Kardeş Sesler 2017

Kardeş Sesler 2017
Anonim


Kardeş Sesler 2017Hikâye – Deneme

Takdim
Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi atölye çalışmalarında dokuzuncu dönemi geride bıraktık. Bu dönemde sözü edilmesi gereken yeniliğimiz “3. Adım” oldu. Geçmiş dönemlerde atölye çalışmalarımıza katılarak ürettiği eserlerle ortak kitaplarımızda yer almış olan arkadaşlarımızın ısrarlı isteği üzerine 3. Adım çalışmalarını başlattık. 3. Adım’a önceki dönemlerde şiir, hikâye, deneme, senaryo atölyelerinden birine, birkaçına veya hepsine katılarak iki katılım belgesi almış olan herkes devam edebildi. 3. Adım’da her türü kapsayan karma çalışmalar yapıldı. Bundan sonraki dönemlerde de şiir, hikâye, deneme atölyeleri, 3. Adım çalışmaları devam edecek ve Avrasya Yazarlar Birliği edebiyat dünyamıza yeni yazarlar, yeni eserler kazandırmanın mutluluğunu yaşayacaktır.
AYB olarak Türkiye’de pek çok ilki biz gerçekleştirdik. Bu ilklerden biri de gerçek atölye çalışmalarıyla edebî ürünler üretilen yazarlık okuludur. Bunda başarılı olduk. Türk edebiyatına kazandırdığımız yeni yazarlar ve yeni eserler ortadadır. Arkadaşlarımızın ısrarıyla başlattığımız 3. Adım’la da verimliliği artıracağımıza ve devamlı kılacağımıza inanıyoruz. Emeğimize yüreğimizi de katarak çalıştıkça beklediğimizden daha yüksek başarılar bizim olacaktır. Geçmiş uygulamalarımız bizi bu inanca taşımıştır.
Ortak kitaplarımızla edebiyat dünyasına giren arkadaşlarımızdan yazmaya ve kendini geliştirmeye devam edip müstakil kitap çıkaranlar oldu. Daha da ileri bir çalışkanlıkla neredeyse her yıl yeni bir kitap çıkaran; estetik seviyesini her kitapta biraz daha yükselten arkadaşlarımız oldu. Avrasya Yazarlar Birliği olarak bu arkadaşlarımız bizim mutluluk kaynaklarımızdır. Giderek böyle başarılı arkadaşlarımızın çoğalacağına, Türk edebiyatında yeni bir ses, yeni bir renk, yeni bir iz olacaklarına içtenlikle inanıyoruz.
“Kardeş Sesler” her dönem sonunda çıkardığımız ortak kitabımızın adıdır. İlkini, 2010’da “Kardeş Hikâyeler Kardeş Şiirler” adıyla çıkarmıştık. Sonraki yıllarda “Kardeş Sesler 2011, 2012, 2013… diye atölye çalışmalarımıza katılan arkadaşlarımızın ürünlerini kitaplaştırmaya devam ettik. “Kardeş Sesler 2017” 3. Adım dışında dokuzuncu dönem atölye çalışmalarına katılan arkadaşlarımızın eserlerinden bir kısmını içermektedir.
Dokuzuncu dönemin şiir atölyesinde şair Ali Akbaş, hikâye atölyesinde yazar Ataman Kalebozan, deneme atölyesinde yazar Sema Tanrıverdioğlu Ersöz, 3. Adım’da yazar Osman Çeviksoy gönüllü olarak ve özveriyle çalışmışlardır. Her metin; ilgili atölye hocası tarafından estetik, konu, kurgu, ifade, yazım ve noktalama yönlerinden gerektiğinde tekrar tekrar değerlendirilmiştir. Bu değerlendirmeler ışığında yazarları tarafından son şekli verilen eserler, dergilerde ve bu kitapta yer almaya hak kazanmıştır.
Kardeş Sesler 2017’nin de geçen dönemlerde olduğu gibi ilgiyle okunacağına inanıyoruz. Özellikle, gönlünde yazma sevdası taşıyan, çeşitli sebeplerden dolayı atölye çalışmalarımıza katılamamış olan arkadaşlarımızın, bu kitabı inceleyerek okumaları gerektiğini düşünüyoruz.
Başarımızdaki en büyük pay, yazarlığın çilesini kabullenmiş, değerlendirmelerimizi dikkate alarak ve inanarak yazmaya devam etmiş olan katılımcı arkadaşlarımızındır. Kardeş Sesler 2017’de yer alan arkadaşlarımızı kutluyor, gelecekte her birinin yeni yeni müstakil kitaplarla karşımıza çıkmalarını bekliyoruz.

    Osman Çeviksoy
    AYB Edebiyat Akademisi Bşk.

ALPER ŞENADAM


6 Mart 1994 İstanbul doğumlu. İlk ve ortaokulu aynı okulda, Bahçelievler Atatürk İlkokulunda okudu (2000-2008). Bahçelievler Erkan Avcı Endüstri Meslek Lisesi’nin Metal Teknolojileri Alanında okudu (2008-2012). Gazi üniversitesi Çağdaş Türk Lehçeleri ve Edebiyatları Bölümü 4. sınıf öğrencisi, Anadolu Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı 1. sınıf öğrencisi ve Çaycı Edebiyat Dergisi’nin yazı işleri sorumlusudur. Avrasya Yazarlar Birliği’nin Edebiyat Akademisi’ni bitirdi (2014-2016). Kültür Bakanlığı GENCDES projesi kapsamında yer alan Dergi Atölyesini bitirdi (2016). Kültür Bakanlığı GENCDES destekli “Çaycı Yazı Atölyesi” nin proje yürütücülüğünü yaptı (2017). Kardeş Kalemler Dergisinin yazı kurulu üyesidir.
Yazıları Çaycı, Kardeş Kalemler, İhtimal, Yedi İklim dergilerinde yayımlanmıştır.

Hikâye:
Ağlamak Yasak
Büyük kuş
Koca kurt

AĞLAMAK YASAK
Çekik gözlü Özbek genci Murad, parkasının sol iç cebine yerleştirdiği mektupları sağ eliyle sıkıca tutuyordu. Murad dualar fısıldıyordu. Ormanın içinde, dalların açtığı kesikleri umursamadan koşuyordu. Etrafta Rusça küfürler yankılanıyor, köpeklerin havlamaları her dakika daha da yakından duyuluyordu. Üstündeki emaneti teslim edememekten korkuyordu Murad. Su sesini duyduğunda rahatlamıştı. Köprüyü gördüğü anda bir av köpeği bacağından ısırdı. Murad can havliyle kendini yere attı. Belinden babasının verdiği gümüş saplı hançeri çıkarıp köpeğin başına defalarca sapladı. Köpeğin can havliyle çıkardığı iniltiler ormandaki diğer havlamalara karıştı. Rus askerlerinin sesleri çok yakından geliyordu. Sürünerek çalıların arkasına saklandı. İki Rus askerinin koşarak köpek leşinin yanına geldiğini gördü. Murad nefesini tutmuştu. Rus askerleri etrafı aramaya başladı. Bir asker süngüsüyle çalıları yoklamaya başladı. Murad, “Bismillah” dedi ve çalıları yoklayan Rus askerinin üstüne atlayıp ağzını kapayarak onu birkaç bıçak darbesiyle yere indirdi. Küçüklüğünden beri güreş tutan, güçlü bir Türk için cılız Rus askeri çok kolay bir av olmuştu. Üstü kana bulanmıştı.
Mektupları yoklayıp rahat bir nefes aldı. Emaneti yerinde duruyordu. Ağaçların arasında diğer askeri gördü. Askerin arkası Murad’a dönüktü. Rus askerinin bacakları titriyordu. Türkler ormanlarda, bozkırda yaşar. Kurtların yaşadığı dağlarda avlanırlardı. Rus askeri bu özellikleri hatırladıkça daha da korkuyordu. Murad, öldürdüğü askerin tüfeğini sağ eline aldı. Hançerini sol elinde tuttu. Arkası dönük olan bir Rus olsa da Murad ona saldıramazdı. Topallıyordu, yavaşça yürüdü. Ayağıyla, askere doğru bir taş attı. Rus askeri arkasını dönmesiyle başına nişanladığı tüfeğini ateşledi. Silah sesiyle birlikte diğer Rus askerleri ve köpekleri o yöne doğru koşmaya başladı. Murad, bacağındaki yaradan dolayı koşamıyordu. Sağ ayağını sürüyerek köprüden geçti. Atının yanına geldi. Çantasına mektupları koydu. Belinden nacağını çıkarıp köprünün iplerini kesti. Arkasını döndüğünde çalıların arasından bir Rus askeri çıktı ve Murad’ı sırtından vurdu. Murad orman içlerine doğru bağırdı. “Aktay, Korbaşı[1 - Komutan] Enver Paşa’ya koş!” bir el silah sesi daha duyuldu. Murad diz çöktü. Ellerini dizinin üstüne koydu. Şehadet parmağı gökyüzünü gösteriyordu. Usturayla tıraş edilmiş başı secde eder gibi toprağa değdi. Aktay şaha kalkıp arkadaşını kaybetmenin acısıyla kişnedi. Bütün gücüyle ordugâha doğru koşmaya başladı.
Enver Paşa, karargâhında haritaları inceliyordu. Dışarıdan askerlerin bağırmalarını duyunca çadırından çıktı. Nöbetçi askerler, üstünde el işi örme heybesi olan, eri olmayan beyaz bir küheylanı kovalıyorlardı. Attıkları kementler boynuna geçmiyordu. Önünde kimse duramıyordu. Hışımla ordugâha daldı. Enver Paşa’nın çadırına doğru koşuyordu. Enver Paşa dimdik durmuş üstüne gelen atın gözlerine bakıyordu. Beyaz küheylan tüm engellemelere rağmen çadırın önüne gelip ön ayakları üstüne düştü. Sol tarafa doğru yattı. Başı, Enver Paşa’nın ayakları dibine düşüp titredi. Ağzından ve burnundan kan aktı. Ordu 2. Komutanı Hüseyinbek, atın başını kucağına aldı. Gözlerini kapattı. “Komutanım, Aktay çatladı.” Enver Paşa başı dik bir biçimde çadırına girip masasına oturdu.
Hüseyinbek elinde Murad’ın çantasıyla içeri girdi. Masanın üstüne bıraktı. Enver Paşa çantanın içini eliyle yokladı. Mektuplar eline geldiğinde yüreği yandı. İçinden “Helal olsun çocuğa” dedi. Başını kaldırıp Hüseyinbek’e baktı. “Murad’dan bir haber var mı?” “Komutanım, bir at ersiz geri dönerse eri tutsak düşmüştür. Ama at çatlarcasına koşar ve ölürse. Bilin ki sahibi şehit düşmüştür.” Hüseyinbek’in gözleri yaşardı.
– Hüseyinbek, Sultan Ebu Abdullah’ı bilir misin?– Bilmiyorum komutanım.
– Endülüs Emevi Devleti’nin son sultanıdır. Toprakları İspanyollar tarafından kuşatıldığında savaşmak yerine, ailesiyle beraber kaçarak dağda bir mağaraya sığınmıştır. Sultan yanan şehrini görünce, hıçkırıklarla ağlamaya başlamış. Onun bu halini gören annesi, yanına yaklaşarak ‘Erkekler gibi savaşmadın. Otur kadınlar gibi ağla’ demiş.
–Bu sözleri söyleyen bir kadın… Hüseyinbek, kadınlar namusları için kaçar ve kimse bu sebepten ötürü bir kadını suçlayamaz. Çünkü onlar kendi namuslarından, erkeklerse vatanın namusundan sorumludur. Bırak kadınlar, kara bağlayıp ağlasınlar. Erkekler ağlamaz. Savaş meydanındaysa kadınlar bile ağlayamaz!
Hüseyinbek dik duruşunu değiştirmeden, izin isteyerek konuşmaya başladı.
– Komutanım, Murad yetim ve öksüzdü. Fergana vadisinde otuz bin Özbek Türk’ü soykırıma uğradığında ben cephedeydim. Vadide benim ve Murad’ın soyu katledilmişti. Askerlerimle şehre yardıma koştuğumuzda geriye kül yığınları ve dağlara kaçmayı başarmış yaralı insanlarla karşılaştım. Yurttaşlarımla ilgilenirken Murad’a rastladım. Bir küçük çocuktu… Kendine bol gelen kabana sıkıca sarılmış ve korku dolu gözlerle etrafına bakıyordu. Cebinden yıpranmış bir deri düştü. Eğilip deriyi almaya çalıştığım da hançeriyle üstüme atladı. Bileğinden zamanında tutmasam, boğazımı kesebilirdi. Deriyi kimin verdiğini sordum. ‘Atam’ dedi. Yanına oturup bir tas çorbayla ekmek uzattım. Hançerini beline yerleştirdi. Gözlerimin içine bakarak tası alıp hızla çorbayı içmeye başladı. O yemeğini yerken ben de deriye baktım. Damgasından babasını tanıdım. Uzaktan akrabam olurdu.
‘Bu deriyi taşıyan çocuk en küçük oğlumdur ve adı Murad’dır. Atalarım, ben ve oğlum; yeri ve göğü kuşatan Tanrı’ya inandık. Allah rızası için ona sahip çıkın. O artık soyu kırıma uğramış, öksüz ve yetim bir müselmandır[2 - Müslüman].’

– Süngülenmiş, yahnisi yapılmış evlatlarımın yerine koydum onu, Komutanım, ağlamam bu yüzdendir.
Enver Paşa derin bir nefes aldı. Hüseyinbek’in sandalyeye oturmasını söyledi.
–Bak Hüseyin, sen bu ordunun komutanısın. Sen üzülür, ağlar ve başı eğik olursan ordu da başı eğik gezer. Böyle bir kuvvet hiçbir zaman savaş kazanamaz.
Enver Paşa yanındaki abdest ibriğini Hüseyinbek’e uzattı. Yüzünü iyice yıka ve öyle çık askerlerinin karşısına. Kimse ağladığını anlamasın. Ayrıca Murad’ın şehadeti kesinleştiğinde cenaze namazını sen kıldır.” Hüseyinbek ayağa kalkıp gür bir sesle “Emredersiniz komutanım!” dedi ve çenesinden dökülen damlacıkları koluyla sildi. Başı dik bir vaziyette nöbetçilerin teftişine gitti.
Enver Paşa, Kuşçubaşı Hacı Sami Bey’in mektubunu eli titreyerek okumaya başladı.
Komutanım, Kafiran’dan geri çekildiğinizin haberini alıp ordumla yola çıktım. Ancak Rus kuvvetlerinin sayıca üstün taarruzu yüzünden yardımınıza gelemedik. Takviye kuvvetleri beklemekteyiz. Emirlerinizi bekliyoruz.
Not: Morallerimiz yerinde olup bu zor zamanı da atlatacağımıza, hedefimize ulaşacağımıza eminiz. Büyük aydın ve dostunuz Ziya Bey’in dediği gibi;
Vatan ne Türkiye’dir Türklere, ne Türkistan
Vatan, büyük ve müebbet bir ülkedir: Turan
Sadık askeriniz Kuşçubaşı Hacı Sami.
Enver Paşa, gece boyu haritaları inceleyip bu kapandan nasıl çıkacaklarını düşündü. Kısa bir not yazıp mührünü vurdu. Ordugâhın meydanında Hüseyinbek’in sesi yankılandı. “Er kişi niyetine” mühür Enver Paşa’nın elinden düştü. Usulca gidip çadırın girişindeki keçeyi aralayıp baktı. İmamın önü boştu. Enver Paşa, çadırında tek başına cenaze namazını kıldı. Seccadesinin üzerinde ağlayıp dua etti. Hüseyinbek’i çadırına çağırttı. “Hüseyinbek, şu mektubu en sağlam adamınla, tez Kuşçubaşı Hacı Sami Paşa’ya gönder. Ordu, taarruz hazırlıklarını en yakın zamanda bitirsin. Emrimle saldırıya geçeceğiz. Elleriniz tetikte bekleyin.” Abdest ibriği masanın üstündeydi. Enver Paşa’nın yanağından, su damlıyordu.
Taarruz günü Enver Paşa banyosunu yaptı. Temiz üniformasını giydi. Sakal tıraşını oldu. Badem yağıyla bıyıklarını tarayıp yukarı doğru büktü. Ordugâhın meydanında bayram namazı için bekleyen askerlerinin önüne geçip bayram namazını kıldırdı. Atının yanına ağıla gitti. Semerini bağlayıp eliyle besledi. Ordu, Enver Paşa’nın sert duruşundan güç ve cesaret alıyordu. Yüzünde üzüntünün kırıntısı bile yoktu. Hüseyinbek o an fark etti. Enver Paşa haklıydı…
Enver Paşa, ordunun en önüne geçti. Beylik tabancasını çekti. Rus mevzilerini gösterdi. “Soykırımcı Ermeni ve Ruslar oradalar! Akrabalarınızı kesen, dininize ve namusunuza saldıranlar orada! Siz nasıl öleceksiniz diye düşünmeyin. Esir düşersem. Atalarımın yüzüne nasıl bakarım. Bunu düşünün!” Enver Paşa atını ileriye doğru sürmesiyle… Ordu, “Allah, Allah” nidaları eşliğinde hücuma geçti.
Enver Paşa, Rus mevzilerine daldığında mermisi bitmişti. Silahını attı. Kılıcını çekti ve Rus makineli tüfeklerin bulunduğu sipere daldı. Askerleri biçerek ilerlemeye başladı. Enver Paşa bedenini delip geçen kurşunlara inat dimdik duruyordu at üstünde. “Havan topu” diye bir ses duyuldu. Havan mermisi Enver Paşa’nın yakınına düşmüştü. Paşa siperden dışarıya savruldu. Türkistan bir yiğit komutanı daha yuttu.

(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Şiir, Hikâye, Deneme Atölyeleri)

BÜYÜK KUŞ
Mevsim yazdı. Altay Dağlarının zirvesi her mevsim karlı, etekleri yemyeşildi. Rüzgârın çıkardığı ıslığın yanında bir ıslık daha yankılandı. Altayların zirvesinde yuva yapmış bir şahin çıkardı başını yuvasından. Tek gözünün üstünde pençe izi vardı. Bir gözü görmez şahin açtı kanatlarını boşluğa. Bıraktı kendini Altay’ın yemyeşil ovasına doğru. Dostunu tanımıştı. Sevinç çığlıkları atıyordu. Şahinin geldiğini gören yiğit, şaha kaldırdı atını, selamladı dostunu. Dörtnala sürdü doru atını. Doğduğu çadıra, yurduna doğru… Şahin de havadan, onu takip ediyordu. Altay ovasında şahinin sevinç çığlıkları yankılanıyor, sesi, oba halkının dikkatini uzaktaki yabancıya çekiyordu. Uzaktan gelen atlıyı görmek için birbirleriyle yarışıyorlardı. Çocuklardan biri uzun bir ağacın tepesinden bağırdı.
– Osman Batur!
Bütün oba çocuğa baktı. Sonra yaklaşmakta olan atlıya baktılar. Gözleri iyi görenler artık Osman Batur’u seçebiliyordu.
Osman Batur için kurbanlar kesilmişti. Obanın büyükleri oba beyinin çadırında toplanmışlardı. Soy büyüklüğüne göre yan yana dizilmişlerdi. Oba beyi konuşmaya başlayacaktı ki, büyük bir uğultu duyuldu. Herkes çadırlarına kaçmaya başladı. Yaşlılardan biri ellerini semaya doğru kaldırdı.
– Tengri Teâlâ, düşmanın büyük katil kuşundan koru…
Osman Batur yerinden doğruldu. Uçağın ışıkları bulutların arasından görünüyordu. Ağaçların yüksekliğine göre hareket ediyor, obanın üzerinde daireler çiziyordu. Osman Batur atına atlayıp kırbacını dişleriyle sımsıkı tuttu. Uzun bir ağaca tırmanmaya başladı. Tepesine geldiğinde şaklattı uzun kırbacını, biraz daha tırmandı. Ağacın tepesi eğilmişti. Uçak obadakileri rahatsız etmek için ağaçların seviyesine kadar aşağı inip birden yukarı çıkıyordu. Kanatlarında yazılı Çince karakterler çadırlarından başlarını çıkaranlar tarafından görülebiliyordu.
Osman Batur, insan boyu kadar olan kırbacını kanata doğru sallayıp doladı. Uçak, koca yiğidi havaya kaldırdı. Ancak taşıyamadı. Pilot, uçağın dengesini sağlamaya çalışıyor bir yandan da telsiz başında çığlık çığlığa ağlıyordu. Uçak obanın içine doğru ağaçlara çarparak düştü. Tüm oba donakalmıştı. Ağaçlarına arasında Osman Batur göründü. Kucağında kocaman uçak pervanesi vardı. Havaya kaldırdı. “Allahu Ekber” diye bağırdı. Bağrışında isyan gizliydi. Üstünde kara kurt postu vardı. Batmaya yüz tutmuş güneş, laciverte çalıyordu kürkün rengini.

(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Şiir, Hikâye, Deneme Atölyeleri)

KOCA KURT
Kale burçlarındaki nöbetçiler arasında sesler duyulmaya başlandı. Plevne kalesi komutanı Ömer Lütfi Paşa pencereye koştu. “Çabuk dürbünümü ver!” dedi yaverine. Bütün askerlerin dikkati nöbetçilerdeydi. “Osman Paşa ordusuyla yardıma gelmiş. Atının üstünde Rus kâfirini biçerek ilerliyor.” Kalenin içinde sevinç çığlıkları atılmaya başlandı. Askerler kılıçlarını kınlarından çekip verilecek emri beklemeye koyuldular. Ömer Lütfi Paşa ise gözünü savaş meydanından ayıramıyordu. Korkusuzca her gördüğü subayın üstüne atını süren Komutanı kalede tek tanıyan Ömer Lütfi Paşa’ydı. Nöbetçiler Osman Paşa’nın yardıma geleceğini biliyordu. Geri kalan cümleler ise kalıp kelimelerden oluşmaktaydı. Ömer Lütfi Paşa kale burçlarından aşağı indi. “Yedek kuvvetler atlansın. Kale kapılarını açın.” Siyah atına atlayıp kılıcını çekti. “Hücum!” nidasıyla bütün askerler yeni bir şevkle savaş meydanına atıldı. Yeni kuvvetler karşısında Ruslar çekilmeye başlamıştı. Kale ikinci komutanı mehteran birliklerine doğru bağırdı. “Elinize Allah zeval vermesin. Vurun tokmağı davula, yer gök sesinizle inlesin.” Mehteran kale içinde tur atmaya başladı. Savaş meydanı dalga dalga yayılan davul sesiyle inliyordu. Osman Paşa’nın askerleri geri çekilen Rus kuvvetlerini takibe başlamıştı. Ömer Paşa, ordusunu kaleye çekti.
Osman Paşa, ordunun en önünde yavaşça kalenin meydanına gelip atından atladı. Ömer Lütfi Paşa, topuk selamı verip gür sesiyle “Kırk bin erle, Plevne Kalesi emrinizdedir Paşam!” dedi ve birbirlerine sıkıca sarıldılar. Bütün kale “Padişahım çok yaşa” diye inledi. Osman Paşa yanında Ömer Lütfi Paşa’yla sığınağa indi.
– Komutanım, üç gündür top ateşiyle şehri dövüyorlar. Ancak öğleden sonra kesildi. Ardından taarruza geçtiler. Osman Paşa kafasını salladı.
– Paşam, karşı tepelerin ardından çıkıp topçulara saldırdık. Rus toplarını havaya uçurup taarruza geçen Rus ordusunu arkasından çevirdik. Kayıpları fazla olmalı. Bu Rusların kayıp verdikleri üçüncü savaşı ama sürekli asker takviyesiyle karşımıza çıkıyorlar. Aldığımız duyumlara göre karargâhta da fikir ayrılıkları siyasi çatışmalara dönüşmüş.
Kapı üç kere çalındı. İçeri giren er, “Komutanım, Ruslar toplarını geri çekmeye başladı.” dedi
Osman Paşa ve Ömer Lütfi Paşa koşarak surlara çıktılar. Dürbünle karşı mevzileri izlemeye başladılar. “Osman Paşam, kâfire iyi zarar vermişsiniz. Geri çekilmeye başlamışlar.” Osman Paşa sakalını sıvazladı.
– Yeni kuvvetler ve toplarla geri dönecekler. Ömer Paşam, arkalarından askerler gönderin, nereye kadar çekiliyorlarmış öğrensinler. Mehterana da söyleyin içimizi titretsinler. Rusları güzel uğurlayalım”
–Emredersiniz komutanım! Paşam, savaş mahkemesi kurulması gerekiyor. Yoğun top atışları esnasında kuramadık.”
– Tamam, kuralım.”
İki zabit ite kaka elleri, paslı kalın zincirlerle bağlanmış, şişman, bakışlarından sinsilik okunan; yüzü kapkara, üstünde bezden yapılma un çuvalı olan bir kişiyi getiriyorlardı. Osman Paşa sert bakışlarını mahkûmun üstünde tutuyordu. Bu bakışlar mahkûmu daha çok içine sindiriyordu. “Ömer Paşa, kimdir bu melun?”
– Habis bin Tarık, nöbetçi teftiş zabitimiz. Ordunun ekmeklik unlarını ıslatırken yakaladık. Ayrıca cebinden de küçük bir kâğıt çıktı.”
– Ruslara, para karşılığında casusluk yapıyormuş.” Osman Paşa hiddetlendi. Geniş yüzü sinirden kıpkırmızı olmuştu. “Kansız köpek” Habis bin Tarık kendini hemen savunmaya geçti. İki büklüm olmuş bir hâlde, yavaş yavaş konuşmaya başladı. Konuşması sinir bozucuydu. Siyah saçları una bulanmış, esmer yüzü doğuştan bir hainlik besliyordu. “Sus! Boş boş konuşuyorsun. Suç üstü yakalanmışsın.
– Tamam, yeter bu kadar. Götürün meydanda asın.”
– Asmayın!
Habis bin Tarık da dâhil herkes şaşırmıştı. Osman Paşa ayağa kalktı. Habis bin Tarık’ın yanına geldi.
– Bu münafığı çengele çekin! Zabitler Habis bin Tarık’ı dışarı çıkardılar.
Ömer Paşa yutkundu.
– Komutanım, cahilliğimi bağışlayın, çengele asmak cezası dine küfredenler için değil midir?
– Paşa, Rus kâfiri için Müslüman askerlerin yiyeceğine musallat olan biri, olsa olsa yeziddir, cezası da çengeldir. Savaş zamanındayız. Adam görünen mahlûkatları ibreti âlem diye sallandırmalıyız. Tek bir askerin aklında küçük bir zafiyet eksikliği olmamalı.
Osman Paşa ve Ömer Lütfi Paşa harita başında Rusların nereye çekildiğine bakıyordu. Savunma ve saldırı taktikleri üzerinde konuşuyorlardı. Kalenin meydanından davul sesi duyuldu. Sesi gür, tellal köslerin önüne gelip bağırmaya başladı. “Yüce Allah yâr, melekler miğferiniz, yüzü güzel Muhammet rehberiniz, dört halife yoldaşınız olsun!” kösler çaldıkça herkes meydana bakıyordu. “Düşmanın kılıcı kınında kırılsın, münafığın eli taş kesilsin.”
Tellal Tarık’ı gösterdi.
– Habis bin Tarık, ekmeğimize kan doğramak istedi. Rus kâfirine Müslüman ahaliyi sattı. Cezası çengele çekilmektir.” ‘Çekilsin’ bağrışları meydanda yankılanıyordu. Tellal bağırmaya başladı.
“Duyduk duymadık demeyin, Habis bin Tarık bize hakkını helal etmiyormuş; peki zındığa siz hakkınızı helal ediyor musunuz ahali?” “Haram olsun” bağrışları kale surlarını aştı. Tarık’ın elleri ve ayakları arkadan birbirine bağlandı.İki uzun kazığın ortasına bir kanca sabitlendi. Habis bin Tarık bu çengel ucuna gelene kadar beş kişi tarafından çekildi. Ağlıyor ve yalvarıyordu. Çengelin ucunda sallanmaya başladı. Beş kişi zor taşıyorlardı. Tellal bağırdı. “Bırakın canlar, taşımayın şu münafık zındığı” bir anda bıraktılar ipi. Habis bin Tarık çengele geçti. Ömer Paşa, göz ucuyla meydana bakıp perdeyi kapattı.
Ömer Paşa, gaz lambasını yakıp duvara astı. Masanın etrafındaki paşalar dikkatlice Osman Paşa’yı dinliyorlardı.
–Ethem Paşa, siz atlı birliğinizle sağdan saldıracaksınız. Müşir Kazım Paşa, sizde soldan atlı birliğinizle saldıracaksınız. Ben ve Ömer Lütfi Paşa da ortadan atlı ve yaya birliklerle kuşatmayı delmeye çalışacağız. Karargâh bu planı kabul etmese de, yiyeceğimizin azalmasından dolayı bunu yapmak zorundayız. Eğer Rusların çemberini delebilirsek en azından Orhaniye’ye geçeriz. Bu da bize rahat nefes aldırır. Ömer Lütfi Paşa, şehrin etrafına üç askerin rahatlıkla geçebileceği hendekler kazın. Zamansız taarruza geçerlerse püskürtmesi kolay olsun.
Kale karanlığa bürünmüştü. Nöbetçilerin “Yektir Allah” sesleri burçlar arasında yankılanıyordu. Osman Paşa’nın gözleri Rus hatlarındaydı. Ömer Lütfi Paşa saygıyla yanına geldi. “Paşam, ordu savaşa hazır. Hendekler de kazıldı. Yarın sabah namazından sonra saldırabiliriz. Gün aydınlandığında herkes hazır olsun” “Emredersiniz Paşam”
Güneşin ilk ışıkları kale burçlarını aydınlatıyordu. Osman Paşa üniformasının söküklerini dikmiş, çizmelerini cilalamıştı. Beylik tabancasını, tüfeğini ve kılıcını kontrol etti. Güzel koku sürüp sakalını ve saçını taradı. Kalpağını taktı. Son hazırlıkları kontrol ederek ahıra indi. Siyah savaş atı, heyecanlı görünüyordu. Sahibini görünce sakinleşip yanına gitti. Osman Paşa atına atlayıp emir erinin uzattığı tüfeği eline aldı. Ordunun önüne atını sürdü. Lütfi Paşa mehteran başına döndü. “Ordu savaşa hazırlansın!” mehteran başı gür sesiyle bağırdı. “Yaptığımız büyük ve küçük günahlar için, Allah rızası için ‘estağfurullah’ diyelim. Ordu içinde hıçkırık sesleri ve ağlamalar duyuldu. Dalgalanarak yayılan hıçkırık seslerini yine mehteran başının gür sesi kesti. “Üçler, yediler, kırklar aşkına, evliyalar; arslanlar arslanı Ali aşkına, gül yüzlü Muhammed aşkına, Allah aşkına! ‘Hu’ diyelim. Hıçkırık sesleri kesildi. Bütün ordu ‘Hu’ sesiyle dağları inletti. Rus mevzilerine kurt ulumasını andıran bir ses gitmişti. Takviye gelen yeni Rus askerleri savaşta nasıl askerlerle karşılaşacaklarını birbirlerine sorup korkudan titriyorlardı.
Rus yaya birlikleri hücuma kalktı. Osman Paşa kale burçlarına baktı. “Allah elinize zeval vermesin! Vurduğunuz yerle yeksan olsun! Taş üstünde taş koymayın.” Toplar Rus mevzilerini dövmeye başladı. Ömer Lütfi Paşa kılıcını eline aldı. “Nişan al! Ateş!” Osman Paşa geriye döndü. “Gazilerim, şehit evlatları, dünya hâkimi Yüce Devlet Osmanlı’nın yiğit askerleri, gün gaza günüdür. Geri döneni çengele takarım. Süngü tak! Hücum!”
En önde rütbelerini sökmüş, atlı paşalar, yaya askerler ve sancaktarlar hücuma kalktı. Osman Paşa süvarileriyle şimşek gibi girmişti mevzilere. Ruslar geri çekilmeye başlamıştı. Ömer Lütfi Paşa Osman Paşa’ya doğru bağırdı. “Paşam geri çekiliyorlar. Savaş bizimdir.”
Ruslar, dağlara gizledikleri silahları ateşlediler. Karşıki dağlardan beş bin top birden ateşlendi. Ömer Lütfi Paşa’nın yakınına bir gülle geldi. Osman Paşa atını Ömer Lütfi’nin düştüğü yere sürdü. Ömer Paşa atından düşerken gözleri sancaktaydı. Osman Paşa’nın sırtına da şarapnel parçaları saplandı. Gözleri karardı. Atıyla beraber yere yuvarlandı.
Müşir Kazım, Osman Paşa’nın gözlerini açtığını görünce heyecanla hücresinin parmaklıklarına koştu. Yan Hücredeki Ethem Paşa’ya bağırdı. “Komutanım uyanıyor.” Koridordaki bütün hücrelerden “Çok şükür ” nidaları geldi. “Komutanım! Ben Müşir Kazım! Beni duyuyor musunuz?” Osman Paşa bezlerle sarılmış bedenini kaldıramadı. Başını kaldırıp karşıya baktı. Parmaklıkları görünce kahroldu. Sesler artmıştı. Bütün askerler Osman Paşa’yı merak ediyorlardı. Ethem ve Müşir Kazım, Osman Paşa’nın koluna girip yatağından kaldırdılar. Komutanın emriyle sadece hücresinden çıkarıldı. Rus Genelkurmay Başkanı, kazandığı savaşın verdiği gururla Osman Paşa’nın karşısında durdu.
“Osman Paşa sizi yine karşımda görmek beni onurlandırdı. Sizi yenmenin sarhoşluğuyla kabalık yaparsam beni bağışlayın. Osman Paşa’yı yenme zevki mucize gibi bir olay… Efendim, ben Kırımda da görev yaptım. Türkçeyi iyi bilirim. Ancak Ömer Lütfi Paşa’yı bu savaşta göremedim. Haberiniz var mı?”
Osman Paşa yanındaki paşaların yardımıyla biraz doğruldu.
“Sayın komutan, Ömer Lütfi Paşa Kırımda kaldı. Kırım ise hayallerimizde… Hayallerle yaşamaya gerek yok.”
“Osman Paşa, Rus savaş kurallarını bilirsiniz. Eğer bir komutan mertçe direnmişse, esir düşse bile kılıcı iade edilir ve ülkesine geri dönmesine izin verilir. O yüzden akşam yemeğini benimle yemek isterseniz bana büyük bir onur vermiş olursunuz. Ayrıca Abdülhamit Han size özel bir mektup gönderdi. Buyurun.”
Cebinden çıkardığı mektubu uzattı. Osman Paşa yaralarının ağrısına aldırmadan mektubu aldı. Göğsüne sarılmış bandajların arasına soktu.
“Sayın Komutan, nazik davetiniz için teşekkür ederim. Ancak akşam yemeğini askerlerimle birlikte yiyeceğim.”
“Ha, Bu arada Osman Paşa, sizi yendiğimi içki içtiğim her mevkidaşıma ve yaşadığım sürece aileme her gün anlatacağım. Umarım darılmazsınız.”
Osman Paşa dimdik durdu. Yanındaki paşaları geriye iteledi.
“Sayın Komutan, biz inançlı insanlarız, zafer de Allah’tan, yenilgi de. Ancak siz de şunu unutmayın. Kurt kocayınca bir kemik için saatlerce yol giden köpeklerin maskarası olurmuş.” Şaşkın bakışlar arasında Osman Paşa dik bir hâlde yürüdü ve hücresine girdi.
Akşam yemeğinin ardından, ısrarlara rağmen Osman Paşa, sabah yerine gecenin en karanlık vaktinde yola çıktı. Yanında Ethem ve Müşir Kazım Paşa vardı. Uzun ve yorucu bir yolun sonunda Abdülhamit Han’ın huzuruna vardılar. Yol boyunca gerekmedikçe konuşmadı Osman Paşa. İç dünyasına çekilmişti. Lütfi Paşa aklına geldikçe kolundaki yaraları sızlıyordu. Bu üç süvariye Osmanlı sınırına kadar üç Rus subayı eşlik etti. Sonrasında İstanbul’a kadar gerekmedikçe mola vermediler. Bu Osman Paşa’nın emriydi. Bir an önce padişahın huzuruna çıkmak ve başka bir cepheye gönderilmek istiyordu. Yoksa kimsenin yüzüne bakamazdı. Yüzlerinde peçelerle girdiler İstanbul’a. Saraya kadar hiç durmadılar. Abdülhamit Han geldiklerini duyunca bekletmeden yanına çağırttı.Padişah, yüzünü yerden kaldıramayan Osman Paşa’nın kolunu sıvazladı. Göğsüne madalyasını taktı. “Gazi Osman Paşa, sen benim yüzümü güldürdün. İki cihanda da yüzün ak olsun.” Dedi. Osman Paşa bu anı ve Plevne’yi, ömrü boyunca unutamadı. Verilen yeni görevi hemen kabul edip İstanbul’dan dörtnala çıktı. Batmakta olan güneşi arkasında bırakarak sürdü atını kurak topraklara.

(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Şiir, Hikâye, Deneme Atölyeleri)

BÜŞRA BENER


5 Ağustos 1995’ de Ankara’da dünyaya geldi. Sırasıyla Misket İlköğretim Okulu, Mamak Anadolu İmam Hatip Lisesi’ni tamamladı. 2014 yılında Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’nde, Çağdaş Türk Lehçeleri ve Edebiyatları bölümünde lisan eğitimine başladı. 4.sınıf öğrencisi olarak eğitimine devam etmektedir.
Ailesi ile Ankara’da yaşamaktadır.
2015-2016 yıllarında Avrasya Yazarlar Birliği’nin 8.ve 9. dönem Edebiyat Akademisi’nde, Deneme ve Hikâye Atölyelerine katılmıştır.

Hikâye:
Kara Yazılı Bir Hikâye
Başka Dilde Bir Aşk
Kasap
Ulug Hurtuyah
İki Aç Karın

Deneme:
Korkularıma Soruyorum
Biraz Kırık Dökük Biraz Heyecanlı
Arabulucu
Şiir Olurken

KARA YAZGILI BİR HİKÂYE
Ben on yaşında küçük bir kız çocuğu iken öğretmen olan babamın tayini Erzurum’da bir köy okuluna çıkmıştı. Evrakların tamamlanması, hazırlıklar derken sonbaharın ortalarına doğru ailecek yola çıktık. Yolculuğumuz bir günden fazla sürmüş, kendine dâhi hayrı olmayan bir otobüs ile sefil bir yolculuk geçirmiştik. Erzurum merkeze gelince başka bir otobüs ile gideceğimiz köyün bağlı olduğu ilçeye gittik. Bizi ilçede köyün muhtarı karşılamış, ilçeden köye varmamız üç dört saatten fazla sürmüştü. Daha bebek olan erkek kardeşimin sürekli ağlamasını, benim yolda hastalanıp kusmamı çok iyi hatırlıyorum. Köye geldiğimizde bize öğretmen evi olarak gösterilen yer alışık olduğum evlerden o kadar farklı gelmişti ki bana. Bizden önce gelen eşyalarımızı da iki gözlü eve üst üste yığmışlardı. Taşındığımız ilk hafta evi yerleştirmeyle geldi geçti. Babam köyün tek öğretmeniydi. Zaten çok fazla olmayan köy çocuklarını kendince gruplara ayırıp, beni de o gruplardan birinin içine kattıktan iki hafta sonra derslere başladı. Bu köyün en sevdiğim yanı, teyzelerin sürekli bir şeyler pişirip getirmesiydi. Tandır ekmeği dedikleri yufkayı ilk defa bu köyde tattım. Öğretmenin kızı olmanın verdiği ayrıcalıksa bambaşkaydı.
Havalar gittikçe soğumaya başlamıştı. Kış kapıda. Kış kapıda. Herkesin tek telaşı buydu. Köyün çocukları ile iyi arkadaş olmuştum ve artık yavaş yavaş bu hayatın bir parçası olmaya başlamıştım. Yine de çok şaşırdığım zamanlar oldu. Köyden bir çocuğun kapılarının önünde oynuyorduk. Ninesi yerden hayvan pisliklerini kürekle almış içine saman katıp sonrada çıplak elleriyle yuvarlayıp bir kenara yığmıştı. Ben hayretler içinde kadını izlemiştim. Sonradan öğrendim ki kapıdaki kış geldiğinde onları yakıp ısınacaklarmış, annem adına tezek dedi.
Ve bir gün beklenen kar geldi. Ben hayatımda bu kadar çok yağan karı ilk defa gördüm. 1983 yılı bana gerçek soğuğu ve gerçek karı öğretti. Bütün gün pencerenin önünde o karı seyretmiştim. O kadar çok yağdı ki bundan sonra hep kar yağacakmış gibiydi. Hiç durmadan yağdı.
Çocuklar sürekli evimize gelip okul olacak mı diye sorup duruyorlardı. Babam karın tadını çıkarsınlar diye iki gün okulu tatil etti. Köydeki arkadaşlarım ile karla oynamak için dışarı çıktık. Kiminin elinde eldiven niyetine yünden patikler vardı. Kimi montsuz kat kat giyinmiş, kimi lastik ayakkabı ile oynamaya gelmişti. Hava o kadar soğuktu ki yine de koşturmaktan birbirimize kartopu fırlatmaktan üşüdüğümüzü unutup gittik. Kartopu oynadığımız arsanın karşısında duran bir kadına sürekli gözüm takılıyordu. Biz oynamaya geldiğimizde de o kadın yolun karşısında ayakta duruyordu. Belki de saatlerce oyun oynadık o kadın hâlâ ordaydı. Biz dağılırken de aynı yerde aynı şekil de duruyordu. İlk defa gördüğüm bu yabancı bana tuhaf geldi doğrusu. Ertesi gün o arsanın yakınlarında bir yere oynamaya gittik. Yine aynı yerdeydi. Bu kez yüzünü daha iyi gördüm. Gözlerini yola dikmiş sadece bakıyordu. Köyün çocuklarının içinde yaşı bizden büyükçe bir çocuk “Deli Hacer!” deyip kocaman kartopunu kadına fırlattı. Kadın yine kıpırdamadı. Üstünde sadece bir kazak vardı. Ben o kadar kalın giyindiğim halde titrerken o hiç üşümüyor gibi duruyordu. Yüzü soğuktan kıpkırmızı olmuştu ama üşüdüğünü gösteren tek bir hareketi yoktu.
Orada epeyce oynadık ama gözüm hep ondaydı. Herkes evine dağıldı, ben evimizin kapısına yaklaşınca dönüp Hacer’in olduğu yere gittim. Bu kez karların üstüne oturmuş ağlıyordu. Önce aramızda mesafe bırakarak onu izledim sonra dayanamayıp yanına yaklaştım. Kalbim yerinden çıkacak gibi hızlı atıyordu, hem korkuyordum hem merak ediyordum. Birkaç dakika iyice seyrettim onu sonra “Üşümüyor musun? Hava çok soğuk.” dedim. Elini kalbine koydu. Sessizce ama öyle içten bir ağlayışı vardı ki benim de gözlerim doldu. Ona bir sürü soru sordum ama tek bir kelime etmedi. Yalnız ne zaman üşümek ile ilgili bir şey desem elini hep kalbine koydu. Karın içinde duran ayaklarının çıplak olduğunu o an fark ettim. Kar dağılınca gördüm mosmor ayaklarını. Uzaktan annemin bana seslendiğini duyunca elimdeki eldiveni çıkarıp kucağına bıraktım ve anneme doğru koştum. Karlar eriyene kadar hep orada yolu izledi. Ben de onu.
Adı Hacer’miş. Yıllar evvel sevdiğiyle kaçacakları gece, o yolda Hacer’in yanında yarini av tüfeğiyle vurmuşlar. Karın üzerine yığılıp kalmış zavallı. O zamanlar akrabaları Hacer’e epey işkence etmişler. Sevdiğinin ölüsünün nereye gömüldüğünü bilmediğinden kendince orayı mezar bellemiş diye anlatmıştı kadınlardan biri. Aklını da öylece kaybetmiş dedi. Sadece kışları görünürmüş Hacer. Bir garip anası ile yaşayıp gidiyorlarmış. Diğer zamanlar ne yapar, ne yer, ne içer hiç haberi gelmezmiş. O köyde üç yıl kaldık. Üç kış boyunca Hacer’i seyrettim ve Hacer çıplak ayakları ile o yolda günlerce bekledi hep kalbini tutup ağladı. Son kışımda Hacer’in yoluna gittim. Köy halkı da o yola öyle diyordu. Belki meraktan belki üzüntüden ona karşı farklı bir yaklaşımım vardı. Ona buradaki son kışım olduğunu söyledim. Tepkisiz yola bakmaya devam etti. Ayağa kalkmış gidiyordum ki ona dönüp “Hacer sahiden hiç üşümüyor musun? Şu buz gibi havada mosmor ayaklarınla sahiden hiç üşümüyor musun?” dedim arkamı döndüm. Sadece iki adım attığımı hatırlıyorum. Benimle o zamana kadar tek kelime etmeyen Hacer’in genizden gelen tuhaf tınılı sesini duydum. “Yüreğimde çöl ateşleri yanarken ayaklarım hiç üşümüyor.” Yine damlalar düştü gözünden. Sanki içimi taşla, demirle, kurşunla doldurmuş gibi bir ağırlık, tuhaf bir sızı hissettim. Genzim yanmaya başladı, konuşmak istedim ama yapamadım. Ben de Hacer gibi ağladım ve eve geldim. O yıl sonunda başka bir şehre taşındık. Sonrasında yağan her kar bana çıplak ayakları ile yolu seyreden Hacer’i hatırlattı.

(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Şiir, Hikâye, Deneme Atölyeleri)

BAŞKA DİLDE BİR AŞK
Çocukluk tutkum olan başka dillere merakımı iş hayatıma da taşımış, hem bir yayınevinde kitap çevirileri yapıyor hem de bir çeviri ofisinde çalışıyordum. Çevirilerim daha çok Rus ve İngiliz dili üzerineydi. Ofiste olduğum bir gün, dâhili telefondan sekreter Rusça çevirisi yapmak için birinin benimle görüşmek istediğini söyledi. İçeriye giren adamla tokalaşmak için elimi uzattım. O beni Rusça selamlayınca ben de haliyle Türkçe ile başladığım selamlamayı Rusçayla bitirdim. İçeri ilk girdiğinde görünüşüne hiç dikkat etmemiştim. O benimle Rusça konuşmaya devam edince bu durum ilgimi çekti ben de yüzüne dikkat kesildim. Kesinlikle bir Rus’un görüntüsüne sahip değildi. Adam tam bir sahte Rus gibiydi. Benden elindeki metni Rusçaya çevirmemi istiyordu. Yarın tekrar uğrayıp çeviriyi alacağını söyledi gülümsedi ve gitti.
Çeviri için getirdiği metnin aslı Türkçeydi. Metni okumaya başladım. Bir hikâyeydi bu. Âşık bir adamın dilinden sevdiği kadını ilk gördüğü anı anlatıyordu. Yalnız kadının bu aşktan haberi yoktu. Adam uzaktan uzağa izliyordu kadını. Metnin ortasında kendi kendime söylenmeye başladım “Ne saçma. Kadında ne salakmış, adam zaten takipçi sapık bir de adına aşk demiş. Kim böyle saçma bir şeyin çevirisini ister ki!”
Kaldığım yerde bırakıp metni çevirmeye başladım. Okumadığım kısımların çevirisini yaparken öğrendim ki aslında adam sapık değil kadın salakmış. Adam nerdeyse kadının yanında yaşarcasına burnunun dibinde. Yalnız metin öyle bir yerde bitiyordu ki cümle tam virgül ile ayrılmış gerisi yok. Sayfanın arkasına baktım başka bir sayfa var mıydı diye ama yok. Cümle en kilit yanından virgül ile bitirilmişti. Ertesi gün bu sahte Rus çeviriyi almak için geldi. Sahte Rus diyorum ama ismi İvan Kozlovskiy. İvan metni aldı, teşekkür edip kapıya doğru uzandı.
– Metin tek sayfa mıydı, diye sordum.
– Evet. Tek sayfaydı neden sordunuz?
– Eksik bir cümle vardı da, yani virgülle ayrılmıştı eksik bir cümleydi o yüzden sormak istedim, dedim.
İvan bana metnin tek sayfa olduğunu tekrarladı ve imalı bir gülüşle teşekkür edip çıkıp gitti . Üç gün sonra tekrar geldi. Yine metin çevirisi yaptırmak istiyordu. Sayfanın başı küçük harfle başlıyordu ve bir önceki metnin devamı olduğunu anladım. Hikâyedeki âşık adam bu kez kadınla konuşmaya karar vermişti. Fakat onunla konuştuğunda ne söylemesi gerektiğine karar veremiyordu. Bu kez konuşmak için bahane olacak şeyler aramaya başlamıştı Sayfanın son cümlesinde aşığın kadınla ilk nasıl karşılaştığını anlatmaya başlıyordu ki yine bitti hikâye. Bir yerde gizem yaratıyordu metin. İvan bu kez iki gün sonra, benim yayınevinde olmadığım bir zaman da metni almaya gelmiş. Üç gün sonra tekrar uğrayarak yeni bir sayfa bıraktı. Adam kadını ilk kez bir kafede görmüş. Kadın hiç de durumun farkında değil, aceleyle kafeden çıkarken kabanı, adamın çay bardağına değerek deviriyor. İkinci karşılaşmalarında kadını bir kitapçıda görüyor adam. Kadının elinde adamın en sevdiği kitap var ve bu durum adamın hoşuna gidiyor. Kadının çalıştığı iş yeri yakınlarda ve adam kadını her gördüğünde uzaktan izliyor. Kadının iş yerine gidip onunla konuşmaya karar veriyor ve hikâye bu kez de burada bitiyor. Artık ben de hikâyenin devamını merak eder olmaya başladım. Arada kadına da kızıyorum ne aptal hiçbir şeyin farkında değil diye. Kendi kendime tahminler yürütüyorum kadın hakkında. Sahte Rus İvan’a da kızıyorum böyle eksik eksik hikâyeyi getirdiği için ama elden gelen de bir şey yok.
Ertesi gün hikâyeyi almaya İvan geldi. Şimdi hikâye hakkında soru da sormak istemiyorum. “ çeviri mi yapıyor hikâye mi okuyor? “ demesin kendime güldürmeyim diye. Üç gün sonra yeni sayfa bırakır diye kendimi avutuyorum. Üç gün sonra yeni sayfa getirir diye beklediğim İvan’dan bir hafta sonra yeni bir sayfa geldi. Üstelik yazıyı da başka birisi getirdi. Bu bir hafta boyunca elin adamının yollarını gözler olmuştum şimdi bir başkası getiriyordu metni. Bizim âşık bu sayfada kadına aşk itirafında bulunacaktı ya adam toplayıp cesaretini kadının çalıştığı yere geliyor ama kadın iş yerinde değil. Umutlar kırılıyor tabi. Kadını uzaktan izlemeye devam ediyor ve onu izlerken hep gördüklerini anlatıyor. Mesela kadın kitap okurken çoğu zaman kaleminin arkasını ısırıyor ve kitabı sol eliyle tutuyor. Saati sağ koluna takıyor. Uzun uzun anlatıyor kadını, adam.
Hikâye çevirisi, yeni nüsha alışverişiyle, İvan’la samimi olmaya başlamıştık. Samimiyetimiz her yeni metin ile ilerliyordu. Bunları bir siteden aldığını ancak internet çevirisinin çok başarılı olmadığı için bir çevirmene yaptırdığını öğrenmiş oldum. Bazı insanlar ile konuşurken çok keyif alırsınız ve sizi konuşurken hiç sıkmaz. İvan’da öyle. Çevirileri almaya geldiğinde bazen birkaç saat sürüyordu sohbetimiz bazen bana gelen arama ile ben gidene kadar. Hikâyede ise adam hala kadına açılamamıştı ama en azından onunla konuşacak bir bahane bulmuştu artık. İvan’ın getirdiği son sayfada, Kadının işyerine bir gün adam zarf gönderiyordu. Zarfın içinde büyük harflerle kocaman “ Seni Seviyorum” notu ve onu tanıdığı ilk andan itibaren hissettiği, duygularını ona açmak için verdiği mücadeleyi anlatan bir şeyler yazmıştı. Kadın şaşkınlıktan ne yapacağını da şaşırmış durumdaydı. Adamın kalkıp işyerine gidiyordu ve hikâye burada bitiyordu. Hikâyenin sonuna yaklaştığımı biliyordum. İki aya yakın bir süredir bu hikâyeyle baş başaydım. Yazarı bile benim kadar içine dalmamıştı belki de hikâyenin. Sonu nasıl bitecekti içim içimi yiyip duruyordu. İvan çevirinin son sayfasını almaya kendisi geldi.
– Galiba hikâyenin sonlarına geldik, dedim.
Yarım dudak gülümsedi. Onun da benim gibi hikâyenin bitiyor olduğuna üzüldüğünü anladım. Çok fazla vakti olmadığını söyleyip çıkıp gitti.
Ertesi gün ofise benim adıma bir zarf geldi. Zarfın içinde kıskaç ile tutturulmuş sayfalar ve onlardan ayrı başka bir sayfa. O tek sayfanın üzerinde “Seni seviyorum” yazıyordu. Birden heyecanlanmaya başladım. Kalbim hızlı hızlı atıyordu, susamaya başladım. Sayfanın altında İvan’a ait bir imza vardı. Acaba hikâyenin devamını mı yolladı diye düşündüm ama öyle gibi durmuyordu. Tutturulmuş sayfaları okumaya başladım.
Çevirdiğim metnin birkaç yeri değişmişti sadece. Kadın bardağı fark ediyordu mesela. Adamın iş adresinin kapı numarası bile vardı. Mekânlar değişmişti hikâyede. Sonra birden her şey aydınlandı. Taktığım saat sağ kolumdaydı, masanın üzerindeki kalemlerin çoğunun arkası ısırılmıştı, adamın kadını gördüğü kafenin adı tersten okununca ofisin yakınındaki hep gittiğim kafenin adıydı. Kadının tasviri bana benziyordu. Kadına salak nasıl fark etmez diye kendi kendime kızıyordum ama o salak bizzat bendim işte. Hikâyede geçen adresi alıp hemen çıktım ofisten. Gittiğim adreste İvan’ı bulmam tabi ki şaşırtmadı beni. Beni görünce tıpkı hikâyede, adamın kadını gördüğünde gülümseyip kadına sarıldığı gibi gülümsedi ve bana sarıldı. Tuhaf bir şekilde mutluydum.
Demiştim ya hani adam kadınla konuşmak için türlü bahaneler arıyordu. Meğer İvan’ın bahanesi de kendi yazdığı yazıları bana Rusçaya çevirtmek olmuş. İvan Kozlovskiy, Rus bir anne ve Türk bir babanın oğlu. Yabancı kimliğini bahanesi olarak kullanmış ve uzun zaman merak ettiğim bu hikâye benim hayatımın onun dilinden anlatılışıymış. Meğer farkına bile varmadığım aptallığımın sayfalara dökülmüş haliymiş.
Bahsi geçen kafede ben onun masasına çarpmıştım ve masadaki çay bardağı düşüp kırılmıştı. Özürlerim arasında adama dikkat edecek fırsatım olmamıştı bile. Kütüphanede kitap okurken gördüğü zaman yayın evindeydim. Kitap sol elimdeydi çünkü bir yandan not alıyordum. Kalem ısırmam, çalışırken bilinçsizce yaptığım bir huyumdu.
Hikâyenin sonun da kadın adamın iş yerine gitti ve ona sarıldı. Sonra neler olacak bilmiyorum ama şimdilik mutlular.

(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Şiir, Hikâye, Deneme Atölyeleri)

KASAP
Kasap lakaplı adli tıp doktoru Kenan, ölülerin dilini çok iyi konuşabiliyordu. Ruhun bedeni ne şekilde terk ettiğini, katilin imzasını taşıyan yaraları analiz etmekte oldukça iyiydi. Bunu yapmaktan gurur duyuyordu. Asla yanında bir asistan istemezdi. Onun kendisine yardımdan çok ayak bağı olduğu kanaatindeydi. İçinde bulunduğu bu soğuk iklim ve oldukça korkunç şekilde katledilen cesetlerin ürkütücü havası, onun ruhuna da işlemişti. Masasına getirilen ölülerin adlarına hiç bakmadan, eline neşteri alır, derinin üzerinde gezdirirken önünde yatanlara bir zamanlar sıcak olan biri gibi davranmazdı. O, ölüler ile hızlıca konuşur, onların dilini polislere çevirir ve başka ceset torbasına yönelirdi. Kenan’ı onlardan ayıran tek şey aldığı nefesti. Çoğu zaman o cesetlerden daha ruhsuz ve daha soğuktu. Kendisine takılan bu lakaptan haber olmasına rağmen, bildiğini belli edecek bir harekette bulunmazdı. Doğruydu aslında o bir kasaptı. İnsan kasabı.
Adli tıp kurumunun yoğun olduğu bir günün sonuna yaklaşılmıştı. Mesai saatini dolduran herkes teker teker çıkıyordu binadan. Tek bir kişi hariç. Asistanlardan biri ona yardım teklifinde bulunsa da her zamanki gibi kabul etmedi, tek başına üstesinden gelebilirdi. Kenan altıncı incelemesi için morga yürüdü. Omuzlarını esnetti ve morg dolabına asılı yazıyı okudu.
Ölüm sebebi: Asfiksi-Submersiyon
Getirilme tarihi ve saati: 05.02.2015 16.27
NOT: Ölüm, bilirkişi tarafından onaylanmıştır.
Gürültüyle dolabı açtı. Sürgülü bölmede hala torbada bekleyen cesedi sedyenin üzerine koydu ve ameliyathanesine döndü. Kendini dezenfekte etti, üzerini değiştirdi. Torbanın fermuarın açtı, çıkarıp çöpe attı. Her zamanki kendinden emin, soğukkanlılığıyla ilerlemeye devam ediyordu. Ta ki masadaki yeni oda arkadaşının yüzünü görene kadar. İki üç adım geri gitti ve alet masasına çarptı. Yere düşen metalin boş duvarlardaki sesinin şiddetiyle sıçradı. İki kere derin derin nefes aldı. İlk defa buranın iğrenç koktuğunu geçirdi aklından. Alet masasından destek alarak ayağa kalktı ve ameliyat masasındaki adama, cerrahi lambayı açıp daha yakından baktı. İçinde buz tutan duygularından biri çatlamıştı şimdi. Hangi duyguyu hissedeceğinden emin değildi Kenan. Tiksinti, huzur, nefret, mutluluk, hüzün, … Belki de hepsini aynı anda hissediyordu. Kendine kızıp ayağa kalktı ve önünde savunmasız duran bu adama baktı. Çok uzun bir zaman sonra masasına yatan biri için duygusu vardı. Dudaklarını aralayıp dişlerine baktı. Sol köpek dişinden biri yoktu. Bu adamın böyle cansız olarak önünde olması canını sıkıyordu. “Seninle karşılaşmamız böyle olmamalıydı. “ Yüksek sesle konuşuyordu. Yine de Uzun bir süre yüzüne baktı bu lanet herifin sonra buz gibi ameliyathanenin bir köşesine çekilip ağlamaya başladı. Büyük kasap gözyaşlarını dindiremiyor, çocuk gibi hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Midesindeki kasılmayı hissetti hemen ilerideki çöp kovasına uzanıp içine kusmaya başladı.
Ağlayamayacak kadar yorulduğunda az evvel kustuğu çöp kutusuna, ağzında kalan o tadı atmak için iki kez tükürdü, masaya döndü. Eldivenlerini değiştirdi, bütün malzemelerini önüne hazırladı ve lambayı yaklaştırdı. On üç boyutlu neşterini aldı.
Kalın şah damarlarından birinde seyrek de olsa bir hareket fark etti. Stetoskopla dinledi ancak bu sessizlikte bile zor duyulabilecek kadar yavaş atan bir damar vardı. Bu adam yaşıyor muydu? Hemen adamın dosyasını okudu. Güvenlik güçlerinden kaçmaya çalışırken, ateş açılmış sağ abdomenden vurulmuş ve göle düşmüştü. On iki dakika sonra gölden cansız çıkarıldığı yazıyordu. Kâğıtları hızlıca atıp vücut sıcaklığını ölçtü. Dereceden cılız bir ses çıktı ve ekrana baktı. Otuz üç santigrat derece. Dördüncü evre de Submersiyon geçirdiğini tahmin ediyordu. Hemen adamı oksijen tüpüne bağladı, vücut ısısının yükselmesi için damardan ilaçlar yaptı. Tıpkı altı yıl önce insanların hayatını kurtarmak için çırpındığı zamanlardaki gibi bu adamı kurtarmak için acele ediyordu. Adamın ameliyat olması gerekiyordu. Fakat önceliği vücut sıcaklığını eski haline getirip kalbin kan pompalama işini hızlandırmasıydı. Hazırladığı ilacın etkisini göstermesi yaklaşık on beş dakika alıyordu. Saatine baktı ve ameliyathanenin bir köşesine çöktü. Başını ellerinin arasına aldı gözlerini kapatıp sakinleşmeye çalıştı.
– Baba!
Çıplak duvarlarda yankılanan kızının sesini duydu Kenan. Kızı ona sesleniyordu ve gittikçe de yaklaşıyordu ses . Kafasını kaldırdı.
– Duru! Babacığım buradayım. Duru.
Duru ameliyathanenin kapısında koşarak içeri girdi. Kahverengi saçları iki yandan toplanmıştı. Krem rengi tişörtün üzerinde çamur ve kan lekeleri vardı. Pembe tüllü eteğini, Kenan kendisini beğenip almıştı biriciğine. Tülleri yırtılmıştı. Sağ ayakkabısı ayağında yoktu. Bacakları, kolları kesik içindeydi. Duru babasına doğru koştu ve üç adımlık bir mesafede durup yüzüne baktı. Saçlarının arasında otları gördü Kenan.
– Baba.
Duru, ameliyat masasında yatan adama doğru yürüdü ve adamın, yumruk yaptığı parmaklarını aralayıp eteğinin tüllerinden bir parçayı babasına uzattı. Kenan kızına doğru uzandı ve birden Duru ortadan kayboldu. Hissettiği şiddetli ürpertiyle uyandı. Gözleriyle hızlıca etrafını tarayıp kızına baktı. Masa da hareketsiz yatan adamı ve onun yaşadığını belirten cihazı gördü. Ayağa kalktı, adamın sağ yüzüne bir yumruk indirdi. Bağladığı cihazların hepsinden ayırdı adamı. Minik kızının katili asla yaşamayı hak etmiyordu.
Altı yıl önce oturdukları sitenin yuvasından kaybolan kızı Duru’nun, polisler iki gün sonra ormanlık alanda cansız bedenini bulmuş, yirmi gün sonraysa katilini yakalamışlardı. Katil, mahkeme salonundan çıkarken Kenan’a gülerek bakmış ve ellerinde tuttuğu pembe bir tülü ona doğru sallamıştı. Kenan, kendini tutamamış ona doğru koşup sağ yumruğunu adamın suratına indirmişti. Olmayan sol köpek dişi Kenan’ın imzasıydı. Karısı, Duru’dan sonra ağır bir bunalım geçirmiş, intihar etmişti. Hayatını alt üst eden bu katili neden kurtaracaktı ki.
Otopsiyi başlattı. Her darbede Duru’nun sesini duyuyor, karısının gözyaşlarını görüyordu. Bir ölüyü öldürmek yasal olarak suç sayılır mıydı?
Kenan rapor yazma işini yarına bıraktı. Üzerini değiştirdi, gecenin karanlığına aldırmadan kızının ve karısının yanına gitti.

ULUG HURTUYAH
Sibirya’nın güneyinde, Yenisey Nehri kollarında Türk soyunun yayıldığı, tanrı Ülgen’in tahtının bulunduğu Altay Dağı’nın eteklerinde Kırgız denen bir boy yaşarmış. Boyun güzeller güzeli kızı Balkın, boyun delikanlısı Batu Ceben’e eş olmuş. Batu Ceben adı gibi yiğit mi yiğit, tek eliyle iki ayıyı öldürecek güce sahip, geniş omuzlu, heybetli, çalışkan bir Türk savaşçısıymış. Ceben’i bir gören bir daha asla aynı yerde göremezmiş. Bir bakmışsın demir ocağında demir dövüyor bir bakmışsın bambaşka bir yerde kendisine yeni bir iş bulmuş onu yapıyor. Ceben’in bu ürkütücü heybetine karşın, merhametli yüreği herkesçe bilinir hele de eşi Balkın’a olan sevgisi boyun birçok kızının kem gözle bakmasına sebep olurmuş. Balkın, Ceben’e eş olmuş ancak bir türlü evlat sahibi olamıyorlarmış. Onlar birbirlerine, yüce Tengri’nin önünde eş olduklarından beri yerler dört sefer yeşermiş ağaçlar beş sefer sararmış. Balkın çoğu zaman, boyun içinde ağlaşan bebeleri duydukça, oynayan kız çocuklarını, kılıç tutmayı öğrenen küçük erkek çocuklarını gördükçe yüreğine bir sızı düşer hemen keçe çadırına koşar sessiz sessiz ağlarmış. Her gün Ulug Hurtuyah taşa gider orada önce yüce Tengri’ye sonra Ulug Hurtuyah’a dua edermiş. ‘Bizim beyaz taş annemiz! Bütün hayvanların, kuşların, balıkların, insanların çocukları vardır. Bir tek benim çocuğum yok, yardım et bana!’
Zaman yavaş yavaş akıp giderken, Balkın’ın gözyaşları son bulmuş yüce Tengri onun karnına bir bebek koymuş. Çadırında oturduğu bir vakitte, kadın şaman Balkın’ın çadırına girmiş ve elini karnına koyup gözlerini yüzüne dikmiş. Balkın öylece şaşıp kalmış. “ Ey Balkın yüce Tengri sana Batu Ceben’in soyunu devam ettirecek bir erkek bebek vermiş. Git ve ona adağını sun. Umay seni ve bebeğini korusun.” Giysisinin altından kırmızı bir çaput çıkarıp Balkın’ın karnındaki kuşağın içine iliştirmiş “Nazardan korur” demiş ve çıkıp gitmiş. O gece çadırda bayram havası esmiş. Ceben en güzel hayvanların sütünü sağdırmış, elleriyle karısına yudumlatmış. Kar yüce Tengri’nin katından yere düşmüş ve çadırlar onları koruyacak ateşin ruhları ile dolup taşmış.
Balkın’ın karnı gün geçtikçe büyüyormuş. Elleriyle küçücük kıyafetler dikmiş yavrusuna. Bebeğine kavuşmak için az zamanı varmış. Bu zamanlarda Tatar ordularından kaçan eşkıyaların namı Sibirya’nın ücra köylerine kadar yayılmış. Savaşçıların dehşetini, gören anaların sütten kesildiği, yaşlıların taşa döndükleri, bu eşkıyaların gittiği her yere, yeraltının tüm kötü ruhlarını taşıdığı, taş üstünde taş omuz üstünde baş bırakmadığı bir rüzgâr gibi hızla ulaşıyormuş köylere. Karın eriyip, güneşin gülümsediği zamanlarda, otun yeşerdiğini gören boy beyi en güçlü ak şamanları toplatıp iyi ruhların yardımını almak için tören yapılmasına karar vermiş.
Tören meydanı kurulunca, şamanlar tüm boyu teker teker kutsamış, boya getirilen en güzel boz ayı yüce Tengri ve onun evlatlarına kurban edilmiş. Ak Şamanlar bütün şaman ruhlarını, koruyucu ruhları ve tüm iyeleri halklarını koruması için çağırıp onlardan yardım dilenmişler. En kudretli ateşler yakılmış.
Tören meydanında büyümüş karnıyla kocasının yanında oturan Balkın’ın tek bir korkusu varmış, daha evladı doğmadan Tatar’ın gelip onları ayırmasıymış.
Korku içinde alev alev büyürken, zavallı kızcağızın dili damağı kurumuş ve biten testisini doldurmak için çadırına gitmiş. Testisini doldurup ağır ağır dönüyorken, yerdeki kütüğü görmemiş ve elindeki testi tören ateşinin içine düşüp paramparça olmuş. Ak Şaman, boy beyi ve tüm boy ateşe dehşet içinde baka kalmışlar. Ateşin suyla sönmesi halkın en büyük lanetiymiş bu yüzden dehşet içinde bakakalmışlar. Ateşin hızı yavaşlamış yavaşlamış ve birden gürleşerek eskisinden daha kudretli yanmaya başlamış. Tören ateşinden bir parça sıçrayıp Balkın’ın elinin üstüne düşmüş ve zavallı kadın ateşin ona olan öfkesi, içindeki bebeyi kor gibi yakarken sancıya tutulmuş. Ateş eski şiddetini geri kazansa da Ak Şaman’ın dudaklarından dökülen “Ruhlar, doğacak ilk çocuğa adanan ölümün kurtarıcımız olacağını haber veriyor.” diye boy beyine doğru bağırmaya başlamış. Balkın’ın boğazından yükselen çığlık, beyin bakışlarını ona çevirmiş.
Çadırın önünde uzun süre bekleyen Ceben’i nihayet ebe kadın içeri almış ve kucağına kırmızı ipekten kumaşa sarılmış bebeği vermiş. Oğluna Arıhpay diye seslenmiş. Ceben’in çadırında bayram havası eserken, bey kendi çadırında yaklaşan kıyameti düşünüyor, kendi kendine “Ruhlar, doğacak ilk çocuğa adanan ölümün kurtarıcımız olacağını haber veriyor.” diye tekrarlayıp duruyormuş. Bey, yedi gün sonra Arıhpay’ı görmek üzere Ceben’in çadırına gitmiş. Bebeği kucağına alıp kulağına fısıldamış “ El kadar bebesin, bizi nasıl koruyacaksın?” Arıhpay’ı koklamış ve anasının kucağına bırakmış. Ceben’in çadır ateşinde biraz durduktan sonra çıkmış.
O günün gecesinde Arıhpay hiç susmadan ağlamış. Balkın oğluna ne yaptı ne ettiyse susturamamış. Bir ara uykuya dalsa da uyanmış. Balkın oğlunun altını değiştirmek için çadırın dışına kurusun diye astığı çaputları toplarken, Ulug Hurtuyah Taş tarafında yanan ateşleri görmüş. O kadar çok ateş yanıyormuş ki korkmuş. Aklına gelen ilk şey Tatar olmuş. Gece yapılan baskınları hatırlamış. Hemen çadıra girip Ceben’i uyandırmış. Ceben kılıcını kapıp, koşarak bakmaya çıkmış. Tam da korktukları gibi Tatar’ın savaşçılarıymış bunlar. Yolda denk geldiği altı kişiyi öldürmüş ve köy halkını uyandırmak için bağırmaya başlamış. Beyin pusuda bekleyen askerleri sesi duyunca kendilerine çeki düzen vermişler. Sesleri duyan boy beyi, Tatar’ın geldiğini anlamış. Ceben o gece kılıcıyla bir rüzgar gibi esiyor ve düşmana geçit vermiyormuş. Tatar’ın bazı savaşçılarının çadırlara girdiğini gördüğü vakit koşarak kendi çadırına girmiş. Balkın ve kucağında uyuyan Arıhpay’a kılıç doğrulttuğunu gördüğü askerle savaşmaya başlamış. Kısa zaman sonra askerin, önce kılıcı yere düşmüş ardından kendisi yığılıp kalmış. Ceben, oğlunu kucağına alıp alnına bir öpücük kondurmuş ve o da oracığa yığılıp kalmış. Gün doğuncaya kadar devam etmiş kılıç sesleri köyde. Boy beyi, Ceben’i görmek için geldiğinde, Balkın’dan öğrenmiş öldüğünü. Balkın, bebeğin ağıtlarından uyumadığı için düşmanın geldiğini gördüğünü, Batu Ceben’in nasıl öldüğünü anlatmış beye. Törenden sonra doğan ilk çocuğa adanmış ölüm köyün kurtarıcısı olmuş sahiden. Bey Arıhpay’ı havaya kaldırmış ve kulağına eğilip teşekkür etmiş. Bey o zamandan sonra Arıhpah’a kendi evladı gibi göz kulak olmuş ve bütün köy halkı her dualarında Ceben’e teşekkür edip, ateşe ikramlar sunmuşlar.

(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Şiir, Hikâye, Deneme Atölyeleri)

İKİ AÇ KARIN
Ekmeğe yirmi beş kuruş vermişti, katık için ikinci yirmi beş kuruşa kıyamadı.
Açtı, midesi kazınıyordu. Maksat karın doyurmak değil miydi? Elindeki yumuşacık, taze ekmeği, arasında helva varmış gibi iştahla yiyebilirdi. Ekmek mis gibi kokuyordu. Eve ulaşmayı bile beklemeden, dükkânların aydınlığından kurtulur kurtulmaz yemeye başlayabilirdi. Devane Çeşmesi’nin acı suyundan da iki avuç içti mi tamamdı.
Havuzlu Kahvehane’siyle meşhur Suluhan’ı henüz geçmişti ki yolunu kara çarşaflı, uzunca boylu bir kadın kesti. (Kenan,) dükkân vitrinlerinden yansıyan ışıkta ancak kemikli, uzun parmaklarını; elmacık kemikleri çıkık zayıf yüzünü seçilebiliyordu. Ayaklarındaki lastik ayakkabılarının üzerine kadar uzanan çarşafı, elleri ve yüzü dışındaki her yerini kapatmıştı. Kadın yalvaran, çaresiz ve içten bir sesle konuştu:
“Yavrum! Açım! O ekmeği bana ver!”
Kenan şaşırdı ama çabuk toparlandı. Sesine bakılırsa, kadın en az annesi yaşındaydı. İlginçtir, kadın sesiyle, elleriyle, yüzüyle tıpkı annesiydi. Ya da o an Kenan’a öyle göründü. Kadının başka bir söz söylemesine fırsat bırakmadan ekmeği uzattı.
“Al annem!” dedi.
Kadın, iki eliyle birden ekmeği adeta kaptı.
“Allah gönlündekini versin!” dedi ve yürüdü. Hatta yürümedi, kaçarak uzaklaştı.
Sokağın ortasında dikilmiş kadının yürüyüp gittiği boş yolu seyretti.
“Amca topumuzu atıver !” diyen küçük çocukların sesiyle bir an için kendine geldi. Çocukların topunu vermek için yere eğildiğinde açlıkla boğuşan bünyesinden ilk tepkiyi midesi verdi. Midesine en son dün akşam yemek girmişti haklı olarak hem ağrıyor hem de isyanını iyice duyurmak için şiddetle gurulduyordu.
Yavan ekmekte olsa midesi bayram edecekti nerden de rastladı kadına. En iyisi bir ekmek daha almaktı elini cebine attı , elli kuruş çıkardı. Bütün parası elli kuruştu. Bildiği en yakın fırın bir önceki sokaktı, geçtiği yola tekrar döndü. Adımları her seferinde daha da yavaşlıyordu. Açlık onu bitap düşürüyordu. Fırından içeri girdiğinde , fırıncı içeride ki son müşterisinin ekmeğini sarmaktaydı.
“Selamünaleyküm , ekmeğin var mı beyim ?“ dedi.
Fırıncı önce Kenan’ın selamını aldı, son ekmeğini az evvel çıkan adama verdiğini söyledi.
Vakit epeyce ilerlemişti. Öyle kolay kolay ekmek bulunmazdı bu saatlerde. Midesi kendini unutturmadan bir kez daha guruldadı .Adama selamını verip çıktı.
Kaldığı eve doğru yürümeye başladı. Yolda kadın tekrar aklına düştü. “Açım!” diye feryat etmişti.Kadın şimdiye karnını doyurmuştur diye düşündü. Ekmeği kendi karnını doyurmak için aldım fakat kısmeti kadına diye düşündü.
Gecekonduların sıra sıra dizildiği, evinin de olduğu sokağa girdiği vakit, evinin üç beş ev ilerisinde oturan selamı sabahı olan sevdiği bir komşusuna rast geldi. Ayak üstü havalardan sudan, hükümetten gidişattan kendilerince dem vurdular. Komşunun minik oğlan kapıdan kafasını uzatıp bağırdı.
“Baba , anam hazırlamış sofrayı seni bekliyor”
Komşusu oğluna gülümseyip “Hadi gir sen , geliyorum” diyerek yolladı oğlanı içeri.
Kenan komşusuna hayırlı günler deyip yoluna devam etmişti ki tuttu komşusu onu kolundan.
“Buyur soframıza gel. Allah rızkıdır , beraber yer sohbetimize devam ederiz “ dedi.
Kenan “Yok ağabey zahmet vermeyim ben bu vakit , afiyet olsun sohbete de başka zaman devam ederiz artık “ dedi ve adamın kolunu tuttuğu elini sıvazladı.
“Zahmet ne demek , bekleyenin de yok hem misafirimiz oluver.” diye ısrar etti.
O vakit kapı tekrar açıldı ve evin küçük oğlu tekrar seslendi “Baba hepimiz açıktık seni bekler dururuz” diye söylendi.
Komşu Kenan’a döndü “Eee haydi !”. Kenan aslında gitmeyi istiyordu evinde yiyecek lokması yoktu ama çekiniyordu işte. Komşusunun teklifini yine geri çevirmek için açtı ağzını;
“Peki ağabey” dedi .
Komşu Kenan’ın cevabına mest oldu beraber içeri girdiler. Kenan evin içinden yayılan yemek kokuları ile doyabilirdi. Komşunun hanımı sofrayı kurmuş üç oğlanla başında beklemekteydi. “Size misafir getirdim, hele kaşık tabak getir” dedi. Sofra ahalisi Kenan’a hoş geldin deyip masada yer açtılar. Evin hanımı tabaklara çorbaları doldurdu sonra da beze sardığı ekmeği çıkardı . “Ekmeği bizim hanım kendisi yapar, arkada ki bahçe de iş görür ocak var. Al buyur başla hadi, soğumasın lezzeti sıcağındadır”. Kenan uzatılan ekmeği aldı. Ekmek hala sıcaktı.Kendi ekmeği kadar sıcak.Bir lokma koparıp ağzına attı bir kaşık çorba aldı. Aldığı ilk lokmada bile komşusuna içten içe minnet duyarak dualar ediyordu. Kenan o sıcak ekmeği her çiğnediğinde minneti artıyordu. Çorbası bittiği vakit ruhu doymuştu. Kadın tabağına yemek koymak için uzandı. “eline sağlık yenge sağ ol doydum ben.” Dedi.
“Olur mu yemeğin de tadına bak, doyulur mu azıcık çorba ile” deyip yaptığı yemeği tabağa koydu. Daha bir iki saat öncesine kadar karnı aç olan, açlıktan bitap düşen Kenan’ın karnı tıka basa doymuş ikramlık çayını içmiş komşusu ile sohbetini de etmiş, hem doymuş hem eğlenmişti. Evine gitmek üzere komşusundan müsaade isteyip kalktı .Komşusu kapının önünde onu geçiriyordu ki evin hanımı yetişti. Beyine elindeki düğümlenmiş bezi uzattı. “Kenan, bizim hanım sana ekmekten koymuş, sabah yiyesin diye bunu da yanına al ”. dedi. Kenan itiraz etse de “Bekar adamsın , yalnız kalmak zordur bilirim al şu ekmeği sabah yersin. Çekinme ihtiyaç duyduğun şey olursa ben senin büyüğünüm gel”. Komşusu Kenan’ın gözünde gittikçe büyüyor değer kazanıyordu. Ne iyi ne hürmetkâr adamdı. Allah ondan binlerce kez razı olsun. Kenan düğümlenmiş bezi aldı.
Evine girdi ekmeği yattığı odadaki masanın üzerine koydu. Yatağının üzerine uzanıp huzur ile gülümsedi. Sesli sesli “Allah’ım şükürler olsun sana. Sen komşumdan razı gel. Yiyecek lokmam yokken bana ziyafet çektirdi”. Sonra aklına ekmeğini verdiği kadın geldi.
“Açım!” demişti.
Ekmeği aldıktan sonra “Allah gönlündekini versin” deyip uzaklaşıvermişti. Allah gönlündekinin kat kat fazlasını vermişti. Gözü masanın üzerindeki düğümlenmiş beze kaydı, yattığı yerden kalkıp bezin düğümünü çözdü. İçinde akşam yediği ekmeklerden irice bir tane ve yanında cam tabağın içine konmuş yarım helva. Ekmeği aldığı vakit yirmi beş kuruş vermeye gönlü razı gelmediğinden almadığı helva. Mis gibi ekmeğinin içine koyup dilediği gibi yemeyi hayal ettiği helvalı ekmek. Kadının sözleri bir kez daha yankılandı kulaklarında.
“Allah gönlündekini versin”

(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Şiir, Hikâye, Deneme Atölyeleri)

KORKULARIMA SORUYORUM KİM KORKAK
Bu insan şimdi nasıl korkularını anlatsın ki? Korkuyorsam o benim zaafımdır. İnsan neden zaafını, en zayıf noktasını başkasının avuçlarına koysun ki?
Hemen “Ben hiç korkmam ondan” desinler diye mi?
Karanlıktan korkarım ben. Ya bunu öğrenip karanlığın içinde bırakırlarsa, ne yaparım?
Asansöre tek başıma asla binemediğimi söylesem “Kocaman kız olmuş korktuğu şeye bak” derlerse, korkularımı da söylemekten daha da korkmaz mıyım?
Kedilerden korktuğumu söylesem hemen “Kediler çok şirin” cümlelerini duyarım. Kediler benim için çok çok uzaktan şirin. Zaten çok korktuğum karanlıkta bir kedinin üstüme atladığını benim çığlıklar içinde kalp krizi geçiriyorum sandığımı onlar bilemez ki. Korkularımı onlara açarsam bana güven verip vermeyeceklerini nerden bilebilirim ki. Belki benim sadece en az benim kadar korkaklara sığınmaya ihtiyacım vardır. Odamda tek başıma oturmayı sevdiğimi, ama evde ne zaman tek kalsam korktuğum bütün ışıkları yaktığımı, kapının bütün kilitlediğim halde neden sürekli kontrol ettiğimi anlatamam. Kendimi birine savunsam başka birine savunacak enerjim kalmıyor. Bütün halkı toplayıp onlara Büşra’nın korkularını ve sebebini anlatamam.
Merak ediyorum aslında neden korkularımız insanlara tuhaf gelirken korkmadıklarımız normal geliyor? Bu yargıyı neye göre oluşturdukları, benim zaten havada olan aklımı iyice allak bullak ediyor.
Benim korkularım bana canavar. Bu benim canavarım. Onun avcısı benim. Belki bir gün karanlıkta tek başıma oturmaktan, kedilere yaklaşmaktan, asansöre tek başına binmekten asla korkmayacağım ama şimdi korkuyorum. Hala savaşıyorum bu canavarla.
Korkumu cesarete çevirdiklerimde var. O zaman göğsümü gere gere ben de söyledim “Ben hiç korkmuyorum ki ondan.” Hâlbuki bir zamanlar sokağından geçmemişimdir o korkumun.
Misal mezarlıkların değil tek başına içine girmek yanımda biri olmadan çevresinden bile geçemezdim. Nedense ölülerin uyanıp beni mezarın içine çekeceklerine inanırdım. Asla yaşıtım biriyle de girmedim mezarlık kapısından içeri. Hep benden yaşça büyük biri olurdu yanımda. Sonra ölümle tanışmış olmalıyım ki, keşke mezardan çıksa dediğim zamanlar geldi. Korkum bir nevi beklentiye dönüştü. Şimdi güneşin hala ufukta olduğu her vakit hiç korkusuz girebilirim o kapıdan.
Neden korktuğumun bir açıklaması olsa ben de korkmazdım, olmadığı için korktum bu kadar. Korkum, kanadım. Kanadım kırılırsa nasıl uçarım? Korkum benim en büyük cesaretim. Cesaretim kırılırsa nasıl mücadele ederim? Korkum, benim umudum. Umudum tükenirse ben nasıl hayal kurarım. Hayallerim olmadan o korkuları nasıl cesarete çevirebilirim.
Bütün bu tuhaf korkularımın için de bir de anne korkusu vardı tabi. Sokakta oynarken düşüp dizini parçalardı bu çocuk. Eve gidince annem yırtık pantolonla yaralı dizimi görüp bana kızmasın diye uslu çocuk olurdum. Korkardım kızacak diye. Annem de niye kızardı anlamam. İnsan düştü diye neden fırça yer ki?
Ben süpersonik güçleri olan bir robot değilim ve bir sürü saçma sapan korkum var. Onlardan kurtulabildiklerime kahkahayı basıp geçiyorum, kurtulamadıklarımdan kurtulacağım zamanı sabırsızla bekliyorum. O zamana kadar sessizce saklıyorum korkaklığımı. Zamanı geldiğindeyse tüm ukalalığımla soracağım.
KİM KORKAK?
BEN Mİ?
HİÇ DE KORKMAM!

(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Şiir, Hikâye, Deneme Atölyeleri)

BİRAZ KIRIK DÖKÜK BİRAZ HEYACANLI
Bir Yunan mitolojisine göre; gelmiş geçmiş en büyük lir sanatçısı olan Orpheus, karısı Eurydike ’ye deli divane âşıktır. Karısı bir gün ölür ve yeraltı tanrısı Hades tarafından ölüler diyarına götürülür. Orpheus karısının bu ölümüne dayanamaz ve onu yeraltından kurtarmaya karar verir. Bu mücadelede Hades, Hades’in üç başlı bekçi köpeği ve Persephone ile karşı karşıyadır ve bu savaşı kesinlikle kazanmalıdır. Öyle çok sevmektedir ki karısını her şeyi göze almıştır. Yeraltı dünyasının geçidini bulur, aşağı iner. Hades’in ve Persephone’nin karşısına çıkar. Tanrıları konuşarak ikna edemeyeceğini bildiği için usta olduğu lirine sarılır ve onu çalmaya başlar. Herkes çok etkilenmiştir. Üç başlı bekçi köpeği bile sakinleşmiştir. Tanrılar bu aşktan etkilenir ve Orpheus’un karısına kavuşma arzusunu kabul ederler. Hayatta hiçbir şey karşılıksız olmaz, öyle değil mi? Hades’in bir şartı vardır elbette. Orpheus ölüler diyarından çıkana kadar asla karısı Eurydike bakmayacaktır. Bakarsa Eurydike sonsuza kadar ölüler diyarında kalmak zorundadır. Orpheus önde lir çalarak karısı arkada yola koyulur ve asla arkasına dönüp bakmaz. Ta ki çıkışa gelip ışığı görünceye kadar. Kafasını çevirir ve karısı ile göz göze gelirler. Hades’in tek şartı çiğnenmiştir. Eurydike sonsuza kadar yeraltına çekilir ve Orpheus onu kaybeder. Bu acıya dayanamayan sanatçı ise aklını yitirir bir müddet sonra da ölür. Ne yani asla arkamıza bakmamalı mıyız?
Tutkulu dolu bir heyecan ile başlayan aşk bitiyordur ve daha cesur olan gitmeye karar verir. Göz göze gelirler ama kaçar bakışlar. Bavulunu hazırlamaya başlar cesur olan. Yaşlı gözleriyle, eşyalarını sığdırma peşindedir. Bavulunu kilitler ve kapıya doğru yürür. Geri de kalan içinden hep aynı şeyi tekrarlar, “Bir kere dön arkana.” Mevsime uygun ceketini yahut montunu alır ve çıkar. Birkaç adım atar ve giden mutlaka dönüp bakar. Ya köşeden gizlice ya direk gözlerinin içine… Gözlerini kapar ve tüm hatıraları birkaç saniyede yâd eder. Açar gözlerini, dönüp gider.
Toprağı kazacak birileri her zaman bulunur. Toprak derince kazılır, genişliği de önemlidir bu kazma işleminde. Geldiğimiz yerle buluştururuz tüm gidenleri. Dualar okunur. Cenazelerde, her zaman canı daha fazla yanan biri ya da birileri mutlaka vardır. Dualar biter ve yavaşça terk edilir mezarlıklar. Dönüp bakılır arkaya son kez. Ölüye veda edilir. O yer hafızaya kazınır. Toprak artık sevdiğidir. “Hoşça kal” denir. Elinin tersiyle gözyaşları silinir ve dönüp gidilir.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/anonimnyy-avtor/kardes-sesler-2017-69499681/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Komutan

2
Müslüman
Kardeş Sesler 2017 Анонимный автор
Kardeş Sesler 2017

Анонимный автор

Тип: электронная книга

Жанр: Историческая литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Kardeş Sesler 2017, электронная книга автора Анонимный автор на турецком языке, в жанре историческая литература

  • Добавить отзыв