Altın Sincap
Anonim
Altıp Sincapİlköğretim Öğrencilerine Tatar Çocuk Hikâyeleri
ÖN SÖZ
Ne kadar ustaca yapılırsa yapılsın bir başka dile çevrilen şiir, az veya çok değer kaybına uğruyor. Tanıdığım pek çok şair bu görüşte. Bir okur olarak bunu biz de anlayabiliriz. Şiir çevirisini doğru bulmayan hatta yapılmaması gerektiğini savunan şairler de vardır.
Nesirde durum böyle değildir. Başarıyla çevirilmiş bir roman, bir hikâye hatta anı, günlük, deneme, masal edebî değerinden hiçbir şey kaybetmeyebilir. Bu nedenledir ki başta roman, hikâye olmak üzere düz yazı türleri, yazarları kadar çevirmenlerinin de eseri sayılmalı. Çeviri sırasında kullanılan dilleri ve bu dillerin temsil ettiği kültürleri derinlemesine bilen, sanatkâr ruhlu usta çevirmenler, eserlerin geniş coğrafyalarda, farklı kültürler içinde tanınmasını, yaşamasını sağlayan emektar kişilerdir.
Elbette çeviri eserler okumak zorundayız ama mutlaka iyi çeviriler okumalıyız. Kötü çeviri, okurun edebî zevkini, estetik seviyesini, okuma sevdasını aşındırırken iyi çeviri; okurda güçlü bir yazar tarafından kendi dilinde kaleme alınmış hissini uyandırır, seviyeli telif eser tadı bırakır. Ben, Fatih Kutlu’nun ilk çevirisinde bu hissi ve tadı yakaladım.
Bu ilk eser, onun Ayaz Gıylecev’den Türkiye Türkçesine çevirdiği “Bir Avuç Toprak”tı. Kutlu, ilk çevirisi olmasına rağmen Tatar Edebiyatının önemli yazarlarından Gıylecev’in eserini dilimize büyük bir başarıyla aktarmıştı. Roman sanki Tatar Türkçesiyle değil de Türkiye Türkçesiyle yazılmış gibiydi.
Sonra birbiri ardından diğer çevirileri geldi. Rabit Batulla’dan Cengaver Alp’in Kahramanlıkları; yine Ayaz Gıylecev’den Cuma Günü Akşam; çağdaş Tatar edebiyatçılarından seçmeler Sessiz Kuray; bu gün hayatta olmayan Tatar yazarlarından çocuklar için seçmeler Fildişi Çakı; ve son olarak yine çocuklar için yaşayan Tatar yazarlarından seçmeler Altın Sincap…
Altın Sincap, yirmi sekiz Tatar yazarından seçilmiş üç masal, yirmi beş hikâyeden oluşmaktadır. Çocuklar için hazırlanmıştır. Kitapta yer alan masal ve hikâyeler, genellikle güncel olayları, akıp giden hayat içinde iz bırakan ayrıntıları işlemektedir. Çocukların severek okuyacağına inanıyorum. Çocuk kahramanlı ürünlerden oluşan bu kitabı yetişkinler de farklı coğrafyalarda yaşayan Türk çocuklarının müştereklerini keşfederek zevkle, ilgiyle okuyabilirler.
Yaptığı çevirilerle Tataristan’la Türkiye arasında sağlam bir kültür köprüsünün kurulmasına büyük katkıda bulunan Fatih Kutlu başkent Kazan’da yaşamaktadır. Orada evlenmiş ve oraya yerleşmiştir. Kutlu’yu, 2014 Yılı Türk Dünyası Kültür Başkenti Kazan’da gerçekleştirilen faaliyetler sırasında yakından tanıyınca çevirilerdeki başarısının sırrını da çözdüm.
Kutlu, hem Türkiye Türkçesini hem de Tatar Türkçesini bütün imkân ve incelikleriyle biliyordu. Ayrıca Rusçayı da öğrenmişti. Rusçanın ve diğer Sovyet halklarına özgü dillerin Tatar Türkçesiyle karşılıklı etkileşimini, kelime alışverişini biliyordu. Tatar tarihini, coğrafyasını ayrıntılarıyla biliyordu. Tatar kültürünü; folkloru, mutfağı, edebiyatı, atasözleri, deyimleri, bilmeceleri, türküleri, şarkıları, masalları, efsaneleri, destanlarıyla biliyordu. Tatar sosyal hayatına ait bütün ayrıntıları biliyordu. Bütün yönleriyle bildiği Tatar kültürünün yıllardır içinde, başkentinde yaşıyordu. Kutlu Kahramanmaraşlı olduğu kadar da Kazanlı’ydı.
Daha da önemlisi; bu iki Türk halkına, kültürüne ait bildiklerini kıyaslayabiliyor, aradaki paralellikleri kolayca ortaya koyabiliyordu. Anadolu’da söylenen bir atasözünün, bir deyimin, bir vecizenin, hatta bir türkünün Tatar kültüründeki karşılığını, yoksa benzerlerini hemen bulabiliyordu. Fatih Kutlu, sadece iki dili iyi bilmiyor, bütün unsurlarıyla iki kültürü de iyi biliyordu. Bildiklerinin pek çoğunu da yaşayarak öğrenmişti. Başarılı çevirilerin merkezindeki büyük sır işte buydu.
Diğer çevirileri gibi “Altın Sincap”ın da çocuklarımız ve yetişkinlerimiz tarafından zevkle okunacağına inanıyor, çağdaş Tatar edebiyatının Türkiye’de yakından tanınmasını sağlayan Fatih Kutlu’yu kutluyorum.
Osman Çeviksoy
ÇEVİRMEN SÖZÜ
TEŞEKKÜRLER!
Çok Kıymetli Öğrenciler,
Tatar Çocuk Hikâyeleri seçkimiz olan ilk kitap Fildiş Çakı’nın sevilerek okunduğu haberleri bizleri çok mutlu etti. Hele hele Arnavut Halkı’nın bu kitabı beğenip Arnavutça’ya çevirmeye başlaması, bizlere tarifi güç bir sevinç yaşattı. Böylelikle Tatar Hikâyeleri Türkçe’miz vasıtasıyla Arnavutluk’a gidiyordu… Biz, aldığımız bu güzel haberlerin coşkusunu da gönlümüze katarak, sizler için ikinci çocuk hikâyeleri Altın Sincap’ı hazırlamış bulunuyoruz.
Fildişi Çakı’ da yer alan hikâyelerin yazarları, vefat etmiş yazarlardı. Altın Sincap’taki 28 yazarsa hayatta olan yazarlar. Hepsinin kısa hayatları, fotoğrafları ve e-posta adresleri kitaba eklendi. Arzu eden herkes doğrudan doğruya yazarlarla irtibat kurabilirler.
Hikâyeleri seçmek pek de kolay olmadı. Hepsini beğenerek, severek okuyacağınıza inanıyoruz. Yeni doğan kitaba isim bulmak, yeni doğan bebeğe isim bulmak kadar zor bir şey. Onca hikâye arasından kitaba Altın Sincap ismini dokuz yaşındaki kızım Ravza seçti. Bu ismi umarım sizler de beğenirsiniz.
Böyle bir çalışmanın fikir babası, Tataristan Yazarlar Birliği Başkanı Kıymetli Rafis Korban Bey’e, hikâyeleri gözden geçiren Değerli Mustafa Mencütekin Bey’e, kitaba son şeklini veren ve bendenizi kırmayarak önsöz yazma ricamızı kabul eden Mütevazı, Candan İnsan, Öğretmen Yazar Osman Çeviksoy Bey’e, kitabı severek yayınlamayı kabul eden, ömrünü ata yurtla kardeşlik bağlarımızın gelişmesine adayan Bengü Yayınları Genel Yayın Yönetmeni, Avrasya Yazarlar Birliği Başkanı Yakup Ömeroğlu Bey’e en kalbî teşekkürlerimi sunmayı bir borç bilirim.
Son olarak, hikâyelerin seçiminden kitap hâline geleceği son ânâ kadar, bize sağlık sıhhat, zihin açıklğı, vakit genişliği lütfeden Yüce Mevlâm’a sonsuz şükranlarımı sunmak istiyorum.
Sevgi ve Saygılarımla
Fatih Kutlu
R.F. Tataristan/Kazan kutlumaras@hotmail.com
Nezife Kerimova
EKMEK PİŞİREN YELKOVAN
“Bizde ekmek bittiği gün komşunun kapısını çaldım. Meğer onlarda da bitmiş. Ödünç iki üç tane isteyecektim ama olmadı.” dedi annem teknedeki mayalı hamuru sulandırarak. “Of, çok ters bir zamana denk geldi bu. Şimdi yoğursam öğleyin uğradığımda fırına sürerdim ama akşam işten gelesiye fırında kalırsa yenecek bir tarafı kalmaz ki. Ne yapsak acaba şimdi?” diyerek babama baktı.
– Eve bekçilik yapan kocaman kızın var senin. Fırından ekmek çıkarmayı da beceremeyecekse ne diye o ekmeği yediriyoruz ki biz ona. Öyle değil mi kızım, dedi babam.
– Evet, doğru ya! Baksana, kızımla birlikte pişireceğiz madem. Bir kepçe süt de ilâve edeyim o zaman. Unu da ince elekle eleyeyim. Daha bir lezzetli olsun şöyle, dedi annem.
Benim içim içime sığmıyordu. Ekmek pişirmek öyle basit bir iş değil ha! İsterseniz bir deneyin! Ben artık bir iş görmeye başladım. Annem öyle söylüyor. Onlar övünce de ben coşuyorum. Çarçabuk büyüyesim geliyor. Hem sonra, böyle işleri küçüklere buyurmazlar! Ben artık patates soymayı da biliyorum, yer silmeyi de. Bu işleri yaparken annem gerekli gördüğü yerde hep ikazları sıralar. “Çalışman bizim içinse, öğrendiğin senin için!” der. Patates soyarken yanımda bulunmasa da soyduğumu görmese de kalın soyduğumu sezer ve:
– Kızım, kalın soyuyor olmayasın, der.
– Nereden biliyorsun, derim ben mutfaktan. Görmüyorsun ki sen!
– Soyuşundan doğrama sesi geliyor yavrum. Soymaya ince başla ve kabuğunun kopmamasına dikkat et. O zaman kendiliğinden ince soyulur.
Of, ince soyulmuyor işte bir türlü. Patatesler kocaman, avucuma bile sığmıyor. Ben de ne yapayım, masanın üstüne koyup kalem yontar gibi soyuyorum. Soyduktan sonra patatesler küçülüyor, benim avcuma sığacak kadar oluyorlar.
Bugünse ömrümde ilk defa ekmek pişirmeye yardım edeceğim. Bu öyle patates soymaya filan benzemez. Ekmek yapmak bizim evdeki en büyük iştir.
Annem altı tane büyük, bir tane de küçük ekmek hazırladı fırına. Küçük ekmeğin ortasına işaret de koydu.
–Bunu ebe ninene götürürsün tamam mı kızım, dedi.
Annem her ekmek pişirdiğinde böyle yapar. Benim ebe ninem, sadece benimki değil, bizim sokaktaki pek çok çok çocuğun ebesi o. Komşu evde oturuyor; Mögellime Nine. Yalnız yaşıyor. Yaşlandı iyice. Gözleri de kötü görmeye başladı. Biz kızlar pınardan su getiririz ona. Yerlerini siler, evini toparlarız. Sonra o bize “Cici eliniz hangisi?” diye sorar. Biz de sağ elimizi uzatınca ya fındık ya şeker verir. Sonra da uzun uzun dualı teşekkürler eder.
– Silinen yer ne de hoş oluyor öyle. İnsanın ayağı bayram ediyor.” der o, bizim sildiğimiz yere basınca.
Bugünse ben ekmekçiyim.
Annem apar topar ekmekleri fırına sürdü ve:
– Öf, kabarmadı da bir türlü. Dur bakalım ne olacak sonunda. İşe geç kalıyorum. Amaan! Bacaya giden yolu kapatmamışım. Ben de fırına sürer sürmez neden yayıldı bu hamur diyorum? Kızım hemen git de baca demirini sür içeri, dedi annem.
Ben tâ ne zaman gelmişim fırının yanına. Annem bunları söylemese de biliyorum. Baca kapama ilk defa yaptığım iş değil ki sonra! Bir iki defa elin yanınca öğreniyorsun işte. Sabahtan akşama kadar ha bire “Şöyle yap böyle yap!” deyip duruyorlar. “Sen bu işi biliyor musun?” diye soran yok. Bugün de öyle oldu yine.
– Tamam, ben çıkıyorum. dedi annem önlüğünü çıkarıp. “Yüzlerinin fazla kızarmaması için çok kömür koymadım. Ama sen saatin yelkovanı dörde gelince fırının kapağını aç ve kömürleri küçük ocağa aktar, tamam mı kızım? Sonra fırının kapağını kapatmayı unutma sakın! Yelkovan on ikinin üzerine gelince de ekmekleri fırından al!
Annem evden çıktı.
– Off!
– Aman ha, ekmekleri zamanında çıkarmayı sakın unutma! Duydun mu beni? Ekmekleri fırından almadan sokağa çıkma!
Bu sözleri annem sokaktan, açık pencereden bağırarak söyledi.
– Tamam, tamam.
Tekrar bir ofladım da saatin karşısına oturup yelkovanın on ikiye gelmesini beklemeye başladım.
Saat çalışıyor çalışmasına. Ama şu yelkovanın yerinden hiç oynayacağı yok! Baka baka gözlerim yoruldu. Tik tak, tik tak, tik tak. Sinirlerimi bozuyor benim.
Birden bire sokaktan bizim tarafa doğru yaklaşan, şarkı, akordiyon, zil sesleri gelmeye başladı.
Açık pencereyi örten tülü çekip sokağa bir baksam… Aman Allah’ım. Yoksa yarın Sabantoy Bayramı[1 - Sabantoy: Tatarların Milli Bayramı] mı? Rengârenk bezlerle süslenmiş atlar! Onların peşine takılmış bir sürü çocuk! Aman o atları bir görsen! Gem takımında bile kaç tane eşarp var. O havluları mı dersin, püsküllü dizginler… Bizim hizadan biraz geçtikten sonra at arabasından patır patır indiler ve birini… Hee, Hatip’in ağabeyiymiş. Havaya atmaya başladılar! Tabii ya, bugün onları askere uğurluyorlar! Onların etrafındaki kalabalığı bir görsen sen! Ay! Pencereden düşeyazdım. Başımı ne kadar uzatsam da hepsi gözükmüyor ki. Üstüne üslük onların evi de bizim hizada. Aksi gibi Semiğulla Ağabey’in evi sokağın yarısını kapatmış. Of, dışarı çıkmak için neler vermezdim şimdi! Başıma ne geldiyse şu söz dinleme yüzünden geldi zaten.
O sırada gözleri fal taşı gibi olmuş, koşmaktan nefesi kesilmiş Dilere girdi içeri.
– Niye evde otuyorsun, deli! Hadi, Hatip Ağabey’lerin oraya gidelim.
– Girer girmez deli diyor bir de. Ben bugün ekmek pişiriyorum akıllım.
– Sen, ekmek mi pişiriyorsuun? dedi uzatarak. Deli dediği için özür dilercesine. Dışarıda bayram. Sen bu sıcıkta evde oturuyorsun diye demiştim.”
– Ben de çok isterdim çıkmayı ama… Annem fırına ekmek sürüp gitti işte. Zamanı gelince çıkarmam lazım. Ama dışarı çıkmayı da o kadar çok istiyorum ki.
– Haydi çıkar çabuk ekmekleri!
– Yelkovan on ikiye gelmeden çıkaramam ki! Yelkovanınsa yerinden kımıldamaya hiç niyeti yok.
Saate bir baktım.
– Yok yok. Birazcık hareket etmiş anlaşılan. Ne kadar yavaş çalışıyor şu bizim saat. Acaba onu nasıl hızlandırabiliriz ki?
– Sen daha saatin hızlı çalışması için ne yapmak gerektiğini bile bilmiyorsun. Bir de tutmuş ekmek pişirmeye kalkışıyorsun. Saatin sarkacına ağırlık yapacak şeyler asmak lazım.
– Astık diyelim.
– Sen biliyor musun, babaannemgilin saatinde yarımşar kiloluk iki ağırlık, traktör somunu, daha neler neler asılı. Dedem: “Bir tekerlek mili eksik mübarek.” diye gülüyor saatlere bakarak. Ama bir görsen, saatleri at gibi koşturuyor.
– Yok daha neler? Boydan boya duvarda mı koşturuyor şimdi, o kadar ağır şeylerle?
–İnanmazsan inanma. Tamam ben gidiyorum.
– Dur kız dur, bir dakika! Dur beni de bekle. Amanın, yelkovan dördün üzerine gelmiş baksana! Ben de yavaş çalışıyor diyordum.
Dışarıdan şarkı türküler, gülüşmeler, akordiyon sesleri hiç kesilmiyordu.
Dilere, hoşça kal diyerek el salladığı gibi sokağa fırladı. Bense, ekmeğin yüzü kızarsın diye koyduğum kömürleri biraz yaklaştırmak için fırının başına gittim. Paldır küldür çıkıp giden Dilere’nin peşinden, önce evin kapısı şak diye, sonra avlu kapısı gümbür diye kapandı. Babam evde olsaydı: “Kapının sütunlarını yıkacaksın!” diye arkasında bağırırdı.
Fırının kapağını bir açsam. Ekmekler kızarmış bile. İyi ki bunlar saate bakmıyorlar, ne zaman pişeceklerini kendileri iyi biliyor.
Ben tekrar başımı pencereden çıkardım. Genç kızlar da toplanmıştı galiba. Şıngır şıngır halk oyunu, alkış sesleri geliyordu. Ah bir görebilsem ama, görünmüyor ki!
O sırada Dilere tekrar geldi. Annemin deyişiyle, gözleri yerinden fırlamış, nefes nefese anlatmaya başladı:
– Hâlâ oturuyor evde! Şimdi yine tekrar sokağı turlayacaklar, kaçıracaksın manzarayı. Amaan! Sizin saatiniz de saat mi şimdi. Bir de ona güvenerek ekmek pişirmeye kalkıyorsunuz. Hadi gel şuna biraz yardım edelim.
Saatin bir yanına o bir yanına ben durdum ve saatin dilini ben Dilere’ye doğru, Dilere bana doğru salıncak gibi sallandırmaya başladık. Dilere saatin dilini her itişinde: “Çabuk, çabuk!” diye tekrarlıyordu.
– Çivilediler mi yoksa bunun yelkovanını? Hâlâ aynı yerde çakılı duruyor! Sesine bile baksana sen şunun. Kör topal çalışıyor sizin saatiniz. Bak şöyle yapalım…
Dilere iki eliyle saatin sarkacını tuttu ve aşağı doğru çekmeye başladı.
– Bak gördün mü, nasıl da güzel çalışmaya başladı. Sesi bile bir başka: Tik tak, tik tak. ediyor. Saat dediğin böyle çalışmalı. Ağır bir şey bulsana bana. Şimdi hemen düzeltiriz bunu. Ben böyle tutup beklemeye devam edersem dışardaki şenliği kaçırırım.
Ben telâşla, fellik fellik ağır bir şeyler aramaya koyuldum.
– Kepçe olur mu, ne dersin?
– Olur olur! Getir hemen. Bu yetmez ama. Bir şeyler daha bul!
– Semaver kapağı olur mu?
– Getir, getir. Bağlayıp asalım!
Saat gerçekten de hızlı çalışır gibi oldu. Çabalıyor, çırpınıyor zavallım. O da ekmek pişiriyor ya hani.
Oo! Dışarıda ne şarkılar söylüyorlar bir duysan.
Genç ömür geçer derler.
Geçtiğini bir görseydim.
Geçerken onu yakalayıp,
Gününü bir gösterseydim.
– Of, şu ekmekler yüzünden göremeyeceğiz! Gününü nasıl gösterecekler acaba gençliğin? Sen ekmeklerine bakmaya devam et. Ben hızlıca bir gidip geleyim.
Dilere uçarcasına çıktı gitti evden.
Bir bana bak bir de ona. Benim denizde gemilerim batmış, onunsa keyfine diyecek yok. Nasıl bir çare bulabilirim bu duruma? Elimi ayağımı bağladı şu saat benim. On ikiye gelmesini nasıl sağlarım ben bunun? Buldum! Buldum! Hemen sandaleyeye çıktım ve yelkovanı çevirip on ikinin üzerine getirdim. Oh be, dünya varmış! Kolayca geliyormuş baksana. Annemin dediği gibi oldu şimdi. Saatin on ikiye gelmesini sağladım. Ekmekler pişmiş olmalı. Fırının kapağını açıp ekmekleri alma işine koyuldum. Sen acele edince öbürünün eli ayağına dolaşır mı derler ne. Ekmek küreği ya fırının tabanındaki taşa takılıyor ya da ekmeğin içine giriyordu. Kan ter içinde kalıp ekmekleri güç bela tezgâha çıkarıp dizdim ve dışarıya koştum.
Aman Allah’ım dışarıyı bir görseniz siz! Sanırsın Sabantoy Bayramı. Ben dışarıya adımımı atmıştım ki, iki ağabey halk oyunu oynamaya başladı. Genç kızları oyuna, ortaya davet ettiler. Onlarsa güya nazlanıyorlar, hâlbuki oynamak için gelmişler. Neyse ki çok yalvartmadılar. Akordiyonun ritmine ayak uydurup adımlıyorlar. Sonra derken bir güzel oynuyorlardı. Diğerleri halka oluşturmuş, ayakları yerinde durmuyor, elleri alkış tutuyordu. Oyun sıralarını bekliyorlar. Annemin deyişiyle koşmaya hazırlanan at gibi toynaklarını ısıtıyorlar. Ah biz de bir yolunu bulup çabucak büyüsek keşke!
Halk oyunları bitince hepsi de güle eğlene at arabalarına bindiler. Halk müziği söyleyerek bir defa daha sokağı turlamaya çıktılar. Biz onların peşini bırakır mıyız hiç? Bütün sokağı turladıktan sonra köy çıkışına kadar uğurladık hepsini.
Evlerimize dönerken köy sessizliğe gömülmüş, vakit akşam olmuştu. Kendinden geçmek, her şeyi unutmak diye buna denirdi herhalde… Bizim evde durum ne âlemdeydi acaba? Avlu kapısından usulca girdim ve evin kapısını açarken gıcırdatmamaya özen gösterdim. Evde annemle ebe ninenin sesi. Kapı aralığından onları dinlemeye başladım. Benim hakkımda konuşuyorlardı…
– İşte bu sana Mögellime Nine. dedi annem işaretli ekmeği ebenineme uzatıp. Kızın pişirdi. Ancak bu kadar pişmiş, küçük ekmek.
– Oo! Kızın büyüdü maşallah Mevcide, dedi ebe nine. Böylesine büyük bir işi becerdiğine göre…
– Hiç deme gitsin, büyüdü büyüdü. Baksana işte, gençleri askere uğurluyor… Onu diyorum ya bir çuval ekmeği pişmeden tezgâha dizmiş. Kırıntısına kadar yedireceğim ben ona, başka sefer ders olsun bu. Ne yapayım şimdi ben bu kızı? Tenbih ettim; yelkovan on ikiye geldiğinde alırsın fırından dedim. Hele şu saatin haline baksana sen! Ne kadar eşya varsa asmış. Allah’tan asılı durduğu çivi kırılıp da saat yere düşüp parçalanmamış.
Ben birden daldım içeriye.
– Anne! On ikiye getirdim ki ben yelkovanı. Çok kolay dönüyormuş. Aa! Ekmekler pişmemiş mi?
Annem benim bu sözüme karşı tek kelime cevap vermedi. Anlamazsın bu büyükleri. Ben çabaladım, saat çabaladı, ekmekler hamur kalmış… Elinde ekmek, fırının olduğu odadan babam çıkageldi. Eyvah, şimdi hapı yuttum…
– Neyse annesi olan olmuş. Atalarımız: “İlk akıtma tavaya yapışır.” mı derler ne? Onun daha ilk tecrübesi. Her ne kadar pişmemişse de yenmeyecek gibi değil. Hele en küçük ekmek daha bir leziz olmuş. Kızımın pişirdiği ekmek bu, değil mi kızım…
Firüze Camaletdinova
DEDEYLE TORUN
İlnur asık bir yüzle geldi okuldan. Günlüğüyle[2 - Günlük: Ödev, sözlü ve yazılı notlarının günlük işlendiği, öğrencilerin aldığı bu notları hergün anne babasına gösterip imzalattığı defterin adı.] defterini tek kelime etmeden masanın köşesine itiverdi. Dedesi, üfleye üfleye çiçekli fincandan çay içiyordu. Durumu anladı; bu işte bir iş olmalıydı. Demek ya öğretmen ya torunu hatalıydı.
Dedesi:
– Oğlum, şu büyüteci bir getirsene, dedi ümitsiz. Gel şöyle beraber bakalım. “Beş” kurala kurula oturuyordur şimdi günlüğünde.”
– “İki!” dedi torunu moralsiz bir şekilde.
– Nasıl yani iki? dedi dedesi, gözlüğünün üstünden torununa bakarak.
– Öyle işte…
Çocuk gönülsüzce, bitkin, zayıf vücudunu hareket ettirerek dolaba doğru gitti. En üst rafa uzanarak büyüteci aldı. Yüzünü başka yöne çevirip:
– Al, bak… Beş, beş deyip duruyorsun bir de… dedi.
– Hemen bakıyorum şimdi. Ama iki çok fena bir nottur yine de… O kadar da kötü değildir herhâlde…
Dede, önce defterin orta sayfasını açıp önüne koydu. Bir sağa, bir sola çevirdi, masanın üzerinde iyice bir kaydırdı.
– Bak işte bu şekilde, dedi torunu defteri düz bir şekilde koyarak.
Dedesi, büyüteci ikinin üzerine koyup, bir süre düşündü.
– Allah Allah! Kaç yıl muhasebecilik de yaptım oysa.
Elindeki büyüteci hiç oynatmadan kaldırdı ve torununun yüzüne tuttu.
– Otuz yıl… Köy şirketi dağılana kadar… Nasıl gözünü kırpmadan iki verir, hayret? Öğretmenin şey mi oğlum?
– Ney mi?
– Genç mi, yaşlı mı?
– Öğretmen yaşlı olmaz. Dedeler yaşlı olur, dedi çocuk gücenerek.
– Kafan çalışıyor senin kerata. Nasıl cevap vereceğini iyi biliyorsun. Ama şu matematiği öğrenesin hiç gelmiyor. Bir de biliyorum, biliyorum diyorsun, dedi dedesi başını bile kaldırıp bakmadan.
Dedesiyle aralarında hergün böyle bir tartışma geçerdi. Dedesi torununa matematiği öğretmek istiyordu. Torunuysa bir türlü oyundan geçemiyor. Dedesi daha sözünü bitirmeden, o soluğu hep dışarıda alıyordu. Dedesi bir saat bekliyor, iki saat… Merak etmeye başlıyor. Baktı olmuyor, kalpağı paltoyu kuşanıp, keçe çizmeyi giyerek mahalledeki buz hokeyi sahasının yolunu tutuyordu.
– Babanların eve gelme vakti yaklaşıyor. Senin umurunda değil, ömür törpüsü! diye, söylene söylene yürüyordu yanına.
Oraya yaklaştığında, o kadar çocuk arasından hemen seçiyordu torununu. Sonra da tatlı tatlı gülümsüyordu. Dünyadaki tek teselli kaynağıydı onun. dı köyden şehre belki hiç gelmezdi. Torunu olmasay-Bazen torununa bakınca kendi oğlunun küçüklüğünü hatırlıyordu. Ne olursa olsun, kendi soyunu devam ettirecekti bu nazlı oğlak.
–Baksana, bu sefer kaleci yapmışlar. Demek yeterince çevik çalak, dedi ihtiyar içtenlikle sevinerek. O, sağına soluna bakındı. Yanında kendisi gibi bir ihtiyarı görseydi, göğsünü kabartarak kasılırdı da belki. Fakat mis gibi köyü bırakıp kim gelsindi ki şu şehir denen yere. Hele de yaşlanınca… Şehirli ihtiyarlar biraz değişik. Dışarıyı pencereden seyretmeyi seviyorlar.
Hokey topu mermi gibi geliyor. Torunu doğal olarak onu yakalayamıyor. Pak[3 - Pak: Hokey topunun adı.], kaleden içeri giriyor.
– Niye baka kaldın, kımıldasana biraz, diye bağırıyor dede torununa. Haliyle İlnur duymuyor.
Eve dönerken kalpağını üzgün gözlerine indirecekken, dedesi kocaman eldiveniyle torunun başına hafifçe vurup okşuyor.
– Tamam hadi, somurtma artık. Hayat bu şekilde öğrenilir. Korkar durursan hiç bir şey olmaz senden… Bir şey başından geçmeden tecrübe kazanamazsın. Zaferin yolu, yenilmekten geçer. dedi.
Torunun neşesi yerine gelir gibi oldu.
– Senin seyrettiğini fark etseydim, daha iyi oynardım… Bak gelecek sefer… diye mırıldandı.
– Hep oyun olmaz ama. Daha ödevlerini de yapman lazım, dedi ihtiyar.
Dede torun büyük adamlar gibi konuşarak ağır ağır yürüdüler.
Fakat İlnur, eve gelir gelmez soluğu bilgisayarın başında aldı.
– Önce ödevini yap. Birazdan annenle baban gelecek. Ev ödevini hâlâ yapmadınız mı diyecekler. Evet, evet benim gözüme baka baka öyle diyecekler. Çok iyi biliyorum bunu.
– Azıcık oynacağım ben dede, diye bağırdı İlnur öbür odadan.
İhtiyar, iç çekerek kapının önünde duvara yaslı duran ağır okul çantasını sürüyerek masanın yanına getirdi. Gözlüğünü, bir hayli kir bağlamış sapını kulağının arkasına kadar iterek düzeltti. Büyüteci sol eline aldı. O bu şekilde ev ödevlerini yapıyordu. Fakat torunu kaç gündür üst üste iki alarak geliyor.
– Utanılacak bir durum, dedi ihtiyar. Zaman o kadar çok mu değişti yahu? Sayıları da mı etkiledi o böyle? Başka çeşit hesaplamayı kim öğretti onlara?”
* * *
Bugün morali hiç yoktu ihtiyarın. Kendi ifadesiyle sıfırdı. Torununun çantasına yaklaşmak bile istemedi. Çanta duvara yaslanmış, üzgün üzgün bakıyordu.
Dedesi, İlnur’u çok seviyordu. Bu yüzden bir dediğini iki etmiyordu. Dilediğini alıyor, ne isterse onu yapıyordu.
Torunu bir gün ona:
– Sen gerçek bir dedeye benzemiyorsun. Dedelerin sakalı olur. Hem sekseni doldurdum diyorsun, hem de dede değilsin. Ben sekiz, sense seksen yaşındasın? Gerçekten de çok ilginç!
– Aramızda kaç yaş var, söyle bakalım, dedi ihtiyar.
Torunu hemen bilgisayarın başına geçip tuşlara tak tak bastı ve “Yetmiş iki” diye cevap verdi.
Dedesi içinden:
– Ah bu bilgisayar yok mu? İnsanı hepten cahil ediyor, diye söylendi.
Gel zaman git zaman, bir gün torunu dedesinin bembeyaz sakallarını severek çekmeye başladı. Kikir kikir gülüyordu. Dedenin de hoşuna gidiyordu. Çünkü torununun gönlü olmuştu.
Dedesi her gün hokey sahasına gidiyor. Sahayı çevreleyen çite yaslanıp, hokey topunun uçuşunu, oyunun kızışmasını seyrediyordu. Biraz oyunbazlık yapmaya başladıklarını görürse, değneğini sallayarak:
– Beceriksizler! Hepiniz ortaya toplanmışsınız, dağılsanıza, diye bağırıyordu.
Torunu bu sefer de onu duymadı. Eve gelince dede torun masının başında tartışa tartışa, ter içinde çay içtiler.
– Dedim ben sana, hokey sopasını kesmek lazım diye. Ama sen yine bildiğini okuyorsun. Bak gördün mü sonucu? Hiç de bizim lehimize bitmedi, dedi dedesi.
İlnur, mağlubiyet acısını yaşadığı o anı tekrar hatırlayarak, burnunu çekti.
– Sen nereden biliyorsun ki bu işi? Hokey sopası filan görmedik biz diyen sen değil miydin?
– Bilmez mişim? Ben Sabantoy güreşlerinde baş pehlivan olmuş bir adamım. Ödül olan boynuzlu koçu omuzlarımda güle oynaya eve getirirdim ben. Hey gidi günler hey!…
– Baş pehlivan olmak için ne yapmak gerek dede?
– Gayret, çalışmak gerek. Ama en önemlisi istek. O olmadan hiç bir şey olmaz, dedi ihtiyar torunun gözlerine bakıp manalı manalı gülerek. Bir süre öylece kaldıktan sonra sözüne devam etti:
– İstekle, gayret ikisi birlikte el ele yürümeli. Senle ben gibi, birbirine yardım ederek.”
Torunu matematik dersini hatırladı ve birden:
– Senin yardım etmen, öğretmenin hoşuna gitmiyor, dedi.
İhtiyar sakalını sıvazladı ve;
– Bundan böyle yardım etmem.
– Sonra da iki alırım…
Torunu matematik dersinden söz açmak bile istemiyordu. Kapıya koşup hokey sopasını kaptığı gibi geldi.
– Hadi, neresinden kesiyoruz?
Dedesi testereyi almak için balkona gitti.
* * *
Ertesi gün torunu okuldan gelir gelmez, daha yemek bile yemeden hokey sahasına koştu. Nasılsa hoşuna gitmişti kesilen sopa.
Dedesinin boş konuşmadığını ta baştan beri biliyor bilmesine de, şu inadını kıramıyordu bir türlü.
Dedesi de torununun hayatını hep kolaylaştırmak istiyor, onun okuldan gelir gelmez sakalına yapışmasını dört gözle bekliyordu. Eskiden, sadece Sabantoy Bayramı’nı beklerdi bu şekilde. Öyle arası uzun teneffüste torunu da cep telefonunuyla dedesinin halini hatırını soruyordu. Bu yetiyordu ona. Yalnızlık azabından kurtarıyordu çünkü.
– Matematik dersi oldu mu? diye soruyordu kimi zaman dedesi.
– Oldu.
– Defterde hatalar çok mu?
– Hata yok ama iki var, dedi torun üzgün üzgün.
– Takma kafana oğlum. Birlikte hallederiz, merak etme… Hadi eve gel.
– Bir ders kaldı, dedi İlnur. Bu sefer onun sesi çok kısık çıktı.
Dedesinin de kafasına takıldı. Bu ikiler bana mı yoksa? Ağzının tadı iyice kaçmıştı. Yerli yersiz sorduğuna da pişman olmuştu.
Fakat torunu eve gelince, her şeyi unutuyor, sopasını kaptığı gibi sokağa fırlıyordu. Dedesi de onun arkasından… Fakat nedense bu sefer hokey sahasına gitmedi.
Bir gün yine, soluk soluğa burnunu çeke çeke elma gibi kızarmış yanaklarını ovarak içeri girdi İlnur. Burnunun ucu, yüzü üşüdüğünden değil, yandığından kızarmıştı. Dedesi, kendi çocukluğunu hatırlayıp gülümsedi. Torunun alnında boncuk boncuk terler asılıydı.
– Dede! diye seslendi kapıdan girer girmez.
– Ne oldu gene?
– Dede! Biz yendik. Hem de üç sıfır. Sopayı kesince ne kadar güzel oldu bir bilsen..
– Biliyorum. Ben Sabantoy Pehlivanıyım çünkü. Ya! Dedenin sözlerine işte böyle kulak vermelisin.
Torunu koşarak gelip, ona sarıldı ve bir eliyle bembeyaz sakalını sıvazladı.
– Dedeciğim!
– Dinliyorum dostum…
– Yarın matematik dersi var. Bu sefer daha dikkatli çözmemiz gerekecek.
– Neyi?
– Problemi tabii…
Dedesi, omuzu üzerinden baş parmağıyla kapının orayı işaret etti. Torunu dönüp kapının önüne baktı. Olduğu yerde duran çantasını görünce canı sıkıldı. Dedesi ses etmedi. İlnur’un morali iyice bozuldu. Dedesinin “sıfır oldu” deyimini hatırladı.
– Ödevimi yapmamış, dedi kesik kesik burnunu çekerek. Böyle olduktan sonra bana haydi haydi iki verecek artık.” dedi.
– Bana da verirler. Yoksa senin yerine ben mi gidip gelmeye başlasam okula?
– Seni almazlar…
– Problemleri nasıl çözdüğümü anlatırım.
– Gerek yok…
İlnur, diğer odaya ödev yapmaya gitti. Dedesini dinlemesi gerektiğini artık anlamış gibiydi.
İhtiyar, masanın köşesinde kalan günlüğü açtı. Yine de hangi konuyu gördüler diye merak ediyordu.
Büyütecini gezdire gezdire ev ödevinin yazıldığı kısma gözü ilişti. Orada: “Ev ödevlerini İlnur kendisi yapsın.” diye bir not vardı.
Lele Ğıymadiyeva
HANGİSİ GERÇEK HANGİSİ HAYÂL ?
Aybulat’ın odasında ne yok ki… Karşıki duvarı boydan boya kaplayan dev ekranlı ev sinemasından, dvd çalardan tutun da, rengârenk balıkların yüzdüğü kocaman akvaryuma kadar var. Sağ taraf duvarı bir uçtan öbür uca çeşit çeşit bilgisayarlar kuşatmış durumda. Dizüstü bilgisayardan alın da, sağında solunda yazıcısı, tarayıcısı bulunan koca gövdelisine kadar, hepsi orada mevcut. Onun karşısındaki uzun, dar masada irili ufaklı cep telefonları var. Aybulat bu eşyalar arasında tekerlekli koltuğundan hiç kalkmadan hareket ediyor. Annesi sabahleyin işe giderken tabak dolusu pastırmalı, peynirli sandviçleri, kutu kutu meyve sularını odasına bırakıyor. Bu leziz şeyler Aybulat’ın peşinden odanın kâh bir köşesine kâh öbür köşesine geziniyordu. O, ya ihtiyaç gidermek için ya da anne babası eve gelip yemeğe çağırdıklarında ancak kalkıyordu tahtından. Ne dışarıdaki çocukların bağrış çağrışlarını, ne arabaların uğultusunu duyuyordu. Kulağındaki kocaman kulaklıktan çıkan “dım tıs dım tıs” ritmine kendini kaptırmış, kafasını gövdesini oynata oynata, sabahtan akşama kadar sanal dünyasında yüzüyordu. Kâh korkunç yaratıklarla savaşıp kan ter içinde kalıyor, kâh koltuğuna gömülüp, birbirinden çirkin varlıklarla dolu çizgi filmleri seyrediyordu. Bunlardan da bıktı mı, volkmeni, cep telefonları yerlerinden oynuyordu…
Geçenlerde köyden babaannesi geldi. Aybulat’ın odasına girince yüreği parçalandı kadıncağızın: “Ah yavrum! Anne baban seni mahvetmişler!” diyerek ağladı. Aybulat buna çok şaşırdı. Anne babası, o televizyonda ne görse alıyorlar, bir dediğini iki etmiyorlardı. Ne demek şimdi yani mahvetmişler? Daha başka nasıl olmalıydı ki o? “Bu yıl inşallah ilkokula başlayacaksın!” dedi ninesi sevinçle. Aybulat bunda sevinecek bir şey göremedi. O zaten çatır çatır okuyordu. Kalem tutmayı bilmese de, bilgisayarda her hangi bir kelimeyi yazabiliyordu. Ona okul falan gerekmiyordu. Filmlerde görmüştü okulun ne olduğunu. Öğretmenlerin çocuklara neler çektirdiğini çok iyi biliyordu.
Bugün, bir elinde sandviç, diğerinde kumanda, koltuğuna oturmuş halde ayağıyla yeri iterek pencereye kadar geldi. Açık pencereden perdeleri dalgalandıra dalgalandıra (Hayret! Annesi nasılsa bugün pencereyi kapatmayı unutmuş.) başta soğukça bir rüzgâr akın etti odaya. Peşi sıra, Aybulat’ın kafasından büyük bir futbol topu girdi içeri. Aybulat lokmayı çiğnemeyi bırakıp, kulaklığı çıkardı ve şaşkınlık içinde baka kaldı. O sırada dışarıda bağrış çağrış başladı. Sokaktakiler yavaşça pencerenin altına yaklaştılar ve bir çocuğu başlarını yukarı doğru kaldırdılar. Saçı başı dağınık, tişörtü kirlenmiş bu haşarı çocuk, bütün odaya şöyle bir göz gezdirdi ve başını sallayarak:
– Vay, vay, dedi.
– Sen de kimsin? diye sordu Aybulat, zihnini toparlayarak.
– Adım Marat! Komşunuzun çocuğuyum. Benim seni görmüşlüğüm var ama adını bilmiyorum. Seni kocaman siyah arabaya bindirip bir yerlere götürüp getiriyorlar değil mi?
Nereye olsun canım, sinemaya tabii ki. Orada sana büyülü bir gözlük veriyorlar. Kulağına da daha büyük bir kulaklık takıyorlar. Böylelikle filmin içine girip oradaki şovalyelerle birlikte savaşmış gibi oluyorsun. Uçsuz bucaksız okyanuslarda kocaman gemilerde yüzüyorsun. Hatta üzerine tuzlu su bile sıçrıyor…
Aybulat şu an hayâlinde ta nerelere gidip geldi. Pencere kenarında oturan çocuğu da neredeyse unutuyordu. Onun:
– Peki sen sokağa neden hiç çıkmıyorsun, sorusu kendine getirdi.
– Sokağa… Peki, ne varki sokakta? Ay-bulat ona tuhaf tuhaf baktı. Onun için kendi odasından başka ilginç bir yer olması mümkün değildi.
– Ne olduğunu kendi gözlerinle görmek istemez misin? Hadi o zaman topu ver de, birlikte çıkalım.
Aybulat koltuğundan güçlükle kalkabildi. Ayakları iyice uyuşmuştu. Masanın altına yuvarlanan topu nefes nefese eğilip aldı. Sonra sandalyeye emekleyerek çıkıp Marat’ın yanına, pencere kenarına oturdu.
Peki dışarıda ne vardı? Tıpkı televizyon ekranındaki gibiydi. Aynı oradaki gibi ağaçlar ve otlar. Futbol sahası.... Çocuklar… Bunlar çizgi filmdeki galaksi futboluna yetişemez tabii ki. “Hadi, hadi.” diyerek ısrar etti Marat. “Top oynamayı denemek ister misin?”
Aybulat bu soruya cevap veremedi. Topa kendi ayağınla vurmak nasıl bir şeydi acaba? Ama yine de kabul etti. Fakat sokağa nasıl çıkacağını kestiremedi. Evleri zemin katta olsa da pencere yerden yüksek sayılırdı. Bu yüzden korkuyordu. Baksana, Marat oluk borusunu kucaklayıp kayarak kolayca iniverdi. Gülerek Aybulat’a bakıyordu. O sırada pencere hizasına bir kaç çocuk daha geldi. Hadi, hadi demeye başladılar. O an Aybulat’ın aklına çok güzel bir fikir geldi. Filmde gördüğü şeydi bu tabii ki. Kalın perdeyi var gücüyle çekip kornişinden söktü ve dışarıya attı. Çocuklar onun düşüncesini hemen anlayıverdi. Apar topar perdeyi dört bir taraftan gerdiler. Aybulat gözlerini sıkıcı yumdu ve aşağıya atladı…
Yere ayağı değer değmez, Aybulat’ı en çok şaşırtan şey şu oldu: Evlerinin önü kızlar oğlanlarla doluydu. Yakalamaca oynuyorlar, salıncakta sallanıyorlar, top oynuyorlar, ağaca tırmanıyorlar, daha neler neler yapıyorlardı… Tıpkı filmlerdeki gibi. Bunlar gerçek mi diyerek hepsine tek tek dokunmak istedi. Böyle sersemlemiş bir halde kala kalmışken, Marat Aybulat’ı âdeta koltuğuna girerek futbol sahasının kenarına kadar getirdi. Topu önüne şak diye koydu ve: “Hadi vur!” dedi.
Heh! Ne var ki bunda! Çizgi filmlerde görmüşlüğü var canım. İstese ta şu ağacın tepesine kadar uçurabilirdi topu. Aybulat ne tarafa şut çekeyim diye biraz düşündü. Sonra ayağını burnuna kadar kaldırdı. Ortalığı inleterek bağırdı ve bir vuruş yaptı. Top kımıldamadı bile. Dahası kendisi şap diye düşüverdi yere. Çoluk çocuk kahkahayı bastılar. Aybulat yattığı yerde hiç hareket etmeden, bu durumda ne yapılacağını düşünmeye başladı. Onların yaptığı gibi yapmalıydı. Kendini zorlayarak gülmeye çalıştı. Sonra da diğer çocuklar gibi topun peşinden koşturmaya başladı. Koşarken ayakları birbirine dolanıp düştü. Üstü başı toza toprağa belendi. Çok kötü yoruldu. Oradan biraz uzaklaşıp dinleneceği bir yer aramaya gitti. O sırada bir de ne görsün! Dört tekerlekli kocaman bir bebek arabası duruyordu karşısında. İçi bomboş. Aybulat fazla düşünmeden ayaklarını sallandırarak bebek arabasının içine uzandı. Fakat bu keyif fazla uzun sürmedi. Şişman bir teyze bağıra çağıra, ellerini sallayarak yanına gelip dikeldi:
– Kalk! Utanmaz! Bu ne terbiyesizlik, diyerek arabayı sallamaya başladı.
Aybulat yattığı yerden uzun süre şaşkınlıkla baktı. Teyze baktı olmuyor, kocaman elleriyle onu kavarayıp aldı ve ayakları üzerine yere bastırdı.
– Sen laftan anlamıyor musun? Kimin oğlusun sen? Babana söyleyeyim de aklını başına getirsin bir güzel. Hiç utanmıyor da!
Utanınca kendini sıkıp yüzünü kızartman gerekiyordu herhalde. Filmde öyle yapıyorlardı. Sonra da başını öne eğip sağ ayağının baş parmağıyla toprağı eşeliyorsun. Aybulat da öyle yaptı. Teyze onu bir sürü azarladı ve oradan ayrıldı.
Canı sıkılarak: “İnsanlar bu sokak denen yerden ne zevk alıyor ki?” diye düşündü. O sırada karşısına, kocaman bir çoban köpeğiyle sahibi çıkıverdi. Aybulat sevinçten uçuyordu. Kendi sanal dünyasında tıpkı böyle bir köpeğe binip dolaşıyordu çünkü! Onunla sürüngenlerle dolu mağaralara giriyor, bulutlara binip gökyüzünde de uçuyordu. Denize inip insan kafalı balıklarla da savaşıyordu…
Kucağını açmış bekleyen Aybulat’a, çoban köpeği hırıldamaya başladı. Aybulat durmadan köpeği kucaklamak, kocaman başını, yamyassı kulaklarını okşamak için çabalıyordu. Köpek arka ayaklarına dikeldi. Hırlayarak çirkin siyah dişlerini gösterdi. Sahibi yularından çekmese, bu şımarık çocuğu parçalamaya hazırdı.
– Ne yaptığını sanıyorsun sen şaşkın, diye azarladı adam elindeki gazeteyi sinek kovalar gibi savura savura. Oyuncak mı sandın sen bunu?
Aybulat adama tuhaf tuhaf baktı. Ne yapmak istiyordu bu insanlar? Ne yapsan yaranamıyorsun onlara. Ne diye şu Marat’ın peşinden çıkmıştı ki? Güya dışarısı eğlenceliymiş! Yok, hayır onun kendi kurduğu dünyası var. İster aya çıkar, ister denizin derinliklerine dalar. Kafası bozuldu mu, bu köpeğin sahibine, şu şişman teyzeye, top oynayan ukalâ çocuklara yüz çeşit silahla ateş edebilir…
Böyle canı sıkılmış yürürken, sokağın öbür ucunu bulmuş meğer. Gittiği yönde: “Bu arabalar gözlerini fal taşı gibi açmış bana doğru neden bağıra çağıra geliyorlar acaba?” diye hayretler içinde kaldı. Hemen karşısında kocaman vinci görünce tekrar heyecanlandı. Dur bir dakika! Onun bildiği bir şeydi bu! Aha bak şimdi şu kancaya tutunup mavi gökyüzüne uçacak. Futbol sahasına da, vızır vızır giden arabalara da, apartmanların tepelerine de, onu tekerlekli koltuğundan kaldıran çocuklara da yukarıdan bakıp geçecek o…
Kancanın böyle dibine kadar gelmesini kimbilir nasıl bir heyecanla beklemişti. Birinin kocaman elleriyle onu kucağına alıp sokağın öbür başına indirmesiyle kendine geliverdi. “Demek bu da hayâl ettiğim gibi olmayacak.” diyerek daha bir içerledi.
Annesi oğlundan önce eve gelmişti. Aybulat’a kapıyı açtığında nutku tutuldu. Eli ayağına dolaştı. Oğlunun kire batmış yüzünü, başını öpmeye başladı. İyice örselenmiş tişörtünü, çimen kokusu sinmiş kot pantolonunu çıkarttı ve: “Ne yaptılar sana böyle yavrum, ne yaptılar sana bir tânem, diye söylendi durdu.
… Annesi ertesi gün pencereleri kapatmayı unutmadı. Aybulat için tabak dolusu nefis yiyeceker bıraktı odasına. Evden çıkarken kapının kitlenip kitlenmediğini defalarca kontrol etti.
Ama ne var ki Aybulat’a bir haller oldu. O gün onun irili ufaklı bilgisayarları işsiz güçsüz oturdu. Televizyonu da tatil yaptı. Telefonunun kâh biri kâh ötekisi çeşit çeşit müzikler çalsa da yanlarına bile yaklaşmadı. Tekerlekli koltuğuna öfkeyle tekme attı ve sokağa bakan pencerenin yanına geldi. Başını pencereye dayayıp derin derin düşünmeye başladı. Hangisi gerçek hangisi hayâldi bu dünyanın? İşte şu an bu soruya cevap bulması lazımdı.
Rinat Möhammediyev
GERDANLIKLI GÜVERCİN
Pencerenin karşısına bir güvercin kondu. Beyaz bir güvercin. Boz kahverengi gerdanı da var.
Ama yine de benim pek fazla ilgimi çekmedi. Bu civarda müstakil evler çok olduğundan herhâlde, öylelerine rastlamak sıradan bir şeydi. Aslında günümüz şehirlisini hayrete düşürmek âdeta imkânsız. Hele bir güvercin onu hiç etkilemez. Güvercinin mavisini de, kahverengisini de, gümüş renklisini de, beyazını da hatta sarısını bile görmüşlüğüm var. Güvercini umursamayıp masamdaki işe daldım.
Böyle epey bir zaman geçti galiba. Güvercini ben unuttum gittim tabii. Başımı bir kaldırdım, hâlâ pencerenin karşısında duruyormuş mübarek. Biraz önce konduğu yerden milim bile hareket etmemiş. Kurumlanıp duruyordu işte. Güneşte ısınıyor diyeceğim ama, hava bulutlu. Üstelik kuzeyden soğuk rüzgâr da esiyor. Yaz demeye bin şahit lazım.
Bunlar bir yana, boynunu uzatıp başını kaldırdı. Gözetlendiğini sezdi galiba. Dönüp, çiy damlacıkları gibi gözlerini bana dikti. En fazla iki metre mesafe vardır aramızda. Çıt ses yok. İkimiz de öylece oturuyoruz. Kim yenecek, kimin bakışları daha uzun sürecek diye yarışıyoruz âdeta. İki camlı pencerenin karşı tarafında o, bu tarafında ben.
Böyle otururken, nedense rahatsızlık duydum bu yaptığım şeyden. İnsan olduğumu unutup güvercinle aşık atıyormuşum baksana. Bulutlu havada, soğuk havanın kucağında oturan masum kuşun mosmor kesilmiş ayaklarına, çiy damlacıklarını hatırlatan gözlerine ilişti gözüm. İçimi yaktı o gözlerden yayılan sıcaklık, parlaklık. Sanki güneşti ışıldayan gözlerinde. Farkında olmadan ayağa kalkıp, bir öte bir beri yürümeye başlamışım.
Sonunda güvercin de, gözünü pencereden aldı ve pencere kenarından güzelce adımlayarak ilerledi. O da benim gibi bir öte bir beri yürümeye başladı… Hayret bir şey! Ne anlam çıkarmalı şimdi bundan? Bu yaptığı şeyle kendince beni kızdırmak mı istiyordu acaba?.. Pencere kenarındaki sacta tık tık dolaşıyor. Adımlarını daha bir cesaretli atmaya başladı anlaşılan. Ayaklarının çıkardığı ses git gide yükselmeye başladı sanki. Kızdırmak gibi bir düşünce aklının köşesinden bile geçmemiştir tabii ki. Ben bunu bir insan olarak, pek çok kimseye has olan, işkillenme dürtüsünden dolayı düşündüm elbette. Uzun süre hareketsiz durmaktan bıkıp, yorgun ayaklarına can gelmesi için gezinmeye başlayan güvercini haksız yere suçlayacaktım neredeyse.
Bu tutumumdan rahatsız olduğumdan herhâlde, içimde birden şefkat hisleri uyandı. Bir süre sonra elime ekmek içi alıp, güvercini ürkütmemeye dikkat ederek, usulca balkonun kapısını açtım. Ne kadar dikkatli olmaya çalışsam da güvercin beni gördü. Hemen pencere kenarından havalanıp balkonun uzak köşesindeki demire kondu. Başını çevirip hâlâ beni gözetliyordu. Kuşun ürkmesine küçük bir adım ya da dikkatsiz bir hareket yetecekti. Fakat gönlüm onun uçup gitmesini, gözden kaybolmasını istemiyordu. Ekmek içini küçük küçük böldüm ve pencere kenarındaki sacın ucuna koyup içeri girdim.
Güvercin soğukkanlı, hiç telâş etmiyordu. Balkonun kapısını kapatmamı, pencereden biraz uzaklaşmamı bekledi. Benim bir tuzak kurmadığımdan emin olduktan sonra, kanatlarını çırpıp ekmek ufaklarının yanına geldi. Bir kez daha sağına soluna bakındıktan sonra onları yemeye başladı. Bu sefer sac, ayak seslerinden değil gagasının tak tak vurmasından tangırdıyordu. Bu arada yer yer pencereye bakmayı da ihmal etmiyordu. Kanatlarına çeki düzen verdiği sırada, boynunu eğerek, başını sallaya sallaya sanki bana teşekkürde bulunuyordu. Ekmek ufaklarının bir tekini bile bırakmayıp yedikten sonra, tekrar havalanıp balkonun köşesine kondu. Fakat bu defa en uzak köşesine değil, daha yakınına. Ben bunu, bana güvenmesi olarak yorumladım. Hem tekrar balkona çıkmama müsade etmesi şeklinde anladım. Kendimi büsbütün güvercinin iradesine teslim etmiş olmalıyım ki, onun beklediği gibi yaptım; pencere kenarına tekrar ekmek ufaklarını bırakıp girdim.
Güvercin yeniden pencere kenarına konup, ekmeği yemeğe koyuldu. Yeme işini bitirdikte sonra karnı doydu herhade. Fakat bu sefer oradan gitmekte acele etmedi. Başını yavaşça kaldırıp, pencerenin arkasına şöyle bir göz gezdirdi ve kanadının kenarındaki tüyleri yoklar gibi boynunu uzatıp gagasını temizlemeye başladı. Acele etmedi, telâşa kapılmadı. O bu işi kendine göre bir zevkle, özel bir titizlikle yaptı. Bu iş de tamam dercesine şöyle bir silkelendi ve başını tekrar bir tarafa eğip, pencereye bakmaya durdu. Boynunun etrafındaki tüyleri kabartıp hıçkırık tutmuş insan gibi, tuhaf hareketler yapmaya başladı.
Yaptığı son hareketlerden, kendimce bir sonuç çıkarıp hemen mutfağa gittim ve fincana su doldurup geldim. Sakına sakına balkona yöneldim. Bir yandan kapıyı açıyorum, öbür yandansa tereddütteyim; belki yanılıyorumdur. Suya ihtiyacı hiç yoktur belki. Bak işte dünkü yağmur suları öyle duruyor, ne kadar su birikintisi var etrafta… Senin klorlu suyuna mı kaldı o? Balkona çıkan da ben, tereddüt geçiren de. Güvercinin karnı doydu. Onun hiç bir şey istediği yok. Kanatlarını çırpıp uçar gider gibi geliyordu bana. Değil kuş, insanlardan da öyleleri az değil ki. İşi düştü mü, peşini bırakmaz. İşi hallolduktan sonra da ne arar ne de sorar. Güvercinse sadece bir kuş. Hiç düşünmez uçar gider tabii.
Fakat bu kuş beni bir kez daha hayrete düşürdü. Balkona adım atmıştım ki, gelip omuzbaşıma konmasın mı? Ne yapacağımı şaşırdım. Güvercin omuzumda. Gagasında guglama sesi, tatlı bir melodi sanki.
Bu durum daha ne kadar uzar giderdi bilemiyorum. Bu defasında da yine kendisi kurtardı beni. Güvenimi boşa çıkarmadın, sınavı başarıyla geçtin der gibi kulağımın hemen dibinde kanatlarını çırparak fincan tutan elime kondu. O sırada son bir defa, yanılmıyor muyum dercesine gözlerini bana diktikten sonra, beyaza çalan, hafif eğik gagasını elimdeki su dolu fincana daldırdı. Kendinden geçip kana kana içti. Meğer benim bu zamana kadar bir kuşun bu şekilde su içtiğini gördüğüm hiç olmamış. Çok yakından, bu kadar canlı, özgür bir kuşu da ilk defa görüyordumu. Kafesteki kuşlar başka, onlardan bahsetmiyorum. Kafesteki bir kuşun gözleri cam gibi donuk, acı ve hüzünle sarılmış oluyor. Bu kuşsa özgür. Sekizinci katın balkonunda, açık alanda. Bu yüzden onun gözlerinde ne korkudan ne ürkmeden bir eser vardı. Öbür elimi uzatıp kanatlarının ucuna dokunmaktan, bembeyaz kanatlarını, boz kahverengi gerdanını okşamaktan kendimi alabilmem, bu zevkten kendimi mahrum etmem hiç düşünülebilir mi?
Ertesi gün, tam bu vakitlerde gerdanlıklı beyaz güvercin pencereme tekrar kondu. Böylece ben, hiç hesapta yokken kendime bir güvenilir dost daha edindim.
Belki anlattığım bu olaya burada nokta da koyabilirdim. Fakat beyaz güvercin hafıza dağarcığımda unutulmaya yüz tutmuş, diğer bir olayı hatırlattı bana. Bundan yaklaşık üç yıl önceydi. Yeni bir daireye taşınmıştık. Büyük şehrin başka bir semtine alışmakta, ısınmakta zorluk çektiğimiz günlerdi. Yaz mevsiminin güze kayan bir dönemiydi. Her sabah kalkıp güne zinde başlamak için yanı başımızda bulunan havalimanı civarına çıkıp biraz koşu yapıyordum. Buradaki ıssız patikalarda koşan sadece ben değildim. Fakat hiç birini tanımıyordum. Ne onlar beni ne de ben onları… Ne durup tokalaşan, ne baş selamı veren vardı. Her zaman tek başıma koşuyordum.
Bir gün beni hayrete düşüren bir olay yaşadım. Güzel güzel koşmama devam ederken, önüme, ayağımın ucuna kuru bir balçık parçası düştü. Düştü ve küçük parçacıklara ayrılıp dağıldı. İrkildim ve duruverdim. En ilginci, ne önümde ne arkamda kimsecikler vardı. Kim, neden yapmış olabilir, diye durup bir müddet etrafıma bakındım. Olan bitenden hiç bir şey anlamadım ve koşuma kaldığım yerden devam ettim.
Bu kadarla kalsa neyse… Ertesi gün, neredeyse aynı yerde, aynı dakikada, en fazla bir metre yakınıma aynı şekilde kuru balçık düşmesin mi? Bu defasında da etrafta kimsecikler gözükmüyordu. Kendi kendime: “Yok, hayır her gün her gün böyle olursa işimiz var bizim. Bu bilmeceyi çözeceğim ben. Benimle alay eden bu kişiyi bulacağım dedim mi, bulurum.” dedim kendi kendime. Patikanın on on beş metre uzağında, bir kaç kök çalılık var. Doğruca oraya gittim. İçimden: “Herhâlde eski bir dost şaka yapıyor bana.” diye düşünüyorum. Fakat ne kadar aradıysam da çalılığın arkasında değil insan, bir tane serçe bile bulmadım. Hiç kimsecikler yok. Yer yarıldı da içine girdi sanki, ses seda yok. İçime bir kuşku düştü. Kaçacak, saklanacak hiç bir yer yok ki. Bu durum beni iyice tedirgin etti. O gün, ne koşmaktan ne de çalışmaktan bir zevk aldım.
Sabahın ilk ışıklarının şebnemlerde yıkandığı bir günde yine o patikada koşmaya gittim. Acele etmiyordum. Her zamanki gibi aynı tempoda koşuyorum. Fakat sakin olmaya ne kadar gayret etsem de, o noktaya yaklaştıkça, tedirginliğim artıyordu. Bu sefer de şaka yapmaya cesaret ederler mi, kuru balçığı tekrar atarlar mı, diyorum. Sürekli etrafıma bakınıyorum. Sezdirmeden dönüp arkama bakıyorum yer yer. Hiç beklemediği bir anda, fark ettirmeden görmek, kaçıp saklandığı yeri öğrenmek istiyordum şu muzip şakacının. İki gün üstüste balçık atılan o esrarengiz ve iyice ürkütücü olmaya başlayan noktaya gelince, elimde olmayarak durakladığımı da farketmemi-şim. Önüme, arkama bakıyorum, sağı solu kolluyorum. “Hadi atsanıza. Ama bu son atışınız olacak bugün.” diyorum içimden. Çünkü bu böyle devam edemez. Ben saklambaç oynamaya çıkmıyorum. Keyfimden de yapmıyorum bu koşuyu. Uzun iş günü öncesi vücudun uyuşukluğunu atması, zinde olması için koşuyorum. Oyun oynamanın sırası mı? Tam da bulmuşlar eğlenecek adamı…
Tam orada bulunduğum esnada her tarafı kollayıp, bir sağa bir sola hızlı hızlı bakınırken şu meşhur balçık düşmesin mi yine? Patikaya değil, çimenlere de değil, tam tepeme düştü bu sefer… Kim? Nasıl? Nereden? gibi sorular doğana kadar cevabı kendiliğinde bulundu. Ben buradayım dercesine keskin gaklamasıyla tek başına bir karga uçmaktaydı havada. Ardına dönüp bakmadan uçup gitti. Ta ilerideki gevrek söğüde yaklaşınca kanatlarını çırpmayı bıraktı ve bir kez daha “gaak” diyerek ağacın tepesine iniş yaptı. Kardeşleri onu gürültü şamata ile karşıladılar.
Başıma düşen balçık parçası, patikada koştuğum o ilk sabahı yeniden hatırlattı: Patikanın çevresini kara bir bulut gibi kargalar sarmıştı. Üzerlerine yürümekten çekinip, ormanda konacak yer mi bitti, bula bula patikayı mı buldunuz dercesine, o an elime ilk geçen şeyi, taş mı artık, kuru balçık mı fırlatmıştım bunlara. Değip değmediğini bilmiyorum, ortalığı birbirine katıp havalanmışlar ve tam işte bu gevrek söğüde konmuşlardı. Ben koşmama devam etmiş, kargaları unutmuş gitmiştim.
Gördün mü bak! Demek bu onların benden intikam alışıydı. Kargaların beni bir kaç gün gözetleyip takip ettikleri anlaşılıyor. Sonunda maksatlarına da ulaştılar. Nasıl da bayram ediyorlar baksana…
O günden sonra yoluma balçık filan atan olmadı. Kara kargaların verdiği bu ibretlik dersi gerek evde gerek işte anlatmaya çalıştım. Gülüp geçtiler, inanan çıkmadı. Bu yaşadığım şeye insanları inandırmak mümkün görünmeyince, ben bile unutmaya başlamıştım artık. Bu olayı bana, işte şu sözünü edip durduğum güvercin hatırlattı.
Atalarımızın: “Aş atana aşla, taş atana taşla cevap verirler.” dediği şey bu olsa gerek. Bunu ben bizzat yaşamış oldum. Hayır, burada mesele, güvercinin beyaz, karganın kara olmasında değil…
Ama yine de çalışma masasının karşısında güvercin olmayışı bir eksiklik. Bugün yine pencere kenarına güvercin kondu. Beyaz güvercin. Boz kahverengi gerdanı da var.
Daniye Ğaynetdinova
“SEN DELİKANLISIN ŞİMDİ !..”
Onlar ormana girerken, güneş tepeye doğru kayıyordu. Yerden hafif hafif buhar yükseliyor, geçen yıl ki yapraklar ısınıyordu. Ağaç gövdeleri de güneş ışınlarından parıldıyor, buğulanıyordu. Dünya sanki mavi bir serap içinde oynaşıyordu. Ağaçların yaprakları arasından sızan güneş ışınları da mavimsi bir renge bürünüyordu.
– Ne kadar yavaşsın böyle, dedi ağabeyi.
– Geride kalmıyorum ki ben, diyerek nefes nefese yetişti, altı yedi yaşlarındaki kardeşi, sırtındaki çantasıyla. Hava sıcak, diye de ekledi.
– Seni anlamak zor. Demin üşüdüm diyen sendin. Şimdi de yanıyorum diyorsun. Daha büyümeden ihtiyarladın herhâlde…
– Senin işin kolay. Benim üç adımım senin bir adımın, dedi kardeşi alıngan bir tavırla.
– Tamam, hadi uzatma. Geride kalmamaya bak sen, dedi ağabeyi.
Sırtındaki çanta da ağırlaşmış gibi geldi küçüğe. İçinde pek bir şey de yok ama. Yürüdükçe omuzlarına olan baskısı artıyordu sanki.
– Ağabey! Gel şu montu üzerimden çıkarayım, diye seslendi çocuk, yorulduğunu hissettirmemek için.
– Çıkarma. Hava soğuk. Hasta filan olsan ne derim ben anneme, dedi sert bir ses tonuyla.
– Annem kızacak zaten sana. Herkesin yürüdüğü yoldan gitsek ne olurdu sanki?
– Ne mi olurdu! Ormanda baharın yaza geçiş şölenini kaçırmış olurdun. Daha ne olsun?
Kardeşi: “Benim hâlimi anlamıyor ki, anlasa biraz dinlenelim derdi.” diye düşündü ve geride kalmamak için adımlarını hızlandırdı. Ayağı kuru dallara mı takılmıştı, yoksa birbirine mi dolanmıştı, “pat” diye yere düşüverdi.
Bir süre hiç kımıldamadan hareketsiz öylece yattı. Otlardaki çiyler henüz daha kurumamıştı. Güneş ışınlarında inci gibi parlıyor, çok güzel görünüyorlardı. Bu inci damlacıkları yol boyunca çocuğun kocaman botlarının içine girip çoktan ayaklarını ıpıslak etmişti. “Sizi gidi inci tanecikleri..” diye düşündü .
Ağabeyinin ciddi bakışlarını görünce hızlıca ayağa kalkıverdi. Üstünü başını hemen silkeleyip sırt çantasını düzeltti.
– Yorulacağını bilseydim, vallahi seninle yola çıkmazdım, dedi ağabeyi.
Kardeşi hiç ses çıkarmadan yürümesine devam etti. Karşılık vermekten çekiniyordu. “Sinirine dokunacak bir şey söylerim, ense köküme indiriverir.” diye korkuyordu anlaşılan. Öyle yaptığı oluyordu zira.
Ama ağabeyine yine de:
– Büyükler küçüklere neden hep bağırırlar ki, diye sormadan da yapamadı.
– Ne yâni hoşuna gitmiyor mu? Sen yürümene bak, diyerek acele ettirdi.
Aslında ağabeyi de yorulmuştu. Ama kardeşine sezdirmek istemiyordu. İğneleyici sözler söylemesi de bu yüzdendi. Öfkesini birinden çıkarması lazım ya hani…
– Ayaklarım dondu. Botumun içi ıpıslak oldu, o yüzden diyorum… Senin eski botun su geçiriyor. Delik deşik olmuş zaten çoktan, diye ekledi o kendinden kaynaklanan bir şey olmadığını kastederek.
– Tamam öyleyse, hadi biraz dinlenelim, dedi.
Ağabeyi çalı çırpı toplayıp ateş yaktı.
Kardeşinin botunu eline alıp:
– Giyilir bir tarafı kalmamış bunun. Çoktan çöpe atılacak hâle gelmiş. Yazın çobanlık yapıp biraz para elimize geçerse sana yepyeni bir bot alırız. Bu yıl okula başlayacaksın daha. Hep benden kalanları giyecek değilsin ya, dedi.
Ağabeyinin bu sözleri karşısında eridi o. Sanki ağabeyi şu anda ona yepyeni bir çift bot vermiş gibi oldu. Yol boyunca su içinde cumbuldayarak yorulan tabanlarını ateşin karşısında ısıta ısıta yeni botun hayallerini kurdu. Babası hayatta olsa, hiç delik botla yürütür müydü? Annesi biçârenin de elinden bir şey gelmiyor ki. O: “Köydeki bir işte çalışıp zengin olmanın imkânı yok.” diye düşündü büyüklere has bir şekilde.
Ateşin başında ağabey kardeş bir güzel dinlendiler. Derken büyük olanı ayağa kalktı ve:
– Hadi toparlanalım artık. Daha gidecek epey bir yolumuz var, diyerek delik botları kardeşine uzattı.
Kurumasa da, bayağı bir sıcaklık yürümüştü botun içine. Giyince, ayakları mayıştı.
Ağabeyi ateşi tepeleyerek söndürdü ve çuvalını sırtına vurup ilerlemeye başladı. Yorgunluğu azalmış, ayakları kendine gelmişti…
Meğer ormanın güzelliğini farketmeden yürümüşler buraya kadar. Baksana şu baş döndürücü güzelliğe! Tepelerinde kuşlar cıvıldaşıyor, yaz mevsiminin ilk çiçekleri: “Bizleri görüyor musunuz?” dercesine ayaklarına sarılıyordu… Rabbin sanat eseri tabiatın bu güzelliğine hayran hayran yürürken, ağabeyi birden sendeleyip büyük bir çukura düştü.
Bir an bir sessizlik oluştu. Ayaklarını hissetmiyordu, sanki onlar hiç yoktu…
– Bir de benden şikâyetçiydin, diyerek güldü kardeşi.
– Ah, ayağım, diye inledi ağabeyi.
Kardeşi az önceki gülüşünden rahatsız oldu ve çukurun kenarına eğilerek:
– Ne oldu, diye sordu. Ağabeyi:
– Ayaklarım kırıldı her halde, diye inledi.
– Ben seni çekip çıkaracağım ağabey, dedi ve yukarıdan aşağıya kayarak ağabeyinin yanına indi. “Hadi!” diyerek ayaklarını kucaklayıp çekmeye çalıştı.
– Dokunma! Acıyor, diye inledi ağabeyi ağlamaklı bir sesle.
– O zaman ellerinden çekerek çıkaracağım, az dişini sık! dedi ve emekleyerek yukarı çıktı. Göğsüyle çukurun kenarına yattı ve bir eliyle otları kavradı diğeriyle ağabeyine uzandı. Ancak ağabeyini çekip çıkaracak gücü yoktu.
– Ben iki elimi toprağa sokup sıkıca duracağım. Sen bana tutunarak var gücünle çıkmaya çalış, dedi yarı korku yarı ümitle.
Ağabeyi hâlâ inliyordu. Ayağa kalkmak için çırpındı, ellerini uzatıp kardeşine tutunmayı denedi. Fakat ayağının şiddetli acısı buna imkân vermiyordu.
– Bir türlü kalkamıyorum kardeşim, dedi gözlerinden yaşlar süzülerek. Sen gidip annemi çağır, beni almaya gelsinler, diye ekledi metanetini korumaya çalışarak.
– Ben seni tek başına burada bırakamam ağabey. Belki yavaş yavaş gideriz ha, dedi kardeşi gözleri dolu dolu. Hem sonra ben yolu da bilmiyorum ki… diye ekledi.
– Yok, hayır kalkamıyorum ayağa. İkisi de kırıldı anlaşılan. Uğraşmaya gerek yok boş ver, dedi ağabeyi kardeşini rahatlatmaya çalışarak. Sen dosdoğru bu patikadan yürü. Bu patika seni ana yola çıkarır. Ev oradan uzak değil zaten. Hiç durmadan yoluna devam et. Birilerini uzaktan görürsen yüksek sesle bağırırsın. Buralarda yabancılar dolaşmaz. Olsa olsa köylüler rastlar, dedi kardeşine. Sonra büyüklere has bir şekilde öğüt veridi:
– Git kardeşim git. Korkma! Sen artık delikanlı oldun, evi bulabilirsin. Patikadan şaşma, diye arkasından bağırdı, kendinden çok kardeşi için kaygılanarak.
Kardeşi, ağabeyinin tembihlediği gibi patika boyunca ilerledi. Orman ona çok ürkütücü, tehlikeli görünmeye başladı. Ayaklarının altında çıtırdayan çalı seslerinden etrafa tuhaf hışırtılar yayılıyordu. Karsışına birden orman cinleri çıkacakmış, yolunu keseceklermiş gibi geliyordu. Hâlbuki ağabeyiyle yürürken böyle sesleri hiç duymamıştı. Meğer bağırsa da kızsa da ne kadar güvenliymiş onunla yolculuk… Korkudan adımlarını hızlandırdı, koşmaya başladı. Koşturmaktan sırılsıklam terledi. Üstünü çıkarıp bir kenara bırakmayı da düşündü. Ama tekrar bulamam endişesiyle bu fikrinden vazgeçti. “Ağabeyim de kızar sonra.” diye düşündü.
Biraz ilerleyince orman aydınlanır gibi oldu. “Ana yola geldim galiba.” diye sevindi. Fakat sevinci kursağında kaldı. Karşısına ucu bucağı görünmeyen bir tarla çıktı. Hiç bir tarafta yoldan eser yoktu. Bir an dondu kaldı. Hâlbuki ağabeyinin dediği gibi sağa sola sapmadan patikayı takip etmişti! Peki neredeydi bu yol?
Cesaretini topladı. Ne pahasına olursa olsun taraladan gitmeye karar verdi. Bir hayli yürüdü. Fakat ne yol ne de köy karşısına çıktı. İyice yorulmuştu. Dizlerinde derman kalmamıştı. Sendeleyip düştü… Belirsizlik onu iyice korkuya düşürdü. Yattığı yerde hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Derken küçük yumruklarıyla gözlerini ovaladı. Tozlu elleri gözünü acıttı.
“Of! Şimdi biricik ağabeyim sabırsızlıkla bekliyordur, ayağı çok kötü acıyordur.” diye düşündü. “Hemencecik gidip anneme haber etmem lazım!” dedi ve çarçabuk ayağa kalkıp yoluna devam etti.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/anonimnyy-avtor/altin-sincap-69499393/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
notes
1
Sabantoy: Tatarların Milli Bayramı
2
Günlük: Ödev, sözlü ve yazılı notlarının günlük işlendiği, öğrencilerin aldığı bu notları hergün anne babasına gösterip imzalattığı defterin adı.
3
Pak: Hokey topunun adı.