te Bakü’ye gelir ve Neriman Nerimanov Tıp Enstitüsünde üniversite eğitimine başlar. Ancak dört ay sonra tıbba ilgisi olmadığını fark ederek köyüne döner. 1946’da Bakü Devlet Üniversitesi Filoloji Fakültesine kaydolur. Bakü Devlet Üniversitesinin dördüncü sınıfında Moskova’ya, Maksim Gorki Edebiyat Enstitüsüne geçiş yapar. 1952-1954 yılları arasında Azerneşr’in edebiyat şubesinde redaktör olarak çalışmaya başlar. 1952’de Azerbaycan Yazarlar Birliği’ne üye seçilir. 1960-64 yılları arasında Azerbaycanlı yazarların Rusça eserlerini yayınlayan Literaturnıy Azerbaydjan dergisinde nesir bölümünün müdürü olur. Sadece edebiyat sahasında değil sinema sahasında da faaliyetler yürüten Hüseynov, Azerbaycan millî sinemasının gelişimine büyük katkılar sağlar. 1964-68 yılları arasında film stüdyosunda baş redaktör, 1968-74 yılları arasında Cafer Cabbarlı film stüdyosunda redaktör, 1979’dan sonra Azerbaycan Sinematografi İdaresinde baş redaktör olarak çalışır. Senaryosunu yazdığı 26 Bakı Komissarları, Ulduzlar Sönmür ve Nesimi adlı filmler Azerbaycan sinemasının klasikleri arasında yer alır. İsa Hüseynov, 1 Nisan 2014’te vefat eder. Hüseynov’un edebiyat ve sinema sahasında aldığı başlıca ödüller şunlardır: En İyi Tarihi Film (1968),Azerbaycan Emektar Güzel Sanat Hizmet Ödülü (1976), Kırgızistan Yazarlar Birliği Ödülü (1976), Halk Yazarı Fahri Unvanı (1988), Nesimi Ödülü (2012).

DERT
Sekiz yıldır Melek nine çok sevdiği bahçesine bile hasret kalmıştı. Sekiz yıldır ne güneşin doğuşunu ne de geceye kavuştuğunu görüyordu. Ciğerlerine mis gibi temiz havayı çekemiyor, sabahları yalın ayak çiyli çimenler üzerinde gezip dolaşamıyordu. Melek nine dört duvar arasında kalmış, yatağa mahkûm olmuştu. Ayakları tutmaz olmuş, adeta kurumuştu. Fakat onu endişelendiren kendi durumu değildi. O sekiz yıldır her gün iki üç kez iş arasında gelip kendisine bakan, sabah akşam hizmetinde duran torunu Meher’i düşünüyordu. Her gün torununa “Artık evlen!” diye ısrar ediyor; Meher ise hiçbir söz söylemeden gülümsüyor: “Bana varmak isteyen yok ki kimle evleneyim büyükanne?” diyerek onu geçiştiriyordu. Neden onunla evlenmek isteyen olmasın ki? Doğru, o okul bitirmemiş, diğer gençler gibi eğitim alamamıştı ama köyde onu herkes çalışkan, iyi biri olarak tanıyordu. Üstelik iki yıl önce manga başçısı[7 - SSCB ülkelerinde tarım işleri ile ilgili tesis birliği olan kolhozlarda yaklaşık 10 işçiden sorumlu kişi. [ÇN]] olarak atanmıştı, işi gücü de vardı. Nineyi ziyarete gelen kızlar, gelinler, büyükler her zaman onu övüyor, çalışkan ve akıllı bir genç olduğunu söylüyorlardı. Meher yakışıklıydı da. Belki biraz esmerdi, ama olsun, bu kusur değildi ki. Köyün esmer gençleri evlenmiyorlar mıydı? Galiba mesele bunlarla ilgili değildi. Peki, neden o zaman? Melek nine bu konuda çok düşünüyor, fakat bir sonuca varamıyordu. Sabah akşam, çevresi kırışık ama hâlâ ışıklı gözlerini tavana diker; titrek ellerini Allah’a açarak “Evladıma bir yol aç, Rabbim!” diye dua eder fakat “Rabbi” hiçbir şey duymazdı. O, böyle dua ederken biraz da kendi durumunu düşünüyordu. Torununa yük olması, bunca zahmet vermesi onu çok üzüyordu. Yatağa düştüğü günden itibaren her defasında Me-her’in onu kucağına alarak yataktan indirmesine, ona her türlü hizmet etmesine dayanamıyor, içi sızlıyor, utanıyordu. Keşke tüm bunları bir kadın yapsaydı. Belki bu kadar sıkılmaz, utanmazdı. Neden kızların gözü kör olmuştu? Neden Meher gibi yumuşak, yakışıklı bir genci görmüyorlardı?
Bir sabah Meher işe gitmeden önce ninesinin yanı başındaki masaya onun için hazırladığı kahvaltıyı bıraktığında ihtiyar kadın dehşet içinde: “Yavrum, başını bana doğru eğer misin? Eğ, eğ, bir az daha eğ.” dedi.
Meher usulca kafasını ninesine doğru eğdi. Kadın “Ahh! Ah!” diyerek inlemeye başladı.
– Keşke gözlerim kör olsaydı da bu hâlini görmeseydim.
– Neyi görmeseydin, nineciğim? Ne oldu sana böyle?
– Saçların bembeyaz olmuş be yavrum.
Meher doğrularak tatlı tatlı gülümsemeye başladı.
– Benim saçlarım 5-6 yıldır beyaz, nineciğim. Sen daha yeni mi görüyorsun?
– Görmez olaydım, gözlerim kör olaydı.
– Nineciğim, bunu kendine dert etme. Dünya işte, birinin saçlarını beyazlatır, diğerininkini karartır. Geçenlerde bir şiir okudum. Dinle bak, şair ne diyor:
Ak gün sağ elini çekti başıma,
Ak saçlarım kararmaya başladı.
Fakat Melek nine şiiri dinleyecek ve anlayacak durumda değildi. Meher, pek bir şey anlatmasa da o her şeyi anlamıştı.
Ne Meher’in dedesinin ne de babasının saçları 40-45 yaşına kadar beyazlamıştı. Bu soydan olan erkekler genelde çok geç yaşlanıyorlardı. Ya Meher? Ona ne olmuştu? Melek ninenin zamansız kaybettiği oğlunun yadigârı hangi derde düşmüştü?
“Evet, onu bu hâle ben getirdim. Onun saçlarının bembeyaz olmasının tek nedeni benim.” diyerek torunu gittikten sonra gün boyu bu düşünceyle kendini yiyip bitirdi. Sekiz yıl bir yatalağa bakmanın ne demek olduğunu Melek nine o an derk etti sanki. “Bu yaşadığım nedir böyle, neden hiç ölmek bilmiyorum ben, Allah’ım, neden canım bu kadar yıpranmışken kalbim yeni doğmuş birinin kalbi gibi?”
Melek nine o günden sonra birkaç gün sabah akşam ellerini göğe açarak kendine ölüm diledi. Hatta bir gün torununun sabahtan bıraktığı yemeğe elini bile sürmedi. Belki açlıktan ölür, böylece torunumu kurtarmış olurum diye. Fakat akşam durumu kötüleşince paniğe kapıldı, hatta aç kaldığı saatlerin yerine torunundan ona kuymak[8 - Helva çeşidi. [ÇN]] yapmasını bile istedi. “Allah’ın kaderinden kaçmak olmaz. Herkesin öleceği gün belli…” diyerek kendini haklı çıkardı.
Fakat onun anlamadığı daha çok şeyler varmış meğer.
Yağmurlu bir sonbahar günüydü. Meher eve daha erken dönmüştü. Melek ninenin gözleri iyi göremese de oturup kalkmasından torunun kendinde olmadığını anlamıştı.
– Kurban olayım, neyin var?
Meher irkildi. Kafasını usulca kaldırıp ninesinin kırışmış solgun yüzüne baktı.
– Bir şey yok, ne olacak?
– Ama iyi görünmüyorsun.
– “Görmüyor musun, yağmur yağıyor. Pamukları devşiremiyoruz.” diyerek hiç yapmadığı şekilde sert yanıt verdi.
Akşama doğru yağmur dindi, güneş çıktı, fakat Meher’in yüzü yine gülmedi.
Bahçeden bir ses geldi. Meher yine irkildi. Melek nine, torununun bu defa ona telaşla baktığını bile düşündü. Bahçeden yine ses geldi. Meher kalkıp kapıya çıktığında nine bir zamanlar onlara gidip gelen, köyde “Deleme Güllü” ismiyle anılan, kilolu, kibirli kadının sesini tanıdı.
– Bana bak, yeter artık saman altından su yürüttüğün! De bakayım bizim kızı niçin kendi mangana yazdırdın?
– “Güleser iyi çalışıyor, Güllü teyze. Yoksa niçin yazdırayım?” diyerek Meher sakin sakin cevapladı.
– Hayır. İyi çalıştığı için yazdırmamışsın. Hemen git birgadirin[9 - SSCB ülkelerinde tarım işleri ile ilgili tesis birliği olan kolhozda yönetici. [ÇN]] yanına ve sildir kızımın ismini.
– Güleser’in kendi rızasıyla yazdım ismini, Güllü teyze, neden sildireyim?
– Sildireceksin, dedim! Ben senin niyetini çok iyi biliyorum!
– Benim ne niyetim olabilir?
– Sen daha iyi biliyorsun, Meher! Şunu bil ki benim kızımın hastaya bakacak hâli yoktur. Kendi bedbahtlığını kızıma da yaşatmak istiyorsun! Buna izin vermem!
Meher’in dolu, güçlü omuzları yavaş yavaş çöktü, başı çaresizce öne doğru eğildi. Kapıyı örterek ağır adımlarla geri döndü. Yatağın karşısında durdu.
Melek nine için için ağlıyordu. Ninenin sekiz yıldır ağlamaktan kuruyan gözlerinden sanki sel akıyordu şimdi. Camdan yansıyan güneş ışıkları, Meher’in şakaklarındaki beyaz tüyleri daha da parlatıyordu. Şimdi nine daha iyi görebiliyordu onları.
Hayır, artık ölümden korkmamalıydı.
“Yaklaş bana, dinim imanım!” diye titrek sesiyle torununa seslendi. Meher yaklaşıp yatağın kenarına oturdu. Fakat Melek nine kalbinden geçenleri torununa söyleyip onu daha da kederlendirmek istemedi. Meher de hiçbir şey söylemedi.
İlk kez bir şeyler konuşmadan uyudular. O günden itibaren Meher eve her gelişinde ilginç bir tabloyla karşılaşıyordu. Evlerindeki sarı kedinin dışında karyolanın yanı başında dört beş kedi dolanıyordu. Kediler gün geçtikçe tombullaşıyor, Melek nine ise her gün daha da zayıflıyor hâlsizleşiyordu.
Bir gün işlerini yarım bırakıp eve dönen Meher kedileri balkonda güneşlenirken buldu. Sarı kedi kapının eşiğinde ağzını burnunu yalıyordu.
Meher irkildi. Hemen heyecanla eve koştu.
Melek nine her zamanki gibi hareketsiz şekilde yatıyordu. Gözleri de her zamanki gibi yarı açık şekilde torununa bakıyordu. Fakat bu bakışlarda her zamanki sevgi, şefkat, nevaziş yoktu.
Meher yatağın ayakucunda donakalmıştı. Sanki hiçbir şey anlamıyor, gördüklerine inanmak istemiyordu.
Aniden dudakları titremeye başlayan Meher kendini ninesinin üzerine atıp ona sarıldı, yüzünü buz kesmiş yüzüne dokundurarak ağlamaya başladı.
– Nine… nine..! Neden, neden kendini kurban ettin? Sen daha yaşayacaktın.
Dışarda Meher’in haykırışını dinleyen Deleme Güllü gülümseyerek: “Şükür, bitti. Çok şükür!” diyordu.

    [Aktaran: Elnure Rızayeva ve İsmail Alper Kumsar,
    Kardeş Kalemler, Aylık Avrasya Edebiyat Dergisi,
    156, 2019, ss. 72-75.]

Azerbaycan Hikâyeciliğinin Öncü İsimlerinden İsa Hüseynov’un“Dert” İsimli Hikâyesi Üzerine Bir Değerlendirme
İsmail Alper KUMSAR

Azerbaycan Edebiyatı İçinde İsa Hüseynov (Muğanna)
Sözlü olarak Türklerin tarih sahnesine çıktığı döneme, yazılı olarak ise XIII. yüzyıla kadar uzanan (Akpınar, 2012, ss. 501-502) Azerbaycan edebiyatı; Nesimi, Kadı Burhaneddin, Nizami, Hakani, Fuzuli, Hüseyinzade Ali Bey, Ahmet Ağaoğlu, Mehmet Emin Resulzade gibi büyük edipler yetiştirmiştir. Böylesine köklü bir geleneğin takipçisi olan İsa Hüseynov’un edebî faaliyetleri, 1949-2014 yılları arasına -ilk eserini yayımlamasından ölümüne kadarki dönem- denk düşer. Bu anlamda Hüseynov, eserlerinin büyük çoğunluğunu Sovyet döneminde vermiştir. Başlangıçta sanat alanında tek bir görüş dayatmayan Sovyet sistemi, özelikle Stalin döneminde baskıcı / tekelci bir sanat anlayışına evirilmiştir (Moran, 2002, s. 52-53). 1930’lu yıllarda ortaya konan edebî anlayışa göre Sovyet edebiyatçısı tarafsız kalamamalı, yeniden yapılanmaya katkıda bulunmak için partili olmalı, bu anlamda ideolojik birtakım sorumluluklar yüklenmelidir (Uygur, 2005, s. 25). “Basit sloganlar” ve “tek yanlı bir ideolojik görüş” çerçevesinde gelişen bu edebî anlayış, işi millî edebiyat ve dilin inkârına kadar götürür. Komünist Partisi, sanatçılara “sosyalist varlığını dolgun ve çok yönlü bir şekilde aksettiren, emekçilere sosyalizm kuruculuğu işine sadakat ruhu aşılayan, derin mazmunlu mükemmel bir şekle sahip eserler yaratma”sını tavsiye eder (Akpınar, 2012, s. 75).
Hüseynov’un ilk eseri olan “Anadil Öten Yerde” (1949) isimli hikâyesi böyle bir zihniyetin hâkim olduğu yıllarda Azerbaycan dergisinde yayımlanır. Mehdi Hüseyin, bu hikâye için kendisine “Babanı yazmışsın” eleştirisini yöneltince Hüseynov şu cevabı verir: “Çünkü babamı iyi tanıyorum.” Bu cevap, “gerçek hayatın ve yakından tanıdığı insanların izlerini” daima eserlerinde görebildiğimiz Hüseynov’un edebî anlayışının bir özeti mahiyetindedir (Acar, 2019, s. 21).“Bizim Gızlar” (1953) ve “Dan Ulduzu” (1955) gibi uzun hikâyelerinin kahramanları da onun köylüleri ve yakından tanıdığı kolhozcu akranlarıdır. Hüseynov, bu hikâyelerde dönemin genel havasına uygun biçimde üretimden ve ülkenin ihyası meselesinden söz eder. Ancak bahsi geçen eserler her ne kadar kolhoz yaşamını ve oradaki işçilerin emek yarışını ele alsa da lirizme meyli ve samimi üslubuyla diğerlerinden ayrılır. Bu iki niteliğin esası, Hüseynov’un insana, onun fikir ve iç dünyasına karşı hassas davranmasıdır. İnsan psikolojine yöneliş o dönem için nadir görülen bir durumdur (Yaliyeva, 2013, ss. 176-177).
Hüseynov, 1956’da Yanar Ürek romanını, 1958’de “Telegram” uzun hikâyesini, 1959’da ise Doğma ve Yad Adamlar romanının birinci kısımını yazar. Yanar Ürek ve Doğma ve Yad Adamlar’da kahramanlarını çok yönlü olarak tasvir etmesi, kolhoz hayatıyla ilgili olumlu hiçbir şey anlatmaması, özetle sosyalizm realizminin kalıpları dışına çıkması sebebiyle Sovyet Yazarlar Birliği’nin bütün parti toplantılarında eleştirilir (Şahmursoy, 2018, ss. 56-57). Hüseynov, tüm eleştirilere rağmen bu tavrını “Tütek Sesi” ve “Saz” isimli uzun hikâyelerinde de devam ettirir. Sosyalizm realizminin kalıpları dışına çıkan Hüseynov, kahramanlık hikâyeleri üreten, çocuklarının ölümüne üzülmek yerine şehit oldu diye sevinen yapay anne babalar tasvir eden çağdaşı yazarların aksine cephe gerisindeki acıklı hikâyeleri, kendi köyündeki insanların savaştan dolayı yaşadıkları zorlukları ve ağır şartlar altında verilen hayatta kalma mücadelesini anlatır (Yaliyeva, 2013, s. 183). Kahramanlarını kendi tabii şartları içinde çarpıtmadan değerlendiren Hüseynov, bu yönüyle “köylü ahlakının, toprakla bağlı manevi değerlerin ifadecisidir.” Bu anlamda o, Azerbaycan edebiyatının 50-70 yıllarında köy nesrinin asıl temsilcilerinden bir olarak anılabilir (Yaliyeva, 2013, s. 186).
Hüseynov, “1960 Nesri-Yeni Nesir” olarak adlandırılan edebî anlayış içinde değerlendirilir. Bu neslin özelliklerini ve Azerbaycan kültür hayatındaki etkilerini şu sözlerle özetlemek mümkündür:

“1960 Nesli Azerbaycan’da sadece büyük bir edebi akımın yazarları ve sosyalizm realizmi metodunun katı kurallarını yıkan kişiler olarak değerlendirilmezler, onlar aynı zamanda 1990’lı yıllarda başlayan bağımsızlık hareketinin de öncüleri olarak kabul edilirler. Eserleriyle çok geniş bir okuyucu kitlesine ulaşan bu yazarlar, okuyucularında millî ve manevi duyguların kuvvetlenmesine yardım etmişler, vatan sevgisi, inanç ve yaşamın değeri gibi konularla da özgürlük anlayışının mimarları olmuşlardır” (Adıgüzel, 2007, s 26).
Buraya kadar sözünü ettiğimiz dönem, Hüseynov’un edebî hayatının birinci aşamasını teşkil eder. 1950-1975 yıllarını kapsayan bu dönemde Hüseynov, Sovyet sosyalizminin belirlediği sınırları kırarak şematik ve basmakalıp eserler üretmekten kurtulur. Bu özelliği nedeniyle de sert eleştirilere maruz kalır. Hüseynov’un bu dönemdeki eserlerinin karakteristik özelliği, kahramanlarının psikolojik derinliklerini yoklayan realist nitelikli metinler olmaları ayrıca köy yaşamı ve köylü ahlakını öne çıkarmalarıdır. 1975’ten ölümüne kadarki dönem, Hüseynov’un edebî hayatındaki ikinci aşamadır. Mehşer adlı tarihi-felsefi romanın yayımlanmasıyla başlayan bu dönemde yazarımız artık Hüseynov soyadını değil Muğanna soyadını kullanmaktadır. Hatıralarında bahsi geçen dönüşümü şu sözlerle itiraf eder: “Açıkça söylüyorum. “Mehşer” romanından sonra yeni bir yazar doğdu. Bu yazar eserlerinde tamamen kadimlerden başlayarak halkın muayyen şuur, tefekkür aşamalarını tasvir etmeli idi” (Muğanna, 2013, s. 97). Hüseynov’un ikinci dönem eserlerinin genel özelliği, kendisinin de ifade ettiği gibi kadim dönemlerden başlayarak halkın şuur ve tefekkür aşamalarını yoklayacak biçimde belgesel-tarihi bir karakter taşımasıdır. Toprağını ve doğduğu köyü (Muğanlı) derinden seven Hüseynov, halkçılık fikrine büyük sempati duyar. Kırsal ahlakına ve ahlaki değerlerine olan sevgisi ve bağlılığı nedeniyle bu ahlakın antitezi olan ve resmî olarak teşvik edilen komünist ahlakı protesto eder. Komünist ahlak, halkın bilincini esas alırken kırsal yazarlar ve halkçılar kırsaldaki ahlakın doğallığını esas kabul ederler. İsa Hüseynov, belgesel-tarihi mevzulara yönelince onun halkçılığı gelişerek aktif bir “Azerbaycancılığa” dönüşür (Yaliyeva, 2013, s. 187).
“Dert”Hikâyesinin Tahlili:
İlk kez 1956’da yayımlanan “Dert”te olay örgüsü şu şekildedir: Sekiz yıldır yatalak olan Melek nine ölen oğlunun yadigârı, torunu Meher’le birlikte yaşamaktadır. Melek ninenin bütün isteği torununun evlenip yuva kurmasıdır. Meher, ninesinin evlilik konusundaki ısrarlarını “Bana varmak isteyen yok ki kimle evleneyim büyükanne?” diyerek geçiştirir. Melek nine, biraz esmerce olmasına karşın eli iş tutan, çalışkan, akıllı ve iki yıldır manga başçısı[10 - SSCB ülkelerinde tarım işleri ile ilgili tesis birliği olan kolhozlarda yaklaşık 10 işçiden sorumlu kişi.] olarak görev yapan torununa kızların ilgi duymamasına şaşırmaktadır. Bu durumun başka sebepleri olabileceğini düşünmekle birlikte asıl sebebin ne olduğunu tam olarak kestiremez. Bir gün kahvaltı sırasında Melek nine Meher’in saçlarının ağardığını fark eder. Torununun, erken yaşlandığına hükmeden Melek nine bundan dolayı kendisini sorumlu tutar. Sekiz yıl boyunca yatalak bir hastaya bakmanın zorluğunu düşünerek yemek yememek suretiyle açlıktan ölmeyi planlar. Fakat akşam, durumu kötüleşince paniğe kapılarak aç kaldığı saatlerin yerine Meher’den kendisine kuymak yapmasını bile ister. “Allah’ın kaderinden kaçmak olmaz. Herkesin öleceği gün belli…” diyerek kendini haklı çıkarır. Fakat bu durum çok uzun sürmez. Bir sonbahar günü Meher, eve her zamankinden erken gelir. Melek nine, hâl ve hareketlerinden iyi olmadığını sezdiği torununa “Kurban olayım, neyin var?” dediğinde torunu: “Görmüyor musun, yağmur yağıyor. Pamukları devşiremiyoruz.” diyerek hiç yapmadığı şekilde sert bir yanıt verir. Akşamüzeri, kapıya bir zamanlar kendilerine gelip giden ancak son yıllarda uğramaz olan “Güllü” adında “kilolu”, “kibirli” bir kadın gelir. Kadın, kızı Güleser’i kendi mangasına aldırdığı için Meher’e kızgındır. Meher’in, kızını sevdiği için böyle bir iş yaptığını anlamıştır. “…benim kızımın hastaya bakacak hâli yoktur. Kendi bedbahtlığını kızıma da yaşatmak istiyorsun!” diyerek Meher’i azarlar. Bu konuşmayı Melek nine de duymuştur. O gün ilk defa hiçbir şey konuşmadan uyurlar. O günden sonra Meher, eve her gelişinde ninesini daha da zayıflamış olarak bulur. Melek nine daha önce düşünüp de uygulayamadığı planı devreye koymuştur. Yemeklerini kedilere veren Melek ninenin bünyesi açlığı daha fazla kaldıramaz ve nihayet ölür. O gün eve erken dönen Meher, ninesinin cesedi ile karşılaşır. Meher, ninesinin ölümü karşısında feryat ederken dışarıdan bu sesleri duyan Güllü, gülümseyerek: “Şükür, bitti. Çok şükür!” der.
Bu olay örgüsüne göre hikâyeyi iki birim hâlinde değerlendirebilmek mümkün. Birinci birim, Meher ile ninesinin sekiz yıl boyunca sürdürdükleri, okurun ayrıntıları hakkında fazlaca bilgi sahibi olmadığı bölümdür. Bu bölümde, kahramanların ortak mazisine dair çok sınırlı bilgiler vardır. Ortak maziye gönderme yapan sadece şu cümleler dikkat çeker: “Ne Meher’in dedesinin ne de babasının saçları 40-45 yaşına kadar beyazlamıştı. Bu soydan olan erkekler genelde çok geç yaşlanıyorlardı.” “Melek ninenin zamansız kaybettiği oğlu…” Yazar, bu cümlelerde bahsi geçen erkeklerin akıbeti konusunda ayrıntıya girmez. Yazar; Meher’in, ninesinin bakımını tek başına üstlenmek zorunda kalışına sebep olan amilleri göstermeyerek ilgiyi tek bir noktada yoğunlaştırır: nine ile torun arasındaki ilişki. Yazarın çizdiği tabloya göre torunun ninesine karşı güçlü bir sevgisi olduğu gibi, ninenin de torununa karşı güçlü bir sevgisi ve minnet duygusu söz konusudur. Torun, sekiz yıldır her gün iki üç kez iş arasında gelip ninesine bakmakta, sabah akşam hizmetini görmektedir. Yine bu bölümde Melek ninenin ölüm isteği ile yaşama arzusu arasındaki çatışmada bir derinleşmeye gidilmez. Hüseynov’un ilk hikâyelerinin karakteristiğine uygun olarak psikolojik durum, çok genel ifadelerle çizilir. Bu hikâyedeki psikolojik çatışma, birkaç gün sürmekle birlikte derinleşmez. Psikolojik çatışmanın varlığına ve niteliğine işaret eden cümleler şunlardan ibarettir:

“Melek nine o günden sonra birkaç gün sabah akşam ellerini göğe açarak kendine ölüm diledi. Hatta bir gün torununun sabahtan bıraktığı yemeğe elini bile sürmedi. Belki açlıktan ölür, böylece torunumu kurtarmış olurum diye. Fakat akşam durumu kötüleşince paniğe kapıldı, hatta aç kaldığı saatlerin yerine torunundan ona kuymak yapmasını bile istedi. “Allah’ın kaderinden kaçmak olmaz. Herkesin öleceği gün belli…” diyerek kendini haklı çıkardı” (Hüseynov, 2019, s. 74).
Birinci bölümde dikkat çeken bir başka ayrıntı, Melek ninenin torununun evlenmesini istemesindeki gerekçedir. Melek nine, torunun evlenmesini yalnızca onun mutluluğu için değil biraz da kendisi için istemektedir. Zira bir kadının yapabileceği nitelikteki hizmetleri Meher’in yapıyor oluşu onu utandırmaktadır:

“Sabah akşam, çevresi kırışık ama hâlâ ışıklı gözlerini tavana diker; titrek ellerini Allah’a açarak “Evladıma bir yol aç, Rabbim!” diye dua eder fakat “Rabbi” hiçbir şey duymazdı. O, böyle dua ederken biraz da kendi durumunu düşünüyordu. Torununa yük olması, bunca zahmet vermesi onu çok üzüyordu. Yatağa düştüğü günden itibaren her defasında Meher’in onu kucağına alarak yataktan indirmesine, ona her türlü hizmet etmesine dayanamıyor, içi sızlıyor, utanıyordu. Keşke tüm bunları bir kadın yapsaydı. Belki bu kadar sıkılmaz, utanmazdı” (Hüseynov, 2019, s. 73).
Bu bölüm, bir sonbahar günü, Güllü isimli kadının evin önüne gelişine kadar devam eder. İkinci birim ise Güllü’nün evin önüne gelip kızını kendi mangasına aldırmasından dolayı Meher’i suçlamasıyla başlayıp Melek ninenin ölümüne, yani hikâyenin sonuna kadar devam eden bölümdür. Yazar, bu bölümde de kişiler arası ilişkilerin ayrıntısına girmeksizin yine dikkati bir noktada toplamaya çalışır. Yazarın belirginleştirmeye çalıştığı mesele, bir başkasının mutluluğu için kendi varlığını feda etmenin yüceliğidir. Her iki bölümde de Melek ninenin bu duyguya bağlı olarak kendini öldürme arzusu vardır. Ancak bu arzu, birinci bölümde değil ikinci bölümde gerçekleşir. Birinci bölümde, Melek ninenin kendini öldürme arzusunu ortaya çıkaran durum -Meher’in saçlarına ak düşmesi- güçlü bir yönlendirici etkiye sahip değildir. Ancak ninenin Meher’in saçlarına ak düşmesinden kaynaklı hüznü, ikinci bölümdeki sonucun ortaya çıkmasına psikolojik bir hazırlık vazifesi görür. Bu anlamda hikâyenin, sürpriz bir sonla bitmediğini kademeli olarak okurun tahmin edebileceği bir noktaya yönlendirildiğini söylemek mümkün.
Melek ninenin, torunu Meher’in geleceği ve mutluluğuna dair endişeleri ne kadar insani ise Güllü’nün kızı Güleser’in geleceğine dair duyduğu kaygı da o kadar insanidir. Aynı kaygının birincisini “Melek”leştirmesine mukabil ikincisini şeytanlaştırmasının sebebi yazarın hikâyedeki belirgin yönlendirmesiyle ilgilidir. Güllü, hikâyeye girdiği andan itibaren yazar onu, okurun gözünde antipatik bir konuma getirmeye çalışır. Yazarın Güllü’yle ilgili kullandığı ilk sıfat “kibirli” ve “şişman”dır. Melek nine torununun saadeti için en değerli varlığını –canını-verdiğinde Güllü’nün “Şükür, bitti. Çok şükür!” diyerek kendi kızının geleceğini garantiye almaktan duyduğu mutluluğu açıkça ifade etmesi de okurun gözünde Güllü’yü kötü bir insan konumuna getirir. Nitekim bu hikâyeyi değerlendiren Meherrem Hüseynov, yazarın yönlendirmesine fazlaca kapılarak Güllü için “alçak”, “şerefsiz” gibi sıfatlar kullanmış ve şunları söylemiştir:

“Doğrudur, Gülsüm öz kızını sevdiğinden istemiyor ki o, hasta kadına hizmet edip eziyet çeksin. Lakin biz bu sevgiyi takdir etmiyor, onun samimiyetine inanmıyoruz. Çünkü bu sevgi necip insan sıfatlarını yitirmiş miskin bir kadının egoizminden, hodbinliğinden neşet ediyor. Maneviyatsızın sevgisinde samimilik mümkün değildir” (Hüseynov, 2012, s. 86).
Muharrem Hüseynov’un Gülsüm’üm samimiyetine inanmaması, onu “bencil” ve “necip insan sıfatlarını yitirmiş miskin bir kadın” olarak görmesi az evvel sözünü ettiğimiz yazar yönlendirmesiyle ilgilidir. Yazar, Güllü ile Melek ninenin kişilikleri arasındaki farklılığı belirginleştirmek suretiyle iyi kahraman kötü kahraman zıtlığı üzerinden okuru taraf olmaya yöneltmektedir. Nitekim hikâyenin ilk varyantında yazar, Meher’in Güleser’le birleşmesine izin verse de muhtemel ki Güllü ile Melek ninenin kişilikleri arasındaki zıtlığı iyice belirginleştiremediğini, belki de dramatik yapıyı zayıflattığını düşünerek hikâyeyi sonradan değiştirmiştir. “Dert Unutuldu” ismiyle yayımlanan ilk varyantın sonu şu şekildedir:

“Gülsüm’ün acı sözlerinden sonra yatağına aç yatan Melek nine torununun sesiyle uyandı. Meher ninesine yemek getirdi:
– Bunu Güleser pişirdi.
– Kim?
Nine gözlerini açtığında başı üzerinde ağbenizli bir kız gördü.
– Bundan sonra sana hizmet edeceğim, diyerek kız elindeki kabı uzattı.
Ninenin donuk gözlerinde hayat ışığı yandı. O, elleri titreye titreye, tabağın içine gözyaşı döküle döküle istini[11 - Hamurlu ve sulu bir yemek türü.]içti. Sonra kan ter içinde, nefes nefese dikkatle Güle-ser’e baktı:
– Bu gece benim için kuymak pişir kurbanın olayım, dedi” (Hüseynov, 1956).[12 - Zikreden, Meherrem Hüseynov (Hüseyinov, 2012, s. 88). Hikâyenin ilk varyantında kahramanların isimleri de farklıdır. Meher yerine Mehed, Güleser yerine Gülsüm isimleri kullanılmıştır.]
Meherrem Hüseynov’a göre yazar, hikâyenin bu ilk şeklinde kurguya Güleser’i dâhil etmek suretiyle “kandırmacılığa, şematizme” yönelmiş; eserdeki “bedii mantık” bozulmuş; “sunilik” ortaya çıkmıştır. Eserin “tekmilleşdirilerek” ikinci varyanta ulaşılması ile özellikle de nine tiplemesi çok şey kazanmıştır. Hüseynov’a göre ikinci varyanttaki “olayların doğal gelişimi” ve “mantıksal dizilimi” yazarın hayati gerçeklere sadakatinden ileri gelmektedir (Hüseynov, 2012, s. 87-88).
“Dert”, Hüseynov’un edebî hayatının birinci dönemine ait bir hikâyedir ve birinci dönem hikâyelerinin bütün karakteristik özelliklerini yansıtmaktadır. Fazla derinleşmemek kaydıyla kahramanlarının psikolojilerine temas eden realist bir tavrın benimsendiği “Dert” hikâyesinde köy yaşamı ve köylü ahlakına dair saptamalar öne çıkar. Ancak “Bizim Gızlar” (1953) ve “Dan Ulduzu” (1955) hikâyelerinde görülen cemiyet hayatı için idealleştirilmiş kahramanlar söz konusu değildir. “Kahramanın şahsi hayatıyla ilgili olaylar, sosyal hayat manzaralarının fonunda canlandırılmıştır” (Hüseynov, 2012, s. 85). Bu anlamda hikâye, temel insani duygulara yer vermesi nedeniyle evrensel, yaşam biçiminin yerel hayat zeminine bağlı olması, yazarın kendi çevresinden insanların hayatlarını göz önünde bulundurması münasebetiyle yerel / millî bir karakter taşır. Hikâyedeki tanrısal konumlu anlatıcı, eserdeki psikolojik hatların belirginleşmesine yardımcı olmaktadır. Anlatıcı, kahramanların zihninden ve kalbinden geçenleri yansıtmak suretiyle düşünce ve duygu durumlarını belirginleştirir. Mekâna dair çizimler son derece sınırlıdır. “Sekiz yıldır Melek nine çok sevdiği bahçesine bile hasret kalmıştı.” cümlesi dışında mekâna özgü hususiyetleri yansıtan tek bir cümleye rastlanmaz. Mekânın bu kadar sınırlı biçimde yansıtılmasının sebebi muhtemeldir ki yazarın hikâyedeki temel çatışmaya odaklanmış olmasıdır. Kişilerin fiziki portrelerinin çiziminde de yazarın fazlaca ayrıntıya girmediği görülmektedir. Melek ninenin “çevresi kırışık ama hâlâ ışıklı gözleri”, “titrek elleri” Meher’in saçındaki aklar, “esmer”liği ve “dolu, güçlü omuzları”, Güllü’nün “şişman” oluşu dışında kahramanların fiziksel nitelikleriyle ilgili bir ayrıntıya rastlanmaz.
Hikâyedeki zaman, geriye dönüşlerle 8 yıl öncesine kadar gitmekle birlikte olayların yaşanma zamanı daha kısa bir süreçte gerçekleşmektedir. Hikâyenin birinci bölümündeki olaylar 3-5 günlük bir zaman diliminde yaşanır: “Melek nine o günden sonra birkaç gün sabah akşam ellerini göğe açarak kendine ölüm diledi.” cümlesi bu bölümün zamanına dair bir fikir vermektedir. İkinci bölüm ise “Yağmurlu bir sonbahar günüydü.” cümlesi ile başlar. Ancak birinci bölümde bahsi geçen üç beş günlük zaman diliminin üzeriden ne kadar süre geçip de mevsimin sonbahara eriştiği konusunda bir bilgi yoktur.
KAYNAKÇA
Acar, S. (2019). İsa Hüseynov (Muğanna)’un Hikâyeleri Üzerine Bir İnceleme. Yayımlanmamış yüksek lisans tezi. Erzurum: Atatürk Üniversitesi.
Adıgüzel, S. (2007). Azerbaycan Edebiyatında 1960 Nesri (Hikâye ve Roman). Erzurum: Fenomen.
Akpınar, Y. (2012). Azerbaycan Edebiyatı. Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (ss. 501-505). İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı.
Akpınar, Y. (1994). Azerî Edebiyatı Araştırmaları. İstanbul: Dergâh.
Hüseynov, İ. (1956). Derd Unuduldu. Edebiyyat ve İncesenet, 36.
Hüseynov, İ. (2019, Aralık). Dert (E. Rızayeva-İ. A. Kumsar, Akt.). Kardeş Kalemler, 156, 73-75.
Hüseynov, M. (2012). Janr, Zaman ve Edebi Gehreman (İsa Hüseynovun Hekayeleri). Bakı: Elm ve Tehsil.
Moran, B. (2012). Edebiyat Kuramları ve Eleştiri. İstanbul: İletişim.
Muğanna, İ. (2013). İlanlar Deresi. Bakı: Hedef.
Şahmursoy, S. (2018). İsa Muğanna Hatirelerde. Bakı: Han.
Uygur, E. (2005). Sosyalist Realizm Kavramının Ortaya Çıkış Süreci. Türkiye Sosyal Araştırmalar Dergisi, 1-2, 23-30.
Yaliyeva, N. (2013). Sovet Dövrü Azerbaycan Edebiyyatı (1941-1991). Bakı: Elm ve Tehsil.

ÇİNGİZ HÜSEYNOV

Çingiz Hüseynov, 20 Nisan 1929’da Bakü’de dünyaya gelmiştir. Orta öğrenimini Bakü’de tamamladıktan sonra Azerbaycan Devlet Üniversitesinin Filoloji Fakültesine kaydolmuştur. Fakat ikinci sınıftan sonra burayı bırakarak Moskova’ya gitmiştir. Moskova Devlet Üniversitesine girmiş ve buradan mezun olmuştur. SSRİ İlimler Akademisinin Şarkşinaslık Enstitüsünde doktorasını tamamlamış ve burada önemli araştırmalarda bulunmuştur. Daha sonra SSRİ Yazıcılar İttifakında milli edebiyatlar üzerine araştırmacı çalışmıştır. İlk eseri 1955’te Bakınski Raboçi gazetesinde yayımlanmıştır. Eserlerinin yanı sıra birçok eserin tercüme faaliyetinde de bulunmuştur. 1979’da Filoloji İlmler doktoru unvanı almıştır. 1980’de profesör olmuştur. Eserlerini Azerbaycan Türkçesiyle ve Rusça yazmıştır.

KIRINTILAR

I
....
İlk ses, ilk çığlık… Herkesin bildiği bir gerçektir, dünyaya gelenin çığlığı: Benim de senin de. Diyor ki ey cemaat, ey dünya ben geldim, sesimden beni tanıyın. Peki başka neler gizlidir? Yaz, yorumla, sil, tekrar yaz; uydurma mahareti. Nasılsa ne bilen var ne de konuşan.
İlk gözyaşlarımız ne benim hatırımda ne de senin. Ancak, kapalı gözlerden akıp bu çığlığı yıkayan gözyaşları dere suyu misali tatlıdır, sonraları ise deniz suyu gibi acılaşır, derler.
İlk gülücük… Bunu da hatırlamıyoruz. Ancak derler ki (ne de çok demişler?!) kara bulutların ardından bir anda kendini gösteren güneş gibi göz yaşlarından doğan bu gülüş ilk gülücüktür: Dudaklar ezik büzük, gözlerde ise o gülüşün kıvılcımları… Soytarıya, hokkabaza, komik söze hangi gülüş ilktir. Ne zamandan beri hatırımdayım?
Düşün, fikret, ümitlen, belki de rüyada gördün. – Yok hatırıma gelmiyor: Çok eski zamanlardan da eski tarihim, Fevkalade devrim, efsanevî zamane belki de hiç olmamış. Hafızamda küçük, ışıltılı kırıntılar… Etraf ise boşluk, karanlık, hangi kırıntı öncekidir, en yakındır.
........................................
Beş? Evet, sanki beş yaşındayım.
Amcaoğlum Enver’le kaçıyoruz. Öyle bir kaçıyoruz ki, durduğumuzda yüzümüz sıcaktan yanıyor, sıcak terler dudağımızı kavuruyor; sanki yüreğimiz o anda ağzımızdan çıkıp çırpınarak yere düşecek. Çay taşı misali odamızdan çıkıp kızıl kulesi görünen Aleksandr Nevski Baş Kilisesi’nin sivri uçlu, ok misali demir milleri arasından dosdoğru kaçıyoruz… Artık ne amcaoğlum sağ ne o çit duruyor ne de baş kilise var. Deniz yuttu, kızgın alevler eritti, zaman yıktı.
Kaçıyoruz… Ve ilk defa ben kendi başıma bu kambur sokaktayım. Kendimizi göstermeden (neredeyse yakalayacaklar), kaçıyoruz! Amcaoğlumla kilisenin bahçesinde üstünde beyaz elbise, saçında kırmızı kurdele olan mavi gözlü bir kızı yakalayıp kıstırmışız. Ben bir yanağından öpüyorum, amcaoğlum öbür yanağından; kız ise hareketsiz, durup bağırıyor, kıyameti koparıyor: “Aaayyyy! Maaa[13 - Rusça anne kelimesinin kısaltması (mama).]” Bıyıklı adam çitlerin diğer tarafında kaldı, demirler bizi yakalamasına engel oldu. Hisar arkada, durmadan koşuyoruz. Eve! Mahallemize!.. Büyük mavi, yumru yumru çay taşları hâlâ hatırımda… Amcaoğlum beni geçti, köşeyi dönüp gözden kayboldu. Çabuk ol, çabuk!.. Büyük demir kapılar, taş basamaklar, balkonlar… “Ne oluyor, mesele nedir? Bir dur!..” Sonrası ise sanki hafıza uçurumu.
Belki başkadır ilk hatırda kalışım.
O baş kilisenin avlusu. Çimenlik, yemyeşil taze otlar, boyumca, benden de uzun. Babam köyden bir kuzu alıp gelmiş. Kuzuyu tozlu şehrin çimenlik bir yerinde otlatıyorum. Kuzu sakin sakin (bir kendisi, bir ot bir de ben varım) otları küçük küçük koparıp yiyor. Beyaz postlu, yuvarlak gözlü, alnı töbel bir kuzu… Ne kesildiği aklımda ne de tadı; uçurum!..
Yok yok, sanki ilk olarak şu hatırımda: Komşumuz oğlunun nazıyla oynuyor, kucağına oturtmuş küfretmeyi öğretiyor. “Hay senin diline kurban!” diyor. “Söv kime istersen!.. Banaaa?! Küfret, diline kurban! Hem bana da küfret!..” Sıcak bir gündü, beni ve oğlunu gezmeye götürüyor; fotoğrafımızı çektirmek istiyor. Dar ve karanlık bir odada fotoğrafımızı çekiyorlar: Oğlunun ağzında uzun bir sigara, en iyisinden, benim elimde ise kibrit, güya yakıyorum; o da çekiyor. Sigara da yalan kibrit de; sadece fotoğraf gerçek. Bir de baba, çünkü hâlen sağ, oğlu ise dönülmez dünyasında…
Belki de şudur ilk hatıram: Gramofon çalıyor. Çalgıcılar sanki, bir kutunun içine oturup çalıyorlar, yukarı çıksalar inanırım; çünkü, şaşırmanın ne olduğunu bilmiyorum. Horoz sırtında bostan eken bir cırtdandan[14 - Çelimsiz, sıska, cılız.] az şey duymamışım. Beni sandalye üstündeki bir taburede oturtmuşlar, ayaklarım değil yere taburenin iki ayağını birleştiren çıtaya bile erişmiyor. Milis[15 - Sovyet döneminde polise verilen isim.] karakolundayım, üçüncü şube… Karakol ve gramofon!.. Benim, bir de erkekler…, uzun boylu, geniş omuzlu büyükler… Babam hızlı hızlı konuşuyordu, ben onun sözlerini anlamıyordum: “Ben İşçi-Köylü ittifakının milisiyim!..” Gramofon lezginka[16 - Dağıstan halk oyunu.] çalıyordu, adamlar da burada, milis komiserinin dar ve küçük odasında atlayıp zıplayarak, hızlı hızlı oynuyorlardı. Askı kemerler gıcırdıyor, paçaları dar şalvar pantolonlar daha da kabarmış, pırıl pırıl parlayan çizmeler etrafa ışık saçıyor. Oynamak babamın hoşuna gidiyor, oynamaktan bıkmıyor; gramofon ise çaldıkça çalıyor, yorulmak bilmiyordu… Babam bazen ayak uçlarında oynuyor, kolları havayı kılıç gibi kesip doğruyordu… Hâlen bu musikiyi ara sıra işitirim, çok nadir zamanlarda; o zamanların üzerinden sanki asırlar geçmiş, belki bu hatırımdaki şey, hiç olmamış, belki de bir hayal?.. Lezginka ve oynayan adamlar!.. Çoğu, babam gibi şehirden gelip de gönüllü olarak “İşçi-Köylü” milis üniformasını giyip yaptıklarına kalben inanan ve inandıklarını da yapan kişilerdi… Dudaklarda, çehrede, gözlerde sevinç, gülüş… Hoş sadalar, şen sesler… Gözüm adamlarda!.. Onların ardındaki dünyayı ışıklar içinde görüyorum ve hiçkimseden, hiçbir şeyden de korkum yoktur. Oynayan adamlar!.. Mola zamanı mıydı, yoksa bayram mı?.. Yalnızca bu anlattıklarım hatırımda, adamların dansı… Adamlar… Onların yaşı kaçtı ki? Yirmi, en fazla otuz… Benim şu anki yaşımdan çok ama çok az… Benden çok ama çok gençtiler o devirde oynayan adamlar… Ancak aklımda dev gibi kalmışlar; uzun boylu, iri yarı adamlar.
Acaba bu da mı değildi ilk hatıram?
Peki, yahu ilki neydi?
Birini anlattım, diğerinden bahsettim, ama itiraf edeyim ki, ne oydu ne diğeri ne de üçüncüsü… İlk aklımda kalan hatırayı def etmeye çalıştım, olmadı da olmadı! Ancak anlatsam kimse inanmaz; “Olamaz! Uydurma!..” derler. Gerçekten de, “Bu ilk hatıram olağanüstü bir şeydir. Doğumdan öncesini hatırlamak gibi bir şeydir.” desem, bana gülerler.
Ama anlatacağım. Bırak inanan inansın; inanmayan omuz silkip gülümsesin, hiç üzerinde durmasın. En ufak ayrıntısına kadar aklımda!.. Annem beni gündüz asma beşikte yatırdı, kendisi ise büyük gövdeli, karadut ağacının gölgesinde yere serilmiş kilimin üzerine uzandı. Aniden uyanıp beni beşiğin içinde göremediğinde yerinden fırladı. “Eyvah!..” Ben beşikten yere düşmüş kum yiyordum. Kumun tadı şimdi bile aklımda: Tatsız tuzsuz bir şey, yenilmiyor ki; ufalanıyor, tane tane olup toplanıp ağızda kalıyor, dişlerin arasında… Yok, daha dişlerimin çıkmasına bir hayli var, bütün bir tarihî asrı geçmeliyim: Sürüne sürüne, düşe kalka, dilim söz tuta tuta…
Aklımda kalan kırıntılar…
İlk, birinci, evvelki…
Şimdiye kadarki başlangıçtı, asıl anlatmak istediğim şey ise ileridedir.
II
Aklımda kalan ilk sevincim…
Düşün, düşün!..
Belki şudur:
Ben Pirşağı’da yazlık evdeyim.
Evin arka tarafında duvara bitişmiş bir kum tepeciği… Bu kumu, Abşeron’da sürekli esen kuzey rüzgârları getirmiş ve duvarın dibine yığa yığa bir tepecik oluşturmuş.
Biz damdan bu tepeye zıplayıp temiz kuma düşüyoruz, içine batıyoruz.
Birden, sanki birisi “Annem geliyor!” dedi.
Aslında hiçkimse bir şey demedi, yüreğime doğdu.
Annem sanatoryumdan[17 - Emekçi insanların istirahati ile meşgul olan müessese.] geliyordu.
Onun ilk ve son istirahati.
Kum tepesinden ayağımı güç bela çekerek adeta büyünün etkisinden kurtulanlar gibi aceleyle çıktım ve yalın ayak, ılık kuma bata çıka yumuşak ve sessiz köyün sokağında koşturdum.
Sokağın kat kat tozundan ayaklarımdan dizime kadar beyazımsı bir perde indi, adeta bir toz bataklığı. Sokakta tozu dumana katarak koşturuyorum, öyle bir koşuyordum ki ok atsan yetişmez. E tabii, yüzünü bir aydan beri görmediğim annemi karşılamak için acele ediyorum.
Uzaktan yalnızca annemin yüzünü görüyorum.
Yüzüne bir gülümseme yayılmış, elbette o da mutlu, aksi mümkün mü?
İşte, annem!
Koşa koşa kucağına atlıyorum, beni tutuyor ve bağrına basıyor, kucağında götürüyor, sağlam, güçlü ve en yüce… Tek. Eşi bulunmaz. Yalnızca benim…
Acaba…
Hayır, sanki, ilk mutluluğum yalnızca budur…
Ama yok, birini daha hatırladım: O muydu ilk sevincim, yoksa bu mu?..
Teyzem, benim atik, tetik, cesur, sözünü esirgemeyen teyzem beni arabacıya emanet etti.
Köyden şehre geliyorum. Ben ve arabacı.
Araba gidiyor da gidiyor, akşam olmak üzere, biz ise hâlâ yoldayız, varacağımız yere bir türlü ulaşamıyoruz.
İlkin patika bir yolda gidiyoruz, sonra taş yola çıkıyoruz, bizi peşpeşe elektrikli trenler geçiyor… Arkadan geldiğini duyuyoruz, kulağımıza dalga dalga dolan düdüğünü çalıp ok gibi geçiyor, etrafa bir sıcaklık yaya yaya… Biz ise ha babam gidiyoruz. Her yerde kuleler görünüyor, etrafa petrol kokusu yayılmış ki bu petrol kokusu, çocukluğumun, bütün hayatımın kanına sinmiş, içime işlemiştir. Bu kokudadır; yollarım, aziz, güzel şehrim, deniz ve beni geçmişime, doğduğum topraklara bağlayan sayısız teller.
– İşte, tepe, buradan itibaren taş yol başlıyor. Buradan, bu yükseklikten şehir görünmekte, ışıklar içinde, öbek öbek evler, köşkler. Az kalmış, varmışız…
Artık şehirdeyiz.
Arabacı arabayı doğruca sokağımıza sürüyor.
“Evinizi bulabilir misin?” diye soruyor. Yüzü kapkara, sakallı bıyıklı biri. Simsiyah gözlerini bana, ‘şehir çocuğu’na dikmiş, sanki gülümsüyor.
Bu nasıl söz? Niçin bulamayayım?! Budur işte, evimiz de sokağımız da bahçemiz de…
Ben arabadan iniyorum ve vedalaşmadan uzaklaşıyorum. “Peki, ‘çok sağ olun’ demek yok mu?” diyor arabacı. Ben ise artık avlumuzun demir kapılarından geçip evimize girmek için acele ediyorum. Bahçeyi de yolu da arabacıyı da çoktan unutmuşum… Evimize! Uzun zamandır bırakıp gittiğim evimize!..
Kapılar!..
Bir an durdum, ikinci kata baktım, odalarımızın hepsinin ışığı yanıyordu. Balkonumuzun da ışığı açıktı. Tertemiz silinmiş camları pırıl pırıl parlıyor, sıcak elektrik ampulleri etrafa har har, bolca ışık saçıyordu. Bu ışıkta o kadar sıcaklık, samimiyet ve sevinç vardı ki!.. Tek bir söz: Evimiz!
Hepsi sağdı; annem de babam da… Genç, sağlam ve güçlü… Saadet ve bahtiyarlık… Giderek yaklaşan, evin eşiğinde duran savaştan habersiz… Işıkları söndüren savaştan… Belki de duymuşlardır, biliyorlar, ancak bana şimdi öyle geliyor ki duymamışlardı… Ama başka bir faciadan gerçekten habersizdiler, bilmiyorlardı ki yaşamaları için çok az vakit kalmıştı.
Bu ışık ise hiç sönmeden yanıyordu, ilk sevinç ışığım.
Kim bilir, ne kadar yanacak, benimdi ya, yalnız benim ışığım, ilk ve ebedî… Bu sözün manasını şimdiye kadar idrak etmiyordum, şimdi yavaş yavaş anlıyorum… Ve yanıldığıma da zerre kadar şüphem yoktur.
III
Hatırımdaki ilk kederim…
Hiç hatırlamasam daha iyi.
Çığlık!
Komşu kızın çığlığı!
Bitişiğimizde oturan ve doğuştan iki ayağı topal, benim akranım, şimdilerde ise boyları beni geçen beş oğul anası komşu kızının çığlığı!..
Bakü’nün sıcak bir Ağustos günüydü. Hem balkona hem de sokağa açılan bütün kapı ve pencereler ardına kadar açık. Umudumuz bulutsuz, yağmursuz göğedir: Ey sema, ey tabiat diye yalvarıyoruz, acaba az da olsa yel misali, rüzgar gibi bir nefesle bu durgun, alev dolu havayı kıpırdatır mısın?
Kız öyle bir bağırdı ki!.. Telefon yalnızca onların evinde vardı ve komşularımız kızın bağırışına neden olan böylesine bir faciayı ilk olarak duyabilirlerdi. Ve bunu kız duydu! Duydu ama inanamadı, ama bağırdı, duyduğu sözler çığlıklara karıştı, çığlığın içinde tekrarlandı.
Ve bu tek bir sözden ben donakaldım, ayaklarım yere çivilendi.
Betim benzim attı, yüreğim buz kesti, sanki kırılacak bir dala asıldı.
Komşum duyduğu şeye bağırdı. Bu haber herkesten çok, herkesten evvel yalnızca ve yalnızca benim içindi, ben bağırmalı ben çığlık atmalıyım.
“Öldü mü?!”
Annem öldü.
Galiba ben daha şimdilerde yaşıyorum, hayatımın asıl yılları daha ileridedir, daha yaşanacak yıllar var… Annem ise benim şu anda yaşadığımdan daha az yaşadı, hem de çok çok az.
IV
İçimde büyüyen ilk korkaklık…
– Ben bu korkaklığı asla unutmuyorum. İstesem de unutamıyorum…
Teyzemin gözleri kızarmıştı, sesi kısılmış, adeta derin bir kuyudan geliyordu.
Beni çağırdı ve:
– Hastaneye git! Annen seni görmek istiyor!
Ben annemin dün itibariyle hastaneden çıkarıldığını duymuştum, öyle biliyordum. Ranzasını hastane yatakhanesinin bir köşesine taşımışlar, diğer hastalar ölen kişiyi görmesinler diye…
Teyzemin sözlerini ben: “Annen ölüyor, git annenle vedalaş!” diye anladım.
Ve gitmedim.
Gitmedim!
Korktum!
Ölen bir insanı görmekten korktum.
Pençesi keskin, eli kemikli görmüştüm ben onu, ölümü. Bir yapışırsa bırakmazdı.
Bu ölüm şimdi annemin etrafında dolanıyordu, annemin yanındaydı. Hem ruhtu hem de kanlı canlı biri.
Gitmeyeceğim.
Durdum ve yerimden kımıldamadım.
Taş gibi sustum, kaya misali lal oldum.
Birden “o” (kimdi bu “o”; ölüm mü? Annem mi?, hem “o” hem de “o”. Çünkü “onlar” benim korkularımda birleşmişti.) yakamdan tuttu! Aniden bana: “Haydi sen de gel, gidelim!” dedi!
İstemiyorum!
Gitmeyeceğim!
Evet korkuyorum!!!
Ahmak, vahşi korku!
Taş devri adamı, ilkel…
V
İlk kaygım…
Bir yıla yakın devam etti benim bu ilk kaygım…
Sokağımızın yokuşu anneme eziyet vermeye başladı, iş dönüşünde kendi başına çıkamadı.
Bir de karanlık…
Sokaklar akşam karanlığa gark oluyor, hiçbir ışık görünmüyor, çünkü savaş vardı.
Karanlık sokaklar pek tekin değildi, dehşete bile düşürebilir, çünkü savaş vardı… Asıl olan ise kalp, kalbin günden güne şiddetlenen hastalığı. Annemle yan yana yürürken kalbinin çarpıntısını duyuyorum. Sanki, annemin kalbini görüyordum, daralıyor, göğsüne sığmıyor ve temiz havaya muhtaç kalmış, hava yetmiyor, kanı vücutta dolaştırmaya gücü yetmiyor. Sanki birden duracak ya da patlayacak… Göğüs de daralıyor, kalbi sıkıyor, kalp bu sineye sığmıyor ki, sığamıyor!..
Annem, hemşire olarak çalıştığı doğum evinden çıkarken ben onu kapıda karşılıyorum. Kolumdan tutup bana yaslanarak yavaş yavaş yürüyoruz. Önceden taşlarından bile iyot kokusu gelen doğum evi binasını ve küçük bahçesini çevreleyen demir parmaklıkların yanından geçiyoruz. Köşeyi dönüp, dar Basin Sokağı’ndan tramvaya biniyoruz ve bu üç numaralı tramvay bizi gürültüler içinde getiriyor ve tozlu, topraklı Bazar Sokağı’nda indiriyor.
Ve bütün zorluklar işte bu tramvaydan sonraydı: Sokağımızın yokuşu.
Ağır ağır, yavaş yavaş yukarı çıkıyoruz. Kör pencereli, tek katlı evlerin arasından. Sokak dardır. Duvarlara dokunarak, tutunarak bir köşeyi geçtik. Eski iki katlı evin kapısında annem duraklıyor. Karanlık gecede onun mavileşen, rengini kaybetmiş dudaklarını görüyorum sanki. Bir şeyler demek istiyor ama nefesi yetmiyor ki sözleri birbiri ardınca sıralasın, konuşsun. Çaresiz kalıp başını öne eğiyor, elini evin oyulmuş, rüzgârdan ve zamandan pütürleşmiş duvarına dayıyor. Ben de yanındayım, biraz geri çekilmişim ki havası artsın, benim yakın durmam onu daraltmasın, kalbini sıkmasın… Yüreğinin çarpıntısını da net olarak duyuyorum… Az kalsın ağzından fırlayıp yere düşecek… Epey gelmişiz, evimize ulaşmamıza sadece bir köşe kalmış. Annem başını öne eğiyor, kendisini cesaretlendirdiğini, kalbini yüreklendirdiğini, içine telkin ettiğini, ona geçmişi hatırlatıp: “Ey kalbim! sen böyle değildin” dediğini hissediyorum. “Bir zamanlar sen bu yokuşu bir nefeste çıkardın, şimdi ne oldu sana, ey yürek!!” “Beni neden böyle üzüyorsun, nedir benim suçum, ey yürek!” Fırça atıyor, ancak aklı artık bu yokuşta değil, merdivenlerdedir, ikinci kata bizi çıkaracak olan merdivenlerde! Anneme; “sorun değil, onu da geçeriz, hiç darlanma, yeter ki evimize ulaşalım!…” diyorum.
Tekrar yavaş yavaş, aheste aheste gidiyoruz. Ben bilerek bir adım geride duruyorum, kasten adımlarımı yavaş atıyorum ki, o da acele etmesin, benim de yorulduğumu zannetsin. Sansın ki yalnızca kendisi acele ediyor, durup bir az dinlenebilir, niye, neden acele ediyor?..
İkinci ve sonuncu sokağı geçiyoruz, işte, bizim sokak!.. Duvarları dairemsi, taşları pembeye çalan, rengi karanlıkta bile görünen evim; yüksek, demir büyük kapımız… Baku’da ne kadar çok demir var: Kapılar, çitler, pencere demirleri!.. Bu kapıdan merdivenlere kadar olan yol, yani avlunun içi, o kadar da rahat değil, korku vericidir, insanı devirecek çukurları, tehlikeli tümsek ve uçurumları var; demem o ki, aceleye gerek yok, adımlarını dikkatli at… Ama ben bu kısa yolun bütün sırlarına vâkıfım, gözüm kapalı geçerim, adımlarımı nerede uzun nerede kısa atacağımı bilirim. Bak burası çukurdur, burada ise bodruma giden bir merdiven var, kimse düşmesin diye başına taş koymuşlar. Burada su birikmiş, çünkü musluğu iyi sıkmamışlar, ah bizim şu musluğumuz! Atlayarak geçmek lazım, burada ise biraz sağa dönmek gerek, çünkü bir tepecik var. Sonra ise, biraz sola ve iki adım atıp elini uzatırsan elin merdivenin tırabzanlarına değecek… Ama merdivene daha var: Avludaki lağım mazgalının demir kapağı biraz diktir, onu öyle bir geçmek lazım ki ayağın takılmasın…
İşte, nihayet merdiven tırabzanları. Annem bir köşeden tutunuyor ve yine duruyor, hızlı hızlı nefes alıyor, adeta gücünü topluyor. Otuz taş basamak! Ha gayret!.. Yalnızca otuz! Ne az ne çok… Taşların ortası çukurlaşmış, bizim adımlarımız, bizden öncekilerin adımları yıllar boyu, günler boyu bu taşları yalaya yalaya, sürte sürte oymuş…
Evde annem hemen kendisine gelirdi, ne de olsa evdeydi artık!.. Sevdiği üstü meşin “yatak”a oturur, gözlerini biraz yumar ve dinlenirdi. Ayaklarındaki ağırlık çekilir, bütün vücudu kalbine hizmet ederdi ki kalbi dinlensin, sinesine vurup dağıtmasın… Kaburgalar ince, derisi de kâağıt gibi nazik, açık kestane renginde, biraz esmerce, benimki gibi.
Yürek ne yapsın, ona temiz hava lazımdır, “öz” lazımdır…
Yalnızca bunlar mı?..
VI
İlk öfkem.
Artık biraz dinse de soğusa da geçmemiş benim ilk öfkem, belki artık bir öfke değil, yalnızca düşüncedir? İnsan zarafetiyle ilgili öfkeye benzer bir duygu mudur? Bir his midir?..
Bazen annemin dayısı Abdul adındaki kişi ile karşılaşıyorum. İhtiyarlık iğne ipliğe çevirmiş. Sürekli öksürüyor, öksürüğü de kupkuru. Acıdım ona, çünkü yaşlılıktan kendisini zor gezdiriyor. Hal hatır sorduk, ne de olsa akraba, annemin seksen yaşındaki biricik dayısı…
Şehre çok nadir zamanlarda gelir, bağda yaşar, babadan kalma bir bağ evinde… Asmalar, incir ağaçları, toprağın ve bağın ortasında devasa kara dut ağacı. Ağacın yaşı bir asrı geçkin ama yine de sapasağlam, buraların en büyük ağacı… Dutu da tatlı, hâlen tadı damağımdadır iri, içi ballı tanelerin… Daha çok annemin dayısının oğlunu görüyorum, Akif’i. İşi gücü belli değil, Kâh bir pejmürde kılığında kâh damat gibi, tuzu kuru keyfi gıcırında. Gördüğümde babası aklıma gelir, kalbimde öfkeye benzer bir şeyler kıpırdanır. Akrabalara has selamlaşıyoruz, havadan sudan konuşup hal-hatır soruyoruz! Gelecek sefere, bir dahaki görüşmeye kadar!..
O yıl savaş, nihayet, galibiyet ile sonuçlandı… Cebimiz boş, anneme ise dinlenmek hava su gibi lazım! Yazı şehirde geçirmek olmaz, sıcaktan pişip yanar. Hasta bir kalple seyahate çıkmak da zordur, nereye gideceksin? Nasıl?.. Kalbe üzüm lazımdır, dut lazımdır; ak ya da kara!
Öz dayısına ağız açtı. Durumları fena değil, geliri güzel. Şehir merkezinde bakkal dükkânında çalışıyor. Geçen yıl savaşın kızıştığı zamanlarda, bağdaki güzel, iki katlı evini tamir ettirebildiler.
Ağız açtı.
Hayır hayır, sohbet ikinci kattaki odalardan açılmadı. Dutu da bedava yemeyeceğiz, inciri de. Bize küçücük bir oda lazım, hangi odayı kastettiğimi biliyor musunuz? Merdivenin altındaki, sokağa bakan ufacık pencereli, kuyuya yakın oda. Bu odada evden kimse kalmıyor, burada yalnız ekim dikim işlerine yarayan alet edevat benzeri şeyler var, bunları odun ambarına koymak da mümkün…
Abdul denilen adam suratını astı, karısına baktı… Karısının yüzünde zaten hep bir hoşnutsuzluk vardı, sanırsın, ya patlıcan turşusu yiyor ya limon dilimine gözü kaymış veyahut yağ bağlamış boğazını sivrisinekler dalamış. Sesi de yüz ifadesine uygun, konuşurken sanki ağladı ağlayacak, incinmiş, şikâyet eder gibi.
Annem dayısının hanımı ağzını açarsa ricamızın reddedileceğini anlamış olmalı ki o konuşmadan önce “Odayı bedava istemiyorum.” dedi. Para konusu açılınca çok şaşırdım, çünkü paramızın olmadığını biliyordum.
Akrabam konuşmaya başladı: Annemin dayısı!
Dedi ki: “Odayı başkasına söz verdik. (Adını söyledi, uzun uzadıya onun hakkında konuştu, ‘aksakal bir adamdır’, ‘mümin bir kişidir’, ‘kableyidir’[18 - “Kerbalayi” sözünün konuşma dilindeki formudur.] ve saire…). Hatta paranın bir kısmını aldık (üç basamaklı bir sayı zikredildi). Tabii çok büyük bir para değil ama yine de paradır, ayrıca harcandı bile, maaşa ise daha çok çok var…”
Annem: “Parasını iade ederiz” diyor, yani annemin vereceği parayı dayısı hemen mümin kişiye iade eder.
Dayı sözünü bitirince, dayının karısı başladı: “Mevzu ‘kapora’ ile ilgili değil, paranın tamamı üzerinedir. Alacağımız parayı da şimdiden borca girip tamamını harcadık, rençber tutup parayı önceden ödedik ki kaçıp gitmesin. Bahçe işi ağırdır; asmalar vs. onların üzümünü de almayacağız! Dut ağacı, dutu elbette parasız bile yiyebiliriz, ne de olsa akrabayız.”
Annem “Bütün parayı ödeyelim…” diyordu.
“Paramız var mı?!” Neden “Yahu dayımsın, böyle akrabalık olur mu?” demiyordu?!
Annem de parayı düşünüyordu: Değerli şalını, babamın ilk hediyesini satar, yüzüğünü rehine bırakır, bir şekilde toplardı bu parayı, yeter ki anlaşabilsinler.
Susup sohbete karışmak istemiyordum, çünkü annem sinirlenir, bakışımla yanan yüreğimin korlarını akrabalarıma saçarım. Ancak annemin dayısı bunu görmüyor, hiddetimi görmezden geliyordu.
O yaz annemin son yazı idi…
Yine de ilk günler bağ havası anneme iyi geldi. Kendisine birden bire iyi hissetmeye başladı. Hatta bir defasında benim yardımım olmadan dağcı bastonuyla ikinci kata çıktı. Merdivenlerden değil, merdivenin kenarından birazcık dışarı taşan taşlardan tutuna tutuna, benim gösterdiğim gibi acele etmeden yukarı tırmandı. Sonra elini uzatıp balkonun tırabzanlarından geçti, diğer tarafa, balkona çıktı. Öyle mutluydu ki!.. Balkondan denize doğru bakıyordu; masmavi, ipek gibi ışıldayan denize hasretle, umutla baktı!.. Sonra başını eğip yukarıdan aşağı beni süzdü. Gülümsedi saçını düzeltip. Tekrar yüzünü denize doğru çevirdi; engin, müşfik, ılık sulu, yumuşak kumlu denizin seyrine daldı. Doymadı da doymadı.
Kalbi de sözünden çıkmadı, dileğine kul oldu, ikilik çıkarmadı, kuzu ki tam bir kuzu!..
Ne yazık ki, tehlike bir kenarda durmuş acı acı gülümsemekteymiş. Bir hafta sonra Ağustos’un başlarında kalp ağrıları tekrarladı, hastalığı şiddetlendi. Aceleyle şehre döndük, annem kendi başına yürüyerek hastane kapılarından geçti, tramvay zillerine boğulan, kalabalık sokağa bir hayli baktı…
Bağa taşınmadan önce parayı annemin dayısı Abdul’e çıkarıp vermiştim. O zamanlar İçerişehir’de yaşıyorlardı, şimdi taşınmışlar. Kendisi seksenli yaşlarda, dal gibi kurumuş kalmış ve karısı; yüzü kırışmış, sesi sızılı, ağlamaklı, sanırsın sivrisinek sokmuş ya da limon dilimi görmüş, sanki onu yiyecek.
VII
İlk küskünlüğüm…
Babamdan kaynaklanmıştı benim ilk küskünlüğüm: boğazım yandı, ağrı yüreğimi darladı, kahırlandım. Yazık ki ağlayamadım, ağlasaydım gözyaşlarım acıyı alıp götürürdü, ya küskünlüğü, onu da eritir miydi?
Ve babamdan küskünlüğüm, onun sağlığında değil, onu defnettikten sonradır.
Öyle bir kırgınlık ki, ne yaparsan yap geçmez, geçmiyor!..
Artık bu küskünlükten eser kalmadı, acısı eridi, zaman onu alıp deniz suyuna karıştırdı, sadece kederi kaldı.
Sokakta yürüyorduk: Annem, bizim “jensovet”[19 - Mahellede olup biten her şeyden haberi olan kadın için, mahalle kadın meclisi üyesi anlamında Sovyet yönetim sistemine benzedilerek kullanılmış bir ifade] komşumuz ve ben.
Birden annem durdu, rengi soldu, dudakları buz kesti.
– “Deli misin yahu!” komşumuz anneme doğru sesini yükseltti. “Üz kendini, çürüt ömrünü, kendini mahvet!… Ey deli, böyle birisi için insan kendini yer mi? Kendine bir bak, bak hele neye benziyorsun… Al bak!..” Komşumuz bir hamlede el çantasından küçük bir ayna çıkartıp anneme uzattı. “Al! Bak!”
Annem ise ileriye, önüne bakıyordu. Komşumuz da o tarafa baktı.
– İstersen bak şimdi gideyim, tekmeyle ona sırtından vurayım, Devirip onu bu ayaklarımla ezip geleyim!.. Gideyim mi? Niye bir şey söylemiyorsun? Gideyim? Haydi git de ve gör bakalım analar ne kızlar doğuruyormuş!..”
Annem susuyordu, beti benzi atmıştı. Sanki o anda yıkılacak, kalbi duracaktı… Eliyle göğsünü tuttu, son günlerde kalbi ona rahat vermiyordu, özellikle o günden sonra, çünkü babam…
Babam eve geç gelmeye başladı.
Sık sık sinirleniyordu, kavgacı biri olmuştu, annemi incitiyor, kalbini kırıyordu.
Birileri anneme onu sarışın bir kadınla gördüklerini söylemişti. Hatta kadının evini bile söylemişlerdi. Dedikoducu için mesele mi?..
Bir akşam babam eve dönmedi.
Seher vakti annem giyinip evden çıktı.
Gösterdikleri eve gitti.
Ve kapıyı çalmadan itekleyip açtı.
Babam ayaklarını yataktan aşağı sallandırmış kadife pantolonunu giyiyordu. Yatağın yanına çıkarılmış krom rengi çizmeleri pırıl pırıl parlıyordu. O ise… işte o kadın!.. Masaya kahvaltılıkları yerleştiriyordu…
Annemin kalbi çırpınmaya başladı, tekledi, sanki karanlık bir dünyaya düşmüştü.
Ve işte orada biz üçümüz o sarışın kadını görmüştük. O yürüyor, ben ise bizim “Jensovet”in ona nasıl yaklaştığını gözlerimde canlandırıyordum. O zamanlar gördüğümüz o kadının kim olduğunu bilmiyordum tabii. Babamın ölümünden bir yıl sonra annemin anlattığı, seher vakti kadının evine gidip orada altı dar şalvar pantolonunu giyen babamı gördüğü, hikâyeyi işittiğimde boğazım yandı, kahrımdan öldüm.
Acı, taş olup boğazıma düğümlendi.
Ne çare ki ağlayamadım çünkü yutkunamıyordum. Ağlarken yutkunmalısın ki boğazına düğümlenen kırgınlığı da yutabilesin…
Artık eser kalmayan ilk kırgınlığım. Onu yıllar alıp götürdü.
Benim bu kırgınlığımdan yalnızca keder kaldı. Tozlu, kederli bir sis. Yakından baktığım bir kitabı bürüyen yarı kapalı, beyaza çalan bir perde misali. Şimdi o kitaptan gözlerini biraz ayır; biraz uzaktan, gözlük camının artı “bir” yahut “bir buçuk” mesafesinden bak. O sis eriyip kaybolur, Kelimeleri açık seçik okuyabilirsin: “Bir varmış, bir yokmuş…”
VIII
– Sana bakıyorum: Yanakların tombul, dudakların dolgun, karnın tok… Sen de bana bakıyorsun. Hayatından memnun bakışların bana dikilmiş. Bakışların derindir, belki de düşündüğümden de derin.
– Ne demek istiyorsun? Açıkla!
– İşte!.. Gözlerinde bir huzursuzluk gezindi!.. Buna ben şahidim!.. Kendini beğenmişlerden nefret ediyorum.
– Biliyorum.
– Mademki biliyorsun, iyi dinle!
– Ne demek istediğini de biliyorum.
– Bilsen de diyeceğim!
– Neden? Yoksa içini mi dökmek istiyorsun?
– İstiyorum ki benim huzursuzluğum sana malum olsun, ağır bir taş olup yüreğini ezsin!
– Yüreğimiz demek ki bir değil!
– Artık birdir! Ancak önceden sana baktığımda tombul yanaklarını, koyu gözlerini gördüğümde yüreklerimiz aynı değildi. Sen bana bir yabancıydın. Ben uzak savaş gününü sana hatırlatmak istiyorum!.. Annene söylediğin sözler aklında mıdır?
– Benim ilk gaddarlığım!.. Şu anda bile anneme bu sözleri neden söylediğimi bilmiyorum.
– Hele anlat da duyayım!
– Mümkün değil !.. Anlatsam dilim tutuşup yanar!..
– Yazmak kolay mı sanırsın?! Sen miydin “Ekmeği yolda yemişsin” diye bağıran?! Sen miydin “Ekmeği böl” diye talep eden?!
– Hiç bilmiyorum o sözler dilimden nasıl döküldü!..
– Neden sustun? Konuş!
– O sözleri sana kim hatırlattı?
– Hep aklımdaydı.
– Tamam da neden özellikle şimdi bunu söylüyorsun?!
– Bilmiyorum.
– Acaba dün uykunda uzak savaş günlerine mi döndün? Evinizi mi gördün? Üstüne muşamba serili kare, büyük masa, muşambanın bir köşesi ütüden yanık, yüksek tavanlı odamızı güçlükle ısıtan gaz ocağı, yayları çıkmış ve yüzü yırtılmış yamalı sedir, sedirin üstünde oturan yorgun bakışlı annen…
– Sürekli rüyamda görürüm, ama dün gece görmemiştim.
– Acaba…
– Sebebini sorma! Önünde sonunda diyecektim bunu sana!.. O sözleri annene dedin, ya sonra? Sonra ne oldu?!
– Sen biliyorsun ya.
– Anlat!
– Annem şaşkınlıktan büyümüş gözlerini üzerime dikti. Heyecandan dudakları titredi. Nedense söylemek istediğini söyleyemedi, dudakları titredi. Birdenbire oda öyle bir sessizleşti ki ben korku içinde yerimden fırlayıp kalktım. Dediğim sözler beynimde yankılandı. Annemin bakışlarına dayanamayıp odadan çıktım, kahrım beni boğuyordu.
– Annen gerçekten de yolda o ekmekten bir lokma yemişti…
– Sus! Yıllar geçtikçe mahcubiyetimin yükü!..
– Şimdi nasıl?!
– Çok ağır!
– Acaba tokluktan şişmiş misin?! Karnın dolmuş mu?!
– O günleri geri getirebilseydim!..
– Keşke!
– Akşam eve döndüm. Annem beni bekliyordu. Yüzüme bakıp sakince ama kararlılıkla: “Ekmeği başkaları gibi bölersek ödüm patlar.” dedi. “Ben de bunu istemem!” dedim.
– Biliyorum, ama annem o gün ekmeği böldü! Kendi lokmasından senin payına…
– Sus, söyleme!.. Sen de biliyorsun ki ben o lokmaya ilişmedim!
– Aferin!
– Lokmayı anneme verdim.
– Alkışlar!
– Anneme yedirdim!
– Ha ha!..
– Bununla kendimi aklamak istemiyorum!
– Bunu beceremezsin de!
– Beni affet!..
– Kes sesini: O sözler bir kere söylendi!
– Annem suçumu bağışladı!
– Yoksa sen özür mü diledin?!
– Hayır.
– İyi de nereden bildin bağışladığını?
– Hissediyorum.
– Neden?
– Annem ömrünün sonuna kadar beni gözetti, ben…
– Yeter! Sus!.. Annen bağışlasa da ben bağışlamıyorum! Bağışlayamıyorum!.. Belki ömrünün sonunda, kalbinin durmasına bir saniye kalmış, vakti olsa, senin yaptıkların düşünce terazisinde tartıldığında bağışlayabilirim!.. Belki!.. Şimdi ise def ol git karşımdan!..
IX
İlk, önce…
Ve sonuncusu.
Demesen olmaz!
Gıpta ve haset!
Anında bende uyanan hisler. Ve her defasında taptaze.
Oğluma haset, oğluma gıpta…
Annesi var, sıcacık sesli, genç ve sağlıklı. Eli müşfik, bakışları düşünceli, sevgi dolu.
Anneme benziyor.
Annem gibi…
Ancak annem değil, o oğlumun annesi.

    [Aktaran: Yılmaz Özkaya,
    Kardeş Kalemler, Aylık Avrasya Edebiyat Dergisi,
    166, 2019, ss. 37-45.]

Zihne Asılı Sayıklamalar: “Kırıntılar”
Yılmaz ÖZKAYA
Türkiye Türkçesine “Kırıntılar” olarak aktardığımız “Adalar” adlı hikâye Çingiz Hüseynov’un 1980’de kaleme aldığı hikâyelerden biridir. Bu hikâye ile beraber yazarın o dönemde yazmış olduğu diğer hikâyeleri de aynı adla kitaplaştırılmıştır.
Hikâyenin muhtevası kahramanın çocukluğundan beri yaşamış olduğu hayatın hayal meyal kesitlerinden ibarettir. Bu kesitleri yazar kırıntılar olarak adlandırmıştır. Kırıntılar adını vermesindeki sebep bunların birer sayıklamaya benzetilmesi ve kahramanın da belirttiği üzere bu anıların sonunun hatırlanmamasına bağlanabilir. Yani kahraman için bu kesitler birer hafıza uçurumundan ibarettir. Eserin muhtevasını insanoğlunun dünyaya gelmesiyle beraber çocukluk ve gençlik evrelerini geçirdikten sonra orta yaş döneminde hatıralar vasıtasıyla geriye dönüp muhasebe yapması teşkil eder. Ama bu hatıraların bir bütünlüğü yoktur. Sadece kahramanın yaşadığı ilk duygulardan müteşekkildir ve hikâyemizin kahramanı bu hatıralarda en önemli yeri de annesine ayırmıştır.
Hikâye dokuz bölümden oluşmaktadır. Her bölümün hikâye kahramanı için özel bir yeri vardır. Birinci bölüm var oluş ve çocukluk hatıraları, ikinci bölüm anneye duyulan sevgi, ilk mutluluk ve sıcak yuva hasreti, üçüncü bölüm ilk keder, dördüncü bölüm ilk korkaklık, beşinci bölüm ilk kaygı, altıncı bölüm ilk öfke, yedinci bölüm ilk küskünlük, sekizinci bölüm yüzleşme ve dokuzuncu bölüm oğlu üzerinden annesi ile karısını karşılaştırma.
Eserin giriş, gelişme ve sonuç bölümü hatta bütüncül bir olay örgüsü yoktur. Bu yüzden kesit hikâyesi olarak görmek daha doğrudur. Kesit hikâyelerinde “olay örgüsünün önemi azaltılmıştır. Her şeyden önce olay örgüsü, özenle seçilmiş büyük olaylardan oluşmaz. Hatta çok açık çatışmalardan doğan büyük olaylardan ısrarla kaçınılır. Her zaman, her yerde ve her insanın yaşayabileceği günlük hayat içindeki alelâde olaylar tercih edilir. Okuyucuyu heyecana sevk edecek entrikalardan uzak durulur.” (Çetişli, 2016, s. 31) Her bölümde bir olay örgüsü var görünmekle birlikte kahramanın ağzından iç konuşma ve yer yer bilinç akışı yöntemleriyle hayatın akılda kalan çeşitli kesitleri anlatılmaktadır. Bu kesitler göstermeye dayalı anlatım tarzıyla kahramanda oluşan yoğun duyguları ifade etmek için kullanılmıştır.

İlk ses, ilk çığlık… Herkesin bildiği bir gerçektir, dünyaya gelenin çığlığı: Benim de senin de. Diyor ki ey cemaat, ey dünya ben geldim, sesimden beni tanıyın. Peki başka neler gizlidir? Yaz, yorumla, sil, tekrar yaz; uydurma mahareti. Nasılsa ne bilen var ne de konuşan (Hüseynov, 2020, s. 37).
Hikâye var oluşla başlar, bebeğin ana rahminden gerçek dünyaya gelişi ile. Bebeğin kendi sesini duyurmak ve kendini ispat etmek istemesi varlık sebebini izah eder. Kendini göstermek isteyen çığlık ile beraber akan gözyaşları sebepsizdir fakat insan büyüdükçe bu gözyaşlarının acılaşması gerçek hayatla yüzleşmenin de bir kanıtı olur. Ama yine de yaşayan hiç kimse doğumla beraber gelen bu ilk gözyaşlarını veya ilk gülüşleri hatırlayamaz.
Birinci bölüm kendi içinde beş bölümden oluşur. Bu bölümlerdeki çocukluk hatıraları yitip gidenlerin izlerinden ve karanlık hatıralarda kalan aydınlıklardan müteşekkildir. Hikâyenin kahramanı giriş kısmında bilinç akışı ile verdiği doğum sahnesinin ardından birinci bölümün temasını oluşturan çocukluk hatıralarından bahseder. Burada kahramanın zihnine asılı duran hatıralar bir sayıklama edasıyla verilir. İlk sayıklamada kahramanın amcası oğluyla yaşamış olduğu hatıranın şimdi yerinde yeller esmektedir.

Çay taşı misali odamızdan çıkıp kızıl kulesi görünen Aleksandr Nevski Baş Kilesi’nin sivri uçlu, ok misali demir milleri arasından dosdoğru kaçıyoruz… Artık ne amcaoğlum sağ ne o çit duruyor ne de baş kilise var. Deniz yuttu, kızgın alevler eritti, zaman yıktı (Hüseynov, 2020, s. 37).
Hafızada kalanlar artık yoktur. Geçmişte yaşanan güzel bir hatıranın figüranları kahramanın yaşadığı gerçek zaman diliminde yok olup gitmiş ve kahramanın ruh halinde karamsar bir hava yaratmıştır. Aynı zamanda hafızada ardı bir anda kesilen bir “uçurum” oluşturmuştur. Gösterme sanatına dayalı bu anlatımlar iç konuşma ve bilinç akışı yöntemleriyle verilmiştir. İkinci sayıklamada babasının köyden getirmiş olduğu alnı beyaz kuzunun kesilmesi ve tadının da hatırda olmaması yine bir “uçurum” olarak zikrediliyor. Uçurum kelimesi hikâyenin ilk bölümünde leitmotiv olarak gösterilebilir. Sözcüğün tekrarı hatıraların kırıntıya dönüşmesinde önemli bir rol oynamıştır. “uçurum” aynı zamanda yok oluşu da içinde barındırmaktadır. Çünkü sonraki hatırada “Sigara da yalan kibrit de; sadece fotoğraf gerçek. Bir de baba, çünkü hâlen sağ, oğlu ise dönülmez dünyasında…” gerçeklik; fotoğraf ve sağ olan babayla kendini gösterirken dönülmez dünyaya giden çocuk uçurumda kendi yerini bulmuştur.
İlk bölümün dördüncü ve beşinci hatırası çocukluktan kalan iki hatıradan ibarettir. Hatıranın anlatıldığı uzun pasajda uzun boylu, iyi yarı adamlar ve diğerinde kahramanın beşikten düşerek kum tanelerini yemesi akılda kalanlardır. Gramofon, milis karakolu ve lezginka oynayan uzun boylu, geniş omuzlu adamlar… Kahraman, milis karakolunda sandalyenin üstüne konmuş tabureye oturtulmuştur fakat kısa olduğu için ayakları taburenin ayaklarının bitiştiği çıtaya bile yetişmemektedir. Bu yüzden metinde sürekli tekrar eden “geniş omuzlu, uzun boylu erkekler” onun gözünde büyüdükçe büyümüştür. Onların oynadığı lezginka da kahramanın hafızasına bu zıtlık üzerine bir daha gitmemek üzere yerleşmiştir. Bu hatıralarda da yine anlatıma güç katmak için iç konuşma yöntemi kullanılmıştır. Kahraman anlatıcı gösterme sanatına dayalı olarak tasvirlerden yararlanmıştır. Bu bölümlerde mekân çok fazla tasvir edilmemiş ve bir dekor olmaktan öteye geçememiştir. Mekân tasvirleri de kaba hatlarıyla yapılmıştır.
İkinci bölümden sekizinci bölüme kadar kahramanın yaşamış olduğu birçok duyguyu ve bu duyguları ortaya çıkaran hatıraları görmekteyiz. Dolayısıyla bütün kırıntılar bu duyguları anlatmak için bir araç olarak kullanılmıştır. Asıl olan yaşanan olaylar değil, o olayların duyguları anlatmasıdır. İkinci bölüm kahramanın ilk sevincini anlatır ki hikâyenin genelinde verilmek istenen mesajın merkezinde anne ve yuva hasreti vardır. Bu bölümde anlatılan iki hatıra vardır. Hangisi kahraman için ilk mutluluktur bilinmez ama iki hatıranın da anneye bağlanmış olması burada mühimdir. İlk hatırada: Koşa koşa kucağına atlıyorum, beni tutuyor ve bağrına basıyor, kucağında götürüyor, sağlam, güçlü ve en yüce… Tek. Eşi bulunmaz. Yalnızca benim… (Hüseynov, 2020, s. 39). Anne, kahraman için eşi bulunmaz bir varlıktır. Bu durumu Jung’un “anne arketipiyle de açıklayabiliriz. Ona göre “çocuk psike’si üzerindeki etkilerin tek kaynağı kişisel anne değil, anneye yansıtılan arketiptir; bu arketip anneye mitolojik bir arka plan vererek ona otorite, hatta tanrısallık katar.” (Jung, 2005, s. 35). Çocuklukta anneye karşı bu bağlılık aynı zamanda Oedipus kompleksini de akla getirmektedir. Zaten hikâyenin ilerleyen bölümlerinde kahramanın babasına olan küskünlüğünün sebebi de annesine bağlanacaktır. Anne, kahramanın yaşamının her döneminde izler bırakmıştır hem hayatta iken hem de öldükten sonra. İkinci hatıra da anneye bağlanan sıcak aile hasreti ile alakalıdır. Eve giden uzun yolda yanlarından geçen trenin etrafa sıcaklık yayması, petrol kokusunun bile kahramanın içine sinmiş olması mutluluğun simgesi olmuştur. Aslında “ev” annenin sıcak kucağıdır kahraman için.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/anonimnyy-avtor/60-lardan-gunumuze-azerbaycan-hikayesi-69500047/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Henüz yaşlanmamış olanlar kastediliyor.

2
1.Arap atı cinsi 2.İyi beslenmiş at anlamında da kulanımı vardır.

3
Açık kestane renkli atlar için kullanılan bir tâbir.

4
Mâni şöyledir: Aziziyem kız kule, Yapılmıştır kız kule, Namert oğullar ölsün, Vatan için kız kalsın.

5
Dergide yayımlanan hikâye yeniden gözden geçirilmiş, bazı düzeltmeler yapılmıştır.

6
Mâni şöyledir: “Aziziyem kız kule, yapılmıştır kız kala, namert oğullar ölsün, vatan için kız kalsın.”

7
SSCB ülkelerinde tarım işleri ile ilgili tesis birliği olan kolhozlarda yaklaşık 10 işçiden sorumlu kişi. [ÇN]

8
Helva çeşidi. [ÇN]

9
SSCB ülkelerinde tarım işleri ile ilgili tesis birliği olan kolhozda yönetici. [ÇN]

10
SSCB ülkelerinde tarım işleri ile ilgili tesis birliği olan kolhozlarda yaklaşık 10 işçiden sorumlu kişi.

11
Hamurlu ve sulu bir yemek türü.

12
Zikreden, Meherrem Hüseynov (Hüseyinov, 2012, s. 88). Hikâyenin ilk varyantında kahramanların isimleri de farklıdır. Meher yerine Mehed, Güleser yerine Gülsüm isimleri kullanılmıştır.

13
Rusça anne kelimesinin kısaltması (mama).

14
Çelimsiz, sıska, cılız.

15
Sovyet döneminde polise verilen isim.

16
Dağıstan halk oyunu.

17
Emekçi insanların istirahati ile meşgul olan müessese.

18
“Kerbalayi” sözünün konuşma dilindeki formudur.

19
Mahellede olup biten her şeyden haberi olan kadın için, mahalle kadın meclisi üyesi anlamında Sovyet yönetim sistemine benzedilerek kullanılmış bir ifade
60′lardan Günümüze Azerbaycan Hikâyesi Анонимный автор
60′lardan Günümüze Azerbaycan Hikâyesi

Анонимный автор

Тип: электронная книга

Жанр: Историческая литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: 60′lardan Günümüze Azerbaycan Hikâyesi, электронная книга автора Анонимный автор на турецком языке, в жанре историческая литература

  • Добавить отзыв