Kadın Yazarların Kalemiyle Kadına Dair Hikâyeler

Kadın Yazarların Kalemiyle Kadına Dair Hikâyeler
Anonim


Çağdaş Kırgız Edebiyatından. Kadın Yazarların Kalemiyle Kadına Dair Hikâyeler

Türk Dünyasının
Güçlü Bütün Kadınlarına…


ÖNSÖZ
Çağdaş Kırgız Edebiyatı’nda kadın yazarlar tarafından yazılmış, her birinde gerçek hayattan bir parça bulacağınız, kadına dair hikâyelerden oluşan bu çeviri eserde kimi zaman bir anne, kimi zaman bir öğrenci, kimi zaman bir gelin, kimi zaman bir kardeş olarak karşımıza çıkan ve ortak noktaları kadın olmak olan Aydana, Nazgül, Patila,Umsunay, Uulbü, Şirin, Nazdan ve nicelerinin hikâyelerine bu çeviri eserde tanıklık edeceksiniz: İstemediği bir adamla evlenen, cefakâr hasta annesine ulaşmak için yanında küçücük çocuğuyla yollara düşen, kardeşine ve kardeşinin çocuğuna gözü gibi bakan, genç yaşta anne olan, şiire gönül veren, istemeden de olsa gençliğin verdiği heyecanla sınıf arkadaşlarını üzen ve çözümü zor durumlar yaratan… Kısacası hayatın her anında karşılaşabileceğiniz acısıyla, tatlısıyla sekiz hikâye… Çağdaş dönem Kırgız kadın yazarlarından Zinakan Pasanova, Cıpar İsabayeva ve Zülfira Asılbekova’ya ait Kırgız Türkçesinden Türkiye Türkçesine çevrilen Algaçkı Mahabatım “İlk Aşkım”, Ak Şoola “Beyaz Işık”, Tölgö “Kehanet”, Can Balam “Canım Yavrum”, SMS, “Kısa Mesaj”, Izakor Akın “Alıngan Şair”, Reket Kızdar “Kabadayı Kızlar”, Arman “Ukde” isimli hikâyelerden oluşan bu çeviri eser, içerisindeki hikâyelerle aile ve toplum hayatındaki kadını bizlere anlatmaktadır.

    Dr. İlknur BAYRAK İŞCANOĞLU

İLK AŞKIM

(CIPAR İSABAYEVA)
Ben o zamanlar on beş on altı yaşındaki genç idim.
Günlerden bir gün benden 6-7 yaş büyük Kabılbek adındaki kuzenim köyü kargaşaya verip komşu köyden bir kız kaçırıp geldi. Yeni yengem çok uzun süre ağlayıp burada kalmayacağım diye bağırıp çağırarak panik yaptı. Ama zavallıyı kimileri bir ileri bir geri iterken kimisi de:
– Yavrum, bu nasıl utanmaz kız, çekinmez? derken bir başkası da:
– Edepsiz! Terbiyesiz! laflar ederken bazıları da:
– Bırak, yapma kurban olduğum! Kız mutlu olacağı yere ağlayarak gelir! Biz de böyle gelmiştik, işte bak çoluk çocuğumuz oldu, hayatımızı devam ettiriyoruz. Öyle yap, yavrucuğum! deyip sevgi ve destek gösteriyormuş gibi yapıyorlardı. Hatta ağabeyimin alkolden sarhoş olan arkadaşları da gelinin kolundan sertçe tutarak:
– Şimdi bu yaptığın nedir ya?! diye korkutarak sonunda kalmasını sağladılar.
Bugüne kadar bunun gibi şeylere o kadar çok anlam vermezdim, kız kaçırmayı öylesine, doğal bir durum diye biliyordum. Bu sefer ise halk içinde gelenek haline gelen şu âdete içimden karşı gelip, yeni yengeme acıyıp durdum…
Ancak, yengemin sakinleşip sessizce oturup kalması beni de sevindirdi. Yengeli olmak kötü mü? Eve girip çıkıp yengeme bakıyorum. Fakat iki üç güne kadar yengemin yüzünü hiç göremedim. Üçüncü gün yengemi köşögö[1 - Yeni gelen gelinin ilk dönemlerde içinde uyuması için çekilen perde.]den çıkardılar. O kadar güzel ve nazik bir can ki! Hatta bana bile dik bakamadan yere bakıyordu. Sürekli bakarsan bembeyaz yüzü kırmızı olmaya başlıyor!
Ben yengeme hayran kalarak, gözümü alamadan sürekli ona bakar oldum. Benim bu hareketimi Kabılbek ağabeyim de fark etmiş olsa gerek, son zamanlarda bana kötü davranıp beni sevmemeye başladı. Her zaman iki ev bir aile gibi karışık yaşardık, şimdi evine gittiğime hoşlanmadığından:
– Ne oldu? Niye geldin? diye beni çabuk göndermeye çalışıyor. Ben de:
– Öylesine geldim. Olmaz mı? diye cevaplıyorum.
Evleninceye kadar gelip beni evimden alıp, koynuna alıp yatan, bir gün bile görmese özleyen ağabeyimin böyle çabucak değişip ilgisiz olmasına hem şaşırdım hem de küstüm.
– Bu Kabılbek’in delirdi! diye anneme gelip şikâyet ettim.
– Ne oldu yavrum? dedi annem de şaşkınlıkla bakarak.
– Evlenince böyle mi olmak gerekiyor! Niçin geldin? Evine git! diye… Gitmesem kurtulurum değil mi?
– Yeni evlenenler baş başa kalıp, rahat rahat eğlenmek istiyorlar, yavrum! Harareti geçinceye kadar böyle yapar, ondan sonra ağabeyin nereye gidecekti ki?
Ondan sonra küstüğümden uzun bir süre evine gitmedim.
Günler geçiyordu. Ama benim bütün derdim Kabılbek ağabeyimin evi tarafındaydı. Aslında ağabeyimin kendisini de özlemiştim.
Bir gün dersten gelirken, nedenini bilmem ama onların evin önüne geldiğimde ayaklarım oldukları yerde durdu kaldı. Ağabeyimin evine dönüp dönüp baktım. “Nasıl gireceğim?” diye düşünürken, Allah’tan yengem de su alıp geliyormuş. Beni görünce çocuk gibi sevinip, yüzünde bir ışıkla gülümsedi:
– Ayy, çok iyi olmadı mı, şımarık çocuk! “Suyu götürmeme yardım eder misin?” dedi. Yengemin hâline bakıldığında öncekine göre biraz açılmış, yeni evine alışmış görünüyordu.
– Bizimkine neden gelmiyorsun? dedi ondan sonra. Sürekli yalnız oturmaktan çok sıkıldım. Sık sık gel olur mu?
“Tamam” der gibi başımı salladım. Ondan sonra dersten çıkınca hemen onların evine gidiyorum. Ağabeyim o saatlerde işte olduğundan korkmadan giriyorum eve. Yengem ise beni gördüğünde her zamanki gibi seviniyor, gülümseyerek sofra hazırlıyor. Ben de epey büyük insan gibi, bütün hareketlerini gözümü alamadan izleyip oturuyorum.
– Derslerin nasıl? diye bana bakmadan yavaşça soruyor.
– Güzel! diyorum. Ama sonraki günlerde yengeme her baktığında kendim de çekinip yüzüm kızarıp yanacak oldu. Yengem de bu hareketimi fark etmiş gibi benden eskisi gibi çekinmemeye başladı. Giderken beni kapıya kadar uğurlayıp:
– Güle güle git. Sık sık gel, tamam mı? diye candan söyleyip, hatta şımartarak saçımla oynuyor. Gelirken su ile ıslatarak zorla düzelttiğim saçlar böylelikle dağılıp kalıyor. “Beni küçük çocuk gibi görüyor” diye yaptığına içimden teessür ediyorum.
***
“Çabucak büyüyüp çabucak ben de evlensem” diye ister oldum artık. Hatta gelecekteki eşimi hayal edip hayalimde yengem gibi birini aramakla uğraşıyorum. Ama bana inat ediyormuş gibi sınıfımdaki, okuldaki hatta köydeki hiçbir kız ona benzemiyor!
Böylece zaman geçerek benim de çocukluğum uzaklarda kalmaya başladı. Karakterim de öncekinden anlamlı derecede değişip, ağırbaşlı birine dönüştüm. Bu durumu kendim de fark ettim. İçimden bu hâlimle gururlanıp, büyük insanları taklit edip ciddi konuşarak yengemin gözüne girmek istedim.
Beni şaşırtan ilginç bir şey de son zamanlarda ben, abimin kendisinden Aydana yengemi kıskanmaya başladım. Belki de o da benim gibi yengeme acıyıp kıymetini bildiğinde böyle olmazdı. Mümkün! Bazen çok ağlamaktan yengemin gözleri kızarıp şişip hatta yüzü morarır oldu. Benim içim yanıp ona acıyarak bakıp kaldığımda, yengem:
– Öyle… Düştüm! diye kaçar giderdi. Abime çok kızardım! İki yumruğumu sıkıp, hemen ağabeyimi yere basıp ona vurasım gelirdi.
Aslında ben o zamanlar ilk ve en saf aşkımla karşılaşmışım. Kim bilmiş onu! Bilse bir Kabılbek ağabeyim bilmiştir ya da rahmetli yengem bilmiştir. Kendim bilmiyordum. Her şeyi çok geç anladım!
***
Zaman sessiz sakin geçiyordu. Yengem ayı günü dolup daha da güzelleşti. Hamile bir kadının bu kadar güzel olduğunu o zaman gördüm.
Yaz mevsimiydi. Bu mevsimi hâlâ çok severim. Ayrıca köyün gece vakitlerindeki güzelliğini de söyleyeyim! Serin, temiz hava çok hafifçe yüzünü okşayarak esiyor, tatlı hayallerle gönlü heyecanlandırıp duyguları gıdıklıyor. Ayrıca ot toplanan yerin üstüne çıkıp parlayan yıldızları, ayı izleyip hayal kurmak benim için en büyük mutluluktu. Ayrıca kimse beni rahatsız etmiyor. “Şunu getirir misin, bunu getirir misin?” diye sürekli işveren annem de.
Hepsinden güzeli yengemlerin evi de buradan avucunun içindeymiş gibi net görünüyor. Çoğu zaman o tarafa dönüp yengemin girip çıkmasını izliyorum. Akşamleyin korkarak dışarı çıkıp tekrar içeri girmeye acele eden yengemi gözlerimi alamadan koruyormuş gibi takip ediyorum. Aniden biri çıkıp yengemi korkutacak olursa… Acele etmesin! diyorum hayalimde. O eve girdikten sonra dönüp sırtüstü yatarak tekrar gökyüzünü izliyorum.
Orada yavaşça hareket eden ay ileri gidiyor.
İyi bir şey bulmuş gibi, bir anda sevindim! Gökyüzündeki gülümseyerek gelip bulutlara gizlenip kalan bembeyaz ay bana yengem gibi göründü. Bütün düşüncelerim tık diye durup aya bakakaldım! Gerçekten! Gerçekten de ay benim yengeme çok benzemiyormuş! Yaşa! Baksana! O da tıpkı yengeme benziyor, bembeyaz yüzünü hafif “çil” basmış. Hatta hüzünlü bakıp sonradan yavaşça ilerliyor. Ben bundan sonra adıyla da benzeyen Aydana yengeme sadece ay diye ad verdim. “Benim ayım” denen söz, iç dünyamın utangaç ve derin yerinde yaşıyordu. Bazen de hiç kimseye duyurmadan, içimi doldura doldura bu sözü söylerdim.
***
Bir gün okuldan gelirken eve uğradım ama yengem yok! Evden dönüp çıkarken önümü keserek çıkan ağabeyim:
– Küçük aptal! Çok güzel haberim var, erkek kardeşli oldun! Demesin mi?!
Ne diyeceğimi bilmeden, sevincimden ağabeyime bakıp kaldım, sonradan:
– Ura! Yaşasın! diye çantamı üzerimden uzağa atıp sevincimden göğsüm yarılacak gibi oldu. Hatta onun “küçük aptal” demesine de önceki gibi alınmadım. Acelemden:
– “Adını ne koydunuz?” demek yerine:
– Adı neymiş? deyivermişim. Onu kendim bile fark etmedim! Ağabeyim, önceki âdetince gülmekten yıkıldı. Allah verdi ona!
– Neden gülüyorsun? dedim ben bozulup.
– Ey, avanak! diye ağabeyim alnıma tıklattı da: – Adını da birlikte doğuracak mıydı?!– dedi.
Sessizce içimden utandım. Ağabeyimse:
– Şimdi ikimiz birlikte gidip gelelim olur mu?– dedi-İstersen, adını kendin koy tamam mı?
Çok sevindim. Bu benim hayatımdaki ilk bebeğim ve kendime aldığım en birinci sorumluluk idi:
Ağabeyim ikimiz de bu sefer daha önceki gibi yakın olduk, bir süre birbirimize sarıldık. Bu sevinç ikimizi tekrardan bir araya getirip kırgınlığımızı bitirip gönüllerimizi ağartıverdi.
İki katlı doğumhanenin önüne geldik. Ağabeyim yerden ufak bir taş alıp attığı zaman “tık” edip pencereye değdi, diğer taraftan “Kimimize geldi ki? der gibi çocuk taşıyan gelinler bir bakıp sonra kayboluyorlardı. O sırada en uzaktaki pencereden yengemi gördüm. Bebeği oyuncak bebek gibi sarıp elinde tutuyordu. O ise yüzünü başını kırıştırarak dudaklarını büzüştürüyordu. Yengem ise ona içi gidip bir şeyleri mırıldamış oluyor. “Baban ile ağabeyin geldi, baksana oğlum!” diyordur. Sonra bize doğru bakıp elini salladı.
Camın arkasında bembeyaz bir başörtüsü örtüp, tamamen değişik, mutlu bir şekilde gülümseyen yengem daha öncekinden de güzelleşmişti. Ben onu şimdi yenilenen, annemin söyleyişiyle “yeni doğan” aya benzettim. Düşüncelere daldığım bir anda ağabeyim:
– Ne düşünüyorsun?! Yürümeyecek misin! dedi. Gerçekten kendime gelip bu davranışım için de utandım. Ağabeyimin az önceki neşeli hâli gidip sinirlenmeye başlamış. Sessizce önünde yürüdüm.
Dersten sonra doğruca doğumhaneye gidecek oldum. Yengem de o saatlerde beni bekleyip pencerenin arkasında duruyor. Bir gün aklıma bir şey geldi. Yengeme hediye alasım geldi. Akşam annemden para istedim. Hayatımda ilk kez annemden para istemiştim .
– Ne yapacaksın? annem şaşkınlıkla sordu. Yere bakıp, sessizce kaldım. O zaman üst sınıfın öğrencilerinin küçüklerden haraç almaya başladıkları zamandı. Annemin aklına hemen o gelmiş:
– Çocuklar mı korkutuyor?!– dedi.
– Hayır! Ben küçük çocuk muyum? dedim utanarak.
– O zaman parayı ne yapacaksın?
Sonradan ayağımın ucu ile yeri kazarak:
– Şey…o…. bir kıza hediye alacaktım… dediğimde annem gülmeye başladı.
– Ne hediye alacağını biliyor musun? dedi sonra. Düşünsem hakikaten de ne hediye alacağımı bilmiyordum. Bilmiyorum anlamında boğazımla “ıhı” diye ses çıkardım. Annemin çok gülesi geldi ama bana göstermemeye çalışarak gülümsedi:
– Tamam yavrum, ama ne alacağını konuşalım olur mu? – dedi. Çok sevindim. Annemi çok, hatta öncekinden de çok sevdim, bazı anneler gibi kavgacı olmadığına, anlayışlı olduğuna sevindim. Daha ilginç olanı, benim Ay yengem de anneme benziyor…
Dükkâna gittim de annemin söylediği gibi parfüm aldım. Ama annem “Öğrenci kız olsa gerek, iyi bir kitap al.” dedi, onun yerine de efil efil bembeyaz bir başörtüsü alıp, doğumhaneye doğru yola koyuldum.
Hediyeyi kapıda bekleyen görevlilerden birinden gönderdim. İçimden sevinip, içim içime sığmayıp ayaklarım yere basmadan, havada uçuyormuş gibi hissediyorum. Hatta içimden kendimi onun eşi gibi hayal edip, seviniyorum. Bu düşüncelerimi birileri hissedecekmiş gibi yanımdan geçenlerden utanıyorum…
Bir ara yengem pencereye geldi. Geldi de her zamanki gibi nazikçe gülüp beyaz kağıda: “Teşekkürler” diye harfleri büyük büyük şekilde yazıp gösterdi. Yengemi mutlu ettiğim için kendim de sevindim. Bir ara baktığımda yengem başörtüsünün ucuyla gözyaşını siliyor gibi göründü! İyice baktığımda, gerçekten de ağlıyordu!…
***
Kabılbek ağabeyimin annesi ve babası vefat ettikten sonra, gencecik dul kalan annem iki eve de bakıyordu. Şimdi de onlarınkine sık sık gidip küçücük “Ulan”ı banyo yaptırıyordu. Yengem de bizim her geldiğimizde sevinip:
–Anne baksanıza! Oğlunuz Azamat amcasına benziyor! diye bebeği daima bana benzetirdi. Azamat amcasına çekse diye söylediğini çok duyardım.
Belki de o sadece benim gönlümü almak için öyle söylemiştir veya gerçekten de büyüklük merhametiyle sevip, gerçeği söylemiştir? Bilmiyorum. Büyük derken yengem benden o kadar da çok büyük değildi, ikimizin arasında olanı iki üç yaştı. Ama yengem Kabılbek ağabeyimin söylediği gibi “gözü haramda” da, “hoppa düşünceli” de, “hafifmeşrep” de kadın değildi, dağın kaynak suyu gibi berrak, tertemiz bir candı!
Bir gün her zamanki gibi dersten çıkıp eve giderken yolda yengemle karşılaştım. Su taşıyordu ama bu sefer beni gördüğünde sevinmedi! Hemen aceleyle hızlı hızlı konuşup, benden kurtulmak istiyormuş gibi:
– Dersler iyi mi? İyi ha, yaramaz çocuk! Ulan ağlıyordur… diye hızla yürüyüp aceleyle evine girdi. Onun girmesiyle birlikte avludan yengemin güçlü bir çığlık atması sonra ard arda kovaların takırdaması duyuldu ben aklımı toplayana kadar avlunun kapısını “küt” ettirerek tekrar açıp Kabılbek ağabeyim dışarı fırladı! Anlaşılan, ben geldiğimden beri ağabeyim ikimizi gizli takip ediyordu. Nedendir gördüklerime inanmadan aklım başımdan gitti. Önümde göğsü kocaman açılmış, gözleri kızarmış, iki yumruğunu sıkıp titreyen Kabılbek ağabeyim geliyordu! Geriye çekilir gibi yaptım.
– Dur!!! dedi bağırarak. Durayım desem, tuttuğu yerde sağ bırakmayacağa benziyor.
– Ne yaptım?! Dedim geri yürüyerek.
– Dur diyorum!!!
Ben artık ondan iyilik beklemiyordum. Onun her hızlandığında ben de hızlanarak sonra geriye bakmadan kaçtım. Her ne kadar koşsa da sarhoştu, bana ulaşamadı. Ama ondan sonra onların evinin yanından da geçemedim, etrafını dolaşıp geçiyordum.
Ancak ağabeyimin orantısı olmayan kıskançlığıyla sarhoş olması arttı. Sonra annemin söylediğine bakılırsa ağabeyim sadece benden değil, yengemi komşularından hatta sadece sokaktan geçen birilerinden kıskanıyormuş. Onların evinden sadece ben değil, onu bilenlerin hepsi uzaklaşmış, etrafını dolaşıp geçer olmuşlar.
– Her zamanki gibi bir gün otun üstüne çıkıp ağabeyimin evinin olduğu tarafa doğru göz gezdirdim. Önceki gibi olmayıp, bebeğin örtüsünü-bezini yıkayıp serip hızlı hızlı girip çıkan yengemi izleyip bununla mutlu olup hayallere dalıp bir ara içim alt üst olmuş gibi yüreğim kabardı, ağlayasım gelmiş gibi, gönlümün uçuşmaya başladığını hissettim. Eve girip:
– Anne, işte şuram bir acayip oluyor! Diye anneme göğsümü göstersem:
– Kurban olduğum! Bu da neyin nesi? Gel bakayım?diye uzun süre elini göğsüme koyup sıcaklığını geçirip oturdu.
– Nedendir bilmem, ağlayasım geliyor desem:
– O da nesi? Birileri üzmedi değil mi?! Diye endişelenip, bir anda onun aklına bir şey gelmiş gibi hastalığın adını arayan şifacı gibi:
–Söylesene, önceden senin hediye verdiğin kızla nasıl gidiyor? Dedi usulca.
Bu söz hakikaten yüreğimin sızlayan yerine gidip değmiş gibi oldu. O kadar çok ağlayasım geldi ki, gözlerime sıcak yaşlar dolup damla damla akmaya başladı! Annemin de yüreği sızlamaya başladı sanki. Ben bunu onun değişen yüzünden anladım. Her ne kadar bana göstermese de, sesi bu sefer farklı bir şekilde çıkıp:
–Senin geleceğin daha önünde oğlum- dedi. Bana merhamet ediyor gibi saçlarımdan koklayıp – henüz hayatı bilmiyorsun! Delikanlı olacaksın, yavrum. Her şeye hazır olup kuvvetli olman gerek. Başına acı da tatlı da günler gelecek… Çok üzülmek de çok sevinmek de olmaz. Yoksa kalbin dayanır mı?!
Ama benim kalbim beni kandırmamış! Bu olaydan çok geçmeden bizim köyde, bizim hayatımızda, benim yüreğimde hiçbir zaman geçmeyecek, unutulmaz üzücü bir olay, en büyük kayıp, felaket oldu!
Akşamın hangi vakti olduğunu bilmiyorum. Çoktan derin uykuya dalmışım. Bir anda birisi gürültülü koşuşturarak kapıyı bulamıyormuş gibi bizim evi iki üç kez dolandı da daha sonra kapıya, pencereye sertçe vurmaya başladı.
–Bu kim?! Diye annem hızla yerinden kalktı.
–Anne, benim! Aç! Diye kapıyı tekrar tekrar yumruklayan Kabılbek ağabeyimdi. Biz onu sesinden tanıdık.
– Hayırdır inşallah! diye söylenen annem telaşla kapıyı açtı.
Bir fenalık olduğunu hemen anladım!
Kalbimin atışı artıp, içimde dağ titriyormuş gibi hissettim.
–Anne! O!.. O!.. Diye zaten de sarhoşluğu henüz gitmemiş ağabeyim neler olduğunu söyleyemeden, olduğu yerinde bir dönüp yere düştü. Sonradan başını tutarak oturup bağıra bağıra ağladı.
–Gitti mi?! – dedi annem. Onun sesinde “Allahım, inşallah böyle olmuş olsun! Bundan daha beterini gösterme, kurban olayım?!” diyen bir anlam vardı.
O gün de sarhoş olup kendisi de hâlden düşünceye kadar yengemi dövmüş. Uyuduğu zaman da yengem çocuğu alıp baba evine gitmiş. Sonraları aklı başına gelip eşini çocuğunu bulamayınca da ağabeyim anneme gelip ikisi birlikte gidip alıp geldiler. Zavalllı yengem “Gitmem” diye ısrar etmişe benziyor. Annesi de “İçime sığan çocuk dışıma da sığar!” Anne sütü henüz ağzından gitmemiş çocuğu kaçırıp, mutluluğuna engel oldunuz! Zavallı, yetim çocukmuş zor olsa da düzelir, insan olur dedik, ama bu ahmak olarak kaldı! Şu kızın yüzüne bir bakın! Vücudunun bir yerinde sağlam yeri yok! Sizin eve gittiği günden beri yüzünden morarıklık gitmedi. Bizim görmediğimiz bilmediğimiz ne kadar?! Haydi gidin, kurban olayım! Bildiğinizi yaptınız, şimdi de ben karışmam, vermem kızımı! diye sert çıkışmış. Zavallı annem de her ne kadar yalvarıp yakarıp, göğsüne vurup sonunda olmayınca da:
“Babasıyla annesi hayatta olduğunda bu ahmak böyle olmazdı?! Ben de bunun gibi sözleri duyup burda oturmazdım. Allahın yazdığı buysa, elimizden ne gelirdi! Öyleyse gidelim yavrum!” diye gerçekten üzülerek ağlamış. Ağabeyim de hıçkıra hıçkıra ağlayıp:
– Yemin ediyorum, başka içki içmeyeceğim! Anne baba beni affediniz?! Ben Aydanasız yaşayamam! diye dört büklüm düşüp özür dileyip kaynatasının ayaklarına kapanıp ağlamış. Sonunda anne ile çocuğa Allah’ın merhemeti geldi mi:
–Gönder, kızını!– demiş yengemin babası karısına kızarak. – Evlenen kız çitin arkasındadır!” Evlendi mi kolaylıklarına da zorluklarına da katlanarak yaşasın! Bundan sonra da kızın evine ağlayarak gelmesin!
Bu durum annemlerin hoşuna gitse gerek. Zavallı yengem:
–Baba, beni böyle kovuyor musunuz? Diye babasından bir şefkat bekleyip hüngür hüngür ağlamış. Babası umursamamış gibi ses çıkarmamış. Sonunda babasının evine sığmadığını anlayan yengem çıkıp giderken:
– Baba beni affediniz, bu eve bir daha ağlayarak gelmeyeceğim! Sadece cesedimi getirirsiniz, demiş.
Annem bunları düşündü galiba. Çünkü ağabeyimin hâli ve tavrı bu kez tamamen başka idi! Bir ara aklına bir şey gelmiş gibi ağlamasını durdurup yerinden hızla kalktı ve hızla koşarak gitti! Annemle ikimiz arakasından koştuk. Ay aydınlıktı. Nedendir ağabeyim evine girmedi, kapının yanına geldiğinde “küt” diye durdu da dönüp aşağıya doğru yöneldi. Sanki onu birisi tutuklayacakmış gibi büyük adımlarla koşarak gidiyordu! Annemle biz aklını yitirmiş insan gibi onun şekli gözümüzden kayboluncaya kadar durduğumuz yerde kalmışız. Bir anda annem aklına bir şey gelmiş gibi acele edip avlu tarafa koşturdu. Ardından ben de girdim! Girdiğimde sanki birisi kafama vurmuş gibi aklım sersemleşti, kulaklarım çınlayıp gören gözüme inanamadım, bayıldım! Annem, Aydan yengeme bakarak koştu! Yengem, zavallı yengem! Pencerenin dibindeki yaşlı ağacın uzun kalın dalında sarkıyor, bembeyaz içliğini de rüzgâr sallıyor, kunduz gibi gür saçı da dizine kadar yayılmış asılmış duruyor! Yerde insanların oturduğu tabure devrilmiş duruyor.
Annem yengemin çoktan can verdiğini bilmiş gibi bağırıp çağırarak ne yapacağını bilemeden ileri geri yürüyüp, komşuların kapılarına pencerelerine vurmaya başladı.
Bir anda toplanıp gelen halk yengemi çözdü. “Vücudu çoktan soğumuş” dediler. Ambulans da haykırmalar boyunca uçarak gelip tekrar gitti. Ondan çok geçmeden görevliler de gelip işin aslını sorup annem ve ikimize ve başka kişilere de imza attırdı.
Bir anda aklıma Ulan geldi! Eve hızlıca girdiğimde bebeğim beşikte belenip yatmakta. Ara ara girip bebeğin nefes almasını dinledim. Benim geldiğimi hissetmiş gibi derin derin nefes alıp uykusundan uyanıp sonra tekrar uyuyakaldı. Yastığı, yorganı vıcık vıcık tere bulanmış. Bayağıdan beri ağlamışa benziyor, çok yorulduğundan uyumuş olsa gerek. İçim içime sığmadan bebeğimin beşiğini kucaklayıp sesim de yaşım da çıkmadan katıla katıla ağladım.
Bu olaydan çok geçmeden yengemin akrabaları gelip cenazeyi alıp gittiler. Toprağa verildiğinde annemle ikimiz de oraya gittik. Anneme o kadar çok üzüldüm ki. Dünürlerinin önünde yere bakıp utanıp kaldı. Giderken de cesaret edemeyip Ulan’ı sordu.
–Alın! Dedi dünür çığlık atıp ağlayıp Ulan’ı, hoşnutluğu da yokmuş gibi –Alın gidin! Allah bir daha göstermesin sizleri! Ay, Allahım ay! Çocuğum bir çocuk gibi çocuk olsaydı, on gülünden biri açılsaydı, Zavallı!..
Zavallı annem, yol boyunca sanki biri alıp kaçıracakmış gibi bebeğimi bağrına basıp gözünün yaşını akıtıp eve kadar ağlayarak geldi!..
Şimdi Ulan on beşine geldi. Yengemin söylediği gibi annem de onu bana benzetiyor. Ağabeyim ise gidişinden beri tekrar dönmedi!.. Ben ise hâlâ o güne kadar yüreğimin aya benzer prensesini arar dururum.

BEYAZ IŞIK

(ZİNAKAN PASANOVA)
“Annen çok hasta. Çabuk gel.” diye iki satır söz yazılı kağıt Patila’nın eline akşam geç saatlerde geçti. Onu Oş’tan gelen son otobüsteki yolcular bırakmışlardı. Bu köye, düğünün ve ölümün haberi çoğunlukla bu otobüsle gelir. Onun için büyük şehrin karışık otogarının bir kenarında “Savay” adlı kasabaya giden otobüse çıkıp “İşte bu kağıdı şuna veriniz.” demek yeterlidir. Böyle emanetler asla kaybolmaz.
Patila üçe katlanmış kağıdı daha açıp okumadan yüzü solgunlaştı, bayılacak gibi oldu. Bundan yarım yıl önce de kocasının yolda trafik kazasından öldüğü haberini de böyle üçe katlanmış kağıttan akşam geç saatlerde almıştı. Aklına hemen bir fenalık geldi. “Annem?..” Şehirde tek başına yaşayan yaşlı annesinden başka yakını da yoktu. Kağıdı açmaya gücü yetmedi. İçinden: “Kurban olayım Allahım, bana merhamet et. Benim gibi talihsize şefkat et?!” Ama büyük Allah da onu kaderin acımasız buyruğundan korumamıştı. “Annen çok hasta…” Bu soğuk haberi okumasıyla ayak altından yer kayıyormuş, üstüne dağ devrilmiş gibi oldu. Korkudan yüreği sıkıştı. Nutku tutulup gözyaşı da çıkmadı. Annesi…
Oş’ta oturan annesini son kez kasımın başında görmüştü. Ondan bir gün önce birdenbire çok şiddetli kar yağışı ile soğuğa daha alışmamış insanların eli ayağına dolaşmıştı. Kocasını kaybettikten sonra henüz toparlanamayan Patila kışlık hazırlığını daha yapmamıştı. Ancak bir günün içinde kış başladı. Buz gibi soğuk evinde dört yaşındaki oğlunu yorganlara sarıp çaresiz oturuyordu. Yoğun kar altında kalan köy de sanki kimse yokmuş gibi sessiz idi. Öğleden sonra avlunun ağaç kapısının gıcırdayan sesi duyuldu. Pencereden ağaç yüklediği el arabasını kapıdan sokmak ile uğraşan annesini gördü. Hemen koşup çıkan Patila, ikisi sessizce arabayı avluya sokmak için bir süre uğraştılar ve zorla soktular. Annesi eve girip, ayağını elini açıp oturduktan sonra gelişinin nedenini söyledi “Dün sabah kalktığımda kar yağmıştı. Odunu yok, kışa hazırlıksız, küçük çocuğu ile ne yaptı diye seni düşünürek çok üzüldüm. Elma bahçesinde üç tane ağaç kalmıştı. Onları akşam kesip parçalara ayırdım. Bugün sabah erkenden odunları arabaya yükleyip yola koyuldum. Araba kiralayayım dedim ama bir hayli fiyat söylediler. O kadar para nerden… Allah’ın yardımıyla çok yavaş olsa bile sonunda geldim.” Demişti. Zorlanmasına rağmen. Yas tutmakta olan Patila bunu duyar duymaz haykırarak ağlamaya başladı. Kocasının yokluğunu hissedip yaşlı annesine muhtaç olduğuna çok üzülüp ağladı. Ona acıyıp bir günlük yolda yürüyerek zorlukla odunu el arabası ile alıp gelen annesine çok üzülüp ağladı. Annesi de ona katılıp sessizce ağladı. Ertesi gün yaşlı kadın yorgunluktan kalkamayacak hâldeydi. Kızının evinde iki gün zar zor kaldı da üçüncü gün ise “Tavuklarım aç kaldı.” diye şehirdeki evine gitmeye sabırsızlandı. Evine dönerken avludan on adım kadar uzaklaştıktan sonra dayanamayıp tekrar oturup duasını okudu. O zamandan beri de annesini görmemişti.
Patila kendine geldikten sonra telaşa düştü. Şehre hemen gitmesi gerekiyordu. Belki de henüz geç değildir. Tedavi olursa iyileşir belki. İğne deliği kadar küçük de olsa bu umutla karı yarıp geçip komşusunun evine hızla ulaştı. Orta yaşlardaki karı koca küçük odanın ortasındaki demir sobanın etrafında çocuklarıyla gamsız kedersiz oturuyordu. Sadece odun yakılan demir soba gürleyerek yanmakta ve etrafına sıcaklık yaymaktaydı. Çok karlı kışın akşamında kendi kendilerine zaman geçirip oturan ailenin gamsız hayatını gören Patila’nın acısı katlandı. Kendisinin şimdiki kaygısını, erkeği olmadığı için bereketi kaçmış evini, dul hayatını, oğlunun artık babasız büyüyeceğini üzülerek düşündü. Onun beti benzi atmış hâline bakıp kalan evin erkeği endişeyle sordu:
– Oy, gel, gelinim! İyi misin?
– Ağabey, annem çok hastaymış. Şimdi haber geldi. Hemen gitmezsem olmaz. Arabanızla götürebilir misiniz? Çok fena sıkıntıdayım.
– Aman, zavallı diye karı koca gelinin başına gelenlere üzüldüler. Sonra teselli ederek konuştular:
– Dur hele, üzülme. Belki biraz rahatsızlanmıştır.
– Annen güçlüdür. Hemen fena düşünme.
Laf arasında “Ne dersin?” der gibi karısı çaktırmadan kocasına baktı. Kemeri ile ayakkabısını çıkarıp rahatça oturan erkek gözlerini iki kadından da kaçırdı. Sıcak sobanın yanında ısınıp oturan ılık yerinden kalmak istemediği anlaşıldı. Kararsız pencereye baktı. Hava kararıp gece olmak üzereydi.
– Üzgünüm, gelinim. Maalesef arabam biraz bozulmuştu. Yolda bozulup geceyi tarlada geçirmeyelim. Sabah erkenden götüreyim, olur mu kurban olduğum, dedi komşusu suçluluk dolu bir sesle.
– Tamam… Patila fısıldayarak konuştu.Ondan başka ne diyecekti ki. Dışarı çıktığında daha başka kimin arabası var diye düşünüp durdu. Aklına uygun hiç kimse gelmedi. Kocasıyla akrabalığı olan komşusundan sonra hayal kırıklığına uğrayan gelin başka birine daha sormaya cesaret edemedi. Evine doğru çaresizce zar zor yürüyordu. Biraz önce ağlayarak peşinde kalan oğlu kapının ağzında hâlâ içini çeke çeke ağlıyordu. Onun bu ağlayışı Patila’nın taş gibi olan yüreğini yumuşattı. Oğlunu bağrına basıp hüngür hüngür ağladı. Küçücük de olsa, derdini paylaşabildiği bağrına basıp ağlayabildiği bir canlı vardı değil mi. Kendi canının bir parçası olan evladı ona sarılarak gerçekten de destek oldu. Ağlarken bu oğlu büyüyüp, kendi ayaklarının üstünde durana kadar hayatın bütün darbelerine kıpırdamadan dayanmaya sorumlu olduğunu düşündü. Bu düşünceyle güçlendi mi yoksa içi boşalıp yavrusunun kokusuna yumuşayı mı verdi, gelin ağlamasını kesti. Aklını başına alıp, ne yapacağını düşündü.
Şimdi sadece bir çare var. Yayan gitmek gerek. Şehre kadar ki yolu içinden kestirdi. Durmadan yürürse dört beş saate varacaktı. Oğlunu düşündüğünde içi acıdı, sonra “kucağımda taşıyacağım” diye yüreklendi. Kocasının kürkünü giyip oğlunu da kucağına alacak. Yaşlı annesi bile hasta olmasına rağmen o kadar uzak yoldan el arabasındaki odunu yayan yürüyerek getirmişti. Bunu hatırladığında gelin bir karara vardı. Tehlikeli olduğunu bildiği hâlde yola çıkmaya hazırlandı. Eline geçen bir iki kıyafetiyle birlikte parasını aldı da evinden çıkıncaya kadar acele etti.
– Anneanneme mi gidiyoruz? Diye sevindi çocuk. O büyüdüğünden beri sık sık gidip geldiği şehir tarafındaki çakıllı taş yolu tanıyordu. Çok katlı evleri olan karışık şehirde yaşayan anneannesinin hayatı ona çok acayip gelirdi.
– Evet, oğlum. Anneannen hastalanmış. Gidip gelelim, dedi Patila elini tutarak hızla yürüyen oğluna sevinçle bakarak. İnsan olmak bu işte. Gündüz ılık vuran güneşe karşı biraz eriyen yolun karı akşamki soğukta tekrar donup sertleşmiş ve yürümek için kolay hâle gelmişti.
– Neresi ağrıyor? Ben öpersem iyileşir mi?– dedi çocuk kendi kendine inanıp.
– Öyle, oğlum dileğine kurban olayım senin. Anneannen bizi görünce iyileşir.
Gelin karanlıkta tenha yolu aydınlatası gelip çocuğu ile konuşarak yürüyordu. Daha köyden çıkmış değillerdi. Kara gömülen köyün dağınık ışıkları aysız karanlık geceyi delip ta uzaktan parıldıyor. Yeni karın aydınlığı yolun yönünü belirginleştirip gösteriyordu. Anne çocuk evlerden yayılan ışıkları izleyip, geceyi aydınlatarak konuşa konuşa gidiyorlardı. Patila’nın oğlu ile ilk kez onu çocuk görmeden yaptığı konuşma da buydu. Oğlunun anneannesi hakkında konuşmasını destekleyerek, kendisi de konuşup sözleri bitmiyordu. Annesi hakkında oğluna anlatacakları o kadar çoktu ki. Kalbi göğsüne sığmayarak heyecanla çarpmaya başladı. Kendisi ise annesine gösteremediği saygısı, söyleyemediği güzel sözleri için pişmanlık hissine kapıldı. Bugün olmasa yarın söylerim, yarın gönlünü alırım diye umursamadan hayatına devam etmiştir. İşte şimdi annesinden ebedi ayrılacağı korkusu onun değerini gerçekten hissettiriyor. Sevdiklerine sıcak davranıp gönlünü alıp değerini bilmezsen, ondan ayrıldığında pişman olacağını kocasının ölümünden sonra anlamıştı. Şimdi annesinin de gönlünü almaya yetişemeyecek mi? O zaman Patila çok pişman olur.
Bu şekilde pişmanlık, üzüntü dolu düşüncelerle boğuşan gelin ara ara oğluna bakıyordu. Oğlu da ne zaman onun değerini bilecek acaba? Erkekler annelerinin değerine ne zaman, nasıl varacak kim bilsin? Kadınlar ise kendileri ilk kez doğum yaptıklarında annelerini düşünürler.
Patila da [2 - Doğum sancısı çekerken terleme ya da hasta olunca oluşan ter.]can teri gelip doğum sancısı sırasında “Kurban olayım annem ay, sen de beni böyle acı çekerek mi doğurdun?’ – diye ağlamıştı. Sonra çocuk bakmak uğraşından bunaldığı zamanlarda kendi annesinin verdiği emeğinin değerini anlayıp hep minnettarlık ile hatırlardı. Üstelik annesi sadece kızım diye yaşamıştır. Patila erken vefat eden babası hakkında çok az biliyordu. Yalnız kızı hiç bir şeyden eksik olmaması için zavallı annesinin yapmadığı kalmadı. Kıyafet dikme fabrikasında gün boyu çalışıp, gece de uyumadan evde dikerdi. Tatil, bayram günleri de dinlenmeyi hiç bilmezdi. Onun o kadar uğraşıp kazandıkları ikisinin hayatında zor yeterdi. Ondan mıdır Patila mütevazı ve ağırbaşlı büyüdü. Üniversitede okurken kendine benzeyen fakir yetim bir çocukla evlendi. İkisinin hayatı işte düzeldi derken kocasından ayrıldı. Ondan sonra ne yapsın da annesinin hakkını ödemiş sayılsın.
Çocuğunun adımına bakarak gelin yavaş yürüyordu. Gönlünü coşturan düşüncelerden yüzü alevlenip yanıyordu. Daha ne kadar yol yürüyeceğini düşünmek istemedi. Yolun etrafına bakarak nereye geldiğinin farkına varıyordu. Yavaş yürümelerine rağmen öyle böyle köyün eteğine de gelmişlerdi.
Köyün kenarındaki yuvarlak tepeyi geçtikten sonra evlerin ışıkları geride kalacak. Ondan sonra Ak-bor’un ucuna kadar et pişirmelik bir zaman kadar tenha yol var. Patila’nın korktuğu da bu kısımdı. Yol Ak-bor’un ucuna gelene kadar kalın çalılı nehir yatağını, eski mezarlığı geçip, vadilere girip çıkıp kıvrım kıvrım olup sürekli yokuş çıkıp gidiyordu. Ak-Bor’un en ucuna çıktıktan sonra şehir ancak görünmeye başlayacaktı. Ondan sonra yol da aşağıya doğru gittiği için yürümek daha kolay olur.
Patila Ak-bor’un ucuna bir şekilde ulaşsam diye gözleri parlayıverdi. Oğlunun ayakları sendeleyip bayadır yorulmaya başlamıştı. Ona acısa da konuşması ile oyalayıp güçle elinden tutarak geliyordu. Onu kucağında taşıyacak yol daha öndeydi. “Dayan, oğlum” diye içinden yüreği sızladı. “Bu senin gördüğün ilk zorluğundur. Şunu bil ki, hayattan hiçbir zaman merhamet bekleme! O senin çocukluğuna, yalnızlığına, günahsızlığına bakmaz. Onun fırtınasından sen de kurtulamazsın. Hayatta dayanıklı olan kazanır, oğlum. Sen büyüyüp, adam olup bunu anlayana kadar Allah bana güç ve kuvvet versin. Ben yanında olduğum sürece elimden geldiğince bağrıma basacağım (koruyacağım).”
Çocuk annesinin yüreğindeki bu endişeyi hissetmedi, küçücük elini güvenli bir şekilde annesinin avucunun içine koyarak hiçbir şeyi umursamadan yürüyordu.
Yuvarlak tepeyi dolandıktan sonra köy görünmez oldu, el ele tutuşan anne ve çocuğu kapkara gece kapladı. Yol kenarında üst üste yığılan kar yığınından başka hiçbir şey görünmüyordu. Yol sel yatağının kenarından devam ettiği için aşağıdaki suyun sesi kolaylıkla ulaşıyordu ve böylelikle gecenin korkusunu daha da artırıyordu. Nefesini içine alan Patila korkusunu yenmek için oğlunu kucağına aldı.Yorulup uykusu gelen çocuk kürklü gocuğun içine girmesiyle bedeni ısınıp gevşeyiverdi. Çocuğun gece yol yürüme hevesinin dağılmasına çok olmuştu. Şimdi ise annesinin göğsüne başını koyup, tatlı uykuya dalmaktaydı. Annesinin kucağında rahatlayıp hemen burnundan soluyarak uykuya daldı. Patila oğlunu kucağına aldığında bir ağırlık hissetmedi. Tam tersine onun mis kokusunu çekerek gönlü rahatlayıp cesaretlendi. Oğlunu kucağına almayı önceden de severdi. Oğlu büyümesine rağmen bazen böyle kucağında taşırdı. Kendi kanından canından olan bu küçücük canı kucağına aldığında kuvvetlenirdi. Onun böyle yaptığını gören kocası da gülerdi.
Oğluna içi ısınıp oyalanan gelin eski mezarlıktan geçtiğini de fark etmedi. Şimdi yokuş başlıyordu. Yolun yükselmesi ile önden yüze vuran yoğunlaştı. Patila’ya doğru güçle vuran rüzgâr onu göğsünden iterek geriye uçuracak gibi oluyordu. Rüzgâra karşı yürümekten ayakları da yorulmaya başladı. Patila Ak-Bor’a sağlıkla ulaşmak için var gücünü harcadı. Bu arada korkusu da aklından çıkıp gitti. Yürümekten yorulup uyuşan ayakları ara ara adımlarını şaşırmaya başladı. Oğlunu taşımaktan kolları da uyuştu. Karıncalanıp sızlayan kollarını birazcık oynatmak istese de kımıldatmadı. Oğlunun uykusuna kıyamadı. Sıcacık koynunda terleyerek uyuyan çocuğunun yolun zorluğunu görmesini istemedi. Üstelik oğlu uyanırsa onunla konuşmaya da zaten dermanı yetmezdi. Bilekleriyle birbirine sardığı kolu her seferinde birbirinden ayrılıp gidecekmiş gibi olup canını acıtıyordu. Ama dayanarak devam etti. Ellerini açmamaya nasıl dayandığına de kendisi de şaşırdı.
Bu çektiği zorluğu annesinin sonbaharda bu yoldan yayan araba sürüp geldiğini tekrardan hatırlattı. O zaman annesine acıyıp ağlamıştı. Ancak annesinin odunu getirirken çektiği azabı şimdi gerçekten daha iyi anlıyordu. Annesi de Ak-Bor’un diğer tarafından çok ağır yükü canını dişine takarak itip çıkmıştır. Hasta bir yaşlı kadını böyle bir zorluğa ne mecbur etmişti? Aniden yağan kara hazırlıksız, soğuk evde donarak oturan kızı ile torunu gözünün önünden gitmeden gayret verip ilerlemesini sağlamıştır? Terliklerinin içine girip, el arabasının tekerini tıkayan kara beddua ederek ağlamıştır. “O zaman annemi görenler ol-muş mudur?” diye düşündü Patila. Gündüz bu yoldan geçen arabalar kesilmez. El arabasının arkasında sürüklenen yaşlı kadına içi acıyan kimse olmadı mı? Yoksa “Deli mi?” deyip dalga mı geçtiler? Yorulmasına rağmen arabayı bırakmadan sendeleyen annesi gözünün önüne geldi. Hâlsizleşen bedeni, sızlayan kasları kendininki değil de annesininki gibi, düşündükçe acı çekiyordu. Boğularak ağzına tuz tadı geliyordu. Biraz oturup dinlenmek istedi. Ama oturduktan sonra tekrar kalkamam diye korktuğundan var gücünü toplayıp öne doğru ilerlemeye devam etti.
Aysız karanlık gece daha da koyulaştı. Karanlığa boğulan gelin hiç olmazsa bir yıldız görürüm diye ümit içerisinde ara sıra gökyüzüne bakıyordu. Koyu bulutun tamamını kapladığı gökyüzü açılmadı. Bulutlarla kararan gökyüzü Patila’nın yüreğindeki telaşı artırdı. Yoğun kar örtünen dağları, uçurumları, selden sonra oyuk oluşan uzun vadilerı izleyerek yürüyordu (geçiyordu). Savay köyüne gelin geldiğinden beri bu yoldan araba ile çok geçse de gecesi gözüne yabancı göründü. Uca daha ne kadar kalmıştı?
Nefesi daralıp sendeleyen gelin sürekli bir vadiden çıkıp döndüğünde Ak-Bor’a geldim mi diye seviniyordu. Bu ümidi boşa çıktığında daha da hâlsiz düşüyordu. Ara ara oğlunun nefesini dinleyip yüzünü kokluyordu. Taşımakta zorlansa da oğlu bu gece tenha yolda ona dayanak olmadı mı? Çok genç yaşlarında zamanında ölümü, üzüntüyü, yalnızlığı başından geçiren Patila oğluna oldukça dayanıyordu. Bu çocuğunun kendisinden başka sığınağı yok. Kimsesiz evde tek başına kalan annesinin de desteği kendisi. Bunu düşününce gözleri yaşa doldu. Ancak göz yaşlarını güçlükle tutarak ağlamamaya çalıştı. Azcık içi boşalsa da endişeli gözyaşı göğsünü sel gibi kaplayıp gidecek gibi. Ağlamaya başlasam yürüyemem diye yol boyu zorla dişlerini sıkıp geliyordu.
Ağzı kuruyup başı dönen Patila’nın bir ara yüzüne çarpan karla karışık ayaz rüzgârdan gözleri açıldı. Bu değişik bir rüzgardı. Açık kapıdan ileriye doğru atılıp girmiş gibi karı dağıtıp saldırıyormuş gibi gelinin eteğini başını güçlü bir şekilde uçurmaya başladı. Oğlunun yüzünü kapatarak durup kalan Patila’nın gözlerine ev gibi büyük bir taş çarptı. Gözlerine inanmadan gözlerini açıp kapayıp tekrar baktı. “Ak Taş” – dedi ondan sonra sevinçle fısıldayarak. Ak Bor’un ucunda yer alan beyaz taşı tam olarak tanıdı. Sevincinden yorulduğunu da unutan gelin göğsünü doldurup nefes aldı. Sonunda Ak Bor’a ulaşmıştı! O zaman neden şehir görünmüyor diye tekrar endişelenmeye başladı. Acele ile üç dört adım attıktan sonra ilerideki düzlükten deniz gibi dalgalanan şehrin ışıkları parlayarak ortaya çıkıverdi. Patila’ya gece aydınlanmış gibi oldu. Sendeleyerek yürüyüp ak taşın kenarına oturdu. İki gözünü şehirden ayıramadan dikilip sayısız ışıkların içinden annesinin evinin ışığını aradı. Annesinin evinin ışığını da mutlaka açıkmış gibi hissetti. Hayatın o yayılan ışıklarının arasından annesinin yaşam yıldızının tamamen sönmesine yüreğinin inanası yok. “Sabret, anne, ben sana geliyorum!” diye çığlık attı içinden.
Patila Ak Bor’un ucunda rüzgâra serinleyip, teri kuruyuncaya kadar biraz oturdu. Bundan sonraki yolu yürümek için az da olsa güç toplaması lazım. Oş’a kadar daha çok var. Ama şimdi korkmuyor. En zoru geride kaldı. O kadar yolu yürüyerek geldiğine inanmayarak arkasına baktı. Muazzam ve iğrenç gece Patila’yı elden çıkardığına pişmanmış gibi sessiz. Birdenbire bir çift beyaz ışık gecenin ta içinden parlayıp ortaya çıktı. “Gözüme görünüyor mu?” diye bir an şaşırakaldı gelin. Gözünü dikip baktığında bir arabanın ışığını gördü. Parlayan bir çift ışık birini arıyormuş gibi vadiler ile ovaları delerek, yavaş geliyordu. Patila komşusunu hatırladı. Onun yayan gittiğini öğrenmiştir ve gönlü elvermeyip arkasından geldi demek ki? Araba henüz ona ulaşmadan zar zor dayanmakta olan gözyaşlarını tutamadı. Kendini tutamadan gözyaşlarına boğulup, hıçkırarak ağlamaya başladı. Bir çift beyaz ışık ise karanlık geceyi delip alev alev yanarak yavaş yavaş ona yaklaşmaya başladı.

KEHANET

(ZİNAKAN PASANOVA)
Kadını dışarıdan kışın kuru soğuğunda titreten soğuk gece karşıladı. Henüz is bulaşmamış yeni kar, yeni sağılmış süt gibi ağarıp ışığı yanmayan sokakları gözle görülecek kadar aydınlatmaktaydı. Yeşil rengi çoktan sönmüş, hüzünlü sonbahardan kentte kent sakinleri bıktığında, özlenen kar dün gece yoğun bir şekilde yağıverdi. Onu hemen dondurup soğuklar da birlikte geldi.
Uulbü şehir dışındaki evine ulaşmak için iki aktarma yapıyor. İkinci durağa kadar biraz uzak olsa da yürüyesi geldi. Her adım attığında ayakaltından buz gıcırdayıp kendine çekiyordu. Ana yoldan durmadan geçen arabaların sesleri kar yuttuğu için net duyulmuyordu. Sokak kenarında dizilen ağaçların dalları bembeyaz olarak karla kaplanmıştı. Doğrusu bu akşam her şey çok güzeldi. Tabiatın her seferinde yenilenip renginin değişmesi Uulbü’nün de duygularını kıpırdatırdı (etkilerdi). Uzun zamandır kararmış gönlünü bugünkü kar ağartmış gibi oldu. Güzel ve zarif göründüğünü önüne rastgele çıkan insanların hoş bakışlarından hissetti.
Kocasıyla ayrıldığından beri sönmüş kadın olma arzusunun da tekrar canlanması bu olsa gerek. Bu kadar kaygılanarak tatsız ömür sürecek kadar başkalarından da eksik yeri yoktu. Çocuk yüzünden başka kadınla evlenip çocukları olan, Uulbü’nün bu dünyada varlığını bile unutan adamı ümitsizce bekleyip ömrünü boşa geçiriverdiğini şimdi anladı. Gönlünün derinliklerinde nice yıl boyu duygularını nafile meşgul eden insana darıldı.
Kadın dengesini bozan hayallerine göre bir şekilde bazen yavaş bazen de hızla yürüyüp oturup ikinci durağa nasıl geldiğini kendisi de anlamadı. Onun yaşadığı yere gidecek olan “İkarus” gitmeden önce yetişti. Otobüsün merdivenine ayak koyduğunda arkasından güçlü eller çıkmasına destekleyerek yardım etti. Dönüp bakmasa da kim olduğunu hemen anladı. Öylece kendisinin sevdiği yerine orta tarafa gidip durdu. Diğeri de peşinden gelip yanına durdu. Ancak şimdi birbirlerine yüz çevirip gülümseyiverdiler. Bu kadar kalabalıkta sadece selam vermekten başka bir şey konuşmak zordu. Adam normal olarak yaptığı gibi kendisinin güçlü vücudu ile birbirini iten kalabalığı kapatıp bütün gayreti ile Uulbü’yü koruyarak geliyordu. O bunu sinsice yapmaya çabalıyor. Ama içi aydınlık olan otobüsün dışından kara geceyi perdeleyen penceresi ikisinin suretini ayna gibi daima yansıtıyordu.
Yolun yarısına gelindiğinde otobüsün içi boşaldı. Kendisini biraz uzak tutmaya çalışan Uulbü’ye:
–Geciktin bugün? Dedi erkek. Onun boyu uzundu. İkisi konuştuğu zaman kadın gökyüzüne bakıyormuş gibi başını yukarı kaldırırdı.
–İş…
–Sizin işiniz yoğun galiba. Şimdi gidip yemek yapayım, çamaşır yıkayayım dersin, evi toplayacaksın. Ondan sonra ne zaman dinleneceksin ki? Yoksa eşin de sana yardımcı oluyor mu?
–…
–Çocukların da sana yardım edecek kadar büyümüş olsa gerek?
–…
Uulbü sonraki soruya da cevap bulamadan sessiz kaldı. Yarım yıldan beri zorlanmadan ağzının ucuyla söylediği gibi yalan söylemeye nedendir bugün gönlü razı olmadı. Yumuşayıp, hayale sarhoş olan gönlünde bu yarım yıldan beri ona yaklaşıp, sıcak samimiyetini bildiren tanımadık bu adama güzel bir kelime söyleyesi gelip onu kendisine yakın görüp yumuşak yüzü ile zaman zaman bakıp duruyordu. İçinden bir ses de ona kendi hayatı hakkında gerçekleri anlat diye sesleniyordu. Böylece, onun bıkmadan sorup durduğu sorularından kurtulurdu. Önceleri adamın kıskanç ilgisini şaka görüp daima onu güçlendirmeye çalışsa da şimdi bu şekilde dili tutulup kalmıştı.
Tamam, Uulbü’nün yalnız yaşadığını bildi diyelim. O zaman ne diyecek? Göz açıp kapayıncaya kadar onun geçemediği duvarı yıkılıp herkese kapısı açık boşanmış kadına mı dönüşür? Kocası olmayan kadının ilgileneni çok olurmuş. Onlardan kendini koruyacağım diye giderek taşa dönüşmekte olduğu yalan mı? Kadının düşünceleri sona erip adamın kendisinden cevap beklediğini hissetse de susmaya devam etti.
Otobüs bu arada defalarca durup, yolcularını indirip, defalarca yolcularını yenileyip yoğun karda zorla ilerliyordu. İkisi de yarım yıl önce aynı bu otobüs yüzünden tanışmıştı. O gün durakta uzun zaman bekleyip, güneşin sıcaklığından halsiz düştüğünde bir adamın sesini duymuştu:
– Hadi taksi çağıralım. Otobüs yakın arada gelmeyecek galiba.
Uulbü dönüp bakarak, mavi gömleğinin kolunu kıvıran uzun boylu adamın ona yönelik konuştuğunu anladı. Bir anda kaşlarını çatarak ona sert baktı. Genç kızlık dönemi bitip kadınlık şanına gireli yabancı erkeklerin bunun gibi eş anlamlı tekliflerini çok duyacak oldu. Ama onun hoş ve terbiyeli görünüşü ile anlayışlı gözlerini biraz yumuşatıp:
– Ben sizi tanımıyorum demişti aynı sertlikte.
– İki yıldır sabah akşam aynı otobüse biniyoruz, dedi adam kaygılı bir sesle. Bir kere de olsa kadının onu görmediğine utanmışa benziyordu. Siz jeologlar ilçesinde yaşıyorsunuz doğru mu? Ben de ondan sonraki Tölöykön’e gidiyorum.
Uulbü’nün tereddüt etmeye başladığını anlayarak hemen söyledi:
– Hadi, hadi! Ben gidip bir araba yakalayayım.
O günden bu yana ikisi tanışıyor. İki günde bir otobüste görüşüyor, sözleri de otobüste bitiyor. Uulbü’nün durağına geldiğinde adam önceden inip onu elleri ile tutarak inmesine yardım ediyor Ellerini hızlıca bırakmak için kadın onu acele ettirmeye başladı:
– Hadi! Otobüs gidecek. Kaçıracaksınız!
Adam ise rahat bir şekilde vedalaşıp, sonra yolun diğer tarafına koşarak geçip arkasına dönüp bakmadan giden Uulbü’yü izleyip otobüs yerinden hareket ettiğinde zorla yetişirdi. Bazen yetişemeyip otobüsü kaçırırdı. Ona hiç de üzülmeden, kadının girdiği çok katlı evin pencerelerine uzun süre bakıp sonraki dolmuş gelinceye kadar çakılmış kazık gibi yerinde beklerdi.
Bugün yol boyu birbiriyle konuşamadığı için bunaldılar. Adamın yüzüne başını kaldırıp bakmasa da, o da aynı kendisi gibi birbirine yanaşan bedenlerinin sıcaklığıyla nefes almakta zorlandığını hissetti. Jeologlar ilçesine geldiğinde, Uulbü otobüsten indikten sonra sıkıca tutan elini bırakacak gibi bir hâli yok, önemli bir şey söyleyecekmiş gibi kekeleyerek yüzü kızarmıştı.
– Ne yapıyorsunuz? Dedi Uulbü hızlıca fısıltıyla. Bırakın. Kocam görmesin. O kıskanç bir insan.
Adam elini bırakmayınca elini güçlükle çekip aldı da hızla yürüyüp gitti. Yolun diğer tarafına geçerken yanında yürüyen adamı görüp aniden durakladı.
–Siz nereye geliyorsunuz?
–Korkmayınız! Ben buradan geri döneceğim…
Adamın sesi üzüntülü çıktı. Sonra kadını dirseğinden sıkıca tutup kendine doğru çekerek üzüntülü bir şekilde söyledi:
– Kocana de ki, senin gibi kadının kıymetini bilsin! Olmazsa seni ondan çekip alacağım!
Uulbü hiç bir şey söylemedi. Onun ellerinden boşaldıktan sonra ayak altındaki donmuş kaygan buzu bile fark etmeden hızla yürüdü. Yüksek katlı evlerin ortasındaki kar birikmiş yola düştüğünde gönlündeki sözler çığ gibi büyüdü: “Hayır, öyle deme!!! Bir an önce evine, çoluk çocuğunun yanına git! Senin de eşim diye sana güvenen ve çocuklarını doğuran bir kadının vardır. Onu sev! Ona değer ver (onun kıymetini bil)! Beni kendi hâlime bırak? Yalnızlığım seninle tamamlanır mı? Kaderime yazılanı göreceğim. Sen yolundan sapma sıcak yuvana geri dön. Boşuna canımı acıtma? Git”
–Abla!
Tanıdık ses onu durdurdu. Dış kapının önünde duran adamı önemsemeden geçiyordu. Elinde bebekle duran erkek kardeşini görünce selam bile vermeden iki tarafına bakıp gelinini aradı:
–Aliyma nerede?
–Sadece kendimiz misafirliğe geldik – dedi kardeşi gülümseyerek. Böyle kritik zamanlarda şaka yapan bir karakteri vardı. Kardeşinin kendisinden küçük olmasına rağmen soğukkanlılığına şaşırırdı. Ama yeni doğmuş çocuğunu günlük yerden tek başına getirmesini kötülüğe yorumlayıp korktuğundan telaşla sordu:
–Söylemeyecek misin şimdi, ne oldu?!
Kardeşi kaşlarını çatıp cevap vermeye acele etmedi. Kötü bir haberi duyacakmış gibi endişelenerek, elleri titreyip kapıyı da açamayan ablasına bebeği verip kapıyı kendi açtı. Uulbü içeri girmesiyle hemen çocuğun kundağını açıp üşüdü mü diye, ayaklarını ovuşturup nefesini dinledi. Henüz göbek bağı düşmemiş bebek uykudan uyanıp meme arar gibi aranıp ağzını kocaman açtı. Gelinin doğum yapmasına bir hafta olmuştu bildiği kadarıyla. Gidip görmeye zamanı olmamıştı. Şimdi henüz kırkı da çıkmamış yavrusunu tek başına getirmesi de ne? Ablasının endişeli bakışına tahammül edemedi mi, erkek kardeşi yere bakarak:
–Aliyma’yı hastaneye yatırdım bugün, dedi yavaş.
–Hangi hastaneye? Neyi var?
– Akıl hastanesine.
– Sen ne diyorsun?! Uulbü’nün sesi içine kaçmış gibi oldu.
–Doğumhaneden çıktığı günden beri değişmişti. Kendini kaybedip, abuk sabuk konuşmaya başladı. Sürekli yol tarafına kaçıp durdu. Gece boyu hareket ettirmeden evde tuttum. Durmadan ölmüş insanları isimleriyle çağırıp onlar ile konuşuyor. Annemle babam ağzından hiç düşmedi. Sabahleyin Apas ağabeyin arabasıyla ilçe merkezine doktora getirdik. Oradan görür görmez ambulans ile Oş’a gönderdiler. Bir hemşire bizimle beraber geldi. Aliyma yol boyunca çenesini kapatmadı. Hemşirenin siniri bozulup iki avcuyla kulaklarını sıkıca kapatarak geldi. Akıl hastanesine gelince de doktorların sorusuna cevap veremeden telaşa düştü . Her şeyi ben anlattım…
Kardeşinin söylediklerinin yarısını duysa yarısını duyamayacağı kulağı uğuldayıp vücudunu sıcak basıp yüreği sıkıştı.
–Abla! Sana ne oluyor (İyi misin)? Kardeşi dizlerini yere koyup elinden bebeği alıp omzuna elini koydu.
–Korkmayın! Gelininizin durumu iyi. “Bir haftada iyileşecek.” dedi doktorlar.
– Su versene? dedi Uulbü fısıldayarak. Ümit veren sözlerden sonra biraz kendine geldi. Fakat kalbinin sıkışması geçmedi.
–Bir şeye üzülmüş müydü? Yoksa durduk yere neden hastalansın ki?
–Doğum yaparken korkmuş dediler. Ağzında çok fazla uçuk çıkmıştı…
O anda bebek hareket ederek ağlamaya koyuldu. Kardeşi yerinden hızla kalkıp getirdiği çantasından süt koyulmuş şişeyi çıkardı. Mutfağa gidip sütü ılıtıp getirdi de biberon ile kızına vermeye başladı. Olanların hepsini sarhoş gibi hareketsiz izleyip oturan Uulbü korkmuş gibi sordu:
–Bebeği ne yapacaksın şimdi? Ben bakayım mı?
Kardeşi de aynı şeyi düşünüyordu, başını sallamaktan başka ses çıkarmadı. Köyde de iki ufacık çocuğun, evin işi gücü onun boynunda. Karısı iyileşecek mi, ne zamana kadar tedavi olacak? Henüz belli değil. Kardeşi Uulbü’ye, aklı düşüncelerle sarılıp kaygıya düşmüş gibi göründü. Ona acıdığından tüm gücünü toparlayıp önemli bir işe bel bağlamış gibi nefes aldı da telefonundan birinin numaralarını çevirdi.
–Allo? Diye hemen cevap verdi kadın canlı sesiyle. Onun bölüm başkanı olan orta yaşlardaki Rus kadın da yalnız yaşıyordu. Uulbü’yü sonuna kadar dinledikten sonra:
– Bak senin evlat edinebileceğin kız da bulunmuş, dedi. İşi düşünme. Yıllık izin için dilekçe yaz, ondan sonra da bakarız.
Bölüm başkanının böyle beklenmedik bir sonuca varması Uulbü’yü çok şaşırttı. Herkes ona “Evlat edinmek istemez misin?” diye öneri verirdi ancak kendisinin niyeti olmamıştı. Bırakılmış çocukları evlat edinen tanıdıkları vardı. Yabancı bir çocuğu “Yavrum” diye seven tanıdıklarına mı, peşlerinden gelen yavruya mı hangisine acıyacağını şaşırıp kararsızlığa düşerdi. İşte şimdi kendisi de hiç beklenmedik bir anda çocuklu oluyordu. O anda kalbinde bir acı hissetti. Gelininden tamamen umudunu kesmiş gibi kızını kendisi sahiplenmesi de nesi? Ya iyileşemezse o zavallının hâli ne olur? Samimiyetle “Abla” diyerek, başında taşıyormuşça saygı gösteren saygılı gelininin, aklını kaybetmiş hâlini hiç hayal edemedi. Ortada kocaman kara duman gibi yoğun bir tehdit soluğunu keserek korkutuyordu.
Gece kızı yanına alıp yattı. Uyku kaçtığında yatak da demir gibi sertleşiyormuş. Sessiz gece sayısız çok düşman gibi kıstırıp ne yapacağını bilmedi. Bunun gibi acımasız bir gecede canını sıkan düşüncelerin ağırlığı gönlünü tamamen kaldıramayacak bir şekilde parçalayacak gibi. Bu sıkıntılar onun yüzünden olmuş gibi gece boyu Allah’a yalvarıp af diledi. Daha dün yalnızım diye nankörlük yapmıştı. Anne babasından erken ayrılıp elinden tutup büyüttüğü kardeşlerine de alınıp hakaret etmişti. Onlar elleri işe, ağızları yemeğe değdikten sonra beni tamamen unuttular diye iç geçirirdi. Başka zaman olmasa da bayramlarda, doğum gününde umutla yol gözlerdi. Hiç kimse gelmeyince gerçekten kalbi kırılırdı. Bu üzüntüleri tekrar yaşasam bile, artık hiçbirine yakınmayacağım. Çoluk çocukları ile huzur içinde yaşamaları yeter. Bunun kendisi büyük zenginlik değil mi? diye içinden geçirdi.
“Kurban olayım, Allahım! gelinim iyileşsin lütfen! Bana başkalarının gördüğü mutluluğu nasip etmesen de olur, ufacık üç çocuğuna acı. İşte bu yavruya yardım et.” diye önceleri Allah’ı ağzına almayan Uulbü gece boyu gözyaşını döküp Allah’a yalvardı.
Bir sonraki gün kendini aynadan görüp tanıyamadı. Dudaklarının çevresine uçuk çıkmış, yüzü soluk, gözleri şişmiş yabancı bir kadın ona bakıyormuş gibi hissetti.
***
Üzerinden dikenli tel bastırılan beton duvarlar ile çevrili akıl astanesi Uulbü’nün gözüne önceden de soğuk görünürdü. Bazen onun yakınından geçerken kendince bir titreme hissederdi. Delirmiş kişiyi bile yanından görmüş değildi. Ancak, o kötü derde yakalanmışlara doğa değil de, kendisi ihanet etmiş gibi yüzü düşüp doğrudan bakmaya dayanamayacak gibi olurdu. Bugün ise ta içerideki kapıya ulaşana kadar bir şeylerden korunuyormuş gibi iki tarafına bakınıverdi. Bu tarafa insanlar az geliyordu, önünden hiç kimse çıkmadı. Girişte sadece “Acil Yardım” arabası duruyordu. Demir kapının ancak bir kişi sığabilecek küçük aralığından zorla geçtikten sonra nereye yürüyeceğini bilmeden durdu. Bahçenin içinde iki üç eğilip bükülen alçak evleri (binaları) çevreleyen daha bir tel ağ duvar vardı, onun kapısı kapalıydı.
–O! Abla buraya gel!
Ses gelen tarafa doğru döndü. Beton duvara yaslanan tentede yaşlı kadın ile 10-15 yaşlarında bir erkek çocuk oturuyorlardı. Kadın köylülerce kadife çapan giymiş ve başörtüsü sıkıca örtülmüştü. Yanındaki eski çantadan termosun boynu görünüyordu. Uulbü’ye yer boşaltarak çocuğuna doğru yaklaştı ve iki elini denk uzatıp selamlaştı.
Kontrol başlamış – dedi karşı tarafı işaret edip, – saat ona kadar açılmayacakmış. Sıcak sıcak yesin diye sabah erkenden yemek yapıp Nookat’tan gelmiştik. Biraz geç kaldık. Sen nerelisin kardeşim?
–Oş’un içinden
–Aa buralıymışsın. Neyin yatıyor burada?
–Gelinim
–Vah zavallı baksana genç yaşında hastalanmış… Benim de ay gibi bir oğlum vardı. Nazar değdi sanırım. Gece olunca çılgınlığı başlardı. Gitmediğimiz hacı hoca kalmadı. Birinden de şifa bulamadık. Sonunda çaresiz kalıp buraya getirdik. Doktorlar görünce “Geç kalmışsınız…” dediler. Ne yapalım elimizden hiçbir şey gelmiyor… Bir Yaradan’ın emrine kaldı.
Kadın, gücünü birine temelli vermiş gibi dermansızca konuştu. O anda tel duvarın içindeki uzun binaların kapıları sırayla açılmaya başladı. Birinden erkekler ikincisinden de kadınlar yürüyerek çıktılar. Hepsi eşiği geçip geçmeden boynunu uzatıp yol tarafa bakıp kalıyorlardı. Kendilerine hiç kimsenin gelmediğini görse de tel duvara şöyle bir kendini vurup uzağa gitmeden umutla bekleyen de çok. Uulbü gelinin karartısını arayıp duvarın yanına geldi. Köşenin diğer tarafındaki erkeğin donuk, feri kalmamış gözleri ile onu izlediğini fark edince ürperdi. Vücuttan akıl gidince gözler de ölüp suyu çekilmiş kuyu gibi çukura dönüyormuş. Böyle gözleri doğa müzesinde dondurulmuş hayvanlardan görmüştü. Âdeta şok olmuş durumda donup kalan Uulbü’yü biri kolundan çekti. Korktuğundan geri gidiverdi. Beyaz önlüklü erkek biçimindeki kadın onu kabaca itekleyip:
–Buraya yaklaşmayın! Orada durun. Kime gelmiştiniz? Kendimiz çağırırız- dedi.
–Gelinime, Zarlıkova’ya.
–Zarlıkova? Kadın zorlanarak hatırlayamaya çalıştı.
– Dün akşam geç saatlerde yatırmıştık. Batken’den geldi.
–Aaa… O gelin yatakta yatıyor. Durumu çok ağırları dışarı çıkarmıyoruz. Haftaya gelin. O zaman görebilirsiniz.
–Neden? dedi Uulbü çaresizce.
– Bizde kurallar bu şekilde. -Kadın sözüm bitti demiş gibi hızla uzaklaşıp gitti.
–Doktoruna sorun. Belki izin verir.
– Nerede? Adı ne?
O, biraz uzakta duran alçak duvarlı binaya işaret etti. Binanın kırmızı kapısı vardı. Nedense, bu hastanenin bütün kapıları kırmızı deri ile kaplanmış. Ama Uulbü’nün girdiği odanın içi başka hastanelerde olduğu gibi bembeyaz renkle, ilacın kokusuna doluydu. Ortadaki masada kağıda bir şeyler yazıp oturan beyaz önlüklü adam onu görünce ne yapacağını bilemeden şaşırıp kaldı. Uulbü onu dikkate almadı. Bütün aklı bu yüzü tanıdık gelen kişiyi nasıl ikna edeceğindeydi ve tedirginlikle konuşmaya başladı:

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/anonimnyy-avtor/kadin-yazarlarin-kalemiyle-kadina-dair-hikayeler-69499723/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Yeni gelen gelinin ilk dönemlerde içinde uyuması için çekilen perde.

2
Doğum sancısı çekerken terleme ya da hasta olunca oluşan ter.
Kadın Yazarların Kalemiyle Kadına Dair Hikâyeler Анонимный автор
Kadın Yazarların Kalemiyle Kadına Dair Hikâyeler

Анонимный автор

Тип: электронная книга

Жанр: Историческая литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Kadın Yazarların Kalemiyle Kadına Dair Hikâyeler, электронная книга автора Анонимный автор на турецком языке, в жанре историческая литература

  • Добавить отзыв