Kardeş Hikâyeler Kardeş Şiirler

Kardeş Hikâyeler Kardeş Şiirler
Anonim


Kardeş Hikâyeler Kardeş Şiirler

TAKDİM
Avrasya Yazarlar Birliği, elinizdeki eserle ülkemizde bir ilki daha gerçekleştirmenin kıvancını yaşamaktadır. Dünyanın pek çok ülkesinde yaratıcı yazarlık, yazar okulu veya yazarlık enstitüsü programlarının başarılı örnekleri bulunmaktadır. Yazarlık eğitimi veren bu programların mezunlarının yazdıkları eserler, her mezuniyet dönemi sonunda yayınlanmaktadır. Ülkemizde ise çok sayıda yazar okulu, yazarlık atölyesi gibi isimlerle çalışmalarını yürüten faaliyet bulunmakla birlikte, bu program mezunlarının program çalışmalarında yazdıkları eserlerden oluşan kitap henüz bulunmamaktadır.
Türkiye’de ilk kez yazarlık eğitimi veren bir program sonunda, katılımcılarının atölye çalışmaları sırasında kaleme aldıkları eserlerden oluşan bir kitap yayımlanmaktadır.
“Kardeş Hikâyeler Kardeş Şiirler” adını taşıyan bu kitap, Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi bünyesinde çalışmalarını yürüten Hikâye ve Şiir Atölyesi’nde yazılan eserlerden oluşuyor.
Bu büyük kıvancı bizlere yaşatan AYB Edebiyat Akademisi Başkanı Osman Çeviksoy’a, Kardeş Kalemler Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Ali Akbaş’a ve eserleriyle “Kardeş Hikâyeler Kardeş Şiirleri” oluşturan yazar arkadaşlarıma kalbî teşekkürlerimi sunmak istiyorum. 2009 yılı Kasım ayında başlayan atölye çalışmalarını 2010 Mayıs ayı sonuna kadar ciddiyet ve fedakârlıkla sürdürdüklerinin en yakın şahitlerinden biri de benim. Her Cumartesi günü öğleden sonraları Avrasya Yazarlar Birliği onların çalışmalarına mekânlık etti. Yedi ay boyunca bütün cumartesi günlerini Edebiyat Akademisi’ne ayırdılar. Yazdıklarını birlikte değerlendirdiler; yeni hikâyeler, yeni şiirler yazmak için evlerine döndüler. Bazısı bir, Ethem Göktürk gibi bazıları ise haftada iki veya üç değişik hikâye, şiir yazarak geliyorlardı. Yalnızca katılımcılar değil; Osman Çeviksoy’un gün ve geceleri de yazılan hikâyeleri kritik etmek, bilgi ve tecrübeleriyle yazılanların hatalı yönlerine dikkat çekmekle geçiyordu. Herkes hayatını sekiz ay boyunca atölye çalışmalarına göre düzenledi. Ve elbette Yrd. Doç. Dr. Hüseyin Özbay, Dr. Mustafa Kurt, Bayram Bilge Tokel, İrfan Gürdal’ın sohbetleri de çalışmalara ayrı bir zenginlik kattı. Bendeniz de bu çalışmalara katılma bahtiyârlığına kavuştum.
Yedi ay süren sabır, gayret ve istikrarlı çalışmaların sonunda “Kardeş Hikâyeler Kardeş Şiirler” kitabıyla huzurlarınızdayız.
Türkiye’de bu kitabın bir örnek oluşturmasını ve yazarlık eğitimi veren diğer programların da benzer çalışmalarla yeni yazar ve şairlerin eserlerinin edebiyat dünyamızı zenginleştirmesi dileklerimizle “Kardeş Hikâyeler Kardeş Şiirler” kitabını dikkatlerinize sunuyoruz.

    Yakup DELİÖMEROĞLU
    AYB Genel Başkanı

OKUL ve AKADEMİ
Hangi branşta olursa olsun sanat öğretimi okullardan çok akademilerin işidir. Okullar, genel olarak her vatandaşı ilgilendiren temel bilgileri verirken akademiler, yalnızca yarının sanatçı namzetlerini ilgilendiren estetik normları, ibdâya yönelik, daha karmaşık ve girift kâide ve kuralları öğretir. Bunlar da sıradan bir öğretmenin işi değil. Onun için Ahmet Hâşim, edebiyat öğretmenlerine “edebiyat memurları” diye tarizde bulunuyor. Tabiî eli kalem tutan, kendisi de sanat adına bir şeyler üreten hocalarımız da var; ama sayıları o kadar az ki… Onların öğrencisi olmak bir şanstır.
Bizler de Avrasya Yazarlar Birliği olarak bu boşluğu doldurmak üzere bir Sanat Akademisi ve ona bağlı olarak bir Yazar Okulu açtık. “Sanatçı olunmaz, sanatçı doğulur” derler; ama bir kere olsun denemeden kimin sanatçı doğduğu kimin doğmadığı nasıl anlaşılır? Sokaklar, iklimini bulamamış dehalar, mûcitler ve sanatçılarla dolu. En çok da bunlara acırım. “Boşboğaz”, “hayâlperest”, “geveze” deyip hesaba almadığımız bu adamlar; iklimini bulsalar, belki de iyi bir romancı, ünlü bir şair olacaklardı; kim bilir?
Onun için, daha çağları geçmeden genç heveskârlar arasında bir sondaj yapıp bir elekten geçirerek sanatçı namzetlerini seçmek gerekiyor. Bakarsın üzerindeki külleri üfleyince altından kor çıkabilir. İşte sanat akademileri bunun için kurulur. Böyle bir eğitimden geçen amatörler, eğer yetenekleri de varsa başarılı bir sanatçı olur, değilse estetik bilgilerle donanmış iyi birer okuyucu olurlar. Bu da az şey olmasa gerek. Zîra günümüzde okuyucu kıtlığı da çekiliyor.
İlmin umdeleri, sanatın sırları vardır. Bir başka deyimle ilim kesbî, sanat vehbîdir. Yani aklı başında, çalışkan her insan ilim alanında bir şeyler yapabilir; ama sanatın hangi bünyelerde tezahür edeceği bilinmez. İlim aklın, sanat gönlün meyvesidir. Eğer sadece bilgiyle olsa en iyi romanı, en güzel hikâyeyi ve en lirik şiiri edebiyat profesörlerinin yazması gerekirdi; ama hiç de öyle olmuyor. Gönül tellerimizi sızlatan ve söze kanat takan Aşık Veysel oluyor. O Veysel ki Anadolu’nun ücra bir köyünde doğmuş, üstelik gözleri de görmüyor; fakat gözlerini alan kader onun kalb gözünü açmış ve şair etmiş. Belki şair olmasa sıradan bir çoban olacaktı…
Görüldüğü gibi sanatın bir aşkın yanı, bir metafizik boyutu var. Bu puslu ve muğlak alanın, somut bilgileri ve kesin şablonları da yok… İşte biz bu atölye çalışmalarımızda öğrencilerimize, bilgiden çok sezgiyi gerektiren bu sır dolu iklimi aralamaya ve yıllarca, uykusuz geceler boyu edindiğimiz kırık dökük tecrübeleri aktarmaya çalıştık. Şüphesiz bu, öğrenen için de öğreten için de imkânsıza yakın bir şey; fakat yine de teorik bilgiler yanında büyük şair ve yazarlardan güzel örnekler okutarak ve örnek alınan eserlerin başarı sırlarını irdeleyerek onların bu büyülü atmosferi solumalarını sağladık. Ondan sonra da kendi yazdıklarının başarılı ve zayıf yönlerini göstererek tekrar tekrar yazdırmayı denedik ve başarılı da olduk. Adına ilham mı dersiniz, keşif mi bilmem, bazı öğrencilerimiz zaman zaman bizi aşan ve şaşırtan güzel mısralar yakalıyor ve güçlü şiirler yazıyorlardı.
Bu başarıda en büyük pay, kırka yakın hikâyeyi düzelterek tekrar tekrar okuyan kıymetli arkadaşım Osman Çeviksoy’a aittir. O, kıymetli bir sanatçı ve başarılı bir eğitimci olarak bu kursun en ağır yükünü taşıdı. İşte bu gayret ve çalışmaların sonunda güzel hikâye ve şiirlerden oluşan bu kitap doğdu.

    Ali AKBAŞ
    aliakbas1@gmail.com

HİKÂYENİN ATÖLYESİ YA DA ATÖLYENİN HİKÂYESİ
Edebiyat alanında son yılların belki en güzel gelişmesi, Ankara, İstanbul başta olmak üzere pek çok yerde yazar okullarının açılmasıdır. Çorum, Çankırı, Şanlıurfa, Bursa, Kayseri gibi şehir merkezlerinde çeşitli vakıf ve dernekler tarafından, farklı isimler altında yazarlığa hazırlama çalışmalarının yapıldığını biliyoruz. Bu çalışmaları her yıl tekrarlayarak geleneksel hâle getirmiş derneklerle vakıflar da var. Okumayanların yazmayanların giderek çoğaldığı ülkemizde yazar okullarının açılması, katılımcı bulması ve bu faaliyetlerin giderek yaygınlaşması gerçekten sevindirici.
Dileğimiz odur ki vakıf ve derneklerin dışında başka kurum ve kuruluşlar, özellikle de üniversiteler, bu faaliyetlere ilgi duysunlar; yeteneklerin ortaya çıkarılıp geliştirilmesinde sorumluluk alsınlar. Kültürel değerlerine saygılı, okuyan, düşünen, yorumlayan, sorgulayan ve yazan insanların sayısındaki artış ülkemizin, insanımızın geleceği açısından büyük önem taşımaktadır.
Hızlı değişimlerin yaşandığı dünyamızda, edebiyatımızın yeni kalemlere, yeni soluklara her zamankinden daha çok ihtiyaç duyduğuna inanıyoruz. Avrasya Yazarlar Birliği olarak “Yazar Okulu” açmaya bu inançla karar verdik. Yıllardır açılagelen yazar okulları, seminere benzer çalışmalarla katılımcılarına felsefe, din, dil, psikoloji ve benzer alanlarda bilgi, deneyim, yorum yüklemişler; örnek metinler sunmuşlar, sohbet ortamlarında tanınmış şair ve yazarlarla katılımcılarını yüz yüze getirmişlerdir. Ve ardından katılım belgeleri…
Kuşkusuz bunlar, yazarlığa hazırlayıcı, isteklendirici güzel çalışmalardır; ancak eksik bırakılmış çalışmalardır. Hâlbuki “atölye çalışmaları” olarak nitelendirebileceğimiz üretime yönelik asıl yazarlık çalışmaları bu aşamadan sonra yapılmalıdır. Elbette yazarın özgürlüğüne, vicdanıyla başbaşalığına kimsenin itirazı olamaz; ancak bu özgürlük, planlı, kontrollü, üsluplu, yeterli atölye çalışmalarından sonra, yani yazarlıkla birlikte başlamalı değil mi?
Biz böyle yaptık ve şükür başardık…
Yazmaya gönül vermiş, kendini yazarlığın çilesini göğüslemeye hazır hisseden katılımcılarla doğrudan üretimi hedefledik. Üretecek, ürettiklerimizi olgunlaştıracak ve okuyucularımızın beğenisine sunacaktık. Hatadan korkmayacak, eleştirilerden yılmayacaktık. Bin kez hata yapsak, bin kez düzeltecek; kararlılıkla yolumuza devam edecektik. Atölye çalışmalarımız devam ederken ertelemeden, sıcağı sıcağına, edebiyat dünyamıza, ürettiğimiz hikâye ve şiirlerle soluk da olsa, minicik de olsa renk katmaya çalışacaktık. Dönem sonunda, ürettiklerimizden bir kitapçık oluşturmayı da yakın hedeflerimiz arasına koymuştuk. Sessiz sedasız, tantanasız, medyasız başlayan ilk dersimizde bunları konuşmuştuk.
“Atölye” adına yaraşır bir çalışmayla ikinci haftadan sonra üretmeye başladık. Sadece yazıp bırakmadık. Bir yandan yeni ürünler ortaya koyarken bir yandan da düzeltmeler yaptık. Defalarca silip yeni baştan yazdıklarımız oldu. Bıkmadık, yorulmadık. Ortaya “benim” diyebileceğimiz yeni bir eser koyabilme, edebiyat dünyasında yeni bir iz bırakabilme heyecanıyla çalıştık. Zorunlu sebeplerle ayrılanlar oldu. Çalışmaların yoğunluğuna dayanamayıp geride kalanlar oldu. Bunlar doğaldı, olacaktı. Biz, ilk derste belirlediğimiz, benimsediğimiz hedefler doğrultusunda yola devam ettik.
Yazdığımız hikâye ve şiirleri, başta Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi sitesi olmak üzere çeşitli internet sitelerinde ve edebiyat dergilerinde yayınladık. Alıntı yapılmak suretiyle ürünlerimiz, varlığından bile haberdâr olmadığımız farklı edebiyat sitelerine konuk gitti. Türk dünyasının uzak köşelerine kadar ulaşan ürünlerimiz oldu. Küçümsenemeyecek bir okuyucu kitlemiz oluştu. Katılımcılarımızdan, geleneksel şiir günlerine çağrılanlar bile oldu.
“Kardeş Hikâyeler Kardeş Şiirler” kitabı, Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Hikâye ve Şiir Atölyesi’nde ürettiğimiz hikâye ve şiirlerin yalnızca bir kısmından oluşmaktadır. Zevkle ve ilgiyle okunacağını umuyoruz.
“Kardeş Hikâyeler Kardeş Şiirler” adı, kitapta ürünü bulunan arkadaşlarımızın otuzdan fazla teklifi içinden, yine kendilerince iki gerekçeyle seçildi. Gerekçelerden biri; kitaba giren hikâye ve şiirlerden hemen hepsinde çeşitli ortak konular işlenmişti. Farklı kişiler tarafından yazılsa da konu ortaklığından dolayı hikâyeler ve şiirler kardeşti. İkinci gerekçe; “Kardeş Hikâyeler Kardeş Şiirler” adı; Avrasya Yazarlar Birliği’nin çıkardığı ve 39. sayısından itibaren “Türkiye’nin ilk sesli dergisi” olan, önemli ödüller kazanmış “Kardeş Kalemler” dergisini çağrıştırıyordu. Avrasya’nın ortak edebiyat dergisi “Kardeş Kalemler”in yanına “Kardeş Hikâyeler Kardeş Şiirler” kitabı yakışacaktı.
Katılımcı arkadaşlarımız arasında üniversite öğrencileri, öğretmenler, memurlar ve emekliler vardı. Atölye çalışmalarımıza komşu bir ilden devam eden arkadaşımız bile vardı. Günlük işlerimizi aksatma pahasına çalıştık; ısrarla, inatla, inançla yazdık ve yazarlıkta yol aldık. Her hafta büyük yuvarlak masamızın başında sadece yazmayı değil; değerlendirmeyi, eleştirmeyi, eleştiriye tahammül etmeyi de öğrendik. İyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan, güzeli çirkinden ayırırken yıkıcı değil; yapıcı olmayı da öğrendik. Ya da zaten biliyorduk da bunları, iyiden iyiye pekiştirdik.
Özverili çalışmalarından dolayı katılımcı arkadaşlarıma teşekkürlerimi sunuyor, yakın bir gelecekte dördünden, daha sonra da hepsinden imzalı kitaplar beklediğimi bildiriyorum. Ayrıca, bize rahat bir çalışma ortamı hazırlayan ve kısa sürede ortak kitabımız Kardeş Hikâyeler Kardeş Şiirler’in basımını sağlayan Avrasya Yazarlar Birliğinin değerli başkanı Yakup Deliömeroğlu’na, ufuk açıcı destek ve değerlendirmelerinden dolayı muhterem hocam Ali Akbaş’a, destek sohbetlerimize katılarak bizleri onurlandıran değerli bilim, sanat, kültür adamlarımıza sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum.

    Osman ÇEVİKSOY
    osmanceviksoy@gmail.com

AHMET KURT

    mendikliahmet@mynet.com


30 Aralık 1959’da Kastamonu ili Araç ilçesi Mendik köyünde doğdu. İlkokulu köyünde, ortaokulu Boyalı’da bitirdi. 1980’de Çankırı Sağlık Meslek Lisesi’nden mezun oldu. Gaziantep ve Kırklareli’nde üç yıl sağlık memurluğu yaptı. Ankara Gevher Nesibe Sağlık Eğitim Enstitüsü’nü bitirerek 1988’de Bayburt Sağlık Meslek Lisesi’ne öğretmen olarak atandı. 1990’da Çankırı Sağlık Meslek Lisesi’ne kurucu Okul Müdürü olarak tayin edildi. Çankırı’nın muhtelif yerlerinde Sağlık Bakanlığı’na bağlı okul ve kurumlarda idareci olarak çalıştı. Çankırı Gazi Sağlık Meslek Lisesi’nde meslek dersleri öğretmeniyken 2010’da emekli oldu. “Ateşin Gözüne Yaksam Ateşi” adlı bir şiir kitabı vardır. Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi atölye çalışmalarına katıldıktan sonra hikâyeler de yazmaya başladı. Hâlen Çankırı Yazarlar ve Sanatçılar Derneği (ÇAYASAD) yönetim kurulu başkanıdır.

HİKÂYE:
Bir Okul Hatırası
Analiz Cafer
Dönüş
Salıncak

ŞİİR:
Hıçkırık Bestesi
Çapraz Zamanlar
Vicdan Dehlizlerim

BİR OKUL HATIRASI
“Akşam etütlerinde solfej çalışamadım baba.” dedi telefonda. “Yurt binası beton olduğu için etüt salonu ve yatakhanelerde çalışırken sesler yankı yapıyor. Arkadaşlarım rahatsız olmasın diye yeterince çalışamadım ve muhtemelen sözlüden düşük not aldım.” diyerek devam etti sözlerine. Sonra sesi ağlamaklı oldu, titredi ses telleri; ama babasının telefonun öbür ucunda olduğunu düşünerek onun rahatsızlığını, en ufak bir duygusal yoğunlukta zaten hasta olan kalbinin etkilenebileceğini hatırladı. Ona hiçbir şey hissettirmemeye çalışarak kendisine verdiği teselli ve öğütleri sabırla dinledikten sonra kapattığı telefonu mübarek bir bayram sabahında babasının elini öper gibi saygıyla öptü. Elindeki makineyi çevirdi onun elinin içine bakar gibi. Metal aksamında kendi çocuksu yüzünü gördü. Sakalsız, daha bıyıkları bile terlememiş yüzünü… O yüz yavaş yavaş evde bıraktığı, üç aydır görmediği altı yaşındaki kardeşinin yüzüyle yer değiştirmeye başladı. Önce yüzü, kaşları, kirpikleri kardeşi olmaya başlıyordu. Özlemleri sınır tanımaz hâle geliyordu. Her gördüğüne sadaka dağıtan hayırsever misali, cep telefonunun metal kısmıyla ona da bir öpücük gönderdi sanki gözlerinin içine bakarak. Sonra birden afalladı. Aklı başına geldi. Bakındı etrafına, bir gören oldu mu diye telaşlanarak yaptıklarından mahcup… Rahatladı, kimsenin olmadığını görünce.
Dursun; Kastamonu’nun, şehir merkezine başka bir il kadar uzak Boyalı köyünden tesadüfen OKS’yi kazanarak Çankırı’da Güzel Sanatlar Lisesi’ne başlamıştı. Pansiyonda parasız, yatılı olarak kalıyordu. On beş, on altı yaşlarında ufak tefek, çelimsiz bir öğrenciydi. Çelimsizliğiyle doğru orantılı olarak duygusal yönü ağır basar, kahırlı Anadolu türkülerini her cümlesi ve tınısıyla özümseyerek hissederek söylerdi. Hele de yanık Kafkas ve Azeri nağmelerini dillendirirken yaşadığı yürek coşkunluğuyla nerdeyse kendinden geçerdi.
Daha okulun ikinci yılında olmasına rağmen bağlama çalmayı iyice bellemiş, herkes “Gelin Ayşe” türküleriyle vakit doldururken o sazına; “Ah ölmeden bir görseydim, varabilsem toprağına” dedirtecek kadar ustalığını ilerletmişti.
“Bizden eserler çalacağım.” Ne olursa olsun, müziğin hangi türü olursa olsun; ama seslendirdiğim eserler hep bizden olacak, bizi anlatacak.” Bunu ona okulunda çok sevdiği müzik öğretmeni öğütlemişti. Garip bir tesadüf eseri babası da askerliğini mızıka onbaşısı olarak yaptığından bu mesleğe sıcak bakıyordu. Yetiştiği coğrafyanın gereği, herkes onu davulcu, zurnacı mı olacak diye nerdeyse alaya alırken genel kanaatin aksine köylü babası ona “Oğlum madem puanın o okula girmene yetiyor, gir öyleyse, orada oku. Demek ki kısmetin bu yoldaymış.” diye hep destek vermişti. Müzik öğretmeni de “Yaptığın ayıp bir şey değil bu milletin iyi müzik adamlarına ihtiyacı var. Herkes bar, pavyonlarda söyleyecek değil ya, sen de mesleğini layığınca ve hakkını vererek yap.” diyerek onu bu günlere hazırlamıştı.
İşte Dursun, ortaokulu bitirip buraya gelirken onu buğulu gözlerle uğurlayan Ertuğrul Öğretmenine verdiği sözün gereği çok çalışması gerektiğini biliyordu; ama bunun için önce yapması gereken şey, yakın bir zamanda yapılacak olan, okul korosu seçmelerini kazanmaktı. Herkes bu koroya girebilmek için yarış ediyor, gece gündüz canhıraş çalışıyordu. Bu koro seçmeleri, girdikleri sınavların ve uygulamalardaki performanslarının ortalamasına göre belirlenecekti. Dursun da ta baştan beri gereğini yapıyor; ama bazen olmuyordu işte. Bugün de muhtemelen olmamış, seçmelerde istediği başarıyı gösterememişti. Uzun süre görmediği ailesinin hasreti söylediği yanık türkülere ilham olurken bu durum onun bazen ders çalışmasını engelliyor, çalışma şevkini düşürüyordu. Bu yüzden okul korosuna girememe ihtimali yüksekti. Ya da o öyle zannediyordu. Tek ümidi kalmıştı: Ümit Öğretmen…
Ümit Öğretmen Dursun’un bağlama derslerine giren, derli toplu, şık giyimli, Türkçeyi düzgün kullanan herkes tarafından sevilip sayılan ve koro seçmelerinde en yetkili öğretmenlerden biriydi. Her öğrenciyle ayrı ayrı ilgilenir, hâlini hatrını sorar, ihtiyacı olanlara gerekirse yardımcı olurdu. O iyi bir öğretmendi; ama Dursun bu durumda bile Ümit Öğretmenden yardım isteyemezdi. İstese de fark etmez çünkü o her konuda olduğu gibi bu konuda da iltimasa, torpile karşıydı. Öğrenciler arasında farklı uygulamalar olmasına müsaade etmezdi. Herkesle ihtiyacı olduğunca ve gereğince ilgilenir, yapması gereken neyse onu yapardı. Bu durumda kendisine durumu kabullenip sonuca razı olmaktan başka yapacak bir şey kalmıyordu. Sonunda, kutlu bir derviş teslimiyetiyle huşu içinde ellerini açarak; kimilerince hiçbir anlamı ve önemi olmayan; ama kendince çok hayati olan bu konuyu uluların en yücesine gönderdi. Ümit Öğretmen’in gönlüne ekilecek ilham tohumlarının asıl kaynağına gereken mesajı ilettiğine inanmanın huzuruyla da daldığı hülyalarına onunla ilgili hatıralarını ekleyerek devam etti.
Okula ilk başladığı günlerden birinde, öğretmeni kendisini okulun arka duvarının dibinde sessizce ağlarken bulmuş, onu teselli ettikten sonra, hafta sonu memleketine gitmesini sağlayarak aile özleminin biraz da olsa hafiflemesine yardımcı olmuştu. Dolayısıyla Ümit Öğretmen, Dursun’u sever ve gayretinden dolayı da takdir ederdi. En önemlisi, onu fark ettiren asil birikimin ve ona aynı zamanda gönül zenginliği veren aile özleminin de farkındaydı. O, Dursun’daki cevherin farkındaydı.
Aile özlemi… Özlemek… Hasret… Ayrılıkların yürek mengenesi… Dayanılmaz gönül burukluklarının çaresizlikleri. Anne, kardeş, baba… Baba.
Dursun’un babası, annesinin ve çoğu babaların aksine, sevgisini belli ederdi. Sevgiyi fizikî olarak yaşardı. Bunu hisseder ve hissettirirdi. Sarılırdı, öperdi. Uzaktan, seviyorum deyip geçen biri değildi. Onu okuluna uğurlarken de öyle yapmıştı. Ona sıkıca sarılmış, Dursun ağlayıp ayrılmamak için direnecekken annesiyle Ertuğrul Öğretmeni babasını Dursun’dan zor ayırmışlar ve bir çocuk gibi o ağlayarak ayrılmıştı Dursun’un bindiği minibüsün ardından.
“Şimdi ne yapıyordur acaba?” diye düşündü Dursun. Yorgun yüreğine ilaç olsun diye benim yerime kardeşime mi sarılıyordur? Evet, öyle yapıyordur; çünkü Allah babamı sevgi için yaratmış, o her zaman sevecek birini, bir şeyleri bulur, bu bazen bir çiçek bazen bir kedi; kimi zaman bir arkadaş, kimi zaman bir kadın -ki bu hep annem olmuştur- çoğu zaman da evlat olmuştur.
Ve hızla yerinden kalkıp, “Babamın sevgisine layık olmalıyım, biraz daha solfej çalışayım bu akşam!” diyerek bağlamasına doğru uzanırken hızla kapıdan içeri giren oda arkadaşı Muharrem’in içten ve sevecen sesiyle irkildi:
“Dursun, listeler ilan panosuna asılmış, tebrik ederim, okul korosuna seçilmişsin…”
Sustu… “Baba, seni hatırlamak bile yetiyor.” dedi, mutlulukla.

(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Hikâye Atölyesi, 28.01.2010)

ANALİZ CAFER
Emekli olunca Doğu Karadeniz’in şirin bir ilçesi olan memleketim Yeşil Kent’e yerleştim. İşlerim nedeniyle akranlarım gibi ben de başka memleketlerde çalıştığım için, buralarda tanıdıklarım, çocukluk arkadaşlarım kalmamıştı. Bu yüzden, bir bahar günü ortaokul arkadaşım Cafer’le karşılaştığımda çok mutlu olmuştum. O, önceden buraya yerleşmiş, geniş, güzel bir çevre edinmişti. Ben de onun bu çevresine dâhil olduğum için hiç yalnızlık hissetmedim.
Karşılaşmamızın üzerinden üç dört ay gibi bir zaman geçmişti ki ortalıkta seçim lafları dolaşmaya başladı. Türkiye genel seçime gidiyordu. Partilerin adaylarından bahsettiğimiz bir sohbet sırasında:
–Sen neden aday olmuyorsun Cafer, diye sordum.
–Ben o işi otuz sene önce bitirdim Zübeyir, dedi.
Zaten ellili yaşlarda olan arkadaşımın otuz sene öncesinden bahsetmesi ilgimi çekmişti.
–İyi ya işte, tam zamanı, bunca yıllık tecrüben ve bu kadar geniş bir çevren var. Ayrıca buralarda sayılıyor, hürmet görüyorsun. Bence bunları değerlendir, dedim.
Derin bir nefes aldı. Yerini sağlamlaştırmak ister gibi banka iyice yerleşti. Gözlerini Karadeniz’in uçsuz bucaksız maviliklerine dikti. Sağ kolunu boşlukta aşağıdan yukarıya iki üç kere dairesel bir hareketle çevirerek:
–Uzun hikâye; ama sana anlatayım, dedi.

Memur olarak göreve başladığım ilk yıllardı. O zamanlar büyükçe bir il merkezi, şimdi ise artık anakent olmuş vilayetlerimizden birinin resmî bir kurumunda görev yapıyordum. Memleketimden uzaktaydım; fakat bu durum beni olumsuz olarak etkilemiyordu. Gençliğim ve çalışma şevkimden aldığım enerjiyle, gece gündüz demeden çalışıyordum. Başarılı bir memuriyet hayatım vardı. İnsanlar arasında hiçbir ayrım yapmadan onlarla ilgileniyordum. Sosyal ilişkilerim iyiydi. Çevremde itibarım yerindeydi. Bu sayede de beraber hareket ettiğimiz bir arkadaş grubumuz oluşmuştu. Ekip ruhu ile davrandığımızdan resmî kurumlarda iş yaptırma gücümüz yüksekti. Halim selim, iyi niyetli, amirlerim tarafından sevilip sayılan biri olarak bilinirdim.
İki yıllık mecburî hizmetimi tamamlayıp memleketime ya da başka bir yere gitme imkânım varken olumlu gördüğüm şartlar gereği tayin istememiştim. Bir yuva kurarak yerleşmeye karar vermiş, bunun için de uygun bir semtten ev alma girişimlerine bile başlamıştım.
Maddî bir meselem yoktu. Eş dost, konu komşudan oluşan sosyal çevremle hiçbir sıkıntı yaşamadan paylaştığım hayat, alışılageldik bir şekilde devam ediyordu.
İşte bu durumu bozan bir hadise tam da o günlerde yaşandı.
Görev yaptığım kurumun “Koruma ve Yaşatma Derneği”nin iki yılda bir yapılması yasal bir zorunluluk olan seçimli olağan genel kurulu yapılacak, yeni yönetim kurulu belirlenecekti. Bu görevin maddî hiçbir faydası yoktu; ancak sosyal mevkî olarak itibarlı bir makamdı. Yöneticiler tarafından bunların görüşleri önemseniyor, idari ve yönetsel işlerde inisiyatiflerini kullanabiliyorlardı. Yani cazip bir yerdi. Dolayısıyla da bir iş yerinde var olan çeşitli grup, görüş ve eğilimlerin doğal olarak ilgisini çekmekteydi. Gelecek hesabı olanlar, makam mevkî sahibi olmayı düşünenler, siyaset yapmayı hedefleyenler birer birer, grup grup bu göreve seçilmek için aday oluyorlardı. Aday olunuyor, adaylar belirleniyor, gruplar bir araya geliyordu. Bu arada ilginç görüntü ve diyaloglar da yaşanmaktaydı. Bazen yan yana gelmesi imkânsız gibi görünen kişiler, kuzu sarması olmuş birbirinden ayrılmıyor, bazen de yıllardır aralarından su sızmayan kâim dostların ufak bir dedikodu ya da yanlış anlama yüzünden araları açılıyordu. İnsanlar, sabah kalktıklarında kendilerini farklı kulvarlarda buluveriyorlardı.
Sonuçta zamanın ihtilal idaresinin gözettiği denge ve hassasiyet politikaları gereği iki listenin seçime gireceği kesinleşti.
Çevremdeki bütün tanıdıklarım benim de, aday olarak bir gruba destek vermem yönünde bana baskı yapmaya, telkinlerde bulunmaya başladılar. Şayet aday olursam, gerek benim gerekse mensup olacağım grubun diğerini geçeceği, bunun tarihi bir fark ortaya çıkaracağı söyleniyordu. Bu durumda etrafımdaki herkesin maddî manevî destek olacağı da yinelenmekteydi. Üstelik karşımızdakilerin eksiklerini, hata ve zaaflarını öne çıkararak olabilecek haksızlıklara mani olmamız ve bütün bunların vebalini göz önüne almamız gerektiği de laf arasına sıkıştırılan uyarılardandı. Aslında bu doğruydu da. Diğer tarafın muhtemel adayı, kelimenin tam anlamıyla bir üçkâğıtçıydı. Ahde vefa, sadakat, dürüstlük, ar, hayâ, iyi niyet gibi değerlerden yeterince nasiplenmemiş, sadece günün muteber değeri para ve etrafına birikmiş bir sürü faizci, tefeci, hırsız, uğursuza ve kalabalık aşiretine güvenen biriydi. Bu şartlarda, toplumsal değerler göz önüne alındığında onun kazanması mümkün değildi. Öyle de olmalıydı zaten.
İçinde olmam istenen grubun başkan adayı da o memleketin yerlisi ve onun da kalabalık bir aile çevresi vardı. Hiçbir zaafı olmayan, etrafında sevilip sayılan biriydi. Davranış olarak hoş görülmeyecek hiçbir hareketi yoktu. Büyüklere hürmet eder, küçükleri sever, kadir kıymet bilir; yoksulu, fakir fukarayı kollardı. Hatta bazen samimiyeti ve iyi niyetinden dolayı eleştirildiği bile olurdu.
Bu arada beni teşvik edenlerin hepsi olmasa bile bazılarının asıl niyetleri de farklıydı. Bunlar, beni ben olduğum için değil de eşit gördükleri bu güç mücadelesinde menfaat temin edebileceklerine inandıkları başkan adaylarına, oy deposu olarak katkımın büyük olacağını bildiklerinden destekliyorlardı.
Bir keresinde bir dostumun şahit olduğu, iki kişi arasında geçmiş olan konuşma şöyleydi:
–Birader, bizimkiler Cafer’i ikna etmeye, aday listesine almaya çalışıyorlarmış.
–İyi, Cafer’in bizimle olması iyi olur, o zaman onlara fark atarız vallaha! İnşallah kabul eder.
–Biz seçimi alıp Kadir de başkan olunca işimiz iş, benim oğlanın tayin işini de yaptırırız değil mi?
–Elbette yaptırırız, bizim işleri yapmayıp da kimlerin işini yapacak? Ama çalışmak lâzım, hadi boş durmayalım.
İşin aslı bu konuşma, durumu en iyi şekilde özetliyordu.
Ben her şeye rağmen, baskılara da dayanamayarak istemeye istemeye de olsa memuriyetimin başlangıç yıllarında bu seçimde taraf ve aday oldum.
Yapılacak seçimin özelliği gereği, listeler yarışacaktı. Yani yönetim kurulunu oluşturacak aday isimlerinden meydana gelen listeler hazırlanacak, üyeler bunların içinden istediğinin ismini oy pusulalarına yazarak tercihlerini belirteceklerdi. Sonuçta en çok oyu alandan başlayarak asil ve yedek yönetim listesi oluşacaktı. Sonra da seçilen bu yönetim kurulu kendi arasında başkan ve diğer görevleri belirleyecekti.
Demokrasinin memleketimizde tam yerleşmediği yıllardı; ancak bu tür resmî işlemlerin kâğıt üzerinde usulüne uygun şekilde yapılması gerekiyordu. Seçim takvimi başladığında bütün adaylar mücadelelerine başladılar. Karşı taraf bunun için neyi gerekli görüyorsa onu yapıyordu. Meşruiyet kavramı kişiselleşmiş, herkes kendi doğrusunu yapar olmuştu. Genel hava, milletvekili seçimlerini aratmıyordu. Köşe başlarında ikişerli, üçerli gruplar kulis faaliyetlerini yürütüyor; adaylar doğal seçmen olan her memurla tek tek ilgileniyorlar. Hatta o zamana kadar merhaba demedikleri hizmet personelleriyle şehir lokantalarında misafir ağırlıyorlardı. Adayların ellerinde yeni görünmeye başlayan ambalajlı paketlerden anlaşıldığı üzere ufak çaplı hediyeler, seçim günü yaklaştıkça kalite ve marka değiştirmekteydi. Vaatlerin oranı ise vaat edenin gücünü aşmış, seçmenin arzusuna göre şekillenmekteydi.
Biz de seçim kampanyasını büyük bir organizasyonla başlattık. Herkese kucak açmıştık. Abartısız, yalansız, asılsız vaatleri olmayan bir çalışmaydı bu. Tek ölçümüz dürüstlük ve samimiyetti. Bu ölçü etrafında bir araya gelmiştik. Memleketin en gösterişli salonlarından birinde yapmıştık toplantıyı. Günün moda tanıtım organizasyonlarıyla kalabalık bir grup olmuştuk. Neredeyse seçimde oy kullanacakların hepsi bizimleydi; hatta fazlamız bile vardı. Kurumumuzun idarecileri de davetli olmadıkları hâlde güya destek vermek üzere aramızdaydılar. Bu durum nasıl algılanır, hangi sonuçları doğurur belli değildi. Durumdan vazife çıkarıp kendiliklerinden aramıza katılmışlardı. İsteğimiz dışında gerçekleşen bu emrivakiinin olumsuz bir durum ortaya çıkarmamasını temenni ederek programımızı uygulamaya devam ettik. Başkan adayımız önceden hazırladığımız şekilde güzel bir konuşma yapmış, gönülleri fethetmişti. Yapacaklarıyla, ekibiyle göz doldurmuştu. Öyle ki herkes arkadaşımızı kutlamış, takdir ve bağlılığını bildirmiş; şimdiden “hayırlı olsun” demeye başlamıştı bile. Bizim de yüzlerimiz gülüyordu. Seçimi garantilemiştik. Büyük bir teveccüh kazanmış, herkesin övgüsüne mazhar olmuştuk; hatta delegeler arasından “ Seçime bile gerek yok aslında, nasıl olsa farklı kazanırsınız,” diye espri yapanlar bile olmaktaydı.
Seçimden bir gece önce yaptığımız son toplantımızda da gelen haberler bunu teyit eder mahiyetteydi… Nihai bir durum değerlendirmesi yaptık… Seçim günü yapacağımız çalışmaları gözden geçirdik. Seçim garanti olduğuna göre başkan adayımızın yapacağı “teşekkür konuşması” metnini de hazırlayarak herkese yapılan son görev dağılımları tebliğ edildi. Benim görevim de çevremde oy verecek kişilerle tekrar konuşarak seçimde fire vermemelerini sağlamaktı.
Toplantının akabinde zaman kaybetmeden herkes gibi ben de görev alanıma döndüm. Tanıdığım delegelerle tek tek görüşüp onların tekraren olumlu düşüncelerini aldım. İtimat telkin eden bakışlardaki ışığı algıladım. Dürüstlük ve çalışkanlığından emin olduğu bir ekibi desteklemenin verdiği gururla bizleri kucaklayan, başarı dilek ve temennilerini yüreğimde hissettim. Onların güven duygularıyla doğruyu gördüklerine ve bizlerin iyi şeyler yapacağımızı bildiklerine bir kere daha şahit oldum.
Gönül huzuruyla evime yollandım.
Nihayet o gün geldi… Herkes oyunu kullandı. Oy verme kabininden çıkıp karşılaştığım herkes oyunu bize verdiğini, kesin olarak kazanacağımızı ifade ederek salondan ayrılıyordu.

Sandıklar açılıp oylar sayıldıkça, sonuç netleşmeye başlamıştı; fakat ortada bir yanlışlık vardı. Bize oy çıkmıyordu. Sanki gizli bir el sandığa girmiş, bize ait oyları imha etmişti. Arada bir bozkırda çiğdem misali çıkan oylar ise bir yekûn teşkil etmekten uzaktı.

Sonunda; ait olduğum grupla beraber, büyük bir oy farkıyla seçimi kaybettik… Ama bu durum hayatımda hiçbir değişikliğe sebep olmadı. O günden bugüne insanlara aynı şekilde davrandım. Ömrüm memur olarak geldi geçti. İdari görevlere talip olmadım. Sadece o seçimin ardından hemen tayin isteyip buraya yerleştim.
Hiçbir seçimde aday ve taraf olmadım.
Şimdi ise seçim tahlilleri yaparak vakit geçiriyorum.
O yüzden bana “Analiz Cafer” diyorlar, dedi.

Ne kadar da uymuştu bu lâkap ona…

(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Hikâye Atölyesi, 11.02.2010)

DÖNÜŞ
Arabamın yarı açık camından içeri dolan çam kokulu dağ havasını zevkle ciğerlerime doldurup boşaltarak koyu karanlığın koynunda ilerlerken birden motor öksürük nöbetine tutulmuş gibi sarsılmaya başladı. Bir iki teklemeden sonra tamamen sustu. Trafiğin akışını engellememek için, yolun iyice sağına yaklaşarak durdum. Arabanın ön ve arka taraflarına uzaktan fark edilecek şekilde reflektörleri yerleştirdim. Bir yandan “Hayırdır inşallah” diye kendi kendime söylenirken diğer yandan bunun olağan bir durum olmadığını düşünüyordum. Yola çıkmadan önce arabamın bakımını yaptırmıştım. Dolayısıyla büyük bir arıza olmamalıydı; ama bu dağ başında arızanın büyüğü küçüğü fark etmezdi ki. Kısa bir süre nefesimi tutarak bekledim. Kontağı yarım devir açıp biraz durduktan sonra marşa basıp hafifçe gaza yüklendim. Ama nafile… Marş dinamosunun gıcırdayan sesi bir sonraki aşamaya geçememişti. Tavan lambasını yakarak eşimin meraklı ve tedirgin bakışlarına, omuzlarımı hafifçe yukarı kaldırıp, başımı da boynuma gömerek “çalışmıyor, anlamadım, biraz bekleyelim bakalım,” diye karşılık verdim. Arka koltukta, olanlardan habersiz uyuyan beş ve on yaşlarındaki çocuklarım Hilâl ve Elif’i uyandırmamak için mümkün olduğunca sessiz hareket etmeye çalışıyordum. Torpido gözünden el fenerini alarak bu işlerden anlarmışım gibi arabanın kaputunu açtım. Niyetim yapabileceğim bir şey olup olmadığını kontrol etmekti. Ama yoktu. Üstelik içeride ailemle beraberken hissetmediğim bir ürperti dışarıya çıkınca büyüyerek ta yüreğime işlemişti. Gecenin bir yarısı, Toroslar’ın en bilinmedik yerinde olmaktan kaynaklanan korku kendini iyice hissettirmişti. İki küçük çocuğum ve eşimle bu dağ başında korumasız ve çaresiz bir hâldeydim. Güya kestirmeden giderek daha çabuk varmayı hedeflemiştik tatil köyüne. Kendimden başka kimsenin duymayacağı şekilde “nasıl kestirmeyse” diye kendi kendime kızarak söylene söylene kaputu sessizce kapatıp aceleyle yerime döndüm.
Eşimin meraklı gözlerle aradığı sorunun cevabını, ümitsiz bakışlarımla verdiğimi düşünerek boş bir çabayla bir iki kere daha marşa bastım; ama hepsi boşunaydı. Gereksiz bir uğraştı yaptığım. Akünün şarjını tüketmekten başka bir işe yaramayacaktı.
Bu arada eşimle her göz göze gelmemizde sözcüklere dökülmeyen; ama ikimizin de çok iyi anladığı bir lisanla, aslında yola çıkmadan önce yaptığımız büyük hatayı ve bu hatanın sonucu olarak bu sıkıntıları yaşadığımızı biliyorduk. Yapmamız gereken şey bu durumu en kısa zamanda telafi etmekti. Ama nasıl?

Çoğu memur ailelerin yaptığı gibi bir tatil köyünden yer ayırtmakla başladı hikâyemiz. Ödemelerimiz taksitli olacaktı. Araya giren hatırlı dostlar sayesinde istediğimiz tarihlerde tatil yapma şansını elde ettik. Üstelik beğenmezsek bu tarihleri istediğimiz gibi değiştirme imkânımız da mevcuttu. Kendimize göre de ekonomik bulduğumuz bir takvim belirleyerek çoluk çocuğumuzla beraber kısa bir süre de olsa, tatili Antalya’da geçirmeye karar verdik.
Konya’nın Ereğli ilçesinde çoluk çocuğuyla oturmakta olan bir halam vardı. Babamın en büyük ablası ve ailenin yaşayan en büyüğüydü. Beni rahmetli babamın emaneti olarak görür, bu sebeple çok severdi. Son yıllarda yaşam gaileleri nedeniyle sık görüşemez olmuştuk. Birbirimizi özlüyor, bu özlemimizi ancak telefon görüşmeleriyle giderebiliyorduk. Son görüşmemizde bizleri çok özlediğini, hasta ve yaşlı olduğundan bir daha görüşüp görüşemeyeceğimizin zor olduğunu söyleyerek bizlerden helâllik istedi. Bizler de iyi dilek ve temennilerimizle ona uzun ömürler diledik. Bu konuşmanın akabinde eşimle yaptığımız değerlendirme sonucunda Antalya’ya tatile giderken güzergâhımızda olduğundan halama uğramamızın iyi olacağını kararlaştırdık. Sürpriz olsun diyerek de önceden haber etmemeye karar verdik.
Fakat arabaya eşyalarımızı yükleyip de yola çıkacağımız sıra fikir değiştirmiştik. Bir gün fazladan tatil yapabilmek için Toroslar’ı kestirmeden aşacaktık. Böyle olunca halama tatile giderken değil de tatilden dönerken uğrayacaktık. Ya da başka bir zaman… İşte eşimle göz göze geldikçe bu karar değişikliğinin bizi yolda bıraktığını birbirimize ima ediyorduk.
Aklımızca sorunu tespit etmiştik; ama çözüm görünmüyordu. Önümüzde fiili bir durum vardı. Gecenin bir yarısı dağ başında kalmıştık. Kimseye ulaşmamız mümkün görünmüyordu. Bu süre zarfında yoldan geçen tek tük vasıtalardan, durup halimizi soran da yoktu. Araçlara gerek fenerimle işaret vererek gerekse el hareketleri yaparak yardım istememin hiçbir faydası olmamıştı. Biraz da yokuşta olmamızın dezavantajıyla kimseyi durdurmayı başaramamıştım. Bu arada çocuklar da uyanmışlardı. Hissettirmek istemesek de bizlerdeki tedirginliğin yansımaları onlarda da görünmeye başlamıştı. Ufak tefek mızırdanmalarla başlayan huysuzluklar, yerini korku nöbetlerine bırakmak üzereydi. Bir şeyler yapmalıydım; ama bu neydi? Çaresizliğim o kadar belirgindi ki son derece seri hareketlerle önce arabaya girerek motoru çalıştırmaya uğraşıyordum. Çalışmayınca dışarı çıkıp arabalara el kaldırıyor, o da sonuç vermeyince ortalıkta geziniyordum. İçimden arabayı tekmelemek bile geliyordu. En büyük paniği ben yaşıyor gibiydim.

Mucize mi, bilemem. Bizi bu zor durumdan kurtaracak gelişme, tam da o anlarda oldu. Bütün ümitlerimizin tükenmek üzereyken karşı istikametinden yokuş yukarı gelen bir araba selektör yaparak yanımızda durdu. İnen adam belli ki yardım etmek istiyordu ve etti de.

Bu iyiliksever sürücü, tatil için ailesiyle bu civarı seçmiş ve bitiminde memleketine dönüyordu. Akranım sayılabilecek yaşlarda ve temiz görünümlü biriydi. Üstelik o, benim gibi direksiyon şoförü değil; tamir işlerinden de anlıyordu. Bunun öyle olduğunu da küçük sayılabilecek; ama yaptığı ustaca bir iki hareketle arabayı çalıştırarak bana şoför koltuğumu teslim etmesiyle tescillemiş oldu.

Kâbus bitmişti… Mucizeyi gerçekleştiren hikmetin gereğini yapmak ise bize düşüyordu. Yardımsever yolcu ve ailesini uğurladıktan sonra, herkesin ortak isteği olduğuna emin olduğum bir kararla arabamın yönünü Konya istikametine çevirdim. Tüm aileyi birden neşe sarmıştı. Peş peşe şükür duaları edilmekteydi. Biraz önceki korkudan eser kalmamış, çocuklar ertesi günkü tatil hayallerini unutmuşlar; halamızla ilgili sohbete başlamışlardı. Öyle ki cadalozluğu ile meşhur küçük kızım bile tüm huzursuzluğunu atmış, etrafa kahkaha ve neşe saçıyordu.

Ereğli’ye girdiğimizde sabah güneşi ufuktan yüzünü göstermek üzereydi. Geleceğimizden haberi olmayan halama yapacağımız sürprizle gece yaşadığımız maceranın heyecanı birbirine karışmıştı. İyi ki dönmüştük. Halam çok sevinecekti. Biz de bir aile büyüğünü mutlu edebilmenin hazzını yaşayacaktık.
Evin önüne vardığımızda beli bükülmüş, yüzünden nurlar saçan halamda hiçbir hayret belirtisi görünmüyordu. Biz arabadan inerken o bize doğru gelmeye çalışıyor ve titreyen sesiyle adetâ hesap soruyordu:
–Oğlum nerde kaldınız? Akşamdan beri sizi bekliyorum… Şaşırma sırası bizdeydi.
Nasıl olur da halam bizi akşamdan beri beklerdi.

(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Hikâye Atölyesi, 19.02.2010)

SALINCAK
Adı Kezban’dı.
Soğuk bir kış gününde, bize en yakın komşu evde dünyaya gelmişti. Köyümüzde doğan her çocuk gibi onun da adı, kulağına ezan okunarak konulmuştu. Sağlıklı, mutlu, bereketli, uzun bir ömür sürmesi için dualar edilmişti. Ne var ki ailesi yoksuldu. Çocukluk yılları yokluklar, zorluklar içinde geçmişti. “Zihnî yetileri zayıf.” demişti köyde sağlık taraması yapan doktorlardan biri. “Herkes gibi günlük işlerini yapar, ama bazen geç algılayabilir, göz önünden ayırmamak lâzım.” diye de eklemişti.
Annesi saf, babası sorumsuzdu. Evin bütün işleri askere gidecek olan abisinin sırtındaydı. O da gidince ne olacağı belli değildi. İş ona düşüyordu. Küçücük varlığıyla tüm zorlukları yok edemeyeceğine göre, onlarla beraber yaşayarak büyüyecekti. Derdin dert, acının acı olduğunu bilemeyecekti. Bunları hayatın gereğiymiş gibi zannedecek, sorgulamayacaktı. Sefaleti, yokluğu yaşasa da işlerin böyle yürüyebileceğini, sonra düzeleceğini düşündü; şikâyet etmedi.
Hiç oyuncağı olmadı. Ona, “Oyuncak ister misin?” diye soran da olmadı. Oyun olduğunu bilmeden, kendini eğlendirdiği en iyi araç, yük halatından icat ettiği bir tür salıncaktı. Boş zamanlarında sofanın tavanındaki en kalın ağaca salıncağını kurar, zamanın çoğunu sallanarak geçirirdi. Sallanırken mutluydu. Sallanırken hayaller kurardı: çocuksu, temiz, masum…
–Hasan Abi sen ne iş yapıyorsun, diye sordu bir gün.
Uzaktan akrabam olduğu için bana hep abi derdi.
–Ziraat Mühendisiyim Kezban, ben de sizin gibi meyve yetiştiriyorum, dedim.
Aklı yatmamıştı.
Meyve yetiştirmek için okumaya ne gerek var, niye öğretmen olmadın. Ben öğretmen olacağım, dedi.
Sonra da ufak tefek kâğıt parçalarına yaptığı resimleri gösterdi gururla.
Okula gidince de okuma yazmayı öğrenecekmiş.
Fakat benim resimlerine ettiğim övgüleri yeterli görmemişti. Takındığı alaycı ve küçümser tavırla, “Ben öğretmen olacağım, ben öğretmen olacağım,” diyerek uzaklaşıp gitmişti.
Hep kalabalıklar içinde ve etrafında ona gıpta edenlerle dolu bir ortamda görürdü kendini. Melekeleri zayıf, idealleri değişikti. Başarılar yaşamak isterdi; ama hayatın gerçekleri farklıydı. Hedefleriyle hakikatler uyuşmuyordu. Düşüncelerini gerçekleştirmek için kendisinin ve ailesinin durumunun buna müsait olmadığını kavrayamıyordu. Dolayısıyla cevabını bulamadığı sorular onu daha da yalnızlığa itiyor, etrafından uzaklaştırıyordu. Kendine yeni bir sığınak arıyor, hayal ettiği farklı dünyayı gerçek zannediyor, ruhunda gelgitler yaşıyordu.
Hızlandırdığı salıncağının her havalanışında, uçsuz bucaksız hayal âlemlerine dalıyor, her inişinde tahta zemine değen ayaklarıyla beraber hakikatlere dönmesi gerekirken bunu gerçekleştiremiyordu.
İşte böyle bir günde, hızlanan salıncağına hâkim olamayarak ciddi bir kaza geçirdi. Bacaklarına ve boynuna dolanan halattan kurtulamayınca, sağa sola çarparak yaralandı. Vücudunda oluşan eziklerin yarattığı morluk ve acılar kısa zamanda iyileşip yok oldu; fakat boynuna dolanan halatı ruhunda yok edemedi. Kurtulmak için yaptığı ters bir hareket sonucunda daha da tehlikeli bir durum oluşmuş; ağzına köpükler yığılmış, soluğu kesilecek gibi olmuştu. Güç bela kurtarıldığında şuuru yerinde değildi. Sonuçta epeyi bir süreyi yatakta geçirmek zorunda kaldı. Günlerce iyileşemedi. Hafakanlar bastı. Kâbuslarla uyandı gece yarıları. Ne zaman bir halat veya ip görse tedirgin oldu. Kaza gününü hiç unutamadı. İpleri, halatları, ayrı şeyleri birleştiren değil; insanı hayattan uzaklaştırmaya yarayan birer nesne olarak algıladı. Uzak durdu, eline almaya çekindi. O günden sonra da bir daha salıncağa binmedi. Rahatsızlığı ve ruhundaki çatışma, kaygı iyice belirginleşerek yalnızlaştı; içine kapandı. Küstü hayata. Çocukluğu bitmeden oyunları bitip gitti…
Oyunları gibi eğitim-öğretim hayatı da çabuk bitti. Yaşıtlarından geç gittiği ilkokulun birinci yılının sonunda öğretmeni, artık okula gelmesine gerek olmadığını söyleyince dünya bir kere daha yıkıldı, bu sözler ömrünün sonuna değin yük oldu, inmedi sırtından. Öğretmenine bunun sebebini sorduklarında verdiği cevapla, kayıt defterine düştüğü “…Öğrenme zorluğu… Otistik… Psikolojik… Asosyal…” gibi notların birbiriyle uyumsuzluğunu ve çözüm yollarını ise hiç araştıran olmadı. Durumuna uygun başka okullar bulunsa da okuyabilecek imkânı yoktu.
Güldüğü vaki değildi.
Herkes kahkahalarla gülerken onun yüzüne yayılan tebessüm insanların bu kadar katılırcasına gülebilmelerine olan hayretindendi.
***
Gelinlik kız olduğunda da “ister misin” ya da “kimi istersin” diye sorulmadı. Birbirine denk görülerek köyün safça bir adamına verildi. Hem de gelinliksiz, alsız, duvaksız…
Yeni evine gitmek üzere baba ocağından ayrılırken boğazı düğümlendi. Her şeyden vazgeçmeyi düşündü bir an. Kaçmak istedi, kendini dağlara vurup bilinmezlere karışmak istedi. Yapamadı. Yüreğine gömdü hıçkırıklarını. Belki iyi olur diye umutlandı. Ailesiyle vedalaşırken gülümsemeye çalıştı. Onu almak üzere damat tarafından gelenlere doğru ilerlerken de hüznünü belli etmemeye gayret etti. Öyle öğretilmişti önceden. O da öyle davrandı. Mutlu olduğunu sandılar.
***
İstanbul’un kenar semtlerinden birindeki tek katlı gecekondunun önünde kadınlı erkekli bir grup insan toplanmıştı. Kireçle badanalanmış kömürlüğün kapısı, biraz önce kırılarak içeri girilmişti. Tavanda sallanan evin gelinini görenlerin yüzünü ani ve soğuk bir ürperti kaplamıştı. Evin erkeği ise ne yaptığını bilemeyecek durumdaydı. Tam bir panik yaşanıyordu. Kimileri elleriyle yüzlerini kapatırken kimileri de merakları giderilmiş olarak uzaklaşmaya çalışıyorlardı. Evden feryatlar yükseliyordu. Evin en küçük kızı ise küçücük bedeniyle, annesini kurtarmaya çalışanlara yardım etme telaşındaydı. İpten indirilen Kezban’ın ayakları dibine düşen kâğıt parçasını gördü, kaptı ve annesinin soğumuş bedenine sarıldı.
–Çocuklarına yazık, diyorlardı.
–Ne olursa olsun, insan canına kıyar mı?
–Kocası nöbetteymiş…
–Keşke köyden gelmeselerdi…
–Sebep belli miymiş?
–Yok, kimse bir şey bilmiyor… -Kaynanasıyla sık sık kavga ediyorlarmış… -Mektup falan bırakmış mı acaba?
–Kim bilir…
***
Baba evinin önü kalabalıktı.
Şehirlerdeki köy derneklerince düzenlenen cenaze seferlerinden biri daha gerçekleşmiş, Kezban’ın sağlığında hiçbir sebeple bir araya gelmeyecek insanlar dâhil herkes toplanmıştı. Bu anı görebilse kim bilir neler düşünürdü? Kararından vazgeçer miydi acaba?
Bu arada İstanbul’dan günü birliğine gelen komşulardan çoğu, ertesi gün mesaiye yetişmek zorunda olduklarından, bir an önce yola çıkmak için acele ediyorlardı. Dolayısıyla defin işi erken bitirilmeliydi. Öyle de yapıldı. Namaz vakti dışında olmasına rağmen sünnete uygun olarak akşam karanlığına kalmadan defnedildi.
Her şey bitmişti. Herkes ayrılmış, taziye evinin asıl sahipleri kalmıştı. Ateş düştüğü yeri yakıyordu. Baştan beri çocuğuna karşı olan ilgisizliğinin verdiği pişmanlık ve vicdan azabıyla içi yanan baba, bu acıya dayanabilmek için evde dolaşıp duruyordu. Yüz yıllık ahşap binanın artık pek kullanılmayan küçük odasına girdi. Burası Kezban’ın odasıydı. Küçük torunu Zeynep, elinde bir kâğıt parçasıyla tahta zemine yüzüstü yatmıştı. Onu, şefkatle kucağına alıp kâğıda baktı. Bu, kızının kömürlükte ipten indirildiğinde Zeynep’in alıp sakladığı kâğıttı. Kâğıdın bir yüzünde annesinin yaptığı mutlu bir çocuk resmi vardı. Öbür yüzünde ise zor okunan tek satırlık bir not:
“Ben öğretmen olacağım…”

(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Hikâye Atölyesi, 15.04.2010)

HIÇKIRIK BESTESİ
Dip dalgalarıyla yarışan kulaçlarım,
Az geldi yeni yetme ayrılıklara.
Tamburi boynumu eğerek
Söylediğim hıçkırık besteleri,
Yankılanmadı kâgir duvarlarda,
Anlamını bulmadı acılarım.
Tek dozluk gülücükler sardı yüzümü.
Salı pazarlarında satılık aşklar
Üryan gezinirken meydanlarda,
Murdar arzulara kapattım gözümü.
Derler ki:
Allâme-i cihan olsan,
Çıkıp arşa, sallansan güneşin eteğinde,
Tekme atsan yıldızlara,
Komşu olsan gezegenlere,
Diz çökersin bir çilli yüz önünde
Hasret değirmeninde öğüterek nefsimi
Senden sonra zifir ektim gecelere.
Bıkmadık mı ayrı yerlerde aynı rüyaları görmekten?
Bir yürek yarasıyım, karanlığın hançeresinde.
El değmemiş kuşluklarda
Önceden duası edilmiş dileklerim inlesin,
Cehennem korolarına inat
Mabedimin kubbelerini süsleyen, pirinç levhalarda titresin.
Bir pişmanlık zamanı borç ver,
Pamukta ateş nasıl saklanır göstereyim.
Pusatsız çıktığım gönül seferlerinden,
Ganimet getirdiğim tüm sermayemi
Dizlerinin dibine sereyim.

(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Şiir Atölyesi, 23.04.2010

ÇAPRAZ ZAMANLAR
Al keklikler seken ikindilerde,
Isınsın kuzeyler güne at maya.
Hoyratlığın fink attığı demlerde,
Ömrüm yürek olmuş başlar atmaya.
Nem tutmaz ve karar feryatlar kurur,
Eller göğü gözler yeri yoğurur,
Mor bulutlar kor yıldırım doğurur,
Uçurumlar adam arar yutmaya.
Hayal kuleleri döner gerçeğe,
Gölgeden kaleler değer ölçeğe,
Dua tohumları ekilir göğe,
Ergen vuslat bekler cana katmaya.
Yorgun mevsimlerin kuytu yerinde,
Ala koçlar yün devşirir serinde,
İt karası ayaz gecelerinde,
Fesatlar an kollar yiğit satmaya.
Yordamsız bakışlar kutlu katında,
Bedeli narına yanmak tadında,
Çapraz zamanların hükmü altında,
Sevdam vakit gözler sözün tutmaya.

(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Şiir Atölyesi, 23.04.2010)

VİCDAN DEHLİZLERİM
Saç tarar seyyareler arzın boy aynasında.
Zamana kurşun sıkarken zaman hırsızı,
Vakitsizliğin girdabında kâinat.
Asıyorum İbrahim’in astığı imanla
Savaş baltamı dünyanın boynuna,
Ve yeni bir savaşa başlıyorum,
Kınalı kuşların gözlerine sürme çektiği şafaklarda.
Yorgun zaman kırıntılarında,
Önce korkmayı öğrendim,
Sonra korkmaktan korkmayı.
Aslında iyi biliriz ‘ölüp hatıra olmayı’
Bundandır boğazı sıkılmış kaldı hep
Dört elif miktarı feryatlarım,
Can suyudur vuslatsız sevdalara gözyaşlarım.
Bu nöbette sıra yok
Bütün nöbetler benim.
Dilim dilim olmuş dilim.
Türlü hakikatler haykırıyor yüzüme
Kendime bile itiraf edemediğim.
Eski bir köy evinin asılmış tavanında,
Sallanır günahlarım üzüm koruğu morluğunda,
Yanmışım ceviz gölgesi koyuluğunda.
Kırdım kilidini sevda hücresinin,
Koca şehrin ilan tahtası göğsüm,
Kanadı kırılmış rüzgârlar,
Yıldızlar olmuş kördüğüm.
Çıkışı belirsiz vicdan dehlizlerimde,
Vuruyorlar beynime güm… güm…

(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Şiir Atölyesi, 23.04.2010)

ATAMAN KALEBOZAN

    atamankalebozan@hotmail.com


28 Şubat 1968’de Ankara’nın Çamlıdere İlçesi’nin Bökeler Köyü’nde doğdu. Sırasıyla Esentepe İlköğretim Okulu, 30 Ağustos Ortaokulu ve Başkent Lisesi’ni Ankara’da tamamladı. Gazi Üniversitesi İİBF İşletme bölümünü bitirdi. Bir süre kendi mesleğiyle ilgili alanda çalıştıktan sonra sınıf öğretmenliğine atandı. Hâlen görevini sürdürmektedir. Evli ve iki erkek çocuğu vardır. Ankara’da yaşamaktadır.

HİKÂYE:
Gönül Senfonisi
Dünyayı Dolduran Kiraz
Bir Avuç Şeker
Martılar
Kırmızı Bizim Oralar

ŞİİR:
Bendeki Anlamını Yokluğun Hatırlatıyor Hep
Dilimizde Teller Kırıldı
Ölesiye Aşk
Ben Aşkı Unutalı Yüzyıl Oldu
Ya Bâde Hû

GÖNÜL SENFONİSİ
Arkadaşları, mutluluk dileklerinden sonra gürültülü kahkahalarla dışarı çıkıp onları baş başa bıraktıklarında gelin, saçlarıyla uğraşmaya başladı. “Ay ne kadar çok toka taktılar! Çıkardıkça artıyor sanki. Yardım etsene canımın içi!” diyerek ipeksi saçlarını eşine uzattı. Sonra sol elinin yüzük parmağındaki halkanın sarısına gururla baktı. Yorgun; fakat mutluydu. Birkaç saat evvel evlenmişler, düğün salonunu dolduran tanıdıklarıyla halaylar çekmişlerdi. Boynuna sıkıca sarılan halası duvağının ipini koparmış, ayakkabıları fena hâlde ayaklarını sıkmış, her kutlamaya gelene ayağa kalkıp oturmaktan bîtap düşmüştü. Gerçekten düğün günü en özel, en eğlenceli gün müydü? Kim demişse, tartışmalı bir söz söylemişti; çünkü sabahtan başlayan yorgunluğu, gün içinde katlanarak devam etmişti. Önce kuaförde, saatlerce saçına şekil vermek için sıcak fönlerle saç diplerini yakmışlar, sonra makyaj yapmak adına ne kadar boya varsa yüzüne sürmüşlerdi. Bir ara makyajı yapan kız, kirpiklerine rimel sürerken damat tarafından gelen meraklı bir çocuk, kızın koluna çarpınca rimelin sert fırçası gözüne girmişti. Dakikalarca gözü acımış, içi kızarmış, tüm makyajı akan gözyaşlarıyla bozulmuş, sonra her şeye yeni baştan başlamışlardı. Her kafadan bir ses çıkmış, başına iki avuç siyah tel toka takılmıştı. Kuaföre verilen bahşişlerle bu işkence bitmişti.
“Hakikaten, bu ne kadar çok toka böyle?” diyen eşinin acemi elleri, tokaları çekerken saçlarını yoldu.
“Of! Dikkatli ol biraz saçımı çektin.” “Affedersin canım.” Yorgunluktan, ağrıyan saç diplerinden, zonklayan ayaklarından, ekşimiş suratının oturakalmışlığından sıkılan gelinlik, bacaklarına dokundu tatsız tatsız. Tokaları tek tek çıkarırken eşi sordu: “ Düğünde senin suratının hâli neydi öyle?”
“ Anlamadım canım benim. “Çok asıktı suratın. Hiç doğru düzgün gülümsemedin. Görenler de benle zorla evlendiriliyorsun sanmıştır.”
Tokalardan kurtulan saçlarını savurarak gözlerini eşine çevirdi: “Yoo!” dedi. “Mutluydum düğünde ben. Yalnızca sonlara doğru bir yorgunluk çöktü üzerime.” “ Ne bileyim, ağabeyim de öyle dedi. Gelin hanım surat asmasın, gülsün biraz dedi.” “Öyle mi? İnan farkında değildim canım. Çok yorulmuştum. Bir de ayaklarım fena zonkluyordu.”
“Tamam her neyse geçti artık. Odamıza gidelim mi? Filmlerdeki gibi seni kucağıma alayım mı?”
“ Deli.” dedi sesine yüklediği utangaçlığını çaktırmamaya çalışarak.
Sonra eğilip gelinliğinin altındaki tarlatanı çıkardı. Koltuğun üzerine bıraktı. Ne kadar komik bir şeydi bu tarlatan. Eteği kabarsın diye gelinliğin altına zorla giydirmişlerdi. Oysaki o, etekleri uçuşan rahat beyaz bir giysiyle altına da babet ayakkabılarını çekip bolca dans etmek istemişti özel gününde. Saçlarını da sıkı topuz yerine bukle bukle dağıtmak istemiş; ama kimse buna izin vermemişti. Aa gelin saçı öyle mi olurmuş? Yok, canım daha nelermiş, gelin topuksuz ayakkabı mı giyermiş? Gelin dediğin ağır olurmuş, masasında otururmuş. Şöyle yaparmış, böyle bakarmış. Mış mış da mış… Böylece onun özeli başkalarının günü olup çıkmıştı. “ Bir daha da ömrü billâh giymem ben bu ayakkabıları.” dedi kendi kendine. Işığı kapattılar.
Sevdiği, âşık olduğu adamla evlenmişti işte. Her gece onun bakışları gözlerine kapanacak, her sabah onun bakışları kalkacaktı göz kapaklarından. Gülüşerek güne başlayacaklar, aşk demlenecekti sabah çayları niyetine evlerinde. Artık gizli kapaklı olmayacaktı buluşmaları. Parklarda havanın kararmasını beklemeyeceklerdi sarılmak için birbirlerine. “Ama o günler de çok güzeldi.” deyip o ana aitliklerini hatırlayacaklardı her daim.
Seviyordu onu. Âşıktı ona. Aşk bambaşka bir duyguydu. Gerçekten kör ediyor muydu insanı? Ooff ne ediyorsa ediyordu işte; seviyordu. Koşarak kapıya gitti. Akşama arkadaşlarıyla yemeğe çıkacaklardı. Saçlarına fön çektirmiş, hafif bir makyaj yapmış, üzerine de gözlerini ortaya çıkaran yeşil elbisesini giymişti. Özenmişti kendine. Aynadaki hâllerine son kez bakıp,
“İyisin, iyi!” diye göz kırparak açtı kapıyı: “Hoş geldin canım!” diye karşıladı eşini. “Bu ne ya?” “......” “Ne biçim olmuş saçların böyle? Dümdüz yapmışsın. Liseye mi gidiyorsun sanki? Git yıka şunları. Senin kendi doğal hâlin daha iyi. Makyajını da sil. Çirkin kadınlar yapar o kadar makyajı.” Bir an ne desem, nasıl bir tepki versemin kararsızlığı düştü kapı önü hoşgeldinlerine. “Ama…” diye başlayacak oldu, dudaklarını büzüştürerek sustu. Sustu saçının telindeki fönler. Hafif allığının rengi soldu. Eşi odaya geçmişti, içerden seslendi: “Lâcivert pantolonumu ütüledin mi? Nerde? Onu giyeceğim bugün.” “Orda, ütüleyip asmıştım dolaba.” dedi neşesi bir köşeye kaçıvermiş bir ses. Sonra aynada kalan kırpılmış bir göz kaydı usulca banyonun fayanslarına. “Hadi geç kalacağız, çabuk ol. Bu kadınlar da niye hep geç hazırlanırlar bilmem?” Çeşmeden akan sular banyonun fayans kırıklarına damladılar. Sıra sıra…
Masada en bakımsız bayan olarak kendini hissetti. Tüm kadınlar şıkır şıkır giyinip süslenmişler, beyaz dişlerini gözüne soka soka gülümsüyorlardı. Adamlar rahat bir biçimde sandalyelerine oturmuş şakalaşıyorlardı. İzin isteyerek lokantanın lavabosuna gitti. Rengi solmuş bir yüzün uçukluğu, saçlarına bağ bağ dolandı aynada. Saçlarını açmayı çok seviyordu. Saçlarının özgürce savrulmaları ona keyif veriyordu; ama bugün sıkı sıkıya ensesinde toplamıştı. İtirazsız boyunlar eğilmiş, bir de selama durulmuştu. Hâl hatır sormaların resmîliği çoktan geçilmiş, emri vakilere talim edilir olmuştu. Saçlarının tokasına bir düğüm daha attı boğazına düğümlenenler çıkmasın diye.
Kadınsı özgüvenini ardında bırakarak masaya döndü.
Aklına Hansel ile Gratel’in masalı geldi birden. Onların ekmek kırıntılarını bırakarak ormanda kayboluşlarına takıldı. “Akıllım, o ekmek kırıntılarını kuşlar çoktan yemiştir.” dedi içinden. “Geri dönüşünüz çok zor artık. Siz, ormanda kayboldunuz çocuklar. Ben de ormanda kayboldum…”
Yokluğunun pek de fark edilmediği masaya, dudağının kenarına gülümsemesini öylesine iliştirerek ilişti eşinin yanına. Eşi, hemen yanlarındaki Aysel’e “Seni hamilelik ne kadar güzelleştirmiş.” diyordu gözlerini devire devire. “Al, al benim tabağımdaki meyveleri de sen ye. Canın çekmiştir.” diye de elma soyuyor, dilimliyordu.
Ne çok sorguluyordu her şeyi, iç dünyasının kendine ait olan yerlerini tek tek gün ışığına çıkarıp gözlerindeki karmaşıklığın bitmesini bekliyordu, aşka olan inancıyla. Ne çok kırılgan olmuştu son zamanlarda. Sözlerin ardına gizlenen çatık kaşları ne çok görür olmuştu. Ağlamayı hiç sevmediği hâlde habire banyonun fayanslarına ağlar olmuştu gizliden gizliye. Sonra her şeyi karalayıp baştan başlıyordu içindeki döngülerine. Yeniden başlıyordu sevmeye. Seviyordu onu. Âşıktı ona. Aşk bambaşkaydı. Gerçekten kör ediyor muydu insanı? Böyleyse, bu kör oluşlar tamamen gönüllüydü. Ooff neyse ne işte, seviyordu.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/anonimnyy-avtor/kardes-hikayeler-kardes-siirler-69499354/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
Kardeş Hikâyeler Kardeş Şiirler Анонимный автор
Kardeş Hikâyeler Kardeş Şiirler

Анонимный автор

Тип: электронная книга

Жанр: Стихи и поэзия

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Kardeş Hikâyeler Kardeş Şiirler, электронная книга автора Анонимный автор на турецком языке, в жанре стихи и поэзия

  • Добавить отзыв