Doğumunun 100. Yılında Cengiz Dağcı′ya Armağan

Doğumunun 100. Yılında Cengiz Dağcı'ya Armağan
Anonim


Doğumunun 100.Yılında Cengiz Dağcı’ya Armağan

ÖN SÖZ
Bir büyük Türk, Cengiz Dağcı’nın doğumunun üzerinden tam 100 yıl geçti. Onu 2011 Eylül’ünde ebediyete uğurladık ama Tanrı ona öyle bir yetenek bahşetmişti ki hâlâ yaşıyor ve yaşamaya devam edecek.
Cengiz Dağcı Türk milletinin gönlünde kanayan bir yara olan, asla vazgeçilemeyecek, unutulamayacak bir coğrafyanın, Kırım’ın evladı. Hayatı bin türlü zorlukla geçmiş olmasına rağmen toprağını, dilini, kültürünü unutmayan ve hem kendisi hem de tüm Kırım Türkleri için bu hasletleri devam ettirmeye rehber olacak eserler veren bir yazar. Bütün bunların ötesinde duygulu, hoşgörülü, çalışkan ve iyi bir insan.
Türk Ocakları Derneği Bursa Şubesi olarak Türkiye’deki ve Türk Dünyası’ndaki araştırmacıların Cengiz Dağcı’ya nasıl baktıklarını, onu hangi açılardan önemli bulup değerlendirdiklerini ortaya koymak amacıyla bu kitabı hazırladık. İki bölümden oluşan kitapta her iki bölümde de sıralama yazar adları doğrultusunda alfabetik olarak yapılmıştır. Türk Dünyası’nı temsilen kitapta yer alan Azerbaycan, Kırgızistan ve Kırım’daki üniversitelerin mensuplarının yazıları Cengiz Dağcı’nın hem hemşehrisi hem de düşünce dünyasını besleyen önemli bir isim olan İsmail Bey Gaspıralı’nın “Dilde, fikirde, işte birlik” parolası doğrultusunda editörlerimiz tarafından Türkiye Türkçesine göre düzenlenmiştir.
Doğumunun yüzüncü yıldönümünde Cengiz Dağcı’ya armağan olarak hazırladığımız bu kitabı gerçekleştirebilmiş olmamızdan dolayı çok mutluyum. Umarım o da mutludur. Ruhu şad olsun ve yaktığı meşale gerek Kırım gerek diğer tüm coğrafyalarda Türk milletinin yolunu aydınlatsın.

    Prof. Dr. Selçuk Kırlı
    Türk Ocakları Derneği
    Bursa Şubesi Başkanı

I. BÖLÜM
TÜRKİYE’DEKİ ARAŞTIRMACILARIN GÖZÜYLE CENGİZ DAĞCI

Cengiz Dağcı’nın Kültürel Kökenlerine Bağlılığının Simgesi Olarak Gurzuf ve Kızıltaş
Alev Sınar Uğurlu[1 - Prof. Dr., Bursa Uludağ Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü.]

GİRİŞ
1919 yılında Yalta’ya bağlı Gurzuf kasabasında doğan, çocukluğu ve ilk gençlik yılları Kızıltaş’ta geçen Cengiz Dağcı, eserlerinde kendi geçmişinden hareketle doğup yetiştiği toprakların da geçmişini anlatır. Özellikle 1928-1945 arasında yoğunlaşan bu anlatı Kırım’a reva görülen zulmü tarih kitaplarından veya siyasî söylemlerden çok daha etkili bir şekilde gözler önüne serer ve okuyucuyu bu toprakların acılı yazgısı üzerinde düşündürür.
Cengiz Dağcı’nın bizatihi kendisi ve kendisinden izler taşıyan Sadık Turan, İzmail Tavlı, Saf gibi Rus okullarında eğitim görmüş ancak köklerinin farkında olan roman başkahramanları asla milli kimlik bunalımı yaşamazlar. Roman kahramanları kurgusal zamanın içinde yaşadıkları ölüm ve korku yıllarının üstünden uzun zaman geçmiş olmasına rağmen geçmişle bağlarını asla koparmazlar. Ata topraklarından, Kırım’dan çok uzakta yaşamak mecburiyetinde kaldıkları halde bu bağı tıpkı kendilerine hayat hakkı veren ve doksan iki yıllık yaşamının altmış beş yılını Londra’da[2 - Cengiz Dağcı, eşi Regina ve kızı Arzu ile birlikte 1946 yılında Londra’ya yerleşmiş ve ölüm tarihi olan 22 Eylül 2011’e kadar burada yaşamıştır.] geçiren yazar gibi daima taze tutarlar. Cengiz Dağcı’nın savaş anıları üzerinde yoğunlaştığı Hatıralarda Cengiz Dağcı ve Kırım odaklı anı, izlenim ve hayallerini kaleme aldığı beş ciltlik Yansılar adlı kitapları, bir roman olarak takdim ettiği ancak baştan sona iç dünyasını yansıttığı Anneme Mektuplar adlı eseri okunduğunda altmış beş yıl gibi insan hayatı için çok uzun olan bir süreyi geçirdiği Londra’ya karşı hiçbir şekilde aidiyet hissetmediği anlaşılmaktadır. Bir istasyonda tren beklerken, sokakta yürürken, parkta dolaşırken, kütüphanede veya lokantada çalışırken, bir mezarlıktan geçerken aklı ve ruhu asla Londra’da değil; Kırım’dadır:
“Parklarda çiçeklere, ağaçların yeşiline benim olmayan gözlerle bakıyorum; kendi gözlerimin önünde ise duvarlar. Yer altında, yer üstünde, her yanım yabancı duvarlarla kuşalı.” (Dağcı, 1992: 80)
“Ama yürüyen, yanını yöresini gören, benim olmayan bir hayat içinde yaşayan bir ölüyüm. Sokaklarda yürürken insanlara bakıyorum. Gördüğüm insanların hiçbiri görmüyor beni. Aynı insanlar bir zamanlarda beni öyle sessiz, küçük, suçsuz ve üzgün görselerdi, aralarından hiç olmazsa biri duralayıp üzerime eğilir de “Sen kimsin? Kimin çocuğusun?” diye sorardı kuşkusuz. Hiç kimse sormuyor burada, hiç kimse tanımıyor beni.” (Dağcı, 1992: 103)
“Kar yağıyor kente. Bizim kente de yağardı kar, öyle sessiz ve apak. Biliyorum, bu kent bizim kent değil. Sokakları başka bu kentin. Evleri başka, insanları başka. Şu anda kente yağan kar da başka.” (Dağcı, 1992: 129)
“Sokağa, sokağın ıslaklığında vitrin ve trafik ışıklarının yansılarına baktım. Ben nerdeyim?” (Dağcı, 1992: 131)
“Londra sokaklarında karşımdan gelen binlerce insan yüzü görüyorum her gün. Ama kimse bakmıyor bana, kimse görmüyor beni; hiçbir kimse tanımıyor beni. Dalından kopmuş, boşlukta yalpa vuran bir yaprak gibiyim. Üstüme üstüme gelen insan dalgası içinde kendimi kaybetmek, kimliğimi unutmak korkusuyla titriyorum. Öyle bir anda sırtımı sokakta bir dükkânın, bir evin soğuk duvar taşlarına yaslayıp “Ben Gurzufluyım. Orda doğdum. Orası benim yurdum” diye tekrarlıyorum içimden.” (Dağcı, 1994b: 22)
“Ben elli yıldır yabancı kıyıda Gurzuf’un gerçeğinden ördüğüm hüzün gömleğim içinde yaşadım.” (Dağcı,1997b: 60)
Londra, Cengiz Dağcı’nın II. Dünya Savaşı sonrasında yaşam imkânı bulduğu, karnını doyurduğu, beşerî ihtiyaçlarını karşıladığı bir şehirdir. “Ben”i Londra’da, “içindeki ben” ise Kırım’dadır. Dağcı’nın roman başkahramanları da savaştan sonra Kırım’ın dışında kalınca (Sadık Turan Roma’da, Saf ve İzmail Tavlı Londra’dadır) yazar gibi yaşamak mecburiyetinde kaldıkları kendilerini mekâna ait hissetmezler. Cengiz Dağcı’nın da, temsilî kahramanları Sadık, Saf ve İzmail’in de ruhlarıyla bağlı oldukları tek mekân genelde Kırım, özelde yazarın doğduğu ve yetiştiği Gurzuf ve Kızıltaş’tır. Onlar içinde yaşadıkları toplumun kurallarına ve değerlerine saygı göstererek yaşamlarını sürdürürler ancak o toplumla sosyal ve kültürel bir etkileşim içine girmezler. Dünyanın neresinde olurlarsa olsunlar daima Kırım’ın bir parçasıdırlar, Gurzuf ve Kızıltaş’ı iç benlerinde taşırlar. Vatanlarında yaşama imkânını kaybeden, yerinden edilmişlik psikolojisi içinde gündelik yaşamlarını sürdürmek zorunda bırakılan roman başkahramanları ve onların gerçek yaşamdaki karşılığı olan Cengiz Dağcı bu travmayı kültürel kökenlerinden kopmayarak atlatmanın mücadelesini verirler. Onların yaşamlarına anlam katan tek mekân Kırım’dır. Kırım ise artık uzaktadır. Cengiz Dağcı, özlenilen ve mevcut şartlar altında ulaşılamayacak kadar uzakta olan bu mekâna tahayyül ve tasavvur vasıtasıyla ulaşır. Çocukluğunun ve gençliğinin Kırımını şehirleri-kasabaları-köyleri-sokaklarıyla, mimarisiyle, dağıyla, ovasıyla, bağı-bahçesi-ağacı-çiçeğiyle, denizi-plajlarıyla, tarım ve hayvancılığıyla, gelenek ve görenekleri, türküleri, atasözleri, efsaneleri, destanlarıyla, konuşulan Türkçesiyle, üzerinde yaşayan insanlarıyla, İsmail Bey Gaspıralı ve Bekir Sıtkı Çobanzade gibi milli davayı savunan aydınlarıyla, belleğinde depoladığı her öğesiyle anlatarak coğrafî uzaklığı ortadan kaldırdığı gibi Rus işgali altında yok edilmek istenen Türk Kırım’ı da kayıt altına almış olur. Kültürel kökenlerden kopmamak coğrafî ve zamansal yabancılaşmayı da ortadan kaldırır.

MEKÂN (GURZUF – KIZILTAŞ) ve YAZAR
Arapça bir kelime olan “mekân” var olma, varlık, vücut anlamını taşıyan “kevn” kökünden türemiştir. Ferit Develioğlu’nun Osmanlıca Türkçe Ansiklopedik Lugatı’nda “yer mahal”, “ev, oturulan yer” (Devellioğlu, 1980: 721), TDK sözlükte “yer, bulunulan yer”, “ev, yurt” (www.tdk.gov. tr) açıklamasıyla yer alan mekân insana içinde hareket etme imkânı veren boşluktur. Ancak kelimenin kökü olan kevn göz önünde bulundurulduğunda mekânın sadece fiziksel bir anlam ifade etmediği, bireyin duygu dünyasıyla da yakından ilgili olduğu görülmektedir. Mekân, bireyin duygu dünyası, insan psikolojisi üzerinde derin bir etki bırakır ve varlığın kendisini bağlı/ait hissettiği veya hissetmediği bir psikolojik faktöre dönüşür (Göregenli, 2010; Solak, 2017). Cengiz Dağcı’nın da kişiliğinin şekillenip beşerî ve millî kimliğinin belirlendiği Gurzuf ve Kızıltaş ile zaman içinde duygusal ve zihinsel yakınlığının arttığı ve doğduğu topraklara karşı hissettiği aidiyet duygusunun yüklediği sorumlulukla hareket edip bu mekânları eserlerinin odak noktası yaparak Kırım kültürünün sembolü haline dönüştürdüğü görülmektedir.
Cengiz Dağcı’nın Gurzuf ve Kızıltaş’tan, daha genel bir ifadeyle Kırım’dan kopmasıyla birlikte mekân anlam değiştirmiş, ailesi, akrabaları ve hemşehrileriyle birlikte geçen hayatının en güvenli bu dönemi mekânla özdeşleşmiş, mekân hafızasında yer eden görüntü, nesne, şahıs ve anılarla beraber onun varlığının-bilincinin-kişiliğinin şekillendiği psikolojik bir etken olmuştur.
Cengiz Dağcı “bireyin kendiliğinden elde ettiği bilgileri psikolojik ve zihinsel dönüşümler sonucunda kavramsallaştırmasıyla ve kodlamalar, depolamalar, anımsamalar ve çözümlemelerle oluşturduğu algılama süreci” (Özen, 2006: 2) olarak tanımlanan bilişsel/zihinsel algı ile mazisine gider. Akmescit, Bahçesaray, Yalta’dan da geniş olarak bahsetmekle birlikte Gurzuf ve Kızıltaş’a bu mazide ayrı ve özel bir yer verir. Korkunç Yıllar ve Yurdunu Kaybeden Adam’ın Sadık Turan’ına, Biz Beraber Geçtik Bu Yolu’nun İzmail Tavlı’sına, Anneme Mektuplar’ın Saf’ına şekil veren, Onlar da İnsandı’da Bekir’in “mübarek topraklar” (Dağcı, 1994: 8) olarak nitelediği Kızıltaş ve Kızıltaş’ın bağlı olduğu Gurzuf kasabası Cengiz Dağcı’nın sadece romanlarında fonu oluşturmak veya vak’aya zemin hazırlamak için kullandığı mekânlar değillerdir. İtibarî olmaktan çok uzak ve son derece canlı tasvir edilirler. Örnek olarak Onlar da İnsandı romanının başında ruhu olan, adeta az önce içinde dolaştığımız bir mekân olarak Kızıltaş karşımıza çıkar:
“Kırım’ın burası çok güzeldi. Solda, dağların üstünde yayla, tavlı bir beygir sırtı gibi temiz ve parlaktı. Aşağıda, köyün gerisinde, tütün aranlarına kadar inen koyu yeşil, cılız çamlıklar, kadife yamaçlarla örtülü dağların, derisi yüzülmüş hayvan eti renginde çıplak yerleri, ışıklar altında yanıyordu. Daha aşağıda; uçurumları al, beyaz, sarı, kırmızı renklere bürünmüş Gelinkaya ile, ondan epeyce uzakta, kurşun rengi yaz-kış hiç değişmeyen Topkaya; birbirlerine bakarak sessiz-sakin, dertlerini söyleşiyorlardı. Topkaya’nın derdi, Gelinkaya’nınkinden daha büyük, daha derin gibiydi. Göğün kim bilir neresinden kopmuş bir bulut parçası, her akşam gelir, Topkaya’yı sarardı. Esen rüzgârlar Topkaya’ya çıkmaz, onun sessizliğini bozmazlardı. Rüzgârlar, sadece Ayı Dağ’la yaylaların arasındaki geçitten geçer, Kızıltaş bahçelerindeki elma, armut, kayısı, şeftali, hurma ağaçlarını, tütün tarlalarındaki tarhları tarar, her yerden bir tat, bir hoş koku alarak Roman Koş’un eteklerine gidip yatarlardı…” (Dağcı, 1994a: 8-9)
“Geçmişin tiyatrosu olan belleği”nin “dekoru” (Bachelard, 1996: 36) Cengiz Dağcı için Gurzuf ve Kızıltaş’tır. Okuru Kızıltaş ve Gurzuf’a götüren tasvirler kurguya dayalı olmayan Yansılar’da da sıklıkla yer alır:
“İki mahallesi olduğu gibi, iki camisi, iki meydanı, iki ilkokulu, iki kooperatif mağazası, iki kahvehanesi ve iki de mezarlığı vardı Kızıltaş’ın; Aşağı Mezarlık ve Yukarı Mezarlık. Evimizin yanındaki alçak ama kalın duvarla çevrili Aşağı Mezarlık, eski mezarların bir yana sarkık ve yosun tutmuş sarıklı taşlarıyla, benim bilmemi istemediği sırlar saklardı sanki kendinde. Girmezdim o mezarlığa. Ama Yukarı Mezarlığa girerdim.” (Dağcı, 1994b: 169)
“Gençliğimde Memiş’in bayırı üstünde durup, güneş ışınları içinde yıkanan Gurzuf’a baktığımda, kendimi bir düş dünyası içinde bulurdum. Ayı Dağı’nı, Soğuksu kıyılarını, Adalar’ı kapsayan Gurzuf’un panoraması Tanrı eliyle konmuştu dersin oraya. Üstelik Memiş’in bayırı üstünden hem Kızıltaş, hem de Gurzuf bağlarını görebiliyordum. Bağları birbirlerinden Memiş’in deresi ayırırdı. İki yüksek duvar arasından bir yol “Hastalara”, öteki yol Gurzuf bağlarına yükselirdi Memiş’in bayırından.” (Dağcı, 1994b: 171-172)
Bu ruhu edebî eserde tasvir edilen mekâna kazandıran elbette Cengiz Dağcı’dır. İçinden çıktığı topluma, kültürel kökenlerine bağlılığının yansıması özellikle mekânda belirginleşir. “Bizi biz yapan şeyleri anlatma ihtiyacını çoğumuz hissederiz. Hikâyelerimizin bilinmesini ister ve bunların değerli olduğuna inanırız. Bir hikâyemiz olmadığını anlamak, varlığımızın anlamsız olduğunu fark etmektir; bunu kaldıramayabiliriz” (Fulford, 2014: 24-25) tespitinde olduğu gibi Cengiz Dağcı’nın da bir hikâyesi vardır. O, vatanından kopmuş, ait olduğu yerden uzakta yaşamaya adeta mahkûm edilmiştir. Bu hikâyenin başlangıç noktası Kızıltaş ve Gurzuf’tur. Bu hikâyeden yola çıkarak kurguladığı romanlarında, iç dökme ve itiraf anlatısı olarak kabul edilebilecek eserlerinde bu iki mekânın onun varoluşunun hammaddesi olduğu anlaşılmaktadır. Necip Fazıl Kısakürek’in “Canım İstanbul” adlı şiirinin başında yer alan “Ruhumu eritip de kalıpta dondurmuşlar/ Onu İstanbul diye toprağa kondurmuşlar” mısralarının Cengiz Dağcı’daki karşılığı “Ruhumu eritip de kalıpta dondurmuşlar/ Onu Kızıltaş/Gurzuf diye toprağa kondurmuşlar” olmalıdır. Cengiz Dağcı’nın mutlu, huzurlu olabileceği, kendini güvende hissedebileceği, varlığını idrak ettiği tek yer, iç dünyasının dış dünyadaki karşılığı Kızıltaş ve Gurzuf’tur:
“Uyandığım zaman yuvarlak ay tam pencerenin karşısına gelip durmuştu. Kızıltaş’taydım. Uzun bir yol yürümüştüm. Dere tepe geçmiştim. Yorgundum. Ama en sonunda Kızıltaş’ıma ulaşmıştım. Mis gibi bir gece inmişti. Pilbaşı bağına. Ahırların kapıları kapatılmıştı; hayvanlar, kuşlar susmuşlardı; yalnız bağın asmaları arasında cırcırların ve eski kuyunun çevreye taşmış sularından kurbağaların sesleri geliyordu. Mutluydum.” (Dağcı, 1992: 308)
“Senin hayatta en büyük ve en güzel başarın beni Kızıltaş’ta, Pilibaşı bağı dibindeki evde doğurman olmuştur. Yıllarca Kızıltaş’ı kaybetmek korkusuyla yaşadım. Şimdi korkmuyorum. Her yerde görüyorum Kızıltaş’ı; evimin içersinde, pencere camları gerisinde, duvar afişlerinde, parklarda, istasyonlarda Kızıltaş sonsuz bir rüya gibi.” (Dağcı, 1992, 352)
“İki katlı, bahçeli, güney pencereleri Ayı Dağı’na, Soğuksu bağlarına ve Adalar’a açılan güzel bir evdi. Ev ve yöresi benim dünyam oldu. Daha fazlası; benim uzun hayatıma zemin oldu; ruhum, evin çevresindeki bağların ve bahçelerin, balkonundan her gün gördüğüm Gurzuf ve Kızıltaş kıyılarının güzelliğinden besin aldı. Çocukluk yıllarımı yaşadığım yerin etkisi öylesine güçlüydü ki, o topraklardan koptuğum takdirde hayatımın benim için anlamı kalmayacağını genç yaşımda anladım- anladım ve o topraklardan kopmamaya çalıştım. Bu yüzdendir ki yarım yüzyıldan fazla bir süredir Kızıltaş’a ve Gurzuf’a dönmediğim, asmaları üzümlerle yüklü bağlar içinde yürümediğim, Hıdırellez’de Kızıltaş kızlarının o evin az uzağındaki mezarlığa ektikleri çiçekleri okşayıp koklamadığım, kuşların cıvıltılarını dinlemediğim bir güncüğüm olmuyor.” (Dağcı, 1994b: 21)
Cengiz Dağcı kendi kendisine sorduğu “Kimdim ben? Neydim ben?” sorularının cevabını hep Kızıltaş ve Gurzuf’ta bulur. O, Kızıltaş ve Gurzuf’a aittir. Kızıltaş ve Gurzuf’un dışında hiçlik hisseder. Bu topraklara duyduğu özlemin yaşı ilerledikçe daha da arttığı görülür:
“Ömrüm sona yaklaştıkça daha çok çekiyorum Kızıltaş’ın özlemini. İhtiyarlayacağım yere çocuklaşıyorum galiba. Pilibaşı’nın güneşli duvarı dibinde otsuz bir arazi vardı. İyi hatırlıyorum; sıvalı fırının arkasındaki, kullanmadığım saksı yığınından üç saksı alıp oraya giderdim; gevşek toprağı düzleyerek deniz, iki saksıyı Adalar, üçüncü saksıyı Ayı Dağı; çakımla ikiye böldüğüm bir hıyarı kayık yaparak ‘sulara’ salardım ve sırtım Pilibaşı’nın güneşli duvarına yaslı, saatlerce denizime bakardım.” (Dağcı, 1992: 402)
Cengiz Dağcı için Kızıltaş en güvenli yaşam alanıdır; Dış dünyadan bunaldığı, korktuğu, yalnız hissettiği zamanlarının sığınağıdır:
“Onları gördüğüm sürece ben yaşıyordum. Onlar gözlerimden silindiği anlarda hayattan kopuktum, yalnızdım ve titriyordum.” (Dağcı, 1992: 132)
“İşte, Anneciğim, yıllar yılı canım dara düştüğü anlarda, korkulara kapıldığım anlarda kaçıp Kızıltaş’ıma saklandım.” (Dağcı, 1992: 134)
Kızıltaş onun için aynı zamanda bir sevgi ölçüsüdür. Canının parçası torununa dahi -başka topraktan, başka güneşten beslenmiş olsa da- Kızıltaş bağlarından kesilmiş bir salkım üzüme bakarcasına bakar ve onun yüzünde Kızıltaş bağlarının üzümünü[3 - Üzüm, Cengiz Dağcı’nın eserlerinde ötekileştirilmenin, yabancı hale getirilmenin simgesidir. Çocukken ölüler yesin diye mezarlığa üzüm bırakan Dağcı’nın babası, kendi üzüm bağına girip toprağı ve bağın asmalarını öptüğü için komünist rejim tarafından hapse atılmıştır. Bu olaydan sonra bir gün Memiş’in bayırına doğru otoyol kıyısında yürürken Yalta istikametinden gelen Kızıltaş kolhozunun sekreteri Bilal K. at arabasını durdurarak bağa dalmış ve ceketinin içine sakladığı iki salkım üzümü “Bu eki salhım yüzüm sizin bağın yüzümü!” diyerek gizlice Cengiz Dağcı’ya vermiştir. Ve üzüm onun eserlerinde kendi bağının üzümünü dahi yiyemediği öz vatanında “parya” durumuna düşmenin simgesi olur.] görür.
“Özlemlerimin gücüyle evi ve bahçemi Kızıltaş’a dönüştüreceğimi sandımdı” (Dağcı, 1992: 401) diyen Cengiz Dağcı sadece yaşadığı özel mekânı değil dimağını ve yüreğini Kızıltaş ve Gurzuf haline getirir:
“Kızıltaş sensiz anlam dışı bir yer. Sen de Kızıltaşsız edemezsin. Benden önce sevgilin, anandan önce anan, Kızıltaş. Kızıltaş senin özsuyun; kanın, damarın.” (Dağcı, 1992: 275)
“Kızıltaş’ımızı ben sadece aklımda değil; yüreğim, dalağım, böbreğim ve avuçlarımın içinde taşıdım yıllar yılı- ben mutlu bir ölümle öleceğim.” (Dağcı, 1992: 402)
“Gurzuf’u içimde taşıyorum. Gittiğim her yere Gurzuf’u kendimle birlikte götürüyorum.” (Dağcı, 1994b: 40) “Varlığımın dayanak noktasının Gurzuf olduğundan o denli eminim ki, Gurzuf’u ve Gurzuf’un insanlarını hafızamda taşırken, ömrümün sonsuzluğa sürüp gideceğine inanır gibi oluyorum.” (Dağcı, 1994b: 69)
“Romanlarım yazılırken, hayatımın dayanak noktası Gurzuf oldu. Gurzuf’a bağlı kaldığım sürece hayatımın gerçekliğinden kuşkulanmadım. Gurzufsuz, hayatımın gerçek bir anlam taşımayan ve biçimsiz bir varlık olacağını, kendiminse bir hayalete dönüşeceğini sandım. Sanmakla da kalmadım, bütün bu uzun yıllar boyunca kendimi Gurzuf’ta ve Kızıltaş’ta aradım.” (Dağcı, 1997a: 8)
“Ben vatansız değilim, ben her gün yatağımın içerisinde yattığım zaman adaları hatırlıyorum. Memiş’in bayırını hatırlıyorum. Gelinkaya’yı hatırlıyorum. Topkaya’yı, Gurzuf’u hatırlıyorum, hatırlamadığım hiçbir gün geçmiyor, her gün hatırlıyorum. Kırımla yaşıyorum, benim kendi bedenim buradadır, ama canım hâlâ oradadır.” (Karatay, 2011: 70)

MEKÂNIN TAKINTIDAN SEMBOL HALİNE DÖNÜŞMESİ
Cengiz Dağcı ömrü boyunca kalp gözüyle görmeyi sürdürdüğü ata topraklarını dış gözüyle en son 1941 yılında görmüş ama gerek cephede savaşırken, gerek esir kampında, gerek mülteci kampında, gerekse 1946 yılı itibarıyla yerleştiği Londra’da yüreğinden ve zihninden asla çıkarmadığı ata toprakları sayesinde ölüme, değişime, dönüşüme, asimile olmaya direnmiş ve hayata tutunmuştur:
“Yazgım beni kıyılarımdan uzaklara, insanları benim dilimde konuşmayan yerlere götürdü. Çocuksu özlemler, çocuksu umutlar yavaş yavaş terk ettiler beni. Ama Gurzuf ve Kızıltaş kıyıları capcanlı kaldılar hafızamda. Uzak yurtların bana yabancı insanları arasında bugüne dek yaşayabildiysem, yüreğim içinde taşıdığım Gurzuf ve Kızıltaşla yaşayabildim. Yaşım ilerledikçe de kimliğimi korumak, kimliğimi unutmamak zorunluğundan gelen akıldışı bir güçle bağlı kaldım kumlara dayalı kıyılarıma.” (Dağcı, 1994b: 117)
“Gurzuf ve Kızıltaşla kimliğimi unutamamanın; kimliğimi unutamamanın da değil doğrusu, çünkü kimliğimi ben hiçbir zaman unutmadım; kimliğimi yitirmemenin sevinci içinde buluyorum kendimi. Gülünç belki. Ama varlığımı ve akıl sağlığımı korumanın en kolay yolu bu.” (Dağcı, 1997a: 32)
Cengiz Dağcı’nın çocukluğunun ve gençliğinin geçtiği yerler tabiatı güzel olsa da topraklar bereketli olsa da elbette Dünya yüzündeki en muhteşem, en ideal yaşam alanı değildir. Sert coğrafî şartların, doğal afetlerin, ekonomik sıkıntıların, her alanda merkezî yönetime bağlı olmanın ve merkezî yönetimin ilgisizliğinin yol açtığı olumsuzlukların burada yaşamı bir hayli zorlaştırdığı gerçeğini de dile getirir Cengiz Dağcı:
“Hem Yansılar’da idealize ettiğim Gurzuf ve Kızıltaş çocukluğumda da ideal bir yer değildi: kışı soğuktu; bazan kış ortasında yakıt tükenirdi, ekmek tükenirdi; insanlar ölürlerdi – kimi soğuktan, kimi hastalıktan, kimi de içkiden. Büyük depremde devrilmiş Gurzuf camisinin minare taşları devrildikleri yerde kalakalmışlardı; sokaklar, hele Kızıltaş sokakları, taşlı ve çamurluydu. Kışın ortasında çeşmeler donardı, yollar kapanırdı. Yukarı mahallenin camisi dibindeki geniş avluya sığırlar götürülürdü boğaya. Bunun ayıbı ve günahı yok tabii; ama camiin duvarı dibine atılı peykede oturan elleri değnekli ihtiyarlar için pek de hoş olmayan gübre ve hayvan sidiği kokusu, yaz günlerinde ise, bahçe uçlarında bulunan ahşap kulübelerin altındaki helâ çukurlarından iğrenç bok kokuları yayılırdı çevreye.” (Dağcı, 1994b: 216)
Ancak yollar çamurlu ve taş dolu da olsa, gübre ve keçi kokuları duyulsa da burası Kızıltaşlı’nın, Gurzuflu’nun, Kırımlı’nın ocağıdır, yurdudur. Gaston Bachelard’ın Mekânın Poetikası adlı kitabında “İnsan vaktiyle oturduğu çatı katını çok dar bulabilir, kışın soğuk, yazın sıcak bulabilir. Ama şimdi, düş kurmaya yakalanan o anının içinde, herhangi bağdaştırmacılıkla olduğu bilinmez, çatı katı ister küçük, ister büyük, ister soğuk ve serin olsun her zaman rahatlatıcıdır” (Bachelard, 1996: 38) cümleleriyle ifade ettiği gibi Cengiz Dağcı da kendisi için barınma mekânı işlevi gördüğü dönemin Kızıltaş’ında göze çarpan olumsuzlukları asla hatırlamaz. Kızıltaş’ta yaşarken değil ama Kızıltaş’tan uzak düştükten, üstelik Kızıltaş’ı bir daha görme ihtimalinin ortadan kalkmasıyla Kızıltaş, Cengiz Dağcı’nın zihninde ve yüreğinde farklı bir boyut kazanır. Bir sevdadan takıntıya dönüşür (Tan, 2005). Ancak Cengiz Dağcı bu takıntı ve beraberinde getirdiği endişelerle başa çıkmayı becermiş (Veale-Willson, 2017) ve Kızıltaş ile Gurzuf’u hem kendi özel hayatı hem de vatanı Kırım için bir simge haline dönüştürmüştür.
Cengiz Dağcı, Kızıltaş’tan ayrıldıktan sonra sadece Kızıltaş değil Kızıltaş ve Gurzufla birlikte Kırım Türklerinin kaderi de değişmiş; Kırım’da, II. Dünya Savaşı sırasında önce gaddar Alman ordusunun işgali ve zulmü yaşanmış, ardından Kırım tekrar acımasız kızıl ordunun eline geçmiştir. 18 Mayıs 1944’te Stalin’in emriyle hayvan vagonlarına tıkılan Kırım Türkleri vatanlarından sürülerek, açlıkla-ölümle mücadele etmişler, büyük çoğunluğu bu mücadelede yenilgiye uğrayarak can vermiş, aileler parçalanmış ve bu Sovyet Rusya’nın uyguladığı bu stratejik soykırım neticesinde bir millet yurdunu kaybetmiştir. Yurdunu kaybeden bir milletin ferdi olarak Londra’da adeta bir sürgün hayatı yaşayan Cengiz Dağcı geride bıraktığı topraklardaki egemenliğin, buna bağlı olarak mekânın, demografik yapının ve kültürün tamamen değiştiğini üzüntüyle ifade eder:
“Birkaç ay önce kütüphanelere uğrayıp en yeni Kırım haritalarında aradım Kızıltaş’ı. Yok. Demirci, Değirmenköy, Dereköy, Ayvasıl, Üsküt, Otuz, Özenbeş, Taraktaş, Yanköy… tümü eksik haritada. Yalnız Kırımlılara Kırım’ı ziyaret etmelerine izin verildiğini ve yıkık çökük köylerine gelen insanlarımızın boyunları bükük, bir tutam yurt toprağıyla yine sürgün yerlerine döndüklerini öğreniyorum buraya dek ulaşan haberlerden.” (Dağcı, 1992: 439)
“Mekân, peteklerinin binlerce gözünde zamanı sıkıştırılmış olarak tutar” (Bachelard, 1996: 36) Cengiz Dağcı da Kırım’ın Kırım Türklerine ait olduğu zamanı yansıtan mekâna odaklanarak bir milletin değişen kaderine isyan eder. Unutmamanın ve sürgün sonrası gözlerini dünyaya açan nesle unutturmamanın mücadelesini öncelikle mekân ile verir. Geçmişinden kopmamak için direnen Cengiz Dağcı düşlerinde yeni bir Kızıltaş ve Gurzuf kurar:
“Kızıltaş mı? Gerçekten Kızıltaş mı burası? Ayı Dağı’yla, deniziyle, Adalarıyla, Topkaya bayırlarıyla, Pilibaşı bağıyla senin Kızıltaş’ın mı, Saf?
Tümüyle, İye. Tümüyle benim Kızıltaş’ım. Ama yeni Kızıltaş burası. Eski Kızıltaş insansız. Eski Kızıltaş çökük. Eski Kızıltaş’ın bağlarını, bostanlarını, yollarını yaban otları kapladı. Burası yeni Kızıltaş, İye. Kendi ellerimle kurdum ben bu Kızıltaş’ı.” (Dağcı, 1992: 355)
Onun ruhuna şekil veren Kızıltaş Kırım Türklerinin kendi dillerinde türküler okuduğu, gazete ve dergiler çıkardığı; okullarda çocukların anadilleriyle eğitim aldıkları; taş duvarlı bahçeleri çiçekli, damları kızıl kiremitli, duvarları badanalı, verandalı evlerde huzur içinde yaşanan yılların Kızıltaş’ıdır. Dağcı’nın genelde Kırım, özelde Gurzuf ve Kızıltaş üzerinde böylesine ısrarla durması tamamen bilinçlidir. “Geçmişinden kopmuş bir toplum kendi geleceğini kuramaz” (Dağcı, 1994b: 76) diyen Cengiz Dağcı’nın edebî eser vasıtasıyla asıl yapmak istediği öncelikle Kırım’dan uzak düşmüş Kırım Türklerine ve tüm Türk dünyasına sağlam bir gelecek oluşturabilmenin yolunun kökleri tanımaktan geçtiğini göstermektir. Güçlü bir milli şuur ile birleşen vatan özlemi ona gelecek nesilleri bilinçlendirmek için onlara geçmişi taşıma misyonu yüklemiştir. Bu özlem ve bilinçle Kırım Türkünün kültürel kimliğinin kaybolmamasını günün birinde mutlaka gerçek sahiplerine iade olunacak vatan Kırım’a kavuşulacağına duyduğu inançla arzu eder. Yok olmamanın yolunun maziye, kültürel kimliğe sımsıkı bağlı kalmaktan geçtiğini bilmenin verdiği sorumluluk duygusuyla hareket eder:
“Belgeselin sonlarına doğru Kızltaş’ın Gelinkaya’sı alınmış filme. (…) Görünüme dalmıştım ya, Gelinkaya’yı tanıyamadım doğusu. Benim çocukluğumun (sonralarda gençliğimin) Gelinkaya’sı küçülmüştü adeta. Yok, adeta değil, gerçekten küçülmüş göründü gözlerime. Küçülmez mi, her şeyimizi silip süpürdüler: camilerimizi, hastahanelerimizi, hanlarımızı ve çeşmelerimizi… Hiçbir şeyimizi bırakmadılar. Kızıltaş’ı Krasnokamensk’e dönüştürenler Gelinkaya’yı da pekala küçültebilirlerdi.” (Dağcı, 1998: 23-24)
“Kızıltaş’ta ikamet etmemiz yasak. Yüreklerimiz içinde sevgi duyguları, özlemler uyanmayacak; çiçekler açmayacak; ışıklar yanmayacak; bizim gülümsemelerimiz ve öpücüklerimiz hâlâ Sosyalist romantizmin dışında. Tüm gerçeklerimiz Taşkent, Simferopol, Moskova savcılarının dosyalarında. Davamız basit; bizim biz olarak yaşamak hakkımız.” (Dağcı, 1992: 51)
“Evet, ölüm son değildir ama yok olma sondur. Yok olmamamız için durmadan hatırlamak zorundayız. Geçmişinden kopmuş bir ulus, ulus olamaz. Ulusun insanlarını birleştiren, birlikteliğini sağlayan, hatta ulusu ulus kılan onun hatıralarıdır. Yalnızca şanlı ve parlak geçmişinin hatıraları değil; yenilgileri, iç ve dış etkenlerin yarattığı faciaları…” (Dağcı, 1991: 81-82)
İşte bu bilinçle hareket eden ve edebî eserin “kendi halkını kendi halkına” tanıtma işlevinin altını çizen (Dağcı, 1994b: 166, 236) Cengiz Dağcı, Kızıltaş’ın acısıyla yoğrulmuş hayatında yeniden Kızıltaş’a ve Kızıltaş ile Gurzuf ekseninde Kırım’a can vermek ister:
“ (…) dünyanın dört bir yanına dağılmış Kızıltaşlılara yeni baştan Kızıltaş’ı yaşatacaktım. Çimlerin yeşerişini göreceklerdi Kızıltaşlılar benim Kızıltaş’ımda; çiçeklerin açışını, bağlarda salkımlar olgunlaşırken sevinen asmaları göreceklerdi; karın ve yağmurun yağışını, yelin esişini, bayırın üstünde duran Camcı Şevket’in evini çeviren yüksek duvardaki künkten akan suyun şırıltısını duyacaklardı ve bunları gören ve duyan Kızıltaşlılar akıl, yürek, ciğer, dalak, böbrek, göz ve gönülleriyle birbirlerine bağlanıp bir bütün olacaklardı” (Dağcı, 1991: 121-122)
“Ben yaşadıkça Kızıltaş unutulmayacaktı. Ben yeni baştan kuracaktım Kızıltaş’ı. ellerimle, aklımla, terimle. Evlerini, camisini, yollarını, köprülerini, çeşmelerini, okulunu kuracaktım. Bostanlarını sulayacaktım. Tarlalarını ekecektim. Bağlarını budayacaktım. Hayvanlarını güdecektim. Mezarlığını temizleyecektim yabanıl otlarından. Işıklar yakacaktım evlerinde. İnsanlarını sürgün yerlerinden getirip kendi evlerine yerleştirecektim. Çocuklarını okutacaktım. Kızlarını evlendirecektim. (…) Mutlu bir gelecek bekliyordu beni. (…) Köksüz ve yönsüz değildim artık.” (Dağcı, 1992: 133)
Cengiz Dağcı’nın maksadı Kırım’ın geçmişine ağıt yakmak değil meşale tutup geleceğini aydınlatmak ve bu vesileyle Kızıltaş ve Gurzuf sembollerini kullanarak gelecek nesiller ile ata toprakları arasında güçlü bir manevi bağ kurmaktır:
“Geçmişinden kopmuş bir toplum kendi geleceğini kuramaz. (…) Romanlarımda Kırım’ın dışında doğup büyümüş gençlere yarım yüzyıl önceki Kırım’ı az da olsa tanıtabildiysem mutluyum.” (Dağcı, 1994b: 76)

SONUÇ
Bugün Ukrayna sınırları içinde Krasnokamenka olarak adı geçen Kızıltaş Yalta şehrinin Gurzuf kasabasına bağlı bir köydür. Doğduğu, hayatının en lezzetli, en çilesiz dönemi olan çocukluğunu ve gençlik yıllarını geçirdiği, şahsiyetinin geliştiği, duygu dünyasının şekillendiği Kızıltaş ve Gurzuf’ Cengiz Dağcı için sığınaktır. Kızıltaş ve Gurzuf’u hatırlamak korkuları, tasa ve kaygılarından uzaklaşmasını, sosyal yalnızlığıyla başa çıkabilmesini, akıl sağlığını korumasını ve yabancı bir kültür dairesinde milli kimliğini, aidiyetini kaybetmemesini sağlamış, hayatının dayanak noktası olmuştur. Ancak Cengiz Dağcı Gurzuf ve Kızıltaş’ı sadece iç dünyasının dış dünyadaki karşılığı olarak kullanmamış, doğduğu ve ruhunu besleyen toprakların hafızalardan silinmesinin önüne geçmek istemiştir. Edebî eser aracılığıyla Kırım’ın kültürel mirasını kendinden sonraki toplumsal hafızaya kazandırma çabası içindedir. Cengiz Dağcı’nın eserleri okundukça ve bu eserler üzerinde düşünülüp Kırım Türklerinin uğradıkları ve hâlâ uğramaya devam ettikleri büyük haksızlıklar fark edildikçe edebî eserin farkındalık yaratma ve bilinçlendirme rolü işlerlik kazanacaktır. Cengiz Dağcı’nın yüreğinde ve dimağında yeniden inşa ettiği Kızıltaş’ına bir faninin küçük, kişisel direnmesi ya da özlemi olarak bakmamak gerekir. Kızıltaş ve Gurzuf’ta böylesine ısrar ediş duygusal bir söylemden çok bir millet aidiyetini ifade ediş, Kırım Türklerini Kırım’a ruhen bağlı kalmaya davet ve Kızıltaş’ın asla Krasnokamenka’ya dönüşmeyeceğini haykırıştır.

KAYNAKLAR
BACHELARD, Gaston (1996) Mekânın Poetikası, Çev. Aykut Derman, Kesit Yayıncılık, İstanbul.
DAĞCI, Cengiz (1992) Anneme Mektuplar, Ötüken Neşriyat, İstanbul.
DAĞCI, Cengiz (1997b) Ben ve İçimdeki Ben Yansılar’dan Kalanlar 5, Ötüken Neşriyat, İstanbul.
DAĞCI, Cengiz (1996) Biz Beraber Geçtik Bu Yolu, Ötüken Neşriyat, İstanbul.
DAĞCI, Cengiz (1998) Hatıralarda Cengiz Dağcı, Ötüken Neşriyat, İstanbul.
DAĞCI, Cengiz (1956) Korkunç Yıllar, Varlık Yayınları, İstanbul.
DAĞCI, Cengiz (1994a) Onlar da İnsandı, Ötüken Neşriyat, İstanbul.
DAĞCI, Cengiz (1991) Yansılar 3, Ötüken Neşriyat, İstanbul.
DAĞCI, Cengiz (1994b) Yansılar 1, Ötüken Neşriyat, İstanbul.
DAĞCI, Cengiz (1997a) Yansılar 2, Ötüken Neşriyat, İstanbul.
DAĞCI, Cengiz (1989) Yurdunu Kaybeden Adam, Ötüken Neşriyat, İstanbul.
DEVELLİOĞLU, Ferit (1980) Osmanlıca Türkçe Ansiklopedik Lugat, Doğuş Ltd. Şti. Matbaası, Ankara
FULLFORD Robert (2014) Anlatının Gücü, Çev. Ezgi Kardelen, Kolektif Kitap Bilişim ve Tasarım, İstanbul.
GÖREGENLI, Melek (2010) Çevre Psikolojisi: İnsan Mekân İlişkileri, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul.
GÜLEÇ SOLAK, Sevcan (2017) “Mekân Kimlik Etkileşimi: Kavramsal ve Kuramsal Bir Bakış”, Manas Sosyal Araştırmalar Dergisi, Sayı 1 Cilt 6, s.13-37
KARATAY, Zafer (2011) “İnsan Olarak Cengiz Dağcı”, Bellek-İnsan-Eser, Haz. Emel Kefeli-Nesrin Sarıahmetoğlu, Ötüken Neşriyat, İstanbul, s. 60-72.
ÖZEN, Arzu (2006) “Mimari Sanal Gerçeklik Ortamlarında Algı Psikolojisi”, Bilgi Teknolojileri Kongresi IV, Akademik Bilişim, Denizli, http://ab.org.tr/ab06/ bildiri.
TAN, Oğuz (2005) Takıntılar, Timaş Yayınları, İstanbul.
VEALE, David-WILSON, Rob (2017) Üstesinden Gelmek Obsesif Kompulsif Bozukluk, Kuraldışı Yayınevi, İstanbul.
www.tdk.gov.tr

Bir Kültürel Miras Aktarıcısı Olarak Cengiz Dağcı
Ali Duymaz[4 - Prof. Dr., Balıkesir Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü.]

GIRIŞ
Cengiz Dağcı’nın romanlarını okuduğumuzda onun bireysel anılarını kaleme almış bir yazar olduğu kanısına ulaşabiliriz. Ancak biraz daha dikkat edilirse bu bireysel anıların arka planında bazen tarihsel anlatılar bazen de kolektif belleğe ait aktarımlar olduğu görülmeye başlar. Çalışmamızın sorusu da burada devreye girer. Cengiz Dağcı, kültürel mirasın bir anlamda yeni bir aktarıcısı mıdır yoksa yok edilip tükenmekte olan sözlü kültürel mirasın yazıya geçiricisi midir?
Yazıya geçirme, sözlü anlatı geleneğinin son aşaması olarak bilinmektedir. Nitekim Dede Korkut Kitabı da bozkır kültürünün Anadolu içlerinde yaşama şansını tükettiği bir dönemde yazıya geçirilmiş bir vasiyetname, bir mezar taşı kitabesi, bir şahide olarak değerlendirilebilir. Yani kolektif bellekteki malzemenin ileride hatırlanması ve yeniden üretilebilmek üzere yazının belleğine ısmarlanışıdır. Cengiz Dağcı da hem bireysel olarak kendisi hem de toplumsal olarak aynı acıyı paylaşan millettaşları için böyle bir vasiyetname veya bir mezar kitabesi mi kaleme almıştır? Başka bir ifadeyle o bir roman yazarı mı yoksa destan yazarı mıdır?
Sosyal bilimlerde son yıllarda moda olan kimi kavramlar vardır. Bunlar bellek, kültürel miras, kimlik, aidiyet gibi bazı sözler etrafında, biraz da muğlak ve değişken biçimde dönmektedir. Bellek üzerine araştırmaları olan Jan Asmann toplumlara ait bir belleğin olmadığını, ancak toplumların üyelerinin toplumun belleğini belirlediğini söyler. Maurice Halbwachs da bireysel bir belleğin olmadığını, belleğin bütün formlarının sosyal bağlantılı olduğunu söyler. Her iki araştırmacıya göre de insanların hatırladıkları şeyler başkalarının anlatımları ve hatırlamaları ile bağlantılıdır. İnsanlar sadece başkalarından öğrendiklerini değil, aynı zamanda onların anlattıklarını, anlamlı diye vurguladıklarını ve yansıttıklarını da sosyal açıdan belirlenmiş anlamları bağlamında algılayarak hatırlarlar. Aileden başlayarak bütün sosyal “biz” gruplarında hatırlama, hatırlanacak olan olguların bıraktığı duygusal izlere bağlıdır. Seçilmiş hatırlamalar bireylerin toplumsal aidiyetini ve grup kimliğini güçlendirir. “Sosyal bellek” olarak tanımlanan ve büyük oranda iletişim işlevli olan bu belleğin yanı sıra Halbwachs’ın “kolektif bellek” dediği kültürel simgelere esaslanan güçlü bir yapı daha vardır. Kolektif bellekte anılar ikna gücü ve duygusal etkisi yüksek “mit”lere dönüşür. Kuşaklara hangi düzeyde aktarılacakları ise, grupların hedef ve ihtiyaçları ile belirlenir. Devamlılıkları ise taşıyıcıların yaşama sürelerine bağlı değildir. Burada daha fazla teorik ayrıntılara girmeden Assmann’ın “kültürel bellek” adı verdiği daha uzun ömürlü yapıdan bahsetmek isteriz. Assmann, kültürel belleği fonksiyon ve depolama belleği olarak ikiye ayırır ve “depolama belleği”ni kültürel bir arşiv olarak değerlendirir. “Fonksiyon belleği” ise unutma sürecini engeller, yeniden üretir, sürdürülebilir kılar. Kültürel bellek bize, yaşam ufkumuzun ötesinde ölümsüz bir mekân bırakır. Yani sınırlı yaşam bilgileriyle baş edebilmemizi sağlar. Bir toplumun, varlığını sürdürebilmesi için mutlak biçimde bir kültürel belleğinin olması gerekir. Assmann 2015; Halbwachs 2018).
Kültürel kimlik konusunda ise çalışma alanımıza ışık tutucu şu alıntıyı yapmak istiyoruz:
“Kültürel kimliği algılamanın en az iki yolu vardır -biri özcü, dar ve kapalı, diğeri tarihsel, kapsayıcı ve açık. Birincisi kültürel kimliği tamamlanmış bir olgu, oluşmuş bir öz olarak değerlendirir. İkincisi ise, kültürel kimliğin üretilen, sürekli bu üretim süreci içinde olan, hiçbir zaman tümüyle tamamlanamayacak bir şey olarak görür. Hall özcü kavrayışı “bir tür kolektif, içinde pek çok şey saklayan ‘kişinin gerçek kendi’, insanların tarihsel olarak paylaştıkları ve ortak geçmişlerinden kaynaklanan daha yüzeysel ve suni olarak oluşturulmuş birçok ‘kendi’” olarak tanımlar. “Orijinal tarih… tarihsel olarak, miras ve gelenek adıyla dondurulurken bir tarihdışılaştırma sureci yaşanır. “Böylesi özler unutulabilir ya da kaydedilebilir ama kesinlikle onarılacak ve temelde, değişmeden kalacaktır.” Bu tanıma göre, daha yüzeysel farklılıkların ve insanların tarihsel değişimlerinin altında yatan, anlam kümelerinin, şifrelerin ve başvuru çerçevelerinin “tekliği”ni sağlayan bir öz, paylaşılmış deneyimler vardır. Etnik, coğrafi geçmiş, din, bölgesel veya ulusal dil vb… şeklinde olabilecek bu öz bulunmalı, ayrıcalıklı bir depodan kazılıp çıkarılmalıdır.” (Larrain, 1995: 217).
Aslında Kırım’da özellikle Osmanlı hâkimiyetiyle özcü kültürel kimliği ile yani yerli kültürel değerleriyle Osmanlılar tarafından taşınan ve din ve yazı ağırlıklı Türk kültürünün karşılaşması ve birleşimiyle bir yeni bir sentez ortaya çıkmıştır. Bu kültürel bireşim, bilhassa Osmanlı-Türk yazılı kültürünün etkisiyle Kırım’da yeni bir yazılı kültür olarak ortaya çıkarırken öte yandan farklı yapılardan insanların karşılaşması ve birlikte yaşamasıyla sözlü olarak bir yaşam felsefesi şeklinde ortaya çıkarmıştır. Bu yaşam felsefesi ortak bir deneyimi ve insanların doğal iletişiminden doğan bir anlayış paylaşımı haline gelmiş, yani ideoloji olarak değil, paylaşılmış bir deneyimler sistemi olarak bellekte yaşayan bir kültürel kimlik oluşturmuştur. Bu durum, ideolojik olmadığı gibi özcü kimliği reddedici, baskılayıcı veya daraltıcı bir tutum da sergilememiştir. Oysa Çarlık Rusya işgalinden Sovyetler Birliği dönemine uzanan ideolojik tutum, bütün bu hususlarda tam aksi bir istikamet göstermiş ve bu da malûm sürgünden soykırıma kadar varan süreci doğurmuştur.
Küreselleşmenin mikro ölçekli ve deneme sürümü bir uygulaması sayılabilecek Sovyet modeli, Kırım ve diğer Türk yurtlarında kültürel belleğin doğal aktarım sürecini sekteye uğratarak da bir soykırım yapmış sayılamaz mı? Cengiz Dağcı bu kültürel belleğin bir aktarıcısı olarak tarihsel ve coğrafî düzlemde temasları işaret ederek daha geniş bir kolektif kimlik üretme ve kayda geçirme gayreti içinde değil midir? Coğrafî olarak Kırım, etnik olarak Tatar kimliğinin “küçük lokma” sayılması birçok tarihsel acı tecrübenin sonucu olarak onun eserlerine yansımıştır. Tarih, Kırım’ın son dönemde eklemli olduğu Ukrayna’da bile varlığını sürdüremediğini, en rahat ve huzurlu dönemin Osmanlı-Kırım ilişkilerinin iyi olduğu zamanlar olduğu, Deşt-i Kıpçak’ta çeşitli dinsel denemelere rağmen Türk varlığının çok kısıtlı tutunma alanı olarak kalabildiği dikkate alınması gereken tarihsel ve stratejik ögelerdir. Ya tahammül ya sefer diyen Kırım Tatarları, göç ederek veya ettirilerek “diaspora” kavramının sağlıksız duygu ve heyecanlarına esir olmamak gibi bir çabanın içinde olmalıdırlar.
Bu bir tarih midir? Bir anlamda bir anlamda hayır. Çünkü tarih, soğuk ve nesnel bir takım belge ve kayıtlardan ibaret sayılır. Bu anlamda “anı” ve “bellek” kavramları devreye girer. Kolektif bellek, tarihin aksine kaydedip donuklaştırmaz, kültürel mirası, geleneği aktararak yaşatır. Cengiz Dağcı’nın yaptığı bireysel belleğine kazınmış çocukluk ve ilk gençlik anılarını, toplumsal bellekle birleştirerek “roman” türünün imkânları düzeyinde kaleme almaktır. Burada nelerin bireysel olarak yaşanmış anı, nelerin toplumun diğer bireylerince yaşanıp anlatılarak bireysel anı haznesine doluştuğu karmakarışıktır. Bu da bir kolektif bellek oluşturur. Elbette toplumu derinden etkileyen olaylar, bozkır kültüründe yaşanan süreçte bir destanın oluşum temelini var eder, ama acı anılar tazedir, devir moderndir ve en önemlisi anılarını kolektif belleğe dönüştüren yazar, göç etmiştir, bulunduğu ortam kendisini anlayabilecek evrensel bir olay olarak görmemektedir, bu durumda daha büyük ve geniş bir kitle olarak paylaşımlarını “tarih” gibi değil de duygudaşlık düzeyinde anlayacağını sandığı Türkiye’de yayımlamayı ve dolayısıyla dil itibariyle de daha derin ve geniş bir paydaşlık gördüğü Türkiye Türkçesiyle yazacaktır.
Osmanlı İmparatorluğu’nun himayesinde 1783 yılında kadar hanlık yönetimi altında yaşayan ve halkının önemli bir kısmı kimi yerel özelliklerini korumuş olsa da o devrin “küresel” Müslüman-Türk kültürünü benimsemiş olan Kırım Türkleri, 1783’ten 1944 yılına kadar önce Çarlık ve daha sonra da Sovyet yönetimince sistematik bir dönüştürme ve yok edilme süreci içine girmişlerdir. Bu sürecin son yıllarını çocukluk ve ilk gençlik yılları halinde yaşamış olan Cengiz Dağcı, son aşamada anılarıyla karışık kolektif Tatar-Türk kimliğini bireysel, toplumsal ve kolektif belleğine nakşederek “depolayıcı” bellek eserleri kaleme almıştır. Çünkü kolektif bellek, katliam ve sürgün dolayısıyla işlevsel niteliğini büyük oranda kaybetmiştir. Çünkü sürdürülebilir, güncellenebilir ve gelecekte yeniden üretilebilir olmaktan çıkmış bir “bellek”, ancak “arşiv”, “müze”, “sanat tarihi” gibi donuk, tarihsel niteliği öne çıkmış kurum ve yapılarla korunabilirdi. Ya da Cengiz Dağcı’nın yaptığı gibi bireysel anılarla kolektif belleğin kesişim noktasında yeni ve çağdaş bir “gelenek” aktarım türü olarak roman türüne müracaat etmek gerekecekti. Bu da donuk bir çözüm gibi görünebilir, ancak yaşantı esaslı olduğu için tarihe göre daha işlevsel bir mahiyet taşımaktadır.
Her ne kadar Kırım Türklerini sürgün edildiği coğrafyalardan bilhassa Özbekistan’da, o da çok uzun yıllar sonra Âşık Ömer ve diğer halk edebiyatı ve folklor ürünleri, başta Cafer Bekirov tarafından derlenip yayımlanmış olsa bile bu eserler, Sovyet politikalarıyla uyumlu biçimde daraltılmış bir “boy” kimliğinin (oto)sansürlü eserleri olmaktan ileri geçememiştir. Oysa hanlığın Ruslarca işgalinden sonra zaten iki görüş öne çıkmıştı. Bunlardan birisi Ceditçilik yaygın adıyla bilinen “dilde fikirde işte birlik” şiarıyla simgelenen ortak Türk kültür ve edebiyatının siyasal kimliğe doğru yol alışı demek olan fikir akımıydı ki bütün Rusya Müslümanlarını etkileyen bu akımın başlangıç mekânlarından birincisi Kırım ve İsmail Gaspıralı’ydı. Diğeri ise bunun hayali ve fantastik olduğundan hareketler uzlaşmacı bir yaklaşımla ortaya atılan “boy” dili ve edebiyatı olup herhangi bir siyasi emel taşımayan yaklaşımdı. Ruslar birinci düşünceye hiçbir şekilde fırsat tanımazken ikincisini göreceli ve kontrollü olarak desteklemişlerdir. Nitekim bu yaklaşım tarzı, ne devlet olarak ne de siyasi temsil olarak herhangi bir iddia üzerine inşa edilmemiştir. Nitekim dinî kimliği ön plana çıkaran “eski”nin temsilcileri de bu görüşe yakın durmuşlardır. İşte Cengiz Dağcı’yı tam da bu fikir kargaşası içinde bir yerde buluruz.
Şimdi birkaç örnekle durumu somutlaştırmak isteriz.

KIRIM’DAN TAŞINAN RITÜELLER
Cengiz Dağcı’nın sürekli ve tekrarlarla anlattığı kültürel miras unsurları arasında ritüeller özel bir yer işgal eder. Kırım Türklerinin bayram ve ritüelleri arasında Hıdrellez gibi yaygın ritüeller olduğu gibi Derviza gibi yerel ve özcü ritüeller de vardır.
Hıdırellez
Türk kolektif belleğinin döngüsel anlamda güncellenmesine ve işlevsel olarak sürdürülebilir olmasına katkı sağlayan ritüellerden biri de Hıdırellez’dir. Anadolu’da, Balkanlar’da ve Kırım’da kutlanan müşterek bir bahar bayramı olarak Hıdırellez, Cengiz Dağcı’nın eserlerinde sıkça sözü edilen baharın gelişini kutlama merasimidir. Badem Dalına Asılı Bebekler’de Hıdırellez’in ilk akşamında Anadolu’da martufal gibi değişik adlarla anılan mani söyleme geleneğine atıflar vardır:
“Her biri tabak büyüklüğünde, Hıdırellez’in ilk akşamında komşu evlerde birikip sedirler üstünde tatlı seslerle mâni söyleyen allı tüllü güzelim Tatar kızları kadar rengârenk ve canlıydı yıldız çiçekleri.” (Dağcı, 2010: 130).
Kırım’da Hıdırellez’e özgü bir diğer uygulama ise genç kızların çiçek fidesi ekmeleridir. Dağcı, ayrıntı vermez ama bu uygulama da bir çeşit fal bakma uygulamasıdır. Akşamdan ekilen fidenin sabaha ne kadar uzadığına bakılarak o yılın nasıl geçeceğine dair çıkarımlar yapılır. Bu uygulama, Hıdırellez kutlaması yapılan hemen her coğrafyada görülür:
“Akşam yemeğini geç bir zamanda, hemen hemen sessizce yedik. Yatmadan önce Hıdrellez günü, köy kızlarının mezarlığa gelip mezarlığın güneşli duvarı dibinde çiçek ekeceklerini söyledi.” (Dağcı, 2010: 201).
“Tüm Tatar kızları dilsiz, sağır ve kör doğarlarsa mezarlığa çiçeği kim eker, Hıdrellez günü?” (Dağcı, 2010: 264)
“… her bahar akların en akıyla çiçek açan elma ağaçları, Hıdırellez’de mezarlık duvarı dibinde çiçek fideleri diken kızlar; Derviza günlerinde bayrak tutan delikanlılar; ve serçeler, saksağanlar, karatavuklar; Kasım’da yaylaya yağan ilk kar… ve ben.” (Dağcı, 1992: 10)
“Her şey, her yer yerli yerindeydi. Hıdırellez’de kızlar çiçek fidelerini dikiyorlardı mezarlık duvarı dibinde…” (Dağcı, 1992: 188)
Hıdırellez’in Kırım’da baharın simgesi oluşu ise Dağcı’nın şu satırlarında ifadesini bulur: “Daha Hıdırellez gelmeden bir gelinin tazeliği ve güzelliğiyle süslenmişti yeryüzü. Yamaçlar yeşermiş, ağaçlar çiçek açmış;…” (Dağcı, 2010: 188).
Hıdırellez’de genç kızlar türküler, maniler söylerler:
“Hıdırellez’de cevizlerin gölgesinde kızlar şarkı söylemeyecekler mi?” (Dağcı, 2010: 272); “Hıdırellez’de söylenen şarkıların…”(Dağcı, 1992: 19); “Hıdırellez’de Kızıltaş kızlarının türkülerini dinlememiş,…” (Dağcı 1992: 195); “Hıdrellez’lerde saçlarına çiçekler takmanın özlemiyle ölen genç kızları görüyordu;…” (Dağcı, 2013: 99).
Hıdırellez’de söylenen şarkılar, maniler Dağcı’nın çocukluğunda dahi unutulmaya yüz tutmuştur. Roman kahramanı Zöhre Hanım her zaman değil sadece Hıdırellez’de şarkı söyler: “Niçin bugün? Çünkü bugün Hıdrellez”dir.” (Dağcı, 2010: 202). O da şarkının gerisini bilmemekte, sadece iki dize söylemektedir: “Bugün Fatma süslendi / Ferişteler seslendi…” (Dağcı, 2010: 202).
Hıdırellez’in yemekleri de özeldir: “Yok; basbayağı bir gün değildi o gün. Hıdrellez’li, hamsili, göbelezli, taze patatesli ve maydanozlu bir gündü o gün.” (Dağcı, 2010: 209).
Hıdırellez’de her yerde olduğu gibi Kırım’da da su başlarına gidilir:
“Hıdrellez’deki gibi denize gidiyorlardı.” (Dağcı, 2007: 34).
Temizlenme, arınma günüdür Hıdırellez: “Sonra beynim paslanır ve ömrümde yüz Hıdrellez yaşasam bile paslı beynimle düşlerimi yosunlardan temizleyemem.” (Dağcı, 2010: 222)
Yeni eve Hıdırellez’de girilir: “Önümüzdeki Hıdrellez’de yeni evceğimizde oturacağız inşallah diyorlar.” (Dağcı, 2010: 228)
Yukarıda alıntıladığımız örnek metin parçaları dışında Badem Dalına Asılı Bebekler (Dağcı, 2010: 203, 210, 216, 219, 223, 233, 244, 251, 264, 271), Onlar da İnsandı (Dağcı, 2007: 193), Üşüyen Sokak (Dağcı 2012: 108, 171), Halûk’un Defterinden ve Londra Mektupları (Dağcı, 1996: 49, 80, 88, 168) gibi eserlerinde de Hıdırellez inanış ve uygulamalarından aynı biçimde söz edilmektedir.
Burada son olarak bu tür ritüellerin istismarına bir örnek olması için hatıralarında anlattığı bir anısını kaydedelim. Kendisine Ömer Seyfettin’den hikâyeler okuyan Dağcı’nın amcası Seyid-Ömer de bir yazardır ve arada bir kendisinin yazdığı Hıdırellez’de Kızıltaş’a gelen yabancı bir dolandırıcıyı anlattığı “Hıdırellez Değil Hınzır İlyas’tı Adamın Adı” başlıklı hikâyesini de okurmuş (Dağcı, 1998: 66). Kızıltaş’ta Hıdırellez kutlamalarının varlığını gösteren bu anıya göre, kalabalıklar çoğu zaman dolandırıcı ve hırsızların da iştahını kabartan bir durumu işaret etmektedir.
Cengiz Dağcı’nın anılarında kalan Hıdırellez’deki uygulamalar, genç kızların mezarlık duvarı diplerine çiçek fidesi ekmeleri, yine genç kızların mani, türkü ve şarkılar söylemeleri, komşu kadınların bir araya gelmeleri, yeni eve girme, insanların su başlarına mesela denize gitmeleri gibi anılardır. Hıdrellez işlevsel olarak ise bir araya gelme, birliktelik sağlama, arınma, temizlenme, geleceğe umut besleme gibi yönleriyle insanları motive eden bir yapıdadır. Bütün bunlar Dağcı’nın hem romanlarında hem de anılarında benzer ve hatta bazen “kalıp” ifadelerle tekrarlanarak yer alırlar. Yani Dağcı, Kırım-Türk kolektif belleğinin en önemli ögelerinden biri olan Hıdırellez’i bütün yönleriyle hatırlama figürü olarak kullanmakta ve gelecek kuşaklara yazılı olarak aktarmaktadır.
Derviza Bayramı
Geleneksel bayramlar ve törenler de kültürel miras kavramı içerisine girer. Derviza, Kırım Tatarlarının 23 Eylül yani Ekinoks civarı bağbozumu ve hasat zamanında kutladıkları millî bayramlardandır. Güz Bayramı veya Bereket Bayramı olarak da bilinen bu bayramın en önemli uygulaması güreşlerin yapılmasıdır. Kırım’da Urumlar gibi diğer Türk halklarının da birlikte kutladıkları bayramlardan birisi Derviza adı verilen geleneksel hasat bayramıdır. Cengiz Dağcı bu bayramı iki ayrı düzlemde ele alır. İlki bayramın geleneksel bir kültür ögesi olarak doğal seyrinde kutlandığı dönemlerdir. İkincisi ise Sürgün Yeri olan Taşkent yakınlarındaki 1968 yılında gerçekleşen ve Rus güvenlik kuvvetleri tarafından dağıtılan Derviza Bayramı çerçevesinde… Bu arada Kırım’da Tepreş âdetinin olmadığını, bunu yerine Eylül ayında Derviza denilen hasat bayramının kutlandığını da hatırlatmak isteriz (Bayraktar-Saçkesen, 2012).
Dağcı, çocukluk anılarında Derviza bayramına ayrıntılı olarak yer vermez, değinmeler şeklinde geçer. Anneme Mektuplar’da “Sarı Çömez’in tarlası, avludaki sıvalı fırın ve Pilibaşı her bahar akların en akıyla çiçek açan elma ağaçları Hıdırellez’de mezarlık duvarı dibinde çiçek fideleri diken kızlar; Derviza günlerinde bayrak tutan delikanlılar; ve serçeler, saksağanlar, …” dan bahseder (Dağcı,1992: 10).
Ruslar tarafından yasaklanan uygulamalar arasında Derviza Bayramı da vardır:
“Sonra yasaklar geldi: oruç tutma yasağı; ezan okuma yasağı; namaz kılma yasağı; mevlüt duaları okuma, derviza; sünnet olma… ve daha nice nice yasaklar. Ama yasakların en acısı (belki de en haşini) insanın gönlü dilediğince gülme ve konuşma yasağı oldu.” (Dağcı, 1997: 168).
Ancak daha sonra hatırladıkları içinde hep Derviza Bayramı vardır. Bunu Yansılar 3’te şöyle anlatır:
“Çok şeyler değişti bu süre içinde; derviza şenliklerinden türküler ve kemane sesleri geldi kulağıma; meşeler yeşerdi gene gözlerimde; bizim denizin ve dağlarımızın selâmlarını getirdi pembe melekler çevreme; sonunda çevremi çeviren duvar…” (Dağcı, 1991: 265)
Yansılar 4’te “Toy’lara, derviza’lara gittim. Esmer kızların, sarışın kızların, çilli kızların sıcacık öpüşleri hâlâ dudaklarımda. Unutuyorum savaş ne, ayrılık ne, ihtiyarlık ne. İhtiyarlığımda ben bir nehirim; sakin, sessiz, ama yaşayan ve denizlere akıp giden bir …” (Dağcı, 1993: 170); Ben ve İçimdeki Ben adlı eserinde “… dervizalarda salıncakları süsleyen çiçekler…” den söz eder (Dağcı, 1997: 40)
Yoldaşlar romanında askere alınan genç için de Derviza de tıpkı Dağcı gibi silik bir anıdır: “… derviza şenliklerini, köy meydanlarında düzenlenen güreş müsabakalarını anımsadı.” (Dağcı, 2015: 161).
Dağcı, pek çok eserinde değinmeler şeklinde de olsa Derviza’dan söz eder. Derviza, daha çok eğlence ve güreşlerle öne çıkmış bir bayram olarak dikkati çeker ve Dağcı için uzak ve silik bir anı olarak vardır. Ancak sürgünde iken gerçekleşen bir olay Derviza’yı yeniden gündeme taşır. 21 Nisan 1968’de Taşkent yakınlarındaki küçük bir kasaba olan Çırçık’ta gerçekleştirilen ve Kırım Türklerinin hem Lenin’in 98. doğum gününü hem de geleneksel “Derviza” bayramını kutlamak için düzenledikleri toplantıya izin vermeyen Sovyet yetkilileri, aldıkları geniş güvenlik tedbirleri ile toplanan kalabalığı yüzlerinde gaz maskeleri bulunan polislerin sıktığı tazyikli ve boyalı sularla, zor kullanarak dağıtmışlardır. Kırım’a geri dönme ve Lenin tarafından kurulan milli özerkliğin yeniden tesisi isteklerini bir kez daha yetkililere duyurmak isteyen Kırım Türkleri geleneksel bayramlarını kutlamak için bir araya gelmişler, ancak dağıtılmışlardır. Bunun üzerine 16 imzalı ve 23 Nisan 1968 tarihli bir talep mektubu kaleme alıp yetkililere göndermişlerdir. Cengiz Dağcı bu olayı, İhtiyar Savaşçı ve Yansılar 1 adlı eserinde de anlatır (Dağcı, 2013: 76, 96, 111; Dağcı 1994: 317).
“Yeni binalar kuruldu, kaldırımlı sokaklar, küçük parklar, okullar kuruldu; Derviza denen geleneksel güreş yarışmaları, toy-düğünler, sünnet günleri, millî dans ve koro gruplarının gösterileri düzenleniyordu. Bölgenin büyük kentlerine taşınan …” (Dağcı, 2013: 49).
Dağcı, Yansılar 3’te ise Kırım’a dönmeye başlayan Tatarların kutladığı Derviza’dan sevinç ve mutlulukla söz eder:
“Geçenlerde Simferopol’den adresime gönderilmiş Dostluk gazetesinde şair Yunus Kandımov’un Kırım Tatarları’nın Kökgöz’de düzenledikleri derviza şenliğinden uzun röportajını okudum. Kırım’ın çeşitli yerlerinden (ve Kırım’ın dışından) gelen konuklarla elli bin kişi katılmış şenliğe. İyi bir haber. Güzel bir haber. Sevindirmesi gereken bir haber.” (Dağcı, 1991: 250) Bu mutluluğunu ilerideki satırlarda da anlatır Dağcı:
“Saksılarda ve evin arka duvarına asılı tel sepetlerde sarkık fuhsiyalar Kökgöz Derviza’sında dans eden kızların entarilerinden kopmuş altın nakışlar gibi gözlerimde. Mutluyum. Bugün mutluyum.” (Dağcı 1991: 254). “Nerdeyse bir yıl geçti Yansılar 3’ün son bölümüne başlayalı. Çok şeyler değişti bu süre içinde; derviza şenliklerinden türküler ve kemane sesleri geldi kulağıma; meşeler yeşerdi gene gözlerimde;…” (Dağcı, 1991: 264).
Derviza Bayramı, Kırım Tatarları için oldukça önemli bir hatırlama figürüdür. Mesela 2004’te Kezlev şehrinde “Derviza – Gezlev Kapısı” adlı Birinci Milletlerarası Kırım-Tatar ve Türk Medeniyetleri festivali düzenlenmiştir.

DIĞER BAZI KÜLTÜREL MIRAS ÖGELERI
Bütün bu kültürel miras ögeleri dışında “karnıyarık ve imambayıldı” (Dağcı, 2011: 63) gibi yemek kültürü, efsane ve destanlara dair izler, Dağcı’nın romanları ve anılarında önemli bir yer tutmaktadır. Bu konuda iki örnekle yetinmek isteriz:

Haytarma (Oyun), Ağır Hava-Haytarma (Müzik)
Dağcı’nın eserlerinde yer alan bir başka geleneksel kültür unsuru ise “Ağır Hava” ve “Haytarma” oyunudur. Ağır Hava bir oyun müziğidir ve Haytarma da şenliklerde düğünlerde oynanan bir halk oyunudur. Değişik eserlerinde haytarmadan bahseden Dağcı, özellikle Rüyalarda: Ana ve Küçük Alimcan adlı eserinde sıkça bu oyuna başvurur:
“Vazgeç, Veli! Rakıyı bırak, adam bize bir haytarma oynasın, daha iyi.”
“Peki,” dedi kara bıyıklı, ve başını klarnetçiye çevirdi
“Bir ağır hava-haytarma çal bize!”
Klarnetçi klarnetini dudaklarına kaldırdı, ağır hava-haytarma ‘yı çalmaya başladı.” (Dağcı, 2011: 83).
“Senin yolunu kesmiş Alim gerçek Alim değildi, sahte Alim’di. Gerçek Alim bu akşam Büyükonlar’da Celal Bektaş’ın oğlunun düğününde haytarma oynar gönül yoldaşı Sara’yla. Senin atını ve paranı çalan Alim başka bir Alim; buralarda kulaksız Alim derler ona. Korkma, cezasını buldu… kimse senin yolunu kesmez, paranı almaz gayrı!” (Dağcı, 2011: 113).
Ayrıca Halûk’un Defterinden ve Londra Mektupları (Dağcı, 1996: 239) ile Yansılar 1’de (Dağcı, 1994: 316) de haytarmadan söz eden cümleler vardır.
Kırım’la birlikte Anadolu ve Balkanlar’da Kaytarma adıyla bilinen bu oyun, Kırım Türk-Tatar kimliğinin önemli bir ögesi olmuştur. Öyle ki Haytarma, ayrıca 2013 Ukrayna yapımı bir filmin de adı olmuştur. Filmde Ahmet Han Sultan’ın hayatı ve Kırım-Tatar halkının 18 Mayıs 1944 yılında Stalin tarafından sürgün edilmesi anlatılmıştır.

Arzı-Kız Efsanesi, Regina ve Arzu-Ursula
Kırım’ın özcü kimliğini işaret eden efsanelerden birisi Arzı-Kız efsanesidir. Aslında yaygın bir taş kesilme efsanesidir ve gerek Kırım gerekse Anadolu ve Balkan coğrafyalarında “davranış ve tutum” belirleyici işlevi olan bir efsanedir. Cengiz Dağcı, bu efsaneyi Karadeniz kıyısındaki somut bir “heykel”le zihinlere kazıyan sözlü kültürün depolayıcı arşivi gibi metni bilir, anlatır ve inandırmayı temin için gösterilen somut izden bahseder. Buraya kadar olan kısım, bir aktarma işlevidir. Ancak bununla kalmaz, Arzı-Kız’la Regina arasında bir bağ kurar, efsaneyi Regina’ya uyarlar. Yani efsane ondan depolanmış bir metin değil yaşayan bir pratiktir, uygulamadır, ruhtur, hatta gerçektir. Nitekim 24 Ekim 1945’te doğan kızına da Arzu-Ursula adını koyar (Dağcı, 1998: 189). Görüldüğü üzere Arzu Kız ile Regina’yı birleştiren, anılarla kolektif belleğin efsanesini birleştiren Cengiz Dağcı, aynı zamanda aktarımla birlikte sürdürülebilirlik ve ihya vazifesini de yerine getirir. Efsaneler sözlü bir ürün olarak nakledilirken aynı zamanda somut bir mekân veya ize bağlanarak hem akılda kalıcılıklarını ve gerçekliklerini pekiştirirler hem de toprağı kutsama işlevi üstlenirler. İşte Dağcı da bireysel bir “aşk” hikâyesini kolektif bellekteki bir aşk efsanesiyle yoğurarak kendisini yeniden tanımlamaktadır. Metin şöyledir:
“Ağır bir yürekle gidiyorum iş yerime.
Mektupsuz ve habersiz gerçek Regina hayali bir Regina’ya dönüşüyor usumda: bizim Simeiz’de (Yoksa Köreiz’de miydi? Fark etmez, iki yer birbirine yakın) bir Arzu Kız heykeli vardı. Efsane basit: Arzu (Kırımlılarda Arzı denir) denizin kıyısındaki çeşmeden güğümüyle su alırken, çeşmenin duvarı üstünden kendisini gözetleyen korsan Ali Baba tarafından yakalanır. Haydut Ali kızı gemisine alıp alıp İstanbul’a götürür ve Arzu’yu sultanın haremine satar. Uzun bir zaman geçer aradan. Arzu bir kız çocuk doğurur. Ama kendi kıyısını unutamaz bir türlü her gün köyünün hasretiyle yaşar haremde. Sonunda dayanamaz, küçük kızıyla birlikte haremin penceresinden denize atlar ve yüzerek fırtınalı Karadeniz’i geçer; ama Simeiz’in kıyısında denizden çıkacakken, kucağındaki yavrusuyla taş kesilir suların içinde.
Regina’yı, kucağında küçük Arzu’yla ve Kuzey Denizi’nin buzlu suları içinde yüze yüze Baltık’ın kıyısına çıktığını, ama özlemiş olduğu Polonya’nın toprağına ayak basmağa kalmadan, kucağındaki yavruyla kıyıdaki suların içinde taş kesilip kaldığını görüyorum.” (Dağcı, 1998: 229-230).

Destanlar ve Çora Batır
Elbette örnekler bununla sınırlı değil… Cengiz Dağcı, Çora Batır ve Alim Aydamak başta olmak üzere Kırım’da kolektif belleğin malzemesi olan bir çok efsaneyi hem aktarmış hem de güncellemiştir. O kendini çoğu zaman bir efsane kahramanıyla özdeşleştirmiş bir yazardır. “Yansılar’da da düşlerimin atına binmiş, Çora Batır heyecanıyla koşturuyordum atımı.” (Dağcı, 1998: 264). Ancak başka araştırmalarda bolca örnek olduğu için biz burada babasının şahsında geleneğe bakışın olumsuz bir örneğini sergilese de Dağcı’nın sonuç olarak söylediği satırlara dikkat çekmek istiyoruz:
“Babam (eminim ki farkında olmadan) yalnızca kendisine değil, kendi ulusuna da yakınlaşan korkunç tragediyanın türküsünü söylüyordu. Faciayı önleyebilecek durumda değildi; değildi, çünkü yaklaşan facia, uzun yılların çaresizlik birikiminin getirdiği bir facia idi. Yurdun tarihinden edindiği (hiç değilse ruhsal) bir güce dayanacak ve, o güçten kaynaklanan umutla ilerisini düşünecek durumda da değildi babam; dolayısıyla boyuna ben garibim’i söylüyordu soluğu altından kendi kendine. Yok, geçmişte ulusun (Çora Batır, Gazi Geray, Alım Aydamak gibi) kahramanlarından habersiz değildi; ulusunun tarihi özelliklere sahip olduğunun da farkındaydı: Ama bu bilincinin yetersizliği, belki yetersizliğinden ziyade sönüklüğü, hatta cansızlığı, içinde yaşadığı garib aleminin boğucu ağlarından kurtulup çıkmasına izin vermiyordu. Gerçekten de bir ulusun tarihini tarihçiler yazmazlar; ulusun ressamları, yazarları, bestekârları, mimarları yazarlar.” (Dağcı, 1998: 254)

SONUÇ
Oysa şimdilerde Kırım-Tatar kültürel kimliğinde ve kolektif belleğinde müşterek ögeler ayıklanmış gibi durmaktadır. Tepreş’i “derviza” yerine ikame ederek sadece “diaspora”da kutlanılan bir tören haline getirmek de, Hıdırellez gibi makro ölçekli bir müşterek kutlamayı hafızalardan silmek de doğru bir yaklaşım olmamalıdır. Cengiz Dağcı bunları hiçbir zaman ayırmamıştır. Daha somut bir ifadeyle kuşatıcı ve kapsayıcı bir kolektif bellekle yerel ve grup kimliğini aynı potada eriterek sürdürülebilir bir hayat ve kimlik sahibi olarak var olmanın yöntemini keşfetmiştir. Bu yüzden o “özel” bir kültürel miras taşıyıcısı ve aktarıcısıdır, ancak o bu mirası sadece aktarmakla kalmamış ihya edici, sürdürülebilir olma özelliğini öne çıkarıcı, işlevsel, paylaşılabilir ve yaşanılabilir bir “kültürel belleğe” katkıda bulunmuştur, evrensel düzeyde tanıtma gayreti içinde olmuştur. Onun belleğini güçlü kılan da ülkesinden ve halkından uzakta bir yaşam sürme mecburiyetinde kalışı olsa gerektir.
Roman türünü kullanmış olması çok yüksek bir seviyeyi ve sıçramayı işaret eder. Zira epik anlatılar düzeyini aşma noktasına ulaşamamış, kendisine biçilen dar ve özcü kültürü çağdaş form ve türlerle ifade etmesine izin verilmemiş bir “hanlık” veya “Çarlık-Sovyet özerk” yapısıdır Kırım… Kabile ve hanedan ruhu ancak “epik” metinlerle kendini verir. Çora Batır veya Edige gibi Kıpçak’la ilgisini kuran metinler böyledir. Ancak Âşık Ömer, Hıdırellez, Osmanlı etkisiyle oluşan “küresel” boyuttaki Türk kültürü Kırım’a bir engin düşünme ve algılama imkânı vermiştir. Bu da 300 yıl gibi bir süre içinde oluşmuş ve tarihi ve iç mücadele şartları ancak bu kadarına müsaade etmiştir. Ne yazık ki bu durumu içeriden besleyen zihniyet de mevcuttur.
Cengiz Dağcı, özcü, kapalı ve dar bir Kırım-Tatar “kolektif belleği”nin değil, açık, tarihsel ve kapsayıcı bir “Türk” kolektif belleğinin aktarıcısı ve yaşatıcısı olmuştur. Onun belleği depolayıcı, arşivci değil fonksiyoneldir, işlevseldir. Bu durumu onun sözlerine bırakalım:
“Romanlarımı Türkiye Türkçesinde yazmama da başlıca sebep okur oldu.
Korkunç Yıllar’ın birçok bölümlerini Kırım Tatarcasıyle savaş yılları içinde yazmıştım. 1950’deydi sanırım Türkiye’den bir mektup aldım. Mektup, Kırım’dayken beni genç bir şair bilen, okurdandı. Savaştan sonra Londra’da oturduğumu öğrenen arkadaş adresime Türk yazarlarından iki-üç öykü kitabı gönderiyor ve mektubunda ayrıca edebi uğraşlarımı merak ettiğini yazıyordu…
Haftalarca mektubun ve öykülerin etkisi altında kaldım. İlk kez okuyordum Türk yazarlarının eserlerini. İstanbul Türkçesinin yüreğimde hoş bir sıcaklık ve tatlılık yaratmış olmasından başka, Kırım’da, özellikle Kırım’ın Karadeniz kıyısı bölgesinde, konuşulan ağızla Türkiye Türkçesi arasında şaşılacak bir yakınlık görüyordum.
Etkinin başka, belki en önemli yanı, beni Türkiye Türkçesinde yazmaya zorlayışıydı. Oysa karşılaşacağım engelleri kolay kolay aşamayacağımın farkındaydım. Yedi defter içine toplu Korkunç Yıllar’ın müsveddelerini çekmecemden çıkarıp tekrar ve tekrar okudum. Her okuduğumda annemin çocukluğumda bana konuştuğu dilin sade, sade olduğu kadar da tatlı ve şirin ahengi geliyordu kulaklarıma; Gurzuf-Kızıltaş kızlarının ve gençlerinin toy-düğünlerde, cıyın ve dervizalarda söyledikleri mani, yır ve çınları tekrarlanıyordu yüreğimde. Değeri biçilmez bir miras bulmuştum adeta. Bu mirasla varlığımın hatta kişiliğimin değişeceğini hisseder gibi oluyordum. Bu mirasla, bir zamanlar benim olan ama aradan geçmiş korkunç ve ölümcül yıllarla artık unutulmuş, yurdumun topraklarına yeniden kavuşabileceğimin; tüm umutsuzlukları, tüm güçlükleri yenip, yeni ve capcanlı bir hayata açılabileceğimin inancı uyanıyordu ruhumda. Kırım’ın binlerce kilometre uzağındaki kentin sokaklarında ve yabancı insanlar arasında dolanırken bu mani ve yırları mırıldanıyordum kendi kendime soluğum altında:
Kaya kayaya bakar
Kayadan seller akar…
Kaya dibi saz olur
Gül açarsa yaz olur…
Bir dalda iki kiraz
Biri al biri beyaz…
Benim dilimdi bu. Sade ama ne kadar da güzel, ne kadar da cana yakın benim dilimdi.
Karşılaştığım tüm güçlüklere göğüs gererek, Korkunç Yıllar’ı yeni baştan yazmaya karar verdim ve iki yıl süren geceli gündüzlü bir çalışmadan sonra elimin altında, aşağı yukarı, bugün Türk okurunun elinde bulunan romanın şekli bulunuyordu.” (Dağcı, 1994: 81-83)

KAYNAKÇA
ASSMANN, Jan (2015) Kültürel Bellek Eski Yüksek Kültürlerde Yazı, Hatırlama ve Politik Kimlik, Çev. Ayşe Tekin, 2.bs., Ayrıntı Yayınları, İstanbul.
BAYRAKTAR, Zülfikar-SAÇKESEN, Ahmet (2012) “Eskişehir Kırım Tatar Türklerinde Tepreş Şenlikleri”, JASSS The Journal of Academic Social Science Studies, 5(1), s. 49-61.
DAĞCI, Cengiz (1991) Yansılar 3, Ötüken Neşriyat, İstanbul.
DAĞCI, Cengiz (1992) Anneme Mektuplar, 2.bs., Ötüken Neşriyat, İstanbul.
DAĞCI, Cengiz (1993) Yansılar 4, Ötüken Neşriyat, İstanbul.
DAĞCI, Cengiz (1994) Yansılar 1, 2.bs., Ötüken Neşriyat, İstanbul.
DAĞCI, Cengiz (1996) Halûk’un Defterinden ve Londra Mektupları, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, İstanbul.
DAĞCI, Cengiz (1997) Ben ve İçimdeki Ben (Yansılar’dan Kalanlar) 5, 2.bs., Ötüken Neşriyat, İstanbul.
DAĞCI, Cengiz (1997) Yansılar 2, 2.bs., Ötüken Neşriyat, İstanbul.
DAĞCI, Cengiz (1998) Hatıralarda Cengiz Dağcı (Yazarın Kendi Kaleminden), Ötüken Neşriyat, İstanbul.
DAĞCI, Cengiz (2007) Onlar da İnsandı, 9.bs., Ötüken Neşriyat, İstanbul.
DAĞCI, Cengiz (2010) Badem Dalına Asılı Bebekler, 6.bs., Ötüken Neşriyat, İstanbul.
DAĞCI, Cengiz (2011) Rüyalarda: Ana ve Küçük Alimcan, 2.bs., Ötüken Neşriyat, İstanbul.
DAĞCI, Cengiz (2012) Üşüyen Sokak, 4.bs., Ötüken Neşriyat, İstanbul.
DAĞCI, Cengiz (2013) İhtiyar Savaşçı, 2.bs., Ötüken Neşriyat, İstanbul .
DAĞCI, Cengiz (2015) Yoldaşlar, 3. bs., Ötüken Neşriyat, İstanbul .
HALBWACHS, Maurice (2018) Kolektif Bellek, Çev. Zuhal Karagöz, Pinhan Yayınları, İstanbul.
LARRAİN, Jorge (1995) İdeoloji ve Kültürel Kimlik Üçüncü Dünya Gerçeği, Çev. Neşe Nur Domaniç, Sarmal Yayınevi, İstanbul.

Cengiz Dağcı’nın Romanlarında Bir Sembol Olarak Üniforma
Ayşe Energin[5 - Bursa Uludağ Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü.]

Vatan hasretiyle yaşayan ve vatanına kavuşamadan hayatını kaybeden Kırımlı yazar Cengiz Dağcı, romanları aracılığıyla sadece kendi hayatını değil II. Dünya Savaşı’nı, savaş sırasında Rus ve Alman ordularında, Alman esir kamplarını, Kırım’ı ve bu coğrafyada yaşananları da büyük bir ustalıkla kaleme almıştır.
O, eserlerinde; savaş, acı, işkence gibi konuları; insanın en vahşi halleriyle yansıtırken ince bir ruhla ve sanat kaygısıyla edebî değerden ödün vermemeye çalışarak işlemeyi başarmıştır.
Cengiz Dağcı, acının ve zulmün yoğunluğunun eserin sanat değerine engel olmaması için kelimelerini büyük bir titizlikle seçer. Buradan hareketle özellikle romanlarında yer alan ifadelerin pek çoğunun gerçek anlamlarını, ancak eserin ya da eserlerinin tamamı irdelendiğinde kavranabilecek bir bütünlük içinde ele alınabileceğini, birer sembol olduğunu söylemek mümkündür.
Sevim Kantarcıoğlu, “Edebî eserler,insanlık tarihinin ve milletlerin benliği “ der. Cengiz Dağcı ise hatıralarında Yaşanan zaferlerin, mutlulukların, acıların özellikle edebî eserlere sanatçının farklı ve duyarlı yaklaşımıyla ölümsüzlük kazanıp ve nesilden nesile ulaş.” tırıldığını (Kefeli, 2011: 9) ifade eder. Gerçeği yansıtma arzusu ve estetik değerden ödün vermeme çabası düşünüldüğünde, sembollerin edebî eserler için ne denli önem taşıdığı da anlaşılacaktır. Yazarın şu ifadeleri roman türüne bakışını ve romanlarında taşıdığı sanat endişesini göstermesi bakımından da önemlidir:
“Romanlarımda, her yazar gibi, kendi hayatımın gerçeklerinden istifade etmişimdir. Gördüğüm, duyduğum, bildiğim, tanığı olduğum olaylar, bir sanatkâr prizmasından geçirilerek aktarılmıştır eserlerime. Ancak bu romanlarım benim şahsî hayatımdır anlamına gelmez.” ( Dağcı: 1998: 8)
Cengiz Dağcı’nın Korkunç Yıllar adlı romanı Yaşar Nabi’nin teşvikiyle 1956 yılında Varlık yayınlarınca neşredilmiştir. Eser, “Kırım’ın acı kaderiyle ilgili” önemli bir noktada durmaktadır.
Yurdunu Kaybeden Adam, Korkunç Yıllar romanının devamı niteliğindedir. Her iki romanın asıl kahramanı da Sadık Turan’dır. Sadık Turan’ın karakterini, millî duygularını ve yaşamını belirleyen olaylardan biri daha çocukluk yıllarında sınıfının penceresinden dehşet, acı ve korkuyla seyrettiği bir minarenin yıkılışıdır. Bu olay onun için sadece bir ibadethanenin işlevini yitirmesi değil, bir insanın can damarlarının koparılması, kalbine “bıçak saplanması” gibidir.
Yazar, Ruslar tarafından bilinçli ve sistemli bir şekilde yok edilmeye çalışılan Türk kimliğine zarar gelmemesini sağlamak için tek çaresi kendi iç dünyasındaki varlığa, inanç, vatan aşkı ve sevgiye, sığınmak olan kahramanı Sadık Turan›ın ilk bilinç ışığını daha o küçükken ve romanın başında yine nesneler ve tabiattan hareketle sunmuştur.
Yazar için nesneler ya da tabiat unsurları bir tür haberci niteliğinde, bir bütünün parçalarıdır. Söz konusu durumun “bellek ve imgelem iç içe geçmiş durumdadır. Her ikisi de birbirinin derinleşmesine karşılıklı katkıda bulunur” (Bachelard: 1996: 32-33) ifadesiyle benzer özelliklere sahip olduğu açıktır. Bu açıdan bakıldığında Cengiz Dağcı’nın romanlarında yer alan “üniforma” kelimesinin de Türk Dil Kurumu tarafından yapılan “Aynı işi yapanların giydikleri, tüzükle belirtilmiş, bir örnek giysi. 2. Silahlı kuvvetlerin resmî giysisi.” (http://www.tdk.org.tr
tanımından daha farklı, soyut bir anlama da sahip olduğu, sembol niteliğini taşıdığı görülür.
Sadık Turan çaresizlik, yalnızlık ve korkuyla geçen çocukluk yıllarında hayatta kalma mücadelesinin ne demek olduğunu fark etmiştir. Onun, çok erken yaşlarda, babasız kaldığını ansızın öğrendiği bir akşam yemeğinde, tüm olacaklardan habersiz açlığını bastırmak için ağzına attığı «bir lokma ekmek içimde zehir olmuştu” (Dağcı: 1976: 14) ifadesi romanın devamında yer alacak somut soyut geçişi için de bir örnek niteliğindedir.
Ernst Gombrich, sanatın dile getirilmesinde ya da büyük sanat eserlerinin oluşturulmasında imgelerin rolü üzerinde dururken hatıranın, nesnenin imgeye dönüşebileceğini belirtir. O, sanatın; insanın günümüze kadar ortaya koyduğu imgelerin öyküsü olduğunu belirtir ve şunları söyler:
“Ben, bu öyküyü kaleme alırken, özellikle bir değer yargısı doğrultusunda seçtiğim imgelere yer veriyorum. Böylece Sanatın Öyküsü, iyi imgeler yaratmanın öyküsü oluyor.” (Gombrich: 1986: 74)
Bu durumda Cengiz Dağcı’nın da insanın ruhunu çepeçevre saran maddî unsurlardan bazılarına yeni ve ancak kendi dünyası içinde değerlendirildiğinde asıl anlamına ulaşılabilecek imgeler olarak bakması şaşırtıcı olmayacaktır.
Korkunç Yıllar’ın asıl kahramanı Rus askeri Sadık Turan, Yurdunu Kaybeden Adam’da Alman askeri olarak görülür. O, ilk kısımda Rus askerî üniforması, ikinci kısımdaysa Alman üniforması giyer.
Romanın geneline bakıldığında giysilerin ya da kahramanların kıyafetleri üzerinde durulmazken Sadık Turan’ın üniformasından sık sık söz edilir. Yazar, bu kelimeyi vatana kavuşmasına engel bir kavram, bir tür parmaklık olarak görmüştür. Aslında bu durum sadece söz konusu iki roman için geçerli değildir. Yazar, Ölüm ve Korku Günleri’nde (Dağcı, 1995: 9) sorduğu “Kimim ben? Ben kimim?” sorularının cevabını Ben ve İçimdeki Ben’de de arar:
Ben hiçbir şey istemedim. Ne ipek kıravat ne gümüş başlı baston; ne şık giysili kadınlar. (…) Ben elli yıldır yabancı bir kıyıda hüzün gömleğim içinde yaşadım.” (Dağcı: 1995: 60)
Sadık Turan, Korkunç Yıllar romanının ilk bölümünde Rus üniformalıdır. Rus askeri olmadan “Orta kumandan okuluna” gitmeye karar vermeden hemen önce, babası ve arkadaşı Süleyman’ın[6 - Süleyman, kahramanın yakın arkadaşı olmasına rağmen milli bilinci gelişmemiş, totaliter sistemin bir parçası olmuş adeta mankurtlaşmıştır. Dinî ve milli duygulardan yoksundur. Yazarın böyle bir kahramanı daha vardır: Veli. Veli, Dönüş adlı romanda yer alır. (Dağcı, Cengiz, Dönüş, Varlık Yayınları, 1975.)] söyledikleri eserde üniformaya yüklenen anlamın ilk ipuçları gibidir:
“ ‘Sadık, be’ dedi, sen o gavur takımıyla iki sene yaşayamazsın. Ya subay olup onlara emredeceksin ya da sıvışacaksın…
Babam, kim ve ne olursan ol büyük adam ol Sadık. Her sahada siz bu yurda lazımsınız. Bilginizi arttırırsınız, yeni insanlarla tanışırsınız, Kırım’da sürünmekle kime ne faydanız dokunacak? Doktorlarımız tükeniyor hiç olmazsa subaylarımız olsun. Onlar da bir gün bu yurda faydalı olurlar.” (Dağcı,1975b: 45)
O, bu üniformayı bir amaç uğruna giymiştir. Bu amaç; vatana hizmettir. Yaptığı şeyin vatanına hizmet olmadığını fark ettiğinde artık her şey için çok geçtir. O artık Komünist sistemin “şahsî malı” gibidir.
Asker üniforması onun “hüzün gömleği” belki de açlık, işkence ve sefalet içinde sadece hayatta kalmaya çalıştığı esir kamplarından da büyük bir eziyet kaynağı olacaktır. Bu gerçeği anlamaya başladığında, ölmek üzere olan bir doktorun pişmanlık ve uyarı dolu “Ruslar için savaşma” cümleleri onu derinden etkilemiştir. Sadık Turan da artık bu savaşın içindedir, “sistemin malı” olarak görünür. Oysa çocukluğundan bu yana içinde yaşadığı bambaşka gerçek vardır: büyük vatan aşkı, milletini faydalı olma amacı. Bu amacı gerçekleştirebilmek için giydiği asker üniforması artık resmen sisteme ait olduğunun ve sadece kolhozun değil Rus diasporasının da bir parçası olduğunun göstergesi gibidir.[7 - Diaspora hakkında geniş bilgi için bkz. Alev Sınar, “ Bir Kırım Türkü’nün Kaleminden Kırım Diasporası”, Türk Bİlig, 2004/8: 54-73.]
Sadık Turan’ın esir kampında başka bir kampa nakledileceği ve yanındaki “Türk” arkadaşlarından ayrılmayacağını umut eder. Fakat bir seçim yapmak zorundadır ya arkadaşlarıyla birlikte hareket edecek ya da Rus üniformasıyla kampta kalacaktır. O, hiç düşünmeden «bitlerini ayıkladığı” giysileri giyer. Bu giysiler onun için bir tür pranga olan asker üniformasından çok farklıdır. Roman içerisinde kahramanın yaşadıkları öylesine dehşet vericidir ki denilebilir ki kendi kendine sürekli tekrar ettiği “korkma Sadık korkarsan ölürsün” cümlesi defalarca kez anlam bulmuştur. Bu durum savaşın “toplu ve örgütlü bir şiddet” (Aktaş, 2013: 45-62) tanımıyla da örtüşmektedir.
Mucize eseri hayatta kalan ve tüm yaşadıkları, özellikle vatan hasretiyle ruhunda büyük yaralar açılan yazar, kendisi hakkında çıkan haberlerden söz ederken şunu vurgular:
“Gazetelerin birinde hakkımda yazılmış bir yazıyı daha okuyorum:
‘Cengiz Dağcı… Rus ordusunda tank teğmeni olarak İkinci Dünya Savaşı’na katıldı. Almanlara karşı savaştı… Esir düştü… Almanların düzenledikleri Türkistan lejyonuyla Ruslara karşı savaştı…” (Dağcı, 1998: 7)
Savaşın görünürdeki cephelerinin yanında, biyografik okuma ve imgeler bağıyla ortaya çıkarılabilecek bir cephesi daha vardır. Askeri üniforma, vatan ve hürriyet algısı da bu bağlardan biridir. Bu anlamda Cengiz Dağcı da Sadık Turan gibi “bir kurban, bir romancı”dır.[8 - Geniş bilgi için bkz. Alev Sınar, Türk Roman ve Hikâyesinde İkinci Dünya Savaşı, Dergâh Yayınları, İstanbul, 2003.]
Üniforma; Kırım Türkü, Kazak, Kırgız, Tatar, Başkurt, Tacikli, Türkmen fark etmeksizin Türk milletini kendi siyasî, askerî ve ekonomik çıkarları için kullanan ve nihaî amacı Türkistan coğrafyasını Türksüz bırakmak olan, Rus, Alman fark etmez, “yabancı” ülkelerin silahlarından biri gibidir.
Nitekim Korkunç Yıllar’ın sonunda Sadık Turan ve Türkistan Lejyonunda görev alacak olan diğer askerler Rus üniformalarını Alman subayın ironik ifadeleriyle birlikte ateşe atma yarışına girerler:
“Şimdi bir koşu yapacağız. Herkes Bolşevik üniformasını eline alsın. Hanginiz üniformasını daha evvel ateşe atacak bakalım? Hazır mısınız?
Ayaklarımızın dibinde duran üniformalarımızı ateşe fırlattık. Beni sevindirmesi gereken bu hadise içimde bir yaraya dokunur gibi oldu. (…) “ (Dağcı, 1965: 8)
Bu sahne Sadık için son derece anlamlıdır. O, aslında yeni bir hayata başlıyor gibi görünse de savaşın, vahşetin ve vatanı uğruna bu kez Almanların temsilcisi olacağının yani her şeyin yine aynı olacağının bilincine varmıştır.
Casusluk teklifini reddettiğinde Alman Subayının cümleleri çarpıcıdır. Subay ona büyük bir ceza verildiğini söylercesine artık düşman üniforması giyip savaşacağını söylediğinde yine piyon olarak kullanılacağının farkına varmıştır.
O, roman içerisinde Kiril alfabesine geçirilen Kırım’ı ne denli büyük bir tehlikenin beklediğinin farkına varmıştır. Sadık Turan, bu durumu sadece Süleyman’a da ispatlamak uğruna bile hayatını tehlikeye atacak kadar şuurludur. Bu şuurdaki bir kahramanın, başka milletin bayrağı altında, onarlın asker üniformasıyla kendi toprakları ve insanı için savaştığını düşünerek yola çıkması ancak bu yolun dönülemeyecek bir yol olduğunu yine kendi insanına zulmedildiğini görmesi büyük bir trajedidir.
Romanın devamı niteliğindeki Yurdunu Kaybeden Adam ise Sadık Turan’ın alman ordusunda subay olduğu kısmını içermektedir. Alman üniformasıyla savaşmak zorundadır.
Sadık Turan bu kez Roma’daki tedavisi sırasında anlattığı savaş hatıraları 1942 baharında başlamaktadır. Kahraman altı haftalık “acil subay kursu” eğitimi alır. Başlangıçta Kırgızistan’ın bağımsızlığı için savaştığına inanmış ya da kendini inandırmak istemiştir. Çünkü esir kampından başka kurtuluş yolu olmadığının o da farkındadır. O da lejyondaki diğer Kırgız, Kazak, Türkmen, Başkurt, Tacikli Türkler gibi Türkistan için savaşmaktadır.
Burada üniformanın öneminin Almanlar tarafından fark edildiğini görüyoruz. Üniformanın kolunun iç tarafında “Üç Beyaz” Semerkand Camii ve etrafında da “Allah bizimledir” cümlesi işlenmiştir. Askerler her gün “Can Kurban sana Türkistan!” (Dağcı, 1965: 9) haykırışlarıyla talim yapar. Ruslardan kurtarılacak camiler sık sık vurgulanarak din duygusu kullanılır. Aynı zamanda tabur imamları vardır. Bu durumda yazar dahil oradaki Türklerin hepsi doğru bir amaç için yanlış üniformayla savaştıklarını ilerleyen zamanla birlikte anlarlar.
Kahramanın gerçeği fark edişi ve bu farkındalığı yine üniforma aracılığıyla aktarması anlamlıdır:
“Biz zaten ölmek için üniforma giymiştik. Ölesiye savaşmak için silahlanmıştık.” (Dağcı, 1965: 119) Yazar, bir Alman askerinin ağzından Muhan’ın haksız yere idam edilmesine karşı çıktığı ve yargılanmasını istediği için duyduğu şu cümlelerle üniformanın roman içinde taşıdığı anlamı bir kere daha vurgulamıştır:
“Biz sizi esir kamplarından aldık, giydirdik, esirlikten kurtardık. Mahkeme olmadanmış! Alman üniforması giymekle benden böyle sual sormaya hak kazandığını mı sandın?” (Dağcı, 1965: 119)
Cengiz Dağcı “giydirilmiş” kahramanı Sadık Turan aracılığıyla üniformanın emperyalist güçlerin bir aracı olduğunu ve zihinlerdeki kimlik algısını kökünden değiştirip aidiyet duygusunu yok etmekte önemli bir rol oynadığını göstermesi önemlidir. Türk’e yaşama şansı tanımayan dünya düzeninin kahramanın ruhunda açtığı tahribat büyüktür.
Zaten sosyal ve ekonomik anlamda bir kaos olan savaş, bireyin benlik algısı ve önceliklerini de tamamen değiştirmekte onu vahşileştirmektedir. Sadık Turan, üniformasıyla “tek dişi kalmış canavar” suretinde olsa da içindeki insanî ve millî duygular canlılığını korumuştur.
Bu anlamda üniforma onun için hem bir hapishanedir hem de ruhu ve maddi varlığı arasındaki çelişkinin büyük bir göstergesi.

KAYNAKLAR
AKTAŞ, Özgür (2013) “Yabancı Dilden Türkçeye Çevrilen Savaşla İlgili Romanlara Bir Bakış”, Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, S.11.
BACHELARD Gaston (1996) Mekânın Poetikası, Kesit Yayınları, İstanbul.
DAĞCI, Cengiz (1975a) Dönüş, Varlık Yayınları, İstanbul.
DAĞCI, Cengiz (1975b) Korkunç Yıllar, Varlık Yayınları, İstanbul.
DAĞCI, Cengiz (1995) Ölüm ve Korku Günleri, Ötüken Neşriyat, İstanbul.
DAĞCI, Cengiz (1998) Hatırlarda Cengiz Dağcı (Yazarın Kendi Kaleminden), Ötüken Neşriyat, İstanbul.
ENGİNÜN, İnci (2005) Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı, Dergâh Yayınları, İstanbul.
GOMBRICH, Ernst H. (1986) Sanatın Öyküsü, Çev. Bedrettin Cömert, İstanbul:
Remzi Kitabevi, İstanbul. KEFELİ, Emel-SARIAHMETOĞLU, Nesrin (2011) Bellek-İnsan-Eser Cengiz Dağcı, Ötüken Neşriyat, İstanbul.
SINAR, Alev (2003) Türk Roman ve Hikâyesinde İkinci Dünya Savaşı, Dergâh Yayınları, İstanbul.
SINAR, Alev (2004) “Bir Kırım Türkü’nün Kaleminden Kırım Diasporası”, – Türk Bilig, Sayı 8, s.54-73.
ŞAHİN, İbrahim- ÇONOĞLU, Salim (2017) Vatanı Dilinde Cengiz Dağcı Kitabı, Ötüken Neşriyat, İstanbul.
http://www.tdk.org.tr/index.php?option=com_bts&arama=kelime&guid.

Türkiye’de Cengiz Dağcı ve Eserleri Hakkında Yapılan Çalışmalar
Bora Yılmaz[9 - Dr. Öğr. Üy., Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, boraylmz@mynet.com]

GİRİŞ
Cengiz Dağcı, Kırım Türklerinin yaşamış olduğu zorlukları, sıkıntıları, acıları, sürgünleri ve vermiş oldukları haklı özgürlük mücadelelerini başarılı ve etkileyici bir şekilde eserlerinde yansıtmış ve bu şekilde çağdaş Türk edebiyat(lar)ı içerisinde haklı ve kalıcı bir yer edinmiş velûd bir yazardır. Romanları ile ön plana çıkarak ün kazanmış olan yazar, Kırım Türklerinin sosyal, siyasal ve edebî dünyalarını eserlerinde yansıtmayı bir gaye edinmiştir. Roman türü dışında hikâye, mektup, günlük gibi edebi türlerde de eserler veren yazar, okur ve eleştirmenler tarafından beğeni ve takdir kazanan romanları ile Türk dünyası edebiyat(lar)ı içerisinde adını duyurmayı başarmış ve saygın bir yer kazanmıştır.
Cengiz Dağcı, Türk dünyası ve Türk edebiyat(lar)ı için hem bir övünç ve kıvanç kaynağı olmuş hem de üzerin(d)e nitelikli ve nicelikli eserler verilmesi beklenen bir alan yaratmıştır. Cengiz Dağcı’nın eserleri her halükârda okunmalı ve okutulmalı, hem popülerliğini koruyabilmeli hem de zaman içerisinde hak ettiği kıymeti görerek klasikleşebilmelidir.
Cengiz Dağcı gibi yazarların, yazdıkları kadar onlar hakkında yazılanlarda önemlidir. Eserlerinde vermiş olduğu mesajların tespit ve doğru analiz edilmesi, hem okuyucuya hem de gelecek nesillere sağlıklı mesajlar verme anlamında önemlidir.
Bu çalışmada, Türkiye’de Cengiz Dağcı üzerine ele alınmış kitap ve akademik araştırmalar incelenmeye çalışılacaktır. İlk olarak Ulusal Tez Merkezi’nde kayıtlı olan, Cengiz Dağcı hakkında yapılmış olan yüksek lisans ve doktora tezleri incelenecektir. İkinci olarak ise tezlerin haricinde yine Dağcı ve eserleri hakkında akademik disiplin ile hazırlanmış olan kitaplar incelenecektir. Bu çalışmanın amacı Cengiz Dağcı hakkında yapılmış olan çalışmaları bir araya getirmek sonraki araştırmalara ön hazırlık sağlamak ve akademik camiada Cengiz Dağcı’nın eserlerinin nasıl ve ne şekilde incelenerek ele alındığını ortaya koymaktır.

KİTAPLAR
1-Cengiz Dağcı’nın Hayatı ve Eserleri / İbrahim ŞAHİN
Bu çalışma yazarın 1992 yılında Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde Doç. Dr. Bilge Ercilasun danışmanlığında yürütmüş olduğu “Cengiz Dağcı’nın Hayatı ve Eserleri” isimli doktora tez çalışmasının genişletilerek kitaplaştırılmış halidir. Kitap “Cengiz Dağcı’nın Hayatı” ve “Cengiz Dağcı’nın Eserleri” olmak üzere iki ana bölümden oluşmaktadır. Eserde Dağcı’nın şiirleri dışında roman, hikâye ve günlükleri-hatıraları incelenmiş ve tahlil edilmiştir.
Eserin önsöz kısmında yazar, Türk aydının bir kısmının Cengiz Dağcı’nın eserlerine ilgisiz diğer bir kısmının da ideolojik sebeplerden dolayı Dağcı’yı ve eserlerine karşı duyarsız kaldığını tenkit etmekte ve bu eserin, Kırım Türk’ü ve Türkiye’de yaşamamış olmasına rağmen eserlerini Türkiye Türkçesi ile yeniden yazmayı tercih edecek kadar vizyon sahibi fakat Türkiye’deki ideolojik sığlıktan habersiz olan bir Cengiz Dağcı’nın hayatını ve eserlerini konu aldığını ifade etmektedir.
Yazar kitabın sonuç bölümünde, Cengiz Dağcı’nın doğumunda başlayarak Kırım Türklüğünün yirminci yüzyıldaki macerasını adeta şahsında toplamış bir insan olduğunu ve onun şahsi hayatının Kırım Türklüğünün tarihi olduğunu ifade emektedir.

2-Vatanı Dilinde Cengiz Dağcı Kitabı / Hazırlayanlar:İbrahim ŞAHİN & Salim ÇONOĞLU
“Hayat ve Roman”, “Dil, Bilinç ve Sanat”, “Şiir ve Ötesi” ve “Roman ve Halk Kültürü” başlıkları altında dört ana bölümden oluşan kitap alanında uzman akademisyenlerin yazılarından oluşmaktadır.
Eserin önsöz kısmında Dağcı’nın, 1956 yılından itibaren Türkiye’de yayınlanan romanlarının Sovyet rejimini eleştirdiği için ilgi görmemesi ve hatalı/ eksik bir bakış açısı ile onun köy romancıları ile aynı kategoriye dâhil edilmesi gibi hususlar eleştirilmiştir. Sonraki yıllarda ise Dağcı’nın eserlerine karşı ilginin arttığı tespitinde bulunulmuş ve bu kitabın amacının “Türk edebiyatının kıymetli bir romancısını yeniden hatırlatmak” olduğu ifade edilmektedir.

3-Cengiz Dağcı’nın Dört Romanı / İsa KOCAKAPLAN
Kitapta, Cengiz Dağcı’nın Korkunç Yıllar, Yurdunu Kaybeden Adam, Onlar Da İnsandı ve O Topraklar Bizimdi romanları incelenmiştir. Romanlar olay, şahıslar, zaman, mekân ve kompozisyon alt başlıları altında tahlil edilmiş ve ayrıca romanlardaki fikirler ve romanlardaki üslupta incelemeye dâhil edilmiştir.
Yazar, tercih edilen romanların rastgele tercih edilmediğini ve milli tarihin, milli hatıraların yoğun bir erezyona ve yozlaşmaya uğradığı bir dönemde yakın tarihte yaşanmış olan acıların bu romanların incelenmesi vesilesi ile yeni yetişen nesile tanıtmak olduğunu ifade etmektedir.
Yazar, Türkiye Cumhuriyeti’nin II. Dünya Savaşı’na girmemiş olmasına rağmen aynı dini, dili ve kökü paylaştığımız milyonlarca Türkün o çetin günlerin acılarını bütün dehşetiyle yaşadıklarını ve Türkiye’deki gençliğin bu acılardan haberdar olması ve o zulüm günlerinin ortak tarih tecrübemizde yer alması gerektiğini önemle belirtmektedir. Ayrıca Cengiz Dağcı’nın eserlerinin sinemaya aktarılmamış olmasının büyük bir eksiklik olduğunu belirtmekte ve bu husustaki eksikliği tenkit etmektedir.
Bu kitap, yazarın 1979 yılında İnci Enginün danışmanlığında hazırlamış olduğu mezuniyet çalışmasının kitaplaştırılmış halidir.

4-Kırım’dan Londra’ya Cengiz Dağcı / İsa KOCAKAPLAN
Bu kitap Cengiz Dağcı’nın Dört Romanı adlı kitabın genişletilmiş halidir. Cengiz Dağcı’nın Dört Romanı kitabından farklı olarak yeni bir bölüm eklenmiş ve diğer bölümler içerisinde de genişletmeler yapılmıştır. Kitabın yeni olan ilk bölümünde “Kırım’dan Londra’ya Cengiz Dağcı” bölümü Kırım tarihine değinen “Kırım Tarihine Kısa Bir Bakış” ve Dağcı’nın hayatı, sanatı, kişiliği ve ilk kitabın dışında kalan diğer eserleri üzerine yapılan incelemelerden oluşan “Kırım’dan Londra’ya Cengiz Dağcı” bölümlerinden oluşmaktadır.

5-Kırım’ın Ebedi Sesi Cengiz Dağcı / İsa KOCAKAPLAN
Bu kitap Kırım’dan Londra’ya Cengiz Dağcı kitabının genişletilmiş halinden oluşmaktadır. Kırım’dan Londra’ya Cengiz Dağcı kitabına ek olarak Cengiz Dağcı ile 2009 yılında Londra’da yapılan röportajın eklenmiş olduğu “Cengiz Dağcı ile Londra’da” bölümü eklenmiştir.

6-Gamalı Haç ile Kızıl Yıldız Arasındaki Bir Yazar Cengiz Dağcı / Abdulvahap KARA
Bu kitap Cengiz Dağcı hakkında yazılmış olan diğer kitaplardan farklı olarak Dağcı ile ilgili olarak tek bir konu üzerinde; Cengiz Dağcı’nın II. Dünya Savaşı sırasında yaşadığı inanılması güç olaylara odaklanmakta ve bu dönemi ele almaktadır. Kitaptaki bilgiler Dağcı’nın hem romanlarından hem de hatıralarından istifade ederek oluşturulmuştur. O dönemi anlatan başka romanların ve eserlerin de var olduğuna dikkat çeken yazar, Cengiz Dağcı’nın eserlerini diğerlerinden farklı kılan hususların başında Cengiz Dağcı’nın eserlerini acı ve zor günlerin hemen akabinde kaleme almasını saymaktadır. Bu nedenle onun eserlerinde teferruatların hâkim olduğunu fakat diğer eserler yıllar sonra kaleme alındığı için bazı hakikatlerin tam yansıtılamadığını ve kopuk kaldığını ifade etmektedir.
Kitapta, Cengiz Dağcı’nın yaşadıklarından hareketle Türk asıllı Sovyet askerlerinin yaşamış oldukları zorluklara da temas edilmektedir. Sovyet üniforması ile katıldıkları savaşta Almanlara esir düşmeleri, savaşın sonunda Sovyetlere teslim edilmeleri ya da daha acı bir ifade ile “Stalin’in pençelerine” düşmeleri; bir suçlu gibi muamele görmelerine dikkat çekilmektedir.

7-Bellek-İnsan-Eser: Cengiz Dağcı / Hazırlayanlar: Emel Kefeli & Nesrin Sarıahmetoğlu
Bu kitap 2011 yılında Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü tarafından düzenlenen toplantıda (sempozyumda) sunulmuş olan on bildiri metninden oluşmaktadır. İki bölümden oluşan kitap, “Cengiz Dağcı, Hayatı ve Sürgün Yılları” ve “Eserleri ile Cengiz Dağcı” ve “Değerlendirme” bölümlerinden oluşmaktadır.

8-Uluslararası Cengiz Dağcı Sempozyumu Bildiri Kitabı (2017), Hazırlayanlar: Nurcan ANKAY & Deniz DEPE
Bu kitap, 16-17 Mayıs 2017 tarihinde, Anadolu Üniversitesi Türk Dünyası Araştırma ve Uygulama Merkezi ile Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Türk Dünyası Araştırma ve Uygulama Merkezi’nin katkılarıyla Eskişehir’de gerçekleştirilen sempozyumda sunulan bildirilerden oluşmaktadır. Altmışın üzerinde bildirinin sunulduğu söz konusu sempozyuma yurt içinden ve yurt dışından akademisyen/araştırmacılar katılmıştır.
YÜKSEK LİSANS TEZLERİ
1- Türkiye’de Cengiz Dağcı ve eserleri hakkında sekiz (8) yüksek lisans tezi hazırlanmıştır.
2- Cengiz Dağcı ve eserleri hakkında hazırlanan ilk yüksek lisans tezi 1999 yılında tamamlanmıştır. 1956 yılından beri Türkiye’de tanınan, eserleri yayınlanan ve belli bir okuyucu kitlesi tarafından ciddi bir kabul gören Cengiz Dağcı ile ilgili akademik çalışmaların geç bir tarihte başladığı görülmektedir.
3- Periyotlar halinde değerlendirildiğinde 2000 yılına kadar bir (1) tez, 2000-2010 yılları aralığında üç (3) tez, 2010-2018 yılları aralığında dört tez (4) tamamlanmıştır.
4- 2004 yılından sonra uzun süre hiç tez yapılmadığı/yaptırılmadığı görülmektedir. 2013 yılı itibari ile Cengiz Dağcı ve eserleri hakkında yapılan tezlerde bir artış görünmektedir. 2011 yılında Cengiz Dağcı’nın vefatı ile kendisinin ve eserlerinin bir kez daha hatırlanması ve gündeme gelmesi bu durumun nedeni olarak görülebilir.
5- Cengiz Dağcı ve eserleri hakkında yapılan yüksek lisans tezlerinin biri (1) Tarih anabilim dalında, biri (1) Türk Dünyası Araştırmaları anabilim dalında, biri (1) Çağdaş Türk Lehçeleri anabilim dalında, beş tanesi Türk Dili ve Edebiyatı anabilim dalında tamamlanmıştır.
DOKTORA TEZLERİ
1- Türkiye’de Cengiz Dağcı ve eserleri üzerine bir (1) doktora tezi hazırlanmıştır.
2- “Cengiz Dağcı’nın Hayatı ve Eserleri” başlıklı bu tez İbrahim Şahin tarafından Doç. Dr. Bilge Ercilasun danışmanlığında 1992 yılında Gazi Üniversitesi’nde hazırlanmıştır.
3- Bu doktora tezi Kültür Bakanlığı tarafından kitap olarak yayınlanmıştır.

SONUÇ
Cengiz Dağcı, son zamanlarında yazmış olduğu birkaç eseri hariç tutulacak olursa tüm eserlerinde Kırım’ı ve Kırım Türklerini anlatmıştır. Cengiz Dağcı’nın hayata adımını attığı ilk günden itibaren Kırım Türklüğünün 20. yüzyıldaki macerasını adeta şahsında topladığı ve onun şahsi hayatının Kırım Türklüğünün tarihi olduğunu ifade edilmektedir. Bu nedenle Kırım Türklerinin çile ve zulüm dolu tarihlerini görmek, öğrenmek ve anlamak için Cengiz Dağcı’nın eserleri ile iç içe olmak gerekmektedir.
Çok arzu ettiği halde Türkiye topraklarına ayak basamamış ve buna rağmen eserlerini Türkiye Türkçesi ile kaleme almıştır. Eserlerini Rusça, İngilizce ya da Kırım Türkçesi ile neden yazmadığı hususunda birkaç şey söylenebilir. Eserlerini Rusça yazmış olsaydı Sovyet rejiminde bu eserlerin basılmasına ve okutulmasına müsaade edilmeyecek; İngilizce yazmış olsa uluslararası camianın Cengiz Dağcı’nın meselesine ilgi göstermeyeceğinden dolayı arzu ettiği etkiye ulaşamayacak; Kırım Türkçesi ile yazmış olsa anlatmak istedikleri çok dar bir alana sıkışmış kalacak, sesini ve derdini istediği yerlere ulaştıramayacaktı. İhtimal bu sebeplerden kaynaklı olarak eserlerini Türkiye Türkçesi ile kaleme almıştır. Bu tercih onun bir vizyon sahibi olduğunu da göstermektedir.
Türkiye’de Cengiz Dağcı bilinen, tanınan ve okunan bir yazardır. Dağcı’nın yazdıkları ile hemhâl olan ve onun derdi ile dertlenen ciddi bir okuyucu kesimi mevcuttur. Özellikle belli konularda hassasiyeti olan bir okuyucu kitlesi Cengiz Dağcı’nın eserlerini okumakta ve onun vermek istediği mesaja kulak kesilmektedir.

İNCELENEN ÇALIŞMALARIN LİSTESİ

KİTAPLAR
Bellek-İnsan-Eser: Cengiz Dağcı (2011) Haz. Emel Kefeli – Nesrin Sarıahmetoğlu, Ötüken Yayınları, İstanbul.
KARA, Abdulvahap (2012) Gamalı Haç ile Kızıl Yıldız Arasındaki Bir Yazar Cengiz Dağcı, IQ Kültür Sanat Yayıncılık, İstanbul.
KOCAKAPLAN, İsa (1999) Cengiz Dağcı’nın Dört Romanı, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, İstanbul.
KOCAKAPLAN, İsa (1998) Kırım’dan Londra’ya Cengiz Dağcı, Damla Yayınevi, İstanbul.
KOCAKAPLAN, İsa (2012) Kırım’ın Ebedi Sesi Cengiz Dağcı, Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, İstanbul.
ŞAHİN, İbrahim (1996) Cengiz Dağcı’nın Hayatı ve Eserleri, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara.
Uluslararası Cengiz Dağcı Sempozyumu Bildiri Kitabı (2017) Haz. Nurcan Ankay-Deniz Depe, Eskişehir.
Vatanı Dilinde Cengiz Dağcı Kitabı (2017) Haz. İbrahim Şahin- Salim Çonoğlu, Ötüken Yayınları, İstanbul.
YÜKSEK LİSANS TEZLERİ
1999 – Cengiz Dağcı’nın Romanlarında Esaret ve Hürriyet – Yazar: Hamit ÇİFTÇİ – Danışman: Yrd. Doç. Dr. Muammer GÜRBÜZ – Yer Bilgisi: Harran Üniversitesi.
2003 – Cengiz Dağcı’nın Romanlarında Şahıs Kadrosu – Yazar: Sacit AYHAN – Danışman: Doç. Dr. Alev SINAR – Yer Bilgisi: Uludağ Üniversitesi.
2004 – Cengiz Dağcı’nın Hikâyeleri (inceleme-metinler) – Yazar: Sibel DURAK SOYKIRAY – Danışman: Doç. Dr. Metin EKİCİ – Yer Bilgisi: Ege Üniversitesi .
2004 – Cengiz Dağcı’nın; Yurdunu Kaybeden Adam, Onlar da İnsandı, Korkunç Yıllar Adlı Romanlarında Kip – Yazar: Aybala ŞENGEN – Danışman: Yrd. Doç. Dr. Güzin TURAL – Yer Bilgisi: Gazi Üniversitesi.
2013 – Cengiz Dağcı’nın Romanlarında Kimlik ve Bellek – Yazar: Abdulkadir ÇEKİÇ – Danışman: Yrd. Doç. Dr. SEZAYİ ÇOŞKUN – Yer Bilgisi: Fatih Üniversitesi.
2013 – Cengiz Dağcı’nın Romanlarının Halkbilimi Açısından İncelenmesi – Yazar: İbrahim BOZ – Danışman: Doç. Dr. Bekir ŞİŞMAN – Yer Bilgisi: Ondokuz Mayıs Üniversitesi.
2015 – Cengiz Dağcı ve Cengiz Aytmatov’un Bazı Romanlarında Ruslaştırma ve Sömürü Politikası Olarak Kolhoz – Yazar: BURÇİN AYIK – Danışman: Doç. Dr. FERHAT KARABULUT – Yer Bilgisi: Celal Bayar Üniversitesi.
2018 – Cengiz Dağcı’nın Eserlerinde XX. Yüzyıl Kırım Tarihine Dair Yansımalar – Yazar: Buket KEMİKSİZ – Danışman: Prof. Dr. Abdulvahap KARA – Yer Bilgisi: Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi.
DOKTORA TEZLERİ
1992 – Cengiz Dağcı’nın Hayatı ve Eserleri – Yazar: İbrahim ŞAHİN – Danışman: Doç. Dr. Bilge ERCİLASUN – Yer Bilgisi: Gazi Üniversitesi.

Yurdunu Kaybedenlerin Ortak Sesi: Cengiz Dağcı
Cengiz Alyılmaz[10 - Prof. Dr. Bursa Uludağ Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü. calyilmaz@gmail.com; calyilmaz@uludag.edu.tr]

Silindi yurdumuzda izlerimiz
Bağladık talihimizi kara bir taşa
Kalmadı bize hiçbir şeyimiz
Yanık türkülerimizden başka
    (Dağcı, 1997: 73)


KIRIM’DA YAŞANANLAR ÜZERİNE[11 - Kırım’da yaşananların dünü ve bugünü hakkında genel bilgileri içeren bu bölüm hazırlanırken metin içinde gösterilen konuyla ilgili kaynakların yanında esas itibarıyla bu satırların yazarının “Gobu”stan’ın Gizemi (“Kıpçaklar”a Giden Yol) adlı eserinden yararlanılmıştır (Alyılmaz, 2016: 57-60).]
Karadeniz’i Azak Denizi’nden ayıran ve 26.945 km
lik bir yüz ölçümüne sahip olan tarihî Kırım yarımadası, doğal güzellikleri, yer altı ve yer üstü zenginlik kaynakları yanında coğrafi konumu itibarıyla da tarihin her döneminde ilgi merkezi hâline gelmiş; farklı milletler ve devletler tarafından ele geçirilmeye çalışılmıştır.
Kırım Özerk Cumhuriyeti’nde yaşayan Türklerin tarihi, yarımadanın bilinen ve yazılı kaynaklara yansıyan tarihiyle neredeyse özdeştir. Milattan önce Kimmer, İskit, Sarmat, Hun, Kuman – Kıpçak vd. Türk boylarının sürekli akınlarına ve çekişmelerine sahne olan Kırım’ın (özellikle MS IV. yüzyıldan itibaren) Türk boylarının kaynaştığı bir coğrafya hâline geldiği dikkati çeker. Tarihte daha ziyade Kıpçak boyundan Türklerin hâkim olduğu ve yönettiği Kırım, Moğol İmparatorluğu, Altınordu Devleti, Kırım Hanlığı ve Osmanlı Devleti zamanlarında büyük ilgi ve cazibe merkezi hâline gelir.
Kırım’a hâkim olmanın bir anlamda Karadeniz’e ve Boğazlar’a da hâkim olma anlamına geleceğinin bilincinde olan her devlet / her millet, Kırım’ı ele geçirmek veya Kırım’ı elinde tutabilmek için olağanüstü çaba göstermiştir. Kırım, anılan özellikleri yüzünden büyük devletlerin (başta Rusya, İngiltere, Almanya olmak üzere) hedefi hâline gelmiştir. Uzun süre Osmanlı Devleti’nin egemenliği altında kalan ve Osmanlı Devleti’nin elinde bulundurduğu topraklar içerisinde ayrı bir yere ve öneme (imtiyaza) sahip olan Kırım, Osmanlı Devleti’nin zayıflaması, Ruslarla yapılan savaşların kaybedilmesi ve 1774 yılında imzalanan Küçük Kaynarca Antlaşması ile birlikte Rusların kontrolü altına girer (Valehoğlu, 2008; Şirokorad, 2009: Fisher, 2009). 1774 yılından itibaren sürekli Rus baskısı ve zulmüyle baş başa kalan Kırım Türkleri yerlerini yurtlarını terk etmek, göç etmek zorunda kalırlar. Göçlerin en büyüğü 1792, 1860-63, 1874-75, 1891-1902 yıllarında gerçekleşir. Kırım’da yaşayan Türk aydınları (başta Gaspıralı İsmail Bey olmak üzere) 1900’lü yılların başından itibaren bağımsızlık ve özgürlük için olağanüstü mücadele verirler. Rusya’da 1917’de yapılan Bolşevik Devrimi, Rus Çarlık rejiminin yıkılması, Kırım Türklerinin 26 Aralık 1917 tarihinde bağımsızlıklarını ilan etmeleri için de vesile olur. Ancak ne yazık ki, bağımsızlık yılları uzun sürmez; Kırım 20 Ekim 1920’de Ruslar tarafından bir kez daha işgal edilir. İşgal altındaki Kırım’da Rusların kontrolünde ve güdümünde 18 Ekim 1921 tarihinde “Kırım-Tatar Özerk Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti” adıyla bir cumhuriyet kurulur. Bu tarihten sonra pek çok aydın aileleriyle birlikte ya öldürülür ya da sürgüne gönderilir. II. Dünya Savaşı sonrasında ise (savaşın en büyük mağdurlarından olmalarına rağmen) Almanlara yardım ve casusluk ettikleri bahanesiyle Kırım Türklerinin ileri gelenleri öldürülür; geri kalanları ise topyekûn 18 Mayıs 1944 tarihinde yerlerinden yurtlarından sürgün edilir. (Oysa Almanlar, II. Dünya Savaşı sırasında Kırım’ı işgal ettiklerinde 168 Türk köyünü yakıp yıkar; kendilerine karşı koyan herkesi öldürürler. Esir edip “Şark İşçisi” adını verdikleri Türk gençlerini de köle olarak Almanya’ya götürürler).
Rusların Kırım Türklerini binlerce yıllık topraklarından sürgünü sırasında yüz binlerce insan ölür. “Kırım-Tatar Özerk Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti” de 1945 yılında lağvedilerek Kırım, Ukrayna’ya bağlanır. 1967 yılında çıkarılan bir kanunla Kırım Türklerinin ana yurtlarına / topraklarına dönmelerine izin verilir. Ancak alınan karar yönetimin ve ideolojinin insaf ve inisiyatifine bağlı olduğundan “ana vatana dönüş” hiçbir şekilde arzu edilen şekilde gerçekleş(e)mez. Bunda Kırım Türklerinin farklı coğrafyalara sürgün edilişlerinin, aydın ve lider kadronun yok edilişinin, yaşanan acıların doğurduğu korku, panik ve tedirginliğin, ekonomik sıkıntıların rolü de büyüktür.
Sovyetler Birliği’nin dağılması ve Türk Cumhuriyetlerinin 1991 yılından itibaren bağımsızlıklarını ilan etmesiyle birlikte Kırım’da yaşayan Türkler de 04 Eylül 1991 tarihinde bağımsızlıklarını ilan ederler. Ancak bu karar bağlı bulundukları Ukrayna tarafından kabul edilmez. Yaklaşık 3 milyon nüfusa sahip olan ve nüfusunun büyük bölümü Ruslardan oluşan Kırım’ın bağımsızlık girişimi Kırım’ı tekrar kendi toprakları içinde görmeyi amaçlayan Rusya tarafından gizli destek bulur. Rusya’nın emellerinin farkında olan Ukrayna yönetimi, Kırım Türklerinin özerkliğine saygı gösterip kendi parlamentoslarını oluşturmalarına ve ülke parlamentosunda da (sınırlı sayıda da olsa) temsil edilmelerine izin verir (Kırımlı, 1996; Saydam, 1997; Özcan, 2005; Fisher, 2009; Devlet, 201: 17-32).
Ancak Rusya tarihin her döneminde olduğu gibi son dönemlerde de Kırım’dan hiçbir zaman vazgeçmeyeceğini gösterir ve iç karışıklıklar çıkarır. Ukrayna ile Karadeniz’de yaşanan egemenlik krizini, askerî ve ticari sorunları tırmandıran Rusya, Kırım Özerk Cumhuriyeti Parlamentosu’nun 06 Mart 2014 tarihinde “Rusya’ya katılma kararı” almasını sağlar; alınan karar 16 Mart 2014 tarihinde yapılan referandumda da kabul edilir. Uluslararası hukuka ve sözleşmelere aykırı bu karar Rusya yönetimi tarafından da vakit geçirilmeden 21 Mart 2014 tarihinde onaylanır ve Kırım Özerk Cumhuriyeti federatif bir yapı olarak resmen Rusya’ya bağlanır.
Türk yurtlarının işgaline kayıtsız kalanlar, Ruslarla gizli anlaşmalar içinde olanlar… tarihin her döneminde olduğu gibi yine aynı tavrı gösterip sessiz kalmayı tercih ederler. “Sözde” var olan Birleşmiş Milletler Teşkilatı vb. kuruluşlar da mevcut durumu kınamakla yetinirler. Geçmişte olduğu gibi son dönemlerde yaşanan olaylar da hiç kuşkusuz ki en fazla Kırım’ın gerçek sahipleri olan ve sayıları ne yazık ki yalnızca 300.000’i bulan Türkleri (Kırım Tatarları’nı, Kırımçaklar’ı, Karaylar’ı…) etkiler.

YURDUNU KAYBEDENLERİN ORTAK SESİ: CENGİZ DAĞCI
Kırım Türkü Cengiz Dağcı’nın, ailesinin ve onun gibi yüzbinlerce Kırım Tatarının / Kırım Türkünün hayatını alt üst eden olayların temelinde son derece stratejik öneme sahip Kırım Yarımadası’nın Ruslar ve farklı milletler tarafından ele geçirilmesi düşüncesi ve politikaları yatmaktadır.
Edebî eserleri vücuda getirenler, zaman zaman eserlerinin ana kahramanları veya yardımcı kahramanları arasında yer alırlar. Böyle durumlarda yazarın kendi hayatında veya yakın çevresinde gerçekleşen hadiseleri edebî eserin imkânları dâhilinde hedef kitleye ulaştırma gayreti içinde olduğu görülür. Yazarın yazdıklarının toplumda kabul görmesinde, hedef kitle tarafından sevilip benimsenmesinde hiç kuşkusuz ki bu tarzın ayrı bir yeri ve önemi vardır. Yazarlar çoğu kez böyle bir yönteme başvurmuş olsalar da eserlerindeki kahramanlarla kendi aralarındaki bu bağın, açık açık ifade edilmesinden pek de hoşnut olmamışlardır. Bu durum elbette yazarın kendini veya yaşadıklarını inkâr etme düşüncesinden kaynaklanmaz. Yazar bu yola bazen eserin gerçek hayatta var olan kahramanlarını korumak için bazen de yazdıklarının edebî değerini korumak için (yani yazdıklarının sanatsal açıdan hafife alınmasını istemediği için) başvurur. Her iki durumda da yazarın haklı olduğunu belirtmek gerekir. Nitekim tarihî bir gerçeği sanat ve edebiyat ortamına çekip onu eserlerine konu edenler bir yandan içinde yaşadıkları toplumlarda farkındalık oluştururlarken diğer yandan birilerinin hedefi hâline gelirler. Yani onların sevenleri ve beğenenleri kadar sevmeyenleri ve beğenmeyenleri de çok olur. Bu yüzden de konusunu ve kurgusunu tarihî gerçeklerin oluşturduğu türlerde eser veren yazarlar ve sanatçılar zaman zaman hem kendilerini ve yakın çevrelerini hem de eserlerini ve eserlerinde konu ettikleri değerleri koruma gayreti içine girerler. Bundan doğal bir şey de yoktur. Ancak Cengiz Dağcı’nın eserlerinde geçen kahramanların kendisiyle özdeşleştirilmesini / aralarında bağ kurulmasını istemeyişinin asıl sebeplerinden biri dikkatlerin kendisinden ziyade Kırım Tatarlarının ve Türkistan Türklerinin yaşadıkları / çektikleri olaylar üzerinde yoğunlaşmasını istemesindendir. Yani Dağcı, yalnızca için için yanan “bir ağac”a değil; en güzel ağaçları hoyrat eller tarafından yakılan, kesilip yok edilen, budanan, binlerce yıllık köklerinden sökülüp başka yerlere gönderilen köklü “orman”a / “ormanlar”a (Kırım’a ve Ulu Türkistan’a) dikkat çekmek istemiştir.
Kavram işaretleri (sözcükler ve sözcük grupları) ile kalıplaşmış dil ögeleri (deyimler, vecizeler, atasözleri) ifade ettikleri basit / ilk anlamlarının yanında ait oldukları dillerin sahiplerinin yaşayışlarına, inanışlarına, davranışlarına, geleneklerine, göreneklerine, tarihlerine ve kültürlerine ait birçok değeri de bünyelerinde barındırırlar. Bir dilin “temel yapı taşları” olarak nitelendirilen söz varlığı da aslında o dili konuşanların tarihlerinin ve kültürlerinin bir anlamda kristalize olmuş şekilleridirler.
Edebî bir eserde eğer anlatılanlar edebî sanatlara en az yer verilerek anlatılıyor ve üstelik biyografik ve tarihî malzeme içeriyorsa tarihî kıymeti haiz demektir. Bir başka deyişle anlatıların vesika değeri vardır: Vesika yani delil! Dağcı’nın romanlarındaki kahraman anlatıcıların veya sadece anlatıcının olaylarla arasındaki dilsel mesafe, malzemeyi yapılan haksızlıkların delili kılar (Şahin, 2011: 142).
Dağcı, eserlerinde olaylar aracılığıyla ifşa edileni yine yalın bir çağrışım alanıyla açıklar. Bir diğer deyişle yalın anlatımın gerisinde insanı, insan yapan değerleri onların acı tecrübeleriyle yoğurarak içte, iç dünyada bir yurt oluşturmak ister. Ancak dil onun eserlerinde ne yapıbozuma uğramış ne de sembolikleşmiştir. Bunu sağlayan ise tuttuğu orta yoldur. Bu anlatılanların konusuna da sirayet eder. Dıştaki katı, dehşet dolu dünya içte, derinde daha dingin ve neredeyse bütün insanlığı kurtaracak bir olguyla açıklanır. Dolayısıyla onun kahramanlarının yaşadıkları yalnızca bir millete yahut bir ırka, kültüre yahut dine mensubiyet olmaktan çıkarak evrensel bir karaktere bürünür (Orhanoğlu, 2017: 46).
Dağcı, Kırım Tatarlarının ve Türkistan Türklerinin olduğu kadar bir anlamda bütün “Yurdunu Kaybeden Adam”ların ortak sesi olur.


Foto 1: Cengiz DAĞCI ile ilgili bir tasarım (Tasarım: Levent ALYAP)

Unutuşa karşı savaşan, tanık olduğu olayları belleğinde depolayan, onları hatırlayarak sürekli canlı tutan ve direnen Dağcı, eserlerinde Kırım Türkleri kadar insanlık tarihi için de önemli olan zaman dilimlerini ölümsüzleştirir. Belleğinde yer alan Kırım tarihinin ve millî mücadelesinin iç acıtıcı kareleri onun sanatını besleyen kaynaklardır. Bu kareleri ustaca kaleminde ölümsüzleştiren yazar okurunu da şahsi belleği üzerinden kolektif belleğe yönlendirir ve tarih merkezli bir okuma serüvenine hazırlar (Kefeli, 2017: 225-226).
Cengiz Dağcı, roman, hikâye ve anı türünün çok iyi bir yazarıdır. Üstelik o, (yalın bir dil kullanmış olsa da) aynı zamanda çok iyi bir söz ustasıdır. Nitekim o, özenle seçtiği eserlerinin adlarıyla bile okuyucularına mesajını açık seçik bir şekilde iletmeyi başarır. Onlar da İnsandı, Korkunç Yıllar, Yurdunu Kaybeden Adam, Ölüm ve Korku Günleri, O Topraklar Bizimdi, Biz Beraber Geçtik Bu Yolu, İhtiyar Savaşçı, Benim Gibi Biri, Üşüyen Sokak, Dönüş, Yoldaşlar, Badem Dalına Asılı Bebekler, Anneme Mektuplar…


Foto 2: Cengiz DAĞCI’nın eserleriyle ilgili bir tasarım (Tasarım: Levent ALYAP)

Cengiz Dağcı’nın eserlerinin temelinde (“ben” dediğinde bile) aslında hep “biz” vardır. Yani o özelde kendisinin, (kendisiyle aynı kaderi paylaşan) arkadaşlarının ve Kırım Tatarlarının; genelde ise, Türkistan Türklerinin tercümanı olmuştur.
Cengiz Dağcı’nın da içinde yer aldığı Kırım Tatarları, Türklerin Kıpçak grubu içinde yer almaktadırlar.
Türk boy ve topluluklarının en eski ve en köklü temel kollarından birini oluşturan; tarihte akıncı ve savaşçı kimlikleriyle hep öne çıkan Kıpçaklar, ne yazık ki kabul ettikleri farklı dinler ve içine girdikleri farklı etnik ve sosyokültürel çevreler yüzünden birçok yerde (coğrafyada / ülkede) kimliklerini koruyamamış; asimile olmuşlardır.
Kıpçakların etnik ve kültürel kimliklerini kaybetmelerinde kabul ettikleri dinlerin ve tesirinde kaldıkları sosyokültürel faktörlerin ektisi olduğu kadar “Türk” üst kimliğinin bilincinde olmamalarının ve en azından “Kıpçak” kimliği etrafında bile bir araya gelememelerinin ve dillerini unutmalarının rolü büyüktür. Kendisi de bir Kıpçak Türkü olan seçkin ve saygın bilim adamı, yazar, şair merhum Ord. Prof. Dr. Valeh Hacılar, Kıpçaklarla ilgili bu acı gerçeği “Kıpçak Çölü” adlı şiirinde şöyle ifade etmektedir:
Gıpçag Çölü
(Gıpçaglar Azov – Hezer, Dunay – Volga arası “Deşti-Gıpçag” [“Gıpçag Çölü”] adlanan géniş bir coğrafi eraziye sahib idiler…)
Enginliyi yarıb géden Gıpçag çölü,
Göz tutdugca varıb géden Gıpçag çölü,
Od nefesli bedöylerin gözden itdi,
Dağdan ağır igidlerin hara gétdi?
Doğmaların hesretinden saralsan da,
İntizardan garsısan da, garalsan da,
Demir donlu igidlerin gayıtmadı,
Gerineler hesretini soyutmadı.
Demir donlu igidlerin her döyüşü,
Al ganadlı bedöylerin her yérişi
Silinmeyen, pozulmayan tarih oldu,
Salnameler Gıpçag déye doldu, doldu,
Türk atları çöllerine sığışmadı,
Er igidler éllerine sığışmadı,
Gılınc gında durmaz, – déye er atlandı,
Gıpçag atı sağa-sola ganadlandı…
Düşmenlerin boyun eydi sertliyine,
Néçeleri ortag oldu merdliyine.
Élsizleri élli étdin, élin yoh mu?
Dilsizleri dilli étdin, dilin yoh mu?
Tarihleri dillendiren kiriyer mi?
Düşmen bağrı eridenler eriyer mi?
Her bir damlan hara düşdü ümman oldu,
Gıpçagsoylu törelerle dünya doldu;
Gıpçag élli alp erenler bedöy atlı,
Gıpçag çöllü bedöy atlar yél ganadlı…
Bir çölüm var – gucağında yadlar gezir,
Bir çölüm var – hesret onu yaman üzür,
Bir çölüm var – kişnertiler gulağında,
Bir çölüm var Gıpçagların sorağında
    (Alyılmaz, 2003: 75-76).
Merhum Valeh Hacılar, akademisyen bir şairdir. Onun yazdığı bilimsel içerikli eserleri gibi şiirlerinin büyük bölümü de Türk yaşayış ve inanışı, Türk tarihi ile ilgilidir (Alyılmaz, 2003).
Valeh Hacılar’ın şiirinde Kıpçakları konu etmesi ve şiirine başlık olarak da ‘Kıpçak Çölü’ adını koyması tesadüfi değildir. Nitekim o, şiirine ‘Kıpçak Çölü’ adını koyarak daha ilk andan itibaren âdeta okuyucuyu geçmişe dönmeye ve Kıpçak coğrafyasını ve orada yaşananları hatırlamaya / öğrenmeye davet etmiştir. Sahibi olmayan, hâkim olunamayan, üzerinde bayrak dalgalanmayan, atları kişnemeyen, yiğitleri kükremeyen, gelinlik kızları salınmayan mekânlara / yerlere, yurtlara bütün Türk boyları gibi Karapapak Türkleri de “çöl” demektedirler. Bu kültürel algıyı çok iyi bilen Valeh Hacılar, eskiden Kıpçaklara aitken şimdi başkalarına yar olan / yurt olan mekânı / vatanı “çöl” olarak nitelendirmektedir (Mert ve Yakar, 2012: 338).
Cengiz Dağcı tarafından “O Topraklar Bizimdi” kavram işaretiyle karşılanan; onun eserlerinin büyük bölümünün konusu oluşturan ana yurt / baba ocağı Valeh Hacılar’ın Kıpçak Çölü olarak adlandırdığı Kıpçak Ülkesi’nin yalnızca bir parçasını oluşturmaktaydı. Hacılar, şiire başlamadan şiirinin başlığının hemen altında “Gıpçaglar Azov – Hezer, Dunay – Volga arası “Deşti-i Gıpçag” (“Gıpçag Çölü”) adlanan géniş bir coğrafi eraziye sahib idiler (Kıpçaklar Azov – Hazar, Tuna – Volga arasında ‘Deşt-i Kıpçak’ (Kıpçak Çölü) olarak adlandırılan geniş bir coğrafi araziye sahip idiler.)” şeklinde bir açıklama yapmıştır. Bu açıklama aslında tarihî bir gerçeğe dikkat çekmek için yapılmıştır.
Ünlü tarih ve dil araştırmacı Sergey Grigoryeviç Klyaştornıy, Kadim Asya’nın Bozkır İmparatorlukları (Stepniye İmperii Drevney Yevrazii) adlı eserinde Kıpçaklardan bahsederken Asya coğrafyasını gezip dolaşan seyyahların Kıpçaklardan / Kıpçak yurtlarından mutlaka söz ettiklerini belirterek “O dönemde hiçbir hikâye yoktur ki Kıpçakların geçmişini anlatmasın.” cümlesini kullanır (Klyaştornıy, 2018: 168).
Tarihleri milattan öncesine uzanan Kıpçakların 8 – 10. yüzyıllarda Kimekler ile önce Altaylar’da, İrtiş çevresinde ve Doğu Kazakistan’da sonra ise Urallar’da ve merkezi Kazakistan’da hüküm sürmeleri bu büyük bozkır bölgesinin belirleyici unsuru olmuştur. Kimek Devleti’nin çöküşü ve Kıpçakların batıya yönelmesi, Aral Denizi ve İtil bölgesinde (10. yüzyılın ikinci yarısı ile 11. yüzyılın ilk yarısı) Kimek – Kıpçak iskânının yeni bir aşamasını başlatır. Nihayet 11. yüzyılın ortaları ile 12. yüzyılın başlarından Moğol devrinin sonuna kadar devam eden Kıpçak göçleri, Kıpçaklar ile yakınları Kuman / Polovets boylarını beş ana grupta biçimlendirir: Altay – Sibir Grubu, Kazakistan – Ural Bölgesi Grubu (Saksin yani İtil – Yayık olarak adlandırılan Grup), Don Grubu (Ön Kafkas Alt Grubu), Dnyeper Grubu (Kırım Alt Grubu), Tuna Grubu (Balkan Alt Grubu). Kıpçakların yalnızca belirtilen yerlerde değil; Fergana ve Doğu Türkistan bölgelerinde de yaşadıkları bilinmektedir (Klyaştornıy, 2018: 167).
Kıpçakların tarihlerinden, Kıpçak, genelde Kuman – Kıpçak olarak adlandırılan Türk boy ve topluluklarının kardeşliğinden ve birlikteliğinden bugün dünyanın farklı bölgelerinde yaşamak zorunda kalan (bir kısmı da ne yazık ki etnik ve kültürel kimliklerini kaybeden) varisleri acaba ne kadar haberdardır? Bugün kaç Tatar, kaç Kazak veya kaç Kırgız genci Kıpçak soylu olduğunun bilincindedir? Kırım Tatarlarının bayraklarında bulanan “Gobu” damganın aslını, adını ve anlamını; bu damganın yalnız Kırım Tatarlarının değil bütün Kıpçakların ortak damgası olduğunu; bütün Türkleri ilgilendirdiğini Türk dünyasının farklı bölgelerinde yaşayan kaç Türk genci (daha da ileri giderek kaç bilim adamı) bilmektedir?


Foto 3: Üzerinde “Gobu” damgayı barındıran bir mezar taşının görüntüsü (Büyük Taş Bölgesi / Gobustan / Azerbaycan; Alyılmaz, 2016: 612.


Foto 4: Karaçi Kervansarayı’nın (Azerbaycan) duvarlarından birinin üzerindeki “Gobu” damganın, “Kıpçak” damganın vd. görüntüsü (Alyılmaz, 2016: 617).

Kıpçakların ana damgalarından olan ve tarak damga olarak adlandırılan damga, gobu damganın üst tarafının tarihî süreçte kullanılmaması sonucunda oluşmuştur (Alyılmaz, 2010:117-124; Alyılmaz, 2016: 617).


Foto 5: Gobu damgadan tarak damgaya geçişi gösteren tablo (Tasarım: Levent ALYAP)


Foto 6: Üzerinde “Gobu” damga, “Kıpçak” damga vd. Türk damgalarını barındıran kaya kütlesinin görüntüsü (Tamgalı Taş; Kazakistan; Alyılmaz, 2016: 603).


Foto 7: Aralarında Gobu” damga ve “Kıpçak” damganın da bulunduğu Kırım’daki mezar taşlarının üzerinde yer alan bazı damgaların görüntüsü
(Akçokraklı ve Otar 1996, 17; Alyılmaz, 2016: 620)

Dosta düşmana karşı birlik bütünlük içinde ol(a)mayanlar, birbirlerine sahip çık(a)mayanlar, çıkarları yüzünden bile isteye soyundan sopundan ayrı yaşamayı tercih edenler, bir türlü kendi olmayı başaramayanlar hem kendilerine hem de içinden çıktıkları / mensubu oldukları toplumlara ve milletlere zarar vermişlerdir. Ne yazık ki Türk boy ve toplulukları tarihin ilk dönemlerinden beri pek çok kez bu zafiyeti göstermişler; birlik bütünlük içinde yaşamayı becerememişler; başkalarına karşı ortak strateji geliştirip ortak tavır ortaya koyamamışlar; sonuçta da hem yurtlarını hem de özgürlüklerini kaybetmişlerdir. Oysa bu gerçeğin farkında olan Bilge Kağan, yaklaşık 1300 yıl öncesinde Türk boy ve topluluklarını şu cümlelerle uyarmıştır:
altun kümüş işgiti kutay bungsuz ança birür tabgaç bodun sabı süçig agısı yımşak ermiş süçig sabın yımşak agın arıp ırak bodunug ança yagutır ermiş yagru kontukda kisre anyıg bilig anta öyür ermiş edgü bilge kişig edgü alp kişig yorıtmaz ermiş bir kişi yangılsar oguşı bodunı bişükinge tegi kıdmaz ermiş süçig sabınga yımşak agısınga arturup öküş türük bodun öltüg türük bodun ölsiking biriye çogay yış tögültün yazı konayın tiser türük bodun ölsikig anta anyıg kişi ança boşgurur ermiş ırak erser yablak agı birür yaguk erser edgü agı birür tip ança boşgurur ermiş bilig bilmez kişi ol sabıg alıp yagru barıp öküş kişi öltüg ol yirgerü barsar türük bodun ölteçi sen ötüken yir olurup arkış tirkiş ısar neng bungug yok ötüken yış olursar benggü il tuta olurtaçı sen türük bodun tok arkuk sen açsık tosık ömez sen bir todsar açsık ömez sen antagıngın üçün igidmiş kaganıngın sabın almatın yir sayu bardıg koop anta alkıntıg arıltıg anta kalmışı yir sayu koop toru ölü yorıyur ertig Altını, gümüşü, ipeği, ipekli kumaşları sıkıntısızca (karşılıksız) veren Çin milletinin sözü tatlı ipekli kumaşları (da) yumuşak imiş. (Çinliler) tatlı sözlerle ve yumuşak ipekli kumaşlarla kandırıp (uzaklarda yaşayan) milletleri böylece kendilerine yaklaştırırlar imiş. (Bu milletler) yaklaştıktan sonra da kötülüklerini işte o zaman yaparlar imiş. Çok bilge (akıllı) kimseleri ve çok alp (yiğit) kimseleri ilerletmezler imiş. Bir kişi suç işlediğinde (ise) onun soyunu sopunu (eşiğinden) beşiğine kadar öldürürler imiş. (Çinlilerin) tatlı sözlerine ve yumuşak ipekli kumaşlarına aldanıp (ey) Türk milleti, çok (kez) öldün. Türk milleti (sen) (eğer) (böyle) (yaparsan) (yine) öleceksin: Güneyde Çogay Ormanları’na ve Tögültün Ovası’na yerleşeyim dersen (ey) Türk milleti (sen) öleceksin. Orada kötü niyetli kimseler şöyle akıl verirler imiş: “(Çinliler bir millet eğer kendilerine) uzak ise (onlara) kötü hediyeler verir; yakın ise iyi hediyeler verir” deyip öyle akıl verirler imiş. (Ey) bilgisiz / cahil kişi (sen de) o sözlere kanıp (Çinlilere) yaklaştın ve çok kişi(nle / adamınla birlikte) öldün. O yere doğru gidersen (Çine yaklaşırsan) Türk milleti sen öleceksin. Ötüken topraklarında / bölgesinde oturup buradan kervanlar sevk edersen (yani ticaretle uğraşırsan) hiçbir sıkıntın olmayacak(tır).Ötüken ormanlarında / bölgesinde oturursan (yani topraklarını / yurdunu terk etmezsen) ebediyen devlet sahibi olarak yaşayacaksın. Türk milleti, (sen) aykırısın / farklısın. Açlık tokluk düşünmezsin. Bir kez karnın doydu mu (artık) açlığı (hiç) düşünmezsin. Böyle olduğun için seni besleyen kağanının sözünü dinlemeden her yere gittin. (Gittiğin yerlerde de) hep öldün, mahvoldun; geride kalanlar (bir şekilde sağ kalanlar) (sizler de) hep ölüp biterek oraya buraya gidiyordunuz (KT G 5-9; Alyılmaz, 2005, s. 30-31).
türük begler bodun bunı eşiding türük bodun tirip il tutsıkıngın bunta urtum yangılıp ölsikingin yime bunta urtum: Türk beyleri ve milleti bunu işitin: Türk milletinin derlenip toparlandığında (birlik olduğunda) (güçlü) devlet olacağını buraya kazıdım; yanıldığında (birlik beraberlik içinde olmadığında) öleceğini de yine buraya kazıdım (KT G 10-11; Alyılmaz, 2005: 31)
küregüngin üçün igidmiş bilge kaganıngın ermiş barmış edgü ilinge kentü yangıltıg yablak kigürtüg yaraklıg kantan kelip yanya iltdi süngüglüg kantan kelipen süre iltdi ıduk ötüken yir bodun bardıg ilgerü barıgma bardıg kuurıgaru barıgma bardıg barduk yirde edgüg ol erinç kanıng subça yügürti süngüküng tagça yatdı beglik urı oglung kul boltı işilik kıız oglung küng boltı bilmedük üçün yablakıngın üçün eçim kagan uça bardı: İtaatsizliğin yüzünden seni besleyip büyütmüş olan bilgili kağanın ile bağımsız ve zenginleşmiş kalkınmış devletine (karşı) hata ettin; kötülük getirdin. Silahlı düşmanlar nereden gelip (seni) bozguna uğrattı; mızraklılar nereden gelip (seni) sürdüler? (Ey) Kutsal Ötüken yerinin / ülkesinin milleti, (başını alıp her yere) gittin. Gittiğin yerlerde kazancın şu oldu: Kanın sular gibi aktı; kemiklerin dağlar gibi yığıldı. Bey olacak erkek çocuğun kul oldu; hanım olacak kız çocuğun cariye oldu. Bilgisizliğin ve kötülüğün yüzünden amcam kağan uçup gitti / vefat etti (KT D 23-24; Alyılmaz, 2005: 45).
anta kisre inisi kagan bolmış erinç oglıtı kagan bolmış erinç anta kisre inisi eçisin teg kılınmaduk erinç oglı kangın teg kılınmaduk erinç biligsiz kağan olurmış erinç yablak kağan olurmış erinç buyrukı yime biligsiz [ermiş] erinç yablak ermiş erinç begleri bodunı tüzsüz üçün tabgaç bodun tebliğin kürlüg[in] üçün armakçısın üçün inili eçili kikşürtükin üçün begli bodunlıg yongaşurtukın üçün türük bodun illedük ilin ıçgınu ıdmış kaganladuk kağanın yitirü ıdmış tabgaç bodunka beglik urı oglın kul boltı eşilik kız oglın küng boltı türük begler türük atın ıt[t]ı tabgaçkı begler tabgaç atın tutupan tabgaç kaganka körmiş el[l]ig yıl işig küçüg birmiş: Ondan sonra küçük kardeşi kağan olmuştur; oğulları kağan olmuştur. Ondan sonra küçük kardeşi ağabeyleri gibi yaratılmamışlar; oğulları babaları gibi yaratılmamışlar. (Bu yüzden de) bilgisiz kağanlar tahta oturmuşlar; kötü kağanlar tahta oturmuşlar. Kumandanları da cahil imişler; kötü imişler, beyler ve halk uyum içinde olmadıkları için, Çin milleti hilekâr (ve) sahtekâr olduğu için, aldatıcı olduğu için erkek kardeşlerle ağabeyleri birbirine düşürdüğü için, beylerle halkı birbirine karşı kışkırttığı için Türk milleti kurduğu devletini elden çıkarmış; kağan yaptığı kağanını da yitirivermiş. (Bu sebeple de) bey olacak erkek çocukları Çin milletine kul oldu; eş / hanım olacak kız çocukları da cariye oldu. (Üstelik) Türk beyleri Türk adlarını terk etti. Çinlilerin hizmetine giren Türk beyleri Çinlilerin adlarını alarak Çin imparatorunun egemenliği altına girmişler. Elli yıl ona hizmet etmişler (KT D 4-8; Alyılmaz, 2005: 43).
Üzerinden bin değil binlerce yıl geçse de tarihin değiştiremediği bir gerçek vardır. O da şudur: Üzerinde yaşanan ve “değer” anlayışları yalnızca “meta” olan güçlülerin dünyasında kaybedilen her şeyi telafi etmek (onlara rağmen) mümkündür; ancak kaybedilen toprakları / yurtları geri almak çok zordur; onun uğrunda yitip giden canları geri getirmek ise hiçbir şekilde mümkün değildir.
Yurtlarını kaybedenler memleketlerinden uzaklarda taşsız, yazısız, mezarsız, toprak olup giderler (Dağcı, 2017: 50). Geriye kalan da yalnızca pişmanlık ve hüsran olur. Bu bin yıl önce bin yıl sonra fark etmez:
türük kara kamag bodun anca timiş: illig bodun ertim ilim amtı kanı kimke ilig kazganur men tir ermiş kaganlıg bodun ertim kaganım kanı ne kaganka işig küçüg birür men tir ermiş ança tip tabgaç kaganka yagı bolmış yagı bolup itinü yaratunu umaduk yana içikmiş bunca işig küçük birtükgerü sakınmatı türük bodun ölüreyin urugsıratayın tir ermiş yokadu barır ermiş: Türk halk tabakasından (Çinin entrikalarına kanıp sonra akılları başlarına gelenler) şöyle dermiş: (Ben) devlet sahibi bir millettim; devletim şimdi nerede? Kime devlet kazanıyorum dermiş. Kağanlı millet idim; kağanım (şimdi) nerede? Hangi kağana işi gücü kazanıyorum? dermiş. Böyle deyip Çin Kağanı’na / İmparatoru’na düşman olmuş. Düşman olduktan sonra gerekli hazırlığı yapamayınca tekrar (Çine) tutsak olmuş. (Çinliler de) (esir olan Türklerin kendilerine) bu kadar işi gücü verdiklerini düşünmeyip “Türk milletini öldüreyim; (onun) soyunu / kökünü kurutayım” dermiş (KT D 8-10; Alyılmaz, 2005: 44).
“Kalk” diyor içimdeki ben.
“Ben!.. Ben nerdeyim? Ve kimim ben?”
Sen kimsin ben bilmiyorum Elli yıldır senin içinde ruhunun besini oldum.
“Kalk, gidelim.”
“Nereye?”
“Yarınların bağına” diyor içimdeki ben (Dağcı, 1997: 106).
Yurtlarını kaybedenler, karşılığında neyi kazanırlarsa kazansınlar (eğer kaybettikleri yurdun gerçek sahibi iseler), kazandıkları hiçbir şey onlara kaybettiklerini unutturamaz ve onun eksikliğini gideremez. Topraklarını / yurtlarını kaybedenlerin acısı yalnız ve yalnız “Ana” olarak gördükleri yurtlarına / vatanlarına kavuştuklarında, onun koynunda huzur bulduklarında, “Ana dili”ni özgürce konuştuklarında diner. Başkalarının yurtlarında alınan hava, sürülen sefa ve yaşanan özgürlük “ölüm öncesi yaşanan iyileşme”ye benzer. Dağcı’nın şu satırları bu bağlamda çok anlamlıdır:
Bitti. Esirlik yılları bitti artık. Ömrümde ilk defa hür hissediyorum kendimi. Hür insanların yaşadığı topraklardayım. Ölüm korkusu, işkence korkusu bıraktı yakamı.
Yıllarca peşinde koştuğum hürriyete kavuştum ama içim neden kapalı? Kendimi bildiğim anda kaybettiğim yaşama sevincine neden kavuşamadım yeniden?
Yurdunu kaybeden adam için hürriyetin bile bir manası kalmadığını şimdi anlıyorum. İçinde doğduğum, gülüp oynadığım yerlerde benim dilim konuşulmuyor artık. Bir zamanlar o topraklarda dilimi konuşan insanların ne olduklarını da bilmiyorum.
Son fırtına ağacı devirdi. Bizler, uçurduğu birkaç yaprak, boşlukta yolunu şaşırmış, ümitsiz ve şaşkın, meçhul bir geleceğe doğru yalpa vurup duruyoruz (Dağcı, 2017: 256).
Analarından ayrı düşmüş olanların, öksüz ve garip kalanların yaraları sağalmaz; acıları dinmez; içlerindeki “ben” de hiçbir zaman susmaz. Ben, yurtlarını kaybedenlere, yad elleri mesken tutanlara, anasız çocuklara sürekli kim olduklarını, analarını, babalarını, kanayan yaralarını hatırlatıp durur:
“Hayatta senin gördüğün her şeyi Regina gerçekten gördü mü?”
Bendi soruyu soran.
Ses etmedim. Ben soruyu tekrarlamadı; yerine, “Sen yaralısın” dedi. Bu kez de benden ses çıkmayınca, “Yarandan ölmen ihtimal; ölmezsen eğer, zamanla yaran onar” dedi ben.
Ben’in sözü düşündürücüydü. Ne ki lafı uzatmaya, özellikle benim yaram üzerine konuşmamıza gereklik duymuyordum. Üstelik benim yaram ayrık bir yaraydı, ve, ben’in bunca yıl içimde ikamet etmesine rağmen, bunu bilmediğine şaşmıyor da değildim.
Ama.
Başka benler nice bilmiyorum. Benim ben inatçı. İnadı taştan kayadan yontulmuş sanki, kanayan yaramı gördü mü musallat kesilir başımın ucunda. Yaram ağrımıyor, derim, aldırmaz; ben bu yarayla elli yıl yaşadım, derim inanmaz. Yaran öldürecek seni der; yakın zamanda yaran olmazsa öleceksin, hem de (Ölümün mutlusu oluyor sanki!) ölümlerin en üzünçlüsüyle öleceksin, der.

Yaram söz konusu oldu mu sen gelirsin aklıma, Anne. Sen de yaralıydın. Senin yaran benimkinden farksız yaraydı. Tek fark senin yaran öldürücü bir yara oldu, benim yaramsa, tersine içimdeki ben’le bizim gerçeklerimizi görmeme yardımcı bir yara oldu. İçimdeki ben’le diyorum, çünkü ben, inatçı olduğundan başka, beni yaşatan bir ben (Dağcı, 1997: 93-94).
Cengiz Dağcı’nın içindeki “ben”, onun ve onun gibi bütün yurdunu kaybedenlerin yaralarını sürekli tazeledi ve acılarını artırdı. O, ömrünün son anına / son nefesine kadar Kırım’ın ve Türkistan’ın kurtuluşu, bağımsızlığı ve özgürlüğü için yazdı ve konuştu:
Şimdiye kadar yaşadığım hayatın acılarını unutacağım. Türkistan ve istiklâl uğrunda yaşayacağım; savaşacağım, öleceğim. Bu kutsal gaye şimdiden sonra, hayatımın ufuklarında bir yıldız gibi parlayacak. Yorgunum, ama son nefesime kadar, son damla kanıma kadar… (Dağcı, 2018: 244).
Dağcı, yarası kapanmadan 22 Eylül 2011 tarihinde hayata gözlerini kapadı; onun ruhu da bedeni de 02 Ekim 2011 tarihinde doğduğu topraklarla / Kızıltaş’la buluştu. Ancak onun içindeki ben hiç susmadı; susmuyor; susmayacak…
Onun içindeki ben (eşsiz eserleri sayesinde) konuşmaya; “Yurdunu Kaybeden Adam”lar’ın yaralarını kanatmaya, içlerini acıtmaya; onlara “kimlik”lerini unutturmamaya; “ad”lar’ını, “at”lar’ını, “ata”larını, “yurtlar”ını, “ana”larını ve “ana vatan”larını, hatırlatmaya devam ediyor ve edecek…
Sonuç ve öneriler:

• Bünyelerinde ait oldukları milletlerin ve toplumların karakteristik özelliklerini barındıran değerler onların parmak izleri gibidirler (Şahin, 2018: 383). Cengiz Dağcı’nın eserleri de hem Türk milletine ait değerleri hem de evrensel değerleri bünyelerinde barındırmaktadırlar. Cengiz Dağcı’nın eserlerindeki değerlerin eğitim süreçlerine yansıtılması, eserlerinin konuyla ilgili derslerde okutulması Türkiye ve Türk dünyası için zaruret arz etmektedir. Nitekim Cengiz Dağcı, eserlerinde Kırım’da ve Türkistan coğrafyasında yaşanan acıları, göz ardı edilip unutturulmaya çalışılan tarihî gerçekleri, millî, manevi ve evrensel değerleri sanatı, sanatın dilini ve inceliklerini de en güzel şekilde kullanarak dikkatlere sunmuştur. Dağcı’nın eserlerini değerler eğitimi açısından araştırıp inceleyen eserler yazılmalı; yüksek lisans ve doktora tezleri hazırlanmalıdır.
• Cengiz Dağcı, bir insan ömrüne sığmayacak kadar çileli hayatına rağmen Türk edebiyatının en büyük yazarlarından biri olmayı başarmıştır. O eserlerinde Kırım’ı, Kırım’ın yakın ve uzak tarihini, Türkistan’ı, parçalanıp birbiriyle irtibatı kesilen Türk ellerini tek tek dile getirmiştir.
Onun eserlerinin kabul görmesinde, beğenilip okunmasında eserlerinin konularını oluşturan tarihî gerçeklik kadar kullandığı dilin de rolü büyüktür. Dağcı, eserlerinde bağımsızlığın ve özgürlüğün önemini, yurt ve vatan sevgisini aşılamak ve gelecek kuşaklara taşımak için son derece anlaşılır bir dil kullanmış; (kimi yazarlar gibi) dil vasıtasıyla okuyucusuyla kendi arasına mesafe koymamıştır. Yani o, sanat adına, edebiyat adına hayatın gerçeğini ve dünyanın gözleri önünde sergilenen bir dramı görmezden gelmemiş; üzerine düşeni ziyadesiyle yerine getirmiştir. O, iletmek istediği mesajı öne çıkarmak istediği için Türkçeyi en yalın ve en anlaşılır şekilde kullanmayı tercih etmiştir. Ancak yine de Dağcı’nın eserleri son derece zengin bir söz varlığına ve çeşitliliğine sahiptir. Onun eserlerinde geçen hayatın her alanına ait sözcükler, sözcük grupları, özel adlar, farklı disiplinlere ait terimler, deyimler, kalıplaşmış dil ögeleri… üzerinde ayrı bir araştırma ve inceleme yapmayı gerektirecek niteliktedir. Dağcı’nın eserleri söz varlığı açısından konunun uzmanları tarafından ele alınmalı ve bunların bir sözlüğü oluşturulmalıdır.
• Cengiz Dağcı ata dede topraklarından uzakta yaşamak zorunda kalmasına rağmen eserlerini Türkçe (Türkiye Türkçesiyle) yazmıştır. Onun eserlerinin yalnızca bir kaçının farklı dillere çevrildiği bilinmektedir. Ancak bu yeterli değildir. Dağcı’nın kendisinin de eserlerinin de yaşadığı yıllarda Türkiye’de ve Türk dünyasında hak ettiği değeri yeterince gördüğü de söylenemez. Dağcı’nın eserleri Türk lehçelerine aktarılmalı; yaygın dünya dillerine (Rusça, İngilizce, Fransızca, Almanca, Arapça) çevrilmelidir.
• Cengiz Dağcı ile ilgili bugüne kadar bazı anma programlarının, sempozyumların ve panellerin yapıldığı bilinmektedir. Bunların hepsi de birbirinden anlamlıdır ancak yeterli değildir. UNESCO ile irtibata geçip (Türkiye’deki ve Türk dünyasındaki) ilgili kurum ve kuruluşların (YÖK [üniversiteler, enstitüler, merkezler], Türk Üniversiteler Birliği, Türk Konseyi, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu [TDK, TTK, Atatürk Kültür Merkezi], TİKA, TÜRKSOY, Yunus Emre Enstitüsü, TÜBA, Türk Akademisi, Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı, Maarif Vakfı, Kültür ve Turizm Bakanlığı, Millî Eğitim Bakanlığı, Gençlik ve Spor Bakanlığı) paydaşlığında 2020 yılının Cengiz Dağcı yılı olarak kutlanabilmesi için çalışmalara başlanmalıdır.
• Biz Türk milleti olarak değerlerinin farkında olmayan, değerlerinin kıymetini bilmeyen (veya değerlerinin kıymetini geç anlayan) bir yapıya sahibiz. Yılmaz bir dava adamı olan Cengiz Dağcı’nın değerini de çok bildiğimiz söylenemez. Nitekim pek çok kimse onun eserlerinin kıymetini ve vermek istediği mesajın önemini ölümünden sonra ancak anlayabilmiştir. Dağcı’nın hem adını ve misyonunu yaşatmak hem de ona olan vefa borcunu yerine getirmek için Türkiye’deki ve Türk dünyasının farklı bölgelerindeki bazı eğitim kurumlarına onun adı mutlaka verilmelidir.
• Cengiz Dağcı’nın eserlerinde vermek istediği mesaj iyi anlaşılmalı; başta Kırım olmak üzere bütün esir Türk ellerinin özgürlüğü ve bağımsızlığı için uluslararası alanda mücadele verilmelidir. Bu bağlamda bütün Türk boy ve toplulukları Kırım Tatarları olmadan Kırım’ın; Azerbaycan Türkleri olmadan Karabağ’ın; Ahıska Türkleri olmadan Ahıska’nın; Uygurlar olmadan da Doğu Türkistan’ın viran olacağını / harabeye döneceğini unutmamalıdırlar (Gökdağ, 2015: 659).
• Türk boy ve topluluklarının tekrar aynı acıları yaşamamaları; birbirlerinin yaşadıklarına kayıtsız kalmamaları; yaşadıkları veya yaşamak zorunda kaldıkları yerlerde farklı sebeplerle asimile olmaları; dillerini, dinleri, etnik ve kültürel kimliklerini kaybetmemeleri için kısacası Türk dünyasının birliği, bütünlüğü, mutluluğu, huzuru ve başarısı için ortak akıl ortak davranışa dönüştürmeli; “Türk Dünyası Vatandaşlığı Projesi” (Alyılmaz; 2015: 69-76; Alyılmaz, 2015: 77-85) hayata geçirilmeli; en azından Gaspıralı İsmail Bey’in gösterdiği hedef doğrultusunda “Dilde, fikirde ve işte birlik” sağlanmalıdır.

KAYNAKÇA
AKÇORAKLI, O- OTAR, I (1996) Kırım’da Tatar Damgaları, Haz. Ü. SEL., Ankara.
ALYILMAZ, C. (2005) Orhun Yazıtlarının Bugünkü Durumu, Ankara.
ALYILMAZ, C. (2010) “Türk Kültürünün Oluşumunda Damgaların Rolü”, Türk Dünyası Mimarlık ve Şehircilik Kurultayı Bildirileri, C III, Ankara, s. 81-87.
ALYILMAZ, C. (2010) “Kipchak Marker in Qobustan” Kırgız Respublikasının Uluttuk İlimder Akademiyasının Kabarları İzvestiya Natsional’noy Akademii Nauk Kırgızskoy Respubliki, 2010/2, Bişkek, s. 117-124.
ALYILMAZ, C. (2015) “Türk Dünyası Vatandaşlığına Doğru” Uluslararası TEKE (Türkçe Edebiyat Kültür Eğitim) Dergisi International Journal of Turkish Literature Culture Education, http://www.tekedergisi.com/ Volume 4/1, 2015, s. 69-76.
ALYILMAZ, C. (2016) “Gobu”stan’ın Gizemi (“Kıpçaklar”a Giden Yol), Ankara.
ALYILMAZ, S. (2003) Borçalılı Bilim Adamı, Eğitimci, Şair Valeh Hacılar Hayatı – Sanatı – Şiirleri, Ankara.
ALYILMAZ, S. (2015) “Türk Dünyası Vatandaşlığı Projesi” Uluslararası TEKE (Türkçe Edebiyat Kültür Eğitim) Dergisi International Journal of Turkish Literature Culture Education, http://www.tekedergisi.com/ Volume 4/1, 2015, s. 77-85.
DAĞCI, C. (1997) Ben ve İçimdeki Ben (Yansılar’dan Kalanlar) 5., İstanbul.
DAĞCI, C. (2017) Yurdunu Kaybeden Adam, İstanbul.
DAĞCI, C. (2017) O Topraklar Bizimdi, İstanbul.
DAĞCI, C. (2018) Korkunç Yıllar, İstanbul.
DEVLET, N. (2011) “Cengiz Dağcı’nın Yetiştiği Çevre ve 20. Yüzyılda Kırım Tatarları”, Bellek – İnsan – Eser, Haz. E. Kefeli- N. Sarıahmetoğlu, İstanbul, s. 17-32.
FİSHER, A. (2009) Kırım Tatarları, Çev. E. B. Özbilen, İstanbul.
GOWING, T. (2005) Kırım Savaşı, Çev. G. Demir, Ankara.
GÖKDAĞ, B. A. (2015) “Ahıska Türk Edebiyatında Vatan”, Türklerin Dünyası Dil – Kimlik – Siyaset, İstanbul, S. 655-664.
İNALCIK, H. (2004) Doğu Avrupa’da Egemenlik Mücadelesi. 1552 ve Sonrası: Kazan’ın İşgali ve Türk Toplulukları Bilgi Şöleni Bildirileri, Haz. B. Tezcan Aksu- A. Koçak- A. Ekmekçi, Ankara, s. 9-13.
KARATAY, Z. (2017) “Cengiz Dağcı ile Kesişen Hayat Yolculuğum” Vatanı Dilinde Cengiz Dağcı, Haz. İ. Şahin- S. Çonoğlu, İstanbul, s. 214-224
KEFELİ, E. (2017) “Cengiz Dağcı’nın Okumaları: Yansılar’dan Yansıyanlar”, Vatanı Dilinde Cengiz Dağcı, Haz. İ. Şahin- S. Çonoğlu, İstanbul, s. 225-237.
KIRIMLI, H. (1996) Kırım Tatarlarında Millî Kimlik ve Millî Hareketler (1905-1916), Ankara.
KLYAŞTORNIY, S. G. (2018) Kadim Asya’nın Bozkır İmparatorlukları. Çev. A. Havuşi, İstanbul.
KOCAKAPLAN, İ. (2012) Kırım’ın Ebedî Sesi Cengiz Dağcı. İstanbul.
MERT, O. – YAKAR, M. (2012) “Valeh Hacılar’ın “Qıpçaq Çölü” Adlı Şiirinin Kültürel Ögeler Açısından Değerlendirilmesi”, Professor Valeh Hacıların Xe-tiresine Hesr Olunmuş Qafqaz Xalqlarının Folkloru ve Lingvokulturologiyası Mövzusunda Beynelxalq Elmi Simpoziumun Materialları, 18-21 Nisan 2012 Tiflis, s. 336-343.
ORHANOĞLU, H. (2017) “Yurdunu Arayan Adam’da Anlatmanın Gerçeklik Kaygısı” Vatanı Dilinde Cengiz Dağcı, Haz. İ. Şahin- S. Çonoğlu, İstanbul, s. 41-57
ÖZCAN, K. (2005) “II. Dünya Savaşı Sırasında Kırım Türklerinin Almanlarla İlişkileri Meselesi Üzerine”, Karadeniz Araştırmaları, C 1, S 3, Çorum, s.65-78.
ÖZCAN, K. (2005) “Kırım Hanlığının Kuruluş Süreci: Yarımadada Tatar Hâkimiyetinin Tesisi”, Karadeniz Araştırmaları, C 2, S 5, Çorum, s. 26-36.
SAYDAM, A. (1997) Kırım ve Kafkas Göçleri (1856-1876), Ankara.
ŞAHİN, H. (2018) Yahya Kemal Beyatlı’nın Eserlerindeki Değerler ve Bu Değerlere Yönelik Türkçe Öğretmeni Adaylarının Görüşlerinin İncelenmesi, Atatürk Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü (Yayımlanmamış Doktora Tezi), Erzurum.
ŞAHİN, İ. (1996) Cengiz Dağcı’nın Hayatı ve Eserleri, Ankara.
ŞAHİN, İ. (1996) “Cengiz Dağcı’nın Eserlerinde Neden / Nedensizlik Dili”, Bellek İnsan – Eser, Haz. E. Kefeli- N. Sarıahmetoğlu, İstanbul, s. 137-157.
ŞİROKORAD, A. B. (2009) Rusların Gözünden 240 Yıl Kıran Kırana Osmanlı Rus Savaşları Kırım – Balkanlar – 93 Harbi ve Sarıkamış, İstanbul.
VALEHOĞLU, F. (2008) “Gırım Savaşı ve Garapapaglar”, Garapapaglar, S 1/9, Tiflis, s. 57-58.

Onlar da İnsandı’da Toplumsal Güven Yitimi
Fırat Ender Koçyiğit[12 - Arş. Gör. , Bursa Uludağ Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü.]

GİRİŞ – TOPLUMSAL GÜVEN
“Güven”, Türk Dil Kurumunca “Korku, çekinme ve kuşku duymadan inanma ve bağlanma duygusu, itimat” olarak tanımlanmıştır. Güven duygusu, diğer insanlara ne kadar inanıp ne kadar şüphe duyacağı, bir insanın karakterini oluşturan ögelerden biridir. Bunun yanında güven, bireylerin birbirlerine bağlanıp bir toplum oluşturmasının da anahtarıdır. Alman sosyolojisinin kurucularından Georg Simmel, güven kavramını “toplumu bir araya getiren en önemli kuvvetlerden biri” olarak tanımlar (Möllering, 2001: 318). İnsanların birbirine ne kadar güvendikleri, bir toplumun gelişmişliğini etkileyen en önemli etkenlerden biridir. Toplumsal güvenin toplumun refahına etkisi güvenlik, ekonomi ve siyaset olmak üzere üç yönde incelenebilir.
Türkçede toplum yasalarının aksamadan yürümesi, kişilerin korkusuzca yaşaması anlamına gelen “güvenlik” kavramı “güven” sözcüğünden türetilmiştir. Yapılan çeşitli saha araştırmaları sonucunda, toplumsal güvenliği zedeleyen adlî suçlar ve yolsuzluklarla toplumsal güven seviyesi arasında bir korelasyonun olduğu saptanmıştır. ABD’nin sosyal açıdan farklılık gösteren kırk farklı bölgesinde yapılan araştırmaya göre başta cinayet olmak üzere şiddete dayalı suçlar, toplumsal güvenin düşük olduğu bölgelerde daha fazla işlenmektedir. Üstelik düşük toplumsal güven yalnızca suç oranının yüksekliğinin bir sonucu değil, aynı zamanda sebebi olmaktadır. (Messner, Rosenfeld, & Baumer, 2004)including violent crime. However, systematic empirical evaluations of the links between the multiple dimensions of social capital and violence are limited by the lack of adequate measures. Using data from the Social Capital Benchmark Survey, the authors model the relationships between several dimensions of social capital and homicide rates for 40 U.S. geographic areas. Their findings show that many forms of social capital highlighted in the literature as having beneficial consequences for communities are not related to homicide rates. Two dimensions of social capital, social trust and social activism, do exhibit significant associations with homicide rates, net of other influences. However, in the latter case, the relationship is positive, and in both cases, simultaneous equation models suggest that these dimensions of social capital are consequences as well as causes of homicide. The results underscore the importance of examining the different dimensions of social capital and assessing their reciprocal relationships with homicide and other social outcomes.”,”DOI”:”10.117 7/000312240406900607”,”ISSN”:”0003-1224”,”journalAbbreviation”:”Am Sociol Rev”,”language”:”en”,”author”:[{“family”:”Messner”,”given”:”Steven F.”},{“family”:”Rosenfeld”,”given”:”Richard”},{“family”:”Baumer”,”given”:”Eric P.”}],”issued”:{“date-parts”:[[“2004”,12,1]]}}}],”schema”:”https:// github.com/citation-style-language/schema/raw/master/csl-citation.json”} Ulusal bazlı çalışmalarda ise vatandaşların birbirlerine güvendiği ülkelerde suç oranı ve yolsuzluğun daha düşük olduğu ortaya konmuştur.(NW, Washington, & Inquiries, 2008)


(http://www.pewglobal.org/2008/04/15/where-trust-is-high-crime-and-corruption-are-low/ Erişim: 10 Haziran 2018)

Toplumu oluşturan bireylerin genel olarak toplumun diğer bireylerine güvenmesi, toplumsal güven, o toplum içindeki güvenlik ortamı kadar toplumun ekonomik gelişmişliğini de etkiler. Bireylerin birbirine güvendikleri toplumlar işbirliğine daha yatkın olup daha yüksek ekonomik gelişmişliğe ve daha az yolsuzluğa sahip olurlar.(Özcan & Bjørnskov, 2011) Yüksek toplumsal güven, özellikle günümüz dünyasında büyük önem arz eden büyük çaplı şirketlerin başarısı ve kalıcılığı için önemlidir. Yalnızca akrabalık esasına dayanan eski tip küçük işletmelerin yerini farklı branşlarda binlerce kişiyi istihdam eden devasa kuruluşların alması, toplumsal güvenin yüksek olduğu ülkelerin ekonomik açıdan diğer ülkelere üstünlük sağlamasına neden olmuştur. Toplumsal güvenin görece düşük olduğu Fransa ve Güney Kore gibi ülkelerde büyük çaplı işletmelerin ortaya çıkışı ancak devletin teşviki ve desteğiyle mümkün olabilmiştir.(Govier, 1997: 132)
Toplumsal güvenin yüksekliği, bireylerin kendi aralarındaki ilişkiyi düzenlemesi için dış bir güce olan ihtiyaçlarını da azaltır. Thomas Hobbes gibi realist politikbilimcilere göre devletin varlığının en temel sebebi insanların doğal durumlarında birbirlerinin aleyhine çalışmaya meyilli olmasıdır (Hobbes (Yazar) & Tuck (Editör), 1996: 86 – 90). Hobbes’un “İnsan insanın kurdudur” diyerek özetlediği bu teoriye göre bireyler, doğal anarşi ortamından kurtulmak için güvenlik karşılığında özgürlüklerinin bir kısmını bir otoriteye devrederler, böylece devlet kavramı ortaya çıkar. Yirminci yüzyılda ortaya çıkan totaliter rejimlerde toplumsal güvenliği tehdit eden unsurlar devlet tarafından bilinçli olarak çarpıtılmış, abartılmış; vatandaşların birbirleri arasındaki güven duygusu yok edilerek bir paranoya ortamı oluşturulmuş ve böylelikle oluşan boşluk devlet otoritesi tarafından doldurulmuştur.
Onlar da İnsandı’daki Yüksek Güvenli Toplum
Kırım Türklerinin edebiyat sahasında yetiştirdiği en büyük isimlerden biri olan Cengiz Dağcı’nın 1958 yılında yayımlanan romanı Onlar da İnsandı, Kırım’da bir Türk köyü olan Kızıltaş ahalisinin yaşantısının sosyalist rejim altında yaşadığı değişimi konu edinir. Romanda olayların geçtiği yıllar belirtilmemiştir fakat yaşanan deprem felaketini, teknik gelişmişlik düzeyi, siyasî gelişmeleri göz önüne alınarak romanın 1920’li yılların ikinci yarısında geçtiği söylenebilir. Bu dönem, elden çıkan bazı bölgeler haricinde eski Çarlık Rusya’sı coğrafyasında SSCB hükümetinin egemenliğini sağlamlaştırdığı; ekonomik ve sosyal kurumlarıyla sosyalist nizamın bütün toplumda egemen olması yolunda çalışmalara başladığı dönemdir. Romanın başında sosyalist terminolojiyi ancak gazete gören, bu kavramlara masalsı anlamlar yükleyen Kızıltaşlılar, romanın sonunda köylerinin SSCB’ye tam manasıyla dâhil oluşuna şahit olacaklardır. Bu hâlde Onlar da İnsandı bir “sovyetleşme öyküsü” olarak tanımlanabilir.
Romanın başında ve sonunda iki ayrı toplum yer alır. İlk sayfalardaki Kızıltaş toplumu, birbirini tanıyan, birbirine güvenen, her konuda yardımlaşan insanlardan mürekkeptir. Bu toplumun ayırt edici özellikleri bütün bireylerinin aynı etnik kökene, aynı inanca, benzer ekonomik koşullara sahip olmaları ve kimsenin hatırlayamadığı kadar eski zamanlardan beri birlikte yaşamalarıdır. Hikâyenin ilerlemesiyle birlikte bu birlik önce bireysel olarak hareket eden Rus mültecilerle, daha sonra devlet müdahalesiyle bozulur. Romanın finalinde ise Sovyet hükümetince iskân edilen Ruslar ve toplumun öne çıkan bireylerinin ortadan kaldırılmasıyla Kızıltaş köyü, kendi kimliğini tamamen yitirir.
Romanda Kızıltaş köyünün yüksek toplumsal güveni, üç açıdan da kendini gösterir. Öncelikli olarak Kızıltaş Köyü, can ve mal güvenliğinin bir otoriteye ihtiyaç duyulmadan sağlanabildiği bir yerdir. Köyde devlete bağlı jandarma gibi bir kolluk gücüne rastlanmaz, hatta bunun bahsi bile geçmez. Köylüler birbirlerine karşı hukukî yollara başvurmazlar, sorunlar arabuluculukla ve karşılıklı tavizlerle çözülür. Güven ortamı o seviyeye gelmiştir ki köylüler kendi güvenliklerini sağlamak amacıyla basit önlemlere bile gerek duymazlar; çoğu köyün aksine Kızıltaş’ta bireysel silahlanma yaygın değildir, köylüler güvenlik amacıyla köpek beslemezler hatta evlerinin ve ahırlarının kapılarını kilitlemezler.
Kızıltaş’taki toplumsal güven, ekonomik açıdan Fukuyama’nın deyimiyle sosyal kapitale dönüşmüştür. (Fukuyama, 1997) Köylüler, üretim zamanlarında birbirlerine yardım ederler. Alışverişlerinde birbirlerini tercih ederler. Bekir’in ineği Macit’i dölletmek için kendi köyünden bir boğa bulmak yerine Rum köyüne gitmesi, roman boyunca onun için büyük bir pişmanlık kaynağı olur. Romanın ilerleyen bölümlerinde Bekir bir ata ihtiyaç duyduğunda Çilingir ona kendi atını karşılıksız olarak verir. (Dağcı, 2018, s.364) Bu yardımlaşma ve güven ortamı, köylülerin endüstrileşme öncesi tarım toplumlarında sıkça yaşanan kuraklık, yağış fazlası gibi üretimi baltalayacak olumsuz doğa olaylarını daha az hasarla atlatmasını sağlamakta; böylece köylüler, zararlarını hızla telafi ederek üretimde geri kalmamaktadır. Yüksek güven, köylülerin herhangi bir finans kurumuna başvurmadan gerekli maddî sermayeyi edinmelerini, böylece ağır borç yükü altına girmemelerini sağlar. Gerek zararın telafi edilmesinde gerekse de yeni kaynakların bulunmasında Kızıltaş köyü, düşük toplumsal güvene sahip herhangi bir köyden çok daha avantajlıdır.
İdarî örgütlenme açısından da Kızıltaş, ideal bir yüksek güven toplumunun özelliklerini yansıtmaktadır. Romanda Kızıltaş’ta feodal bir yapıdan söz edilmez. Ağalık yahut senyörlük nizamının somut bir kalıntısına rastlayamayız. Bu açılardan köydeki yaşantı anarko-komünist ütopyalara benzese de Kızıltaşlılarda üretim araçlarında ve özel araçlarda bireysel mülkiyet anlayışı vardır. Üstelik köyde taassup boyutuna ulaşmamasına rağmen bireylerin ahlakî kararlarını etkileyen bir dinî inanç sistemi (İslam) ve güçlü bir aile yapısı mevcuttur. Bu iki unsur; aile kurumu ve dinî inanış, köydeki yüksek güven ortamının başlıca yapıtaşlarındandır. Bu durum, gelenekçilik ve ortak değerler üzerindeki uzlaşıyla da desteklenmektedir. Şu hâliyle köy, herhangi bir hizmetin sağlanması için bir devlet otoritesine ihtiyaç duymayan otonom bir toplumsal birimdir.
Toplumsal Güvenin Kaybı
Roman, Kızıltaş köyünün konu edinilen yüksek güven ortamının bazı yabancı unsurların devreye girişiyle kademeli olarak yok oluşunu anlatır. Köylülerin Karl Marx’ı andırdığı için “Kala Mala” lakabını taktıkları Rus gezgin ve oğlu İvan’ın köye gelişi ile birlikte kadim düzenin bozuluşuna dair bazı emareler belirir. Bunlardan ilki, köye gelen yabancılara bakmak isteyen bir çocuğun damdan düşmesidir. Bu olayda Kala Mala ve İvan’ın sorumluluğu olmasa da ileride yaşanacaklar hakkında bir ipucu olur.
Kala Mala ve İvan, köydeki yüksek güven ortamından faydalanırlar. Bekir’in bu insanlara kalacak yer ve iş vermesi, ancak onun yetiştiği yüksek güven ortamında edindiği değerlerle mümkün olmuştur. Kala Mala ve İvan bu durumu erdemli bir davranış olarak görüp köyün değerlerini benimseme yoluna gitmezler. Aksine; çok farklı bir sosyal ortamdan gelen; etnik, dinî ve kültürel bakımdan Kızıltaşlılardan ayrılan bu ikili, Bekir’in kendilerine güvenini zayıflık olarak görür. Köydeki yüksek toplumsal güven ortamı en temel güvenlik önlemlerinin bile alınmamasına neden olmuş; böylelikle etik kaygıları olmayan hatta sosyopatik karakterdeki bu ikilinin kötücül eylemlerini rahatlıkla gerçekleştirebilmesinin önü açılmıştır. Öyleyse köydeki yüksek toplumsal güven ortamının, kendi yokoluşunun tohumlarını taşıdığı söylenebilir; zira başka insanlara kayıtsız bir biçimde güvenmek ancak bu insanlar da aynı toplumun parçası olduğu, aynı değerleri taşıdığı müddetçe mümkündür. Kala Mala ve İvan gibi yabancılar, toplumun değerlerinden uzak fırsatçılardır.
Yabancıların köydeki huzuru bozması ilkin mal güvenliğinin kaybolmasıyla başlar. Kala Mala, tecrübeli bir hırsızdır. Başlarda tam anlaşılamayan hırsızlıklar yol inşaatı gibi nedenlerle köye daha fazla yabancının gelmesiyle ayyuka çıkar. Köylüler kümeslerini kilitlemek, köpek beslemek gibi önlemler alırlar. Irz güvenliğinin bozulması ise ikinci büyük darbe olur. Bekir’in güvenerek evine aldığı ve her türlü kolaylığı sağladığı İvan, Bekir’in kızı Ayşe’ye tecavüz etmeye yeltenir. Son olaraksa köydeki can güvenliği yok olur. İvan, Ayşe’nin kocası Remzi’yi kaza süsü vererek öldürür.
Kala Mala ve İvan, yalnızca kendi davranışlarıyla köyün huzurunu bozmakla kalmazlar. Tıpkı bir avın yerini sürünün diğer üyeleriyle paylaşan yırtıcı hayvanlar gibi, İvan da köyün zenginliğini başka Ruslarla paylaşır. Köy, Rusların çoğunlukta olduğu, Rusların devletine bağlı, Rus karakteristiğinde bir yerleşim birimine dönüşür. Köyü güvenli ve zengin kalan bütün unsurlar yok olur. Bu açıdan roman, örtük bir istila romanıdır. Yabancılar gelir, sayısal çoğunluğu ele geçirir, yönetimi değiştirir, kendi değerlerini hâkim kılar ve son olarak toprağın asıl sahiplerini elimine ederler.
Yüksek güvenle etnik birlik arasında doğrudan ilişki vardır. Etnik çeşitlilik arttıkça, toplumsal güven düzeyi düşer. Öyle ki etnik açıdan çeşitli toplumda yaşayan bireylerin kendi etnik grubundan olan bireylere karşı güveni bile azalır. Dolayısıyla yoğun göç, bir toplumun güven seviyesini düşürmenin en etkili yollarından biridir. Profesör Putnam, bu durumu ABD’nin eyaletleri üzerinde yaptığı çalışmalarla ispatlamış; daha az göç alan ve etnik açıdan daha bütüncül bir yapı arz eden eyaletlerde toplumsal güvenin daha yüksek olduğunu ortaya koymuştur. (Putnam, 2007) Sovyet rejimi, Kızıltaş köyündeki toplumsal güveni yok etmek için etnik yapıyı bozmuş, göçü bir silah olarak kullanmıştır.
Sovyet rejiminin Kızıltaş’taki toplumsal güven ortamını yok etmesinin kısa ve uzun vadeli olmak üzere iki ana sonucu vardır. Kısa vadede sonuç, Sovyetlerin lehine ve onların arzu ettiği gibidir. Köydeki gelenekçi yapı, Sovyet rejiminin bu köyde yerleşmesine elverişli değildir. Bu yapının bozulması, devrimin oturması için bir gerekliliktir. Üstelik işbirliği seviyesi oldukça yüksek olan bu toplum, asimilasyona kararlı bir biçimde direneceği için rejime karşı her daim bir tehdit olagelecektir. Bununla birlikte uzun vadede bu durum, Sovyetlerin aleyhine sonuçlanmıştır. İşbirliği yüksek, ahlaklı ve çalışkan toplumların yok edilip tarımsal üretim noktalarının aralarında güçlü bağlar olmayan, aidiyet duygusundan yoksun, çıkarcı kimselerce doldurulması ekonomik kaynakların kullanımında büyük bir verimsizliğe yol açmıştır. Bu durum, SSCB’nin devasa doğal kaynaklarına rağmen birçok kez kıtlıkla boğuşmasının, hayat standardının düşük olmasının başlıca nedenlerinden biridir. SSCB’nin geleneksel yapıyı yok etme ısrarı 1930’lu yıllarda Ukrayna’da yaşanan ve milyonlarca insanın ölümüne neden olan büyük kıtlık, Holodomor, gibi insanlık felaketleriyle sonuçlanmıştır. Sovyet rejiminin yarattığı yeni insan tipi, sosyolog Aleksandr Zinovyev tarafından “Homo Sovieticus” terimiyle karşılanır. “Homo Sovieticus’un öne çıkan özellikleri arasında alkolizm, mülkiyete saygısızlık, kişisel sorumluluktan kaçınma, yalnızca göz boyamak için çalışma gibi olumsuzluklar yer alır. (Zinoviev, 1986) Bu, SSCB’nin insan sermayesi bakımından geride kalması ve nihayetinde Soğuk Savaş’ı kaybedip parçalanmasının temel nedenini teşkil eder. Sovyet bakiyesi ülkeler günümüzde bile bu sorunun üstesinden gelmeye çalışmaktadır.

SONUÇ
1917 – 1991 yıllarında dünya siyasetine yön veren en büyük güç odaklarından biri olan SSCB, toplumsal açıdan insanlık tarihinde benzerine az rastlanır bir toplum mühendisliği deneyine de sahne olmuştur. Kırım Türk edebiyatının büyük ismi Cengiz Dağcı, Onlar da İnsandı romanında bir Türk köyünün 1920’li yıllarda yaşadığı hızlı dönüşümü, ahlakî erozyonu ortaya koyarak bu devasa deney için bir vaka analizi örneği sunar. Romanın adının da ima ettiği şekilde Dağcı, Sovyet devlet aygıtının hesaplarının, işleyişinin “insan” faktörünü nasıl hiçe saydığını gözler önüne serer. Dağcı’nın bu eseri yalnızca Kırım Türklerinin trajedisinin değil, aynı zamanda SSCB idaresi altında yaşayan, rejim için bir tehdit olarak algılanan bütün toplumların ve bireylerin trajedisinin bir anlatımıdır. Tarih, Cengiz Dağcı’yı haklı çıkarmış; insanı hiçe sayan politikalar en nihayetinde SSCB’nin sonunu getirmiştir.

KAYNAKÇA
DAĞCI, C. (2018) Onlar Da İnsandı, 26. bs., Ötüken Neşriyat, İstanbul.
FUKUYAMA, F. (1997) Social Capital, http://gen.lib.rus.ec/book/index.php?md5=-63BA7BADA29FC47AF1F7FC5EC48484B1
GOVİER, T. (1997) Social Trust and Human Communities. McGill-Queen’s Press – MQUP.
HOBBES (Author), T.– TUCK (Editör), R. (1996) Leviathan: Revised student edition (Rev Stu), Cambridge University Press, http://gen.lib.rus.ec/book/index. php?md5=55D88A30FCD5DF5A1FCB993251C56CDF
MESSNER, S. F.– ROSENFELD, R., BAUMER, E. P. (2004) Dimensions of Social Capital and Rates of Criminal Homicide, American Sociological Review, 69(6), 882-903. https://doi.org/10.1177/000312240406900607
MÖLLERİNG, G. (2001) The Nature of Trust: From Georg Simmel to a Theory of Expectation, Interpretation and Suspension, Sociology, 35(2), 403-420. https:// doi.org/10.1177/S0038038501000190
NW, 1615 L. St, Washington, S. 800, & Inquiries, D. 20036 U.-419-4300 | M.-419-4349 | F.-419-4372 | M. (2008, Nisan 15). Where Trust is High, Crime and Corruption are Low | Pew Research Center, http://www.pewglobal. org/2008/04/15/where-trust-is-high-crime-and-corruption-are-low/
ÖZCAN, B.-BJORNSKOV, C. (2011) “Social trust and human development”, The Journal of Socio-Economics, 40(6), 753-762. https://doi.org/10.1016/j. socec.2011.08.007
Putnam, R. D. (2007) E Pluribus Unum: Diversity and Community in the Twenty-first Century The 2006 Johan Skytte Prize Lecture. Scandinavian Political Studies, 30(2), 137-174. https://doi.org/10.1111/j.1467-9477.2007.00176.x
Türk Dil Kurumu Büyük Türkçe Sözlük, http://www.tdk.gov.tr/index.php?option=com_bts&arama=kelime&guid=TDK.GTS.5bb1fd179ce0a6.28905115
Zinoviev, A. (1986) Homo Sovieticus (First Edition-First Printing edition), Atlantic Monthly Pr., Boston.

Cengiz Dağcı’nın Söz Varlığı Üzerine
Hatice Şahin[13 - Prof. Dr., Bursa Uludağ Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü.] Ebru Kuybu[14 - Arş. Gör., Bursa Uludağ Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü.]

Şair ve yazarlar, edebî eserlerini çoğunlukla kendi ana dilleriyle yaratma yolunu seçerler. Bu, son derece doğal bir durumdur. Ancak Türk dünyası yazar ve şairlerinin bir kısmı bu geleneğin dışında farklı diller ya da Türkçelerle yazmak zorunda kalmışlar ya da yazmayı tercih etmişlerdir. Bu mecburiyet ve tercihlerin ve Türk aydınları üzerindeki yaptırımının ne olduğu, alan araştırmacıları tarafından üzerinde durulan noktalardan biridir.
Cengiz Dağcı, ülkesinde yazmaya başlayan, savaş nedeniyle bu faaliyetine ara verip, savaşın ardından yazamadığı yıllarda tuttuğu notlardan hareketle yazmaya devam eden ve eserlerinin tümünü Türkiye Türkçesiyle yayımlayan bir Kırımlı Türk yazarıdır.
Yazarın, eserlerinde kullandığı dil üzerinde konuşabilmek için bazı noktaları göz önünde bulundurmak ve buna göre değerlendirme yapmak son derece gereklidir. Çünkü Dağcı, hayatının ilk yıllarında Kuzey Türkçesine dâhil Kırım Tatar Türkçesini kullanmış, daha sonra da yabancı bir ülkede Türkçenin başka bir koluyla Türkiye Türkçesiyle, yazmak durumunda kalmıştır. Türkiye Türkçesiyle olan yakınlığında gençlik yıllarında aile büyükleri aracılığıyla okuduğu Türk romancıları ve hikâyecilerinin etkisi büyüktür. Yazar, bu etkiyi sağlayan kişiyle – küçük amcası Seyit Ömer Dağcı ile – ilgili olarak eserlerinde bilgiler vermiştir. Söz konusu okumalar, Cengiz Dağcı’nın Türkiye Türkçesiyle yazmaya karar vermesinden itibaren daha da artmıştır. Bununla beraber, Kırım Yalı boyu ağzının Türkiye Türkçesine yakınlığı da onun eserlerinde Türkiye Türkçesini kullanmasını kolaylaştırmıştır.
Kendisiyle ilgili araştırmalardan edinilen ayrıntılara göre yazar, İkinci Dünya Savaşı sırasında yaşadıklarını kaydettiği defterleri Türkiye Türkçesine aktararak Türkiye’deki yayınevlerine göndermiştir. Ayrıca Korkunç Yıllar ve Yurdunu Kaybeden Adam müsveddelerini de önce Kırım Türkçesiyle yazmış, ardından Türkiye Türkçesine çevirmiştir (Şahin, 2017: 240).
Savaş yıllarında tuttuğu notları, kendinin ve çevresindekilerin yaşadıklarını anlatan Cengiz Dağcı’nın eserleri edebi niteliğinin yanında tarihi birer belge olma niteliği de taşımaktadır. Ancak, yazarın eserleri üzerinde dil incelemesi yapabilmek, tuttuğu, daha sonra yayınlanmak üzere gönderdiği notlar Türkiye’deki yayınevlerinde bir redakte aşamasından geçtiği için yoğun dikkat gerektirmektedir. Bununla beraber yazarın edebi hayatının başlarında yazdığı şiirler üzerinde dil incelemesi yapılmaya çalışılmıştır (Boz-Kamacı-Aslan, 2017: 73-79). Bunun gibi diğer eserleri üzerinde de temkinli olmak koşuluyla bu yönde çalışmalar gerçekleştirilebilir.
Bu bildiride ise yazarın eserlerindeki genel dil özellikleri ve söz varlığı ele alınmaya çalışılacak, konuya daha sağlıklı bir biçimde odaklanabilmek için yazarın sadece Anneme Mektuplar adlı eseri üzerinden inceleme gerçekleştirilecektir.
Anneme Mektuplar, roman türünde 1980’li yılların Londra’sında geriye dönüşlerle Kırım sürgün yıllarından bir Anneye hatıra, mektup teknikleriyle yazılmıştır. 15 mektuptan oluşan roman, her mektupta başka bir konuyu ele alır. Mesela ilk mektupta yazar Londra’dan ve oradaki yaşamından bahseder, Kızıltaş’taki yıllarıyla karşılaştırmalar yapar. Üçüncü mektupta Akmescit yılları anlatılır. Dördüncü mektupta Akmescit yılları, yazarın Akimova ile tanışması, Kızıltaş tasvirleri, yazarın babasının sürgünü anlatılmaktadır. Beşinci mektupta ise Akimova ve yazar arasındaki iletişimler anlatılır. Dokuzuncu mektupta bir mektupla Akimova verem hastalığına yakalandığı için, yazar ile görüşmeme kararını yazdığı mektubu gönderir. On üçüncü mektupta ise Akimova’nın ölümü ve yazarda bıraktığı etkiler anlatılır. Son olarak on beşinci mektupta ise yazar sürekli yüzleşme ve çatışma içindedir. Halüsinasyonlar görmeye başlar ve ucu açık bir sonla roman biter (Kök, 2017: 261).
Bu bildiri hazırlanırken eserin Ötüken Yayınlarına ait, 2016 yılında gerçekleştirilen 6. Baskısı kullanılmıştır. Bu ayrıntıyı vermemizin sebebi, doğrudan bildiri konusuyla ilgisi olmasa da kitapta noktalama işaretlerinin gereksiz ve yanlış kullanımına dair çok sayıda örneğin yer almasıdır. Cengiz Dağcı gibi bir yazarın, okuyucuya anlatımı bozacak, anlamayı güçleştirecek şekilde aktarılmasının doğru olmadığını öncelikle belirtmek gerekmektedir:
“İki yıl olmadı yeni gözlük alalı; gene de, duraklarda güçlükle görebiliyorum yaklaşan otobüslerin numaralarını.” (Dağcı, 2016: 49) “Sen bilmiyorsundur belki; hayatımız hâlâ yasalarla sınırlı: Kızıltaş’ta ikamet etmemiz yasak.” (Dağcı, 2016: 49)
“Şaşmamak elde değil Grimm Kardeşlerin masalımızı bilmezlikten gelmelerine.” (Dağcı, 2016: 49)
“Ve ellerin ceplerimde, göğsüm kabarık, beni senden başka kimselerin görmesini arzuladım, ve avluya çıktım.” (Dağcı, 2016: 49)
“Matematik’te orta. Kimya’da orta. Geometri’de orta. Edebiyat’ta orta.” (Dağcı, 2016: 55)
Bunun gibi yazım ve anlatım bozukluklarıyla ilgili örneklerin sayısı da az değildir:
“…İskandinavyalı bir kıraldan söz eder…Kuşun uçuşunu gören kıral,…” (Dağcı, 2016: 71)
“Biliyorum; ne ben ne de Halide, Salgır’ın kıyısındaki gibi değiliz artık.” (Dağcı, 2016: 74)
Bildirinin asıl konusuna gelince; Cengiz Dağcı, her ne kadar Türkiye Türkçesiyle yazsa ve her ne kadar yazdıkları ciddi bir kontrolden geçirilse de romanda standart Türkiye Türkçesine uymayan, farklılık gösteren dil kullanımları mevcuttur. Daha önceki yıllarda gerçekleştirilen çalışmalardan birinde yazarın eserlerindeki Tatarca unsurlar üzerinde durulmuş, Türkiye Türkçesiyle yazmış olmakla beraber eserlerinde ilk edindiği ve yaklaşık 27 yıl kullandığı Kuzey Türkçesinin izlerinin görüldüğünden söz edilmiş, bu duruma da “ağız sızması” terimiyle karşılık bulunmuştur.
“Belli bir lehçeyi konuşan bir yazar, eserlerini tabii olarak ait olduğu çevrenin yazı dili ile kaleme alır. Mesela Mahtum Kulu eserlerini Türkmen Türkçesi ile Şehriyar Azeri Türkçesi ile yazmışlardır. Bununla birlikte belli bir boya ait olan ya da belli bir lehçeyi konuşan yazarların zaman zaman kendi yazı dillerine aykırı davrandıkları da görülmektedir. Bu durumun örneklerine tarihsel Türk dili alanlarına ait metinlerde de rastlamak mümkündür. Bazı tarihsel metinlerde, ait olduğu zaman ve çevre için beklenmedik bazı dillik özellikler, çoğunlukla yazıcının ait olduğu lehçe / ağız ile ilgilidir. Dilbiliminde “ağız sızması” olarak adlandırılabilecek bu durumun tarihsel Türk dili alanlarında birçok örneği vardır. Hatta bazı tarihsel Türk dili alanlarında bu durumdan kaynaklanan “Kıpçakçanın Türkmenceleşmesi”, “Çağataycadaki Oğuzca özellikler” gibi tabirler ortaya çıkmıştır. Öte yandan yazıcıların, dilsel ve lehçesel ortaklıkların da ötesinde, ayrıca eserlerinde kendi dillerini yarattıkları da görülmektedir” (Ağca, 2017: 33).
Okuyucu olarak kitap okunmaya başlandığında dikkati ilk çeken nokta; anne, anneciğim hitaplarının çok sık olarak kullanılmasıdır. Bu, doğal olarak yazarın annesine olan özlemin ve ona olan ihtiyaç duygusunun belirtisi olarak görülse de aslında Türk edebiyatında daha önceki dönemlerde de örnekleri görülen vatan-anne metaforuyla ilgilidir. Bir bilimsel çalışmada özellikle Anneme Mektuplar adlı eserdeki bu metafor örnekleri, ayrıntılı bir şekilde ele alınmıştır:
“Hâlâ Anneciğim diyorum sana. Oysa ihtiyar bir adamım ben saçlarım ağardı çoktan. Değnekle yürüyorum sokaklarda.” (Dağcı, 2016: 9)
“Görme yeteneğim mi değişiyor, çevremde gördüklerim mi değişiyorlar, bilmiyorum; bildiğim bir şey varsa gözlerimde değişmeyen bir sen kaldın, Anne. Seni kırk beş yıl öncesi gördüğüm gibi görüyorum hâlâ. Kırk beş yıl!” (Dağcı, 2016: 9)

Kaynak Alan: Anne
Hedef Alan: Vatan
VATAN ANNEDİR→ metaforunda anne kavram alanına giren her durumu vatan kavramı için de kullanırız. → VATAN UNUTULMAZ, VA-
TAN KUTSALDIR, VATAN ÖZLENİR→ KIRIM UNUTULMAZ, KIRIM
KUTSALDIR, KIRIM ÖZLENENDİR, KIRIM DEĞİŞMEYENDİR metaforları ortaya çıkar. Bu paragrafta metaforun oluşum yollarından biri olan benzetme unsuru vardır. Vatan ve anne birbirine benzetilmiştir. Yazarın roman boyunca vatanı yerine koyduğu kişilerden biri de annesidir. Roman boyunca Kızıltaş coğrafyasından sonra en çok bahsettiği kişi annesidir. Romanda Kızıltaş’a hasret bir anne vardır. Tevazuu, alçak gönüllüğü, alnına yapışan saçları, belli etmediği tükenmişliği, umutsuzluğu, yaptığı gözlemeler ve ekmeklerle, başköşede duran evlilik çerçevesi ile bütün zorluklara rağmen eşine beslediği sadakatle bağlılıkla Kırım ve Kızıltaş’ı yazarın annesi simgelemektedir.
“Sen hiç değişmeyeceksin benim gözlerimde. Değişme sakın. Günün birinde değişeceksin diye korkuyorum Anne. Seni tanıyamayacağımı düşündüğüm anda ürpertiler geçiyor içimden soluğum tıkanıyor. Kulaklarımın içine bir uğultu doluyor, nerede olduğumu nereden gelip nereye gittiğimi bilmiyorum.” (Dağcı, 2016: 10)

Kaynak Alan: Anne
Hedef Alan: Vatan (Kök, 2017: 261-262)
Yazarları diğerlerinden ayıran özellikler arasında konuşma dilinden alınan, seçilen kelimeler, bir kelimeye getirilen farklı ekler, bilinenden farklı biçimde oluşturulan kelime grupları gibi noktalar bulunmaktadır. Bu açıdan bakıldığında Cengiz Dağcı’nın sözvarlığıyla ilgili olarak bu romanda tespit edilebilen ve belirtilmesi gereken noktalar şu şekilde özetlenebilir.

Türkiye Türkçesinde olmayan kelimeler ve türevler:
Türkiye Türkçesinin standart kullanımında yer almayan bazı kelimeler ve türevler eserde kendini hemen belli etmektedir. Buna göre standart dilde görülmeyen kelimeler ve bilinen köklere getirilen farklı eklerle ortaya çıkan türevlerle ilgili örneklerin bazıları şunlardır:

1- Bir pekiştirme örneği olarak çağrışım yapan tıklım tıklım anlamında olduğu düşünülen kitlenkit kelimesi, Türkiye Türkçesi sözlüklerinde ve yaygın dil kullanımında örneklendirilememiştir.
“Trene girdim, kitlenkit doluydu vagon” (Dağcı, 2016: 11)
Türk lehçeleri arasındaki farklardan biri de Türk dilinin ortak kökleri üzerine getirilen farklı eklerdir. Bunun örneklerini Azerbaycan Türkçesinden itibaren görmemiz mümkündür. Anneme Mektuplar’da da aynı duruma örnek olabilecek çok sayıda türev mevcuttur.
2- Mesela acımak mastar biçiminin +lI ekiyle kullanıldığı örnek gibi Türkiye Türkçesinde bilinen ve kullanılan kelime köklerine getirilen farklı ekler dikkat çekmektedir.
“Şimdi ben değil de o bakıyordu bana acımaklı bir bakışla.” (Dağcı, 2016: 25)
3- Uzalı kelimesinde olduğu gibi uza- fiiliyle arkaik –glI>-lI ekinin birlikte kullanımı da Türkiye Türkçesinde olmayan bir biçimdir.
“Sonra elleri öne uzalı, bana doğru yürüdü. Gerisin geri çekilesim geldi. Ama çekilmedim.” (Dağcı, 2016: 26)
4- Türkiye Türkçesinde çiziktir-, çızıktır-, cızıktır- örnekleri olan çiz-fiilinin Türkiye Türkçesinde olmayan bir türevi, Söz konusu eserde çiziştir- biçiminde yer almaktadır.
“ Hastalar bağının asmaları yoktu; ne kelebek ne kertenkele, ne taze ekmek ne de Topkaya Şirketi, akasya ağacının gölgesinde uyuyan kedi, bozuk kaldırımda ringa kemiği, kulübeye bağlı Barjom ve sakacının avlu kapısına, eve bıraktığı dört kova suyun karşılığına dört kapik borcumuz unutulmasın diye tebeşirle çiziştirdiği dört çızık…” (Dağcı, 2016: 31)
Çiziktir-/çızıktır-/cızıktır- :geçişli f. (< çiz-i-k-tir-mek) Gelişi güzel yazmak, rastgele yazıvermek: Allah aşkına bir mektup daha –daha firaklı, daha açık–. Derhal hemen bir tâne daha çiziktirdik (Fahri Celâl). (lugatim.com/s/ÇİZİKTİRMEK–ÇIZIKTIRMAK–CIZIK-TIRMAK)
5- Yapı bakımından doğru olduğu halde Türkiye Türkçesinde kullanılmayan örneklerin dışında Türkçenin yapı kurallarına aykırı biçimde türetilen bazı kelime örnekleri de görülmektedir. Mesela;
olasızlık kelimesinde ol- fiilinin üzerine getirilen -asız takısının nasıl bir ek olduğu anlaşılamamıştır. En fazla ol- fiilinden –a ile türetilen bir isim yapısının varlığı söz konusu olmalıdır. Ancak, bilindiği kadarıyla Türkçede fiilden isim yapan böyle bir ek yoktur. …
“Sana dönmenin olasızlığına kanaat getirince beni ayakta tutabileceğine, hayatıma gerçek değer ve anlam verebileceğine inandığım her şeyimi aklımda toplayıp bu kafesin içerisine doldurdum.” (Dağcı, 2016: 13)
-(y)AsI gelecek zaman ortacının üzerine getirilen +CA ekiyle birleşerek zarf olarak kullanımı standart dilde yaygın olmayan bir durumdur.
–“Yok, korkmuyordum, Anne. Durmuş orada evimize bakarken evimizin bu hale gelmesinde kendimin de suçlu olduğunu hissediyordum sadece ve şimdi tıpkı evimiz gibi hayattan kopuk ben, mezarlığa girer de eski mezarlar arasına yatarak gözlerimi açmayasıca yumarsam mezarlıkta yatan öbür ölülerin suçları gibi suçumun bağışlanıp unutulacağını hissediyordum.” (Dağcı, 2016: 22)
Kovalaş- fiili, TDK’nun Güncel Türkçe Sözlüğünde yer almayan Türkiye Türkçesi Ağızları Sözlüğünde ise metindekinden farklı anlamlandıran bir kelime olarak karşımıza çıkmıştır. Ağız sözlüğünde Birkaç kişi bir olup birini çekiştirmek şeklinde tanımlanan fiil, metinde kovalamaca oynamak ya da koşuşturmak anlamında kullanılmıştır. Bir kaç kişi bir olup birini çekiştirmek. (http://www.tdk.gov.tr/index.php?option=com_bts&arama=kelime&guid=TDK.GTS.5bcda547223ab3.55356055)
“Ve benimle kovalaşmazdı bağın asmaları arasında.” (Dağcı, 2016: 62)
Türkiye Türkçesiyle ilgili sözlüklerde yer almayan kelimelerden biri de şüphesiz temel anlamının dışında kullanılan “hiçsizlik” kelimesidir.
“Ölüm, bir hiçsizlikse eğer, ben ölüydüm.” (Dağcı, 2016: 89)
Bunun gibi +lIk ekinin iki kez kullanılmasıyla ortaya çıkan bir türev de Türkçede kullanılmayan bir kelime olarak karşımızdadır.
“Giyersem mavi pantolonun ütüsü bozulacak, lacivert gömlek hele yeni ayakkabılar, yitireceklerdi yenilikliğini.” (Dağcı, 2016: 101)
Türkiye Türkçesinde olmayan kelime grupları:
Kelime gruplarıyla ilgili olarak dikkat çeken noktalardan biri ise kelime grubunun kuruluş düzeninde herhangi bir fark olmamakla beraber grubu oluşturan kelimelerde görülen ayrılıklardır.
–“İşte!…İşte!… Geleyatır/Ayağında kırmızı katır/ Geleyatır Çora Batır!” (Dağcı, 2016: 14) örneğinde tasviri fiil yapısında olup şimdiki zamanı karşılayan gele yatır yapısı, standart Türkçeden ayrılık gösterir.
Bunun gibi; mezar taşı yerine baştaşı, her gün her gün yerine gün günü, kurbanlık kuzu yerine bayramlık kuzu, başını eğmek yerine başını bükmek, kaş göz işareti yerine baş göz işareti yapılarının kullanılması bu duruma örnek olarak gösterilebilecek yapılardandır.
“Bir tek mezar, bir tek baştaşı kalmamıştı mezarlıkta; taze mezarlar bile kazılıp yerle bir edilmişlerdi…” (Dağcı, 2016: 22)
“Hayır. Ayın ışığında mezarlık meşelerinin ölümsü aklığı, bir kanser gibi çevreye yayılıp beni de kolları arasına alacaktı, içime içime işleyecekti, burada uzun süre kalırsam.” (Dağcı, 2016: 24)
–“Kızı Saniye’si için beni gözde tutması sır değildi ki!” (Dağcı, 2016: 15)
–“Seni öyle gün günü duada gördükçe çileden çıkıp “Anne, günün birinde bizim sakacı delirir de buraya girip Kuran’ını okurken şu minderin üstünde seni boğmak isterse, “Tanrı gelip kurtarır mı seni acaba?” diye sorasım geliyordu.” (Dağcı, 2016: 32.
“Dışarda yalama ayaz. Araba mı çıkar bu kış kıyamet içinde Kantar’a?” (Dağcı, 2016: 51)
“Bayramlık bir kuzu gibi yürüdüm.” (Dağcı, 2016: 56)
“Başını büküp sorduğun zamanlar da duymazlıktan geliyor, ya da baştan savma bir cevap veriyordum sana.” (Dağcı, 2016: 115)
“İsmail Bouylu baş-göz işaretiyle eşine çocukları yatıştırmasını emretti…” (Dağcı, 2016: 83)

Türkiye Türkçesinden farklı çekimler:
Türkiye Türkçesinde fiillerin birleşik çekiminde dilek-şart ve istek kipinin şartıyla, emir kipinin hikâye, rivayet ve şart çekimleri yer almamaktadır (Banguoğlu, 1990: 444-445). Aslına bakılacak olursa Türkiye Türkçesinde de kullanımı olan emir kipinin hikâye çekimi, elimizdeki eserde çok açık bir biçimde geçmişe yönelik isteği ifade etmektedir.
–“Tren beni senin olduğun yerlere götürsün istiyordum. Durmasındı istasyonlarda. Yol alsındı hep. Hızlı hızlı kentin yüksek binaları üzerinden bir uzay gemisi gibi geçsindi; dağları, bozkırları, stepleri aşsındı; kısalsındı ikimizi ayıran uzaklıklar. Oysa biliyorum, ulaşılmaz bir yerdesin sen; bizi birbirimizden ayıran sadece uzaklıklar da değil, zaman Anne…” (Dağcı, 2016: 12)
Cengiz Dağcı’nın bu eserinde görülen geçmiş zaman eki ve de- fiilinin geniş zaman ikinci teklik kişi çekimiyle kurulan yapı, görülen geçmiş zamana biraz daha güç vermek, pekiştirmek için kurulmuş izlenimi vermektedir.
–“Kızlar dedim de Ayvasıllı Emine teyze geldi aklıma. Hatırlıyorsun değil mi? Hatırlıyorsun tabii. Kızıltaş’ta her yaz sonu tütünleri kırma, üzümleri devşirme işleri sona erince bizleri ziyarete gelirdi, kızı Saniyesi’yle. Ama nasıl bir fiyakayla! Faytonların en göze batanını kiralardı Yalta faytoncuları arasından, bütün bir gün için. Kira parası üstüne bir sepet dolusu da üzüm verirdi faytoncuya, karşımızda nezaketli davransın, faytondan inmesine yardım etsin diye. Fayton gelip evimizin önünde durduğu zaman kuşlar ötüşmeye başlardı dersin; ağaçlar çiçekler, çimler gülerdi dersin.” (Dağcı, 2016: 15)
–“Onlar faytona binip Yalta’ya gidince garip bir sessizlik çökerdi evimize. Çıt çıkmazdı. Ölüler yatardı dersin odalarda. Sen de konuşmazdın.” (Dağcı, 2016: 16)

Türkiye Türkçesinde farklı anlam ve işlevde kullanılan kelimeler:
Cengiz Dağcı’nın eserinde bazı kelimeler, Türkiye Türkçesinden biraz daha farklı anlamda ve işlevde kullanılmışlardır. Mesela, dost kelimesi, sevgili, yar anlamında kullanılmıştır. Bu kelime bu anlamıyla Türk Dil Kurumu’nun sözlüğünde aşağıda da görüldüğü gibi yer almamıştır. Belki beşinci anlamı bu kullanıma denk gösterilebilir ama Kubbealtı Lügatinde ikinci anlam olarak açıkça verilmiştir.

1.isim Sevilen, güvenilen, yakın arkadaş, gönüldaş, iyi anlaşılan kimse, düşman karşıtı “Ben giderim adım kalır / Dostlar beni hatırlasın” – Âşık Veysel 2. Erkek veya kadının evlilik dışı ilişki kurduğu kimse, zamazingo “Bir dostu vardı, belalı, çapkın bir delikanlı.” – H. R. Gürpınar 3. Sahibine sevgi gösteren hayvan” Köpek insan dostudur.” 4. Bir şeye aşırı ilgi duyan, koruyan kimse “Kitap dostu.” 5. sıfat İyi geçinen, aralarında iyi ilişki bulunan. (http://www.tdk.gov.tr/index.php?option=com_gts&arama=gts&guid=TDK.GTS.5bcda69cb18102.71377797)
2. Birini riyâsız ve samîmî duygularla seven, her bakımdan kendisine güvenilir kimse, enis. Karşıtı: DÜŞMAN.Merhum Vefik Paşa dostumdu (Ahmet Hâşim). O mutlu devrede Itrî’ye en yakın dost / Işıklı dantelâlar bestekârı Hâfız Post (Yahyâ Kemal). 2. Sevgili, yâr: Âşık olan gül gönderir dostuna (Karacaoğlan). Seherden uğradım dostun köyüne / Hoş geldin sevdiğim in dedi bana (Karacaoğlan). 3. Bir şeye çok yakın ilgi duyan kimse [Bu anlamda kelime isim tamlamasının ikinci öğesi durumundadır]:“Kitap dostu.” “Düşkünler dostu.” Bir akşam sanat dostu bir âile nezdinde… (Ahmet Hâşim). 4. sıf. Aralarında yakınlık bulunan: “Dost milletler.” 5. Evlilik dışı ilişki kurulan kadın veya erkek: Türkçede dost, hovarda dilinde metres mânâsına da gelirdi (Burhan Felek). (http://lugatim. com/s/DOST)
“Dostuymuş meğer delikanlının bilmiyordum.” (Dağcı, 2016: 11)
Türkiye Türkçesinde her ne kadar bit- fiili bitki kelimesi ya da yanında bit- deyiminde kullanılsa da tek başına çık-, yetiş- anlamıyla kullanılmamaktadır. Türkçe sözlükte bit- madde başının ikincisi olarak Bitki, tüy, saç vb. şeyler çıkıp yetişmek anlamıyla verilmiş, “Buğdayla arpadan başka ne biter bu topraklarda?” – F. R. Atay örneğiyle tanıklandırılmıştır. (http:// www.tdk.gov.tr/index.php?option=com_gts&arama=gts&guid=TDK. GTS.5bbb4b0412b239.32834014)
“Hastalar bağında bitip olgunlaşmış üzümleri tutarım avuçlarımın içinde ve ellerim yorulunca Memiş’in deresi üstündeki salkım söğütü üzerime çekip uyurum, gerçeklere meydan okuyan ölümsüz hayaller gibi.” (Dağcı, 2016: 14)
Türkiye Türkçesinde kâbus kelimesi, kötü rüya olarak anlam değeri taşıdığı için “kâbus rüya” kullanımı yanlış olarak kabul edilebilir.
“Akla sığmaz kâbus rüyalarda bile göremezdi insanoğlu o gecenin Kızıltaş’ı gibi bir Kızıltaş’ı” (Dağcı, 2016: 20)

(ﻛﺎﺑﻮﺱ) i. (Ar. kābūs) 1. Uykuda basan sıkıntılı ağırlık, karabasan: Acaba bunlar bir rüyâ, bir kâbus muydu? Fakat uyanıktı (Ömer Seyfeddin). Değil hakîkatte, kâbus geçirirken bile karşılaşmanızı tavsiye edemeyeceğim bir cadı (Refik Halit Karay). Hangi kâbus bastı ki seni uykularında / Birdenbire cehennem kaynadı sularında (Necip Fazıl Kısakürek). 2. teşmil. Etkisi insanın bütün benliğini kaplayan sıkıntılı, dehşet verici hal: Artık otuz yıldan ziyâde süren kâbustan kurtarılmış, gözlerimizi silmiş uyanmıştık (Cenap Şahâbeddin). Mâzî denilen rüyâyı söyler ve istikbal dediğimiz kâbusu nakleder (Refik Halit Karay). (http://lugatim.com/s/K%C3%82BUS)
(ﺭﯘﻳﺎ) i. (Ar. ru’yā “görme, görüş”) 1. Uyku sırasında zihinde beliren görüntülerin bütünü, görülen hayaller dizisi, düş: Nüzhet bana güzel bir rüyâ gördüğünü söylüyor, fakat bu rüyâyı anlatmıyor (Peyâmi Safa). Kubben altında bu cumhûra bakarken şimdi / Senelerden beri rü’yâda görüp özlediğim / Cedlerin mağfiret iklîmine girmiş gibiyim (Yahyâ Kemal). (http://lugatim. com/s/R%C3%9CY%C3%82%E2%80%93R%C3%9CY%C3%82)
Bildiri için yapmaya çalıştığımız tasnifin dışında kalan bir örnek, agabeg>>ağabey>>abi gelişimi gösteren kelimenin kullanımında görülen ikiliktir. Eski Türkçe agabeg yapısından erime ve büzülme yoluyla konuşma dilimize âbi olarak gelen kelime, ikinci mektupta âbiy biçiminde kullanılmıştır. Fakat bu kullanım, iki kez geçmiş, iki kez de ağabey olarak geçmiştir. Bu durumun nedeni, düzeltme sırasında gözden kaçma ya d a yazarın kendisine ait ikili kullanım şeklinde izah edilebilir.
ABİ i.. (< ağabey) [“ğ” düştüğü için a uzun okunur] halk ağzı. Ağabey: Siyâseti anladık, cilvelidir mübârek, ama bu kadarı da biraz fazla olmadı mı abi? (Bediî Fâik) (lugatim.com/s/ABİ)
“Abiyim. Bir kaza sonucu öldü…” (Dağcı, 2016: 36)
“Abiyimin köpeği, dedi. Az sustu.” (Dağcı, 2016: 37)
“Hayır, ağabeyim. Dedi Rüstem” (Dağcı, 2016: 38)

Türkiye Türklerinin kültürüne ait olmayan kavramları karşılayan kelimeler:
Türk boylarının farklı coğrafyalarda farklı kültürlere yakın konumda yerleşmeleri ve farklı kültür unsurlarıyla bir arada bulunmalarının sonucu olarak, Cengiz Dağcı’nın eserinde Türkiye Türklerinin kültüründe olmayan ya da varsa da başka bir kelimeyle karşılanan kavramlar mevcuttur. Bu durum, çok şaşırtıcı olmasa da bir iki örnek vermenin yararlı olacağı düşüncesindeyiz.
“Hıdırellezde mezarlık duvarı dibinde çiçek fideleri diken kızlar; Derviza günlerinde bayrak tutan delikanlılar; ve serçeler, saksağanlar, karatavuklar; Kasım’da yaylaya yağan ilk kar… ve ben.” (Dağcı, 2016: 65)
“…Tatar ve Kırımçak mahallerinde kerosin[15 - Kerosin: Sanayide kullanılan petrol türevi. Halk ağzında gaz yaşı olarak da kullanılır.]kuyrukları kısalıyordu…” (Dağcı, 2016: 65)
“…Katlama yedik; Fultu yedik…” (Dağcı, 2016: 54)
“…sarkık bıyığı ve keçi sakalıyla Troçkist görüşlerin de pek uzağında kalmayan, üstelik Kazbek sigarası içen, ve masası üzerinde duran küllüğün içindeki kabuklardan fıstık yediği de anlaşılan editöre bakışımı hatırladım.” (Dağcı, 2016: 52)
“Göğün mavisinde bile furgon[16 - Furgon vagonu: Yolcu vagonlarının arkasına eklenen, eşya ve yük taşımacılığı için kullanılan vagon.]vagonlarınaKiril harflerle ‘Sürgün’ kelimesi yazılı trenleri görüyorum.” (Dağcı, 2016: 48)
“Ocapçe”[17 - Ocapçe: Kırım Tatarcasında kadın öğretmen.]dedi Hayim ve dönerek avludan çıktı.” (Dağcı, 2016: 48)
Türk dünyasının hemen her yanında yazdıklarıyla hem Türk edebiyatının hem de dünya edebiyatının seçkinleri arasına girmiş onlarca isim bulunmaktadır. Bu isimlerin çok bağlayıcı olmasa da ortak özellikleri, her ne kadar çok ağır koşullarda yaşasalar, yoğun mücadeleler verseler, karşılaştıkları güçlüklere göğüs gerecek gücü kendilerinde bulsalar da zaman zaman anne kucağına dönmeleri, çocukluk yıllarına gitmeleridir. Bu sebeple Şehriyar’da, Cengiz Aytmatov’da, Cengiz Dağcı’da anneyle ve çocuklukla ilgili çok sayıda anı bulunmaktadır.
Aşağıda verilen Anneme Mektuplar’dan alınan parçalar ile “Heyder Baba” şiirindeki bazı bölümler arasında neredeyse fark yoktur:
“Uslu bir çocuktum ben. Pili başı duvarı dibindeki karınca öbekleri üstünde geçirirdim günü Saniye ile birlikte. Hoş, her zaman uslu oynamazdım elbet. Eski kuyunun çevresine taşmış sular içinde yüzen kurbağalara taş atardım. Kertenkeleleri kovalardım bağın asmaları arasında. Tutabildiğim ir kertenkele, kuyruğunu avucumun içine bırakıp kaçıverirdi. Saniye’den yana atardım kertenkelenin kuyruğunu. İrkilirdi….” (Dağcı, 2016: 16)
Yine “Heyder Baba’ya Selam” şiirinde geçen Şehriyar’ın çocukluk anılarından bahsettiği parçalarla Cengiz Dağcı’nın anıları arasında denklik bulunmaktadır:
Emmecan’ın bal bellesin yeyerdim,
Sondan durub üs donumu geyerdim,
Bahçalarda tiringeni deyerdim,
Ay özümü o ezdiren günlerim,
Ağac minib, at gezdiren günlerim.
Heçi hala çayda paltar yuvardı,
Memmed Sadık damlarını suvardı,
Heç bilmezdik dağdı, daşdı, divardı
Her yan geldi, şıllak atıb aşardık,
Allah, ne koş, gamsız-gamsız yaşardık. (Ateş, 1964: 15)
“Davar inerdi Kasım içinde köye. İnekler böğrüşürlerdi, koyunlar melerdi Kızıltaş’ta.” ( Dağcı, 2016: 93)
Seher tezden nahırçılar gelerdi,
Koyun kuzu dam bacadan melerdi,
Emme Can’ım körpelerin belerdi,
Tendirlerin kavzanardı tüstüsi,
Çöreklerin gözel iyi, istisi. (Ateş, 1964: 21)

SONUÇ
Cengiz Dağcı’nın eserleri Türkiye’deki yayınevlerinde Türkiye Türkçesiyle yayımlansa ve Türkiye Türkleri tarafından okunsa da bilinçli ya da bilinçsiz bir biçimde Kırım Türkçesinden izler taşımakta, eser boyunca sık sık bu öğeler varlığını hissettirmektedir. Türkiye Türkçesinde kullanılmayan Türkçe kelimelerin eserde geçmesi, bir anlamda farklı coğrafyalardaki Türklerin birbirini anlamasını çok yavaş da olsa kolaylaştıracak bir etken gibi görülebilse de yazardan mı redaktörden mi kaynaklandığı bilinemeyen ve Türkçenin türetme yapısına uygun olmayan kelimelerin izahı da önemli bir sıkıntıdır. Bu kategoride ele alınacak kelimelerdeki eklerin Kırım Türkçesi gramerlerinde de yer almaması, bu kelimelerin bu sahaya da ait olmadığını ve yanlış biçimler olduğunu göstermektedir. Son cümle olarak Cengiz Dağcı’nın eserleri tam olarak Türkiye Türkçesiyle yazılmamış, söz varlığı açısından biraz Kırım Türkçesinden ve biraz da yanlış türetilmiş unsurlardan örnekleri barındıran bir nitelikle okuyucuya sunulmuştur.

KAYNAKLAR
AĞCA, Ferruh (2017) “Genç Temüçin’deki Tatarca Unsurlar Üzerine”, Uluslararası Cengiz Dağcı Sempozyumu Bildiri Kitabı 16-17 Mayıs 2017 · Eskişehir, s.31-35.
ATEŞ, Ahmed (1964) Şehriyâr ve Haydar Baba’ya Selam, Türk Kültürü Araştırma Enstitüsü Yayınları, Seri:4, Sayı:2, Ankara.
BANGUOĞLU, Tahsin (1990) Türkçenin Grameri, TDK Yayınları, Ankara.
BOZ, Erdoğan- KAMACI, Duygu- ASLAN, EZGİ (2017) “Cengiz Dağcı’nın Kırım Tatar Türkçesiyle Yazdığı Şiirler Üzerine Dil İncelemesi”, Uluslararası Cengiz Dağcı Sempozyumu Bildiri Kitabı, 16-17 Mayıs 2017, Eskişehir, s.73-79.
ÇONOĞLU, Salim (2017) “Cengiz Dağcı’nın Şiirleri Üzerine Bir Değerlendirme”, Vatanı Dilinde Cengiz Dağcı Kitabı, Ötüken, 2017, s.265-298.
DAĞCI, Cengiz (2016) Anneme Mektuplar, Ötüken Neşriyat, İstanbul.
KÖK, Abdullah (2017) “Londra’dan Kırım’a Anneme Mektuplarla “Vatan” Metaforları”, Uluslararası Cengiz Dağcı Sempozyumu Bildiri Kitabı 16-17 Mayıs 2017, Eskişehir, s.259-268.
ŞAHİN, İbrahim (2017) “Düşünerek Anlatmak: Dağcı’nın Edebi Dili Üzerine” Vatanı Dilinde Cengiz Dağcı Kitabı, Haz. İbrahim Şahin- Salim Çonoğlu, Ötüken Neşriyat, İstanbul, s. 238-253
lugatim.com/s/ÇİZİKTİRMEK–ÇIZIKTIRMAK–CIZIKTIRMAK
http://lugatim.com/s/DOST
http://www.tdk.gov.tr/index.php?option=com_bts&arama=kelime&guid=TDK.
GTS.5bcda547223ab3.55356055
http://www.tdk.gov.tr/index.php?option=com_gts&arama=gts&guid=TDK.GTS. 5bcda69cb18102.71377797
http://www.tdk.gov.tr/index.php?option=com_gts&arama=gts&guid=TDK.
GTS.5bbb4b0412b239.32834014
http://lugatim.com/s/R%C3%9CY%C3%82%E2%80%93R%C3%-9CY%C3%82

Dağcı’nın “Söyleyin Duvarlar” Şiirindeki Değişmeler
İsa Kocakaplan[18 - Öğr. Gör., İstanbul Kültür Üniversitesi.]

SÖYLENİZ DİVARLAR/ CENGİZ DAĞCI

I
Men kirem qocaman saraynıñ içine,
Men kirem baş eğip insanlar küçüne,
Men kirem kuneşli künümni quçaqlap,
Men kirem lânetli keçmişni hatırlap.
Sus tilim! Söyleme, söyleme, söyleme!
Divarlar söylesin, sen ise, kel diñle!
Divarlar pek qarttır, divarlar tarihtır,
Divarlar tökülgen qanlarğa şaattır.
Söyleñiz siz maña, söyleniz divarlar!
Sarayda ne oldı, sarayda neler bar?
Söyleñiz, ne yerde güzeller ağladı,
Qalbinde sevgini nelerge bağladı?
Ne yerde, nasıl han atlandı atına?
Qaysı bir qapıdan çıqtı o yatına?
Qaysı bir topraqta duşmannen çarpıştı?
Ne yerde baş kesip atlısı çapıştı?
Söyleñiz! Ne içün edi kötekler?
Kim içün yırtıldı o qanlı etekler?
II
Söyledi divarlar, o buyük divarlar…
Qalbime sarıldı burçaqlı bulutlar.
Dedim men, bu saray çoq künler keçirdi.
O künler topraqqa köz yaşlar içirdi.
Bu çilter sofalar boyunda bir zaman,
Qayğığa kömülip tespiler çekti han.
Bu yerde at mindi o deli azmanlar,
Qan içip namlandı Şirinler, Mansurlar.
Oynadı küldiler aremler boyunda,
Zevq-safa keçirdi hanımlar qoynunda.
Geraynıñ atlısı qorqu ne bilmedi,
Atlarnıñ tübünde taş-topraq inledi.
Kesildi insanlar, töküldi al qanlar,
Qalqanlar tübünde qırıldı qılıçlar.
İç aman körmedi şu Pontnıñ yalısı,
Ne Polâk toprağı, ne Tuna yalısı.
Saraydan İdilge, İdilden Tunağa
Barğancek yolları boyadı al qanğa.
İnanıñ dostlarım, körgenim – bu saray,
Keçmişi qaradır değenim – bu saray.
……………………………………
III
Mına şu mezarlıq, mına şu Geraylar…
Sarıqlı baş taşlar közüme qaraylar.
Sessiz ve soluqsuz men kirem… dolanam,
Mezarlar taşına tayanam, oylanam…
Közüme baqalar duyğusız dürbeler,
Bizlerni qurtar, dep ellerin bereler.
Çekiliñ kenarğa! Men başqa insanım!
Canım da qanım da başqadır, inanın!
Asırar keçtiler, asırlar keçerler,
Asırnı quvalap asırlar kelirler!
Lâkin sen de Geray, mezardan turmazsıñ,
Turıp da bir daa sarayğa barmazsıñ.
Minmezsiñ bir daa o cüyrük atıña,
Kiyinip-quşanıp çıqmazsın yatıña.
Aremler boyunda hanımlar beklemez,
Derdini sökerek, türküler söylemez.
Özüñnen beraber künüñ de yanıñda,
Yaşa sen onıñnen zevq-safa sür anda.
IV
Çoq defa dolanıp aremler boyunda,
Oturup oylanıp mezarlar yanında,
Men keldim o “Köz yaş çeşmesi” qarşına,
Men baqtım o qıznıñ tökken köz yaşına.
Dedim men:” Mariya! Aydı, tur, ağlama,
O qanlı köz yaşnen tilimni bağlama…”
V
Otırdım mermerden çeşmeler taşında,
Camiler utanıp baş eğdi qarşımda.
Deñişti er taraf, denişti divarlar,
Deñişti istekler, denişti duyğular.
Saraynı dolanmaz Osmanlı Sultanlar,
Sarayda toqtalmaz aytuvlı kervanlar.
Olğanlar ölgendir, bir daa tirilmez,
Tur da, kel deseñ de, bil ki sen, o kelmez.
    1940
    (Sevdiğim Yalta, s. 202-204)
Cengiz Dağcı ülkemizde önce romanları ile tanınmıştır. 1956 yılından itibaren Varlık Yayınevi tarafından yayınlanmaya başlayan eserleri, Kırım ve II. Dünya Savaşı hakkında normal Türk okurunun pek gündeminde olmayan olay ve fikirleri de içermekteydi.
Dağcı’nın kişiliği, eserlerinin yayınlamaya başlamasından itibaren büyük ölçüde roman kahramanları ile birbirine karışmakta idi. Haluk’un Defterinden ve Londra Mektupları (1996), Yansılar 1-5 (1988-1994) serisi ve Hatıralarda Cengiz Dağcı (1998) gibi eserlerinin yayınlanması ile Dağcı’nın biyografisindeki ayrıntılar ortaya çıkmaya başlar. Bu eserlerdeki ipuçları değerlendirildiğinde, roman kahramanları ile kendi hayatının kesiştiği ve ayrıldığı yerler de belirginleşir. Başlangıçta bir nevi kendi hatıralarının yansıması gibi değerlendirilen romanlarının, aslında kurmaca âleme taşınmış ve orada yeniden inşa edilmiş eserler olduğu daha iyi anlaşılır. Dağcı bu durumu kendisine çok sık sorulan “Sadık Turan[19 - Korkunç Yıllar ve Yurdunu Kaybeden Adam romanlarının kahramanı.]siz misiniz?” sorusuna verdiği “Hayır o bir roman kahramanıdır.” anlamına gelen cevabı ile vurgular.[20 - Dağcı Yansılar 2’de bu konuda şunları yazar: “ Edebiyat çevrelerinde çok tekrarlanan bir soru ve soruya ünlü bir cevap var: Floubert’e, Madam Bovary kim? diye sormuşlar; Floubert de Madam Bovary benim diye cevaplamış soruyu. Şimdi ben kalkar da Anneme Mektuplar’ın Saf’ı (veya Topkayacı’sı) benim dersem, okur inanır mı acaba? Korkunç Yıllar’ın ve Yurdunu Kaybeden Adam’ın Sadık Turan’ının Cengiz Dağcı’dan başka bir kimse olmadığına inandılar da, neden Topkayacı’nın Dağcı’dan başka bir kimse olmadığına inanmasınlar? Oysa değilim. Ne Saf, ne Sadık Turan. Ben Cengiz Dağcı’yım. Saf’la, Sadık Turan’larla, Selim Çilingir’lerle hiç mi ilişkim yok? Var tabiî. Onları kendi ruhumda ve kendi hayatımda buldum önce. Varlıklarını kendi içimde taşıdım uzun yıllar. Sonra başkalarının tanımaları gereğini duydum ve özledim ve onları kendi ruhum ve dimağımdan çıkarıp okura sundum. Bu kadar.” (Dağcı, 1990: 136)]
Sovyetlerin 1990 yılından itibaren dağılması ile Ukrayna’da kalan Kırım’a hâkim olan nisbi hürriyet havası, burada Cengiz Dağcı hakkında çalışmalar yapılmasını da sağlar. 17 Mart 2014 tarihinde Rusya’nın Kırım’ı cebren ilhakına kadar süren bu devrede, hem Cengiz Dağcı’nın eserlerinden bazıları Kırım Tatar Türkçesi ile yayınlanmaya başlar hem de Cengiz Dağcı hakkında bazı eserler ortaya konur.
Cengiz Dağcı’nın şiirlerinin büyük bölümüne ancak bu dönemde yayınlanan eserler aracılığı ile ulaşmak mümkün olmuştur. Kırımlı iki yazarın hazırladığı iki kitapta, Cengiz Dağcı’nın şiirlerinin önemli bir bölümü toplanmıştır. Bu iki kitapta toplam 39 şiir vardır.[21 - Rıza Fazıl, Sevdiğim Yalta, Simferepol 15.06.2012, 320 s. (Kitap iki bölümdür. Birinci bölüm Kiril alfabesi iledir. İkinci bölüm ilk bölümün Lâtin alfabesi ile verilmiş şeklidir.); Yunus Qandım, Hatıralarda Cınğız Dağcı, Aqmescit 16.07.2012., 152 s. (Lâtin alfabesi ile neşredilmiştir.)]
Rıza Fazıl’ın hazırladığı kitapta 37 şiir vardır. Yunus Qandım’ın kitabında ise 20 şiir bulunmaktadır. Bu şiirlerin 18’i ortaktır. Yunus Qandım’ın kitabında bulunan 2 şiir, Rıza Fazıl’ın kitabında yoktur. Bunlar eklendiğinde Dağcı’nın iki kitapta toplam 39 şiirinin yer aldığı görülür. Rıza Fazıl’ın kitabındaki 8 şiir Cengiz Dağcı’nın Anneme Mektuplar (Dağcı, 1988) romanında geçen manzumelerden derlenmiştir. Biz bu romanı tekrar gözden geçirdiğimizde Cengiz Dağcı’nın Rıza Fazıl tarafından kitaba alınmayan 7 şiirinin daha bulunduğunu gördük. Rıza Fazıl’ın kitabında bulunan 9 bitmemiş şiire Anneme Mektuplar’da belirlediğimiz diğer 7 parçayı da eklersek, Dağcı’nın 16’sı bitmemiş, 30’u tam şiir olmak üzere, toplam 46 şiirinin bulunduğunu söyleyebiliriz. Emel Dergisinin Mayıs 2016 tarihinde basılmış Ocak-Aralık 2012’ye ait tek ciltte toplanan 238-241. sayılarında, Cengiz Dağcı’nın bilinmeyen bir şiiri daha yayınlanmıştır (Koçar, 2012: 32-36) “Ant” başlığını taşıyan bu şiirle, şairin şiirlerinin sayısı 47’ye ulaşır.[22 - Cengiz Dağcı’nın şiirleri hakkında yapılan etraflı değerlendirmeler için bkz. Salim Çonoğlu, 2017: 265-298; İsa Kocakaplan, 2017: 299-318.]
Cengiz Dağcı şiire 1936 yılında, ortaokul öğrencisi iken başlar. Akmesçit’de 13. Tam Ortaokulda öğrencisi olduğu Edebiyat Öğretmeni Safiye Akimova’nın yönlendirmeleri ile ilk şiiri 1936 yılında Gençlik Mecmuasında çıkar. Bu şiir “Kış” adını taşır. Yine aynı yıl aynı dergide “Kart Anay ve Eçkisi” isimli uzun şiiri yayınlanır.
1939 yılında Bahçesaray’a bir gezi yapar ve Hansarayı’nı gezer. Bu gezinin etkisi altında “Söyleyin Duvarlar” isimli şiirini yazar. Bu şiir de uzun bir metindir. Şiiri Edebiyat Mecmuası editörü Şâmil Alâddin’e verir. Editör, şiirin mevcut haliyle yayınlamasının Cengiz Dağcı’yı hapse götüreceğinin farkındadır. “Söyleyin Duvarlar” 1939 yılında rejime ters düşen mısraları Şâmil Alâddin tarafından değiştirilerek yayınlanır.[23 - Cengiz Dağcı Hatıralarında şiirin Edebiyat mecmuasında yayınlanış tarihi olarak 1939 kışını verir (bkz. Yansılar 2, s. 173), ama Rıza Fazıl’ın kitabında şiirin 1940 yılında yayınladığı kaydı vardır.] Rıza Fazıl’ın kitabına isim olan “Sevdiğim Yalta” şiiri de 1939 yılında Edebiyat Mecmuasında çıkar.
Dağcı’nın Bahçesaray’ı gezdikten sonra yazdığı ve Edebiyat Mecmuası editörü Şâmil Alâddin tarafından bazı mısraları değiştirilerek yayınlanan “Söyleyin Duvarlar” şiiri, Kırımlı aydınların yaşamak ve katlanmak zorunda oldukları ikilemi bütün acılığı gösteren bir örnek metindir. Şiirde Cengiz Dağcı ile Şâmil Alâddin’e ait mısralar çok belirgindir.
Dağcı, Hansarayı’nı gezerken çok etkilenmiş ve geçmişe özlemini ifade ettiği uzun bir şiir kaleme almıştır. O, sarayın tarihi havasında kaybolur ve suskun duvarlardan kendisine tarihini anlatmalarını ister. Bu hislenmelerle Cengiz Dağcı tarafından oluşturulan metin, Sovyet rejiminin ilkelerine ve anlayışına son derece terstir ve şairini en iyi ihtimalle hapse götürecektir. Şâmil Alâddin, genellikle kıtaların sonunda yaptığı müdahalelerle şairin zarar göreceği bir uygulama ile karşılaşmasını önlemeye çalışır.
Şiir 5 bölümden oluşur. 12’li hece ölçüsü ile yazılmış ve düz kafiye tercih edilmiştir. Dörtlükler halinde düzenlenmiştir. 1. Bölümde 4 dörtlük bir de ikilik vardır. 2. Bölüm 5 dörtlükten; 3. Bölüm 4 dörtlük 1 ikilikten, 4. Bölüm 6 mısradan, 5. Bölüm ise iki dörtlükten oluşur. Söyleyin Duvarlar, 70 mısra uzunluğunda bir şiirdir. İkinci bölümün sonunda sıra noktalarla işaretli bir satır vardır. Bu iki anlama gelebilir. Ya, Dağcı zihninde olan bazı mısraları buraya aktarmamıştır ya da editör sakıncalı bulduğu ve düzeltme imkânı olmadığı için, buradan bazı mısraları çıkarmıştır.
Dağcı, kendi tarihine olan merakını Pedagoji Enstitüsünde Klyuçevski’nin Rusya’nın Ortaçağ Tarihi isimli kitabından “Moğol ve Altın Orda” konularını okuyarak gidermeye çalışmaktadır. Muhtemelen bu sıralarda gittiği Bahçesaray ve bilhassa Hansarayı onu çok etkiler. Resmi tarihin “haydutlar yatağı” olarak öğrettiği ve değersizleştirmeye çalıştığı Bahçesaray ve Hansarayı, kendi tarihini öğrenmek arzusu ile içi kavrulan bir Türk gencinin, kendisine okutulan kitaplardakileri bir tarafa bırakıp, bilgiyi doğrudan tarihin kendisinden alma çabasının bir ürünü olarak şiire girer. Dağcı bilgiyi, tarihini, doğrudan doğruya Hansarayı’nın duvarlarından öğrenecektir. Sarayın suskun duvarları ile ruhu arasında şairane bir bağ kuracak ve işin aslını bu duvarlara soracaktır. Dolayısıyla şiirin ismi, esir bir ülkenin genç öğrencisinin, rejim tarafından kendisine yanlış ve güdümlü aktarılan tarihin gerçeklerini, bizzat o tarihin tanığı olan bir yapıdan öğrenme arzusunun sembolü olarak karşımıza çıkar: Söyleyin Duvarlar…
İşte karşısında kocaman bir saray durmaktadır. Duvarları arasında onun bilmediği, kendisine okutulan tarih kitaplarının yazmadığı sırları saklayan bir tarihi binanın kapısındadır. Bu yapı daha kapısında iken, ona güçlü bir geçmiş duygusunu telkin eder. Binanın içine girmeden, önce orada yaşamış insanların gücüne baş eğmek gerekir. Tarihi yapı, kapısında duran gençte bu ruh halini oluşturur. Bu “kocaman” sarayda, “kudretli” insanlar yaşamışlardır. Tabiat güneşli ve güzel bir günüyle bu manzaraya eşlik etmektedir. Işıklı, aydınlık, sıcak bir gün… insana çevre ve tarihle dostluk kurmayı ilham eden bir gün. Gencin içini ısıtan ve aydınlatan bir gün. Dağcı bu güneşli günü kucaklayarak, “gönlü ışıklarla dolu bir şekilde” sarayın kapısından içeri adım atacaktır. Ancak dördüncü mısrada bu tarihe dost ve cedlere hayran ruh hâli birden tersine döner. Dörtlüğün büyüsü son mısra ile bozulur:
Men kirem lanetli keçmişini hatırlap
Bize göre şiirin ilk dörtlüğünün Şâmil Alâddin tarafından değiştirilen mısraı budur. Bu mısra, bağlam/ kontekst açısından bakıldığında ilk üç mısraın anlam dünyasına tamamen aykırıdır. İlk mısralarda hâkim olan cedlere ve yapıya hayranlık duygusu, son mısrada yerini nefret duygusuna bırakır. Devreye Sovyetlerin resmi görüşünün ürünü olan bir mısra girer. “O sarayın lanetli bir geçmişi” vardır. Orası haydutlar yatağıdır. Zaten sonraki kıtalarda da bu müdahaleler açıkça belli olmaktadır. Şiirdeki kıtaların yapısı; saraya, atalara ve tarihe hayranlık ifade eden ilk üç mısradan sonra, nefret ifade eden dördüncü mısraların gelişi şeklinde oluşmaktadır.
İlk bölümün ikinci kıtası da aynı özelliği gösterir. “Sus tilim! Söyleme, söyleme, söyleme!” şeklindeki ilk mısra, okulda öğretilenlere inanılmadığını gösterir. “Söyleme” kelimesinin üç kere tekrarı, bu bilgiden şüphenin en güçlü ifadesidir. Gerçek okul kitaplarında değil, bu sarayın duvarlarında gizlidir. Çünkü o duvarlar çok yaşlıdır, tarihi yaşamışlar ve kendilerinde hıfz etmişlerdir. Öyleyse sarayın tarihini en iyi bu duvarlar anlatabilir. Şaire bütün bildiklerini unutmak ve duvarların söyleyeceklerini dinlemek düşer. Ancak kıtanın son mısraında büyü tekrar bozulur:
Divarlar tökülgen qanlarğa şaattır.
Bu mısra ile tekrar Sovyetlerin resmi ideolojisine dönülür. Bahçesaray’da yaşamış hanlar, kan dökücü haydutlardır. Bu mısra da şiire editör tarafından eklenmiştir, diyebiliriz.
Bu mısradan sonra gelen üçüncü ve dördüncü kıtalarda şair tekrar tarihi gerçek yüzüyle öğrenme arzusunu belirtir. Sarayın gerçek yüzünü duvarlar söyleyecektir. “Bu sarayda yaşamış güzeller nelere üzülüp ağladılar? Onlar, kalplerindeki sevgiyi nelere bağladılar?” gibi sorulara güngörmüş (asır-dide) duvarlar cevap verecektir. Şair dördüncü kıtada da duvarlara merak ettiği soruları sormaya devam eder. Han atına nerede, nasıl bindi? Sarayın hangi kapısından dışarı çıktı? Hangi topraklarda hangi düşmanlarla çarpıştı? Emrindeki atlılarla birlikte nerelerde baş kesip at sürdüler? Bütün bu sorular önce sarayın harem hayatına duyulan merakı gidermeye, sonra da hanların ortaya koydukları tarihin, kazandıkları zaferlerin öğrenilmesine yöneliktir. Tarih kitaplarının vermediği bilgiler bu duvarların hafızalarında saklıdır. Saray yaşantısını ve savaş tarihini öğrenme arzusu bu kıtalara sinmiştir. Bu iki kıtada da Kırım tarihine pozitif bir bakış vardır.
Bakış açısı birinci bölümün son iki mısraı ile değişir:
Söyleñiz! Ne içün edi kotekler?
Kim içün yırtıldı o qanlı etekler?
Kısaca, Kırım Hanlarına “Bu haydutlukları niçin yaptınız?” diye sorulur bu mısralarda. Elbette söz konusu iki mısra da şiirin genel akışına, yani metnin kontekstine aykırı durmaktadır. Bu mısralar da editör tarafından eklenmiş veya değiştirilmiştir. Şiirin 18 mısralık birinci bölümü şairin yapı, Kırım tarihi, sarayın içinde yaşayanlar ve yaşananlar hakkında saray duvarlarına sorduğu sorulardan oluşur.
Şiirin ikinci bölümünden itibaren şairin duvarlardan öğrendiği bilgileri, edindiği izlenimleri görmeye başlarız. 20 mısradan – 5 dörtlük- oluşan bu bölümde duvarlar konuşmaya başlar. Daha doğrusu, şair düşündüklerini duvarlara söyletir. Dağcı’nın Kırım tarihi konusunda resmi tarih dışında müktesebatının bulunduğunu buradaki bir takım telmihlerden anlarız. Şair sarayın içine duygulu, coşkun bir ruh hali ile girer. Kalbi heyecanla çarpmaya başlar. Yağış yüklü bulutlar gönlünü doldurur. Sarayın geçmişini hatırlamak, onu bir duygu sağanağı altında bırakır. Bu giriş kıtası Dağcı’nın atalarının izleri ile buluşmaktan duyduğu heyecanı yansıtır. Ama büyü yine dördüncü mısrada bozulur:
O kunler topraqqa koz yaşlar içirdi.
Sarayın, gözleri önünde canlandırdığı tarih Kırım Hanlarının Kıpçak bozkırlarına, Karadeniz kıyılarına ve Avrupa’ya atları ile akınlar yaptıkları dönemlerdir. Sonraki dörtlüklerde bu bakış açısı açıkça görülür. Ancak editör, dörtlüğün son mısraını değiştirerek Cengiz Dağcı’yı muhtemel bir cezadan kurtarır. Kırım hanlarının saltanatı, o toprakları acı ve üzüntü içinde bırakmıştır. Ülkeye kötülükten başka bir şey vermemiştir. Böylece Sovyet görüşü şiire bir kere daha girmiş olur.
Şair daha sonra sarayın sofalarına, odalarına girer. Bu süslü, işlemeli mekânlar içinde yaşayan Hanlarla bütünleşir. Hayat her zaman güzellikler ve başarılarla dolu değildir. Kırım Hanları da kederden arınmış bir hayat sürmemişlerdir. Neşeli zamanları da olmuştur kaygılı zamanları da. Kaygılı anlarında Han, işte bu sofalarda tesbihler çekmiş, dualar etmiş ve Tanrı’dan yardım istemiştir. Hanın, gözünü budaktan esirgemeyen korkusuz süvarileri bu yerlerde at binmişlerdir. Dörtlüğün son mısraı da tekrar Sovyet anlayışına göre düzenlenir. Şirinler, Mansurlar kan içerek ün kazanmışlardır:
Qan içip namlandı Şirinler, Mansurlar.
Şirin ve Mansur aileleri, Kırım’a önemli hizmetler yapan ve savaşlarda yararlılıkları görünen büyük ailelerdir. Zaman zaman bu aileler yönetimde büyük nüfuz elde etmişlerdir. Bu telmihlerden Dağcı’nın Kırım tarihi hakkında daha başka kaynaklardan da bilgi sahibi olduğunu anlıyoruz. Şirin ve Mansurlara Şamil Alâddin tarafından verilen “kan içicilik” özelliği elbette devletin Kınım Hanlığına bakış açısını yansıtır.
Üçüncü dörtlük bir önceki dörtlükte yer alan kaygı atmosferini telafi eder. İlk iki mısrada Hanların, haremde oynayıp güldükleri ve güzeller ile zevk ve sefa âlemleri yaptıkları söylenir. Bu mısralar, bir nevi önceki kaygı tasvirinin kontrastı gibidir. Üçüncü mısradan bölümün son mısraına kadar, kahramanlık ve savaş tasvirleri ile karşı karşıya kalırız. Girayların atlıları korku bilmezler, atlarının ayakları altında taş ve toprak inler. Savaşlarda insanlar kesilir, al kanlar toprağa dökülür. Kılıçlar kalkanlar üzerinde kırılır. Pontus (Karadeniz) kıyıları, Polonya toprakları ve Tuna boyları bu akınlardan nasiplerini alırlar. Kırım Hanları ve askerlerinin kahramanlıkları bu bölgelerdeki düşmanlara aman vermez. Bahçesaray’dan İdil (Volga) nehrine, oradan Tuna kıyısına kadar büyük bir coğrafya Kırım Hanlarının hâkimiyeti altındadır ve bu topraklar al kana boyanarak elde edilmiştir. İşte Dağcı’nın 20 yaşında iken gördüğü sarayın duvarları, ona tarihle ilgili bu kahramanlık tablolarını anlatır. Saray ona bütün bir Kırım tarihini gerçek yönü ile hatırlatır. Bölümün son mısraında yine editör devreye girer:
İnanıñ dostlarım, korgenim – bu saray,
Keçmişi qaradır değenim – bu saray.
Daha önceki mısralarda anlatılan şanlı ve övünç duyulan tarih tablosu, son mısrada yapılan değişiklikle haydutların çapullarından oluşan bir tarih anlayışına evrilmeye çalışılır: Bu sarayın geçmişinde kötülükler vardır, bu sarayın geçmişi karadır. Kanaatimizce son mısra daha önceki mısralarda oluşturulan imajı silmek için yeterli etkiyi göstermez. Bölümün sonunda nokta işaretleri ile imlenmiş bir mısra daha vardır. Buradan bazı mısraların atılıp atılmadığını ne yazık ki bilmiyoruz. Bu noktalı satır şairi tarafından bölümün anlamını daha pekiştirmek amacıyla da konulmuş olabilir.
Üçüncü bölüm 3 dörtlük 1 altılık olmak üzere 18 mısradan oluşur. Şair artık sarayın içinden dışarı çıkmış, Hansarayı Camiinin kıble tarafında yer alan hazireyi dolaşmaktadır. Bu mezarlıkta Giraylar yatmaktadır. Sarıklı mezar taşları şairin gözüne bakarlar. Bu mısralarda bir trajedi dile gelir. Mezarlarında yatan Giraylar ve diğer ölülerin ülkenin düşman elinde bulunduğundan haberdar olduklarını hissederiz. Mezar taşları kendilerini ziyaret eden Dağcı’dan imdat umar gibi onun gözüne bakarlar. Dağcı, ataları ile bu mezarlıkta göz göze gelir. Onların ruhlarını incitmeden ziyaretini sürdürür. Sessiz ve soluksuz, huşu içinde onların arasında dolaşır. Mezar taşlarına dayanır, oyalanır, düşünür. Bir an gelir, orada yatan cedlerinin ruhları ile bütünleşir ve o türbelerde yatanların ondan yardım isteyen sesleri ruhunda çınlamaya başlar. Onlar kurtuluş ümidiyle ziyaretçinin gözüne bakmakta ve ellerini uzatarak “Bizi kurtar” diye feryat etmektedirler.
Denilebilir ki Dağcı’nın atalarının ruhu ile bağ kurduğu en güçlü mısralar bu bölümün ilk 6 mısraıdır. Cedlerle göz teması sağlamak imajı önemlidir. Bu mısralarda 2 defa “gözüme bakarlar” sözü geçer. Yüzüme bakarlar diyebilirdi, ama duygusal bağın kuvvetini daha iyi ifade eden bu sözü, şairin özellikle seçtiğini düşünüyoruz. Zaten Bahçesaray ziyaretinden çok etkilendiğini Dağcı hatıralarında ifade etmektedir. Bölümün geriye kalan 12 mısraına Şâmil Alâddin’in önemli müdahaleleri olduğunu düşünüyoruz. Zira buraya kadar atalarla kurulan güçlü ruh bağının etkileri, aynı derecede güçlü inkâr tonu taşıyan sonraki mısralarla yok edilmeye çalışılmaktadır. Rejim tarafından yasaklanan, suç sayılan bir fiili işleyen insanın “suçluluk psikolojisi” ile dile getirdiği mazeretler, bölümün sonraki mısralarına hâkimdir. İkinci dörtlüğün son iki mısraı suçüstü yakalan bir mücrimin inkâr psikolojisini yansıtır:
Çekiliñ kenarğa! Men başqa insanım!
Canım da qanım da başqadır, inanın!
Şair kendisinden yardım isteyen atalarına bu mısralarla seslenir. Onlar artık tarihte kalmıştır. Bir daha dirilmeleri, gelip sarayda oturmaları mümkün değildir. Sarayda o eski günleri yaşamaları, haremde hanımları ile buluşmaları hayal-i muhaldir. Yürük atlarına binip sarayın dışına çıkamazlar artık. Yaşadıkları hayatları ile birlikte mezarlarına gömülmüşlerdir. Artık zevk ve sefayı –sürebilirlerse- ancak mezarlarında görürler. Bu düşünceleri taşıyan 12 mısra ile cedlerle kurulan bağ koparılmış olur.
Dördüncü bölüm 6 mısradan oluşur. İlk iki mısradan şairin sarayın içini ve türbeleri tekrar tekrar gezdiğini öğreniriz. Tarihinin Bahçesaray’da ayakta kalan bu tek yadigarı ile buluşmuş, onunla doyasıya vakit geçirmektedir. Sonunda Gözyaşı Çeşmesinin bulunduğu yere gelir. Bölümün 4 mısraı saraydaki Gözyaşı Çeşmesine ayrılmıştır. Kırım Giray’ın genç yaşta ölen karısı Maria (Dilara Bikeç Hatun) için yaptırdığı bu zarif çeşme, hatırlattığı aşk hikâyesinin hürmetine rejimin oklarından kurtulur.[24 - Kırım Giray Han ö. 1769/ 1758-1764 ve 1768-1769 yılları arasında hüküm sürmüş olan Kırım hanı) çok sevdiği ve genç yaşta ölen eşi Dilara Bikeç anısına “Dünya durdukça bu çeşme de benim gibi ağlasın” diyerek Bahçesaraylı bir taş ustasına (kimilerine göre İranlı Ömer Usta’ya) 1763 yılında bu çeşmeyi yaptırmıştır. Başka bir söylenceye göre ise; Kırım Hanı Kırım Giray, hareminde Maria Potocka adında Leh asıllı genç bir kadını görür görmez âşık olur. Maria, Kırım hanının aşkına karşılık vermez ve ölür. Giray öylesine üzülür ki, aşkını ifade etmek için en iyi heykeltıraşına taştan bir ağlayan heykel yapmasını emreder. Ve böylece şiirlere konu olan dillere destan Bahçesaray taş çeşmesi yaratılmış olur. Çeşme asıl yerindeyken her bir su damlasının çıkardığı ses, akustiğin de yardımıyla insana ağlama-hıçkırık sesi gibi gelir ve dinleyeni derinden etkilermiş. II. Yekaterina’nın direktifleriyle çeşme bugünkü yerine konulunca, çeşmenin bu orijinalliği de ortadan kaybolmuştur. Çeşmenin üzerindeki şekillerin anlamları da çeşmenin yapılış hikâyesini destekler mahiyettedir. Mermerden yapılmış çiçek, gözyaşlarıyla dolu bir göz anlamına gelir. Gözyaşları kalp kurnasını (üstteki büyük kurna) kederle doldurur. Zaman bütün acıları hafifletir (çift küçük kurna), ama zihinde kalanlar tekrar acıyı hatırlatır (ortadaki büyük kurna) ve hayat böylece devam edip gider (zemindeki spiral). Yapılış hikâyesi ve tarihte bıraktığı izler, bu mütevazı selsebilin ziyaretçilerini derinden etkilemiş ve ününün dört bir yana yayılmasını sağlamıştır. Çeşme yapıldığı tarihten itibaren “Gözyaşı Çeşmesi” olarak anılmıştır. İşte o günden beri çeşmenin su haznesine konulan ve her gün tazelenen sarı ve kırmızı güller, birbirini seven bu iki insanı simgelemektedir. Ünlü Rus şair ve yazar Puşkin (1799-1837), 1822 yılında sürgünde iken gezdiği Hansarayı’ndan ve çeşmenin hikâyesinden çok etkilenmiş ve “Bahçesaray Çeşmesi” (Bahçisarayskiy Fontan) adlı eserini kaleme almıştır. Şiir, o dönemde Çarlık Rusya’sında ve Avrupa’da meşhur olmuştur. Gözyaşı Çeşmesi’nin yanı başında Puşkin’in de bir büstü yer almaktadır. Çeşme, daha sonraları Boris Asafyev’in aynı adlı bale eserine de ilham kaynağı olmuştur. Adına çeşmeler yapılan, şiirler yazılan Dilara Bikeç’in türbesi Bahçesaray’da Hansaray’ın duvarına bitişiktir. Bazı kaynaklarda Gözyaşı Çeşmesi’nin türbenin duvarına bitişik olarak yapıldığı da belirtilmektedir. http://www.vatankirim.net/yazi.asp?yaziNo=83 Erişim:12.07.2018) (] Şiirin belki müdahale edilmeyen tek bölümü burasıdır. Dağcı çeşmenin sularında Mariya’nın gözyaşlarını görür. Ona “Artık yeter ağlama, gözyaşlarınla beni üzüntülere salma.” diye seslenir. Şairin bu ziyareti ona bazen gurur bazen hüzün veren hatırlayışlarla yüklüdür. Ziyaretin sonunda ataları ile canlı bir bağ kurmanın tatlı yorgunluğu içinde bulur kendini.
İki dörtlükten oluşan beşinci bölüm bu ruh halini yansıtır. Şair saraydaki bir çeşmenin taşına oturarak, gördüklerinin ve hatırladıklarının muhasebesini yapar. Geçmişten bugüne gelir. Artık tarihi atmosfer yerini yaşanılan gerçek hayata bırakır. Camiler utanıp başlarını eğerler, duvarlar değişir, istekler farklılaşır. Duygular değişir. Artık bu sarayda Osmanlı Sultanlar dolaşmaz, sarayda ünlü kervanlar konaklamaz. Sarayın dışarı ile ilgisi kesilmiştir. Bir tecrit yeridir. Halihazırda burada yeni bir dünya kurulmuştur. Yeni ve insanları mutlu (!) eden bir rejim vardır. Mevcut rejimin gerçekleri, tarihi gerçeklerin yerini almıştır. Yeni rejimin tarih anlayışında bu sarayın ve Kırım tarihini yapanların yeri yoktur. O yüzden geçmişe özlem duymak boşunadır. Daha önce var olanlar ölmüştür. Onların dirilmeleri mümkün değildir. İnsanların temennileri onları geri getirmeye yetmez. Şiir şu iki mısra ile biter:
Olğanlar ölgendir, bir daa tirilmez
Tur da kel desen de, bil ki sen, o kelmez.
Şâmil Alâddin’in şiire yaptığı müdahaleler, Cengiz Dağcı’yı muhtemel bir hapis veya sürgün hayatından kurtarmıştır. “Söyleyin Duvarlar” şiiri bütün olarak okunduğunda, yapılan değişikliklerin, bu metnin geçmişe bir özlem şiiri olduğu gerçeğini yok edemediğini görürüz. Nitekim bu düzeltmelerin yapılmış olması, Cengiz Dağcı’nın şiir tarzının eleştirilmesine engel teşkil etmemiştir. 1939 yılı sonbaharında yapılan Kırım Tatar Yazarları Birliği toplantısında yönetici Kemal A., Dağcı’nın şiirlerinde Komünizme ilerleyen Sovyet insanını değil; dağları, sisleri, duvarları ve mezarlıkları anlattığını söyleyerek onun şiir tarzını ve düşüncelerini eleştirmiştir.
Bundan birkaç ay sonra askere alınması ve hayatının bambaşka bir mecrada akması Dağcı’yı Sovyet tahakkümünden kurtarmıştır.
Özetle, Şâmil Alâddin tarafından şiirde yapılan değişiklikleri ayırt etmek nispeten kolaydır. Metnin ana kontekstine uymayan mısraların, değiştirilen mısralar olduklarını var sayabiliriz. Ancak bu mısralarının orijinal şekillerini tam olarak tahmin etmek mümkün görünmüyor. Belki kelime bazında değişiklikler yapıldığını düşündüğümüz mısralar için bazı tahminler yapılabilir. Şiire en çok müdahalenin üçüncü bölümün 7 mısraından itibaren yapılmış olduğu görünüyor. 18 mısralık bu bölümün 12 mısraı değişiklik yapıldığı izlenimini verir. Şâmil Alâddin neredeyse şiirin üçüncü bölümünü yeniden yazmıştır. Cengiz Dağcı’nın yayınlandıktan sonra şiirinin tanınmaz hale geldiğini söylemesinde, bizce değiştirilen bu 12 mısraın etkisi büyüktür. Elbette bu mısraların orijinallerini bilmemiz mümkün değildir.
Dağcı’nın “Söyleyin Duvarlar” şiirindeki değişmeleri gözden geçirirken, bir anlamda totaliter rejimlerin sanatçı üzerinde uyguladığı sansür ve baskıları da görüp anlamış oluruz.

KAYNAKLAR
ÇONOĞLU, Salim (2017)“Cengiz Dağcı’nın Şiirleri Üzerine Bir Değerlendirme”, Vatanı Dilinde Cengiz Dağcı Kitabı, Haz. İbrahim Şahin-Salim Çonoğlu, Ötüken Neşriyat, İstanbul, s. 265-298.
DAĞCI, Cengiz (1988) Anneme Mektuplar, Ötüken Neşriyat, İstanbul.
DAĞCI, Cengiz (1990) Yansılar 2, Ötüken Neşriyat, İstanbul.
FAZIL, Rıza (15.06.2012),Sevdiğim Yalta, Simferepol.
KOCAKAPLAN, İsa (2017) “Dağcı’nın Şiiri yahut Tabiatın Hüzünlü Şarkısı”, Vatanı Dilinde Cengiz Dağcı Kitabı, Haz. İbrahim Şahin-Salim Çonoğlu, Ötüken Neşriyat, İstanbul, s.299-318.
KOÇAR, Çağatay (Ocak-Aralık 2012) “Cengiz Dağcı’nın Bilinmeyen Şiiri”, Emel Dergisi, S. 238-241, s. 32-36.
QANDIM, Yunus (16.07.2012) Hatıralarda Cınğız Dağcı, Aqmescit. http://www.vatankirim.net/yazi.asp?yaziNo=83 (Erişim:12.07.2018)

Yurdunu Kaybeden Adam Cengiz Dağcı’nın Hatıralarında Kaybolmak
Kelime Erdal[25 - Doç. Dr., Bursa Uludağ Üniversitesi Eğitim Fakültesi Türkçe ve Sosyal Bilimler Eğitimi Bölümü]

GİRİŞ
Kırım Türklerinin yaşadığı tehcir ve katliamı görüp yaşayarak bu faciayı eserlerine yansıtan tek yazar olan Cengiz Dağcı, Yalta’nın Kızıltaş Köyü’nde doğmuştur. Köyünde ve Akmescit’te okuduktan sonra Kırım Pedagoji Enstitüsü’ne girmiş, ancak II. Dünya savaşının başlamasıyla askere alınmış, enstitüyü yarım bırakmak durumunda kalmıştır. Odesa’daki subay okulunda yetiştikten sonra Alman-Rus Savaşına katılmıştır. Bir süre Rusların tarafında savaşsa da onlara olan kini yüzünden Almanlara esir düşer. Almanların da Ruslar gibi zalim davranışlarına şahit olunca Polonya’ya sığınır. Savaş bitiminde Türk konsolosluğuna başvurarak Türkiye’ye gelmek istediyse de beklediği anlayışı göremeyince, Almanya’yı işgal eden müttefiklere sığınır. Polonyalı eşi ve kızıyla Londra’ya yerleşir (Kabaklı, 1994: 983).
Kırım Türkü olan Cengiz Dağcı, Türkçe ile kaleme aldığı eserlerinde bir yandan gözlemlerinden hareketle Ruslar’ın Kırım Türkeri’ne yaptıkları zulmü yansıtırken, bir yandan da asker olarak bizzat katıldığı II. Dünya Savaşı’nı anlatır. Korkunç Yıllar adlı romanının kahramanı Sadık Turan, aslında yazarın kendisidir. Belki Cengiz Dağcı, Sadık Turan’ın katıldığı savaşlarda çarpışmamış, onun gibi savaşta yaralanmamıştır ama özellikle roman kahramanlarının yoğun olarak yaşadığı korku duygusunu savaşın içindeyken yaşadığı gibi bu duygudan savaştan sonra da uzun müddet kurtulamamıştır (Sınar Çılgın, 2003: 166).
Cengiz Dağcı ömrünün sonuna kadar vatanından uzakta yaşamış vatan hasretlisi bir yazardır. Vatan topraklarına olan hasret, yazarda milliyetçilik ruhunu daha da alevlendirmiştir. Yazar, milliyetçiliğinin gereği olarak kendi milletine yapılan haksızlıklara karşı çıkmıştır. Nasıl ki Ruslar kendi vatanlarında yaşama haklarına sahiplerse, şerefli insanlar olan Kırım Tatarlarının da vatanlarında yaşama hakkına sahip olduğunu yazar her fırsatta dile getirmiştir. Vatanından ayrı düşme ve sürgün yılları, yazarın bilincinde kaygılara, üzüntülere belirsizliklerin oluşmasına sebep olmuştur. Vatanından, yurdundan sürülme bir millet için yok oluş demektir. Cengiz Dağcı her ne kadar vatan topraklarından ayrı düşse de kimliğini ve nereye mensup olduğunu unutmamıştır (Abid, 2016: 97).
Cengiz Dağcı, tarih sahnesine çıktığından beri kimseye zulmetmemiş, düşmanlarına kin nefret beslememiş ama buna rağmen, hep sömürülmüş, tutsak edilmiş, ata yurtlarından sürülmüş bir milletin çocuğudur. Kendisinden olmayanı öteki bilmemiş, düşkün hallerine acımış, iyi niyet beslemiş ve her şeyden önce “insan” olarak görmüştür. Ama yapılan iyilikler, çekilen sıkıntılar onun yurdunu kaybetmesine engel olamamıştır:
“Minareler devriliyor, ocaklar sönüyor, camiler kilise, ambar, Marksizma, Leninizma kulübü oluyor. Yüz yetmiş yıl! İşte kırlar boş, kırlar kara bulutların altında, vahşi rüzgârlarla beraber, milletim, senin “Aytır da ağlarım.” diyen sesini dinliyor. Yüz yetmiş yıl…Hey gidi günler hey!…” (Dağcı 2004: 83).
Yurdunu Kaybeden Adam’dan alınan bu satırlarda Kırım Türkünün acı türküsünü, devrimle birlikte başlayan sıkıntılarını görmek, duymak mümkündür. Topraksız, yurtsuz, malsız mülksüz, manevi değerleri ayaklar altına alınmış, camileri yıkılmış bir toplumun “modern dünya”nın duymadığı, duymak istemediği çığlığıdır bu. Bu çığlık, 1917 Ekim İhtilali sonrası Kırım’ın Ruslar tarafından işgali ve böylece Kırım Türklerinin bağımsız yaşamının sona erdiğinin ifadesidir (Çonoğlu, 2012: 23).
Yazarın ilk iki romanı olan Korkunç Yıllar ve Yurdunu Kaybeden Adam, kendi yaşamından bir kesiti verir. Bu iki roman ve özellikle Yurdunu Kaybeden Adam, edebiyatta II. Dünya Savaşı’nı yaşamış Kırımlı bir Türk’ün elinden çıkan tek romandır. Cengiz Dağcı’nın romanlarında Kırım halkı, en çok da köylüler yer alır. Kendisi de içinden çıktığı bu insanları gerçekçi olarak anlatır. Romanlarını Türkçeden başka bir dille yazmayı düşünmeyen yazarın eserlerinin önemi, yurt dışında yaşayan Türklerin yaşayışını ve sorunlarını ayrıntılı olarak anlatmasıdır (Önertoy, 1984: 163).
1931-1932 yılında Kızıltaş’ta kolhoz rejiminin kurulmasıyla birlikte Cengiz Dağcı için Kızıltaş’tan uzakta yeni bir hayatın kapıları açılacaktır. Bu yıllarda Akmescit’ye yapılan zorunlu göç, Dağcı’nın duygusal sarsıntılar yaşamasına sebep olur. Böylesine trajik bir ortamda Kızıltaş ve Gurzuf onun ayrılmaz bir parçası olarak kalır (Çonoğlu, 2017: 267).
Cengiz Dağcı, Londra’da yaşarken kendini yalnız hisseder ve vatanı bildiği Türkiye’ye gitmek için konsolosluğa uğrar. Fakat konsoloslukta, Türkiye’de onu davet edecek bir tanıdığı yoksa, bunun imkânsız olduğu söylenir. Bu durum onun umudunu söndürür, kendi deyimiyle “boynu bükük ve ağır bir yürekle” çıkar konsolosluktan. O dönem kırgınlık yaşasa da Türkiye onun vatanıdır:
“Günün politikacılarına, hatta devleti yönetenlere küser, darılır insan; ama vatana ve millete dargınlık olmaz. Her yönüyle vatan kutsaldır. Devletin kendi yasaları vardır. Bu yasalar, kim olursa olsun, bir şahsın istemine göre değiştirilemez. Bunu, yalnızca şimdi değil, o gün konsolosluk bürosunda kendi devletini temsil eden memuru anlamayacak kadar saf bir delikanlı değildim. Fazlası, yarı aç ve yarı çıplak olmama rağmen, Türkiye konsolosluğundan aldığım yanıtın Türklüğüme zerre kadar ziyanı dokunmadığının burada altını çizmek isterim. Bütün eserlerimi Türkçe, Türkiye Türkçesinde yazdım; Türkiye’ye bundan daha büyük bağlılık olamaz.
Türklüğüme gelince, bir Türkiye cumhurbaşkanı ne kadar bir Türkse, ben de en azından onun kadar Türküm” (Dağcı, 1998: 196).
Cengiz Dağcı, kendini Yansılar kitaplarıyla tanıtmak ister: “Yansılar’da açık seçik, bana ait ve benden yansıyan her şeyi süssüz, bezeksiz okura duyurmak……. (Dağcı, 1998: 263) onu rahatlatacaktır. “Uzaklık, yurt hasreti, uzun yıllar süren ayrılık, gün günü ve gece gecesi ana yurdunu rüyasında gören ama hiçbir zaman o topraklara kavuşamayacağını bilen benim gibi birine…” (Dağcı, 1998: 264).
Cengiz Dağcı “Karadan beyaz olmaz deyler, / Karadan beyaz olayken, / Dosttan düşman olmaz deyler , / Dosttan düşman olayken” türküsünü mırıldanırken, torununun kendi çektiklerinden uzak büyümesini diler:
“Duymasın torunum beni üzen şeyleri. Zaman zaman hayatı bana zehir eden yazgımızı bilmesin. Dilerim Tanrı’dan, bizim yazgımızın uzağında kalır ömür boyunca. Zamanımızın özgür, tasasız, karınları tok, üstleri başları temiz ve mutlu çocukları arasında büyüsün. İnsanları sevsin, dünyayı ve hayatı sevsin” (Enginün, 2000: 348).
“Hatırlayarak direnmeyi” prensip olarak benimseyen, okuyarak hayatı ve insanı anlamaya çalışan, ömrünün sonuna dek okumaktan vazgeçmeyen yazarın Yansılar’a yansıyan kaynaklarını incelemek, onun iç dünyasının derinliklerine uzanan bir yolculuk gibidir (Kefeli, 2017: 226).
Cengiz Dağcı’nın çocukluğu ve gençlik yılları, Rus emperyalizmine karşı güçlü olmak, direnmek, dayanmak kelimelerinin bilinçaltına işlenmesiyle geçer. 1938 yılında yerleştiği üniversiteden, 1940 yılında savaşa çağrılınca ayrılır. Altı aylık bir tank kursundan sonra cepheye sevk edilir. 1941’de Alman-Rus savaşında tank subayı iken Almanlara esir düşer. Esaret sonrasında 1946 yılında Londra’ya yerleşir ve bir daha ülkesine dönmez. 1940 yılından itibaren, memleketine duyduğu hasreti, eserlerindeki canlı tasvirlerle gidermeyi tercih eder. Yazarın ülkesine dönmeme sebebi, ata topraklarında yabancıların yaşadığını görmek istememesidir (Sınar Çılgın, 2004: 57).
Cengiz Dağcı’nın eserlerinin başat konusu bizzat şahit olduğu Kırım Türklerinin yaşadığı trajik olaylardır. Biyografik unsurların ön planda olduğu olaylar, Kırım Türklerinin ata mirası topraklarından koparılarak sürgüne gönderilmeleri ile görünürlük kazanır. Bu bağlamda bir halkın yaşadığı haksızlıklar, zulümler, ölümler, Dağcı’nın eserlerinin içeriğini oluşturur. Söz konusu trajik içeriğin çarpıcılığı ve biyografik ögeler, Dağcı’nın romanlarındaki kurgusal yapının ve anlatım tekniklerinin çoğu zaman önüne geçer (Tunç, 2017: 348).

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/anonimnyy-avtor/dogumunun-100-yilinda-cengiz-dagci-ya-armagan-69500143/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Prof. Dr., Bursa Uludağ Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü.

2
Cengiz Dağcı, eşi Regina ve kızı Arzu ile birlikte 1946 yılında Londra’ya yerleşmiş ve ölüm tarihi olan 22 Eylül 2011’e kadar burada yaşamıştır.

3
Üzüm, Cengiz Dağcı’nın eserlerinde ötekileştirilmenin, yabancı hale getirilmenin simgesidir. Çocukken ölüler yesin diye mezarlığa üzüm bırakan Dağcı’nın babası, kendi üzüm bağına girip toprağı ve bağın asmalarını öptüğü için komünist rejim tarafından hapse atılmıştır. Bu olaydan sonra bir gün Memiş’in bayırına doğru otoyol kıyısında yürürken Yalta istikametinden gelen Kızıltaş kolhozunun sekreteri Bilal K. at arabasını durdurarak bağa dalmış ve ceketinin içine sakladığı iki salkım üzümü “Bu eki salhım yüzüm sizin bağın yüzümü!” diyerek gizlice Cengiz Dağcı’ya vermiştir. Ve üzüm onun eserlerinde kendi bağının üzümünü dahi yiyemediği öz vatanında “parya” durumuna düşmenin simgesi olur.

4
Prof. Dr., Balıkesir Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü.

5
Bursa Uludağ Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü.

6
Süleyman, kahramanın yakın arkadaşı olmasına rağmen milli bilinci gelişmemiş, totaliter sistemin bir parçası olmuş adeta mankurtlaşmıştır. Dinî ve milli duygulardan yoksundur. Yazarın böyle bir kahramanı daha vardır: Veli. Veli, Dönüş adlı romanda yer alır. (Dağcı, Cengiz, Dönüş, Varlık Yayınları, 1975.)

7
Diaspora hakkında geniş bilgi için bkz. Alev Sınar, “ Bir Kırım Türkü’nün Kaleminden Kırım Diasporası”, Türk Bİlig, 2004/8: 54-73.

8
Geniş bilgi için bkz. Alev Sınar, Türk Roman ve Hikâyesinde İkinci Dünya Savaşı, Dergâh Yayınları, İstanbul, 2003.

9
Dr. Öğr. Üy., Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, boraylmz@mynet.com

10
Prof. Dr. Bursa Uludağ Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü. calyilmaz@gmail.com; calyilmaz@uludag.edu.tr

11
Kırım’da yaşananların dünü ve bugünü hakkında genel bilgileri içeren bu bölüm hazırlanırken metin içinde gösterilen konuyla ilgili kaynakların yanında esas itibarıyla bu satırların yazarının “Gobu”stan’ın Gizemi (“Kıpçaklar”a Giden Yol) adlı eserinden yararlanılmıştır (Alyılmaz, 2016: 57-60).

12
Arş. Gör. , Bursa Uludağ Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü.

13
Prof. Dr., Bursa Uludağ Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü.

14
Arş. Gör., Bursa Uludağ Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü.

15
Kerosin: Sanayide kullanılan petrol türevi. Halk ağzında gaz yaşı olarak da kullanılır.

16
Furgon vagonu: Yolcu vagonlarının arkasına eklenen, eşya ve yük taşımacılığı için kullanılan vagon.

17
Ocapçe: Kırım Tatarcasında kadın öğretmen.

18
Öğr. Gör., İstanbul Kültür Üniversitesi.

19
Korkunç Yıllar ve Yurdunu Kaybeden Adam romanlarının kahramanı.

20
Dağcı Yansılar 2’de bu konuda şunları yazar: “ Edebiyat çevrelerinde çok tekrarlanan bir soru ve soruya ünlü bir cevap var: Floubert’e, Madam Bovary kim? diye sormuşlar; Floubert de Madam Bovary benim diye cevaplamış soruyu. Şimdi ben kalkar da Anneme Mektuplar’ın Saf’ı (veya Topkayacı’sı) benim dersem, okur inanır mı acaba? Korkunç Yıllar’ın ve Yurdunu Kaybeden Adam’ın Sadık Turan’ının Cengiz Dağcı’dan başka bir kimse olmadığına inandılar da, neden Topkayacı’nın Dağcı’dan başka bir kimse olmadığına inanmasınlar? Oysa değilim. Ne Saf, ne Sadık Turan. Ben Cengiz Dağcı’yım. Saf’la, Sadık Turan’larla, Selim Çilingir’lerle hiç mi ilişkim yok? Var tabiî. Onları kendi ruhumda ve kendi hayatımda buldum önce. Varlıklarını kendi içimde taşıdım uzun yıllar. Sonra başkalarının tanımaları gereğini duydum ve özledim ve onları kendi ruhum ve dimağımdan çıkarıp okura sundum. Bu kadar.” (Dağcı, 1990: 136)

21
Rıza Fazıl, Sevdiğim Yalta, Simferepol 15.06.2012, 320 s. (Kitap iki bölümdür. Birinci bölüm Kiril alfabesi iledir. İkinci bölüm ilk bölümün Lâtin alfabesi ile verilmiş şeklidir.); Yunus Qandım, Hatıralarda Cınğız Dağcı, Aqmescit 16.07.2012., 152 s. (Lâtin alfabesi ile neşredilmiştir.)

22
Cengiz Dağcı’nın şiirleri hakkında yapılan etraflı değerlendirmeler için bkz. Salim Çonoğlu, 2017: 265-298; İsa Kocakaplan, 2017: 299-318.

23
Cengiz Dağcı Hatıralarında şiirin Edebiyat mecmuasında yayınlanış tarihi olarak 1939 kışını verir (bkz. Yansılar 2, s. 173), ama Rıza Fazıl’ın kitabında şiirin 1940 yılında yayınladığı kaydı vardır.

24
Kırım Giray Han ö. 1769/ 1758-1764 ve 1768-1769 yılları arasında hüküm sürmüş olan Kırım hanı) çok sevdiği ve genç yaşta ölen eşi Dilara Bikeç anısına “Dünya durdukça bu çeşme de benim gibi ağlasın” diyerek Bahçesaraylı bir taş ustasına (kimilerine göre İranlı Ömer Usta’ya) 1763 yılında bu çeşmeyi yaptırmıştır. Başka bir söylenceye göre ise; Kırım Hanı Kırım Giray, hareminde Maria Potocka adında Leh asıllı genç bir kadını görür görmez âşık olur. Maria, Kırım hanının aşkına karşılık vermez ve ölür. Giray öylesine üzülür ki, aşkını ifade etmek için en iyi heykeltıraşına taştan bir ağlayan heykel yapmasını emreder. Ve böylece şiirlere konu olan dillere destan Bahçesaray taş çeşmesi yaratılmış olur. Çeşme asıl yerindeyken her bir su damlasının çıkardığı ses, akustiğin de yardımıyla insana ağlama-hıçkırık sesi gibi gelir ve dinleyeni derinden etkilermiş. II. Yekaterina’nın direktifleriyle çeşme bugünkü yerine konulunca, çeşmenin bu orijinalliği de ortadan kaybolmuştur. Çeşmenin üzerindeki şekillerin anlamları da çeşmenin yapılış hikâyesini destekler mahiyettedir. Mermerden yapılmış çiçek, gözyaşlarıyla dolu bir göz anlamına gelir. Gözyaşları kalp kurnasını (üstteki büyük kurna) kederle doldurur. Zaman bütün acıları hafifletir (çift küçük kurna), ama zihinde kalanlar tekrar acıyı hatırlatır (ortadaki büyük kurna) ve hayat böylece devam edip gider (zemindeki spiral). Yapılış hikâyesi ve tarihte bıraktığı izler, bu mütevazı selsebilin ziyaretçilerini derinden etkilemiş ve ününün dört bir yana yayılmasını sağlamıştır. Çeşme yapıldığı tarihten itibaren “Gözyaşı Çeşmesi” olarak anılmıştır. İşte o günden beri çeşmenin su haznesine konulan ve her gün tazelenen sarı ve kırmızı güller, birbirini seven bu iki insanı simgelemektedir. Ünlü Rus şair ve yazar Puşkin (1799-1837), 1822 yılında sürgünde iken gezdiği Hansarayı’ndan ve çeşmenin hikâyesinden çok etkilenmiş ve “Bahçesaray Çeşmesi” (Bahçisarayskiy Fontan) adlı eserini kaleme almıştır. Şiir, o dönemde Çarlık Rusya’sında ve Avrupa’da meşhur olmuştur. Gözyaşı Çeşmesi’nin yanı başında Puşkin’in de bir büstü yer almaktadır. Çeşme, daha sonraları Boris Asafyev’in aynı adlı bale eserine de ilham kaynağı olmuştur. Adına çeşmeler yapılan, şiirler yazılan Dilara Bikeç’in türbesi Bahçesaray’da Hansaray’ın duvarına bitişiktir. Bazı kaynaklarda Gözyaşı Çeşmesi’nin türbenin duvarına bitişik olarak yapıldığı da belirtilmektedir. http://www.vatankirim.net/yazi.asp?yaziNo=83 Erişim:12.07.2018) (

25
Doç. Dr., Bursa Uludağ Üniversitesi Eğitim Fakültesi Türkçe ve Sosyal Bilimler Eğitimi Bölümü
Doğumunun 100. Yılında Cengiz Dağcı′ya Armağan Анонимный автор
Doğumunun 100. Yılında Cengiz Dağcı′ya Armağan

Анонимный автор

Тип: электронная книга

Жанр: Сборники

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Doğumunun 100. Yılında Cengiz Dağcı′ya Armağan, электронная книга автора Анонимный автор на турецком языке, в жанре сборники

  • Добавить отзыв