Kardeş Sesler 2020

Kardeş Sesler 2020
Anonim


Kardeş Sesler 2020

Takdim

Yakup ÖMEROĞLU
Avrasya Yazarlar Birliği
Başkanı
Avrasya Yazarlar Birliği olarak uzun yıllardır süren, yeni yazar ve şair yetiştirme çalışmalarımız bu yıl da yeni renkler katılarak devam etti.
Önceki yıllarda 23 dönem, yüz yüze şiir, hikâye, deneme, bir yıl da senaryo alanında yapılan yazarlık atölyelerimize, bu yıl çocuk edebiyatı de eklendi.
Yine önceki yıllarda Birlik merkezinde sürdürülen atölyeler, iki yıldır teknolojiyle buluştu ve Bingöl’den Amsterdam’a kadar uzanan çok geniş bir coğrafyaya yayıldı. Böylelikle önceki yıllarda yazarlık atölyelerine yalnızca Ankara’da yaşayanlar katılma imkânı bulabilirlerken bu yıl hem Türkiye’nin hem de Avrupa’nın pek çok ülkesinden yazar adayının katılımına imkân sağlanmış oldu.
Uzun yılların tecrübelerine dayanarak çalışmalarını sürdüren Avrasya Yazarlar Birliği Yazarlık Atölyeleri, memnuniyetle ifade edelim ki ülkemizin en verimli çalışan, yazar adayını kitapla buluşturan, yeni yazarların edebiyat dünyamızda kalıcılıkları için imkanlar hazırlayan en başarılı kurumdur.
Kurumdur ifadesini özellikle kullanıyorum, çünkü 24 dönem kesintisiz devam eden kursları, bu kurslar sonunda edebiyatımıza kazandırdığı onlarca isim ve bu isimlere ait yayınlanan 27 adet kitapla kurum olarak adlandırmayı çoktan hak etmiştir. Bu kurumlaşmadaki en büyük pay, dilimize ve edebiyatımıza duydukları büyük sevgiyle her dersi aşkla yapan atölye hocalarımıza aittir.
Avrasya Yazarlar Birliği Yazarlık Atölyelerimiz çalışmalarını beş aşamada yürütmektedir.
Öncelikle yazar adayları ile uygulamalı olarak dersler yapılmaktadır. Bu ders/atölyelerde yazılan eserlerden seçilenler her ayın sonunda düzenlenen Mürekkebi Kurumadan toplantılarında yazarları tarafından okunmaktır. Mürekkebi Kurumadan toplantılarına atölye katılımcılarının yanı sıra hocalar, AYB üyesi yazarlar ve diğer edebiyat severler katılmaktadır. Mürekkebi Kurumadan toplantıları, yazarlık atölyesi katılımcıların edebiyat dünyasına ilk takdim yeridir.
Mürekkebi Kurumadan toplantılarında okunan eserler arasından seçilen şiir ve yazılar, Kardeş Kalemler Dergisinde yayınlanmaktır. Böylelikle yeni yazarlarımızın isimleri daha geniş bir çevrede duyulmaya başlamaktır.
Atölye faaliyetimizin dördüncü aşaması ile yeni yazarlarımızın yıl içerisinde atölyelerde yazdıkları eserlerden oluşan ortak bir kitap olarak yayınlanmasıdır. Biz bu kitaplara Kardeş Sesler adını verdik.
İşte elinizde bulunan Kardeş Sesler 2020 kitabı, Avrasya Yazarlar Birliği Yazarlık Atölyelerinde bu yıl yazılmış eserlerden oluşmaktadır ve bir tür Atölye almanağıdır.
Bu yıl yazarlık atölyelerimiz, Türkiye, Avrupa ve Balkanlar olmak üzere çok geniş bir coğrafyada eş zamanlı çalışmalar sürdürdü. Makedonya, Kosova, Bulgaristan ve Batı Trakya’dan katılımcıların eserlerinden oluşan KARDEŞ SESLER 2020 BALKANLAR kitabı ayrı bir eser olarak yayınlandı. Elinizde bulunan KARDEŞ SESLER 2020 TÜRKİYE-KURAY kitabı ise atölyelere Türkiye’den ve Avrupa’dan katılan yeni yazarlarımızın eserlerinden oluşmaktadır. Bu coğrafyaya bir de Kırım’ı eklemeliyiz çünkü atölyelerimize bu yıl Kırım’dan da katılım gerçekleşmiştir.
Koray Kültür Evi Kurucu Aşkın Çakır, Almanya, Hollanda, Avusturya gibi ülkelerde yaşayan Türkleri organize ederek, atölye çalışmalarının yürütülmesinde Avrasya Yazarlar Birliği ile iş birliği yaptı. Bu yüzden Avrupa’dan Türklerin katıldığı özel bir atölye ile 14 haftalık uzun soluklu bir çalışma sürdürdük. Aynı işbirliğini Hollanda’da faaliyet gösteren Türkevi ile de yaptık. Hepimiz çok heyecanlı idik. İstiyorduk ki Avrupa’da yaşayan insanımız kendi hikayesini kendi kalemiyle yazsın. Kendisi de bir dönem Almanya’da öğretmenlik yaparak yaşayan Osman Çeviksoy hocamız Kuray Online Yazarlık Atölyesini heyecanla üstlendi.
Bu yıl Online Yazarlık Atölyeleri çalışmalarına koordinatör olarak Azize Kaya’nın da önemli katkıları oldu.
Diğer Atölyelerimizde de Türkiye’nin değişik şehirlerinden, Kırım’dan ve Avrupa’dan katılımcılarımız oldu.
Bütün bu güzel faaliyetleri gerçekleştiren hocalarımız Ali Akbaş, Osman Çeviksoy, Hüseyin Özbay, Ataman Kalebozan, Sema Tanrıverdioğlu Ersöz, Azize Kaya ve Fatma Yangın Ekşioğlu’na huzurlarınızda teşekkür ediyoruz.
Yazarlık Atölyelerimizin çalışma sisteminin beşinci aşaması ise katılımcıların ilk kitaplarını yayınlamaktır. Ümit ederim bu ortak kitapta eserleri olan yazarlarımızın kitaplarını da yayınlamak kısmet olur.
Bu ortak kitapta eserleri bulunan bütün arkadaşlarımızın isimlerinin edebiyatımızda kalıcı olmasını, onların kendilerine ait ilk kitaplarını da Avrasya Yazarlar Birliği Bengü Yayınları olarak yayınlamayı ümit ediyor, başarılar diliyorum.

Avrupa Türklüğü Kendi Öyküsünü Yazacak

Aşkın ÇAKIR
Koray Kültür Evi Kurucu ve
Online Yazarlık Atölyesi Koordinatörü
– Adın ne senin, kaç yaşındasın?
– Anlamaz seni o amcası Türkçe bilmiyor.
– Anası babası Türk, evde Türkçe konuşmuyorlar mı?
– Okulda iyi olsun diye Almanca konuşuveriyorlar.
– Ama olmaz ki!.. Sen nasıl anlaşıyorsun, senin Almanca’n da iyi değil?
– N’apacan gari, öğreniyoruz bu yaştan sonra.
Son zamanlarda bu tür sohbetleri duyar olduk. Bazı zaman da kendimizi bu sohbetin içinde bulduk. İşyerinde bile Almanca’yı yarım yamalak, idare ile konuşanlar, torunuyla iletişim kurabilmek için bu yaştan sonra Almanca öğrenmek zorunda kalıyorsa derdimizi doğru dillendirecek kalemler gerekli.
Tahta bavuluyla resmedilen çilelerin, tren garlarında efkarlanan gurbetin kahramanı Almancılar, akıncı beğleri gibi geldiler. Acı vatan Almanya’da yurt edindiler. Kimi kardeşini getirdi, kimi arkadaşını. Daha sonra eşlerini, yavrularını yanlarına aldılar. Çoğaldılar, Avrupa Türklüğü oldular. Bilmediler böyle olacağını, bilemezdiler. Kimi traktör almaya geldi, kiminin ekip biçmek için biraz tarlaydı eksiği. Çok malda gözleri yoktu, rahat edebilsinler yeterdi. Hemen dönecektiler, işler yoluna girince. Dönemediler, dönemeyecekler.
Her bir köşesinden acı tatlı öyküler akıyor gurbetin. Her hanenin yazılası öyküsü var. Dil bilmezlerdi öğrendiler. Ev bulamazlardı, evler aldılar. İş yerinde konuk işçiydiler, kendi işyerlerini açtılar. Türkiye’de anaya, babaya, kardeşe baktılar. Çokça da kandılar, kandırıldılar. Biriktirdiği üç beş kuruş yatırımla kesin dönüş hayalleri hep hüsranla sonlandı.
Bugün sıla yolu otoban oldu. Kısa zamanda Türkiye’mi-ze varabiliyoruz. Oysa Türkiye yolunda, kötü arabalarla, günlerce yol alırken kaza yapanlar, kaybolanlar, soyulanlar…
Bulgar’dan geçerken her yerde duramazdınız. Örnek; arabanız bozulamazdı. İhtiyacınız olamazdı, ceza yerdiniz. Bunların hepsi ayrı ayrı öykünün ötesinde gerçekler olarak yazılmalı ve anlatılmalıdır.
Bu öyküler Avrupa Türklüğünü yarına taşıyacak incelemelere de kaynak oluşturabilir. Bakışımızı, eksiğimizi, fazlamızı, sevgimizi, üzüntümüzü ancak bu öyküler dillendirebilir. Ancak öyle anlaşılabiliriz. Avrupa insanı, Anadolu Türklüğünü bilmez. Türkiye’den baktığınızda da Avrupa Türklüğünü anlamak çok kolay değil. İçine girmeden bilemezsiniz. Davulun sesi uzaktan hoş gelir. Her ne kadar mutlu görünse de her ocakta bir efkâr tütüyor. Her şey tamam olsa da vatandan uzak olmak başlı başına eksiklik.
Avrasya Yazarlar Birliği, çok uzun zamandır hayranlıkla izlediğim büyüklerimin bir araya toplandığı koca yürekler birliği olarak hep gönlümde var olmuştur. Akademi online ile yazarlık atölyesi açmaları, biz Avrupa Türklüğü için bulunmaz nimet idi. Ankara’dan tüm Avrupa’ya ulaşmak, yeni kalemler yetiştirmek, bu çağın getirisi ise bunu en iyi yapacak olan elbette Avrasya Yazarlar Birliği olacaktı.
Başkanımız, Yakup ÖMEROĞLU hocamıza durumu anlatıp Kuray Yazarlık Atölyesi için başvurdum. Değerlendirmelerin ardından başvurumun kabul edildiğini öğrendiğimde nasıl sevindiğimi anlatamam. Hemen çalışmalara başlayıp herkese, her yere haber uçurdum. Olabildiğince anlatmağa çalıştım. Beş ayrı ülkede daha çok gündeme geldi, bir heyecan yaşandı. “Ben de yazabilir miyim’’ diye düşünenlerden fazla, Avrasya Yazarlar Birliği’nin ne kutlu bir çalışmayı başlattığı konuşuldu. Evet, katılsın katılmasın herkesin takdirini toplayan bu atölye çalışması övüncümüz, gururumuz oldu.
Avrupa konumlu beş ülkeden katılımcılarımızla başladığımız yazarlık atölyemiz heyecanını kaybetmeden birinci kurunu tamamladı.
Atölyenin alt yapısı, içeriği, veri tabanı doyurucu ve çok ustaca hazırlanmış. Burada çok uzun yılların deneyimini kolaylıkla görebiliyorsunuz.
Yılların usta öykücüsü Osman ÇEVİKSOY hocamızın kesintisiz ve disiplinli anlatımı, yardımları, özverileri bir ustalığın eseri olduğu kadar koca bir yüreğin varlığını da ispatlar nitelikte. ÇEVİKSOY ve diğer hocalarıma yaptığımız atölye çalışmaları neticesinde düşündüğümün yarısını kaleme döküyor olduğumu daha iyi anladım. Anlatım eksiklerimi daha iyi görmemi sağlayan bu birinci kurun bitmiş olması, ikinci kurun başlıyor olmasının müjdesi olduğu için çok üzülmüyorum.
Yakup ÖMEROĞLU hocamızın sohbetleri, fikir yapımızın temel taşlarını yerlerine iyice oturtacak biçimde bizleri yoğurdu. Türk yurtlarını, ulularımızı konu alan sohbetler, bilerek inanma yolunda sevdamızı perçinledi. Yüzeyden okuyup geçtiğimiz bilgilerin ana fikrine kadar inerek anlatması bizi Türklük yolunda daha da bilinçlendirdi. Bu bizim için çok büyük bir kazanç oldu. Bilenden öğrenmek, koca yüreklerden süzülen bilgileri yüreğimize işlemek anlatılması güç bir özgüven de geliştirdi.
İkinci kurun başlamasını sabırsızlıkla bekliyoruz. Daha sonra diğer kurlar da gelecek. Aramıza yeni dostlarımız katılacak. Yumağımız büyüyecek. Avrupa Türklüğü kendi öyküsünü kendi yazacak. Eserler basılacak. Avrasya Yazarlar Birliği, Türk yurtlarında olduğu gibi Avrupa’da da Türkçe bakan, Türkçe gören yazarlar yetiştirmeye devam edecek.
Başta başkanımız Yakup ÖMEROĞLU hocam olmak üzere, Osman ÇEVİKSOY hocama, diğer hocalarımıza, teknik ekibe şahsım ve katılımcı dostlarım adına çok çok teşekkür ediyorum. Bizler için verdiğiniz emekler boşa gitmeyecek. Umarım ve dilerim bizlerle gurur duyacaksınız.
TANRI TÜRKÜ YAŞATSIN

Sır Yok Çalışma Var

Osman ÇEVİKSOY
AYB Edebiyat Akademisi Bşk
Hikâye Atölyesi Hocası
Bu kitapta yer almayı başaran arkadaşlarımı ayrı ayrı kutluyorum. Ve diyorum ki…
Beni, güzel sözün gücüne babam inandırdı. Yazmaya ilkokul öğretmenim heveslendirdi. Yazdıklarıma ortaokul öğretmenlerim değer verdi. Kütüphane ve kitaplar girdi devreye. Sonra bir gazete sayfalarını açtı bana. Bunlar benim şanslarımdı. Çocuk yaşta gurbeti, yokluğu, hatta açlığı yaşamak; para kazanmak için çalışmak zorunda kalmak, yüreğe düşmüş bir çıngıyı yıllarca taşımak da şanslarım oldu. Diyebilirim ki şanslarım beni vaktinden önce büyüttü, olgunlaştırdı ve yalnızlaştırdı. Yalnızlığımı kiminle paylaşabilirdim ki… Başka seçeneğim yoktu, yazdım.
Benzer yaşanmışlıklar içinden düşe kalka –ama minnetsiz- geçip gelen sevgili hocalarım şair Ali Akbaş ve denemeci Hüseyin Özbay da şanslı olanlardandı. Biz üç hoca, başkanımız Yakup Ömeroğlu’nun da desteğiyle yazma sevdalılarına yardımcı olalım istedik. Avrasya Yazarlar Birliği çatısı altında başlattığımız atölye çalışmaları; yazarlığın kutlu çilesine talip olan yetenekli kardeşlerimize bir şans tanıma eylemiydi. Hayatın bize kavga gürültü, toz duman içinde öğrettiklerini başkalarıyla birlikte, bir kere daha öğrenecektik. Çok şükür eylem başarıya ulaştı. On iki yıldır yürüttüğümüz atölye çalışmalarımızla, “Mürekkebi Kurumadan” okumalarımızla, tanıtım ve imza toplantılarımızla, dergilerimizle, ortak ve müstakil kitaplarımızla edebiyat dünyamıza onlarca yazar, şair kazandırdık.
Son iki yıldır online atölyelerimizle Balkanlar’a (Makedonya, Kosova, Batı Trakya), bir yıldır da Türkiye’nin Ankara dışındaki şehirleriyle birlikte Almanya, Hollanda, Avusturya gibi ülkelere de ulaştık. Yüz yüze atölyelerde olduğu gibi online atölyelerde de başarılı olduğumuzu rahatlıkla söyleyebiliriz. “Kardeş Sesler 2020 – Balkanlar” ve “Kardeş Sesler – 2020 Türkiye / Kuray” adlı ortak kitaplarımız bu atölyelerde üretilen eserlerin bir kısmını içermektedir. Her yıl ortak ve müstakil kitaplarımızın sayısı artmaktadır.
Bizi, her dönem başarıya götüren herhangi bir sırrımız yoktur. Ancak inançla, birlikte yaptığımız uyumlu çalışmalarımız vardır. Biz, atölye hocaları olarak; Ali Akbaş ve Sema Tanrıverdioğlu Ersöz şiirde, Hüseyin Özbay ve Azize Kaya denemede, Osman Çeviksoy ve Ataman Kalebozan hikâyede, Fatma Yangın Ekşioğlu çocuk edebiyatında katılımcılarımızla birlikte sadece çalışarak başarıya yürüdük.
Hemen her yeni döneme, genelde dilin, özelde Türkçemizin önemini, değerini düşünüp tartışıp güzel sözün gücüne inanarak başladık. Dilimizin kurallarını, inceliklerini, imkânlarını metne dayalı olarak yeniden öğrenip yeniden pekiştirirken yazma hevesimizi de artırdık. Türkçemizi etkili ve güzel kullanmayı, daha etkili ve daha güzel kullanmayı yaza yaza öğrendik. Bilgi ve tecrübemizi, farklı yazarlardaki farklı güzellikleri bulup uygulayarak geliştirdik. Acıyı, aşkı, yokluğu, mutluluğu, ayrılığı, yalnızlığı, insana özgü bütün halleri yazarken yaşayabilir hale geldik. Birlikte, uyumlu çalışmak vazgeçilmezimizdi. Çalışmalarımız sırasında kimseyle yarışmadık, amacımız sadece kendimizi geliştirmek oldu.
Sonuç olarak bugün Türkiye’de, Makedonya’da. Kosova’da, Almanya’da, Hollanda’da, Avusturya’da güzel hikâyeler, şiirler, denemeler yazılıyor; yarın daha güzellerinin yazılacağına inanıyoruz.
Mutluyuz, şükrediyoruz.
Çalışmalarıyla ortak kitaplarda yer alan arkadaşlarımızı bir kere daha kutluyor, gelecek dönemlerde müstakil kitaplarını okuyacağımıza inanıyorum.

Kelimelerin Hakkı

Ataman KALEBOZAN
Hikâye Atölyesi Hocası
Kısa zamanda edebiyat adına, güzel Türkçemiz adına hep birlikte çok ve iyi çalışmalar yaptık. Bu çalışmaların en güzeli, en temeli edebiyatın taze kalemler kazanacak olmasıdır.
Bundaki başarıyı, kalem ordusunun bir ve beraber olarak kararlılıkla yürümesine borçluyuz.
Birlikte yer, zaman, mekân, kahraman, dil ve ifadeyi iyileştirmeye çalıştık.
Bakış açılarına beraber baktık.
Kahramanları birlikte konuşturduk.
Kelimeleri küstürmedik. Köprü yaptık.
Avrasya Akademi olarak amacımız; edebiyata yeni, kaliteli ve kalıcı eserler vermek niyetiyle yazar adaylarına yol göstermekti. Bu yolda onlara rehber olmak, iyi ve doğru yazmaya teşvik etmek bizdendi, yazmak onlardandı. Makedonya ve Kosova’dan katılan yazar adaylarıyla çalışmak, katkı sağlamak, beraber ilerlemek hem yorucu hem zevkli hem de verimliydi. Katılımcılarımızın yaşları küçük, kelimeleri büyüktü. Aldıkları eğitim etkisini gösterdi. Farkındalıkları arttı. Farkındalık arttıkça kelimeler; hikâyelerin giriş, gelişme, sonuç bölümlerinde yerlerini daha rahat bulur oldu ve yazılanlar güzel eserlere dönüştü. İyi hikâyelerini okudukça, ilerlemelerini gördükçe sevindik. Yazmayı çok ciddiye aldık. Böyle olması gerektiğine inandık.
Çünkü edebiyat bunu hak ediyor..
Atölye çalışmalarımızda sadece ders işlemedik; bizi üzen ya da sevindiren olayları da paylaştık. Erzincan depremini, 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nı, korona dönemini birlikte yaşadık. Aramızda derin bağlar oluşturduk.
Avrasya Akademi Online Balkanlar Atölye çalışmaları, bu dönemini bitirdi ve yazar adaylarının eserleri ortak kitabımızda yerlerini aldı. Bunun sadece takvim üzerindeki bir bitiş olacağına inanıyoruz. Bu günden sonra da yazmaya devam etmeli, bağları koparmamalıyız. Yazdıklarımızı asla yeterli görmemeliyiz. Kendimizi yazma konusunda sorumlu tutmalı; daha çok, daha seri yazmak kararlılığında hatta zorunda olmalıyız. Atölyede edinilen tecrübeyi, yetenek ve azimle birleştirip yeni hikâyeleri Türkçemizin en güzel haliyle yazmaya devam etmeliyiz. Eserlerimizi çoğaltmalı ve ortak kitaplarda, dergilerde yer almasını sağlamalı aynı zamanda müstakil kitapların da sahibi olmalıyız.
Çünkü bir kitapta yer almak, kelimelerin hakkıdır.
Tüm yazar adaylarını bu çalışmalar süresince gösterdikleri ilgi, gayret, azim ve çalışkanlıklarından dolayı tebrik ediyor ve güzel Türkçemizin kalemleri olarak Balkanlar’dan harika yazarlar çıkacağına inanıyoruz.
Hikâyelerinizin, Türkçemiz birliğinde daha da ileriye kalıcı olarak yürümesi ve yükselmesi temennisiyle.
Sevgi ve selamlarımızla…

Azıksız Çıkma…

Sema TANRIVERDİOĞLU ERSÖZ
Şiir Atölyesi Hocası

“Karanlıkları devirmek ve aydınlık bir çağın kapılarını açmak için en mükemmel silah kalem. Sözle, yazıyla kazanılmayacak savaş yok… Kalem sahiplerine düşen ilk vazife, telaş etmemek, öfkelenmemek, kin kışkırtıcısı olmamak. Halkı okumaya, düşünmeye, sevmeye alıştırmak. Bir kılıcın kazandığı zaferi başka bir kılıç yok edebilir. Kalemle yapılan fetihler tarihe mal olur, yani ebediyete.” Cemil Meriç
Avrasya Yazarlar Birliği, yazı atölyeleriyle Türk Edebiyatı ve Türkçemize nitelikli eserler ve kalemler kazandırmaya devam ediyor. Türkiye’den sonra Balkanlar ve Avrupa atölyeleriyle hikâye, deneme ve şiir türünde ortaya konan güzel eserler, atölye edildikten sonra böyle bir ortak kitapla ebedileştiriliyor.
Varlıkların en şereflisi olan insanın yolculuğu, bir kemal yolculuğudur. Var oluş serüvenimiz, önce kendimizi, âlemi ve Yaratanı bilmeye doğru uzanan bir anlam arayışıdır. Çağın süslü, ışıklı, gürültülü akışına karşı kalemi ve kelamı seçenler, aslında bu kemal bulma yolculuğunda ilmi, irfanı ve tefekkürü seçenlerdir. Başka bir deyişle hikmeti…
Edebiyat işte bu kendimizi arama serüvenimizin, kâinatın sırrına erme arzumuzun, hakikate vasıl olma azmimizin bir sonucudur. Olayların iç yüzünü görebilmek, eşyaya ruh giydirebilmek, akıp giden zamanın bir parçasını ölümsüzleştirebilmek gayretidir. Gönül evrenini kelimelerle ebedileştirme, tarihe kayıt düşme, yaşam tuvaline özümüzü damıtmadır. Var oluş hikmetini kelamda bulanlar, çağa söyleyecek bir sözü olanlardır. Onlar, rahatsızlıklarını, hicivlerini, aşklarını, saadetlerini, acılarını satırlara ince ince işleyen kelime işçileri…
Cemil Meriç, “Şairler yoğurmuş dili, düşünceyi, şairler uysallaştırmış.” der. “Nazım en olgun meyvelerini verdikten sonra nesir doğmuş.” diyerek edebiyat tarihinin şiirle başladığını ifade eder. Bu yüzden edebiyat yolcuları için “Genç nasirler, nazmın tehzibinden geçseler şüphesiz ki üslupları daha derli toplu, daha tanınan, daha ölçülü olurdu.” tespitinde bulunur.
Avrasya Yazarlar Birliği Şiir Atölyesi olarak usta şairlerin rahle i tedrisinden geçmeye, Türk şiirinin eşsiz örneklerini gözden geçirerek başladık. Üstadların poetikalarını okuduk. Türk şiir tarihinden şiirde ahenk unsurlarına, biçim ve türlerine uzandık. Her seferinde amaç belliydi: Şiir dilini bulabilmek. Ali Akbaş, “Şiir, kristalize sözdür.” der. Mısralarımızı fazlalıklardan arındırıp, en yalın ve en derin şekliyle örmeye çalıştık.
Her şiirin bir felsefesi vardır ve şairler aslında karanlık gecelerde arzı endam eden içi kor gibi yanan yıldızlardır. Filozof ve fikir işçisidirler. Şiire talip olmanın bir nevi yanmaya talip olmak olduğuna, şiirin aslında şairin gözlerinde kaynayan kumlar olduğuna ustaların şiirlerini şahit tutuk.
Yazmak bir inşa sürecidir. Eserimizle beraber ruhumuzun yeniden doğuşu, şekillenişi, mayalanışıdır. Bu minvalde Bahattin Karakoç’un dizeleriyle veda ediyorum. Kıymetli öğrencilerimize şiir ve edebiyat yolculuğunda bereket ve sebat diliyorum.
“Bir nehir geçeceksen, önce soyunmalısın,
Bir dağı çıkacaksan, soluklu olmalısın.
Mademki niyetlisin, seferin kutlu ola!
Caydırmayı düşünmem, ama derim ki sana:
Azıksız çıkma yola! …”

Dal ve Gonca

Azize KAYA
Koordinatör
Deneme Atölyesi Hocası
“Dal bir sabah goncayı açmış buldu” der Ömer Hayyam beytinde. Derin bir mana penceresi açar anlayana. Goncanın hayatını anlık bir olguymuş gibi anlatırken, ardındaki emeği gizleyerek yaptığı ironi şüphesiz düşündürür.
İşte elinizdeki kitap; Avrasya Akademi Online Yazarlık Atölyesi hocaları ve katılımcılarının saatler süren eğitim ve emeğinin ardından Ömer Hayyam’a atıfta bulunur ve der ki şükür ki dal bir sabah goncayı açmış buldu.

KURAY HİKÂYE ATÖLYESİ

AŞKIN ÇAKIR

Almanya


Araştırmacı, gezgin. 27.10.1971 Düzce’de doğdu. Halen Almanya’da yaşamaktadır. 1992’den bu yana kültür derneğindeki görevini ve gelenek yaşatıcılığı çalışmalarını çeşitli alanlarda sürdürmektedir. Almanya’da bir vakıf şirketinde ve aynı zamanda Avrupa Türk Basın Birliği’nde çalışmaktadır. 2012’den sonra Türk yurtlarını gezerek kalıcı eserler bırakmak amacıyla araştırma ve arşiv çalışmalarına ağırlık vermiştir. Son nefesine kadar Türk milleti için yararlı olmak azmindedir.

HİKÂYE:
Benden İçeri

BENDEN İÇERİ
Davetsiz geldi, selamsız oturdu. ‘Merhaba’ demesini bekledim, demedi. Hafifçe başını eğdi, uzağı net görmeyen gözlerini yere dikip düşünmeye başladı. Saatler geçti, konuşmadı.
Sessizce mırıldandığında ise anlamadım önce.
– Bana mı dediniz, diye sordum.
– Hayır, kendime, dedi.
Sesli düşündüğünü, beni ilgilendirmeyeceğini düşünerek iç dünyama, dertlerime döndüm.
Zamanın ne çabuk geçtiğini anlamadan oturmuş kalmışım. Oysa kalkmam gerek, iş güç var. Sorumluluklar var. Beni bekleyen bir sürü faydasız saçmalıklar var. Faydaları varsa da ben göremiyorum. Çok yorgunum. ‘Yorgunum’ dedikçe daha çok yoruluyorum ama n’apayım, yorgunum işte. Neyse kalksam iyi olacak. Çoktandır kendimle bu kadar uzun oturmamıştım. Kendimle kalmış olmak iyi geldi gibi… Biliyorum, kendimi çok ihmal ediyorum. Çok unutuyorum kendimi. Yalnız kendimi olsa… Evet!.. Çok şeyi unutuyorum.
Kalkmak için hazırlandığımı anlayınca;
– Pişman mısın, dedi.
Neye uğradığımı anlayamadım. Şaşırdım. Ona neydi benim pişman olup olmamamdan. Anlaşılan göz ucuyla beni izliyordu. Bana bakmadan içimden geçenleri anlamasına elbette hayret ediyordum, ancak beni çözmüş gibi davranması hiç hoşuma gitmedi. “Sana ne be adam!” dememek için kendimi zor tuttum. Belki de beklenmedik yakalanmışlığın verdiği acziyetle, gayriihtiyari bir tepki oluşmuştu. Bir de oldum olası çok bilmiş olanları sevemedim. Yukarıdan konuşup bam teline dokunduğunu sanan entel takımlarına gıcık olurum. Boynunda bir kaşkol, aynı yular gibi, bir şapka, kahverengi pantolon, bir de havalı yelek varsa al sana entel dantel bir çok bilmiş! Bir de çengel sakalı olup sigaradan sararmış bıyıkları yiyenler var ki, gözlük olmasa, çakacaksın iki tane… Sahi ne oluyor bana, niye bu kadar yükseldim?..
Oldum olası sevmem yapmacıklığı, boş beleşlerin adam pozlarını. Adam dediğin adam olacak, poz vermeyecek. Şekle takılmayacak. Adam dediğin yanmasını da bilecek yakmasını da…
– Neye pişman mıyım, dedim.
Aldığım terbiye gereği sözü ortada koyamazdım. Aslında merak da etmiştim beni çözüp çözemediğini. Çok mu belli ediyordum buralardan gitme isteğimi. Gitmek ve dönmemek. Tanrı’m ne muhteşem! Her şeyi herkesi arkada bırakıp gitmek… Yenilmek ya da yeniden başlamak. Her neyse bunun adı gitmek buralardan. Bir saniye beklemeden hem de…
İstemediğim ama beni içine çeken sohbetin akıntısına kapıldığımı hissettim. Çok da itiraz etmeden öne kulaç atar gibi kendimi gizleyecek hamlemi yapıverdim.
– Pişman olduğumu nerden çıkardınız? Hem herkes bir şeylere pişmandır. Öyle değil mi? Siz de pişmansınız demek ki, benimle burada saatlerdir oturuyorsunuz.
Atağımı yapmış, işini hakkıyla yerine getirmiş, mağrur bir edayla geri çekilmiştim. Ağzının payını alır da rahat bırakır belki. Kimsenin işine karışmaz bundan böyle. Ona buna laf yetiştirmez gider evine diye düşünürken;
– Evim burası, buralar hep benim. Bazen burada bazen karşıda kalıyorum. Sözüyle irkildim.
Sesli mi düşündüm diye kendimi yoklarken
– hayır, sesli düşünmedin, dedi.
– Senden çok var, çok gelirler buralara. Her gün gelirler neredeyse, dedi ve ekledi:
– Hepiniz aynısınız. Hepimiz aynıyız aslında…
Şaşkınlığım daha da arttı. Tanrı’m beni neyle sınıyorsun, bir an önce bu meczup kılıklıdan kurtulmalıyım.
– Konuşmak istersen buralardayım, kolayca bulursun, dedi dalga geçer gibi.
Dayanamaz, bir yanlışlık yaparım diye çekindim. Oldum olası insanlara zarar vermekten korkmuşumdur. Ben kimseye kötülük edemem. Kötülüğüm yalnız kendime. Evet, kendime çok kötülük ettim. Çok eziyet ettim, ediyorum da ama nafile. Çıkamıyorum artık işin içinden. Kalkmıştım, ayaktaydım, hızla ayrıldım oradan
Yolda yürürken aklıma Franz Kafka’nın sözü geldi. “Sabırsızlığımızdan cennetten kovulduk, tembelliğimizden dönemiyoruz.” diyordu.
Sabırsız mıyım, tembel miyim? Kovuldum mu cennetimden, mutluğumdan? Umutlarım mı beni terk etti yoksa ben mi unuttum umutlarımın olduğunu? Dün neler düşlerken bugün neredeyim? Nerde çocukluğumdaki cıvıltılar? O günlerin büyük büyük adamları nerde? Ben ne kadar büyük adam oldum? Adam olabildim mi? Mutlu olabildim mi? Mutlu bir adam olabildim mi? Tanrı’m bu meczup sinirimi bozdu. Şurada oturmuş kendimce kendime bahaneler bularak eve gidecek, yarın işime dönecektim. Neymiş benden çok varmış, kim bu benden olanlar? Ben kendimi özel sanırken ne kadar sıradanmışım. Yok bu böyle olmayacak, dönüp bunu kafamda bitirmeliyim. Uyuyamam. Zaten sık sık terler içinde uyanıyorum. Geri döndüğümde yarım kalmış sohbetine devam edecek, ima ile kim bilir neler diyecekti.
– Ooo hoş geldin, bekliyordum, dedi sinir şey. Bununla benim başım belaya kalacak ama az sabır… Sabırsızlığımız yüzünden cennetten kovulduk. Tamam ama bu kez ben sohbeti yönlendirmeliyim.
– Sen pişman mısın, dedim. Senden de çok var mı? Biz aynı mıyız?
– Benden çok yok, dedi. Ben yardan atladım. Düşmekten korkmuyorum. Kaybetmekten korkmuyorum. Ben bıraktım geride bırakacaklarımı, ağır yüklerimi. Kendimi taşımakla meşgulüm. Ama senden çok var. Kendine yabancı, kendine iki yüzlü. Kendini bulamadan kaybeden. Nerden gelip nereye gittiğini öğrenemeyen. Öğrenmeyi unutan, yolunu unutan.
– Yardan atlamak da ne?
– Yardan atlamak yar olmaktır. Önce kendine, gelmişine, geçmişine… Varlığına, umutlarına… Sonra yok oluşuna, ölümden ölümsüzlüğe…
– Varlığa yar olmak, her şeyi terk ederek mi olur, bu nasıl bir mantık?
– Sabırsızlıktan kaybettik, tembellik yaptığımızdan kazanamıyoruz.
– Aklımı okuyorsun, cin misin, şeytan mısın?
– Çoğumuz geçtik bu yollardan. Ben senden bir adım öndeyim, hepsi bu?
– Ben buraya gelmeyeceğim. Beni buralarda göremeyeceksin.
– Gelme, tembellik yapma kazan kaybettiklerini. Önce kendini bul. Unuttuklarını hatırla. Yaşama sevincini, cıvıltıları…
– Yardan atlamak demiştin?
– Yardan atlamak varlık içinde de olur. Her şeyi terk etmek gerekmez ki… Eşine, işine sahip çık. Yardan atlamak, dünya yükünü sırtından atıp eşyaya karşı özgür olmaktır. İnsan olmaktır. Yaratılanlar canlıdır ama insan olma şerefini kazanan yalnızca insandır. Eşyanın sırrını bul, kulu olma. Eşya ile savaş.
– Don Kişot gibi mi?
– O kendine düşman edindiklerine saldırdı. Sen sana düşmanlık edenlerle savaş. Eşya seni kul etmişse savaşacaksın. Eşya Tanrı değil, seni eşya yaratmadı. Tanrı seni yarattı, senden önce aşkı yarattı. Öyleyse yardan atlamak aşkı aramak. Aşka koşmak, aşka uçmak…
– Aşk mı, bu yaşta?!..
– Aşka âşık ol. Aşkın kendisine. Aşkı bul. Tanrı aşkın kendisi…
Tanrım… Başardığım her zorun başka bir zorun eteğine denk geldiğini, yeni zorluklarla sınavlarımın süreceğini biliyorum. Çileyi, zor yükün altına girmek sanırdım. Oysa çileye talip olmak arınma isteğinin efkarıymış. Arınma ise derinin yüzülmesi gibi yüklerden kurtulmakmış. Kurtuldukça özgür olacağım. Tanrım, beni dünya yükünden kurtar.

(Avrasya Akademi Online Kuray Hikâye Atölyesi Ocak 2020)

BETÜL ALPASLAN

Avusturya


Yozgat’tan Avusturya’ya isçi olarak göç eden anne babanın çocuğu olarak Viyana’da 20 Şubat 1993 tarihinde dünyaya geldi. Avusturya Linz’de Ticaret Meslek Lisesini bitirdikten sonra üniversiteye başladı. Halen Linz Johannes Kepler Üniversitesi’nde hukuk okumaktadır.

HİKÂYE:
Korona Virüsü
Zirve
Ekrana Doğru

KORONA VİRÜSÜ
Öylece tek başına duruyordu Kâbe. Etrafında karınca gibi dönen insanlar yoktu. Sanki duran, kendi yörüngesinde dönmeyi bırakan dünyaydı. Bu manzarayı görünce Melis ne hissetmişti acaba? Beraber umreye gittiğimiz için onunla konuşmak istedim. Melis, Mekke’de son tavafımızı yapıp oradan ayrılırken dönüp tekrar tekrar Kabe’ye bakmış, ayrılacak olmanın verdiği hüzünle gözyaşı dökmüştü.
Ben ona “Daha hac görevimizi yerine getirmek için geleceğiz Melis. O zaman doya doya bakarsın. Önüne dön de hızlıca varalım, daha fazla bekletmeyelim aracı.” demiştim. Bunun üzerine Melis bir şey söylemeden adımlarını hızlandırmıştı.
Defalarca aradım telefonlarıma cevap vermedi.
Korona ile boğuştuğunu bilmiyordum, annesinden öğrendim. Yanına gitmek istedim ama yasaktı. Korona virüsü yüzünden insanlar hayatlarında hiç alışkın olmadıkları biçimde değişiklikler yapmak zorunda kalmışlardı. Devlet bile panik halindeydi. Önce üniversiteleri, sonra ilk ve orta dereceli okulları daha sonra da iş yerlerini tatil etmişlerdi. Bazı belediyelerde sokağa çıkma yasağı bile uygulanmıştı. Bunların hiç biri Melis’in hayatını kurtarmaya yetmemişti.
Melis`in cenazesi dün kaldırıldı.
Melis daha yirmi yedi yaşında bir genç kızdı. Bir takım kronik rahatsızlıkları vardı ve onlarla yaşamayı biliyordu. O korkunç virüsle başa çıkamadı. Vuhan’dan çıkan virüsü kimler üzerinde taşıyarak buralara kadar getirmişti? Kim bilir kimlerin dikkatsizliği sonucu virüs Melis’i bulmuştu.
Istırap dolu dört yoğun bakım günü ve ardından sevgili arkadaşımın emaneti teslim ederek Hakka yürüyüşü… Avusturya`da korona virüsüne karşı alınan yeni tedbirler kapsamında beş kişinin bir araya gelmesi yasaklandığı için, dört kişiyle cenaze namazı kılındı. Annesi ve kız kardeşi karantina altında olduklarından Melis’in son kez yüzünü bile göremediler. Melis, garip, kimsesiz biri gibi sessizce toprağa verildi. Kimse yanlarına gidip teselli edemedi, taziyede bulunamadı. Aile evlat acısını bütün şiddetiyle yaşadı.
Haber kanalları, “son dakika” başlığıyla ülkeye ve dünyaya Viyana’da virüsten bir kişinin daha hayatını kaybettiğini, toplam kayıp sayısının bilmem kaça ulaştığını duyurdu. O kadar. Melis’in, içinde benim de bulunduğum hac ile, Kâbe ile ilgili güzel hayallerini duyuramadı.

(Avrasya Akademi Online Kuray Hikâye Atölyesi, Mart 2020)

ZİRVE
Kendimi banyoya kilitledim. Bu aralar huzur bulabildiğim tek yer burası. Biraz sessizliğin tadına varıp, tekrar çıkacağım. Yetişmem gereken onca iş var ama ben hiçbir işi hakkıyla yerine getiremiyorum. Kendimi yetersiz hissediyorum. Depresyona girilecek zaman değil. İsyan etmek, ağlamak, çekip gitmek… İçimden gelenleri dinleyebilsem. Derin bir nefes alıp, banyodan çıktım. Hemen kızım yanıma koştu ve abisini ona vurduğu için şikâyet etti. Bir an bile nefes almaya zamanım olmadığını yeniden anladım. “Ah abisi!” deyip kızımı kucağıma aldım.
“Mimi”, dedi küçük oğlum Selim. Hâlâ cümleyi tam olarak okuyamamış. Ne zor işmiş öğretmenlik, sabrımın sonuna gelmek üzereyim. Selim bu sene yeni başlamıştı okula. Korona virüsü yüzünden okullar iptal olunca, evden eğitime geçmek zorunda kaldık. Selim düzenli sınıfa değil de Almanca sınıfına gidiyordu, bütün yabancı çocuklar gibi. O sınıfta dil bilmeyen diğer öğrenciler arasında Almanca öğrenecekmiş. Bu hükümetin işine akıl sır ermiyordu doğrusu. Büyük oğlumun zamanında böyle sınıflar olmadığı halde o küçük oğlumun yaşında Almancayı çok güzel konuşmaya başlamıştı. Aynı ilerleme küçük oğlumda yoktu. Acaba çocuklara önce Türkçeyi öğreterek hata mı etmiştik?
“Anne ben sıkıldım. Oyun oynaya bilir miyim?” dedi Selim.
İçimden “canıma minnet” desem de, “Kardeşinle uslu dur! Yoksa derse devam ederiz.” diyerek, korku vermek istedim.
“Anne sussunlar, öğretmenimi anlamıyorum.”, dedi Aydın, “Hem daha ödevimi yapmadık. Ne zaman yanıma geleceksin?”
Aydın da derslerini evde bilgisayardan takip ediyordu. Matematikte sınıf birincisiydi. Şikâyetine aldırış etmedim. İlk günkü hassasiyeti gösteremiyorum artık. Yedi gün yirmi dört saat, üç çocukla bir evde kalmak git gide katlanılmaz bir hal almaya başlamıştı. Yemek yapmak için mutfağa gittim. Diğer işleri de hallettikten sonra Aydın’ın yanına oturdum. Şimdi seneler önceki okul bilgilerimi hatırlamam gerekiyordu. Nasıl çözülüyordu bu matematik problemleri. Çözebilsem bile nasıl anlatacaktım. Aydın´ın bu üç hafta içerisinde matematikteki başarısı gerilemişti. “Anne bak Leon bile çözmüş bu problemi. O sınıfın en aptal çocuğu.” diyordu.
Eve gelen bedava gazetelerden bir yazı ilişti gözüme: “Avusturya´da üniversite okuyanların yüzde sekseninin ebeveynleri üniversite mezunu.”
“Tabi üniversite öğrencisi yüksek okul mezunu anne ve babadan çıkacak. Bizim aileden çıkacak hali yok ya.“ dedim içimden.
“Hadi anne!” dedi Aydın.
Tam kafa yormaya başlamıştım ki Türkiye´den babam aradı. İçime bir rahatlama geldi. Hemen telefonu açtım. Konuşmamdan sonra eve eşim geldi. Bunu fırsat bilip mutfağa gidip sofrayı hazırladım. Hep beraber yemek yedikten sonra, meyve tabağı hazırladım. Böylece bir günü daha devirmiştik ve ev halkı uykuya çekilmişti. Ben biraz ortalığı toparladım. Sıra masanın üzerini toparlamaya gelince, Aydın´ın matematik kitabını masada gördüm.
“Düşünmekten kaçtığım şeyler hep önüme mi çıkacak?” diye kendi kendime söylendim.
Çok yorulmuştum, daha fazla iş yapamadım ve uyumaya gittim. Sabah rüyamda, Leon bir dağın zirvesinde oğlum Aydın´a doğru gülümsüyordu. Oğlumsa terler içinde olduğu halde dağın yarısına bile gelememişti. Bu rüyanın verdiği huzursuzlukla uyandım.
Oturma odasına gittiğimde, Aydın´ı masanın başında buldum. Yanına oturdum. Bir masanın üzerindeki matematik problemine baktım, bir de Aydın´ın yüzüne.
“Benim seni kucaklayıp dağın zirvesine çıkarmaya gücüm yetmez ki” diye düşündüm:
“Sen yine de bu yolu yürü. Ben senin ekmeğini ve tuzunu eksik etmem.”

(Avrasya Akademi Online Kuray Hikâye Atölyesi, Mart 2020)

EKRANA DOĞRU
Tebdili mekânda ferahlık vardır, diye düşünerek yatağından çıkıp oturma odasındaki üçlü koltuğa uzandı. Böylece biraz toplum içerisine çıkmış oldu. Fakat o meydanda bir süredir evin babası tek başına vakit geçiriyordu. Bu yüzden olacak odayı ve içindeki masayı, koltuğu ve kumandayı fazlasıyla sahiplenmişti. Baba, o kadar heybetliydi ki tek başına bir toplumu oluşturuyordu. Koca meydanda görkemli biçimde duruyor, kimsenin yanında oturmayışından dolayı serzenişte bulunuyordu. Odada bulunan oğlan gözlerini yummak üzereydi ki babası çay istedi. Kalktı babasına çay koydu ve tekrar uzandı. Bu sefer babası battaniyeyi istedi. Kalktı bu vesileyle bir de kendine battaniye aldı. Televizyonun sesi oldukça yüksekti. Buna rağmen oğlan gözlerini yummuş, uyumak üzereydi. Babası yine çay istedi. Çocuk kalktı çayı tazeledi ve tekrar kendi odasına çekildi.
Bu arada kız oturma odasına uğradı. Bir şey arıyordu. Babası neredesin sen, hiç yanımda durmuyorsun dedi. Bunun üzerine kız gidemedi. Oturdu babasına baktı. Babası televizyona bakmaya devam ediyordu. Böyle biraz durduktan sonra kız çıktı. Kendi odasına çekilip yarım bıraktığı diziyi izlemeye devam etti. Evin hanımı mutfakta telefonla konuşuyordu. Televizyon izlemeyi sevmiyordu.
Film bitti, baba herkesi çağırdı.
“Yanımda oturun!” dedi. “Hepiniz bir yerlere çekiliyorsunuz.”
Sonra beklediği vaka sayısını açıklamak üzere ekranda sağlık bakanı görüldü.
Oğlanla kız hazır birbirlerini görmüşken yarım kalan bir meseleyi konuşmaya başladılar. Baba sesten rahatsız olmuştu, onları susturdu. Bunun üzerine kız sosyal medya hesaplarına daldı.
Oğlan kalktı, annesi nereye gidiyorsun diye sorunca;
“Merak etmeyin, yönümü değiştirmeyeceğim. Ben de bir ekrana bakacağım ama kendi telefon ekranıma. Odama gidip film izleyeceğim.” dedi ve odasına gitti.
Babası sinirlendi. Büyüklere saygı kalmamıştı. Yine de sustu daha birlikte geçirecekleri kaç gün vardı Allah bilir. Oğlu nasılsa yine uğrayacaktı bu meydana.

(Avrasya Akademi Online Kuray Hikâye Atölyesi Haziran, 2020)

BİNNUR TÜZÜN

Avusturya


7 Mart 1963 tarihinde Sinop ilinin Ayancık ilçesinde doğdu.
İlk ve Orta öğrenimini Karabük’te tamamladı. 1977 senesinde aile birleşiminden yararlanarak Avusturya’daki ailesinin yanına yerleşti.
On beş yaşında iş hayatına başladığı sırada, eş zamanlı olarak iki senelik ev ekonomisi okudu. Mektupla İngilizce Kursunun yanında, akşamları Almanca, bilgisayar, tekstil ve gıda depolama kurslarına katıldı.
Gönüllü olarak bazı sivil toplum kuruluşlarının yönetiminde görev aldı.
Ortaokul sıralarında şiir yazmaya başladı. Bazı şiirleri “Mısralardaki Öykü’m Şiir Antolojisi 5” kitabında yer aldı. Şiirleri Çorum, Ayancık ve Karabük yerel gazetelerinde yayınlandı. Halen Avusturya’da tekstille ilgili bir iş yerinde bölüm şefi olarak çalışmaktadır. İki erkek ve bir kız olmak üzere üç çocuk annesidir.
Ocak 2020’de Avrasya Yazarlar Birliği online hikâye atölyesine devam etmeye başladı. Yazdığı hikâyelerden bir kısmı Kardeş Kalemler Aylık Edebiyat Dergisi’nde yayınlandı.

HİKÂYE:
Sahipsiz Hediye – 17 Ağustos 1999
Böyle Gelme – Anlamaya Çalış
İstersek Olur – Önce Can
Gece Gibi Karardı Her Şey – Umuda Çevir Yüzünü
Geçmeyen Geçmiş – Değer miydi?
Henüz Bitmedi- Yeşil Küvet

SAHİPSİZ HEDİYE
Otobüsten inmeden gördüm. Çantasını duvarın dibine koymuş, okul bahçesinde bir başına dolaşıyordu. Beni görünce koşmaya başladı. Ama nasıl koşuyor; felâketten sığınağa koşar gibi, doludizgin, delice… Bahçe girişinde karşıladı beni. Soluk soluğaydı. Yanakları, burnu soğuktan kızarmıştı. Gözleri sevinçle gülüyordu. Mutluydu.
Dün gece görmüştüm bu rüyayı.
Gözlerimden süzülen damlaları hissettiğimde alârmın her gün acı acı çalan sesi beynimde çınlamamış, henüz güneş bile doğmamış, tan yeri ağarmamıştı. Odamın, bütün bir gece içine işlemiş, sanki boğazıma sarılır gibi benimle sabahlayan, ağır ve bunaltıcı havası yüzünden nefes almakta zorlandığımı fark edip pencereyi açışım birkaç dakika sürdü. Camı açtığım anda suratıma buz gibi çarpan soğuk hava dalgası sayesinde az da olsa kendime gelebildim. Dallarını pencereme kadar uzatan kiraz ağacım bile beyazlara bürünmüş, her sabah beni cıvıltılarıyla uyandıran kuşların sesi de duyulmaz olmuştu. Derin bir nefes alarak camı kapattım ve yatağın kenarına iliştim. Öyle ya, dün gece yağan karı nasıl da unutmuştum…
Sahi, beni ne uyandırmıştı uykumdan bu kadar erken?
Zihnimi biraz da zorlayarak geceyi sanki tekrar yaşamaya çalışıyorum. Bu arada farkında olmadan çocukluğuma, ilkokul dönemime gittiğimi fark ettim. Hoş, ben o günleri asla unutamadım ya …Yine böyle havaların güzel gittiği, ağaçların yemyeşil kıyafetlere büründüğü, en fazla iki, üç aracın mahalleye çıktığı o dönemlerde Karabük’te Demir Çelik Fabrikası’nın karşısında kalan bir mahallede etrafı çorak denecek kadar boş olan bir arsadaydı ilkokulumuz.
Mayıs ayına yaklaşıyorduk, anneler gününe sayılı günler kalmıştı. Bu yüzden de başta öğretmenlerimiz olmak üzere herkes de bir heyecan, bir telaş başlamıştı. Sınıfın en başarılı öğrencilerinden biriydim, öğretmenim benimde bu özel günde, özel bir gösteri sunmamı plânladı. Elime tek kişilik bir monolog tutuşturduklarında ne yalan söyleyeyim bayağı korkmuştum. İlk defa bir gösteriye çıkacaktım, karşımda mahalleden bir sürü veliler olacaktı ve bana uzakta olan öğretmenimden başka destek olacak kimse de yanımda olmayacaktı. Hem bu arada elimdeki monolog metni de öyle kısa bir şey değildi, hepsini ezberleyecektim. Beni korkutan, heyecanlandıran asıl şey metnin uzun oluşu değildi. Sıkıntımın sebebi bu gösteriyi yurt dışında çalıştığı için yanımda olamayan annem için hazırlayacaktım.
Okulumuzun çorak arazisine bakarak caddenin karşısındaki arazide bulunan mezarlık, sanki cenneti andırır gibi ağaçla doluydu. Nihayet hazırlıklar bitti, gösteri günü geldi. Gün içinde okulumuzun caddeye bakan boş arazisine misafirler için sandalyeler ve onların karşısına da gösteri için biraz yüksek bir platform yerleştirildi. Mahalle arası ve küçük bir yer olduğundan genelde herkes birbirini tanırdı. İşte, benim imtihanım burada olacak, notum da burada verilecekti.
Sıram geldi ve ben sahneye çıktım, heyecandan adeta elim, ayağım titriyordu. Elime tutuşturulmuş okul çantam, örgü ipleri, makas, kalem ve karton parçalarıydı oyundaki rol arkadaşlarım. Sunumu yaparken gözlerimin nasıl ara ara karşımdaki mezarlığa doğru kaçamak yaptığını, yine gözlerimi sahnenin ön sıralarına oturmuş olan annemin arkadaşlarından nasıl kaçırdığımı hiçbir zaman unutamadım.
Bana göre o zaman oldukça uzun gelen anlatımın ardından:
“Anneciğim! Biliyor musun bugün anneler günü”, diye devam ettim gösteriye.
“Sana bir hediye vermek istiyorum ve bunu ben sana kendim hazırlamak istiyorum. Bak, ne güzel iplerim var, sarı, mavi, yeşil hatta kırmızı bile var. Sana kazak örmemi ister misin?”
Seyirciler mikrofonumuz da olmadığından pür dikkat beni dinliyordu, ben ise yine herkesten gözlerimi kaçırarak üzgün bir ses tonuyla devam ettim:
“Ama ben kazak örmeyi bilmiyorum ki…” Sonrasın da etrafımı biraz araştırır gibi yapıp kalemi ve karton parçalarını aldım, üstüne ayakkabı tabanı gibi bir şekil çizdim.
“Ben en iyisi sana terlik yapsam beğenir misin?” Makas elimde başarısız bir şekilde kartonlardan bir şeyler kesmeye çalışıyorum, tabii o da olmuyor ve ben rol gereği çok üzülüyorum. Son anda aklıma bir çare gelmiş gibi okul çantama sarılıyorum.
“Anneciğim, hediye alamadım ama, bak sana ne getirdim,” diye öğretmenimizin bize o gün dağıttığı baştan sona “PEKİYİ” yazan karnemi çıkarıyorum. Çıkarıyorum, çıkarmasına da… Başım önümde biraz bekledikten sonra seyircilerin alkışlarına karşılık nasıl selam vererek sahneden indiğimi hatırlamıyorum.
Çünkü benim o gün orada beni saracak, bırakın hediyeyi, baştan sona “PEKİYİ” dolu bir karne getirdim diye öpüp koklayacak annem yok.
Sahneden indikten sonra annemin arkadaşları, tanıdıkları sardı çevremi, bazıları gözleri yaşlı ve duygulanmış bir halde bana sarıldı ve;
“Kızım bizi çok duygulandırdın, annen bunları duysaydı ne kadar sevinirdi,” diye beni teselli ettiler.
Annem o gün o sözlerimi duyamadı, hiçbir karne günümüze de tanık olamadı ve biz annemizi seneler sonra, yine bir anneler gününden bir gün sonra, ebedi yolculuğuna uğurladık…
Annem, canım annem, kaç sene sensiz geçti anneler günümüz, kaç sene büküldü boynumuz. Sen, o sözlerimi o gün duyamadın ama, hâlâ bizimlesin, hâlâ içimizde yaşıyorsun ve sonsuza kadar da yaşayacaksın.

(Avrasya Akademi Online Kuray Hikâye Atölyesi, Ocak 2020)

17 AĞUSTOS 1999
Yaz tatilimizin ilk on gününü Yalova- Çınarcık’ta geçirmiştik. Ertesi gün ailece Ankara’ya gitmeye karar verdiğimiz için son günümüzü sahilde dolaşmaya ayırdık. Bir sürü alışveriş yeri, lokanta ve seyyar satıcılarla dolu, denize paralel caddesinde asılmış olan büyük bir tabelâ dikkatimizi çekti.
“Çok Uygun Fiyata Satılık Daireler”
Aslında tatile geldiğimizde daire almayı düşünmüyorduk ama ilânı görünce “Haydi, gidip bir bakalım!” dedik. Çocukları da yanımıza alarak İstanbul’a iner inmez havaalanında kiraladığımız arabaya binerek tabelâda yazan şirkete gittik. Önceden aradığımız için bizi bekliyorlardı. İçeri girdik, kısa bir hoş beş faslından sonra yetkili kişi önümüze yapılacak olan evin plânını çıkardı. Bir sürü şey anlattı. Evin büyüklüğünden tutun da hangi yönde olduğunu, çevre düzenlemesini, arsa büyüklüğünü falan… Sanki büyülenmiştik, eşimle hemen hesap yapmaya koyulduk. Hiç hesapta yokken daireyi almaya karar verdik. Peki nasıl ödeyecektik? Öyle olur, böyle olur derken sonuçta söz benim düğünde takılan takılara geldi…
–Tamam, dedim. Ama karşılığında tapuyu benim adıma yaparsan…
Aslında, geleneklere bağlı yetişme tarzından, onun böyle konularda ne düşüneceğini, nasıl bir tavır sergileyeceğini çok iyi biliyordum. Yine de şansımı denemek istemiştim. O esnada yetkili kişi evrakları düzenlemiş, imza için cevap bekliyordu. Eşim teklifimi kabul ederek beni şaşırttı. Ertesi gün kimliklerimizle beraber gelip satış işlemini tamamladıktan sonra yola çıkacaktık. Çok mutluyduk. Bizim de artık bir dairemiz, bir yazlığımız olacaktı.
Akşam oldu. Rahatlatıcı hafif bir rüzgâr çıkmıştı. Biz çarşıda gezimize devam ederken çocuklar sahilde dolaştılar. Yemekten sonra kaldığımız eve döndük. Sabah yola çıkacağımız için ben önce toparlanma işini hallettim. Sonra kimliğimi de hazır etmek üzere çantamı açtım, baktım, kimliğim yoktu. Tekrar tekrar bütün gözlerine dikkatle baktım, yoktu. Eşimin, çocuklarımın kimlikleri ile beraber benim çantamda olması gereken kimliğim yoktu. İnanması çok güçtü ama yoktu işte…Nasıl olur da herkesin kimliği çantamda dururken benimki yok olurdu? Git gide büyüyen bir tartışmaya başladık eşimle. Vakit gece yarısını bulmuştu, çocuklar yorgunluktan çoktan yatmışlardı. Büyük tartışmanın sonucunda eşim salondaki koltuğa kıvrıldı uyudu, nasıl olsa ben her şeyi hallederdim, geride dünya kadar iş varmış kimin umurunda…
Bavulları toparlayıp temizliği bitirdiğimde saat neredeyse gece ikiye gelmişti. Hem yorgunluk, hem moral bozukluğundan bitkin düşmüştüm. Başımı yastığa ancak koymuştum ki büyük bir gürültü ile yerimden fırladım. Daha ne olduğunu anlayamadan eşimin bana seslendiğini duydum. Işığa koştum, yanmıyordu. Çocukların odasına doğru fırladım, ellerimle yoklayarak hemen buldum onları. Küçük kızımla ortanca oğlum tam ne olduğunu anlayamamışken büyük oğlum sarsıntının etkisi ile yataktan yuvarlanmıştı. Korkunç bir gürültü ve uğultu ile sanki ev yerinden oynuyordu. Bu arada eşimde yanımıza ulaşmıştı. Bir taraftan çocukları “Korkmayın!” diye sakinleştirmeye çalışırken diğer taraftan “Allah’ım, yardım et, sen bizleri koru.” diye dua ediyorduk. Eşim ve ben, bütün gece tartışmışken şimdi birbirimize sıkıca sarılıyorduk. Çocuklar deprem nedir bilmedikleri için korku ve şaşkınlık içindeydiler. Biz deprem de evin neresi sağlamdır diye bir o yana bir bu yana çaresiz çırpınıyorduk. Sonunda “Bir şey olursa hepimizi aynı yerde bulsunlar.” diye odanın ortasında, birbirimize sarılı bir vaziyette kalmaya karar verdik.
Ne uzun bir geceydi…
Sarsıntı durunca hemen çocukların sırtına ceketlerini giydirip masanın ortasında sabah için hazır bekleyen telefonlarımızı, şarjlarımızı ve arabanın anahtarını alıp kapıya koştuk. Dördüncü kattaydık. Çocukları merdivenin duvar kısmına alıp karanlıkta duvarları tuta tuta aşağıya indik. Bizden önce evin önüne çıkanlar da olmuştu, herkes birbirine “Nasılsınız, sizde bir şey var mı, iyi misiniz?” diye soruyordu. Çocuklarım çok korkmuşlar, tir tir titriyorlardı. Onları arabaya alıp İzmit ve İstanbul’daki ailelerimize ulaşabilmek için telefonlara sarıldık. Ama nafile, tüm hatlar kesilmişti, kimseden haber alamıyorduk… Tek iletişim aracımız; arabanın radyosundan zoraki bulduğumuz, şimdi adını bile hatırlayamadığım bir radyo istasyonuydu. Herkes arabanın etrafına toplanmış spikerden gelecek en ufak bir haberi bekliyordu. Sonunda spikerin sesi duyuldu. “İstanbul depreme teslim oldu. Dualarımız İstanbul için…” Ben, spikerin diğer söylediklerini duyuyordum fakat anlamıyordum. Ortalık birden kararmaya başlamıştı…
Kendime geldiğimde etrafımdaki birkaç kişi beni teselli ederek, güçlü olmam gerektiğini söylüyordu. Çocuklarımın endişeli gözlerinde gittikçe büyüyen korku vardı. Kafamda şimşekler çakıyordu. Biz dün akşam o kadar şiddetli tartışırken şimdi nasıl böyle sımsıkı birbirimize sarılmıştık? Nasıl bir sabaha uyanacağımızı, nasıl bir felâketle karşılaşacağımızı bilseydik tartışır mıydık? Kimlik daha sonra nereden, nasıl çıkacaktı?
Gece karanlığı yerini yavaş yavaş doğan güneşe bırakıyordu. Etraf aydınlanınca felâketin boyutu daha da gün yüzüne çıkmaya başladı. Kaldığımız bölgede çok şükür fazla hasar, yıkılan ev yoktu ama arkamızdaki mahalle tamamen yok olmuştu. Tüm yollar yıkılan evlere ait enkazla kapandığından bir saatlik yolu bağlardan, bahçelerden geçerek altı saatte İzmit’e ulaşabildik. Bu süre zarfında tek iletişim aracımız olan radyo istasyonundan hâlâ aynı anons duyuluyordu.
“İstanbul depreme teslim oldu. Dualarımız İstanbul için…”

(Avrasya Akademi Online Kuray Hikâye Atölyesi, Ocak 2020)

BÖYLE GELME
Sanki daha önce hiç bu sokaklarda oynamadım. Düştüğü zaman dizleri yara içinde ağlayan çocuk da ben değildim, annesini kızdırıp peşinde koşturan da. Yaramaz biri olduğumu hiç hatırlamıyorum. Öncesinde nasıl bir çocuk olduğum, o saçları iki örgülü beyaz kurdeleli kız ortaya çıkana kadar yazılmamış ki hatıralarıma…
Sararmış yaprakların etrafımızda uçuştuğu bir zamanda, sabah uyanıp, kahvaltımızı yaptığımız halde işe gitmesi gereken babam hâlâ evdeydi. Bugün iş kıyafetleri de yoktu üzerinde. Gri takım elbisesini giymiş, saçlarını da özenle taramıştı. Evde olduğuna göre besbelli bir işi vardı. Anneannem kahvaltı masasının karşısındaki divana oturmuş eline aldığı tepsinin içindeki pirinci “belki taş vardır” diye kontrol ediyordu. Tek erkek evlâdı ile yedi sene felçli yatan eşinin ölümünün ardından annemi erkenden evlendirmek zorunda kalınca yanından ayrılamamış. Hayatını tek çocuğu olan anneme ve biz torunlarına adayan vefakâr ve cefakâr bir kadındı. Annem ise bir taraftan masayı toplarken diğer taraftan kavga eden iki kız kardeşimi sakinleştirmekle meşguldü. Nihayet işini bitirip yanıma geldi, beni önüne oturttu. Bütün okul hayatım boyunca bana eşlik edecek olan uzun saçlarımı tarayarak arkadan ikiye ayırdı ve güzelce ördü. Babama:
– Tamam, artık gidebilirsiniz, dedi. Ben hiç durur muyum, hemen merakla sordum:
– Nereye gidiyoruz?
Annem “Bugün baban seni okula yazdıracak.” dediğinde ne kadar da çok sevinmiştim. Ailenin tek erkek çocuğu olan ağabeyim ortaokula gidiyordu. O zamanlar ortaokula giden erkek çocuklarının başında pilot şapkası gibi bir şapka olurdu. Akşam hava erken karardığında annemle onu karşılamak için yola çıkardık. Karşıdan, başında şapkası ile geldiğini görünce nasıl da imrenirdim ona. Ailemizin göz bebeği, hepimizin gururuydu sanki ağabeyim. Hele anneannem toz kondurmazdı ağabeyime. “Benim bir erkek evlâdım olsaydı, bu kadar çile çekmezdik.” diye hep söylenir, dururdu. Çok zor günler yaşamış anneannem gençliğinde. Savaş döneminde nasıl kıtlık çektiklerini anlatırdı bazen, bizde masal gibi dinlerdik anlattıklarını. “Ağabeyinizin kıymetini bilin, onu sakın utandırmayın!” diye de her defasında tembih etmeyi unutmazdı. Daha sonraki senelerde en büyük zevkim hep onun kitaplarını karıştırmak oldu. O, Erkek Sanat Okulu’ndayken ben çoktan Edebiyat Kitabı’nın gediklisi olmuştum bile. O kitapların birinde, Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın beni çok etkileyen, zaman zaman dilime dolanan, hâlâ severek okuduğum bir şiiri vardı.
“Yediyordu Elif kağnısını,
Kara geceden geceden.
Sankim elif elif uzuyordu, inceliyordu,
Uzak cephelerin acısıydı gıcırtılar,
İnliyordu dağın ardı, yasla,
Her bir heceden, heceden…
diye uzar giderdi.
Babam saatine bir göz attı ve “haydi gidelim”, dedi. Birlikte evden çıktık. Oturduğumuz tek katlı, yola nerdeyse bitişik olan evimiz ile okul arasında kışın don tutan, kar da kaymaktan korktuğumuz, her yağmur yağışında ayak bileklerimize kadar çamura battığımız uzunca bir yokuş vardı. Yokuşu tırmanıp, etrafı sıra sıra dizili evlerle dolu olan dar sokaktan geçerek okula geldik. Babam bir odanın kapısını tıklatıp içerden “Gel!” sesini duyana kadar bekledi ve ikimiz beraber içeriye girdik. Sonradan okul müdürü olduğunu öğrendiğim biri ile konuşup kağıtlara bir şeyler yazdılar. İşleri bitince masada oturan güler yüzlü, saçları hafif beyazlamış, babamdan biraz daha yaşlı olan o kişi bana dönerek:
–Sen şimdi eve yalnız gitsen evinizi bulabilir misin? dedi. Utanarak başımı “evet” anlamında salladım.
– Aferin sana. Artık sen de bizim öğrencimizsin. Okullar açılınca sen de buraya geleceksin, dedi.
Birkaç gün sonra okullar başladığı için sabah erkenden kalktık, annem yine saçlarımı iki örgü yapıp, uçlarına beyaz kurdelelerimi bağladı, kız kardeşimi de yanına alarak benimle beraber okula geldi. Elime tutuşturulan siyah çantada defter, silgi, kalemtıraş, kurşunkalem ve bir de Alfabe Kitabı vardı. En çok sevdiğim şeydi beyaz kurdeleler… Okulun bahçesinde benim gibi siyah önlükleri ile beyaz yakalı, beyaz kurdeleli birçok kız vardı. Galiba ben okula gitmeyi beyaz kurdeleler için seviyordum. Zilin sesini duyan büyük sınıflardaki öğrenciler öğretmenleri eşliğinde bahçedeki yerlerini aldılar. Yeni başlayacak olanlar ise bir kenarda anne veya babaları ile bekliyorlardı. Sonra öğretmenimiz adımızı tek tek okuyarak bizi boy sırasına göre yerleştirdi. Beni, boyum kısa olduğundan sıranın en önüne aldı. Adının Hatice olduğunu öğrendiğim bir kız ağlıyor, annesinin elini bırakmak istemiyordu. Anneme baktım, annem gözleri dolu dolu olmuş, bir eli ile kardeşimin elini tutarken bana gülümsüyordu. Nihayet yerleştirme işi bitince bir öğretmenimiz ön tarafa çıkarak İstiklâl Marşı’mızı söyletti. Büyük sınıflardan biri de çıkıp andımızı okudu. Daha kimse yerinden ayrılmamıştı ki bir bayan öğretmen bana yaklaşarak:
– Bunlar ne? diye sordu. Korkmuştum. Ne olduğunu, neyi sorduğunu anlamaya çalışıyordum. Ben ilk gün ne yapmıştım ki bana “bunlar ne?” diye soruyordu? Benim anlamadığımı görünce:
– Adın ne senin? dedi. Kalbim küt küt atarken, cılız bir sesle “Binnur” diyebildim. Bir eli ile kulaklarımı gösterirken tekrar sordu.
– Bunlar ne? Elimi kulağıma götürdüm. Küpelerim… Kulağımda annemin çok önceden taktığı mavi taşlı küpelerim vardı.
– Bunları çıkar ve bir daha okula böyle gelme, okulda bunlar yasak, dedi.
Hemen o anda, oracıkta küpelerimi çıkarıp önlüğümün cebine koydum. Çok utanmıştım. Ben nereden bilebilirdim ki okulda küpenin yasak olduğunu? Belli ki annem de bilmiyordu, bilseydi beni okula öyle gönderir miydi? Gerçi abim de ortaokula gidiyordu ama o küpe takmazdı ki hiç…
Küpelerimi seviyordum ama okumayı daha çok seviyordum. Okuldan vazgeçemezdim, hem zaten öyle bir şansım da yoktu. O gün herkesin içinde beni o kadar utandıran küpelerim sayesinde okulun da kuralları olduğunu ve bu kurallara uyulması gerektiğini öğrenmiş oldum.

(Avrasya Akademi Online Kuray Hikâye Atölyesi, Ocak 2020)

ANLAMAYA ÇALIŞ
Babamla sürekli telefonda görüşüyorduk, o da bize hasta olduğunu, dışarı çıkamadığını söylüyordu. Ama, biz bu dışarı çıkamamasını yaşlılığına verdiğimizden, hastalığın ciddiyetini geç anladık. Ayrıca yanında eşi vardı, yalnız değildi. İstanbul’da yaşayan en küçük kız kardeşimiz Selin’de sürekli ziyaretlerine gider, onlarla ilgilenirdi. Biz kendimize böyle teselli veriyorduk.
Şikayetlerin artması üzerine benden bir yaş küçük kız kardeşim Dilek İstanbul’a gitmeye karar verdi. Çalışmadığı için durumu en müsait olan oydu. “Tamam, sen git bir bak, biz de duruma göre hareket ederiz.” dedik. Gelen haberler maalesef hiç birimizin beklediği türden haberler değildi. Babam! O, bir zamanların güçlü, kuvvetli, her işini kendisi yapan, yardıma muhtaç kimi duyarsa gece, gündüz demeden koşan, yaşadığı çevrelerde herkesin tanıdığı, uzak yollardan gelenlerin çekinmeden kapısını çaldığı babam, artık ayakta duramaz, desteksiz ayağa kalkamaz hale gelmişti. Sağ olsun Selma Abla ona iyi bakıyordu ama artık o da genç sayılmazdı, çoğu zaman babama destek olmaya gücü yetmiyordu. Dilek hem babamın hastalığını tam öğrenebilmek hem de onlara bir nebze olsun destek olabilmek için gitmişti. İki hafta kalıp tekrar geriye döndüğünde bize “Gidebilen gitsin, görsün derim, çünkü bundan sonra ne olacağı belli olmaz, her an her şey olabilir.” dedi.
Babamın kalbi vardı, son muayenelerinde böbrek yetmezliği üzerinde durulmuş ama henüz bundan kesin bir sonuç çıkmamıştı. Şimdi de bağırsak sorunu ile karşı karşıyaydı. Doktorlar Kolonoskopi yapılması gerektiğini söyledikleri halde vücudu çok bitkin düştüğünden ne hastaneye yatırıp tedavi ediyorlar ne de Kolonoskopi yapıyorlar, sorulan sorulara “Bu yaşta artık ne bekliyorsunuz?” gibi yanıtlar verip eve gönderiyorlardı. Babam her an bir kalp krizi ya da felç geçirebilirdi.
Hepimiz can atıyorduk gitmeye. Benden önce de Ankara’dan ağabeyim gitmişti yanına. Bende iş yerinden bir hafta izin alarak cumartesi günü uçakla İstanbul’a gittim. Evin kapısına gelince zili çaldım. Selma Abla açtı kapıyı, beni karşısında görünce şaşırdı tabii. Babam ise sabah kahvaltısını yaptıktan sonra bütün gün zamanını geçirdiği kanepenin üzerinde uyuyakalmıştı. Yavaşça yanına yaklaştım ve elini tuttum.
–Baba! Babacım ben geldim, dedim. Sesimi duyunca zorlukla arkasını dönmeye çalıştı, yüzüme baktı, sitemle:
– Biz seni beklemiyorduk, dedi.
Alındığımı hissettim birden.
……
Kısa süren bir sessizliğin ardından hemen kendimi toparladım. Gülerek, şakayla karışık:
–Uçaklar gece yolcu almıyorlarmış, kaldım bu gece başınıza, dedim.
Doğrulup, uykusu açılınca “Hoş geldin kızım!” dedi. Ellerini öptüm, sarılıp kucaklaştık. Hâl, hatır sormalar bitince yorulduğu için kollarından destek vererek yatmaya götürdük. O güçlü, kuvvetli adam gitmiş yerine artık başkalarına muhtaç, yardımsız ayağa kalkamayan bir adam gelmişti. İçim sızladı. Orada kaldığım bir hafta süresince gece en ufak bir durumda seslerini duyabilmek, yardıma koşabilmek için sürekli odamın kapısı açık uyudum, tabii buna uyumak denirse… Ama benim uykusuzluğum onlarınki yanında hiç kalırdı. Babamın uykusu sürekli bölünüyordu.
Ertesi gün Pazar olduğu için bir şey yapamadık. O gün sıkıntılı, kapalı, moral bozan bir havası vardı İstanbul’un. Selin, grip olduğu için yüzünde bir maske ile geldi. Pazartesi hastanede yine randevusu varmış babamın. Böyle günlerde onlara yardıma gelen bir tanıdığın da yardımıyla taksi ile hastaneye gittik. Tesadüf olarak bulduğumuz bir tekerlekli sandalye ile doktora ulaştık. Genç bir bayandı doktor. Kapıdan içeri adımımızı atar atmaz:
–Neyiniz var? diyerek hiçbir muayeneye bile gerek görmeden bizi birkaç tahlile yönlendirdi. Hastane koridorlarında her yerin yabancısı olduğumdan tanıdığın da yardımı ile tahlilleri yaptırıp üç gün sonra sonuçları almak üzere bıraktık.
Bu arada babam zaman zaman bütün direncini kaybediyor, ayakları üstüne basamıyordu. Dışarıdan gelen yardımı da kabul etmiyordu. Getirdiğim yürüme destek arabasını da kullanmadı. Onu kullanırsa, ona bağımlı kalıp bir daha yürüyemeyeceğini takmıştı kafasına, ne diller döktümse ikna edemedim. Başkasına muhtaç olması, üç aydır evden dışarı çıkamaması, dizlerinde yürüyecek derman olmaması onu aşırı agresif, sabırsız bir duruma sokmuştu. Selin’le tahlilleri almaya gideceğimiz gün morali aşırı bozuktu, gözünü saatten ayıramadı. Morali bozuk olduğu günler vücudu tamamen kendini bırakıyor, hiç kalkamıyordu. Tahliller sonucunda doktorun verdiği ilaçları almak için eczaneye girdiğimizde masanın yanında, vitrine yakın yerde duran tekerlekli sandalye ilişti gözüme. Daha önce bunu da sormuştum babama…
–Baba! dedim. Yürüme destekli arabayı kullanmak istemiyorsun, o zaman sana tekerlekli sandalye alayım, hem hastane önünde sandalye bulmak için eziyet çekmezsiniz hem de güzel havalarda bahçeye çıkar, temiz hava alırsın.
– İstemem! dedi hemen.
– Babacım çok rahat edersiniz.
– Kim itecek o arabayı, diye tersledi yine.
– Selma Abla var ya…
– Siz onu çok mu sağlam zannediyorsunuz? Anlamıştım, yine yokuşa sürüyordu. Selma Abla Allah razı olsun, elinden geldiği kadar iyi bakıyordu babama, bunu hepimiz biliyorduk.
– Baba, seni kolundan tutup kaldırmak onun için daha ağır, sandalye asıl onun için kolaylık olacak, dedimse de dinletememiştim. Sonunda “Senin paran çok galiba, ne yaparsan yap!” diye beni bir güzel payladı. Biz, babamın artık bu tür sitem dolu sözlerini ciddiye almak istemesek te bazen de diğer odaya geçip gözlerimizi silerek o anı atlatıyorduk. Eczane de sandalyeyi görünce, duyacağım sözleri hiçe sayıp hemen o anda kararımı verdim, Selin’e dönerek.
– Biz bu sandalyeyi alalım, ama eve gidince saklayalım, babam görmesin, dedim. Selin soran gözlerle yüzüme baktı.
– Bugün olmazsa bile yarın babamın buna ihtiyacı olacak, en azından o zaman hazırda olur böylece hastane önünde sandalye aramak zorunda kalmazsınız, dedim. Sandalyeyi alıp eve geldik ve bir suçlu gibi hemen ortadan kaldırdık. Daha sırada doktorun tahlil sonuçları vardı, hesap vereceğimiz… Önce ben anlattım, sonra Selin’e anlattırdı tekrar.
– Yalan, vallahi de billahi de yalan, dedi.
– Yalan olan ne baba?
– Doktorun dedikleri… Doktorun dedikleri, o kadar hastalık arasından ona çok basit gelmişti, teşhisin doğru olduğuna ya da bizim gerçeği söylediğimize inanmıyordu.
– Benim babama bile güvenim yok, dedi. Çünkü daha önce başka doktorlar aylarca yanlış ilaç vererek yanlış tedavi uygulamışlardı. Ben bundan habersiz olduğumdan o anda istemeden de olsa sesimi yükseltmiştim.
– Baba ne söylemelerini istiyorsun?
Dedim ve dediğim anda çok pişman oldum. Ama ne çare ki söz ağzımdan çıkmıştı bir kere, toparlayamadım. Babacığım ağladığımı görüp, üzülmesin diye kendimi hemen banyoya attım, bir süre ağladıktan sonra hepimizin yaptığı gibi elimi yüzümü yıkayarak hiçbir şey olmamış gibi odaya döndüm. Babam zor günler geçiriyordu. Biliyordum, tekerlekli sandalyeyi de yine istemeyecekti, ta ki Allah korusun, bir daha yürüyemeyeceğine ikna olana kadar…
Şu kısacık ömrümüzde sevdiklerimizi doyasıya sevmek, doyasıya sarılmak, sarılabilmek varken neden bunu başaramıyoruz diye sürekli kendime sorduğum halde hâlâ anlayabilmiş değilim…
Anlatmak mı zor olan, anlaşılmak mı yoksa anlayışlı olabilmek mi?

(Avrasya Akademi Online Kuray Hikâye Atölyesi, Şubat 2020)

İSTERSEK OLUR
Araba ile yola çıktığımızda Ağustos’un son sıcak ve yakıcı günleri yaşanıyordu. Üç gün süren bu yolculuğumuzun beni yavaş yavaş vatanımdan uzaklaştırdığının farkındaydım. Her ne kadar birçok yerde dinlenmek için mola vermiş olsak da babam günlerdir direksiyon başındaydı. Uykusuzluk ve sıcaklar yorgun düşürmüştü. Bir an önce eve ulaşmak ve rahat bir uyku uyumak istiyordum. Ve nihayet öğleye doğru yolun sonuna, annemle babamın “evimiz” dedikleri yere geldik.
Bahçe içinde, panjurları yeşil boyalı, iki katlı, dış görünüşü bayağı eski bir evdi. Ama evin eskiliğini düşünen kim, o anda bir yatak olsa yeterdi bana. Ben bunları düşünürken, babamların aile dostları çaldı kapıyı. O zamanlar kimsede telefon olmadığından “Geldiler mi acaba?” diye merak edip bakmaya gelmişler. Kısa bir hoş beşten sonra annem bana yatağı gösterip “Senin çok uykun var, hadi sen yat uyu.” dedi. Zaten kimseyi tanımıyordum, seve seve gittim yattım. Gözlerimden uyku akıyordu. Ben yorganı kafama kadar çeker öyle uyurdum. Yine öyle yaptım…
Bir ara uykum açıldı, etrafımı araştırır gözlerle süzerken tepemde bir sivrisineğin manevralar yaptığını fark ettim. Gittikçe bana doğru yaklaşıyor, yaklaştıkça büyüyordu. Etrafımda dolanmaya başladı. O kadar yaklaştı ki nerdeyse nefes alışını bile duyacak gibiydim. Elimi, kolumu ona engel olabilecekmişim gibi sallamaya başladım. Bana mısın demiyor, başımda fırfır dönüyordu. Her ne kadar yorganı iyice kafama kadar çekmiş olsam da vızıltısı şimdi de sanki saçlarımın arasındaymış gibi kulaklarımda çınlıyordu Deli gibi kulağımın arkasına düşen saçlarımı üstüne bastıra bastıra karıştırmaya başladım. Bir süre sesi kesiliyor, “Oh, sonunda bitti!” dediğim anda yine başlıyordu. Ben uyumak istiyordum… Ama tepemde dönüp dolaşan sivrisinek sayesinde bu hiç de mümkün görünmüyordu. Annem, babam da ortalıkta yoktu. Kalktım, kapıyı açarak dışarı çıktım. Yol boyunca yürümeye başladım, evimiz ana caddeye yakın, etrafında çeşitli mağazaların, alışveriş yerlerinin olduğu bir meydanlıktaydı. Vitrinlere baka baka ilerlerken, köşedeki vitrinde ilâç paketleri, malzemeler dolu bir dükkân dikkatimi çekti. Elimle cebimi yokladım. Babamın yolculuk sırasında lazım olur diye verdiği paralar duruyordu. Fazla düşünmeden içeri girdim. İçerde biri bayan, üç eczacıdan başka kimse yoktu. Açılan kapının çıkardığı ses ile gözlerini kapıya, bana doğru çevirdiler. Yüzünde ilk tebessümü gördüğüm bayana doğru yaklaştım.
“İyi günler!” dedim. Eczacı şaşırır bir halde baktı ve gülümsedi. O da bir şeyler söyledi ama ben ne dediğini anlamadım. Bu defa:
“Merhaba, kolay gelsin!” dedim. Eczacı yine bir şeyler söylüyordu ama yine anlamıyordum.
“Şey!” dedim ve kaldım öylece. Utandım. Soğuk soğuk terlemeye başladım. Sağıma, soluma “Ne oluyor?” diye baktım. Bizim dilimiz Türkçe değil mi, bunlar beni neden anlamıyorlar, hem neden Türkçe konuşmuyorlar diye düşünürken diğer eczacının arkadan İngilizce olarak “Size yardım edebilir miyim?” dediğini duydum. Tam “Oh be, sonunda anlayabildim.” diye düşünürken kafamda başka bir soru belirdi. Ortaokulda öğrendiğim İngilizce sayesinde bu kadarını anlayabilmiştim ama ben şimdi ona başımın bir sivrisinekle belâda olduğunu nasıl anlatacaktım? Bir taraftan ellerimi kollarımı kanat çırpar gibi sallarken aklıma gelen İngilizce küçük, siyah, uçmak vb. gibi kelimeleri sıraladım. Başka kimse de yoktu etrafta, bu kadar insan nereye gitmişti? Çaresiz eczacı bana, ben eczacıya bakışıyorduk. Sonunda aklına bir şey gelmiş gibi bana “Gel!” işareti yaptı. Arka sırada raflarla dolu bir bölüme götürdü beni ve “Bak!” dedi. İşte oradaydı. Büyük bir sevinçle sinek ilâcını alıp eline verdim. Tam çıkmak için arkamı dönüyordum ki yüzüme damlayan sularla sıçradım. Babam elinde bir bardak su ile tepeme dikilmiş “Kalk bakalım uykucu! Saatlerdir uyuyorsun, annen yemek hazırladı, hadi gel de yemek yiyelim,” dedi.
O an anladım ki ben artık yurdumdan çok uzak bir yerdeydim. Ve bir kez daha anladım ki öğrendiğim hiçbir şey boşuna değildi. Nasıl zor durumda kalınca bildiğim tek yabancı kelimeler olan İngilizceye sığınmışsam, demek ki acil olarak geldiğim yerin dilini öğrenmem ve kendimi daha da geliştirmem gerekiyordu. Önce babamın vermiş olduğu Türkçe Almanca sözlüğü ile çalışmaya başladım. Çok geçmeden de dil kurslarına katıldım.

(Avrasya Akademi Online Kuray Hikâye Atölyesi, Mart 2020)

ÖNCE CAN
Akşamdan masanın üstüne koyduğum su bardağından birkaç yudum su içerek, bardağın yanında duran cep telefonuna uzandım. İnternetten yaşadığımız bölgenin gündem haberlerine baktım. Yine canım sıkıldı.
Dünyanın birçok ülkesinde olduğu gibi bizim yaşadığımız ülkede de zor günler yaşanıyordu. Her gün ayrı bir yasakla uyanıyor olmak, arkasından “Yarın acaba ne olacak?” sorusunu getiriyordu. Kimse ne olacağını kestiremiyordu. Çünkü adına “Korona Virüsü” denilen bir salgın, sanki tüm dünyayı esir almıştı. Ne kadar tehlikeli olduğu ortadayken ne yazık ki büyük bir kesim tarafından hâlâ ciddiye alınmıyor gibiydi. Aradan geçen kısa bir zaman sonra görüldü ki bu virüs hiç de öyle küçümsenecek gibi değildi. Her ne kadar “Panik yapmayın!” denilmiş olsa da ortada bir panik havası görülüyordu. Birçoğu kendine göre gelecek senaryoları yazdığından alışveriş merkezlerine koşup erzak ve temizlik malzemeleri depolamaya başladı. Herkes tedirgindi, korkuyordu ve ilk önce ailesini düşünüyordu.
Hükümetten ilk önce okulların bir süre kapanacağı haberi geldi. Ülke çapında öncelikle tüm organizasyonlar iptal edildi. Gümrükler kapatıldı. Kalabalık grup faaliyetleri yasaklandı. İş yerleri her ne kadar tedbir almaya çalışsalar da bu yeterli gelmedi, salgın git gide büyümeye başladı. Merakla her gün yeni çıkacak yasaklara odaklanırken biz de iş yerimizde kendimizce tedbirler alıyorduk. Kapının girişine içeri giren herkesin kullanması için dezenfekte ilâcı koyduk. Ellerin sabunla sık sık yıkanması zaten herkesin bildiğiydi. Yabancıların içeri girmesini engelledik. Her odada birer kişinin çalışmasına özen gösterdik. Kalabalık bölümlerde çalışanların aralarında en az iki metre mesafe bırakmasını sağladık.
Dün, yani son iş günümüzde işyerimizin bir süre kapanacağı haberi ulaştı hepimize. Çok üzüldüm. “Beni bu kadar üzen ne?” diye kendime sorduğumda olayın ciddiyeti soğuk esen bir rüzgâr gibi suratıma çarptı. Daha önce de değişik salgınlar geçirmiştik ama hiçbiri işyerlerinin kapatılmasına sebep olmamıştı. Durum bu kadar vahimdi yani…
Ben telefonla son durumları muhasebecimize bildirirken Pazarlama Müdiremiz Simone, hızlı hızlı merdivenlerden iniyordu. Muhtemelen bize yeni haberler getiriyordu. O esnada bir gürültü oldu ve arkasından inleme ve ağlama sesi… Simone merdivenin alt basamaklarında acıyla kıvranıyor, ağlıyordu. Nasıl olduysa düşmüş, yuvarlanmıştı. Zaten zayıf ve narin olan vücudu yaşadığı şokun ve acının etkisi ile titriyordu. Hemen yanına koştum:
–İyi misin Simone? Bir şey oldu mu? Kalkabilecek misin, diye sordum.
O sadece;
–Düştüm, çok acıyor! Ayağımı hissetmiyorum, diyebildi.
Hıçkırıklarla sarsılıyordu. Ben ve Avusturyalı iş arkadaşım Daniel şirketin ilk yardım elemanıydık. Böyle durumlarda ilk müdahale bizden bekleniyordu. O esnada gelen Daniel’le birlikte Simone’yi hem sakinleştirmeye hem de ambulans çağırmak için ikna etmeye çalışıyorduk. O ambulansı, hastaneye götürülmeyi kesinlikle istemiyordu.
–Su ister misin? dedim.
–Hayır, diye cevap verdi.
Onu çok iyi tanıyordum, korkuyordu. İş yerinde kimseye bir şey olmasın diye her türlü tedbiri aldırtan, her gün herkese, “İyi misiniz?” diye soran oydu. Acıdan kıvrandığı halde kendisine virüs bulaşabilir korkusuyla hastaneye gitmeyi, herhangi birinden yardım almayı reddediyordu.
Daniel’e dönerek;
–Soğuk bir şey, buz falan koyalım, dedim. Birbirimizle “Nerde var ki?” diye bakıştık. Hemen karşımızdaki bina şefin eviydi. “Şeften iste!” dedim. O şefe giderken ben de kapalı bir şişe su getirip verdim.
–Bunu içebilirsin, bak kapalı, dedim.
Teşekkür ederek alıp, birkaç yudum içti. Biraz sakinleşmiş olsa da kimseyi yanına yaklaştırmıyor, sürekli “Uzaklaşın, lütfen uzaklaşın, yaklaşmayın!” diyordu. Biraz kendine gelince telefonu ile eşini arayıp kendisini almasını istedi. Az sonra, iyi dileklerle onu yolcu ederken ne kadar reddetse de eşine onu mutlaka bir hastaneye götürmesini söyledik. O ise bize “Uzaklaşın birbirinizden! Aranızda en az iki metre mesafe olsun!” diyordu.
Simone haklıydı. Korona Virüs aslında hepimizin dengesini bozmuştu, endişeliydik, tedirgindik. Herkes yanındaki arkadaşından korkar olmuştu. Her an yeni yasaklar bekliyorduk. Korona Virüsü, sosyal hayatın, ekonominin, bilimin, sanatın, dünyanın dengesini bozmuştu.

(Avrasya Akademi Online Kuray Hikâye Atölyesi, Mart 2020)

GECE GİBİ KARARDI HER ŞEY
Annem ve babam yurtdışında çalıştıkları için biz, dört kız kardeş Karabük’te anneannemin yanında kalıyorduk. Babam tatile yakın bir zamanda yazdığı mektupla kız kardeşimle benim okullar kapanınca köye, dedemlerin yanına gitmemizi istedi. Okullar kapandı ve biz bir yakınımızla gece terminalden otobüse binerek çok sevdiğimiz dedemin köyüne doğru yola çıktık.
Sabah bizi kapıda gören dedemle babaannem kısa süren şaşkınlıklarından hemen kurtularak bize sarıldılar. Çok acıkmıştık. Odanın ortasına hazırlanan yer sofrasında, büyük bir iştahla kahvaltımızı yaptık. Onlarda ayrı bir bayram havası vardı, biz de ayrı… Hemen köyü gezmek istiyorduk. Havası bile bir başka güzeldi köyümüzün. Hele buz gibi akan suyu yok mu? Üç yudumdan fazla içemiyorduk.
Dedemle birlikte evden çıktık. Köydeki son evleri de arkamızda bırakınca, önümüze çıkan kırmızı kiremitli, beyaz badanalı, üç sınıflı okul binasının yanından geçtik. Yol boyunca gördüğümüz sapsarı buğdaylar esen rüzgârla birlikte nazlı nazlı sallanıyorlardı. Karşımıza çıkan tarlada bellerine bağladıkları renkli peştamalları ile köyün kadınları vardı. Ellerindeki oraklar ile buğday biçiyorlardı. Başka yerlerde tırpanla erkekler biçermiş buğdayları, öyle okumuştum. Bizim köyde ise imece usulü ile kadınlar biçiyorlardı. Bu arada da hep birlikte mâniler söylüyorlardı. Daha önce böyle bir şey duymadığımdan onları dinlemek çok hoşuma gitti, oturup dinlemek istedim. Onlar buğday biçerken arkalarından erkekler biçilmiş buğdayları bağlayıp, bir araya topluyorlardı. Sonra hepsini kağnılara doldurup harman yerine getirdiklerini gördüm. Dedemin anlatmasına göre; her tarlanın buğdayları biçildikten sonra harman yerinde yığınlar halinde toplanırmış. Bazılarının harmanında üç yığın varken, bir başkasının harmanında beş yığın vardı. “Kimin evi kalabalıksa onun daha çok yığını var herhalde!” diye düşündüm. Akşam yemeğinden sonra dedem:
–Hadi yatın siz artık, yorgunsunuz. Hem yarın erken kalkmak gerekiyor, köye harman makinesi gelecek, komşunun yığınlarının buğdayla samanı ayırma işi var, dedi.
İlk defa gördüklerimiz ve gezdiğimiz yerler bizi bayağı yormuştu. Kardeşimle hiç itiraz etmeden yatmaya gittik. Gece yarısı ara ara komşumuz Bayram Dayı’nın köpeği Çomar’ın sesini duydum. Sanki kendi evleri ile bizim evin bekçiliğini yapıyor gibiydi. Kafamı kaldırıp, yatağın yanındaki pencereden dışarıya baktım. Her yer karanlıktı. Daha bizim köye elektrik gelmemişti o zamanlar… Sadece ay ışığı aydınlatıyordu ortalığı. Uykuya ne zaman yenik düştüm, bilmiyorum. Saat kavramı yoktu bizim köyde. Güneş doğarken kalkılır, güneş batarken, evlerin yolu tutulurdu.
Uykumuzun belki de en derin yerinde, odamızın kapısı kırılır gibi büyük bir gürültü ile açıldı. Dedem elinde bir tüfekle, paldır küldür içeri daldı. Neredeyse üstümüzden atlayarak camı açtı ve iki el ateş etti. Bir yandan da tüm gücü ile “Yangın var, yangın var!” diye bağırıyordu. Oradan diğer cama atladı. Yine iki el tüfek sesi, arkasından aynı bağırmalar… Ne olduğunu anlayamadık. Korkumuzdan ayağa fırladık. Yangın neredeydi? Yanıyor muyduk? Yansak alevler olmaz mıydı? En azından dumanı, kokusunu hissetmez miydik? Her yer neden karanlıktı? Dedem, o anda bizi nasıl korkuttuğunu düşünecek halde değildi.
–Çabuk hazırlanın, gidiyoruz, dedi.
–Dede yangın nerde? Nereye gidiyoruz, dedim.
–Yığınlar yanıyor kızım! Köylünün buğday yığınları yanıyor, dedi.
Başka bir şey soramadım. Dedem önümüzde yürümüyor, koşuyordu sanki. O önde, babaannem ve biz arkada harman yerine ulaştık. Sanki bütün köy oradaydı. Bu kadar insan, elektriğin, telefonun olmadığı bir yerde dedemin gayretiyle yangından haberdar olmuş kısacık bir sürede burada toplanmıştı. Anlaşılır gibi değildi. Her yer karanlıkken, harman yerleri alevlerin ışığı ile aydınlanıyordu. Herkes panik halinde koşturuyordu. Kimi su getiriyor, kimi yangının henüz ulaşmadığı buğdaylarını kurtarmaya çalışıyordu. O arada kenarda oturmuş, ağlayan birkaç kadın dikkatimi çekti. Elleriyle dizlerini dövüyorlardı. Yandaki büyük taşın üstünde yaşlı bir adam, sıkıca kavradığı kasketini kaybetmekten korkar gibi göğsüne yapıştırmış, sonuna kadar açılmış gözleriyle kurtaramadığı buğday yığınına bakıyordu. “Gitti!” diyordu. “Onca emeklerimiz boşa gitti.” O sırada yavaşça dedeme yaklaşan Bayram Dayı ilişti gözüme. “Muhtar!” dedi. “Sen bizi uyandırmasaydın hiç haberimiz olmayacaktı.”
O gece sabaha kadar hiç kimse uyumadı.
Güneş yavaş yavaş tepede yükselirken felâketin boyutu çıktı ortaya. Daha dün akşam burası, sapsarı başaklı buğday yığınları ile dolu iken, yüzlerin mutlulukla ışıldadığı bir yerdi. Bir gecede her şey yanmış, kapkara bulutlar tüm yürekleri sarmış, hayâller, umutlar yıkılmıştı.

(Avrasya Akademi Online Kuray Hikâye Atölyesi, Mart 2020)

UMUDA ÇEVİR YÜZÜNÜ
Bugün Pazar. Dün akşam, “Yarın erken kalkmam gerekmiyor.” diye düşünüyordum. Ama gel de sen bunu kurulmuş saat gibi kapımın önünde bekleyen iki kedime ve yatağın ayak ucunda kalkmam için homurdanan köpeğime anlat. Her ne kadar duymazlıktan gelsem de bu defa patileri ile kolumu, bacağımı tırmaladığı için mecburen kalkmam gerekti…
Balkona çıktım. “Oh! Mis gibi hava” diyerek temiz havayı ciğerlerime çekip yaşadığımıza bir kez daha şükrettim. Bahçedeki erik ağacımın çiçek açtığını “Bugüne kadar nasıl fark etmedim?” diye kendime şaştım. Kuş sesleri daha mı fazlaydı bugün, yoksa bana mı öyle gelmişti? Önce kapıda sabırsızlıkla bekleyen kedilerin mamalarını verdim. Merdivenlerden aşağıya inerek köpeğim Kira ile kısa bir gezintiye çıktım. Korona salgını yaşamı tehdit ettiği günden beri hayatımıza dair bir sürü yasaklar gelirken, Allah’tan henüz kısa yürüyüşlere çıkabilme imkânımız vardı.
Bizden üç ev ilerde, tam dondurmacının karşısında, iki katlı evin önündeki kırmızı boyalı banka oturmuş, dalgın dalgın düşünürken gördüm Ayşe Teyze’yi. Eşini seneler önce bir trafik kazasında kaybetmişti. İki oğlunu da evlendirince yalnız yaşamaya başlayan Ayşe Teyze, güler yüzlü ve hoş sohbet birisi olduğundan herkes gibi ben de severdim. Her karşılaştığımız da ayak üstü de olsa konuşurduk, onun da beni sevdiğini bilirdim. Öyle dalgın oturduğunu görüp te “Yanına uğramadan, geçip gitmek olmaz!” diyerek yanına yaklaştım.
–Hayırlı sabahlar Ayşe Teyze! Nasılsın, diye seslendim.
–Hayırlı sabahlar kızım, çok şükür bu günümüze! Ben iyiyim de canım çok sıkılıyor be kızım.
– Kötü bir şey yoktur inşallah!
–Yok, yavrum yok! Ama çocukları, torunları çok özledim. Şu Korona mı, her neyse yavrularıma hasret kaldım.
–Haklısın teyze, ama bu kötü günleri atlatabilmek için hep birlikte sabretmemiz lâzım, onlar senin iyiliğini düşündükleri için gelemiyorlardır. Bir şeye ihtiyacın olursa ben yine uğrarım, sen üzme kendini, dedim ve oradan ayrıldım.
Ayşe Teyze’ye öyle derken, aslında o ara benim yüreğimde de fırtınalar kopuyordu. Hasta babam her ne kadar biraz iyileşmeye başlamış olsa da aklım hep ondaydı. Gümrükler kapandığı için ziyaretine gidemiyordum. İspanya’da, salgının en yoğun olduğu şehirlerden birinde yaşayan büyük oğluma, ne “Gel!” diyebiliyordum ne de ben yanına gidebiliyordum. Diğer oğlum bizden yirmi kilometre uzaklıkta olmasına rağmen, o da bize bir zararı olur diye sık gelmek istemiyordu. Geldiğinde sıkıca sarılamıyordum, öpüp koklayamıyordum, kokusunu içime çekemiyordum doyasıya. Kızım, bir taraftan jimnastik dersi verdiği öğrencileri ile internet bağlantısı kurup sporlarını yaptırırken, diğer taraftan kendi tezini hazırlamaya uğraşıyordu. Onunla bazen kahvaltıda, bazen akşamları izlediğimiz filmlerle unutmaya çalışıyorduk yalnızlığımızı. Ara ara duygulandığım zamanlar ağlamak istiyordum ama buna da boğazımda takılıp kalan yumrular engel oluyordu. Sevdiklerime ulaşamayıp, onlara sarılamadıktan ve hatta duygulandığımda ağlayamadıktan sonra özgür olmanın ne anlamı vardı ki? Açık hava hapishanesinde gibi hissediyordum kendimi. Hep tedirgin ve bendeki beni tamamlayamayan eksik bir yanım vardı. Yarın ne olacaktı? Acaba sonraki günler de bizi daha neler bekliyordu?
Aslında evcimen biriydim, evimde olmak beni o kadar rahatsız etmiyordu. Ama dışarı her çıkışımda kapanan kepenklerin, çoğu boş geçen belediye otobüslerinin, ıssız yol ve çocuk bahçelerinin, eczane önündeki aralıklı sıralanmaların daha da arttığını gördüm. Felâketin soğuk nefesini her gün ensemde hisseder oldum. Evet, korkuyordum. Babamı, sevdiklerimi bir daha görememekten, yavrularıma bir daha sıkıca sarılamamaktan, onları doyasıya öpüp koklayamamaktan korkuyordum. Boşa geçirdiğim her dakikanın hesaplaşmasını yapıyordum kendimle. Üzdüğümden çok üzüldüğüm, kırdığımdan çok kırıldığım, ağlattığımdan çok ağladığım o zamanları keşke geri getirebilseydim. Ya da ileriyi daha iyi görebilseydim…
Hayatı boyunca özgürlüğü savunan ben, kafese kapatılmış bir kuş gibiydim. Basbayağı tutukluydum işte… Öyle veya böyle, insanın kendi kendisiyle hesaplaşacağı gün de geliyordu demek.
Başımı kaldırıp, masmavi gökyüzüne baktım. Dün kara bulutlarla kaplanan gökyüzünde, bugün güneş sıcacık kolları ile etrafa âdeta umut saçıyordu. Kafamı, bu zamana kadar gömdüğüm kumlardan çıkarmaya karar verdim. Belki evde tutukluydum, belki bir süre sevdiklerime dokunamayacak, onları koklayıp, öpemeyecektim. Ama biliyordum ki ben iyi olursam sevdiklerimde iyi olacaklardı, ben onlara ihtiyaçları olan enerjiyi, umudu verebilirdim. Belki de yeniden sevmeyi öğrenerek, affedebilmenin erdemine erişeceğimiz gün, bu gündü. Bir sokak çocuğunun başını okşadığımızda, o ışıl ışıl bakan gözlerindeki ışık, sokakta aç ve susuz kalmış can dostlarımıza vereceğimiz bir tas su, bir lokma ekmek bize merhametli olmayı yeniden öğretebilirdi.
Herkesin hayatı zaten zor geçerken, şu Korona denen salgının benim ruhumu da esir almasına izin veremezdim…

(Avrasya Akademi Online Kuray Hikâye Atölyesi, Nisan 2020)

GEÇMEYEN GEÇMİŞ
Kahvemi alıp balkondaki sallanan koltuğuma doğru ilerlerken güneş de aydınlatıcı sıcaklığını toplayıp, yavaş yavaş tepelerin arkasında kaybolmaya başlamıştı. Tatlı bir kızıllık kaplamıştı ufku. Ne kadar huzur vericiydi bugün her şey. Güneş, çocuklar ve torunlar… İşte tam da benim aradığım buydu.
Elimdeki kahveyi koltuğun yanında duran sehpaya bırakarak oturdum. Derin bir iç çekerek, elimdeki son yazdığım notlara bir göz attım.
“Başardım, evet ben, bunu da başardım.” diye kendi kendimle bir kez daha gurur duydum. Bugüne kadar hiçbir işten zor diye kaçmamış, “Ben bunu yapamam.” dememiştim. Sorumluluklarımın her zaman bilincindeydim. Aldığım tüm kararların ve verdiğim sözlerin arkasında durarak bugünlerime kavuşmuştum.
Duygu ve düşüncelerimin tam dokunaklı bir noktasında bir ses duyarak geri döndüm. Yedi yaşındaki torunum Işıl’ın, elinde gelinimin hazırlamış olduğu tabaktaki meyveleri düşürmekten korkarcasına dikkatli adımlarla bana doğru yaklaştığını gördüm. Bütün gün dışarda oynadığından kızaran yüzünü tatlı bir gülümseme kaplamıştı. Tabağı elinden aldım, masaya bıraktım. Kollarımı açarak:
“Sarıl bakalım babaanneye!” dedim. Gelip kollarıma bıraktı kendini, sarıldım sıkıca, öptüm kokladım. Ne güzel de kokuyordu yavrum, tıpkı yeni açan bir çiçek gibi! Yavaşça başını kaldırdı, o adı gibi ışıl ışıl bakan gözlerini gözlerime dikti.
“Babaanne! Çok mu yoruldun? Babam dedi ki: Sen dün gece çok az uyuduğun için bugün seni yormayacakmışız.”
Kucağımda, merakla benden gelecek cevabı beklediğini fark ettim. Elini avuçlarımın içine alarak bir daha öptüm.
“Ben iyiyim yavrum, merak etme!” dedim. Gözleri parladı.
“O zaman bana senden bir hikâye anlatır mısın babaanne?”
“Tabii ki anlatırım yavrum, gel şöyle yanıma otur bakalım.”
“Bundan seneler önce okulunu çok seven, büyüdüğünde öğretmen olmak isteyen bir kız varmış. Ortaokulun sonunda ailesi çok uzakta olduğu için okulunu bırakıp, yabancı ülkede yaşayan ailesinin yanına gitmek zorunda kalmış. Yabancı dil de bilmediğinden okulunu tamamlayıp öğretmen olamamış. Senelerce bunun üzüntüsünü gittiği her yerde yüreğinde taşımış. Evlenmiş, çocukları olmuş. Bundan sonra kendini çocuklarına adamış. Öğrencilerine öğretmek istediği her şeyi çocuklarına öğretmiş. Onların ellerinden tutup, bazılarının şaşırarak, bazılarının tebessümlü bakışları altında, ana vatanından uzak bir ülkede el ele gezerken sesli sesli ülkemizin marşlarını söyletmiş. Yüreğinden koparamadığı memleket aşkını, kültürünü, öğrenme ve öğretme duygusu ile birleştirip çocuklarına yaşatmak istemiş. Günler günleri, aylar ayları kovalamış, zaman su olup akmış. Yaşadığı tüm zorlukları, önüne çıkarılan tüm engelleri korkmadan, umudunu kaybetmeden ve asla vazgeçmeden atlatmayı başarmış. Ama içindeki okuma, yazma isteğini hiç kaybetmemiş. Ortaokulda başlayıp, evlendikten sonra uzun bir süre ara verdiği şiir dünyasına dönmüş yeniden. Yazmak, daha çok yazmak istemiş. Geçmişini unutmak istemediği gibi, çocuklarına ve gelecek nesillere bir ışık, bir iz bırakmak istiyormuş.”
“Kızım, bana bir bardak su getirebilir misin?”
Işıl’ım koltuktan atlayıp mutfağa doğru koşarken, ben de gözümde biriken yaşları siliyordum. Döndüğünde uzattığı sudan birkaç yudum alarak kaldığım yerden devam ettim.
“Bir gün birkaç arkadaş toplanıp şehir kütüphanesine kültürel bir gezi düzenlemişler. Çok ilgisini çekmiş gördükleri. Dünden ve bugünden birçok eserlerin duvarlarda sergilenmiş olduğunu görmüş. Ama en çok dikkatini çeken şey “Avrupa’daki Göçmen Türkleri” anlatan küçük bir bölümmüş. Dakikalarca başından ayrılamamış, en küçük noktasına kadar okumuş. Bir boşluk hissetmiş içinde. Bir eksiklik duymuş hayatında. Bugüne kadar hayatı hiç sorgulamadığını düşünmüş. Bir şehir kütüphanesinin küçücük bir duvarına sığdırılmış bu hayatları merak etmiş ve bir şekilde bu hayatlara ulaşıp onların geçmişlerine dokunabilmeyi istemiş. Birkaç yazı denemesinden sonra bırakmış, başaramamış. Çünkü eğitimine devam edemediği için yeterli birikimi yokmuş. İşte, tam bu boşlukta tanışmış “Kuray Yazarlık Atölyesi” ile. Fazla düşünmeden katılmaya karar vermiş. Çünkü beyni öğrenmeye, bilgiye açmış hâlâ, amacına ulaşabilmek, o insanların hayatlarına bir nebze olsun dokunabilmek için önce bilgiye doyması gerekiyormuş. Titiz bir çalışma ve öğretmenleri sayesinde çok güzel yazılar yazmaya başlamış. Kelime dağarcığı ile bilgi hazinesi de büyüdükçe büyümüş. Yazıları bulunduğu bölgenin sınırlarını aşarak Türkiye dahilinde de aranılıp, en çok okunan eserler arasında yerini almış. En son Avrupa’daki göçmenleri anlatan kitabı “Geçmeyen Geçmiş” kütüphanelerde yerini alırken, her evde de okunan bir kitap olmuş.
Sonunda amacına ulaşabilmenin, gelecek nesillere dünden ve bugünden bir ışık bırakabilmenin mutluluğunu yaşamış.”
Sözümü burada noktalayıp beni pür dikkat dinleyen torunuma sevgiyle sarıldım tekrar. Başını kaldırıp, yüzüme baktı, uzanıp o bembeyaz, masum elleri ile gözümdeki iki damla yaşı sildi.
“Babaanne, ağlama sakın!” dedi.
O an ona; her şeyin bitti denildiği yerde, yeni bir başlangıçla yeniden hayat bulabileceğini, bir şeyler başarmak istiyorsa asla vazgeçmemesi gerektiğini anlatmak isterdim. Devamını bir başka hikâyede, başka bir gün anlatmak için sustum, saçlarını okşayarak sadece:
“Mutluluktan kızım.” dedim. “Yanımda olduğunuz için çok mutluyum, hepinizi çok seviyorum.”

(Avrasya Akademi Online Kuray Hikâye Atölyesi, Nisan 2020)

DEĞER MİYDİ ?
Dokuz saatlik iş gününün ardından koşar adımlarla caddenin karşısındaki alışveriş merkezine doğru ilerledim. İşten çıkanların yoğun olduğu akşam kalabalığına takılmadan hemen alışverişimi yaparak, bir an önce eve gitmek istiyordum. Çocuklar bütün gün evdelerdi, acıkmışlardı mutlaka.
Cüzdanımı, market arabası almak için bozuk para çıkarmaya çalışırken yere düşürdüm. Neyse ki daha ben yere eğilmeden yanımdan bir el uzandı ve cüzdanımı alıp bana verdi. Başımı çevirip bakınca otuz, otuz beş yaşlarında bir adam gördüm. Telaşla hemen teşekkür edip, acele acele alışverişime döndüm. Aklım evdeydi. Bir an önce yemeği yapıp, evde beni bekleyen diğer işlere yoğunlaşmam gerekiyordu.
Aldıklarımı sepetime yerleştirip dışarı çıktım. Arkamdan birinin “Bir dakika bekler misiniz?” diye bağırması üzerine geriye dönüp baktım. Bir şey mi unutmuştum acaba? İçerden koşarak gelen Gülten’di. Eşinden iki sene önce boşanınca kasiyer olarak burada işe başlamıştı. İki çocuğu ile iş yerine yakın bir yerde yaşıyordu. Bir an şaşkınlıkla bekledim, ben onun çalıştığı kasadan çıkmamıştım ki; ne yanlış yapmış veya unutmuş olabilirdim? Bir an bana baktı, sonra koşarak yanımdan geçti.
–Hayırdır Gülten, bir şey mi oldu?
–Seninle ilgisi yok ablacım! Başkası…
Koştuğu yöne doğru baktığımda birinin kolundan tutup, geriye doğru çekmeye çalıştığını gördüm.
–Ne oldu Gülten?
–Hırsızlık yaptı abla, ödemeden kaçtı.
O, adamı markete geri çevirmeye çalışıyordu, adam da ondan kurtulmaya. İtiş kakış esnasında adam yüzünü bir an benden tarafa döndü. Siması tanıdık geldi, ama nerden tanıyordum? Evet ya… Bu, o işte! Markete girmeden önce düşürdüğüm cüzdanımı alıp, bana veren adam! Şaşkınlıkla bir an ne diyeceğimi bilemedim. Bu arada onların tartışmaları ciddi boyuta ulaşmıştı. Gülten artık konuşmuyor, bağırıyor, zorla onu markete geri getirmek istiyordu. Adam bu esnada kaçıp kurtulmak için Gülten’i iterek yere savurdu. Vazgeçmedi Gülten! Tekrar kalktı, yine yapıştı adamın kollarına. Bu defa daha sert bir şekilde yere savruldu. Yardım etmek istedim ama adam iyice asabileşmişti. Etrafıma bakındım, görünürde kimseler yoktu. Hemen markete geri koştum. Bir kasiyere hemen polis çağırmalarını, Gülten’in dışarda bir adam ile kavga ettiğini söyledim. Tekrar geriye döndüğümde bir arabanın parka girdiğini gördüm.
–Yardım edin, lütfen yardım edin! diye bağırdım.
Gülten yere savrulunca elleri kanamış, pantolonu dizlerinden yırtılmıştı. Hâlâ adamla mücadeleye devam ediyordu. Gelen arabadan genç ama iri yarı bir adam indi ve hızlı adımlarla onlara yaklaştı. Hırsızın bir kolundan yakalayarak arkasına doğru geri kıvırdı, diğer eli ile de hızla başını yere eğerek markete geri götürdü. Gülten’i yerden kaldırdım.
–İyi misin?
Gülten ancak o zaman elinin acısını, dizlerinden yırtılan pantolonunu fark edebildi.
–Sağ ol abla! İyiyim, merak etme, dedi.
Bu arada hırsızı yakalayan adam ve marketin şefi adamı gelen polislere teslim ettiler. Polisler, adamın “Daha önce başka bir yerde de alkol aldığını ve yaptığı uygunsuz hareketler yüzünden oradan dışarı atıldığını, hakkında zaten şikâyet olduğunu,” söylediler. Oysaki, az önce dışarda cüzdanımı yerden alıp, bana verirken gözüme ne kadar da iyi yürekli, normal biri gibi görünmüştü. İçerde olayı duyan birkaç kasiyerde yanımıza geldi. Neler olduğunu sordular. Gülten’in orada anlatmasına göre, adamın; hiçbir şey almamış gibi kasadan boş geçtiğini görünce, ceketinin altına sakladığı viski şişesini fark etmiş, hemen kasasını kapatıp peşinden koşmuş. Kimi onu bu cesareti için tebrik ederken, kimi de yaptığının çok yanlış olduğunu söyledi. Yaptığının yanlış olduğunu düşünenler aslında haklılardı. Şimdi çok ucuz atlatmıştı ama çok kötü bir şekilde de sonuçlanabilirdi. Böyle bir şey belki de hayatına mâl olabilirdi.
Hırsızı polise teslim ettikten sonra yanımıza gelen marketin şefi Gülten’e sorumluluk taşımasından dolayı teşekkür etti. Maddi ve manevi gelişen tüm zararların hırsız tarafından karşılanacağını açıkladı. Bir daha böyle bir durumla karşılaşırsa; kendisini tehlikeye atmadan, hemen haber vermesi gerektiğini söyleyerek rapor alması için bir doktora gönderdi.
Ben ise acele eve gitmem gerektiğini unutmuş, Gülten’e bir şey olmadan hırsız yakalandığı için rahatlamıştım. Şimdi eve gidip, kaldığım yerden günün yoğunluğuna devam edebilirdim.

(Avrasya Akademi Online Kuray Hikâye Atölyesi, Nisan 2020)

HENÜZ BİTMEDİ
Aylardır süren durgunluk tam olmasa da yavaş yavaş yerini normal günlük temposuna bırakıyordu. Sabah erken kalkıp yola çıktığınızda işe giden bisikletlileri ya da arabaları, içinde tek tük insan olsa da belediye otobüslerini görmek mümkündü. Herkes içten içe bir rahatlama ile kendisini daha güvenli hissetmeye başlamıştı. En azından aile fertleri ile buluşmaları, on kişiyi geçmemek şartı ile grup toplantıları serbest bırakılmış, kuaförler de dahil olmak üzere restoranlara ve küçük iş yerlerine belirli tedbirler çerçevesinde tekrar iş başı yapmalarına izin verilmişti. Hele bir de okullar, parklar açılsın, çoluk çocuk bayram etsin, işte o zaman değmeyin keyfimize deniyordu…
Ama maalesef olay o kadar basit değildi.
Bu Korona denen virüsten ne zaman tamamen kurtulabileceğimiz hakkında kimse kesin bir şey söyleyemiyordu. Her ne kadar herkes elinden geleni yapmaya çalışsa da tam olarak yok olmuş değildi, kolay kolay da gideceğe benzemiyordu. Hükümet yetkilileri her yerde olduğu gibi Avusturya’da da geniş önlemler aldılar ve her şeyden önemlisi halkın yanında oldular. Salgının ilk ortaya çıkmasıyla biz de dahil, çoğu iş yerleri kısa dönem çalışmaya girdi. Çalışan meslek grupları sadece sağlıkçılar, gıda üretim ve alışveriş merkezleri, temizlikçiler, eczacılar, benzin istasyonları ve güvenlik güçleri oldu. Kısa çalışmaya giren tüm işyerlerine devlet desteği ulaştı. İş yerlerini kapatan küçük işletmecilerin çıkardığı işçiler yine devletten bir miktar kesintili de olsa paralarını alabildiler. Peki, bu durum daha ne kadar sürebilirdi? Ülke ekonomisi ne kadar daha bu yükü sırtında taşıyabilirdi? Kimse bilmiyordu.
Restoranlara çalışma izni verilince evde kalmaktan sıkılan birkaç arkadaşın organizesi ile toplanıp hafta sonu iftarı dışarda yapmaya karar verdik. Almamız gereken tedbirlere de uyarak dörder kişilik gruplar halinde masalarımıza yerleştik. Bir süre sonra, sohbet sırasında yanımda oturan Canan bana dönerek:
–Ya, haberin var mı? Fatma’nın babası vefat etti, dedi.
–Ne diyorsun, Mehmet Dayı öldü mü?
–Dün gece ölmüş. Yurt dışına çıkmaya izin verilmediği için gidemedi de zavallı. Öyle ağlıyor ki, içim sızladı.
Mehmet Dayı benim Avusturya’ya geldiğim senelerde tanıdığım, babamdan birkaç yaş büyük, iyi biriydi. O zamanlar eşi, iki kızı ve iki oğlu ile beraber yaşıyordu. Gurbetteki ilk arkadaşlarım da onun çocukları olmuştu. Seneler sonra, çocuklar evlenince tıpkı annem ve babam gibi onlarda Türkiye’ye dönüş yaptılar. Eşi Emine Yenge yakalandığı Alzheimer hastalığı sonrasında yaklaşık iki sene önce vefat etmişti. Hem köylümüz hem de sevdiğimiz aile dostlarımızdı. Demek şimdi de Mehmet Dayı vefat etmişti…
Korona salgını yüzünden ziyaretlerimiz her ne kadar yumuşasa da yine de kısıtlıydı. Bu yüzden ertesi gün Fatma’yı arayıp baş sağlığı dileklerimi sunarken her ikimizde fazlasıyla duygusallaştığımızdan karşılıklı ağlaştık. Sonra diğer kardeşlerini arayıp aynı dileklerimi ilettim. Ne kadar zordu böyle bir zamanda gidip eşini, dostunu ziyaret edememek… Mehmet Dayı’nın vefatı ile bir tarih daha göç etmişti bu diyarlardan. Sıkıntılı ve huzursuzdum. Zaten günlerdir de öyle değil miydim? On gündür gördüğüm rüyaları bunun habercisi olarak yorumladım. Ama niye hâlâ içimde sıkıntı vardı?
Pazar günü, günlerce yağan yağmur dinmiş, etrafa sanki biraz ferahlık yayılmıştı. Telefonum çalınca babamdan gelen görüntülü arama isteğini gördüm, biraz da şaşırarak hemen açtım. Şaşırdım, çünkü her gün gazetesini okuyan, günlük bulmacasını çözen babam görüntülü aramayı bir türlü çözememişti. Bu esnada telefon da kapandı, tekrar geri aradım, açan olmadı.
Merak ederek eşini aradım. O da “Babamın yine hastalandığını, hastaneye kaldırmak için ambulansı aradığını” söyleyince peşinden Türkiye’deki kız kardeşimi aradım. O da karakoldan izin alarak babama gitmek için yola çıktığını söyledi. Bundan sonra telefon trafiği durmadı aramızda. Dört bir yanda gelen giden telefonlar, endişeler, korkular… Bir yandan yapılan tahliller, testler ve alınamayan sonuçlar…
Sonunda babam hastaneye yatırıldı. Üç gün ne yemek verdiler ne de bir yudum su. Aylardır hasta olduğundan dışarı çıkamayan babam maalesef bu süreçte oldukça asabileşmişti. Şimdi üstüne üstlük ne yemek vardı ne de su… Kardeşim bugün bir resmini çekip göndermiş hepimize, görünce başımdan aşağıya kaynar sular döküldü sanki. O iri yarı adam gitmiş, neredeyse kemik yığını kalmıştı. En kötüsü de babam orada hastanede yatarken biz de burada tutuklu kalmıştık. Kimse yerinden kımıldayamadığı gibi elimizden hiçbir şey de gelmiyordu. Kardeşim, kendisi de risk grubundayken babamla ilgilenmek zorunda kalıyordu, gerçeği söylemek gerekirse biz babamdan çok onun için endişe ediyorduk. Ambulansın direk olarak Haydarpaşa Pandemi Hastanesi’ne getirdiği babamın, çok şükür Covit 19 olmadığı anlaşıldı. Hafta sonu ve dört günlük sokağa çıkma yasağından mıdır nedir; anlayamadığımız bir konu da hastanede yardım edecek hiçbir hasta bakıcısının olmamasıydı.
Herkes bir şekilde yaşamını devam ettiriyordu; evet, ama gurbetçinin asıl belini büken gümrüklerde giriş ve çıkışların hâlâ yasak olmasıydı. Bırakın tatile gitmeyi, kimse ne cenazesine ne de bir hastasına gidebiliyordu. Rahmetli dedem köydeki evinde yalnız yaşarken vefat etmişti. Babamın da bu yüzden en büyük korkusu, yalnız kalmak ve Allah korusun bir gün yalnız ölmekti. Zaten annemin vefatından hemen sonra yanlış bir evlilik yapmasının da sebebi bu değil miydi? Neyse ki şimdiki eşi iyi biriydi de gözümüz arkada kalmıyordu. Annem, hep sağlığında “Bana bir şey olursa babanıza iyi bakın.” diyerek babamı bize emanet etmişti. Etmişti de hani biz neredeydik? Ağabeyim hem risk grubunda hem de seyahat yasağı olan bir şehirde yaşadığından gelemiyordu. Her şey yine risk grubundaki kardeşimin omuzlarına yüklenmişti.
Bütün dünyayı kasıp kavuran Korona virüsü yüzünden oluşan yasakları aşabilmemize imkân yoktu. Geceler boyu gördüğüm kabuslar yüzünden bozulan uyku düzenim umurumda değildi. Her kafadan ayrı bir ses çıkıyordu virüse dair. Ne yapabilirdik, kime inanacaktık? Allah’tan umut kesilmez deyip her gün babam ve tüm hastalar için dua ederken onlara bakanları da unutmuyor, sağlık, sabır, güç ve kuvvet diliyordum.
Elbet bir gün, bu kötü günler de geçecek, her şey çok güzel olacaktı.

(Avrasya Akademi Online Kuray Hikâye Atölyesi, Mayıs 2020)

YEŞİL KÜVET
Elif teyze, önündeki sehpanın üstünde duran çayından bir yudum daha aldı. Gözlerini bir noktaya sabitleyerek uzun uzun baktı. Kim bilir şu an aklından neler geçiriyordu? Neler sığdırmıştı o güzel yüreğine de sessiz sedasız süzülen iki damla yaş yanaklarını ıslatmıştı? Yüzünü çevreleyen saçlarını böylesine beyazlatan anılar hangi zamanın çizgisini taşıyordu?
Dolan gözlerine baktıkça merakım daha çok artıyor, her şeyi anlatsın istiyordum. Yaralı yüreğini daha çok kanatmamak için bekleyecektim. Kapattı gözlerini, sanki bir rüya alemine daldı, gitti. Belki de şu an yakaladığı sadeliği, huzuru kaybetmekten korkarak bir süre etrafı dinledi. Evin önündeki, seneler önce kendi elleri ile diktiği çam ağaçlarının tepesindeki kuş sesleri ve rüzgârın ağaç yapraklarını okşayarak çıkardığı sesler dışında çıt çıkmıyordu. Bahçeyi, yola paralel bir şekilde boydan boya kaplayan beyaz ve mor leylâkların mis gibi kokusunu rüzgâr bize kadar ulaştırıyor, aramızdaki sessizliğe ayrı bir gizem katıyordu.
Başını başka bir tarafa çevirdiğini görünce, bakışlarını takip ederek baktığı noktayı bulmaya çalıştım. Karşımızdaki iki katlı, beyaz badanalı evin çatısında bir çift kumru vardı. Elif Teyze onlara bakıyordu. Dakikalarca baktı. Sonra benim orada olduğumu birden hatırlamış gibi bana döndü.
–Bak! Kumrular bile çift yaşıyor. Ayrılık zor. Sevdiklerin hayattayken onlara hasret yaşamak öyle zor, öyle acı ki…
Belli ki o yorgun yüreği doluydu. Anlatsa rahatlar mıydı acaba?
–Anlatmak ister misin Elif Teyze, dedim.
Soğumuş çayından bir yudum içti, yüzünü buruşturdu.
–Oldum olası hiç sevmem soğuk çayı, dedi. Çay dediğin; insanın içini ısıtmalı, sıcak bir dost muhabbetini, bir çocuğun parlayan gözlerini, sevgilinin sıcacık nefesini hatırlatmalı.
Sustu, düşündü bir süre.
–Ben Avusturya’ya çok küçükken geldim. Annemle babam bir evin tek odasında kalıyorlar, mutfağı evin diğer odasında kalan aile ile birlikte kullanıyorlardı. Benim ayrı bir odam yoktu. Mutfağa açılan oda kapılarının tam karşısında mutfak lavabosu vardı. İki ailenin mutfak dolapları ayrıydı. Mutfakta hazırladığını her aile kendi odasında yediğinden kimsenin oturmadığı bir yemek masası, onun da arkasında benim için hazırlanan tek kişilik bir yatak vardı. Yatağın önünde; tavandan yere kadar inen kalın perde, mutfakla benim alanımı ayırıyordu. Oturum vizesi alabilmem için eve gelen Avusturya polisi yan kapıdaki kiracı ailenin tüm itirazlarına rağmen “Yaşımın daha küçük olduğunu ve mecburen ailemle kalmam gerektiğini,” belirterek mutfakta yatabileceğimi söyledi. Bir sene sonra yandaki aile taşınınca babam o odayı da kiraladı. Böylece iki oda, bir mutfak evimiz oldu. Ben de mutfakta yatmaktan kurtulup, oturma odasındaki açılınca tek kişilik yatak olan kanepeye geçtim.
O zamanlar gözümüze saray gibi görünen evimizin banyosu yoktu! Banyosu yoktu ama nerdeyse küvet büyüklüğünde yeşil bir leğenimiz vardı. Gerektiğinde yatak odasında ya da mutfak da kullanılırdı. Ben genelde akşam saatlerini seçerdim. Hiç unutmam; bir akşam plastik küvetimizi doldurmuş içine girmiştim. Kısa bir süre sonra kapı zili çaldı, kapı açıldı, içeriden yabancı erkek sesleri gelmeye başladı. Birileri bir şeyler söylüyor, annem de bildiği birkaç kelime Almancası ile bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. Neler olduğunu anlayamadığımdan merak ve endişe ile ses çıkarmadan korkuyla bekliyordum. Sesler yaklaştı, biri oda kapısının kolunu tutarak içeri girmek istedi. Zavallı annem yarı Almanca yarı Türkçe, benim içerde banyo yaptığımı anlatmak istiyordu. Polis olduklarını sonradan öğrendiğim adamlar, açmam için kapıya vuruyorlardı. Sonunda annemin “Kızım dışarı çık, bunlar odaya bakacaklarmış.” diye seslendi. Kapıyı açtım. Saçlarım ıslaktı. Biri hemen odaya daldı ve sağa sola baktı. Ortada içi köpüklü su dolu, yeşil bir leğen duruyordu. Polis tebessümle suratıma bakarken ben utançtan yerin dibine girmiştim. Beş dakika sonra özür dileyerek gittiler.
Gece vardiyasında çalışan babam gelince olanları anlattık. Ev şirket evi olduğu için o da ertesi gün patronuna neler olduğunu sormuş. O da polisi arayıp bilgi isteyince olay anlaşılmış. Son zamanlarda “kaçak” diye nitelendirdikleri; oturma vizesi olmayan kişilerin sayısında artış olmuş. Akrabaları yardım amacıyla bu kişileri evlerinde barındırırlarken para karşılığında saklayanlar da çokmuş. O yüzden sık sık böyle baskınlar yapılıyormuş. Biz de yabancı aile olduğumuzdan baskına maruz kalmışız.
Elif Teyze, esen rüzgârdan korunmak ister gibi omuzlarına aldığı battaniyeye daha sıkı sarıldı.
–İşte böyle, dedi. Ben hayatımda ilk defa o gün yabancı olduğum için aşağılandığımı hissettim. O günden sonra bir daha evimize baskın olmadı. Ancak başka yerlere her gün asılsız baskınlar yapılıyor insanlar aşağılanıyordu. Kanun ve kural buydu. Ülkenden uzakta yaşamak zorundaysan ikinci hatta üçüncü sınıf insan muamelesi görüyordun.
Gurbette zaman, yer ve mekân değişse de çoğu şey aynı kalıyor. Çocuklar büyüyor, herkes kendi yolunu çiziyor. Ailemiz büyüdü diye sevinirken bir bakıyorsun yine tek başınasın. Yalnızlık insanı sarmalayınca vatanı ve sevdiklerini daha çok arıyor, buram buram özlem soluyorsun.
Sanki o günlere geri dönmüş gibi sesi titriyordu Elif Teyze’nin. Suskunluğun ne çok şey anlattığını ikimiz de biliyorduk. Bir süre sustuk. Sustuk, çünkü yaralarımız aynıydı. İkimiz de sevdiklerimizden ayrıydık ve onların hasretleriyle yaşıyorduk. Karşımızdaki tepenin arkasına inen güneş, ardında harika bir kızıllık bırakmıştı. Kulaklarımızda güneşin bizi hayata bağlayan umut yüklü sesi vardı. “Gidişim gözünüzü kamaştırmasa da dönüşüm aydınlık olacak, hâlâ yaşanacak güzel günler var.” diyordu.

(Avrasya Akademi Online Kuray Hikâye Atölyesi30 Mayıs 2020)

ERKUT DİNÇ

Hollanda


20 Şubat 1981’de Hollanda’da doğdu. Sağlık sorunlarından dolayı öğrenime devam edemedi. Kitap okuyarak, yazarak, müzik çalışarak ve spor yaparak kendini geliştirmeye çalıştı. Türk Federasyona bağlı Hollanda Eindhoven Ülkü Ocağı Turan Vakfı Türk Kültür merkezinin gençlik kolunda, sonra da Turan Vakfı yönetiminde görev aldı.
Halen gönüllü olarak Hollanda Awesome Giyim Alışveriş Atölyesi Vakfında çalışmakta ve Avrasya Yazarlar Birliğinin düzenlediği Avrasya Akademi Online Kuray Hikâye Atölyesi katılımcısı olarak yazarlık dersi almaktadır.

HİKÂYE:
Buraya Kadar mıydı?
Söz Veriyorum
Sinek İlacı
Lanet Korku
Hayatın Kötü Sürprizi
On Yıl Oldu
Uyum ve Hasret
Adı Selim
İftar Vaktinde Gelen Telefon
Kalbim Seninle Marieke
Nasıl Bu Hale Geldi?
Bir Babanın Günlük Defteri
Eva’yı Unutamayacaktım

BURAYA KADAR MIYDI?
Her yer karanlık, üzerimde sanki dünyanın bütün yükü var.
Kollarımı ve bacaklarımı kıpırdatamıyorum.
Ne oldu bana, neden gözlerimi açamıyorum?
Bir ses duyuyorum, yukarıdan geliyor.
Telaşlı bir şekilde yüksek sesle konuşuyorlar:
“Enkazın altında başka İnsanlar da olabilir, aramaya devam edelim.”
Ne enkazından hangi insanlardan söz ediyorlar?
Başım çok fena ağrıyor.
Şimdi hatırlıyorum, dün gece her yer sallandı ve bir anda sanki kıyamet koptu. Ne olduğunu anlayamadan her şey üzerimize çöktü. Bağırışmalar dışında hiçbir şey hatırlayamıyorum.
Aman Allah’ım! Ben yıkılan binanın altındayım. Bağırmalıyım. Sesimi yukarıdakilere duyurmalıyım.
“İmdat! İmdat!” diye sesimin çıktığı kadar bağırdım.
Beni duymuyorlardı.
Enkaz altında ölmek istemiyordum. Böyle ölmeyi hiçbir insan istemezdi.
Niye böyle şeyler düşünüyordum ben? Umutluydum. Hayallerimden vaz geçmiyordum. Kurtulacaktım. Okuyacaktım. İyi bir mesleğe sahip olacaktım. Mutlu mesut bir yuva kuracaktım. Nişanlımın bu şehirde olmadığına seviniyordum. O güvendeydi.
“Yaşamak buraya kadar mı?” diye düşünürken bu defa yakından gelen sesler duydum.
“İmdaat! İmdat!” diye bağırmaya başladım.
Beni duydular. “Sakin ol! Seni kurtaracağız!“ dediler.
Bedenimdeki acılar zaman geçtikçe çoğalıyordu. Ruhumu acıtacak kadar artmıştı.
Ne kadar dayanabileceğimi bilmiyordum.
Kendim ve enkaz altında kalan bütün insanlar için dualar ediyordum.
Kabir azabı böyle bir şey olmalıydı.
Gözümün önüne nişanlım geldi. Onunla yaşayacağımız güzel günleri düşündüm. İnsan böyle durumlarda bile hayâl kurabiliyordu. Herkes mi, yoksa tek ben mi böyleydim?
Enkaz altındakilerin seslerini de duyuyordum. Acılar içinde kıvrandıkları seslerinden anlaşılıyordu.
Yukarıdakilerin sesleri bir uzaklaşıyor bir yaklaşıyordu. Sesler uzaklaştıkça umudum azalıyor, üzülüyordum; sesler yaklaştıkça kurtulacağımı düşünüp seviniyordum.
Başımdaki ağrı giderek şiddetleniyordu. Ruhum daralıyor, kalbim sıkışıyor, ölümün yaklaştığını hissediyordum.
Daha yakından bir ses… Bana sesleniyorlardı. Bana adımla sesleniyorlardı. Yukarıda mutlaka benim enkaz altında olduğumu bilenler vardı. Çalışıyorlardı.
“Dayan, seni kurtaracağız!” diyorlardı.
Ancak gözlerim kararmaya başlamıştı.
Dayanırsam kurtulacaktım.
Dayanmak nasıl oluyordu ki…
“Bizi duyuyor musun?” diyorlardı.
Onları duyuyordum, cevap veremiyordum.
Dayanırsam kurtulacaktım.

(Avrasya Akademi Online Kuray Hikâye Atölyesi, Şubat 2020)

SÖZ VERİYORUM
Bugün yine şiir yazmaya başlarken düşüncelere daldım.
İnsanların bana karşı önyargılı olmaları, engelli muamelesi yapmalarını düşününce yüreğim yine acıyla doldu.
Şükür ki önyargılı yaklaşmayan, sohbet edebildiğim kalbi güzel, anlayışlı insanlar da vardı. Bu insanlardan biri de Meltem idi… Aşık olduğum güzel kız.
Ona şiirlerimi okurdum ama kendisi için yazdıklarımı değil… Çünkü kızacağından korkardım. “Sen ameliyatlısın, engelliler için özel okula gittin ve şimdi malulen emeklisin!” diye kusurumu yüzüme vuracağından korkardım.“
Bir gün parkta yürüyorduk…
“Beni seviyorsun değil mi?” diye sordu.
“Seviyorum tabi, arkadaşız biz.” diye cevap verdim.
Yüzüme baktı.
“Sadece arkadaş olarak mı?”
Ne diyeceğimi şaşırdım, korktum da.
“Duygularını saklayıp kendine eziyet etme; bana aşık olduğunu biliyorum.”
Meltem’in gözlerine baktım. Önce “Acaba alay mı, yoksa ciddi mi?” diye anlamaya çalıştım. Umutlandım. Sonra; “Evet sana aşığım, seni çok seviyorum Meltem. Ama bunu sana söylemekten hep korktum. Bir türlü söyleyemedim.”
Meltem gözlerini kıstı, yere doğru baktı.
“Kızdın mı?” dedim.
“Hayır kızmadım, ben de seni çok seviyorum.” dedi. Yüzü pembeleşmişti. Utanmış mıydı? Eve dönmesi gerektiğini söyleyerek yanımdan ayrıldı.
Gözden kayboluncaya kadar ardından baktım. Tam olarak sevinemedim. Çünkü cevabı içten değildi, hislerim bana samimi olmadığını söylüyordu. Bir türlü sonu gelmeyen tedavi sürecimin artık bitmesini herkesten çok ben istiyordum.
Babamla birlikte sağlık kontrolüm için gittiğimiz doktora sordum: “Bu tedavi daha ne kadar devam edecek? Artık yoruldum. Bir daha ameliyat olmak ve yıllarımı hastaneler de geçirmek istemiyorum.”
Doktor, anlayışla yüzüme baktı, biraz düşündükten sonra cevap verdi:
“Seni anlıyorum. Son ameliyattan sonra birkaç kez daha durumuna bakacağız, ondan sonra karar vereceğiz.” Görüşme bittikten sonra eve geldik. Meltem’in parkta söyledikleri de aklımdan çıkmıyordu. Beynime ağır gelen bu düşüncelerimi biraz olsun hafifletmek için yazmak ihtiyacı duyuyordum. Odama çıkıp yazmaya başlarken telefonuma mesaj geldi; Baktım Meltem’den geliyordu.
“Bana aşık olduğunu çoktan anlamıştım, şımarıklık edip senden duymak istedim. Ama pişman oldum, keşke sormasaydım, bunun için kendime çok kızıyorum çünkü sen iyi insansın sevmeyi ve sevilmeyi hak ediyorsun. Şunu bil ki ben seni bir arkadaş olarak seviyorum. Ayrıca yakında başka semte taşınacağız… Belki böylesi daha iyi olur; bunu da bildirmek için yazdım. Sakın dert edip kendini üzme olur mu? Hoşça kal.”
Derin nefes alarak cevap yazdım: “Ah Meltem… Ben hissetmiştim zaten, bu mesajı yazmasan da olurdu. Kızmıyorum sana ve söz veriyorum; Kendimi üzmeyeceğim.”
Omzuma bir el dokundu, ani hareketle döndüm, annemdi.
“Yine dalmışsın düşüncelere… Seslendim duymadın; hadi gel sofra hazır.” dedi.
“Tamam, geliyorum anne.”
Annem şiir defterime bakıp gitti. Ben, kalbimde hüzünle, yüzümde acı bir tebessümle Meltem’e yazmak istediğim son şiiri yarım bırakıp kalktım.

(Avrasya Akademi Online Kuray Hikâye Atölyesi, Mart 2020)

SİNEK İLACI
Saat sabahın sekizi oldu, bugün biraz daha uyuyayım dedim ama yağmurun sesi ve şimşek gürültüsü yüzünden uyuyamadım.
Hayme yine benden önce kalkmış, kahvaltı hazırlıyordu.
Hayme erken kalkmayı sever. “Çok uyumak insanın ömründen alıyor.“ der.
Yatağımdan kalkarken Hayme aşağıdan seslendi. “Uyandın mı, uyandıysan gel kahvaltını et!“
Giyindim, aşağıya indim, sofraya oturdum.
Hayme her sabah olduğu gibi yine mükemmel bir kahvaltı sofrası hazırlamıştı.
“Ah Hayme, ben senin hakkını nasıl ödeyeceğim?“ dedim.
“Kahvaltını et kahvaltını.“ diyerek güldü.
Evli oğlumuz gelin ve çocuklarla başka bir şehirde kalıyordu. Özlemiştik.
“Aylardır ses seda yok, belli ki işleri yoğun. Bir fırsat bulup gelseler de hasret gidersek.” dedim.
“Sahi ne kadar oldu taşınalı?”
“Üç ay, fakat bana üç yıl kadar uzun geldi.”
“Bana da…”
Kahvaltımızı ellerimizde büyüyen torunlarımızı düşünerek yaptık. Oğlumuz ve gelinimiz iki şehir arasını yıllarca gidip dönmekten iyice yorulmuşlar yıpranmışlardı. Sonunda bizim de iznimizi alarak işyerlerinin bulunduğu şehre taşınmışlardı. Şimdi rahattılar. Aslında onların daha az yorulduklarını düşünerek biz de mutluyduk. Ancak onları çok özlüyorduk.
“Evde bir sinek gördüm, yakalayamadım. Sinek ilacı al!“ dedi Hayme.
Hayme sinek konusunda çok hassastı. Odada bir sinek olsa sabaha kadar uyuyamazdı.
“Bir sinek için mi?” dedim.
“Olsun, çoğalmadan al sen!” dedi.
Hava yağışlıydı. Kahvaltıdan sonra şemsiyemi alıp çıktım.
Yürürken yanımdan geçen insanların konuşmalarını duyuyordum, ancak öğrendiğim birkaç kelime ve söz dışında ne dediklerini anlayamıyordum.
Sokak her sabah olduğu gibi kalabalık sayılırdı. Okullarına giderken birbiriyle şakalaşan, kahkahayla gülen gençler, köpeğini sabah gezintisine çıkarmış kadınlar, işyerlerine giden insanlar hafif yağmurdan dolayı aceleyle yürüyorlardı.
Hayat devam ediyordu.
Yürürken sokak ve dükkân isimlerine de bakıyordum ama çoğu tabelada ne yazıldığını anlamıyordum. Bu ülkede dil bilmeden bunca yıl nasıl yaşamıştık, hayret ediyordum.
Eczaneye geldim. İçeride Eczacıdan başka kimse görünmüyordu.
Girdim ve doğruca eczacının yanına vardım. Merhabalaştık. Sıra geldi sinek ilacı istemeye.
Adam ne istediğimi söylemem için yüzüme bakıyordu. Ben söylemeyince o sordu. Bu defa;
” Sinek ilacı almak istiyorum. “ dedim.
Türkçe söylemiştim. Anlamadığı için tekrar sordu.
Hay Allah, şu an buranın dilini bilen Türk’ün biri gelse de bana yardımcı olsa…
Eczacı ellerini yana açarak hâlâ yüzüme bakıyordu.
Elimle işaret yaparak “Sinek, ilaç, pıs pıs sıkıyorsun.“ dedim. Adam gülmeye başladı.
Sinek resim de yok ki göstersem, o zaman belki anlardı ne istediğimi.
Ben düşünürken adam tezgâhın üstündeki ilaç kutularıyla ilgilenmeye başladı.
Adamın bu davranışına önce kızdım ama sonra hak verdim, anlatamıyordum ki bana yardımcı olabilsin.
Kendimi çaresiz hissettim, ilk geldiğim yılları tekrar yaşıyor gibiydim.
“En iyisi şimdi gideyim, tanıdık bir Türk bulayım.“ diye düşündüm ve eczaneden çıkmak istedim. Kapıya doğru giderken vitrinde sinek resimli bir kutu gördüm. Döndüm eczacıya “Bayım” diye seslendim.
Vitrindeki kutuyu işaret ettim. Yanıma geldi ve yine yüzüme baktı.
Parmağımla göstererek sinek ilacı dedim. Adam bir vitrine baktı bir de bana baktı.
Vitrinin yanına biraz daha yaklaştım, üzerinde sinek resmi olan kutuyu işaret ettim.
Eczacı bakmaya devam ediyordu, sonra “Ha tamam.” Anlamında bir işaret yaparak kutuyu vitrinden çıkardı bana uzattı.
Kutuyu aldım, baktım üzerinde başka bir uçan böcek resmi var.
Elimi sallayarak “Hayır, bu sinek resmi değil.” dedim. Düşündü ve bana eliyle bekle işareti yaparak arka odaya gitti.
Ben şaşkın bir şekilde olduğum yerde kaldım. Allah Allah, bu adam şimdi niye bekle işareti yapmıştı? Yoksa beni anlamış mıydı? Eczacının geri dönmesi biraz uzun sürdü.
“Yok ben gideyim en iyisi.“ diye kapıya doğru yönelirken. Adam odadan çıkıp yanıma geldi ve elindeki ilaç şişesini gösterdi.
Baktım şişenin üzerinde sinek resmi var.
Bende gülerek elindeki ilaç şişesine dokunup kendi dilimde “Evet, istediğim ilaç bu!“ dedim. Birbirimize bakıp gülüştük. Adam hem gülüyor hem de imalı şekilde kafasını sallıyordu. Adeta “İnsan bir başka ülkeye gidip oraya yerleşir de dilini öğrenmezse işte böyle kıvranır. Bir sinek ilacını anlatamaz.“ diyordu. O an kendimi dili düzgün öğrenemeyen mahcup çocuk gibi hissettim.
Eve geldim Hayme ev işleriyle meşguldü. Sinek ilacı şişesini ecza dolabına koymadan önce şişeye baktım. Sanki şişedeki sinek de bana eczacı gibi bakıp imalı şekilde gülüyordu.

(Avrasya Akademi Online Kuray Hikâye Atölyesi, Mart 2020)

LANET KORKU
Bu gece de uyuyamadım. İki aydır uykuya dalsam bile korkudan hemen uyanıyordum.
“Mutfağa gidip su içeyim, kendime geleyim ama önce yüzümü suyla yıkayayım.” dedim.
Nilgün yine derin uykudaydı. “Uyandırsam mı?” diye düşündüm. Kıyamadım, bugün iş yerinden yorgun dönmüştü.
Yürürken dengemi sağlamakta zorlanıyordum. İki adımlık banyo sanki uzaktaymış gibi geldi.
Banyoya vardım, çeşmeyi açmadan önce aynaya baktım.
Yüzümü kana bulanmış gibi kızarmış gördüm.
Yüzümü yıkadıktan sonra tekrar aynaya baktım; yüzüm hâlâ kızarıktı. Gözlerim kan çanağına dönmüştü.
Mutfağa gitmeden önce yatak odasına gittim, Nilgün uyuyordu. Mutfağa yürüdüm… Su doldurduğum bardağı tutan elim titriyor, içindeki su dökülüyordu. Suyu dökerek de olsa, bir solukla içtim. Bu hareketimi Nilgün görse önce şaşırır, sonra da komik bulur, gülerdi.
Tekrar yarısına kadar doldurduğum bardak elimde oturma odasına geçip koltuğa oturdum. Duvar saati gece yarısından sonrasını gösteriyordu. Yüzümün, gözlerimin hâline, adım atmaktaki zorlanışıma, ellerimdeki titremeye bir türlü mantıklı bir açıklama bulamıyordum. İçim; korku mu, heyecan mı, olduğuna karar veremediğim bir duyguyla doluydu. Böyle oturmuş kendimi dinlerken dışarıdan bir ses geldi. Sanki biri bana sesleniyordu. Yüreğim hızla çarpmaya başladı. Cama yaklaşıp perdeyi araladım. Dışarıda kimseyi göremedim. Koltuğuma dönerken aynı sesi tekrar duydum. Beni çağıran biri vardı dışarıda. Dönüp perdenin aralığından bütün dikkatimi gözlerime vererek dışarıyı gözden geçirdim. Kimse yoktu. Bahçede, sokakta, uzakta, yakında kimse yoktu. Her yer bomboştu. Sadece yüreğimdeki çarpıntı devam ediyordu.
“Vay be! Bir de erkek olacaksın, aile reisi olacaksın! Bir sesten bu kadar korkulur mu? Eve hırsız, uğursuz girse, kendimi, karımı korumayacak mıyım?” diye kendi kendime söylenmeye başladım. Kendime kızdım, kendimden utandım. Rahatlamaya, cesaret toplamaya başlamıştım ki “Ne yapıyorsun camın önünde?” diyen bir sesle bardak elimden düştü. Ses oturma odamızın kapısından geliyordu. Eşikte duran sesin sahibini, o an çok korktuğumdan ve gözlerim bulandığından geç tanıdım. Karım Nilgün’dü. “Ne yapıyorsun?” diye sordu tekrar. “Yine neden korktun? Beni de korkutuyorsun. Böyle olmaz. Mutlaka bir hekime görünmemiz gerek. Bu da baş ağrısı, diş ağrısı, ülser, tansiyon gibi bir hastalık…”
Beraber kanepeye oturduk. Elimi tuttu ve gözlerime sevgiyle, şefkatle dolu, sıcacık bir gülümseyişle baktı. Beş yıldır evliydik. O, hep böyleydi, böyle bakardı bana. Zaten ben onun böyle bakışlarına aşık olmuştum. İçimden omuzuna başımı koyup ağlamak geldi. Tuttum kendimi, ağlamadım. Bugüne kadar “Hekime gidelim!” teklifini reddettiğim için kendimi suçladım.
Nilgün çıt sesi duysam korktuğumu biliyordu. Bunun nasıl başladığını ikimiz de bilmiyorduk. Uyurken uyanıkken beklenmedik bir ses duyduğumda ruhum korkunç fırtınalarla boğuşuyor gibi oluyordu. Uykudaysam tam bir kâbus yaşıyordum. Bana dehşetle bakan gözler görüyordum. Beni çağıran sesler duyuyordum. Tanımadığım tuhaf yüzler görünüyorlar, kayboluyorlardı.
Nilgün’ün gözlerine uzun uzun ve teslimiyet duygusuyla baktıktan sonra;
“Nilgün kabul ediyorum!” dedim.
“Neyi kabul ediyorsun?”
“Aylardır reddettiğim; hekime gidelim, tedavi olalım teklifini kabul ediyorum. Bu böyle geçmeyecek. Hekime başvurmaktan başka çaremizin olmadığına artık ben de inandım.”
Nilgün, bu kararıma çok sevindi. Sıkıca sarıldı bana. Sanki birilerinin duymasından çekiniyormuş gibi fısıltıyla;
“Bir müjdem var sana. Bil bakalım ne?”
“Ne ki…”
“Çocuğumuz olacak!”
Bir anda korkum ve heyecanım dönüşmeye başladı. İçim mutlulukla doldu. Kelebek kadar hafiflediğimi hissediyordum. “Şükür Allah’ım!” diyerek Nilgün’e sarıldım.

(Avrasya Akademi Online Kuray Hikâye Atölyesi, Mart 2020)

HAYATIN KÖTÜ SÜPRİZİ
Hayat iyileri kadar kötü sürprizlerle de dolu. İşte bir kötü sürpriz; Kovid-19… Bir ay oldu. Zaman denilen şey evde kalsan bile su gibi akıyordu. Lâkin zaman hızlı geçse de içimin sıkıntısı da artıyor, nefes almakta bile zorlanıyordum… Bu yüzden karımı ve kızımı üzdüğüm oluyordu. Bir defasında altı yaşındaki kızım Mine “Baba” diye seslenerek yanıma geliyordu. “Dur gelme.” dedim. Durdu ve şaşkın vaziyette bana baktı. Gözleri doldu, yanakları ıslandı. İçim yansa da günlerdir kızımı yanıma yaklaştırmıyordum. O da üzülüp ağlıyordu.
Karım Yonca abarttığımı söyleyerek bana kızıyordu. Gerçekten abartıyor muydum?” Hayır hayır, ben sağlığımız için sadece doktorların dediğini yapıyordum.
Ne var ki kızımın annesine laf anlatamıyordum. “Yeter artık! Nedir bu telaş bu korku? Anladık mesafeli davranıyorsun ama beni de sinir ediyorsun. Böyle devam edersen…” Yonca bunu söylerken yerimden doğrularak “Ee, böyle devam edersem?” diye sordum. Yonca cevap vermedi, kızımın yanına gitti.
Kovid-19 çıkalıdan beri Yonca’ya her hareketim, her konuşmam batıyor gibiydi.
O, çalıştığı bankaya gidemediği için evde çalışıyordu. Ben de hastanede çalıştığım için iş yerime gitmek zorundaydım. Üniversiteden arkadaşım Başhekim, şüphe üzerine beni kendisi muayene etmiş, ateşim yüksek olmasa da tedbir amacıyla bir süre evde kalmamı istemişti. Doktorların herkesten daha dikkatli olmaları, kendilerini hastalarından, aile bireylerini de kendilerinden korumaları gerekiyordu.
Hastaneyi arayıp tekrar test yaptırmak istediğimi söyledim. Temiz çıkarsa işime dönecektim. Evde huzurumuz kalmamıştı.
Başhekim, iki haftayı doldurmadan dönemeyeceğimi söyledi. Hastane tedavi gören Kovid-19’lularla doluydu. Başhekim, uzun yıllar Türkiye’de çalıştığından Türkçeyi iyi biliyordu, unutmamak için de benimle Türkçe konuşuyor, Türkçe kitaplar okuyordu. Başhekimle iyi anlaşan iki meslektaştık.
Yonca çocuk odasından dönüp karşıma oturunca deminki söyledikleri aklıma geldi. Dayanamadım sordum: “Böyle devam edersen demiş, devamını getirmemiştin. Ne demek istedin Yonca?”
Yüzüme bakmadan “Hiç boşver.” diye cevap verdi.
Söylemesi için ısrar edince konuştu:
“Hastane de ateşini ölçtürdün, tedbir için evde kalman istendi… Bu yüzden bizden mesafeli duruyorsun. Ben de artık bankaya gidemediğim için evde çalışıyorum. Bu tedbire ben de uyuyorum… Ama senin gibi yapmıyorum.”
Gözlerinin dolduğunu hissettim.
“Neyi benim gibi yapmıyorsun?”
“Anlasana bizi üzüyorsun, güler yüz göstermiyorsun.”
Kalktı yemek masada duran bilgisayarını açtı, banka kağıtlarına bakarak çalışmaya başladı.
Ben de kalktım Mine’nin odasına gittim. Kapıdan baktım uyumuş.
Döndüm mutfağa gittim, buzdolabından limonata şişesini aldım. Yonca’ya seslendim. “Limonata ister misin.” Cevap vermedi, tekrar seslendim, yine cevap vermeyince sinirlenip Yonca’nın yanına gittim. “Yonca bana düşmanın mışım gibi davranma. Zaten bunalım içindeyim. Sinirlerim alt üst… Anlıyorum, senin de sinirlerin bozuk. Ancak ben hastanede çalıştığım için Kovid-19’a daha yakınım. Bu yüzden seni ve kızımızı kendimden korumak zorundayım. Sizi üzmek isteyebilir miyim? Kafama fena takıldı “Böyle devam edersen boşanalım mı demek istedin?”
Masadan kalktı “Asla!” dedi, ağlamaya başladı.
Yonca ağlayınca ben sustum. Kendini koltuğa bırakarak bir süre hıçkırarak ağlamaya devam etti. Onun da sinirleri fena hâlde bozulmuştu. Kovid-19’la ortaya çıkan kısıtlı, baskılı yeni hayat tarzına bir türlü alışamamıştı. Kızına, göz nuruna bile sarılamıyordu. Bu yüzden dünyadan, olup bitenlerden nefret ediyordu. Bana karşı özel bir tavrı yoktu.
Aslında ben de aynı duygularla doluydum. “Demek hıncını benden çıkarmak istedin ha?” diye takıldım. Gözyaşlarını silerek gülmeye başladı. Sonra birbirimizden özür diledik. Kucaklaşamadık ama birbirimize güler yüzle bakarak anlaştık.
Mine de uyanmıştı, yanımıza geldi ama yaklaşmadı. Gülen yüzlerimizi görünce o da mutlulukla güldü. Eskiden olduğu gibi komik hareketler yaparak Mine’yi güldürmeye devam ettik. Evde kalarak, mutlu olmayı, huzurlu yaşamayı öğrenmekten başka çıkar yol yoktu.
Dakikalar sonra hastaneden aradılar. Yarın test için bekliyorlardı. Sonuç negatif çıkarsa hemen işe başlamam gerekiyordu. Hasta sayısı sürekli arttığından giderek daha çok hekime, hemşireye, yardımcı elemana ihtiyaç duyulacaktı. Maalesef Başhekime de virüs bulaşmış, karantinaya alınmıştı. Onun işlerini Başhekim yardımcısı yürütüyordu.
Ertesi sabah hastaneye gitmek üzere evden ayrılırken Yonca peşimdeydi. Hüzünlü bir çehreyle bana mesafeli duruyordu. “İnşallah negatif çıkacak!” dedi. “Yine de çok dikkatli olmalısın! Ne de olsa hastane ortamı.”

(Avrasya Akademi Online Kuray Hikâye Atölyesi, Mart 2020)

ON YIL OLDU
Yeni hikayeler yazıyordum… Nihâyet son hikayemi de bitirdim.
Kahvemi içerken Alp Başkan aradı.
“Merhaba kardeşim, bu akşam dernekte Kitap sohbeti var, sohbete senin de katılmanı istiyorum… Gelirsen sevinirim.”
Tamam Başkanım, geleceğim.” diye cevap verdim.
Alp Başkan ile beraber derneklere ziyarete giderdik ve programlara katılırdık;
Sosyal ve kültür faaliyet için çalışmalar yapardık.
Akşam oldu, sohbet için Ömer Seyfettin hikayeleri kitabını aldım… Kitap dosyamı da kapattıktan sonra hazırlanıp evden çıktım.
Maria ile karşılaştım, merhabalaştık. Birbirimize hatır sorduktan sonra “Kitapların ne zaman Hollanda dilinde basılacak, artık biz de okuyalım değil mi?” diye sordu.
“Ben de isterim Maria… Ama biz de nasip derler. Bakarsın belki bugün belki yarın.”
Maria ile Hollanda vakfında beraber gönüllü çalışırdık ve arkadaş olduk… Güler yüzlü, güzel insandı.
Bir süre daha sohbet ettik ve ayrıldık. Dernekte sadece Alp Başkan ve Hüseyin ağabey vardı.
Hüseyin ağabey çay ocağına bakıyordu; Kur’an okumayı ve sohbet etmeyi seven bir ağabeyimizdi.
Yarım saat sonra gençler geldi ve sohbete başladık… bu sefer uzun sürüyordu. Selim siyaset üzerine soru soruyordu… Ama Alp Başkan “Bu aksam sohbetimiz okuduğumuz kitap üzerine. “ diye müsaade etmedi. Selim de her genç gibi siyasete meraklıydı, “Biz de zamanında böyle değil miydik? Selim de elbet siyasetten daha önemli meselelerin olduğunu anlayacaktır.” diye umut ediyordum. Konuşmaları dinlerken hikayelerimi düşünüyordum… İçimde ses eksiklik var diyordu. “Acaba nerde?” diye düşünüyordum. Alp Başkan koluma dokunarak seslendi. “Hayırdır daldın.” dedi. “Yok bir şey.”
Hüseyin ağabey çay verirken konuya katılıp fikirlerini de paylaşıyordu… Alp Başkan da okuduğu Yahya Kemal Beyatlı’nın Eğil Dağlar kitabını tavsiye ettikten sonra gençlerden okudukları kitabı getirip anlatmalarını istedi. Ben de Ömer Seyfettin’in neden hikâye yazarlığına başladığını ve Pembe incili kaftan ve Diyet gibi hikayeleri ne amaçla yazdığını anlatıyordum.
Sonra gencin biri: “Yeni kitap yazıyor musunuz?” diye sordu… Soran Oğuz’du… Kitap okumayı seven biriydi.
“Evet dördüncü kitabımı yazıyorum.”
Bir soru daha sordu: “Yeni kitabın ismi ve konusu nedir?”
“Türk yazarları… Osmanlı Devleti’nin son yıllarında yaşadıklarını hikâye olarak kaleme aldım, bu yazarlardan biri de Ömer Seyfettin’dir.”
Gece olmuştu dernekten ayrıldım. Yürürken hikayelerimi düşünüyordum, huzursuz oldum ve Ömer Seyfettin aklıma geldi. “Rahmetli de böyle oluyor muydu acaba?” diyerek adımlarımı hızlandırdım, çünkü bir an evvel eve varmak istiyordum. Çalışma masama oturmadan önce kahve aldım ve tekrar Hikayeleri gözden geçirdim… İçim rahat etmedi bir daha baktım. Güldüm kendime… Kursa başladığım zamanda ödevlerimi çalışırken böyle oluyordum. Düşünüyorum da on yıl olmuş… On yıl önce yazarlık için kursa katılmıştım. Kürşad Başkan “Kardeşim bu kursa katıl.” diye tavsiye etmişti.
Kendisi yazar ve aydın insandı… Okumayı ve yazmayı seven Türk gençliğine önem verirdi.
Önce düşündüm, karar veremedim… Çünkü sağlık nedenlerimden dolayı okula devam edememiştim… “Acaba katılmaya hakkım var mı?” diye çok düşündüm.
Çekingenlik ruhumu sarmıştı… Zaten bu çekingenliğim yüzünden o zamanlar özgüvenim yoktu. Günler sonra kendime “Ben bu kursa katılayım, çalışırsam Allah nasip eder belki.” dedim. Okudum ve yazdım sonra yazar oldum… Ama dersim hâlâ devam ediyordu aslında… Çünkü hayat her yıl yeni şeylerle karşıma çıkıyordu… Gözlemlediğim toplumsal meseleleri, tarih ve kültür üzerine okuduklarımı inceleyip hikayelerimde dile getirmeye çalışıyordum.
Yazdıklarımı inceledim, hikayeler de bir eksiklik yoktu. Hikayelerimi yayın evine e postadan gönderdikten sonra sanki kalabalığın içindeymişim gibi sessizce “Bu da tamam.” diyordum. Kahvemden bir yudum daha aldım, notlarıma baktım ve kalbim de yine tatlı bir heyecanla bir sonraki kitabım için çalışmaya başladım. Yazarken ses duymuş gibi masamın üstünde duran annemin resmine baktım; Canım annem okumaya ve yazmaya merakımın olduğunu biliyordu ama her anne gibi üzülürüm diye endişe de ediyordu. “Bak üzülmüyorum anne, sen de üzülme, oğlun yazar oldu hikayeler yazıyor.” Sonra derin nefes aldım ve kendimi klavye tuşlarının sesine verdim.

(Avrasya Akademi Online Kuray Hikâye Atölyesi, Nisan 2020)

UYUM VE HASRET
Sokağımızda evin birine bir aile taşınalı günler oldu.
Elif yaptığı kurabiyelerle komşu hanıma hoş geldin ziyaretine gitti, fakat çok sürmeden geri geldi… Yüzü asıktı.
Ne oldu diye sordum, yok bir şey diye geçiştirdi…
Israr ettim anlattı; meğer içeri buyur edilmemiş.…
Kurabiyeleri aldı mı? diye sordum, aldığını söyledi; beni tuttu bir gülme.
Gülmeye başladığımı görünce Elif bana kızdı. “Tamam kızma” dedim. Yeni evliydik. Hollanda’ya geleli çok olmamıştı ve bu yüzden kültür farkını henüz öğrenememişti. Bizde kapımıza gelen kim olursa olsun buyur edilir, ama her ülkenin kültürü aynı değildi… Elif de zamanla bunu öğrenecekti.
Ertesi akşam Hollandalı dostlar Hans ve Linda ilk defa bize misafirliğe geldiler
Çay, kahve, bisküvi ve yanına yaprak sarmasını da ikram ettik. Sohbetimizde Hans bir zamanlar yabancılara karşı önyargılı olduğunu ama özellikle bizi tanıdıktan sonra bu önyargının kırıldığını.” anlatıyordu. “Neden önyargılıydın?” diye sordum. “Sizleri Arap ırkından sanırdım, kültürünüzü onlarınki gibi düşünürdüm.
Ben şaşırdım, doğrusu önyargının nedenini din veya siyasetle ilgili olduğunu söyleyeceğini zannediyordum. İlk defa bir Hollandalı soruya farklı cevap veriyordu. İçimden “Belki haklı olabilir… Yıllardır buradayız ama, kendimizi yeterince anlatmamış olabiliriz.” diyordum. Hans’ın karısı Linda da Türkiye’ye tatile gittiğini ve misafirperverliğimizi çok içten bulduğunu anlatıyordu. Kalkma vaktine kadar sohbet ettik… Sonra misafirlerimizi uğurlamak için kapıda bekledik. Hollandalı misafirlerimiz arabaya binmeden önce dönüp şaşkın bir şekilde bize baktılar. Onlar bakınca biz de iyi akşamlar diyerek el salladık… Onlar gittikten sonra… Elif “Neden bize şaşkın vaziyette baktılar?” diye sordu. “Hollandalıların kapıda bekleme âdeti yoktur.” Bunca yıldır Hollanda da yaşadığım hâlde, ben de kapı da misafir gidinceye kadar bekleme âdetini devam ettiriyordum.
Birkaç gün geçti. Elif işten döndü.
“Bugün nasıl geçti?” diye sordum. İyi, ama zorluk çekiyorum.” dedi.
“Neden” dedim. Sohbetlerde uyumda zorluk çektiğini, bazılarının mesafeli davrandığını, bu insanların samimiyet bilmediklerini anlatıyordu. “Canını sıkma, samimiyet bilmediklerinden değil bizde olduğu gibi her tanıştıklarına hemen kırk yıllık dost gibi yaklaşmıyorlar… Bu da onlarla olan farkımız, zamanla alışacaksın… Hans ve Linda gibi onlar da anlayacaklar, biz de tabii Hollandalıları anlamalıyız… kültürünü bilmeliyiz. Geçen akşam Hans’ın dediklerini hatırla. Bizim onlar hakkında düşündüğümüz gibi onlardan da biz Türkler hakkında böyle düşünenler varmış.” Bunları söyledim ama Elif’i de anlıyordum. Hemen uyum sağlayıp alışmak kolay değildi tabii… Zamanında anne ve babamız da Avrupa’ya ilk geldiklerinde bu sorunu yaşamadılar mı ve ben bile burada doğup büyüdüğüm hâlde ara sıra uyum da zorluk yaşamıyor muydum? Babam: “Kader işte oğlum, burası ikinci vatanımız oldu, rızkımızı burada kazanıyoruz… Bize düşen özümüzü unutmadan burada yaşamak… uyum sağlamakta zorlanacağız belki ama başka çaremiz yok.” diye anlatırdı.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/anonimnyy-avtor/kardes-sesler-2020-69500056/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
Kardeş Sesler 2020 Анонимный автор
Kardeş Sesler 2020

Анонимный автор

Тип: электронная книга

Жанр: Стихи и поэзия

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Kardeş Sesler 2020, электронная книга автора Анонимный автор на турецком языке, в жанре стихи и поэзия

  • Добавить отзыв