Kardeş Sesler 2014
Anonim
Kardeş Sesler 2014 Hikâye, Şiir, Deneme
TAKDİM
Edebiyatımızın yeni yazarlarla, yeni eserlerle gelişeceğini; dilimiz, kültürümüz ve geleceğimiz açışından donanımlı bir yazarın, iyi bir eserin ne kadar önemli olduğunu biliyorduk. Edebiyat dünyamıza yeni yazarlar, yeni eserler kazandırmanın, milletimizin geleceğine yönelik büyük hizmetlerden biri olacağına inanıyorduk. Bu inanışla ulusal ve uluslararası bütün faaliyetlerimiz gibi yazar yetiştirmeyi de önemsedik. Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi olarak yazar yetiştirmek üzere başlattığımız atölye çalışmalarında altıncı dönemi geride bıraktık. Dönem sayısı arttıkça, ona paralel olarak sevincimiz, mutluluğumuz da arttı.
Kuruluş olarak yeni olmamıza rağmen Türkiye’de pek çok ilki gerçekleştirdik. Bu ilklerden biri de gerçek atölye çalışmalarıyla edebî ürünler üretilen yazarlık okuludur.
Hiçbir zaman geniş maddi imkânlarımız olmadı ama her zaman bize destek sunan dostlarımız oldu. İki dönem dışında yazarlık okulu atölye çalışmalarımızı bize ait olmayan, geçici mekânlarda yaptık. Bu işe, herhangi bir çıkar gözetmeden, sadece emeğimizi değil yüreğimizi de koyduk. Sonuçta beklediğimizden daha yüksek bir başarıya ulaştık. Yöntem arayışlarıyla geçirdiğimiz, biraz da acemiliğimize gelen hazırlık dönemi bir tarafa bırakılırsa, son beş dönemde Türk Edebiyatına beşi ortak, on üçü müstakil olmak üzere toplam on sekiz kitap kazandırdık. Bu kitaplarda yer alan ürünlerle edebiyat dünyamıza kırk civarında yazarın adım atmasına vesile olduk.
Bugün, AYB Edebiyat Akademisinde yetişen arkadaşlarımızın çeşitli yayın organlarında boy göstermeleri, yeni yeni eserler ortaya koymaları bizleri mutlu kılıyor. Ortak kitaplarımızla edebiyat dünyasına adım atan arkadaşlarımızdan yazmaya ve kendini geliştirmeye devam ederek müstakil kitaplar çıkaranlar var. Daha da ileri bir çalışkanlıkla nerdeyse her yıl yeni bir kitap yayınlayan, estetik seviyesini her kitapta biraz daha yükselten arkadaşlarımız var. Bunlar bizim mutluluk kaynaklarımızdır. Giderek böyle başarılı arkadaşlarımızın çoğalacağına, Türk edebiyatında farklı bir ses, farklı bir renk olarak iz bırakacaklarına içtenlikle inanıyoruz.
“Kardeş Sesler” her dönem sonunda çıkardığımız ortak kitabımız…
Kardeş Sesler 2014’te Ahmet Turğut, Azize Kaya, Bünyamin Zile, Büşra Demir, Büşra Konaktaş, Ebabekir Cambolat, Nesrin Askeran Ünal, Rumeysa Atasay, Sacide Uslu, Sema Tanrıverdioğlu Ersöz, Ülkü Taşlıova olmak üzere on bir arkadaşımız hikâye, deneme ve şiirleriyle yer aldılar. Bu ürünlerin tamamı altıncı dönem süresi içinde üretildi. Şiir atölyesinde eğitimci, şair Ali Akbaş, deneme atölyesinde eğitimci, yazar Hüseyin Özbay, hikâye atölyesinde eğitimci, hikâyeci Ataman Kalebozan gönüllü olarak, büyük bir özveriyle çalıştılar ve sonuç aldılar. Her metin; defalarca ilgili hoca tarafından estetik, konu, kurgu, ifade, yazım ve hatta noktalamaya varıncaya kadar titizlikle değerlendirildi. Bu değerlendirmeler ışığında yazarları tarafından son şekli verilen eserler, tekrar hoca onayından sonra çeşitli internet sayfalarında, dergilerde ve bu kitapta yer almaya hak kazandı.
Atölye çalışmalarını içeren Kardeş Sesler 2014’ün ilgiyle okunacağından kuşkumuz yok. Özellikle, içinde yazma sevdası taşıyan, istedikleri halde çeşitli sebeplerle çalışmalarımıza katılamayan yazar adayları, bu kitabı yüksek ilgiyle ve inceleyerek okuyacaklardır. Çünkü ortak konuların farklı yazarlar tarafından, farklı bakış açılarıyla, nasıl kurgulanıp, hangi yönleriyle öne çıkarıldığını görürlerken yazarlığın sırlarını ve sınırlarını da keşfetmeye çalışacaklardır.
Kardeş Sesler 2014 ve önceki yıllarda çıkarılan ortak kitaplar (Kardeş Sesler 2013, 2012, 2011, Kardeş Hikâyeler Kardeş Şiirler) yine yazar yetiştirme programına bağlı olarak çıkarılan müstakil kitaplar (13 adet), Türkiye’de bir “ilk”in öncü kitaplarıdır. Bir yönden değil, pek çok yönden ilgiyle okunduğunu biliyoruz.
Ulaştığımız başarı seviyesinde en büyük pay, yazarlığın çilesini baştan kabullenmiş, eleştirileri dikkate alarak bıkmadan, usanmadan ve inanarak yazmaya devam etmiş katılımcı arkadaşlarımızındır. Ortak kitabımız Kardeş Sesler 2014’te hikâye, deneme ve şiirleriyle yer alan arkadaşlarımızı kutluyor, gelecekte her birinin nice müstakil eserlere imza atmasını diliyor ve bekliyoruz.
Osman Çeviksoy
AYB Edebiyat Akademisi Bşk.
Ahmet TURĞUT
(Ahmet TURĞUT ’un isteği üzerine özgeçmişi ve fotoğrafı kitabımıza konulmamıştır.)
HİKÂYE:
Deli Eşref
Boş Koltuk
Turuncu Salıncak
Kuzey Yıldızı
Beyaz Melek
Gaip Âdem
DELİ EŞREF
Her sabah kalktığında evinin bahçesine diktiği yeni açmış umutlarını devşirirdi. Başkaları göremediği için devşirilen umutları, mahallede Eşref’e deli derlerdi. Bazen yazı kışa katar bazense baharı güze karıştırırdı. Fakat nasibini kendi bellediği yolda toplardı.
İnsanlar kalabalıklarda yalnız yaşarken o yalnızlığında kalabalıklara karışırdı. Ara sıra mekânları da karıştırırdı ama her gün hiç sektirmeden sahile inerdi. Elinde balık oltası ve takımları bir de fırından taze çıkmış ekmek sıcaklığındaki yüreğini taşırdı.
Ona hep aynı soruyu sorarlardı. “Nereye Eşref. ” Onunsa cevabı hep aynı olurdu. “Kısmetimi aramaya.” Hiç insanın kısmeti sahil kenarında olur muydu? Hele ucuna yem takılmadan atılan oltadan nasibini beklemek tam da deli Eşref’e göre bir işti. O kimseye aldırmadan ama kimsenin de kalbini kırmadan gelecek olan kısmetini beklerdi.
Bir gün Eşref her zaman ki gibi sahil kenarına inmişti. Elindeki takımların ucuna sevgisini takmış denizden gelecek nasibini beklemeye başlamıştı. Fakat her zamankinden farklı olarak bu sefer Eşref sahilden hiç ayrılmadı. Bir, iki, üç gün, bir hafta oturduğu yerden hiç kalkmadı.
Deniz sahile kadar gelip Eşref’e hatırını soruyor geçen kuşlarsa başka diyarlardan ona haberler getiriyordu. Gündüzleri güneş sıcağı ile Eşref’i sarıp sarmalıyor ona bir annenin bütün şefkatini gösteriyordu. Akşamları ise Eşref’e ay yarenlik ediyordu. Saf bir çiçeğin güzelliğine bürünmüş yüzüyle ortaya çıkıp onun yalnızlığına ortak oluyordu.
Bir hafta geçmişti. İnsanlar merak içinde Eşref’i görmek için sahile iniyorlardı. Kimi meraktan kimiyse sadece alay etmek için geliyordu. “Duydunuz mu? Deli Eşref iyice kafayı yemiş.” diyorlardı. Onlara benzemiyordu. Denizle, ayla konuşan, yıldızlardan kendine kolye yapan, sabahları bahçesinden umutlarını devşiren divanenin biriydi. Bundan daha güzel eğlence ne olabilirdi. Sahilde kalabalık giderek artıyordu. Artık akşamları da onu görmeye gelenlerden büyük bir topluluk oluşmuştu.
Yine bir akşam üzereydi. Meraklılar sahilde Eşref’i seyrediyordu. O ise hiç oralı olmadan denizyıldızlarını topluyor ve denize atıyordu. Sırf bu hareketi bile kalabalığın gözünde Eşref’in deliliğinin kanıtıydı. Kendi aralarında “Tipe bak şimdide denizyıldızlarını kurtaracak.” deyip gülüşüyorlardı. Denizyıldızlarını attıktan sonra tekrar yerine oturdu. Sanki bu sefer beklediği kısmetinin geleceğinden emindi.
İnsanlar birden denizin sularının yarıldığını ve bir şeyin Eşref’e doğru geldiğini gördüler. İyice yaklaştığında bunun bir balık olduğunu anladılar. Balığın değişik bir rengi vardı ve sırtı sırlı bir ışıkla parlıyordu. Ne mavi ne beyaz daha çok türkuazdı.
Eşref balığa yaklaştı,
“Sen kimsin.”
”Ben Yunus’um.”
“Hoş geldin.” Bu Eşref’in son sözleriydi. Eşref ve Yunus gecenin karanlığında, denizin derinliğinde kaybolurken mahalleli şaşkın arkalarından bakıyordu.
(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Hikâye Atölyesi 31.03.2014)
BOŞ KOLTUK
Hava değişikliği olması için kızımla birlikte New York’taki abimin yanına tatile gitmeye karar vermiştim. Akşam saatlerinde kendi bavulumu hazırladıktan sonra Ayşen’in odasına geçtim. Hala uyumamıştı. “Hadi uyu artık. Yarın yolumuz uzun.” O ise bana “Anne beraber yatalım” dedikten sonra onu kırmayıp sabaha kadar beraber uyuduk. Kızım tıpkı melekler gibi uyuyordu. Sabah kaldırmaya kıyamadım ve biraz daha dinlenmesi için sessizce odadan çıktım. Kış mevsimiydi ve hava oldukça soğuktu. Kahvaltıyı hazırladıktan sonra Ayşen’i kaldırıp beraberce bir şeyler yedik. Artık yolculuk zamanı gelmişti. Hava alanına gitmek için taksiyi aradım. Kızımı sıkıca giydirdim. Bavullarla beraber aşağıya indik. Taksici bavulları koyarken biz arabaya bindik. Bir saat kadar süren yolculuktan sonra hava alanına varmıştık.
Bavulları el arabasına yerleştirirken kızımın olmadığını fark ettim. Çok korkmuştum. İçimde derin bir acı hissettim. Eşimin yokluğundan sonra bir de kızımın yokluğuna dayanamazdım. Telaşla sağa sola bakındım. Onu kafeteryanın yanında çikolata ve şekerlemelere bakarken gördüm. Koşarak yanına gittim.
“Benim yanımdan ayrılma demedim mi?”
“Anne sadece çikolatalara bakıyordum.”
“Bir daha sakın yapma!”
Onu el arabasının üstüne oturttum ve işlemler için sıraya geçtik. Bagaj işlemlerinin ardından uzun bir koridor geçip, hostesleri selamladıktan sonra uçağa bindik.
Yerimiz arka taraftaydı. Elimdeki çantaları üst rafa yerleştirirken kızıma bir şey isteyip istemediğini sordum. O “sadece uyumak istiyorum anne.” diye cevapladı. Bende “Peki kızım hadi sen minik ayıcığınla uyu. Üstünüzü örtüyüm.” dedikten sonra onların yattığından emin olarak yandaki boş koltuğa geçip uzandım.
Kalktığımda Ayşen yan koltukta yoktu. Ayıcığı duruyordu ve o olmadan hiçbir yere gitmezdi fakat kızım yoktu. Önce telaşlanmadım. Sonuçta uçağın içinden nereye gidebilirdi ki. Yandaki yolculara sordum. Kimse kızımı görmemişti. Etrafa bakındım yoktu. Artık telaşlanmaya ve korkmaya başlamıştım. Hosteslere dönerek “Kızımı bulamıyorum lütfen anons yapar mısınız?” diye ikaz edince yanıma gelen kıdemli hostes “Tamam yapalım” dedi. Fakat hiçbir netice çıkmadı. Bu sefer dedim ki “Uçağı aramanız lazım.” Hostes ise “Bu imkânsız. “Bu kadar kişiyi rahatsız edemeyiz. Lütfen yerinize dönün.” derken durumu kaptana iletmelerini rica ettim. Kısa bir tereddütten sonra söylediğimi yaptılar. Bir süre sonra pilot yanıma geldi ve durumun ne olduğunu sordu. Kızımı bulamadığımı söyledim. O ise “Bu mümkün değil” dedikten sonra yolcu listesini istedi. Yolcu listesinde kızımın ismi görünmüyordu. Sanki uçağa hiç binmemişti. Bana dönerek “Kızınız listede yok. Uçakta on altı çocuk var ama kızınız yok.” Bense “Nasıl olur bütün hostesler gördü.” dedim. Bunun üzerine kaptan hosteslere sorduğunda hiç biri net bir şey söylemedi. Bu sefer arka taraftaki yolculara sordu. Onlar da görmediklerini söylediler.
Etrafımda nasıl bir oyun oynandığını anlamaya çalışıyordum. Niçin böyle bir şey yapıyorlardı bilemiyordum. Pilota “Mutlaka kızımı aramalısınız. Yoksa sizi şikâyet ederim.” diye çıkışınca “Siz yerinize dönün biz gerekeni yaparız.” dedi. Ben yerime oturduktan sonra anons geçildiğini duydum. Kızımı aramaya başlamışlardı. Fakat bütün bu aramalardan bir sonuç çıkmadı. Artık daha fazla bekleyemezdim. Hosteslere bu uçağı çok iyi bildiğimi bu yüzden kargo ve kontrol panelleri bölümüne de bakmalarını istedim. Onlarsa diğer yolcuları rahatsız ettiğimi ve ısrarla yerime dönmem gerektiğini söylüyorlardı. Çaresiz tam yerime dönüyordum ki o ara kaptanın bize doğru geldiğini gördüm.
“Bayan Ceyda Gökçen, siz Türk Hava Yollarında başmühendismişsiniz ve istifa etmişsiniz. Doğru mu?”
“Evet doğrudur. Neden soruyorsunuz.”
“Bir ay önce bir trafik kazasında eşinizi kaybetmişsiniz.”
“Evet, ama neden sorduğunuzu anlamıyorum”
“Eşinizle birlikte bir kişiyi daha kaybetmişsiniz.”
“Hayır, sadece eşimi.”
“Bayan kızınız bu uçağa hiç binmedi. Zaten bu imkânsız. Çünkü o kazada eşinizle birlikte kızınızı da kaybetmişsiniz.”
(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Hikâye Atölyesi 16.03.2014)
TURUNCU SALINCAK
Ankara’da güneşli bir bahar sabahıydı. Yeni açmış çiçekler renkleriyle hünerlerini gösteriyorlardı. Hava o kadar güzeldi ki insanın umutlanmak için birçok sebebi olabilirdi. Fakat Anıttepe’de bir parkta bütün bu cıvıl cıvıl ortama inat Aziz hüzünlü bir şekilde oturuyordu.
Gözlerini hiç ayırmadan sanki hipnoz olmuş gibi turuncu salıncağa bakıyordu. O ara küçük bir kız çocuğu koşarak salıncağa yaklaştı ve tam otururken “Hayır hayır” diye Aziz’in bağırmasıyla irkildi. Kızın annesi yanına geldi.” Gel kızım biz diğerine binelim.” derken delikanlı da bir tuhaflık olduğunu fark etmişti.
Aziz arada bir kendi kendine “ah keşke, keşke söyleseydim.” diyordu. Söyleyemediği tüm sözcükler sanki gözlerine dolmuş ve şimdi gözyaşları olup akıyorlardı. Bir süre daha oturdu. Kalkmak üzereydi ki birisinin ona seslendiğini duydu. “Hey Aziz ne haber .” Bu çocukluk arkadaşı Hayri’den başkası değildi. Gözyaşlarını sildi ve sadece “ Hiç” diyebildi. Arkadaşı da durumundaki garipliği anlamıştı.
“ Sen iyi misin?”
“Maalesef Sevcan ablamı kaybettik.”
Hayri ile Aziz birlikte büyümüşlerdi. Anıttepe’deki bu parka çoğu zaman beraber gelirler, ablası her ikisiyle de yakından ilgilenirdi. Onlar oynarken Sevcan turuncu salıncakta sallanır ve onları izlerdi. Canları toz helva veya macun çektiğinde ablaları hemen bu isteklerini yerine getirirdi. İkisi de çocuk halleriyle bu ilgiden ve şefkatten çok memnundular. Hayri her fırsatta “Sevcan abla ben seni çok seviyorum.” demesine karşın Aziz, ketum tabiatından dolayı bunu kendine saklardı. Ama bu güzel genç kız her ikisinin de yanaklarını okşar ve “ben de sizi çok ama çok seviyorum.” derdi. Ablaları sayesinde ikisi de çok güzel bir çocukluk geçirmişlerdi. Fakat artık o yoktu.
Hayri bir şey söylemeden Azizin yanına ilişti. Şimdi o da gözlerinden akan yaşlara mani olamıyordu. Bir süre konuşmadan oturdular. Sonra sessizliği bozan Hayri oldu.
“Çok erkendi.”
“Her ölüm erkendir. Keşke burada olsaydı.” derken Aziz’in içinden bir şeyler kopuyordu. Ablasıyla birlikte hatıralar da yok olmuştu. Artık kendini parkta koşup oynayan o afacan çocuk gibi hissedemiyordu. Bu ölümle birlikte elinden hem çocukluğu hem de ablası çalınmıştı. Hayatın ona bahşettiği koruyucu meleği artık yaşamıyordu. Ama en kötüsü ona ne kadar çok sevdiğini söyleyememişti. Bu öyle bir duyguydu ki Azizin yüreğini acıtıyordu. Sanki biri kalbini eline almış sıkıp duruyordu. Her canı yandığında pişmanlığı daha da artıyordu. Sevcan’nın ölümü ruhunda ve hayatında büyük bir boşluk oluşturmuştu ve bunun telafisi yoktu. Ama yine de son bir şansı var gibiydi. Birden yerinden kalktı.” Hayri gitmeliyim.” dedi. Arkadaşının bir şey söylemesine fırsat vermeden parktan ayrıldı.
Şimdi ablasının kabrinin başındaydı. Elindeki beyaz laleleri mezarın üzerine koydu ve “bu çiçekleri sana sevgimin bir nişanesi olarak kabul et ablam.” dedi. Tam o sırada çıkan hafif bir rüzgâr Azizin yanağına okşar gibi değdi ve bu sessiz mezarlıkta sanki bir ses yankılandı; ”ben de seni çok ama çok seviyorum.”
(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Hikâye Atölyesi 03.03.2014)
KUZEY YILDIZI
Yoğun iş temposundan dolayı beş senedir yaşadığı New Jersey’de Kuzey Yıldız’ın pek arkadaşı yoktu. Bir pazar günüydü. Evinin yakınındaki spor salonunu aradı ve telefona çıkan bayana üye olup olamayacağını sordu. Kayıt olmak isteğini “Bana yardımcı olabilir misiniz ?” diye iletti. Telefondaki kadın “Ben isminizi not alıyorum. Gelince detayları konuşuruz” dedi. Kuzey peş peşe “Ama bir iki sorum olacaktı. Mümkünse açıklamanızı isteyecektim. Sonuçta ön bilgi alırsam iyi olur.” dedi. Biraz daha konuşmak istiyordu ama bayan” Gelince detayları öğrenirsiniz.” deyip telefonu kapatmıştı.
Mevsim kıştı.
Dışarıda soğuk ve karanlık bir hava vardı. Kuzey giyindi. Çantasını hazırladı. Tek başına yaşadığı evden çıkarak spor salonunun yolunu tuttu. Salona vardığında danışma masasına yaklaştı ve adını söyledi. Görevli kadın “Evet hatırladım biraz önce aramıştınız galiba.” diyerek programla ilgili detayları açıkladı. Kuzey görevliye kayıttan önce salonu gezdirip gezdiremeyeceğini sordu. Bayan “ Siz gezebilirsiniz hatta spor da yapabilirsiniz.” derken o “Neden bana yardımcı olmuyorsunuz?” diye sitem etti. Görevli “Bunu kişisel algılamayın masamı terk edemem.” cevabını verdi.
Şimdi Kuzey tek başına spor salonunu dolaşıyordu. Etrafta insanlar çeşitli egzersizler yapıyorlardı. Kendi kendine “Bir iki arkadaşla gelsek beraber spor yapsak ne güzel olurdu.” diye düşündü. Türkiye’deyken spor salonuna arkadaşlarıyla gider hem maç yapar hem de eğlenirlerdi.
Eli cep telefonuna gitti. Sanki bir numara tuşlamak ister gibi cebinden çıkardı. Fakat birden aklına geldi. Koskoca şehirde bir tek dostu yoktu. “Kimi arayabilirim ki” diye mırıldanırken gözleri doldu. Etrafını bir karanlık ve boşluk duygusu sarıyordu. Birden gözleri spor salonunun bahçesinde bir dalın üzerinde cıvıldaşan iki kuşa takıldı. Kuşlar ötüşüp oynaşarak etrafa neşe saçıyorlardı. Kuzey sessizce durup öylece onları izledi. Sanki içindeki boşluk duygusu giderek daha da büyüyordu ve o boşluğu doldurabilecek ne bir tanıdığı ne de bir yakını vardı. Ağlamamak için kendini zor tuttu.
Sonra yürümeye devam etti ve soyunma odasına geçti. Kıyafetlerini değiştirdikten sonra ağırlık odasına gitti. Spor hocasına ilk defa geldiğini ve nasıl çalışması gerektiğini bilmediğini söyledi. Görevli hareketleri gösteriyor ve tekrar etmesini istiyordu. Kuzey hareketleri tekrar ederken adam aslında onun daha önce ağırlık çalışmış olduğunu anladı. “Bana nasıl çalışmanız gerektiğini bilmediğinizi söylediniz ama hareketleri gayet iyi yapıyorsunuz. Sizin derdiniz ne?” diye sordu. Kuzey “Hayır hayır sadece emin olmak istedim. Başka bir niyetim yoktu.” diyerek hocayı ikna etmeye çalıştı. Görevliyse çoktan yanından uzaklaşmıştı. Ağırlık odasında aletlerle birlikte yine tek başına kalmıştı.
Odadan ayrıldı ve üst kattaki masa tenisinin olduğu yere çıktı. Kendisi masa tenisini çok severdi ama maalesef iki kişi ile oynanıyordu. Yan taraftaki masada oturan bir Çinliye oynamayı teklif etti. Fakat o arkadaşlarını beklediğini ve onlarla oynamak istediğini söyledi.
Kuzey bireysel yapılabilen sporları tercih etmek zorundaydı. Çünkü spor salonunda tanıdığı kimse yoktu. Biraz koşup ter attıktan sonra duş aldı. Binadan ayrıldı. Artık yavaş yavaş akşam oluyordu ve o üç katlı evine varmıştı. Herkesin yaşamak isteyeceği kadar güzel evine.
Ve önünde dikildiği bu kapının ardında onu bekleyen kimse yoktu.
(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Hikâye Atölyesi 19.01.2014)
BEYAZ MELEK
Havada uçuşan beyaz pamuksu polenler baharın gelişini müjdeliyordu. Güzel çiçek kokuları etrafı sarıyor, herkesin içi tazeleniyordu. Ama her zamanki gibi insanlar günlük telaşları içerisinde koşuşturup duruyorlardı.
Duvarları kırmızıya boyalı bu devlet hastanesinin önünde ise başka bir telaş vardı. Acile yeni bir hasta gelmiş, doktorlar muayene ettikten sonra dört yüz on altıya yatırılmasını söylemişlerdi. Dört yüz on altıda yatan uzun boylu, uzun saçlı, kumral ve oldukça solgun bir kızdı. Beyaz örtüler içinde gençliği ile sanki saflığın ve güzelliğin sembolü bir melek gibiydi. Naif ve kibar bir kızcağızdı. Arada bir sesi çıkıyor ve yavaşça bir şeyler mırıldanıyordu. Mırıldandığında ise “Anne hayat çok acımasız. Benim için her şey bitti” diyor ve bunu çok sık tekrarlıyordu. Nişanlıydı. Düğün hazırlıkları sırasında hastaneye getirilmiş ve durumun aciliyeti ortaya çıkmıştı. Derhal ameliyat olması gerekiyordu ve muhtemelen operasyondan sonra hayati tehlikeyi atlatsa bile bir daha çocuk sahibi olamayacaktı. Tam da düğün hazırlıkları içerisinde olan bu kızcağız için bundan daha büyük bir yıkım olamazdı. Gözlerinden hiç yaş akmıyordu ama için için ağladığı belli oluyordu.
Ayakucundaki dosyada Beyza diye yazıyordu. İsmi de en az kendi kadar güzel ve anlamlıydı. Beyazlar içinde yatan bu kızcağız insana melekleri çağrıştırıyordu. İsmiyle uyumlu aurasında temizliği ve kutsallığı görmek mümkündü. Sık tekrarladığı “Anne hayat ne kadar acımasız. Benim için her şey bitti.” derken bile çektiği sıkıntılarda ulvi bir taraf vardı. Bu durum onun çehresine ayrı bir hava katıyor ve kutsî gösteriyordu.
Annesi ise odanın içinde telaşla dolaşıyor ”vah benim talihsiz kızım ”diyordu. Aslında insanların bir talihsizlik olarak adlandırdığı birçok şeyin bazen bir talih olabileceğini çaresizlik içinde kıvranan bu kadın nerden bilebilirdi. Birden odanın kapısı açıldı ve içeriye oldukça yaşlı, insana simasıyla güven veren bir doktor girdi. Beyza’nın dosyasını ayakucundan aldı, inceledi. “ Korkma kızım İnşallah iyi olacaksın ”dedi. Beyza ise sanki burada değil de başka bir alemdeymiş gibi boş gözlerle doktora bakıyordu. Doktor peşinden giren hemşireye hemen ameliyathaneyi hazırlayın diye talimat verdi. Şimdi odada tekrar bir hareketlilik başlıyordu. İçeri giren diğer hemşireler Beyza’ya ameliyat kıyafetlerini giydiriyor ve onu hazırlıyorlardı. Teninin beyazlığı ve vücudunun farklı kokusu onları şaşırtmıştı. Bu bedende olağan dışı bir hal vardı.
Artık vakit tamamdı. Şimdi Beyza ameliyat masasının üstünde yatıyor ve kaderine razı bir sakinlik içinde olacaklara kendini hazırlıyordu. Doktorlar içeri girdi. Ellerinde eldivenler ve yüzlerindeki maskelerle işlerinde usta gibiydiler. Her şey hazırdı. Başhekim “Başlayalım artık” dedi. Anestezinin etkisiyle Beyza çoktan başka diyarlara gitmişti. Doktorlar büyük bir ciddiyetle işlerini yapıyorlardı. Birden hemşireden en kıdemli olanı “Hocam nabız düşüyor” dedi. Doktor yardımcısına “Daha çabuk olmalıyız yoksa dayanamayacak” diye söyledi. Doktorlar bir an önce işlerini bitirmeye çalışıyor ve ellerinden geleni yapıyorlardı. Kıdemli hemşire yine seslendi. ”Hocam hocam nabız alamıyorum.”
Doktorlar ekrana baktı. Beyza’nın kalbi durmuştu. Başhekim “atrofin” dedi. Hemen yapıldı ama hareket yoktu. Arkasından elektro şok verildi. Yüz elli… İki yüz… Üç yüz watt… Beyza bütün bu çabalara yanıt vermiyordu. Ameliyat masasında bedeni hareketsiz yatıyordu. Birden odanın içini kutsi beyaz bir parlaklık kapladı. O an herkesin içi büyük bir huzur ve teslimiyetle dolmuştu. Başhekimin ”Bütün melekler gibi o da aslına döndü” dediği duyuldu.
(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Hikâye Atölyesi 28.12.2013)
GAİP ÂDEM
Gaip’in bu sabah her zamankinden farklı bir hali vardı. Sanki bir şeyler arar gibi dışarı çıkmış, şimdi arka sokakları dar Cihangir semtindeki evinden hızlı adımlarla Taksim’e doğru çıkıyordu. Eski Kazancı yokuşunun olduğu sokaktan yukarı doğru yürümüş ve nihayet meydana varmıştı. Bir süre etraftaki insanların koşuşturmalarını seyretti. Sonra heykelin olduğu yere doğru yürüdü. Elli yaşına gireli birkaç hafta olmuştu. Yüzü ve saçları biraz daha değişmişti. Artık o bir delikanlı değildi. Bünyesinden bir şeylerin onunla vedalaştığını hissediyor ve bu durum yorgun bedenini daha da takatsiz bırakıyordu. Yere çöküp biraz nefeslendi. Oturduğu yerden başını mavi güzelliğe doğru kaldırdı ve “Bulmak için daha zamanım var.” diye düşündü.
Birden doğruldu, aklına bir şey gelmiş gibi Beyoğlu’ndaki İstiklal Caddesine doğru yürümeye başladı. Aslında aradığının ne olduğunu tam olarak kendi de bilmiyordu ama bir şeyler aradığı kesindi. Caddenin girişinde sağ taraftaki Fransız Konsolosluğuna ait binaya şöyle bir göz attı. Daha önce Fransa’ya gitmek için kim bilir buraya kaç defa gelmişti. Sonunda Fransa’ya gitmiş ve Paris’e yerleşmişti. Avrupa’nın konusunda en büyük ekolü olan Sourborn Üniversitesinde felsefe eğitimi almıştı. Zaman zaman Şanzelize’ye çıkmak ve oradaki sokak kafelerinden biri olan Kâffe de Paris’te o leziz Fransız kahvesinden içmek hoşuna giderdi. Hele kaldırımdaki sokak satıcılarını dolaşıp kitap almaya bayılırdı. Paris’in atmosferi onu hep bir başka türlü etkilerdi. Şanzelize’de gururla dolaşırken kendini tam bir Fransız gibi hissederdi.
Türkiye’ye döndükten sonra Avrupa kültürünü çok iyi bilmesi sayesinde İstanbul’daki elit çevreler tarafından hemen kabul görmüştü. O zamanlar Beyoğlu’na kadınlı erkekli arkadaş gurubuyla gelir, Madam Bovari’de oturup leziz Fransız mutfağı eşliğinde Avrupa’dan ve arada bir fakir Türkiye’den konuşurlardı. Bu konuşmalarda kendini Avrupalı olarak görür ve zavallı Türkler için de gerçekten üzülürdü.
Şimdi Beyoğlu’nda yürürken aklından bunlar geçiyordu. O artık yirmili yaşlardaki insan değildi. O zamandan bu yana belki çok fikir değiştirmişti ama Türkler konusundaki kanaati hiç değişmemişti. Biraz daha yürüdü şimdi bir kitap evinin önündeydi. İçeri girdi ve yeni basılmış kitaplara bakmaya başladı. Türk yazarlarının olduğu bölüme geldi Göz gezdirirken bir kitap dikkatini çekti. Adı “Kayıp İnsan”dı. Yazarı Ahmet Turğut’tu. Bu ismi daha önce hiç duymamıştı ama nedense kitaba karşı bir alaka hissetti. Satın aldı ve mağazadan ayrıldı. Yürürken karşılaştığı sokak satıcısından bir simit aldı. Türkiye’de yabancılaşmadığı tek şey simitti. Onu çocukluğundan kalma bir hatıra gibi hep içinde saklıyor, her gördüğünde büyük bir hasretle ona sarılıyordu. Şimdi Türk kültürüyle ilgili her şeye yabancılaşmış olan bu adam simide karşı koyamamıştı. Çünkü Türkiye’deki bazı şeylerin Avrupa’da karşılığı yoktu. Hele bir simidin sıcaklığını Avrupa’nın hiçbir yemeği veremezdi. Bunu çok iyi biliyor ama kendini bu ülkede bir yabancı gibi hissediyor, insanları anlamakta zorluk çekiyordu.
Bir de isminden oldum olası hiç haz etmezdi. İsmi Gaip Âdem’di. Adını sevmezdi. Bir gün olsun merak edip anlamına da bakmamıştı.
Yine arkadaşlarıyla Beyoğlu’na geldiği günleri düşündü. Zaman içerisinde hepsiyle çeşitli sebeplerden dolayı yolları uzak düşmüş, kendine itiraf edemese de aslında bu elit gurubuyla da çok iyi anlaşamamıştı. Şimdi İstanbul’un göbeğinde Beyoğlu’nda yalnız başına dolaşıyordu. Her zamanki gibi bir kafeye girmiş. Köşedeki bir masaya ilişmişti. Elindeki torbadan “Kayıp İnsan” adlı kitabı çıkarmış ve okumaya başlamıştı. Kitap ilginç bir şekilde kendisini içine çekiyor, okudukça romandaki karakteri kendine benzetiyor ve birçok ortak nokta bularak şaşırıyordu. Romandaki karakter gibi o da bu ülkede kendini köklerinden koparılmış bir yaban otu gibi görüyordu. Ne kadar çabalasa da insanlarla konuşamıyordu. Sebebini tam olarak kestiremediği bir şekilde itildiğini, yaklaşmaya çalıştıkça daha çok uzaklaştığını fark ediyordu. Ani bir hareketle başını kaldırdı ve insanlara baktı. Herkes kendi günlük telaşı içinde birbirleriyle bir şeyler konuşuyor ama kimse onun varlığını fark etmiyordu. Sanki o yokmuş gibi davranıyorlardı veya kendisi öyle hissediyordu. İçinden, ne tuhaf sanki ben bu köşede kaybolmuşum da kimse beni görmüyor” diye düşündü.
Biraz daha kitabı okuduktan sonra torbasına koydu ve oradan ayrıldı. Canı çok sıkılmıştı. Evine geri dönmeye karar verdi. Gaip Âdem, ne olduğunu bilmeden aradığı şeyi şimdi eskiden beri geldiği İstiklal Caddesinde de bulamamıştı. Bu kadar yürüyüşten sonra iyice yorulduğunu fark etti. Şimdi daha yavaş adımlarla Cihangir’in kıvrıla kıvrıla giden dar sokaklarından birinde olan evine doğru yol alıyordu. Evinin önüne geldiğinde biraz soluklandı. Merdivenler gözünde büyüyordu. Son bir gayretle hepsini teker teker çıktı. Nihayet en üst kattaki dairesine gelmişti. Kapıyı açtı ve içeri girdi. Ayakkabılarını çıkardıktan sonra salondaki televizyonu açtı. Kayda değer bir şey yoktu. “Ne yapmalı” diye düşünürken birden kendisine babasının neden bu ismi verdiğini sordu. Hayatında bu zamana kadar hiç yapmadığı bir şey yapmaya karar verdi. Yerinden doğruldu, kütüphanesinin olduğu odaya geçti ve satın aldığı kitabı çalışma masasının üzerine bıraktı. Eline Osmanlıca-Türkçe bir sözlük aldı. İsminin manasına baktı. Gaip, kayıp; Âdem ise insan demekti. Gözü az önce koyduğu “Kayıp İnsan” adlı kitaba takıldı. O an gözlerinden iki damla yaş süzüldü. Bütün insanlar gibi o da kayıp doğmuştu. Aradığı kendisinden başkası değildi.
(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Hikâye Atölyesi, 17.01.2014)
Azize KAYA
1979 yılında Sivas’ta doğdu. İlk orta ve lise öğrenimimi burada tamamladı. 1997 yılında Ankara’ya yerleşti. Evli ve iki çocuk annesidir.
Yazma serüveninin temelleri Rumeli göçmeni olan ailesinin hikâye ve masallarıyla atıldı. Sözlü edebiyatın güzel örneklerini babaannesinden dinledi. Her duruma uygun tekerlemeleri, manileriyle ve Kaf dağının ardındaki peri kızlarını anlatan masalları; çocuk yaşta değerlere farklı pencerelerden bakma fırsatını verdi. Edebiyatın zarif ve masum yanını büyüklerinin sayfalarca uzayan sevda mektuplarından öğrendi.
Her sohbetin edebiyata açılan bir kapısı vardı. Anadolu ve Rumeli kültürlerinin birlikte oluşturduğu ahenk her ne kadar yazıya aktarılmasa da çocuk ve ilk gençlik yıllarında Azize Kaya’yı edebiyata hazırlayan en önemli etken oldu.
Yıllarca hatıralarında ve günlüklerinde kalan yazma sevdası, 2012 yılında Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisiyle tanışması ile yeniden canlandı. İki yıl boyunca devam ettiği yazarlık atölyesinde Ali Akbaş Hocadan şiir, Osman Çeviksoy ve Ataman Kalebozan Hocalardan hikâye ve Hüseyin Özbay Hocadan deneme dersleri aldı.
Atölye çalışmaları yürütülen bu akademide yazdığı eserlerden bazıları Kardeş Kalemler ve Kurgan Edebiyat dergilerinde yayınlandı. Ayrıca belirli dönemlerde düzenlenen programlarla hikâye ve denemeleri okuyucuyla buluşturulup onların beğenilerine sunuldu.
Akademide geçen ilk yılın meyveleri “Kardeş Sesler 2013” adlı kitapta yayınlandı.
SERÇE
Bir süre perdenin arkasından süzülen güneş ışıklarının, kızının suratına çizdiği yaprak motiflerini izledi. Ne kadar masum ve çaresiz diye düşündü. Bir yıldır aktıkça çoğalan gözyaşlarını bu defa tuttu. Elleriyle yüzünü sıvazlayıp derin bir nefes aldıktan sonra her gün aynı umutla açtığı perdeye uzandı. Bahar mevsiminin ayrı bir güzellik kattığı çınar ağacının dalları cama kadar ulaşmıştı. Yıllardır aynı evde yaşamalarına rağmen; bu güzelliği hasta kızının yatağını cama yasladıklarında fark etmişti. Yazık, ne kadar çok şey kaçırmışım diye hayıflandı. Pişmanlık duygusunun içini ne kadar sızlattığını düşündü.
Son zamanlarda hep yaptığı gibi eşini işe uğurladı. Adam sokağı dönüp gözden kayboluncaya kadar pencereden baktı. Yıllardır unuttuğu aşk yeniden canlanmıştı içinde. Uyuyan kızını rahatsız etmemek için serum şişelerini yavaşça kaldırdı. İlaçlarını ayarladı. Eşinin yeni aldığı hikâye kitaplarını kızına okumak için sabırsızlanıyordu. Üzerinde küçük bir serçe resmi bulunan ve eve dönüş hikâyesini anlatan kitaba uzun uzun baktı. Kızına küçükken de kitap okumayı çok isterdi ama o kadar çok işi olurdu ki buna bir türlü fırsat bulamazdı. Hep ertesi gün için verilen sözlere itimadı kalmayan kız, bir süre sonra ısrarından vazgeçip kitapların sadece resimlerine bakar olmuştu.
Ayşen’in odasındaki kanepeye serdiği yatağı topladı. Kırlentleri yerleştirdi. O talihsiz günden beri eşiyle birlikte bu küçük ve rahatsız kanepede yatıyorlardı. Markası ve kalitesi için günlerce araştırdıktan sonra aldıkları konforlu yatak, odada üzeri örtülü duruyordu. Rahat bir uykuyu hiçbir şeye değişmediği günleri düşündü. Oysa şimdi kafasını nereye koysa orda uyuyabilecek haldeydi. Yine de bu yer hep kızının başucu oluyordu.
O acı günü hatırladıkça pişmanlığı artıyor ve kendini bir türlü affedemiyordu. Yine bu duygularla başladığı günlerden birine uyanmıştı. Belki de on altı yıldır, evinde bu son bir yılda geçirdiği zaman kadar vakit geçirmemişti. İş hayatı, arkadaşlar, toplantılar, sergiler, alış verişler… Dışarıda olması için o kadar çok neden vardı ki… Hafta sonları dahi mutlaka bir programı olurdu. Bu yüzden küçükken kızlarının bakıcısıyla hafta sonları da dâhil anlaşmışlardı. Yıllar hızla geçmişti. Artık evi pansiyon gibi kullanan üç kişiydiler. Evde olduklarında bile ayrı odalarda yaşıyorlardı. En çok da bunun için üzülüyor; ona daha fazla vakit ayırabilseydim tüm bunlara engel olabilirdim diye düşünüyordu.
Evde çok vakit geçirmiyorlardı ama yine de bu durum oldukça gösterişli eşyalarla döşenmiş bir dairede yaşama isteklerinden vazgeçirememişti onları. İtinayla ve bir hayli çabayla oluşturdukları ihtişamlı ev artık hiçbir şey ifade etmiyordu. Bulunduğu odaya şöyle bir baktı. Ayşen’in özel yatağı, başucundaki komedin, kanepe, televizyon ve kitaplık… Aslında yaşamak için ne kadar da az şeye ihtiyaç var diye düşündü.
Hayatının bu kadar hızlı değişmesine inanamıyordu. Yirmi yıllık bir iş hayatının ardından tam da her şeyin en iyi gittiğini düşündüğü bir zamanda nasıl da bir kalemde silivermişti bütün o yılları. İyi bir kariyer uğruna senelik izinlerini bile kullanmaktan imtina eden Leyla şimdi işi bırakmış ve kızının yanından ayrılamayan fedakâr bir anne oluvermişti. Bütün bu yaptıkları vicdanının rahatlamasına yetmiyordu.
Öğlen olmak üzereydi, vakit gelmişti. Hemen eşini aradı. O ise çoktan yola çıkmıştı. Ayşen tam bu saatlerde uyanıyordu. Adam yıllardır öğlen yemeklerini işyerinde yemesine rağmen artık eve geliyor Ayşen’in kahvaltısını elleriyle yaptırıyor ve yeniden işine dönüyordu. Bir saatlik öğlen tatilinin yarısı yolda geçse de buna hiç aldırmıyordu. Leyla kızın kahvaltısının yanında biri için daha yemek hazırlıyordu. Küçük tabağa suyla yumuşatılmış ekmek kırıntılarını koyup pencereyi açtı. Tabağı mermer küpeşteye yerleştirdi. Yanına bir de su kabı bıraktı. Kapı çalındı eşini dudağında küçük bir gülümsemeyle karşıladı.
İkisi de biliyordu o acı günün yıl dönümü olduğunu yine de tek kelime etmediler. Gencecik kızlarını banyoda elinde bir şırınga ve koluna bağlanmış lastikle baygın halde buldukları o günü asla unutamamışlardı. Aylar süren koma hali, hastane kapısındaki çaresizlikleri… İkisi de Ayşen’in gözlerini açtığı anda o zor günlerin bittiğini sanmıştı. Oysa gerçek kısa zamanda anlaşıldı. Beyni büyük bir hasar alan yavruları koca bir bebekten farksızdı. Nasıl bu hale geldiklerini ve neden fark edemediklerini düşündüler günlerce. Yapmak zorunda oldukları, erteleyemedikleri çok şey vardı ve tüm bunlar kızlarının içine düştüğü buhranı görememelerine sebep olmuştu. Ve şimdi hayat en acı dersini veriyordu.
Aylar sonra eve getirdikleri evlatlarına yeniden konuşmayı ve yürümeyi öğretmeye çalışıyorlardı. Elleriyle besliyor hikâye kitapları okuyor ve onunla birlikte yeniden hayatı yakalamaya uğraşıyorlardı. Günlerce sabırla bir tepki versin diye beklediler. Bir gün kızın camdaki serçeyi fark ettiğini anladılar. Ayşen cama bakıp tıpkı bir melek gibi gülümsüyordu. O gün bu gündür evlerinin en kıymetli misafiriydi minik serçe. Onun yemekleri de itinayla hazırlanır ve gelmesi beklenirdi. Serçe ise ne kadar mühim bir görevi olduğundan habersiz mermere konulmuş ekmek ve suyu bitirip kendini çınar ağacının kuytu kollarına bırakırdı.
Adam karma karışık düşüncelerle içeri girdiğinde Ayşen gözlerini açmıştı. Kızının alnına kocaman bir öpücük kondurdu, saçlarını eliyle düzeltti. Kadın kahvaltı tepsisiyle içeri girdiğinde penceredeki küçük misafir de gelmişti. Serçe başını suya daldırıp çıkarıyor ve arada bir içeriden kendisini seyredenlere selam verircesine küçük gagasını cama vuruyordu. Kız birden heyecanlandı ve bir takım sesler çıkarmaya başladı. Annesi ve babası bir umut ağzından çıkabilecek tek bir kelime için elleri yüreklerinde bekliyorlardı. Kadın yıllar öncesini hatırladı. Ayşen daha altı aylıkken ilk defa konuşmuş ve baba demişti. Bir taraftan ilk kelimesini duyduğu için mutlu olmuş diğer yandan da neden anne demedi diye üzülmüştü. Evde günlerce tartışma konusu olmuştu bu ilk kelime. Oysa şimdi konuşsun da ne söylerse söylesindi.
Kız dilini ağzında döndürüyor ve konuşmak için zorluyordu kendini. Serçe ise kanatlarını olabildiğince açmış uçmaya hazırlanıyordu. Tam havalanmıştı ki Ayşen boğuk bir ses çıkardı. Kadın ve adam o an hayatlarının en özel kelimesini duyduklarını düşündüler. Ayşen masum bir bebek edasıyla kurmuştu tek kelimelik cümlesini.
“Serçe”
(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Hikâye Atölyesi, 05.01.2014)
BEN
Ben susarım konuşmak yerine
Susanları duyarım konuşanlara inat
Kelimeler silinirken kâğıdımdan
Ben manayla uçarım kanat kanat
Ben rüyayım ayık görülen
Hatırlanmaz ve silinmez
Bir şuayım efsunlu gecede
Benden öteye yol bulunmaz
Ben sahrayım uçsuz bucaksız
Göğsüm çileli çiçeksiz ve ıssız
Acıyla ıstırap biter bahçemde
Bir ömür vuslata şafaksız
Ben ölümüm son olmayan sonsuz
Katranım siyah ve zamansız
Yollar tükendiğinde açılan pencereler
Bir gök gösterir ki sehersiz tansız
Ben garip ve umarsız bir aşkım
Bir çağlayandan daha taşkın
Pusuda kalmış bataklık serçesinin
Tutsak bakışları kadar şaşkın
(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Şiir Atölyesi, 2013)
AŞKI ANLAT
Aşkı anlat bana anne
Al başımı göğsüne ve sıkıca sar
Neden aşk bu kadar can yakar
Neden uçurumla eş değerdir yar
Ağlamadan kurudu gözyaşlarım
Azdı yaram yine kanar sızlarım
Uçup giden yıllara inat
Mercandan yapılmış aşkları anlat
Bana vefayı anlat anne
Yar uğruna çekilen cefayı
Vefasızın sürdüğü sefayı
Bana yok olan sevdayı anlat anne
Anlat ki bir daha inanamayayım
Anlat ki bir gülen göze kanmayayım
Yine de çok yakma canımı
Aşkı yok oluş sanmayayım
(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Şiir Atölyesi, 2013)
ÇOBAN ÇEŞMESİ’NE NAZİRE
Aşığa set olan dumanlı dağlar,
Figanım duyar mı çoban çeşmesi.
Irmaklar tutuşur, semalar ağlar
Bahardır yaprağa çoban çeşmesi.
Gönül gözü ile yâri görünce,
Şirin mihrap oldu dua boyunca
Ferhat safa ile aşka varınca
Divan dur şafağa çoban çeşmesi.
Derdimin dermanı sendedir derdi,
Göğsüne taş atsan yâre değerdi,
Yolcuya su diye soğuk mey verdi,
Mahzendir aşığa çoban çeşmesi.
Menzile varmayan yolu gören bu,
Ah ile Kereme odu veren bu,
Aşığın içinde yara bere bu,
Merhem ol yüreğe çoban çeşmesi.
Leyla duvağına güller takar da,
Yâri mecnun olmuş gezer sahrada,
Sineyi soğutmaz, ufku yakarda
Yağmur ol afaka çoban çeşmesi.
Şair şiirini aşkına bağlar,
Sevdayı azıcık cemale yeğler,
Değişse de zaman değişse çağlar
Damladır dudağa çoban çeşmesi.
(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Şiir Atölyesi, 2013)
Bünyamin ZİLE
1963 yılında Kazan ilçesi Sancar Köyü’nde doğdu. İlkokulu doğduğu köyde okudu. Ortaokul ve liseyi Kazan’da okudu. Ankara üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni bitirdi. İçişleri Bakanlığı’nda APK ve İl Planlama Uzmanı olarak çalıştı. Şu an Kazan Belediyesi’nde çalışmaktadır.
Yazıları çeşitli dergi ve internet sitelerinde yayınlanmıştır.
Evli ve iki çocuk babasıdır.
HİKÂYE:
Geçmişten Gelen Hüzün
DENEME:
Budapeşte Seyahati
GEÇMİŞTEN GELEN HÜZÜN
Akşam yemeğimi yemiş, televizyonun karşısına geçmiş, haberleri izliyordum. “Baba bu kitabın içerisinden çiğdem kurusu çıktı” diyen kızımın sesiyle irkildim. Otuz yıl geriye gittim bir an. Güneşli bir Mart gününe;
Hayatımın baharını yaşadığım o yıllarda; yaptığım hataları affettirmek için üç beş günlük ömrü olan Çiğdem çiçeğinden medet ummuştum. Nasıl da heyecanla kırlara çıkmıştım. Baharda kanı kaynayan azgın bir at gibi sağa sola koşarak nasılda hızla toplamıştım çiğdemleri. Avazım çıktığı kadar bağıra bağıra sevda türküleri söylemiştim. Nefes alıp dinlenmem için bir çeşme başına oturmuş, hayalimde; dizime yatırdığım sevgilimin saçlarını parmaklarımla taramıştım. Sonra bana bakıp tatlı tatlı gülümserken çiğdem çiçeklerinden yaptığım tacı takmıştım alnına, Yeşil, Mor, Sarı, Siyah Beyaz, Mavi ne güzelde uyum sağlamıştı kırlarda.
Fakülteye başladığımız ilk günlerde tanımıştım onu. Alnına taktığı bir taçla omuzlarına dökülen siyah saçlarının yüzünü kapatmasını önleyerek, bütün güzelliğinin gün ışığına çıkmasını sağlardı. Bir de sürekli gülerdi. Gülmeleri çekmişti dikkatimi ilk olarak, sonra sade giyinişi, abartısız makyajı, yüzünden okunan saflığı onu diğerlerinden ayırıyordu. İlk dersten beri, hep önümdeki sırada otururdu. Bense onu izlerdim. Hiçbir hareketini kaçırmazdım. Derste çok güzel notlar tutardı. Tuttuğu notları istememle başlamıştı ilk konuşmamız. Sonra kütüphanede ders çalışmalar. Kızılay’da gezmeler, Sakarya’daki barlarda küçük kaçamaklar. Menekşe’de sinema günleri…
Adı konulmamış arkadaşlığımız vardı, ikimiz de yüreğimizde bir şeylerin olduğunu hissediyorduk. Bunlar sözlere dökülmüyordu belki ama gönülden kopan duyguları gözlerimiz anında birbirine yetiştiriyor, gerçeği haykırıyorlardı.
Bir gün öğle yemeğine davet etmişti beni. Nedendir bilinmez içimden hayır demek gelmişti. “Ben aç değilim, iştahım yok, sen git istersen” dedim. Aradan geçen çok kısa bir süre sonra lokantaya gittiğimde tam karşımdaki masada oturmuş bana bakıyordu. Utandım. Bir şey söyleyemedim. Sonraki günlerde onu her gördüğümde görmezden gelmeye başladım. Kaçtım ondan uzun süre.
Kaçışıma bir anlam veremiyor, konuşmak için her çareye başvuruyordu. Ama nafile kutuplardaki bir buz kütlesi olup çıkmıştım. Beni görünce gözleri buğulanıyordu bazen. Bazense yüzünde yaz gülleri açıyordu ama nafile. Konuşmak için yanıma gelen arkadaşlarına da yüz vermiyordum. Zamanla uzaklaşmaya başlamıştı benden…
Sevmekten ve aşık olmaktan korkmuştum! Nasıl severdim! Okuluma devam edebilmek için akşamları simit satıyordum. Cumartesi, Pazar ise pazarcılık yaparak okuyordum. O şehrin en lüks semtinde tiyatro, bale ve operalarla büyümüştü. Bense elinde değnek kuzu çobanlığı yapmıştım. O bakımlı bahçelerde bülbül sesleri arasında büyümüştü. Naif bir ruhu vardı. Bense atmacaların serçeleri yakalamasını seyretmekten zevk alırdım. Hatta bazen sapanımla serçe, güvercin vurduğum bile olurdu. Zor doğa koşulları ruhumu da kabalaştırmış, katılaştırmıştı. Naiflik ne gezerdi bende. Nasıl anlaşabilirdi ki dağların dikeni, bağların gülüyle. En iyisi kaçmaktı. Ben de kaçıyordum. Kendimden kaçıyordum aslında. Okulu bitirmem lazımdı. Ya ona kapılırsam, ya bitiremezsem okulu. Acı ve ıstıraplı günlerdi o günler. Bazen kendimle çelişip okulun içerisinde seni seviyorum diye bağırmak, haykırmak istiyordum. Onu göremediğim anlar kendimden geçiyordum. Her şey anlamını yitiriyordu. Sonra kendi gerçeğimle yüz yüze gelip susuyordum. Zor günlerdi o günler…
Bahar; kendini göstermeye başladığı mart ayında bütün canlılar gibi insanın kanına da bir iksir aşılıyor olmalıydı. Aramızdaki bütün farklar gitmiş, uçurumlar düz ova olmuştu benim için. Ona olan aşkım her geçen gün daha da artıyordu. Kahvaltıda çorbam, Ders çalışırken kitabım, gezerken gölgem, uyurken rüyam, Tanrıya yakarırken duam oluvermişti. Yok yok onsuz yapamazdım. Artık ona söylemeliydim sevdiğimi.
Kır çiçeklerine düşkünlüğünü biliyordum. Çiğdeme ayrı bir sevgisi vardı. En iyisi sevgimi bu kır çiçeği ile ifade etmeliydim. İçerisine duygularımı da katarak, beyaz mor ve sarı çiğdemden oluşan bir buket hazırlamıştım.
Ertesi günü büyük bir neşe içerisinde okula gittim. Bütün gün gözlerim onu aradı ama göremedim. Son derse gelmişti. “Oh be onu derste görmek ne büyük mutluluktu!” Ders çıkışında hemen ardından koştum. Bir de ne göreyim? En yakın arkadaşımın kolundaydı!
Beni otuz yıl öncesinden tekrar evime döndüren, yüzündeki anlamlı tebessümle “Daldın yine kerata” diyen kızımın sesiydi.
(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Hikâye Atölyesi, 31.03.2014)
BUDAPEŞTE SEYAHATİ
Uçağımız Budapeşte hava alına inerken tatlı bir heyecan vardı bende. Budapeşte’ye ilk defa geliyordum. Methini çok duymuştum, bu şehrin. Bakalım beni memnun edecek mi? Aynı zamanda tatlı bir telaş ve merak içinde olduğumu da söylemeliyim.
Ahmet Haşim’in Fransa’ya seyahati öncesinde duyduğu pişmanlığı duymuyordum doğrusu “Aslında gidilecek yeri önceden belli, görülecek şeyleri herkesçe bilinen, çiğnenmiş öz suyu alınmış, posa haline gelmiş bu Avrupa seyahatine niye çıktığımı, vapur Galata rıhtımından hareket ederken bile bilmiyordum. Durup dururken sevgili adetlerimden, kitaplarımdan, dostlarımdan, yatağımdan, geceliğimden, terliklerimden, ayrılıp bir deniz seferinin zoraki tanışmalarına, alışılmamış yemeklerine, iç sıkıntılarına, rahatsızlıklarına, endişelerine, bile bile kendini katlandırmak… İstanbul’un bu altın rengindeki tatlı sonbahar sabahında, Lotüs vapuru rıhtımdan ayrılırken içim sebepsiz bir seyahatin pişmanlığıyla şiddetle dargın ve gergindi.”diyordu Haşim. Bense Haşim’in aksine mutlu ve heyecanlıydım. Çocukluğumda büyüklerimden dinlediğim o efsane şehirde bulunmak beni ziyadesiyle mutlu ediyordu.
Az mı dinlemiştim Tuna Türkülerini dedemden;
“Tuna nehri akmam diyor
Kenarımı yıkmam diyor
Ünü büyük Osman Paşa
Pilevne’den çıkmam diyor
Düşman Tuna’yı atladı
Karakolları yokladı
…”
Dilimden bu türkü hiç düşmüyor.
Kralı kim bilmem ama işte Tuna’nın kraliçesi Budapeşte’deyim. Hava alanından şehre varıp otelimize yerleştiğimizde rehberimiz küçük bir şehir turu önerdi. Şehirde ilk gözüme ilişen Arnavut kaldırımlarıydı. Budapeşte’ye ayrı bir hava katmıştı. Şehrin temizliği dikkate değer ayrı bir özelliğiydi. Ya mimarisi büyülemişti beni.
Dünyanın neresinde güzel mimarisi olan bina varsa bu şehirde tıpkısı yapılmıştı, şehrin dokusu bozulmadan. Bu güzellik karşısında gördüğüm bütün binaların resmini çekmeye başlamıştım. Çekiyorum, çekiyorum, bir daha çekiyorum ama bitmiyor ki.
Kim bilir Mavi Tuna ne kadar güzeldi! Aklımda hep o vardı. Hösök Fala (Kahramanlar Duvarı), Hösök Ter (Kahramanlar Meydanı), Rahip Gelert Tepesi her biri ayrı bir güzellikti. Tarihlerini genç nesillere ne güzelde anlatmışlardı görsel olarak kahramanlar meydanında. En başta Gabriyel (Cebrail) baş melek, sonra muhteşem atların sırtında Arpad Hanedanı, yanlarında Macar soylular, arkasındaki revaklarda Macar kahramanlarının heykelleri ve kahramanlıklarını gösteren figürler. Okumadan tarih öğrenmenin bir başka yolu…
İşte Tuna’nın üstündeyim. Zincirli köprüden geçiyorum. Akayım mı, akmayayım mı? Hani sevgilisine randevu verip randevu yerine gitmeye nazlanan genç kız gibi tıpkı! Boşuna “Nazlı Tuna” dememişler diye geçiriyorum içimden. Ne kadarda çok köprü var burada. Zincirli köprüyle altı tane saydım ben. Ve Tuna’nın ortasında Margaret Adası…
Budapeşte’nin yüksek tepesi olan Gelert Tepesine geldik işte! Macarları, Şaman iken Hıristiyan yapan rahip Gelert. Macar şamanlar kendilerine yeni bir din öğrettiğini anlayınca çivili fıçının içerisine koyup bu tepeden Tuna’ya yuvarladıkları rahip. Bu tepe bütün güzelliğiyle görünüyor Budapeşte. Ortasında maviliğiyle gökyüzünü kıskandıran Tuna nehri, Sn İstvan Bazilikası, meclis binası bütün ihtişamı ve mimari güzellikleriyle karşımda. Bu şehirde büyülü bir Balıkçı tabyasından bir başka görünüyor şehir. Yine bütün güzelliğini sergiliyor. Orta Asya’daki Türkmen çadırlarını andıran bu tabyalar bizden biri, hemen ısınıveriyor insan. Sonra Gül Baba Türbesi. Türbenin önünde Gül Baba heykeli bütün sevecenliği, insanın içince akıveren sıcaklığı ile karşılıyor ziyaretçilerini. Türk Sokağı, Mesget (Mescit) Sokağı, Türbe Sokağı da bizden izler taşıyor hala.
güzellik var. Bir ruhu var şehrin kendine özgü. İhtişamı ve güzelli
ğiyle övünüyor her dem.
İnsanları o kadar bizden geliyor ki bana, Hasan, Hüseyin, Ali, Veli, Ahmet, Mehmet diye bağırasım geliyor. Sonra İstanbul Ette-rem (Lokantası), Antalya Etterem, Simit Sarayı…
Budapeşte’yi gezdikten sonra yüreğimi bir sıkıntı basıyor. Bir hüzün çöküyor üzerime. Ankara’m, Ankara’m, güzel Ankara’m bir mimari cenneti olan Budapeşte’nin güzelliği yanında çok sönük kalıveriyor gözlerimde. Ne olur diyorum bu güzel binaların onda biri de benim Ankara’mda olsaydı. Medeniyetlerin Başkenti İstanbul’um geliyor gözlerimin önüne. Kim bilir diyorum, kim bilir kaç tane böylesine güzel mimari eseri katletmişiz şimdiye kadar. Rantlar uğruna, çıkar uğruna… Sen hala güzelsin İstanbul’um ama eriyen, rengi solan, benzi süzülen bir güzelliğin var.
Yaşadığım ve gördüğüm güzellikler karşısında mest oluyorum. Ülkemizde kaybettiklerimizi düşününce eriyorum, rengim soluyor, benzim süzülüyor tıpkı İstanbul’um gibi.
(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi, Deneme Atölyesi,2014)
Büşra DEMİR
1983 yılının Mart ayında Ankara’da doğdu. İlköğretim ve lise yıllarını TED Ankara Koleji’nde tamamladıktan sonra Başkent Üniversitesi’nde sağlık kurumları işletmeciliği okudu. Mezuniyetin ardından sağlık hizmetleri sektöründe çalıştı. 2011 yılında yine sağlık alanında öğrenim hayatına geri dönerek yüksek lisansa başladı. Halen Hacettepe Üniversitesi’nde doktora eğitimine devam etmektedir.
Evli ve anne adayı olan Büşra Demir, 2012 yılında Avrasya Yazarlar Birliği’nin atölyelerine katılmış, Kardeş Kalemler ve Kurgan Edebiyat Dergilerinde hikâye ve denemeleri yayımlanmıştır.
HİKÂYE:
İşaret
DENEME:
Alışkanlıklara Kelepçelenmek
Mazinin Kapısı
Kıyıya Vuran Yalnızlık
Biraz Cesaret
Paralel Yaşamlarım
İŞARET
Dişçi koltuğunda oturmuş geleceğimi düşünüyordum. Seçim yapmaktan o zamanlar da nefret ederdim. O yolun sonu mu parlak, bu yolun mu? Orada mı şansımı denemeli burada mı? Sonra da her defasında seçmediğim tarafı tercih etsem nasıl olurdu diye aklımı kemirip duran düşünceler…
Aslında Gizli Sandık dergisinin ekibinde yer almak okuldayken en büyük hayalimdi. Hatta sırf benim değil, birçok arkadaşın da öyleydi. Stajyer olarak başlayacaktım, üsttekilerden birkaçıyla aramı sıkı tutup dikkatlerini çekecektim, beni işe alacaklardı, editör olacaktım falan filan… Belki beni fark ederler diye daha ayın başında yeni sayılarını alıp binalarının yanındaki kafede az oturmadım. E postayla yazılarına yorumlar gönderdim, katıldıkları bazı seminerlere gidip en yakınlarına oturdum, sektörü çok iyi biliyor havalarında sohbetlerine katılmaya çalıştım, dikkatlerini çekemedim. Defalarca özgeçmişimi yollamış olmamdan bahsetmiyorum bile.
Şanslı biri sayılmam. Yirmili yaşların başında Gizli Sandık bir türlü oltama gelmeyince ben de artık başka yerlerde işe başlamam gerektiğine karar verdim. İtildim, kakıldım, aylarca çömez muamelesi gördüm, müdürlerimin kişisel işlerini ve her türlü ayak işlerini ben yaptım. Yine de kimseye yaranamadım. Erkek olmak da kolay değil tabi. Hem gururunu ezdirmeyeceksin, hem terfi edeceğim diye ilgili kişilere yaranacaksın, nasıl baş edeceğimi bilemedim. Bir de hepsinin yanında Aysel vardı. Ela gözlü, afet-i devran Aysel. O dönemlerde azıcık talihim açık olsaydı bir ihtimal vardı bence. Birkaç kere bana baktığını görmüştüm ama çulsuz, çaylak adamı ne yapsın? Büyükler liginde oynardı o hep, müdürlerle yemeğe, çay aralarına çıkardı.
Birkaç yıl böyle perişan geçti. İlk çalıştığım yerden ayrıldıktan sonra kısa süreli iki dergide daha şansımı denedim yine de kapasitemi görebilecek müdürlere denk gelemedim. Hâlbuki çok iyi fikirlerim, yazılarım vardı. Ne zaman yakın bulduğum biriyle paylaşsam kendilerine aitmiş gibi pazarladılar benden aldıklarını. Bu sayede terfi edenler bile oldu. Hepsine küstüm, ayrıldım. Gururum var sonuçta, o saatten sonra yüzlerine bakacak değildim.
Sonunda bir gün benim okuldaki elemanlardan ikisi geldi yanıma. Onlar da bunalmış el alemin yanında çalışmaktan, hiçbiri kendi prensiplerine uygun değilmiş. Düşünüp taşınmışlar, yeni bir dergi çıkarmaya karar vermişler. Sen de katıl bize dediler. Katılmaz mıyım? Çektiğim tüm eziyetlerin bir anlamı varmış demek ki diye düşündüğümü hatırlıyorum. O zamanlar her şeyi kadere yormak gibi bir huyum vardı. Çömezlikte öğrendiğim bütün o ıvır zıvır işler artık bana lazım olacaktı. Hemen çalışmalara başladık. Azim, hırs, idealler ne ararsan bizde. Aysel hala aklımda tabi, gözünde saygınlığım artacak diye kendimle övünüyorum.
Tam o dönemde yollar ikiye ayrılıverdi. Kendimize ait bir dergi için heveslenmişim, hayatımı ona odaklamışım, mutluyum derken bir telefon; “İyi günler, Gizli Sandık dergisinden arıyoruz. İş başvurusunda bulunmuşsunuz. Hala düşünüyorsanız Salı günü sabah onda görüşmeye çağırıyoruz.” Keşke telefonum bozuk olsaydı diye düşünmüştüm. Karşılarına dikilip, ‘Siz benimle dalga mı geçiyorsunuz? Yıllardır durdunuz da şimdi mi aklınıza geldi?’ diye haykırmak istemiştim. Nafile tabi, hiçbirini yapamadım. Arkadaşlara haber vermeden görüşmeye gittim. Okuldaki başarımı, deneyimimi beğendiler, beni denemek istediklerini söylediler. Ben böyle zamanlamanın…
Günlerce kararsızlıktan deliye döndüm o dönem. Baktım kendim baş edemiyorum, kadere bıraktım seçimi. Tabi akılsızlık diz boyu, kader diye geleceğini dişçinin ellerine bırakırsan kendini bugün benim olduğum yerde bulursun. Ne bekliyordum ki?
Teklifi mi kabul etsem, yeni çıkacak bir derginin kurucularından mı olsam diye düşündüğüm o günlerde bir diş ağrısı girdi hayatıma. Ağrı kesiciler fayda etmiyor, kalktım bizim ailenin eski dişçisine gittim. İyice ihtiyarlamış Mahmut Abi. İşini iyi yapabilir mi diye endişelensem de ayıp olur diye geri dönemedim, oturdum koltuğuna. Açtım ağzımı bir karış, neredeyse iki elini birden içeriye soktu. Bir sağdan baktı, bir soldan. Ayna tuttu, ışığı yaklaştırdı, sonunda çürük dedi. Dolgu yapacakmış, yap dedim. Gözlerimi kapadım, yine hangi yolu seçmeliyim sorusuna takıldım. ‘Bir işaret alsam, bir şey olsa da doğru olanı anlasam’ diye düşünmeye başladım. Gizli Sandık’ı yıllarca beklemiştim, tam böyle bir anda aramaları bir işaret olabilir miydi? Bunca zaman sağda solda sürünmüş olmam orası için bir altyapı çalışması mıydı? Evet, öyle olmalıydı. İşaret çoktan gelmişti de görememiştim diye düşündüm. Derken bir acı ansızın düşüncelerimi böldü. Mahmut Abi sanki sinirlerimi delip geçmişti, uyuşturmaya gerek görmemişti oysa derin bir çürük değil demişti. Biraz sakinleştikten sonra tekrar ağzımı açtım. O işlemine devam ederken ben geleceğime döndüm. Tam kararımı vermişken yeni bir işaret gelmişti az önce, Gizli Sandık dergisi yanlış karar olmalıydı. İçimden dua etmiştim, işaret beklemiştim ve teklifi kabul etmeyi düşünürken ‘O yanlış olan yooool’ diyen bir darbe inmişti sanki. Umutlanıverdim. Ben başkalarının yanında bir piyon değil, kendi sahalarımda bir şah olmalıydım. Son kararımı o an vermiştim. Dolgu işleminde başka acı da olmamıştı. Her şey apaçık aydınlanmıştı sanki. Geleceğin büyük yayıncılarından olacaktım.
Sonra ne mi oldu? Dolgu işlemi yapılırken acı çekmenin kaderle bir alakası olmadığını fark ettim. Kurduğumuz dergi sekiz ay sonra battı, bütün ekip açıkta kaldık. Gizli Sandık’ı arayıp tekliflerinin geçerli olup olmadığını sordum, başkasını aldık dediler. Sonradan öğrendim ki o kişi Aysel’miş. İşe girdikten sonra oradan biriyle nişanlanmış üstelik. Aşka da inanmıyorum artık.
Şimdi çulsuz, aşksız kalmış adamın tekiyim. Neyse ki sağlığım yerinde derken dün çürük olan dişimin dolgusu da düştü. Ben böyle talihin…
(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Hikâye Atölyesi, 31.03.2014)
ALIŞKANLIKLARA KELEPÇELENMEK
Alışkanlık, eskimişlik, sıradanlık, birbirine kelepçeyle bağlanmış üç kavramı çağrıştırmaz mı size de? Benim zihnimde, biri ne tarafa gitse, öteki peşinden sürüklenir. Ve hep aynı çemberin etrafında dönüp, farklı olanı aramayı unutan bir döngüdürler.
Korkutur beni alışkanlıklar. Ne zaman hayatıma giren bir yeninin beni uzun süre terk etmeyeceğini hissetsem, karanlık çökmeye başlar hayallerime. Sarılı yeşilli, morlu kırmızılı düşlerim, gözle görülmez bir ağırlıkta birbirine geçmeye başlar. Ve günün birinde tek bir renk oluverirler. Ondan ne kadar kurtulmak istesem de bilinçaltıma yayılan o miskinlik duygusu, bir hortum gibi içine çeker beni, kolay kolay kurtulamam. Bu yüzden sevmem alışmayı, fakirleştirir beni.
Peki ya alışmasaydım hayat her zaman daha mı tatlı olacaktı diye bir yanıma inat sorar diğer yanım bazen. Ayrılmaya alışmasaydım, hastalıklara alışmasaydım, ölümlere alışmasaydım… Bir hikmeti var belki de alışmanın. O, tek başına ne siyah, ne beyaz benim gözümde. Hatta bazen yola devam etmek için önüme açılan tek kapı. Ama kapıdan geçip, tekrar yürüme vakti geldiğinde… İşte o zaman alışkanlıkları bir kenara bırakma vaktidir benim için. Nasıl ki tırtıl bile kendinden vazgeçip, hiç bilmediği bir kimliğe bürünürse vakit geldiğinde, ben de kabuğumdan sıyrılıp yenilenmek isterim.
Sıradan olmak değil de nedir alışmak? Dağın tepesinde bir başımıza kalsak, alışırız soğuklara, yabani hayatla iç içe yaşamaya… Bir savaşın orta yerinde bulsak kendimizi, korkuya, açlığa, yoksulluğa alışırız. Ya da bir piyango biletiyle hayatımız değişse, yaldızlı, lüks kokan günlere alışırız. Başlangıçta farklı gelen bütün o kokuları içindeyken hissetmez olduğumuzda, bana göre tüm o yenilikler sıradanlaşmıştır. Kötü müdür sıradanlaşmak? Belki biraz kötü, biraz da iyidir. Biraz köreltir insanı, biraz da hayatla ahenkli yürümeyi getirir.
Ama bir zaman gelir ki, sıradanlığın tehlike çanlarını işitir kulaklarım. Düşünmeyi, üretmeyi, keşfetmeyi unutturduğu anda bohçayı alıp ayrılmak gerekir bence onun kucağından. Alışkanlıkları geçmişin dingin sularına akıtıp, fırtınanın, tipinin peşinden gitmek gerekir. Zihin, böylece dinç kalır. Beden, böylece zihne ayak uydurur. Merak etmeyen bir akıl, kelepçelerinden kurtulup nasıl özgürlüğüne kavuşur ki?
Yıldızım barışık değildir uyutan alışkanlıklarla. Farklı renkler, renkli hikâyeler katmak gerek hayata diye düşünürüm. Varsın bedeli alıştıklarımdan vazgeçmek olsun. Varsın bedeli bu uğurda eski alışkanlıkları mumla arayabileceğim günlere uyanmak olsun. Gizemli olanı merak etmeye devam ettikçe, onların eski bir kutuda hatıraya dönüşmesinin hiçbir sakıncası olmaz gözümde. Hatta tavan arasına koyup sakladığımız bu hatıralar, gün gelip daha değerli hale gelmez mi sizce de?
(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi, Deneme Atölyesi 23.11.2013)
MAZİNİN KAPISI
Bir kapısı olsaydı, zamanın. İçinden geçip, maziye dair yazılan kitapların satırlarına şahit olabilseydim. Hayal gücüme sığdırdığım, geçmişte kalmış yaşamlara dokunabilseydim. Yalnız yazılanlara değil, kelimelere dökülmemiş, gizli saklı anlara, duygulara da tanık olabilseydim keşke. Zaman, konuk ağırlamayı seven bir kapı olsaydı, bugün sahip olduklarımızın değerini de daha iyi bilirdik belki.
Âdem ile Havva’nın kapısını çalsaydım evvela. Cenneti onların ağızlarından duysaydım, dünyadaki yalnızlıklarını, bugünkü kalabalıklarla karşılaştırabilseydim. Sorabilseydim keşke, ilk insan olmak nasıl bir his diye. Gözlerinin rengini, yüzlerinin güzelliğini, yaşamla, yasak meyvenin pişmanlığıyla mücadelelerini izleyebilseydim. Her akılda merak uyandıran bir kapı olurdu sanırım onlarınki. Belki birçokları da zaman yolculuğuna benim gibi en başından başlamak isterdi. Bizim kitabımız yazılsa, ilk sayfa onlara ait olmaz mıydı?
İki kişilik dünyanın tılsımından çıkma vakti geldiğinde, bilinen ilk uygarlıkların diyarına doğru yola koyulurdum. Mezopotamya’nın yahut Akdeniz topraklarının kapısını çalar, bir Sümerlinin, Yunanlının veya Romalının beni içeri davet etmesini beklerdim. Bizden daha mı mutlulardı, hayattan beklentileri daha mı çoktu, bugünkü medeniyetlere inat onlar daha mı medeni idi evvel zaman içinde? Belki daha içten yaşıyorlardı, belki yaşamak için maskelere bürünmek zorunda değillerdi. Gerçekten hayal ettiğim gibi antik kentlerde izlerine rastladığımız o dev sütunların arasında, beyaz elbiseleriyle gökyüzünü izliyor, günlerini varoluş sebepleri üzerinde düşünerek mi geçiriyorlardı? Kırlarda özgürce ata binmenin keyfini çıkarıyorlardı belki ya da at sırtında olmak savaşmak demekti, korkmak demekti kim bilir?
Zamanın araladığı kapıların ardında, inanmaya ihtiyaç duyan insanlar görürdüm sanırım. Güneşe, fırtınalara, denizlerin asi dalgalarına adaklar sunan paganları, ruhların kutsallığına boyun eğmiş şamanları, mucizelerle gelen Yahudiliğin, Hristiyanlığın, Müslümanlığın en çetrefilli zamanları olan o ilk günlerinde, sevdasını terk etmeyenleri izlerdim. Bir güce inanmanın, yürekleri her dönemde cesaretlendirdiğine şahit olur muydum gerçekten? Yoksa bütün gücü kendi egosunda toplamış yüreği şişkinlere de denk gelir miydim? Gurur ve kibir, her dönemde benzer şekilde imzasını attı insanlık tarihine belki de.
En fazla savaşlara mı tanık olurdum, bilemiyorum. Belki geçmiş zamanın kapılarının ardı en çok vahşet kokuyor olurdu. Gözleri doymak bilmeyen, gönülleri bereketli topraklara aç insan topluluklarının bugünden farksız olduğu gözlerimin önüne serilseydi hayal kırıklığı duyabilirdim. Kim bilir, tarihin romantizmi yalnız filmlerde, kitaplarda kalırdı da gerçeklerin içinden keskin kılıçlar geçerdi, kanardı her sevda. Şahin Uçar, belki de bu düşüncelerle yazdı mısralarını;
Ey ikiyüzlü Zervân, şafak kanatlı zamân!
Hem gündüz, hem gecesin: yarı ateş, yarı duman
Güneşe bak, gör ki gün / hem eski, hem yeni gün
İkiyüzlüdür her ân / Janus gibidir zaman
Zamanın geleceğe açılan ön kapısının yanında, maziye açılan bir de arka kapısı olsaydı, kendimi her defasında orada mı bulurdum diye düşünüyorum. Beni kendine hayran bırakan, sakin, samimi bir ev sahibi mi olurdu yoksa ben siyah beyaz bir tablonun köşesine damlamış, aykırı bir renk mi olurdum onun içinde?
(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Deneme Atölyesi, 22.01.2014)
KIYIYA VURAN YALNIZLIK
Yalnızlık bir medcezirdir benim dünyamda. Yüreğimin mevsimi değiştikçe o da bir gider, bir gelir. Tutkunu değilim yalnızlığın lakin onun suları ruhumdan çekildiğinde boşluklar doldurmaya başlar beni. Çoraklaşırım, beslenemem, gözlerim gizliden gizliye onu arar. O uzaklara gittiğinde, bir gün tekrar döneceğini bilmek bana huzur verir.
Zaman zaman, kıyıya vuran yumuşak dalgalar gibi sokulur yanıma. Bir gün batımında, kumların ılık sularla buluştuğu bir kıyıda zamanı, mekânı unutarak yürümek gibidir. Zihnim boşalır, dakikalarım yavaşlar. Dalgaların şırıltısı gibi, yalnızlığın sessizliği de mest eder beni. Gözlerimi kapatır onu dinlerim. Onu dinlerken, kendimi dinlerim. Kalabalıklarda duyamadığım sesleri bana fısıldadığı için severim onu belki de en çok.
Yine de her zaman usulca yaklaşmaz yalnızlık. Medcezirin bir hırçınlığı yok mudur? Bazen önünde ne varsa devirip geçmek ister deli dalgalar. Yalnızlık da edepsizce gelip yerleşir zaman zaman hayatıma. Onunla yüzleşmek istemediğim vakitlerde yanıma sızar. Başına buyruk bir yanı vardır bence onun. Orhan Veli’nin, Atilla İlhan’ın mısralarına izin isteyerek mi girmiştir? O, bir yanı pirüpak öte yanı mürekkep lekeleriyle dolu bir sayfa gibi görünür gözüme.
Bir ölümün, sürgünün veya terk edilişin yanında eşlik eder de küseriz bazen ona. Yalnızlık, kapıyı çalmadan geldiği vakit hayatımızdan çalan bir hırsız gibi değil midir? Oysa onun da arkasından gelen, sessiz sedasız misafirler vardır kimi zaman. Bir yazarın yalnızlığı satırlara dökülür de ölümsüzleşir. Bir müzisyeninki notalarıyla nesillere uzanır. Evladını kaybetmiş bir anne, yetim bir kız çocuğunun hayatına ortak olur vakti geldiğinde kim bilir. Zamansız gelen yalnızlığın arkasında gizlice ışıldayan bir pırlantanın olmadığının garantisini kim verebilir?
Medcezir gibi yalnızlıklar da bir gelir, bir gider insanın hayatına bence. Ondan korkmamak, diğer yandan onu baş tacı yapmamak gerekir. Varlığında huzuru, yokluğunda yaşamayı bilmek gerekir. Ay, dünya ve güneşin dansında dalgalar nasıl ritim tutuyorsa, insan da yalnızlıkla bu ahengi yakalamalı bence. Ahenk olmaksızın tökezlemez de ne yapar adımlar? Can Yücel, mısralarında vals yapmış sanki yalnızlıkla…
Yalnızlığa dayanırım da, bir başınalığa asla,
Yaşlanmak hoş değil, duvarlara baka baka.
Bir dost göz arayışıyla,
Saat tıkırtısıyla…
Korkmam geçinip gideriz biz mutlulukla, ama
“Günün aydın, akşamın iyi olsun” diyen biri olmalı.
Bir telefon çalmalı ara sıra da olsa kulağımda.
Yoksa zor değil, hiç zor değil,
Demli çayı bardakta karıştırıp,
Bir başına yudumlamak doyasıya.
Ama “Çaya kaç şeker alırsın?”
Diye soran bir ses olmalı ya ara sıra.
Gölgesi olmayan bir sevgili gibi yalnızlık. Ne onunla, ne onsuz oluyor hayat. Gün geliyor apar topar ayrılıyor kıyılardan, gün geliyor geri dönüp yüreklerde oluşan tüm boşlukları bir avuç su berraklığında dolduruveriyor.
(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Deneme Atölyesi, 29.01.2014)
BİRAZ CESARET
Uçurumun kenarında, yapraklarının ucundan sarkan kıpkırmızı bir dağ çileği hayal ediyorum. Ağzım sulanıyor gördüğüm anda, bir çırpıda koparıp tadına bakmak istiyorum. Bir yanım ise kolumdan tutup yapma düşersin diyor, beni korkutuyor. Korku ile tutku arasında bir yerde kalıyorum. Her defasında beyaz bir sayfanın önüne geçip, parmaklarımdan dökülecek kelimeleri beklerken olduğu gibi.
Yazmanın bir yanı eşsiz bir lezzet, öte yanı dipsiz bir uçurum bana göre. Satırlar ilerledikçe o uçurumun kenarında koşmaya başlıyorum sanki ama heyecanla iç içe geçen korku sıyrılıp da gitmiyor içimden. Gerilim, yazılarımı sessizce besliyor. Bu yüzden yazarken bir deniz kenarında yumuşak kum taneleri üzerinde yürümenin huzuruna varamıyorum, zihnim hep tetikte. Uyumsuz sözcüklere takılır da düşer miyim diye başıma üşüşen her kelimeyi alıp cümlelerimin içine koyamıyorum. Uçurumun ucuna kadar ürkek adımlarla yürüyüp kıymete değer cümleleri bir bir oradan seçme gerekliliği hissediyorum.
Sahip olduğum en değerli cevher benim için yazabilmek. Onun karşısında bu kadar tedirgin olmamın sebebi de değerinden geliyor sanırım. Hani hastalıkta sağlığın, yaşlılıkta gençliğin değeri daha iyi anlaşılır ya, yazar da kelimelerini kaybederse sahip olduğu mirasın kıymetini bir kat daha fazla anlamaz mı? Yazının başına oturduğunda sözcükler aklına düşmezse paniğe kapılmaz mı? İşte böyle bir endişe benimki de.
Kimi zaman geri adım atıyoruz, korktuklarımızla karşılaştığımızda. Cesaret, korkudan fazla olmadığı zaman o dağ çileğine ulaşmak ‘Keşke’ ile başlayan cümlelerimizde kalıyor. O zaman sırt mı çevirmeli o tatlı lezzete, hep uçurum kenarından uzakta mı yürümeli? Yürekten dökülecek cevherleri görmezden gelip düz bir yolda ilerlemek, bu hayattaki varlığımıza bir ihanet sayılmaz mı?
Cesaret, başarısızlık korkusunun bir adım önünde olmalı bence. Belki korku da bir ihtiyaç. Korkmak, tehlikeli anlarda hayatta kalmanın belki de en gerekli unsuru. Ama tuvalinin önündeki ressam, enstrümanının başındaki müzisyen veya yazıyla baş başa kalmış bir yazar, korkusundan tamamen sıyrılamasa da, ilerlemek istediği yolda yürümeyi bilmeli öyle değil mi? Teraziye konulduğunda kendini gerçekleştirme arzusu, yazma korkusundan daha ağır gelmeli bence.
Abraham Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisi geliyor aklıma. Piramitte yer alan ihtiyaçları bir bir düşünüyorum. Kendi hayatımda geçtiğim evrelere bakıp, şimdi piramidin son katında yer aldığımı hissediyorum. Artık kendini gerçekleştirme sırası diyorum kendi kendime. Yazabilme cevheri bana verildiyse, edebiyat ormanında gizlenmiş kelimelerin peşine düşmeden varlığıma nasıl bir anlam kazandırabilirim?
Emekleyen bir bebek adım atmaya, bir mucit yeni bir keşif yapmaya, bir lider yanlış kararlar almaya korkabilir belki. Adını tarihe yazdıran isimlerden hangisi tamamen korkusuz olduğunu söyleyebilir? Ama dünyanın seyrini değiştirenlerin bir adım atarak bunu başardıklarını görüyor gibiyim. Goethe’nin dediği gibi: “Yapabildiğiniz ya da düşünebildiğiniz her neyse başlayın. Cesaretin dehası, kudreti ve büyüsü vardır.” Gerçekten de başladıktan sonra adım adım uzaklaşıyor sanki korku. Engellere bakmadıkça yavaş yavaş yıkılıyor. Ben de kendime ‘biraz cesaret’ diyorum her başlangıçta. Zihnimde oluşan hayali duvarları üfleyip uçuruma yaklaşıyorum. Bir bakmışım, dipsiz yarların kenarlarında koşuyor, önüme çıkan bütün dağ çileklerini bir bir toplayıp tadına bakıyorum.
(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Deneme Atölyesi, 06.02.2013)
PARALEL YAŞAMLARIM
“Paralel evrenler teorisi”ni ne kadar duydunuz, bilmem. Hani şu iki tercih arasından seçmediğinizin, bir başka evrende gerçekleşme durumu. Daha derin ve bilimsel açıklamalarına girmeksizin, kendi paralel yaşamımla ilgili hayallerime götürmek istiyorum sizi. Bir başka deyişle, kişiliğine ve yaşam tarzına bürünmek istediğim yahut bürünsem nasıl olurdu diye düşündüğüm çoktan seçmeli bir evrenin kapılarına…
İlkokul yıllığıma “Gelecekte polis olmak istiyor” diye yazıldığını hatırlıyorum. Amerikan filmlerinin benim yaşamıma ilk tesir ettiği dönemlerin getirisiydi sanırım bu düşünce. Heyecan dolu, hareketli, havalı bir dünyayı sunuyorlardı, üstelik kahramanlar da asla ölmüyordu. Yıllar sonra evimizi soyup kaçan hırsızı, tekrar gelirse diye elimdeki su tabancasıyla kapı arkalarında beklemem de bundandı herhalde. Sahte bir kurgu olmasına rağmen hayalini kurduğum heyecan, korkuya dönüşmüştü. Vazgeçme fikrinin aklıma ilk düşüşü o korkuyla beraber gelmişti sanırım. Yine de bir kaçamak yapıp gerçeklerden uzaklaştığımda “Acaba nasıl olurdu?” sorusu bir tebessüm yayıyor dudaklarıma.
Paralel yaşamlarımın birkaçında meslek hayatıma hobilerimi yerleştiriyorum. “Hobi mesleğe dönüştüğünde, keyif olmaktan çıkar” laflarına tıkıyorum kulaklarımı. Bir yaşamda müziğe adıyorum mesela kendimi. Ortaokul yıllarının kapısında, “Normal okulu mu, konservatuarı mı seçeceksin?” sorusuna bu defa konservatuarı diyerek melodilerle çevrelenmiş bir yaşama adım atıyorum ve hayatımı başka bir kanaldan seyre dalıyorum. Yayın akışında, çok sesli koroları, senfonileri, müziğe eşlik eden sahne sanatçılarını, notalarla süslü gösterileri izliyorum. Belki de elimdeki kumandanın her an kanalı değiştirebileceğini bilmek, bu keyfi ikiye, üçe katlıyor ama onu dışarıdan seyretmek bana hep cazip geliyor.
Enstrümanlardan dökülen notaların ardından başka bir yaşamda doğanın seslerini dinleyen bir gezgin oluyorum. Evliya Çelebi’nin yolunda, bir doğuyu bir batıyı, bir kuzeyi bir güneyi arşınlıyorum. Dünyanın dört yanına, sihirli bir değnek değmişçesine saçılmış bütün güzellikleri keşfetmek için yaşadığımı hissediyorum. Kâh Everest’in zirvelerinde yeryüzünü seyir halinde buluyorum kendimi, kâh Kuzey Buz Denizi’nin ortasında kutup ayılarını izlerken… Gün geliyor Papua adasında yerlilerin ritüellerine, gün geliyor modern dünyanın üzerinde yükselen gökdelenlerin tepesinde leziz bir akşam yemeğine konuk oluyorum. Seyyah olduğum yaşam, hep diğerlerinin bir adım önüne geçiyor.
Kimi zaman da bir başka memlekette, bir başka çevrede yetişmiş olsam neler değişirdi diye düşünüyorum. Kadınların söz hakkının olmadığı, düşünmelerine imkân tanınmayan, yaşamlarının değeri olmayan bir dünyada “Kadın ve erkek eşit haklara sahiptir” diyebilir miydim? Cehaleti kaderden sıyırıp kitaplarla doğru yolu bulabilir miydim? O zaman da kelimelere böylesine tutkun olabilir miydim? Cevaplar bir bir ‘Hayır’ biçiminde geliyor kulağıma. Böyle zamanlarda, paralel bir yaşamda ellerim bağlı, ayaklarım prangalı, ağzım bantlı, gözlerim ferini yitirmiş bir halde düşüyor aynama. Bazen de aksine, bir sarayda doğmuş olsaydım diye düşünüyorum. Ya o zaman duyarlılığımı, hoşgörümü, fedakârlıklarımı taşıyabilir miydim? Yoksa her şeye sahip olmak; tatminsizliği, tatminsizlik mutsuzluğu mu getirirdi? İçinde bulunduğum çevre, doğuştan sahip olduğum özellikleri bir hortum misali yutar, beni paralelden çok uzak bir evrene mi taşırdı?
Hayal gücü, istekler, merak birçok olası yaşam yaratıyor dünyamda. Bunun gerçekliğini sorgulamıyorum, yalnızca bir yetişkin oyununa çeviriyorum kendimce. Ve çocuklar nasıl oyunla öğrenirse, ben de sonunda hayatıma “keşke” dediklerimden küçük parçalar katmaya uğraşıyorum. O vakit hayalimdeki paralel yaşamlar, içinde yaşadığım şu anki dünyama renk katıyor.
Zenginleşiyorum.
(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Deneme Atölyesi, 25.02.2014)
Büşra KONAKTAŞ
Büşra Konaktaş 6 Ocak 1991 de Ankara’da doğdu. İlkokula İbni Sina İlköğretim Okulunda başlayıp 19 Mayıs İlköğretim Okulunda devam etti. Liseyi Etlik Lisesi’nde okudu. Öğrenimine 2010 yılında Anadolu Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünü kazanarak devam etti. Yazmaya olan ilgisi lise yıllarında şairlerin ve yazarların yaşam öyküsünü araştırmasıyla başladı. Necip Fazıl Kısakürek’in “Kaldırımlar” Orhan Veli Kanık’ın “Anlatamıyorum” Sezai Karakoç’un “Mona Roza” Yahya Kemal Beyatlı’nın “Sessiz Gemi” şiirlerini okumaktan ziyade bu şiirleri onlara yazdıran neydi sorusunu aramaya yöneldi. Edebiyata olan ilgisi sayesinde 2012 yılından beri Avrasya Yazarlar Birliği Hikâye Atölyesi çalışmalarına katılmaktadır.
HİKÂYE:
Dost Yüzlü Aynalar
Ömrüm Sana Emanet
Oğul
Mektup
Mahcup Şair
Aciziz
DOST YÜZLÜ AYNALAR
Düşünüyorum Abbas…
Güzel, çirkin, uzun, kısa, zengin, fakir kelimeleri üzerine kurulmuş bir hayattı benimkisi… Hepsini tek kelimeyle özetlersem hiç! Ne tuhaf değil mi? Eğer bunlar olmasaydı yüzde yüz mesut olma şansım olurdu. Bazen talihime haykırmak istiyorum, fakat çoğu geceler bu çirkinliğimden, kısalığımdan adeta şeytani bir zevk duyuyorum ve aynanın karşısına geçerek ne kadar küçük, maskara olduğumu görüp gülmekten katılıyorum. Gözlerimden yaş gelene kadar güldüğüm zamanlarım oluyordu. Hep derim; çok çirkin değilim aslında yani, şu kafam olmasa yakışıklı bile sayılabilirdim.
Çirkinlik somut bir şey olduğu için saklanmıyordu. Ben de bu durumu dile getirmekten çekinmiyordum. Hatta zaman zaman zevk aldığım bile oluyordu. Bazı geceler kendi kendime konuşurdum. Gene dün gece bu suratımın hali uykumu kaçırdı. Onu hayalimde şöyle bir düzelteyim istedim. Mesela alnımı daha muntazam bir şekle soktum. Kafamı lepiska saçlarla örttüm. Yanağımdaki Halep çıbanını sildim. Ağzımı ufalttım, çenemi incelttim. Gene de bir şeye benzemedi. Anladım ki, bu kafayı kökünden kesip atmaktan başka çare yoktu.
Lise hayatım boyunca aynı yaşta olmamıza rağmen sınıf arkadaşlarımın birçoğu bana ağabey derdi. Hele de kızların bu hitabı beni kasvetli bir yalnızlığa doğru sürüklerdi. Bu böyle olmamalıydı Abbas. Bir çözüm yolu bulmalıydım. Yıllarca aradım durdum ve sonunda bir sonuca vardım. Madem çirkinim, yetişkin kızlar beni beğenmez o zaman yaşça küçük daha toy kızların gönlüne girebilirdim. Yaşıtlarım artık evlense de ben bununla yetinmek zorundaydım. Aslında âşık olmayı ve sevgiliye kavuşmayı hem çok istiyordum hem de böylesi bir serüvene adım atacak cesareti kendimde bulamıyordum. Kimseyi mesut edemezdim ki, âşık olduğum kadını da göz göre göre yalnızlığıma sürükleyemeye hakkım yoktu.
Küçük değildim artık ve tek korkum birine âşık olmaktı. Hiçbir kızın beni beğenmeyeceğini biliyordum. Aslında beni beğenen biri çıksa onu sevebilirdim. Ömrümün sonuna kadar da hiçbir güzele dönüp bakmayacağıma yemin bile edebilirdim. Mesela dünyanın en çirkin kızı nasıl olabilir diye hayal ediyorum. O da kesin kısa olurdu. Benden farkı; şişman, dişlerinin bazıları çürük ve güldüğünde siyah siyah bana bakabilirdi. Bunların hiçbir önemi yoktu, zaten benim de yüzümde çıban vardı. Unutmadan onun bir özelliği daha olmalıydı o da bir kızda olması gereken en önemli şey; çenesinin düşük olması… Ömrümün sonuna kadar başımın etini yemesini isterdim. İşte böyle biri bana âşık olsa onu bile beğenirdim hatta beğenmemekten hicap duyardım. Ah Abbas! Derdimi anlatabiliyor muyum?
Bu yaşıma kadar hayatıma, evime, koluma girmiş bir kadın ya da genç kız olmadı. İşte hayatım; yarısında çıkıp gitmek istediğim bir film kadar tatsızdı. Korkarım ömrümün sonuna kadar da hayatımdaki kadınlar annem ve kız kardeşlerimden başkası olmayacaktı. Ben de olsun isterdim gündüz kolumda gezdiğim, gece göğsümde uyuttuğum bir yoldaş, sırdaş, hayat arkadaşı ne dersen adına…
Tenha ve korkulu bir köprü olan ömrümde, çareyi önce ona sarılmakta buldum. Yanlış anlama Abbas, ama halden anlayan en iyi dostumdu. Hiçbir şeyi gizlemezdim, utanmadan sıkılmadan anlatırdım. Yalnızlığıma en iyi gelen taraftı. Demli bir çay, o ve gece işte benim hayatım.
Ruhum kahrından usanmış dertli bir kaya gibiydi. Her gece hem onu hem de gecenin ayazını içime çeke çeke bir gün göçüp gidecektim. İşte bu en büyük korkumdu.
“Her mihnet kabulüm, yeter ki, Gün eksilmesin penceremden…” demem boşuna değildi. Bir gölge olsam, bir hayal, onlar gibi hissiz olsam, ölüm ıstırabından kurtulsam, içimdeki ebediyet arzusunu ölesiye yaşasam, düşüncesi her seferinde kursağımda kalırdı.
“Şaştım kaldım nasıl atsam adım;
Gün kasvet, gece kasvet,
Bulutlar, sisler içinde bunaldım;
Gök mavisine hasret…”
düşüncesi ile gelen yarı ölüme doğru gittim.
Yolunu gözlediğim nazlı uykum beni Beşiktaş sahiline götürdü. Uzun boylu, güzel bir kız gördüm. Gecenin siyahında mercan mavisi gözleriyle gözlerime bakıyordu. Kalbim, mavi alevlerle yanıyordu. O an gördüğüm, baktığım, düşündüğüm bütün kızları unuttum. İstedim ki, tasımı iki ayrı çeşmeye tutacağıma tek bir çeşmeye tutayım da bütün susuzluğumu birden gidereyim. Günahkâr elim kadife yumuşaklığında olan saçlarında gezindiği an, dünyanın döndüğünü, yaşımın yirmi sekiz olduğunu, günün birinde öleceğimi unutacak kadar düşün içindeydim. Üşüyerek uyandığımda pencereye koştum. Dışarıda sessiz bir musiki halinde yağan kar mutluluğuma beyaz örtü seriyordu.
O sabah; ilktir baharın gönlümce geldiği, on dördünde gördüm, Boşnak güzelini ve yaşıma, başıma, çirkinliğime bakmadan âşık oldum. Onun güzelliği karşısında kendi sefaletimi bir an da unuttum. Hayal âlemine doğru çıktığım yolculukta, on dört yaşında bir kız tarafından sevilmenin insanı ne kadar dinlendirdiğini bana sor, Abbas.
Bir gün onunla Kabataş Yolunda el ele yürüyebilir miydim? Beşiktaş’ın dar sokaklarında gözleri gözlerime değer miydi? O gözlerde boğazı görebilir miydim? Sahilde çay içebilir miydim? Bilmiyorum ama her gün usanmadan hayalimde hepsini yaptım.
Hayal âleminden çıkıp ıstırap dolu yaşamıma döndüğüm an, aynanın karşısına geçip ne kadar budala olduğumu defalarca haykırdım. Bir kız bende hoşlanacak ne bulabilirdi? Hiçbir güzelliğim ya da özelliğim yok muydu? Zorlasa belki küçük bir şey bulabilirdi. Keşke istese ve bulsaydı. Ben de onu Mecnuncasına sevseydim.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/anonimnyy-avtor/kardes-sesler-2014-69499351/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.