Öteki Hayatlar

Öteki Hayatlar
Emin Göncüoğlu
Yirmi üç numaralı otobüste, elmacık kemikleri çıkık yüzlü kıza âşık olan Zaim, gençliğinden ömrünün sonuna kadar sürdürdüğü hayatın acı ve hüzünlü yıllarını anlatıyor. Otobüste tanıdığı o masum ve güzel kızın bir gün eşi olup bir kız çocuğuna sahip olabileceklerini yalnızca hayal ederken buna kavuşuyor ancak hayat, hiçbir zaman ona beklediği saadet ve huzuru vermiyor. Zamanla solmuş ve yitip giden bir sevginin hikâyesi… "Birbirimizi yok etmek için ne gerekiyorsa yapıyoruz, biz niye bu hâle geldik? Hayatımız tam bir cehennem! Buna uzun süre ne sen ne de ben katlanabiliriz artık; yeterince çöktük zaten. Bütün becerebildiğimiz şey, içinde bulunduğumuz durumu kavrayıp bir çözüm yolu bulabilmek. Kendimize yeteri kadar şans tanıdık; yan yana duramıyoruz artık. Bir arada durmamızın bir anlamı ve gayesi olmalı. Yıllar önce böyle bir tehlike ile karşılaşma ihtimalinin az olmadığını biliyordum, fakat geçmiş ve geçmişte konuşulanların bir önemi kalmadı artık. Bu, bizi yavaş yavaş yok eden, kendi ellerimizle yarattığımız hayatımızın içinden nasıl kurtulup çıkabiliriz?"

Emin Göncüoğlu
Öteki Hayatlar

Herkes zannınca oldu gönlümün yarı
Hiç kimse sormadı içimdeki esrarı
    Mevlana
Duyularımız yeterince hassas olsaydı hareketsiz hâldeki sarp kayalığı dans eden bir kaos olarak algılardık.
    Nietzsche
Nihai kaynağın ölçülemez ve bizim bilgimizle kavranamaz olduğu anlaşılmaktadır
    David Bohm
Sufilere sohbet gerek
Ahilere ahret gerek
Mecnunlara Leyla gerek
Bana seni gerek seni
    Yunus Emre

Desteğini hiç esirgemeden sürdüren, teşvik eden Şehnaz’a sevgiyle…
Alper’e, Meltem’e ve bütün çocuklara daha iyi bir dünya özlemiyle…

ÖN SÖZ
Cinselliğin içinde çırpınmanın ve sakinleşmek için bunun çaresini karşı cinste aramanın adının yanlış bir şekilde aşk ve sevgi olduğunu zannediyordum! İnsanların ağızlarında sakız çiğner gibi hep söyledikleri, aşk ve sevgi sözcüklerinden, bu sözcüklerin hayatın içindeki anlamlarından ne yazık ki diğer birçok insan gibi pek bir şey anlamadığımı henüz bilmiyordum. Aşkın ve sevginin sadece cinsel dürtülerimin yarattığı hırçınlıktan kurtulmak için güzel sözler ve davranışlarla süslediğim, cazip, çekici ve sahtekâr bir maske gibi yüzüme yapıştığının da farkında değildim!
Cinselliği, değersiz ve yok kabul etmiyordum, ama onun inatçı bir bebek gibi ağlayıp sızlamalarını yatıştırmak için sıradan, her ne ise aşkın ve nispeten tanıdığımı zannettiğim sevginin yüce ve yetkin bir ruh gerektirdiğini birçok insan gibi bilmiyor, bunları birbirine karıştırıyordum.
Sıradan ruhların sığlığına sığmayacak kadar büyük olan aşk, bir büyük kompozitörün tek başına hissederek yarattığı, bir büyük beste gibi bir şey olmalıydı. Aşk, belki de insanın hayalleri ile tek başına oynadığı veya oynayabileceği bir oyundu ve onun büyüklüğünü çoğu sıradan ve sınırlı ruh gibi kavrayamıyordum. Yetkin olmayan sıradan ruhumun sızlanmalarını, küçük ve sıradan figürlerini aşk gibi algılıyordum. Aşka ulaşmak bir yana siz bu satırları okudukça sevgiyi de beceremediğimi ve yaşadığım hayatı da yüzüme gözüme bulaştırmamdan anlayacaksınız! Aşk ve sevginin yüksek bir yaratıcılık, gerektirdiğini yıllar sonra anladığımda ne yazık ki birçok şeyi kırıp dökmüş olacaktım!
Şimdi cinsel sızlanmalarını aşk ve sevgi sanan zavallılara ve kendime bakıp acıyorum sadece. Büyük bir yanılgıyla geçen onca zamanın bana kazandırdığı tek şeyin bu olduğunu zannediyorum artık!

BİRİNCİ BÖLÜM
Akşamın sıcak ve terli ağzı gün yorgunu şehri ve insanları içine alalı birkaç saati geçmişti. Sokak lambalarından ve bu saatte sayıları bir hayli azalmış olan açık dükkânların vitrinlerinden, çok katlı, tek katlı evlerin pencerelerinden karanlığa süzülen ışıklar, azgın bir nehrin sularına karışan küçücük pınarlar gibi etkisizdi.
Akşam, devasa bir kâbus gibi karanlık göğsüyle şehri ve içindekileri ezerken, şehrin irili ufaklı sokaklarından, caddelerinden, apartmanlarından, iş yerlerinden süzülen, uzak yıldızların görüntüleri gibi, fersiz ışıyıp duran parıltılarla alay eder gibiydi!
Şehri cüzzamlı bir pençe gibi saran gecekondu evleri, görkemli yüksek binaların ayaklarının dibine, hastalıklı, çelimsiz çocuklar gibi serilivermişlerdi. Etraftaki serseriler, kimsesiz çocuklar, kediler ve uyuz köpekler hayata boş vermiş anlamsız bakışlarla, bu saatte, akşamın koynunda daha güvenli bir köşe bulmanın çabası içindeydiler.
Farlarından ışıltılar saçan piyasa taksisi, sarı renkli metal burnuyla gecenin terli karnını yırtıp öne atıldıkça arabanın arka koltuğunda, eskiden lunaparklarda birkaç kez gördüğüm masaj aletinin üstüne çıkmış gibi titreyip duruyordum.
Taksinin orta yaşlı sürücüsüyle, büyük bir futbol takımının maskotunun asılı olduğu dikiz aynasında göz göze geldik. Başının üstü çıplak olan orta yaşlı sürücünün bakışları kuşkulu, ürkek ve baş eğiciydi. Arkada oturanlar pencere camlarını açmasınlar diye kapının üstündeki kollar çıkarılmıştı. Bu saygısızlığa sinirlendim! Orta yaşlı taksi sürücüsü, tüylü, uzun sivri burnunun üstünü sol işaret parmağının tırnağıyla kaşıyarak kırmızı ışıkta durdu. Yüzünde karşısındakine kaygı ve acıma hissi veren bir şaşkınlık ve ürküntü hâli varlığını hep koruyordu.
Arabanın içindeki sessizlik rahatsız ediciydi. Sürücü, dikiz aynasından bana ürkek bir bakış fırlattıktan sonra gideceğim yeri sordu, ben de söyledim. Sürücü taksiye bindiğim andan itibaren varlığından huzursuz olduğum, midemi bulandıran ve ona değmemek için gayret gösterdiğim kılıfı, beyaz kuzu postundan yapılmış koltuğunda kıpırdayıp çok kısa sürelerle beni izleyen ürkek bakışlarını, önündeki karanlığın içinde kaybetmeye çalıştı!
İlk akşam, karanlığını önündeki geceye henüz ulaştıramadığı için siyah asfalt yollarda taşıtlar seyrelmelerine rağmen az değillerdi.
Orta yaşlı taksi sürücüsü yarım açık duran pencere camını tümden aşağı indirerek nemli sıcak akşamdan belki serin esintiler gelir diye boş yere çare umdu. Araçların farlarından, şişman, etli yüzüne saçılan kırmızı ışıklarda, soluk teninden küçük küçük ter zerreciklerinin fışkırdığını önümüzdeki dikiz aynasından kolaylıkla görebiliyordum. Orta yaşlı sürücünün terden şimdi daha çok ıslanan yüzü, yanan yeşil ışıkla birlikte taksi yerinden fırlayınca, caddeden gelip geçen taşıtların ışıklarından, önümüzdeki dikiz aynasının içinde ya parlayarak öne çıkıyor ya da ışıkların azalması ile karanlığın içinde silikleşiyordu. Yanından hızla geçtiğimiz kaldırımda yürüyen insanlar, bazısının vitrin ışıkları parlak bir şekilde kaldırıma taşan iş yerleri karanlığın içinde arkalara doğru uçarak silik görüntülere dönüşüyor, sonra da gözden kayboluyorlardı.
Sadberk, yani karım, gözlerindeki öfke zihnime kazınmış bir türlü gitmiyor! İçimdeki huzursuzluk gittikçe büyüyen bir çığ gibi beni yutarak iyice eziyor ve kemiklerimi sızlatarak, yüreğimin titremesine yol açarak, her tarafıma yayılıyordu! Orta yaşa gelmiş, yaşadıklarından hoşnut olmayan mutsuz bir insan ne duyuyorsa, ben işte o hâldeyim! Bugüne kadar beni en çok rahatsız eden tarafım beynimle yüreğim oldu. Yaşam içindeki uyumsuzluklarımda, bocalamalarımda yükümü taşıyan onlardı hep! Ama yıllardır tekrar eden bıktırıcı, yıpratıcı bir sürü sorunda artık onların da benimle yeteri kadar iş birliğine girmediğini görüyorum. Hayatımda yeni ve varlığından daha önce haberimin olmadığı, değişik bir pencere açılmıştı sanki. Zaman zaman başım dönüyor yüreğimin ritmi bozuk atıyor. Evladının ihanetine uğramış bir babanın hayal kırıklığı içindeyim. Bir sürü didinmenin yarattığı hırpalanmalar karşısında sendeleyen bedenine, ruhuna artık söz geçiremeyen ben, nasıl olup da yolunda gitmeyen hayata söz geçirecektim, bunu en az sizin kadar merak ediyorum. Vücudumun tutulduğu fırtınadan tansiyonumun yine yükseldiği sonucunu çıkarıyorum. Yorgunum ve olup bitenlerden hiç memnun değilim! Bütün her şeyi, tek tek size anlatacağım.
Sadberk, yani karım, hâlâ ağlıyor olmalı, ya kızım, onun ne yaptığını bilmenizi şimdilik kıskançlıkla istemiyorum!
Üstünde parmak izleri bulunan kolu çıkarılmış pencere camının gerisindeki, iş yerlerinden saçılan kırmızı, beyaz ışıklarla yer yer parlayan dışarısının karanlığı, içimin yalnızlığını daha da arttırıyor! Bütün bu son yaşadıklarım olmasa bile yalnızlık, akşam karanlığında nedense hep baskındır içimde. Arabanın içindeki sessizliğin, bendeki yalnızlığın, etraftaki karanlıktan bir farkı yoktu!
Ağrıyan başımı, göz alıcı beyaz ışıkları caddeye iyice taşan bir vitrinin önünden geçerken, üstü parmak izli pencere camına dayıyorum. Dişlerim birbirine vurup takırdamaya başlıyor. Başının üstü çıplak, orta yaşlı taksi sürücüsü, önündeki dikiz aynasından bana birkaç kez bakınca rahatsız oluyorum. Onun beni seyretmesinden hoşlanmıyorum. Başımı yavaşça cama dayayışımı bir zayıflıkmış gibi algılayabilir…
Bol kahkahalı gençlerden oluşan kalabalık bir grubu geride bıraktığımızda, başımı dayadığım kirli camdan çekiyorum. Az önce gençlerin o vurdumduymaz hâllerine, eski bir hatıraya bakar gibi ilgiyle bakmıştım. Beynimin diplerindeki ağrı ve yüreğimdeki huysuz ve inatçı titreme bir ara azalır gibi olmasına rağmen, şimdi yine eski durumuna dönüyor. Belki de bu söylediklerimin hiçbirisi olmadı ben öyle zannediyorum! Yaşadığım yoğunluğun içinde kendimden çok emin değilim.
Başının üstü çıplak, uzun sivri burnunun üstü tüylü, orta yaşlı sürücü, önündeki dikiz aynasının içinden, korku filmlerinde karanlık perdenin ortasında zayıf bir ışıkta belli belirsiz görünen ürkütücü ve itici yüzler gibi, küçük küçük, ara ara, bakışlarla beni izlemeye devam ediyordu. Belki de ona göre ben onu izliyordum.
Sadberk, yani karım, birbirimize bağırırken onun da çıkık elmacık kemikli yüzü ürkütücü görünüyordu.
Piyasa taksisi hızla yol alırken, bütün yaşadıklarımı gerçeğin dışında oluşan bir oyun gibi algılıyorum; tek seyircisi biricik kızımızın olduğu, tatsız ve kötü oyunu Sadberk’le birlikte biz sahneye koyuyoruz. Bu bölümü kimin nasıl oynadığının bir önemi yok. Kavgaların bile eski heyecanını yitirdiği sıkıcı bir oyun bu. Aslında hiç iyi değilim ve çok sıkılıyorum! Tesadüfen veya bilmeden ikinci kez seyretmeye gittiğimiz filmin can sıkıntısı gibi bir şey değil bu, çok yıpratıcı! Belki de sonu gelmez bir koşuda koşan maratoncu gibi başımın içinde ağrıyıp duran beynim yıldızlara bunun için ışınlanıp kendinden kurtulmak istiyor. Bedenimle beynimin, şimdi olduğu gibi ayrı telden çalmaları beni dehşete ve tuhaf bir gerilime sürüklüyor. Sürüklendiğim boşluklarda hem kendimi çaresiz görüyorum hem de kopup uzaklaştığım mekânları anlamsız buluyorum. Aslında neyin anlamlı neyin anlamsız olduğu da zaman zaman önemini yitiriyor ya! Şimdi beni hırpalayan şey beynimle bedenim arasındaki uyumsuz ve amansız rekabetin dış dünyayı algılayıp anlamada, beni hâlsiz, çaresiz şu anda olduğu gibi belki de ismini tam olarak koymadığım garip bir gezegene fırlatması gibi bir duyguya ve duruma sürüklemesi.
Sadberk, yani karım, bağırması kulaklarımın zarını yırtıyor. Aslında alnım soğuk, bunu hissediyorum. Fakat başımın içi nefeslenip nefeslenip kükreyen volkanlar gibi. Her şeyi yarıda kesip arkada bırakıp bağ evine gidiyorum. Buna karar verdim. Orada karanlığın içine uzanıp fıstık, incir ağaçlarının ve üzüm kütüklerinin huzurlu sessizliğine katılmalıyım. Sessizlik, karanlık, yalnızlık, hayat, acı çekmek, çatışma, yok olmak, ölüm, üremek, sevmek! Bütün bu kavramların içinde mayınlı bir tarlada gezer gibi geziyorum. Büromda, elektrik tesisat proje dosyaları, bitirilmeyi bekleyen yığınla iş, masamın üstünde hiç susmayan telefon, içeri girip çıkan bir yığın yalancı adam… Çoğunlukla akşamüstü bir şeyler istemek için arayan kızım ve Sadberk… Vücudum, iyice gerilmiş olan kasların daha da kasılması ile boynumdan sırtımın ortalarına doğru dalga dalga yayılan yeni bir titreme ile irkiliyor.
İncir Yaylası’na gitmek istediğimi söylediğim andan beri, orta yaşlı taksi sürücüsünün yüzü, küflenmiş kabak çekirdeği yemenin buruşukluğu içindeydi. Yüzündeki ifadenin bende yarattığı etki kötüydü. Bu insanlar karşısındakilere hiçbir şey söylemeden oturabilir, sessiz, fakat çok şey anlatan duruşları ile insanı mahvedebilirlerdi! Önümde pısırık pısırık oturan, orta yaşlı sürücüye, içimdeki, dışımdaki beni rahatsız eden hissedebildiğim her şeye, duyduğum öfke ile baktım!
Kokusundan hoşlandığım fıstık ağaçlarını düşünüp yol kenarında mola vermek isteyen yorgun yolcu gibi rahatlamak istiyorum. Dinlenmeye ihtiyacım var. Yaşlı bir fıstık ağacına sırtımı dayayıp onun kabuklu gövdesinden dışarı, gözle görülemeyen akışkanlıkta sızan fıstık sakızının etrafa yayılan ve her kokladığımda bana geçmişimi hatırlatan kokusunda çocukluğumu ve beni gülümseten hatıralarımı aramak istiyorum.
Şehrin içindeki uzun ve birbirine bağlanan kısa yollardan kıvrılarak geçerek büyük araçların göründüğü daha geniş bir yola tırmanıyoruz. Şehrin kalabalığı ve kaosu arkamızda eriyordu. Geniş yolda taksinin daha da hızlanmasıyla, orta yaşlı taksi sürücüsünün açık duran penceresinden, patır patır, patlayarak içeri dolan sıcak hava, onun ter kokusuna iyice bulaşarak yüzüme doğru savruluyor ve arabanın içini daha da çekilmez hâle getiriyordu. Vaktinden önce dökülen saçlarına çokça üzülmesinin onda yarattığı mutsuzluk, yüz ve vücut diline iyice sinen orta yaşlı taksi sürücüsü, varlığı ile beni tedirgin ederken Sadberk çok şiddetlisini bu akşam evde yapmıştı; tabii ben de ona. Fakat şimdi onu dinleseniz varlığımın, bedeni ve ruhu için bu dünyadaki en büyük tehdit ve tehlike olduğunu söyleyecektir. Doğru olabilir. Haksız olduğunu kesinlikle söylemiyorum. Fırtınayla kabarmış bir denizdeki yolcular gibiyiz. Umutsuzluk ve yılgınlık bütün hücrelerimizi sarmış. Sadberk, ön taraftaki misafir odasında, zorlanarak aldığımız, hâlimize göre gösterişli mobilyaların içinde öfkeden sarhoş olmuş dolaşırken, beyaz ince boynundaki damarlarını morartarak: “Beni kıra kıra iri bir çöp yığınına çevirdin!” diyordu. Başta da söyledim onun haksız olduğunu söylemiyorum, benim de canımın yandığını söylüyorum. Bunu bilmesini istiyorum. Yıllar önce soğuk bir kış sabahında onu beraberliğimize ikna etmek isterken, ona inanmayıp sözlerine kırılıp sitem ettiğim Sadberk: “İnsanoğlunun geldiği evrim noktasında, birbirini hırpalamadan bir arada yaşaması, bu sorumluluğu kaldırması mümkün görünmüyor, onun için gelecekten endişeliyim!” demişti. Haklı çıkması, örselenip yıpranmış, yorgun, mutsuz, iki insanın ortaya çıkmasından başka bir işe yaramamıştı! Fakat ben böyle olmasını istememiştim, o da istememişti… Gariptir kendimize söz geçirmeden istemediğimiz şeyleri yaparak bu güne gelmiştik. Kimseye söyleyeceğimiz bir söz yoktu, her ne yaptıysak biz kendi ellerimizle yapmıştık ve bir arada durmamız her geçen gün biraz daha zorlaşıyordu.
Şehrin tedirgin edici aydınlığı, piyasa taksisi ondan kaçıp kurtulmaya çabalarken arkamızdan gökyüzüne savruluyordu. Dönüp arka camdan baktığım karanlık gökyüzündeki uzak yıldızların ışıltıları, sanki bu aydınlıktan hoşnut olmadıkları için hâlsiz parıltılar saçıyorlardı etrafa. Çevredeki fıstık ve incir ağaçlarının, üzüm kütüklerinin tedirgin edici karaltıları, ölüm gibi korku salıyor. Işıkları tek tük yanan bir iki katlı bağ evleri, birbirlerine uzak ve soğuk duruyor. Yakınlarda patlayan beş altı el silah sesi geliyor kulaklarıma. Hırsızları ürkütmek için sıkılan mermiler sanki Sadberk’in sözlerine dönüşerek gelip saplanıyor yüreğimin tam ortasına. Orta yaşlı taksi sürücüsünün kuşkulu ve tedirgin yüzü, az önceki silah sesiyle daha da geriliyor ve sağ taraftaki etli yanağında hafif bir titremeye yol açıyor. Sadberk’in sözleri aklıma bir bir geldikçe, biraz önce patlayan silahın mermilerini ben yemişim gibi yüzümü buruşturuyorum. Birçok mutsuz insan gibi birdenbire ölümü düşünmeye başlıyorum! Çaresizliğin ve imkânsızlığın elinde çırpınan ruhum için bir çözüm bulma peşine düşüyor ve ölüm ile yaşam arasındaki çizginin artık eskisi kadar kalın olmadığının farkına varıyorum. Buruşturduğum yüzümü orta yaşlı taksi sürücüsünün görmesini istemiyor ve başımı camdan yana iyice çeviriyorum. “Sen dünyanın en bencil, en kendini beğenmiş yaratığısın!” Gözlerimde fıstık ve incir ağaçlarının, üzüm kütüklerinin karaltısı, kulaklarımda Sadberk’in o güzelim sesini inanılmaz derecede çirkinleştirerek söylediği sözler. Bana bağırırken çirkinleşen sadece sesi değil, yüzü de farklılaşıyor. İnce kemikli parmaklarını havada şuursuzca öne doğru sallarken morarmış yüzü tanınmaz hâlde. Bağırırken sesindeki çirkinliği anlayamıyorum ve tahammül edemiyorum. “Sen beni yok ettin ben de seni bitireceğim!” Bu sözleri söylerken bana bağırmıyor da üstüme kusuyor sanki.
Benzeri yığınla yaşanan, öteki yaşamlara benzeyen hayatımız, içinden çıkılmaz hâlde ve biz daha fazla batmamak için ne yapacağımızı bilmiyoruz. Ben onu yıllar önce, okuduğum üniversiteye doğru giderken soğuk, karlı bir kış sabahında hayatını benimle birleştirmesi için ikna etmeye çabalarken o bana: “Hayat ve çevremde gördüklerim beni endişelendiriyor; önceleri belki de, samimi, içten başladıkları hayatlarını yavaş yavaş kirletiyorlar insanlar. Onlara benzemekten, yanlış bir hayat yaşamaktan korkuyorum!” diyerek endişelerini sürdürmüştü. Korktuğu yalnız onun değil benim de başıma gelmişti ve geçmişte konuşulanların bugüne bir yararı yoktu!
İçim yanıyor, görünmez bir el boğazıma yapışıyor sanki! Telaşla öksürüyorum.
Şehirden uzaklaştıkça gökyüzünde yıldızlardan saçılan ışıltılar daha parlak görünüyor. Beni tümden hırpalayıp duran, acımasız hatıraların etkisinden kurtulabilmiş değilim. Geçmişle bugün, bugünle geçmiş, birbirlerine acımasızca düşman iki cephenin orduları gibi saldırıyorlar. Ben yorgun, yaşadıklarından kırgın ve bitkinim! Sadberk’in de benden farklı olmadığını, hatta daha kötü olduğunu biliyorum. Galibi olmayan bir savaşın yaralı askerleri gibiyiz! Zihnimde uçuşan eski hatıraların, geçmiş sözlerin etkisi ile sersemleyen ben, kulaklarımdan hiç gitmeyen Sadberk’in son sözleri ile zehirlenmişim sanki! Onun beynimde çakan sözleriyle vücudum hücre hücre kırılarak dökülüyor gibi…
Ben, o ve kızım akşam yemek masasında yemek yerken patlamıştık birbirimize. Biz birbirimizle misafir odasına hesaplaşmaya giderken kızım her kavganın öncesinde olduğu gibi odasına kapanmıştı. Kökleri derinlerde olan bir gerilimin sözlere dönüşüp oramıza buramıza saplanması ile yeni bir çarpışmanın eşiğine geldiğimizi fark etmiştik. Bana yıllar önce sevgi sözleri söyleyen Sadberk’in dudakları kurumuş ve olağan rengi uçmuştu. İçim bulanıyordu. Karşılıklı birbirimize bağırıp dururken sözler anlamını yitirmişti.
Evde akşamüzeri yaşadıklarım bıktırırcasına tekrar tekrar canlanıyordu zihnimde. Sadberk’le ben kılıçlarımızı çekmiş, en can alıcı neremizden vurabiliriz diye hesaplarken, kızım, güzel kızım, yıllar önce geceleri uyusun diye bir, iki, üç, dört… Sayısız masallar anlattığım kızım, odasının kapısını arkadan kilitlemişti. Onun için endişeleniyorum! Kızım pamuklu yastığını gözyaşları ile ıslatıp kendisini bu acımasız ve anlamsız oyuna niye kattığımızı bulmaya çalışırken Sadberk misafir odasının ortasında titriyordu! Aldığımız karşılıklı darbelerden yaralı ve yorgunuz. Fakat ne onun ne de benim geri adım atmaya niyetimiz yok. Vuruşarak ölmeye hazırız. Sadberk, bir ara bağırmayı kesip ağlamaya başlıyor. Sinirlerinin iflas ettiğini, direncinin kırıldığını anlıyorum. Keşke ben de ağlayabilsem rahatlayabilirim belki ama yapamıyorum! Bunu tam on üç yıldır beceremedim! Sadberk, bu çatışmanın tam bu yerinde ağlayıp vücudundaki gerilimi gözyaşları ile dışarı atarken ben her zaman olduğu gibi yine evi terk ediyorum. Direncini yitirmiş birine bağırmanın bir anlamı yok artık. Annesini ve kızımı sözlerimizle, kavgamızla kirlenmiş evimizde bırakarak sokak kapısını çarpıp çıkıyorum! Ara yollardan geçerek Harun Bey Caddesi’ne çıkıyorum. Ne yapacağıma ilişkin bir planım ve amacım yok. Fakat sonra şimdi içinde gittiğim müşteri arayan piyasa taksisi yanımda belirince durdurup biniyorum ve bağ evine gitmeye karar veriyorum.
Piyasa taksisi artık kıvrım kıvrım dar bir asfalt yolda küçük çukurlara girip çıkarak ilerliyor. Etraf karanlık, ay ortalarda görünmüyor. Önümüzdeki yol az sonra ikiye ayrılıyor. O sormadan sürücüye sağa yönelmesini söylüyorum. Sesimin kırgın ve titrek çıktığını fark ediyorum. Yol uzadıkça orta yaşlı sürücünün tedirginliği artıyor. Onca öfkeme rağmen Sadberk için şimdi üzülüyorum; kızım için ise endişeleniyorum! Asfalt yol, toprak yola dönüşüp daha da daralınca bağ evine iyice yaklaştığımızı biliyorum artık. Orta yaşlı sürücüye durmasını söylüyorum. Sonra parasını veriyorum. Tozun toprağın içinde telaşlı bir dönüş yapan sarı renkli piyasa taksisi hızla yanımdan uzaklaşıp ışınlanmış gibi şehre doğru gitmeye başlıyor.
Etraf sessiz ve karanlık. Eve doğru toprak yolda ilerliyorum. Ablamla birlikte ağaçların altında oynadığımız günleri anımsıyorum. Ağaçların üzüm kütüklerinin hepsi tanıdık. Şehrin ışıkları çok uzaklarda titreşip duruyor. Sadberk’le, kızım o dev ışık kümesinin içinde, ben onlardan uzakta ve çok yorgunum. Midem bulanıyor. Başımı kaldırıp gökyüzüne bakıyorum ay yok. Karanlığa gözlerim alışsa da yürüdüğüm toprak yoldaki detaylar görünmüyor. Gözlerim nemli, bunu hissediyorum. Ayağım iri bir taşa takılıyor, ürküyorum, düşmemek için genç bir fıstık ağacının gövdesine tutunuyorum. Elime yapışkan bir şey bulaşıyor, elimi kokluyorum, fıstık sakızı kokuyor. Sırtımı ağacın gövdesine yaslayarak dibine çöküyorum. Fıstık sakızı bulaşmış elimi tekrar kokluyorum, çocukluğumu, gençliğimi kokladığımı duyuyorum. Gözlerim hâlâ çok nemli ve yüreğimle birlikte yanıyor! Gökyüzündeki yıldızları seyrederken karşı konulmaz bir istekle ayın çıkmasını istiyorum. Ama yok… Çıkmıyor. Yorgunum beynimin karanlık kıvrımlarında dolaşıp duran Sadberk’le, kızımdan büyük bir suçluluk duygusu ile kaçıp kurtulmak isteyerek gözlerimi kapatıyorum. Uyanmamacasına uyumak istiyorum! Kapanan göz kapaklarımın sıkıştırdığı bir tek damla gözyaşı kokladığım fıstık sakızlı elimin üstüne düşüyor; şaşırıyorum, yaşadıklarıma ve hayata şaşırıyorum, gözümden düşen damlaya şaşırıyorum.

İKİNCİ BÖLÜM
Gökyüzünün göğsü yırtılmış gibi, içinde ne var ne yok hepsini üstümüze döküyor. Elektrik mühendisliği son sınıfta okuyorum. Okula gitmek için sulara bata çıka otobüs durağına doğru yürüyorum. Yağmur gece boyunca hiç durmadı. Sabah devam eden şiddetli yağmurdan önümü görmekte zorluk çekiyorum. Kış mevsimi, gençliğim gibi asi ve hırçın. Yüzüme doğru çarpan yağmurla karışmış rüzgârdan nefes almakta zorluk çekiyorum.
Yirmi üç numaralı otobüs bugün geç kalmış, ortada yok. Her yağmurda yollar mutlaka tıkanır diye düşünüyorum. Çözülememiş tam bir üçüncü dünya ülkesi sorunu. Otobüs durağında her sabah görmeye alışık olduğum yüzler var. Bu yağmur suları, hepsi yoksul, alçaktaki gecekondu semtlerinde sele dönüşüp birçok ev ve iş yerini basmıştır diye yağmurla ilgili düşünmeye devam ediyorum. Hava o kadar insafsız yağıyor ki zaten başka bir şey düşünmek insanın hiç aklına gelmiyor. Üstü kapalı otobüs durağına koşar adım girince yüzüme çarpan su damlalarından kurtuluyorum ama her yanım sırılsıklam. Kaldırımı yoldan ayırmak mümkün değil. Her taraf çamurlu sularla kaplı. Etraftaki alçak eğimlere doğru akan suların yüzeyi, yağan yağmur damlaları ile delik deşik edilmiş gibi yukarı zıplıyor. Duraktaki altı kişiyle birlikte, hiç sonu gelmeyecek bir sessizliğe bürünmüşüz gibi çamurlu suların yüzeyini kabartıp zıplatan yağmur damlalarını izliyoruz. Gökyüzünün hırçın ve serseri hâli bu soğuk kış sabahını delirtecek gibi.
Durakta bekleyen insanların yüzlerine, onları rahatsız etmeyecek uzunlukta bakıyorum. Hepsi, yorgun, uykulu, derin düşünceli yüz ifadeleri ile çıldırmış bu sabah yağmuru altında çok anlamsız bakıyorlar ve çok zavallı görünüyorlar.
Onların ilgisiz ve boş vermiş hâli beni sıkıyor. Oysa yaşam yaşanmaya değer bir sürü bilinmezi taşıyor içinde. Onları bir bir bulup ortaya çıkarıp tanımak çok heyecan verici olmalı! Çıldırmış bu sabah yağmurundan bile neşelenip haz duymadığını zannettiğim durakta bekleyen insanlara içimden taşan bir üstünlük duygusu ile bakıp kendi heyecanımla yetiniyorum. Sabah, daha doğrusu hayat somurtkanı yüzlerden kurtulmak ve beynimin içini gereksiz yere meşgul etmesinler diye yirmi üç numaralı otobüsün geliş yönüne tekrar bakıyorum. İçinde beklediğimiz durak ilk kalkış durağı olduğu için erken gelmesi gereken yirmi üç numaralı otobüsün yerine küçük su damlalarının oluşturduğu çamurlu bulanıklıktan başka bir şey görmüyorum. Durakta bekleyenlerin tamamı ben hariç otuz beş kırk yaşlarında görünüyorlar. Her gün aynı duraktan aynı otobüse biniyor, başka başka duraklarda iniyoruz. Kısa bir bekleyişten sonra çamurlu bulanıklığın içinden göründü yirmi üç numaralı otobüs. İçinde yol aldığı kirli suları yararak geldi durdu önümüzde. Geç kaldığı için kabahatli olan sürücünün gülmeyi unutmuş yüzü her zamanki gibi buruşuk ve sevimsizdi. İçimden varsa karısına, bu suratsıza nasıl katlandığı için şaşırıyor ve ona sabır diliyorum. Yirmi üç numaralı otobüsün kapısının önündeki küçük mücadeleden galip çıkarak önce ben biniyorum otobüse; içim bir hoş. Böyle anlardan sonra dayanılmaz bir güven duygusunun sarhoşluğu ile kendimden geçiyor ve daha bir kararlı ve daha emin bakıyorum etrafa.
Hayatın kıyısındaki sığ sularda kulaç atıp durmaktan yorulmuş insanlarla, önündeki durağa doğru harekete geçen belediye otobüsünün içinde çalkalanıyoruz. Yirmi üç numaralı otobüsün içinde olduğu gibi, yağmurlu kaldırımda da insanlar çok az.
Biraz sonra önümüzdeki Çınarlı Durak’tan üç kişi daha alacağız; bazen dört, bazen beş, ama devamlı binen üç kişi. İçerideki insanların bedenlerinden yayılan ısının etkisi ile otobüsün camları buğulu. Bazı pencerelerde yeni oluşmuş parmak izleri var; buğu silinmiş dışarısı görünsün diye. İnsanlar birbirleri ile göz göze gelmekten hiç de hoşnut değiller. İstem dışı rastlaşan bakışmalardan rahatsız oluyorlar. Parmak izli buğulu camlardan yağmurlu sabahı izlemenin başıboşluğunda dolaşmak daha hoş. Göz göze gelmenin rahatsız edici gerginliğine girmeye kimsenin niyeti yok. Can sıkıcı, heyecansız otobüsün içinden Çınarlı Durak’ın silüeti görünüyor. Koltukların çoğu boş olsa da arkada ayakta durmayı seviyorum. Bu biraz aptalca da olsa, böyle düşündüğünüzü biliyorum, her sabah kırılgan bir cesaretle sokağa saldığım benliğime duyduğum o eksik güven duygusunu tamamlıyor. İnsanların ne yaptığı umurumda değil, bunu yapmaya ihtiyacım var ve yapıyorum. Dirseğimi dayadığım demir çubuktan ayrılıp koltuk altıma sıkıştırdığım kitaplarımı, onların arasına sıkıştırdığım notlarımı düşmesinler diye düzeltiyorum. Bazılarının kenarlarını yağmur suları ıslatmış. Otobüsümüz titreyerek Çınarlı Durak’a doğru ilerliyor. Üstü kapalı durağa adını veren yaşlı çınar ağacı, gece boyu hiç durmadan yağan, sabahta devam eden yağmurdan iyice yıkanıp temizlenmiş. Otobüsün silecekleri cama vuran yağmur damlaları ile başa çıkmakta zorlanıyor. Suratsız sürücü elinde bir bezle önündeki camın terini alıyor hiç durmadan. Yan pencerelerdeki buğudan dışarısı hiç görünmüyor. Yanında durduğum camın üstünü parmaklarımla siliyorum. Islak izlerin içinden Çınarlı Durak’ta bekleyen yolcuları görmeye çalışıyorum. Bildik, daha önce gördüğüm yüzlerin arasında, adının çok sonradan Sadberk olduğunu öğrendiğim yüzü çıkık elmacık kemikli kızın ürkek çehresiyle karşılaşınca durduğum ıslak camın gerisinde titriyorum! Elindeki kitaplarını göğsüne bastırmış hem kitaplarını hem de genç kızlığını bir şeylerden korumak istermiş gibi duruyor. İnce boynunu içeri çekmesinden üşüdüğü belli oluyor. Islanmış kısa saçlarının bir kısmı, soğuktan kızarmış yanaklarına yapışmış. Bu hâliyle çok savunmasız ve zavallı görünüyor! Durağa koşarak sığındığı, hızlı hızlı nefes alıp verişinden belli. Ağzından dumanlar savruluyor sanki. Ayağındaki kısa siyah botu tamamen ıslanmış. Önündeki üç kişinin otobüse binmesini sabırla beklerken kendisini otobüsün penceresinin ıslak camının gerisinden izlediğimden habersiz. Siyah gözlerindeki ışık, duruşuyla, onu hep endişelendirdiğini sezdiğim genç kızlığı gibi ürkek! Önündeki üç erkeğin aynı anda otobüse binme mücadelesine sanki kaygıyla bakıyor ve onlara değmemeye özen gösteriyor. Onun otobüse binmesi ile gövdemdeki kasılmanın gevşediğini hemen fark ediyorum. İçimden önümdeki ikili boş koltuklardan birisine gelip oturmasını ısrarla istiyorum. Ama o nedense gidip hemen sürücünün arkasında ve benden en uzak yere oturuyor! Yüzünü görmüyorum artık. Kısa siyah saçları boynuna dolanan siyah kaşkolunun üstüne serilivermiş. Kaşkolu ile uyumsuz kahverengi kaşe kabanının omuz başları ve sırtı ıslanmış. Kimseyle göz göze gelmemek için gidip sürücünün arkasına oturduğuna eminim. Onu, neden bu kadar düşündüğüm için bir an irkiliyorum! Fakat o gelecek günlerimin gizli ve suskun yolcusu gibi beni kendisine çekip etkisi altına alıyor. Işığa doğru uçan kelebekler gibiyim. İsminin Sadberk olduğunu çok sonraları öğrendiğim, yüzü çıkık elmacık kemikli, kısa siyah saçlı, zayıf, uzun boylu sayılabilecek bu güzel kızın gelecekteki hayatımın başrolünde oynayacağını nereden bilebilirdim? Zaten hayatın görünmez köşelerindeki gizlerini görebilseydik, başımıza, gücümüzün yetmediği içinden çıkamadığımız onca işi aşar mıydık? Güle oynaya başladığımız tatlı bir kır gezisini, içinde belalı virajların bulunduğu bir ölüm yolculuğuna çevirir miydik?
İçinde sarsıldığımız yirmi üç numaralı otobüsün gittiği yol, hâlâ çamur rengi yağmur suları ile kaplı. Yağmur azalmadan yağmaya devam ediyor. Az önce Çınarlı Durak’taki yolcuları görmek için pencere camında sildiğim yer tekrar buğulanmış. Hayat, bütün sırları ile az önce bu camda beliriveren buğu gibi kımıl kımıl oynuyor etrafımda! Buğulanan kısmı tekrar siliyorum. Kaldırımda telaşla koşuşan insanlar var.
Otobüs sürücüsünün arkasında suskunca oturan ıslak saçlı, yüzü çıkık elmacık kemikli kıza sevinçli bir bakış fırlattıktan sonra, daha hayatımın başında olduğumu ve önümde yaşanacak çok uzun bir ömür olduğunu düşünerek içimden keyifle kıs kıs gülüyorum. Çocukluğun ne demek olduğunu iyi kötü hatırlıyorum; bütün olumsuzluklara rağmen hoş bir tat bırakmış zihnimde. Ergenlik dönemim, yüzümde, alnımda aniden bitiveren sivilcelerim gibi can sıkıcıydı! Şimdi her ne kadar gelecek günlerin kaygısını, bulantılı bir iç burkulmasıyla hissetsem de, akıp giden günlerimden ve kendimden memnunum. Orta yaş ve yaşlılık; duyduğum, gördüğüm ama hiç ilgilenmediğim bir uzaklık. Zihnimde kelimeler uçuşuyor dışarıda yağmur damlaları…
İsminin Sadberk olduğunu çok sonradan öğrendiğim yüzü çıkık elmacık kemikli kızın, başını hafifçe sağa çevirerek hiç durmadan çalışan sileceklerin yağmur damlalarını sağa ve sola savurmasına baktığını görüyorum. Otobüsümüz, Harun Bey Caddesi’nin birleştiği Atatürk Caddesi’ne dönmeden önce, Çarşı Durağı’nda birikmiş yolcuları da alması ile iyice kalabalıklaşıyor. Yeni binenlerin içinde bir iki öğrenci kızdan ve memur kılıklı kadından başka erkekler çoğunluktayız.
Sağıma soluma önüme ıslanmış bir sürü insan birikiyor. Etrafımı büyük bir et yığını gibi kapatan kalabalıktan, yüzü çıkık elmacık kemikli kızı göremez oluyorum. Az önce gelip yanımda duran iri yarı herifin kötü kokan nefesi yüzüme doğru savrulunca sanki dünyam kararıyor! Bir insandan bu kadar kötü bir koku nasıl çıkar diye hayretler içinde yüzümü yan tarafa çevirerek kendimi kurtarmaya çalışıyorum, ama bunun fazla yararı olmuyor. Yüreğimin yeşil bahçelerinde az önce romantik uçuşlar yapan gönül kelebeklerim bu kötü kokuya daha fazla dayanamayıp birdenbire ortadan sıvışıyorlar. Kötü kokan nefesini, demirci körüğü gibi, tıslayıp tıslayıp üfüren ve yarattığı etkiden habersiz etrafı aval aval seyreden adama dönüp kendime bir hayli güvenerek, öfkeli bir bakış fırlatıyorum, fakat adam uyuşmuş gibi hiç oralı değil.
Otobüsümüz akşam vapuru gibi ağır ağır ve suları yara yara gidiyor. Her şeye rağmen yüzü çıkık elmacık kemikli kızı düşününce bugünkü yolculuktan daha bir keyif alıyorum. Tekerlerden çıkan sesler, tepemizde ve camlardaki yağmur damlalarının tıpırtıları, içerdeki suskun ve somurtkan insanların yüzünde eriyor. Atatürk Caddesi’ne çıkıştaki savrulmada otobüsün içindeki et yığını birbirinin üstüne devrilerek sağa yıkılırken yirmi üç numaralı otobüs sol tarafa dönüyor. Yanımda iri bir fil ayağı gibi duran herifle girdiğimiz yakın temastan artık midem bulanıyor! İçerideki hava nefeslerimizle ağırlaştıkça ağırlaşıyor. Kalabalık et yığının arasından iyice bunaldığı anlaşılan yaşlı bir elin küçük pencere camını açmaya çalıştığını görüyorum. Bu yaşlı elin sahibinin yüzünü merak etmiyorum. Kimse kimsenin gözüne bakmıyor, arada bir karşılaşan anlamsız ve ürkek bakışlar hemen aceleyle yönlerini değiştiriyorlar. Islak ve buğulu camlardan dışarıdaki silik hareketliliğe bakmak can simidi gibi rahatlatıcı…
Durduğu duraklarda çekingen adres sormalara, suratsız otobüs sürücüsünün verdiği sinirli yanıtlar kulaklarımı tırmalıyor. Atatürk Caddesi’ndeki kalabalık trafik, yüklü otobüsümüz gibi ağır ağır akıyor. Otobüsün içindeki hava nefeslerimizle kirlenince soluk alıp verişlerimiz hızlanıyor. Vilayet Durağı’nda duruyoruz. Otobüsün arka kapısı açılıyor. İnsanlar boyunlarını içeri çekerek yağmurlu ve soğuk havanın içine atılıyorlar. Etrafta sulara bata çıka koşuşan insanlar şaşkın ve kötümser. Açılan kapıdan içeri dolan soğuk hava iyi geliyor. Birkaç kişinin inmesi ile iri bir fil ayağı gibi beni sıkıştıran adamdan biraz uzaklaşabiliyorum. İneceğim Üniversite Durağı’na daha epeyce var. Nefesi pis kokan adamdan kurtulabilmek için inip yürümeyi düşünüyorum ama yağmur çok hızlı yağıyor, bunu göze alamıyorum. En iyisi yine yağan yağmuru ve yüzü çıkık elmacık kemikli kızı düşünmek.
Otobüs duraktan ayrılırken yeni binenlerin sıkıştırması ile arkada az önce açılan boşluk yine doluyor. İnsanların bu üreme hızına ne otobüs dayanır ne yol. On kişi ölüyorsa yirmi kişi doğuyor. Gelişmemiş ve az gelişmiş ülkelerin insanları ile birlikte otobüsün içindekilere ve kendime sabırlar diliyorum. Şu anda bizim gibi ülkelerdeki nüfus artış hızını engellemeye ilişkin aklıma başka bilimsel bir mucize gelmediği için, hiçbir seçeneğimin olmadığı hususu konusunda kendi kendimle yüzde yüz hemfikirim. Otobüsün içindeki insan yoğunluğu dayanılacak gibi değil. Zaman zaman daraldığımı hissediyorum. Allah hasta ve yaşlıların yardımcısı olsun! Kendime biraz yer açma gayreti ile yanımdaki iri fil ayağı görüntülü herife yandan hafif bir kalça darbesi vuruyorum. Ama boşuna, bunun pek bir yararı olmuyor. Gözlerimi kapatıyorum, etrafımdaki sıkışıklığı hiç olmazsa görmemek için. Zihnimin içine, bu sabah Çınarlı Durak’ta ilk kez gördüğüm isminin Sadberk olduğunu çok sonraları öğrendiğim yüzü çıkık elmacık kemikli kızın görüntüsü doğuyor. Onu kaybetmemek için çok çaba göstermeme rağmen, hemen, utangaç bir misafir gibi çabucak terk ediyor zihnimi. Gözlerimi tekrar açıyorum. Vilayet Durağı’ndan sonraki katılımlarla otobüsteki öğrenci kılıklı yolcuların sayısı artmış. Birkaç durak sonra Üniversite Durağı’na geldiğimizi fark ediyorum. Aşağıya aceleyle inmek isteyenlerle birlikte kendimi dışarıda buluyorum. Herkes gibi yağan yağmurun telaşına düşen ben de, yüzü çıkık elmacık kemikli kızı şimdilik unutuyorum. Hoplaya zıplaya yağmurlu kaldırımda, insanlara arada bir çarptıktan sonra onlardan özür dileyerek yürürken yüzü çıkık elmacık kemikli kızın genç kızlığını etrafındaki sulu kalabalığa sürtmemek için gösterdiği çabadan, okulda yeni olduğu için koltuk altlarını ve avuçlarını basan terden, sıkılgan bir edayla arkamdan yürüyerek benimle birlikte, yarım dönem beraber okuyacağımız aynı üniversiteye gelmesinden habersizdim ve ne yazık ki geleceğe ilişkin daha birçok şeyden habersiz olduğum gibi! Onu o gün okulun geniş bahçesinde tek başına yürürken bir defa gördüm; irkilip şaşırdım ve sonra bir serap gibi kayboldu sanki…

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Okulda laboratuar çalışmaları her zamanki gibi yine sıkıcı geçti. Kısa bir tatilin ardından ikinci dönem yeni başladı. Memleketlerine gidip gelenler daha heyecanlı. Okuduğum elektrik mühendisliği hayalimden geçen bir bölüm değildi. Birçok öğrenci gibi tatmin olmayan sınırsız bir düş gücümüzün içinde kayboluveren bölümlerde okusak bile, bir şey kazanmak yine de güzel bir duygu. Fakat saman alevi gibi çabuk söndü!
Üç fazlı motorlar, dinamolar, transformatörler, voltmetreler, ampermetreler arasında geçen saatlerin sıkıntısı hiç de küçümsenecek gibi değil. Oysa dışarıda hayat, çoğu insanı canından bezdiren yağmurlu bir kış da olsa, çağıl çağıl akan bir çağlayan gibi deli ve çok heyecan verici!
Küçük bir dilenci kız çocuğu ile yoksul annesinin deva bulmaz çaresizliği, intiharın eşiğinde volta atıp duran işsiz babanın umutsuz çırpınışı, sinema veya ses yıldızı olmak için, şehri cüzzamlı bir pençe gibi saran yoksul gecekondu evlerinin soğuk odalarından bir gece vakti vahşi sokaklara kaçıp tatlı yaşam umudu ile yanıp tutuşan hayalperest genç kızların, sipere yatmış taze bir av bekleyen acımasız pençelerin daha ilk darbelerinde telef olmaları, sığınacak bir yeri olmadığı için sabah akşam kocalarından dayak yiyen yoksul kadınların, gidecek bir yeri olsa bile sıkıntılarını içine atıp hızla depresyona giren mesleksiz kadınların, annelerinin, babalarından yediği dayağın veya aşağılanmanın acısını kendilerinden çıkarıldığını düşünen çocukların bile henüz bu romantizmi bozmaya gücü yetmiyor. Hey hayat! Sen ne kadar hoşsun diye içimden avaz avaz bağırmak geliyor. Yağan yağmura gökten dökülen bir rahmet deyip ellerimi açıyorum. Alçak semtleri basan selle uğraşmak belediyenin ve itfaiyenin işi.
İçimde oradan oraya uçup duran yüzlerce kelebeğin kanat vuruşlarına ayaklarımı uydurarak eve dönüyorum.
Gökyüzü sabahki yağmurdan sonra pırıl pırıl. Caddeler sokaklar, ağaçlar, kaldırımlar, araçlar, yağmur suları ile iyice yıkınıp temizlenmiş. Etrafa ışıklarını esirgemeden saçan güneşin altında insanlar gözüme hoş görünüyorlar. Zıplaya zıplaya vitrinlerin camından yansıyan görüntümden memnun ilerliyorum. Ben kendimi seviyorum, ey insanlar! Şu gelen somurtmuş yaşlı teyzeyle, beli bükülmüş yaşlı amca, sizler ne kadar sevimlisiniz diyorum onların duyamayacağı bir sesle. Kaldırım taşlarını titreterek gelen, hey gençler, bana benzediğinizi hiç kaçırmıyorum ama itiraf etmeliyim ki azıcık bayağısınız! Bunu söylediğim için üzgün ya da kızgın olduğumu düşünebilirsiniz, ama maalesef sizi hayal kırıklığına uğratıp yanıltacağım. Bugün içimden mutluluk fışkırıyor. Aman Allah’ım! Karşıdan gelen şu kızların güzelliğine bak, vücudum nasıl da şaha kalkmış hırçın bir at gibi gerilip dirileşti. Önünden geçtiğim köhne kırtasiye dükkânının kirli camları bile bu ihtişamlı yürüyüşümü gözlerimden gizlemekten âciz. Çatı kenarlarından burnumun üstüne düşen bir damla soğuk su yürüme ritmimi bir an için bozsa da hemen toparlanıyorum. Burnumun üstündeki ıslaklığı çabucak silerken bir iki damla da tepeme düşüyor. “Kahrolun emi!” diyorum düşen damlacıklara sitemle. Soğuktan kurumuş parmak uçlarımla, babam yatak odasında horlayarak uyurken tuvaletteki aynada, evden çıkmadan özenle taradığım saçlarımın bozulduğunu düşünerek düzeltiyor ve o histen hemen kurtuluyorum. Genç kızlar ne yazık ki fıkırdayarak yanımdan geçip gidiyorlar. Onlara dönüp bakmak istememe rağmen utandığımdan bunu yapamıyorum. Sabahki deli yağan yağmurda ıslanan çoraplarımın içindeki ayak parmaklarım soğuktan yanıyor ama kendimden emin bir şekilde buna aldırmamaya çalışıyorum.
Soğuk olduğu için, ağzımdan dışarı fırlayıp yoğunlaşan nefesimi görüyor ve sağa sola savurarak onunla oynuyorum.
Orta yaşlı göbekli birinin bana biraz küçümseyerek baktığını seziyorum. Nefesimle oyun oynamayı bırakıyor ve yumuşak bakışlarımı sertleştirerek yüzüne bakıyor, ona gereken cevabı bu şekilde veriyorum.
Yanından geçtiğim bankamatik kulübesine sığınmış, birbirlerine sokulmuş uyuyan, belki de dün gece donma tehlikesi geçirmiş ya da kendilerinden büyük sokak çocuklarının tecavüzüne, tacizine uğramış iki sokak çocuğuna bakıyorum ama onları görmemeye çalışıyorum; gözlerimi onlardan kaçırıyorum. Çünkü şimdi itiraf ediyorum: Ben bu konuda birçok insan gibi zayıfım ve yoksul, kimsesiz çocuklara bakamıyorum! Bu benim içimde müthiş bir acının çöreklenmesine sebep oluyor. Ben niye böyleyim bilmiyorum, ama durumum bu… Küçük sokak çocukları birbirlerinin bitli bedenlerinde ısınmaya, acımasız dünyanın çilesini birkaç saatliğine olsun unutup uyumaya çalışırken onların aşağılık anne ve babalarına lanetler yağdırıyor, ünlü Alman Filozof Nietzsche’ye hak veriyorum. “İnsan hayvanla üst insan arasında bir köprüdür.” Nietzsche’nin söylediği bu büyük sözün büyüsü ile sendeliyorum. Hayvanla üst insan arasında sıkışmış insanoğlunun yaşadığı ve yaşayacağı acılı süreç zihnimi tırtıklamaya başlıyor. Ama buna uzun süre katlanmaya niyetli değilim. Çünkü tam karşımdan el ele tutuşmuş yeni evli oldukları her hâllerinden belli olan iki genç geliyor. Onların birbirlerini henüz sevdiklerini karşılıklı bakışmalarından anlıyorum. İçimden üç beş dakikalığına kaybolan kelebeklerin kanat titremelerini hisseder gibi oluyorum. “Hey çocuklar, siz bir harikasınız!” diye haykırıyorum içimden; bildiğiniz gibi onlar duymuyorlar. Uzun siyah mantolu kız, ellerini genç oğlanın ellerinden kurtarıp koltuk altından girerek dirseğine sarılıyor. Yüzlerindeki tebessüm zaman zaman fıkırdamalı gülmeye dönüşerek hep devam ediyor. Yanlarından geçen sokak serserilerinden ben rahatsız oluyorum, birbirleri ile o kadar meşguller ki onlar olmuyorlar. Yanımdan geçip giderlerken nedense genç kızdan yayıldığını zannettiğim nefis bir parfüm kokusu ile dizlerim titriyor.
Yürüdüğüm cadde geniş ve uzun bir koridor gibi. Gökyüzü beyaz bulutlarla yer yer lekelenmiş. Başımı yukarı kaldırınca gökyüzünün mavi parlaklığı gözlerimi yakıyor ve göz kapaklarım ince bir çizgi gibi kapanıyor. Aşağıdaki biz insanlarla ne kadar ilişkili olduklarını tahmin edemediğim güvercinler, sürü sürü uçuyorlar.
“Sırlarını bilmediğimiz tabiatın büyülü bedeninde yaşayan biz bütün canlılar neyin peşindeyiz, amacımız ne?” diye düşünüyorum bembeyaz dev bir bulut yumağının tepemdeki uçuşunu seyrederken. İnsanlar, yünlü, pamuklu kalın giysilerinin içinde vücut ısıları daha fazla dışarı kaçıp üşümesinler diye küçülüp büzülmüş bir şekilde birerli ikişerli yanımdan geçiyorlar. Soğuk kaldırımdaki yürüyüşümün hızlandığının farkında değilim. Tepemde uçan ve için için parlayan bulut kümesinin bir süre peşinde sürükleniyor gözlerim. Kaval kemiğimin ağrıdığını hissedip yavaşlıyorum.
Okulda yaptığımız konuşmaları tartışmaları düşünmem ya beni güldürüyor ya da geriyor. Yaprakları dökülmüş yaşlı bir çınar ağacının yanından geçiyorum. Bunun belli belirsiz farkındayım; daha birçok şeyin belli belirsiz farkında olduğum gibi.
Büyükçe bir lokantanın önünden geçiyorum. İçeride vakitsiz yemek yiyen insanlar var ve önlerindeki tabaklardan bir şeyler atıştırıyorlar. Bir belediye otobüsü hızla geçiyor yanımdan. Arka camdan beni dikkatlice seyreden, sıkıcı bir hayat yaşadığı yüzünde asılı duran genç bir kadını görünce heyecanlanıyorum! Onun ilgisi ve bir şeylere küskün duruşu bütün benliğimi ona doğru çekiyor. Birdenbire hüzünle dolarken, tutkulu bakışlarımı genç kadının görebildiğim gövdesinin üst kısmında cesaretle dolaştırıyorum. Otobüsün arkasında, ayrılık hasretiyle kavrulan bir âşık edasıyla sürüklenip kendi kendimle ve otobüsteki genç kadınla küçük bir oyun oynuyorum. Otobüsün çok hızlı dönen tekerleri bu oyunun ancak birkaç saniye sürmesine fırsat veriyor.
Gökyüzü o kadar parlak ki, insanın gözleri ancak caddenin güneş görmeyen kuytuluklarında rahat edebiliyor. Karlı dağlarda rahat yürüyebilmek için gözlerinin önüne sürme çeken, iri bıyıklı, erkekleri nedense düşünerek, küçük bir tebessüm oluşturuyorum güneşe rağmen soğuktan uyuşup kızardığını zannettiğim yanaklarımda.
Kestane kebapçısı her zamanki yerinde, iki bankayı birbirinden ayıran duvarın önünde oturuyor. Şimdilik müşterisi yok ama yüzündeki ifadeye bakılırsa derdi çok. Hiç okul okumadığını zannediyorum. Yapacağı başka bir iş olsa, bu soğukta bu rezilliğe neden katlansın ki diyorum ama sonra bu fikrimden vazgeçiyorum. Çünkü binlerce fakülte mezununun işsiz ve umutsuz olduğunu anımsıyorum. Bu adamda onlardan birisi olabilir, neden olmasın ki? Onun bu kılıksız hâline bakıp hakkında hiçbir şey bilmeden ön yargılı düşündüğüm için kendimi yadırgıyorum! Onun üç kuruş ekmek parası için verdiği zor uğraştan, kendi hesabıma birazcık sıkılıyorum.
Üstünde yürüdüğüm kaldırımdaki taşlardan fışkıran azgın kış soğuğu, ayak parmaklarımı kemirip dizlerime doğru tırmanmaya başlayınca otobüse atlayıp sıcak odama gitmeyi istiyorum ve bunu hemen yapıyorum.

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
Yaşadığım küçük şehir, aydınlarımızın ya da büyük şehirlerde yaşayan kendini beğenmişlerin deyimiyle taşra, ülkemizin iki veya üç büyük şehrinden birine gitmek isteyip de, onların bir kısmı söylemese de parasızlıktan gidemeyen, mutsuz insanlarla dolu. En azından benim gördüğüm, yaşamlarına tanık olduğum insanların çoğu böyle. Küçük şehrin dar sokaklarına sıkışmış yaşamın bunalttığı insanlar sorunlarından kaçmak için büyük şehirlere, herhâlde büyük şehrin bütün cilveli çekimine rağmen, yıpratıcı karmaşası karşısında bunalan insanlar da, bir zamanlar arkalarına belki de bakmadan kaçtıkları küçük şehirlerine, kasabalarına, köylerine, daha romantik özlemleri olan orta yaş ve üstündekiler de güneyde küçük bir balıkçı kasabası kaldıysa, gidip oraya yerleşmeyi hayal ederler!
Görmüş geçirmiş tavırlı, elektromotor dersimize giren hocamızın bir sözünü düşünmeye başlıyorum. “Hoş olan bayramlar değil, onların hayalidir! Hayallerinizdeki hiçbir sevgilinin ağzı kokmaz.” derdi. Doğru söyleyip söylemediğini henüz bilmiyorum, bunu zaman gösterecek.
Neyse, odam sıcak dışarısı soğuk. Annemin ölümü şimdi birçok detayını hatırlayamadığım çocukluğum kadar uzak.
Büyük şehirlerin birinde şimdi çoluk çocuk yaşayan ablamın o günlerdeki çığlıklarını hiç unutmuyorum! O dönemden aklımda kalan, benden yedi yaş büyük ablamın ve benim çevredeki bir sürü yakın, uzak akraba, komşularla birlikte ağlamamızdı! Ablamın, sessiz sessiz, bize göstermek istemediği ağlamaları aylarca sürdü!
Evde geçmiş hatıraların etkisi ile biraz daha mutsuz bir hayat sürerim! Arka odada horlayarak uyuyan babam, birkaç günde bir telefonla arayan, konuşunca yüzünün rengi değişen babam ve telefonun öteki tarafındaki mutsuz ablam! Onun için caddeler ve sokaklar benim özgürlük alanlarımdır hep. Evden sıkılınca kendimi onların kollarına atarım!
Bu gece hatıralar âleminin amansız takibi altındayım. Oturduğum masamdaki çalışmam gereken konuların içine bir türlü giremiyorum. Babamın horlamaları biraz kesilir gibi oldu ama yine başladı. Ben annesizliğe zor da olsa alıştım, ablam hâlâ tam tersi, takıntılı bir şekilde telefonda annemden söz açar ve bazen hep ağlar! Onun öldüğü bu evden bu şehirden, daha fazla dayanamayıp hızla evlendi, çabucak çoluk çocuk sahibi oldu ve göçüp gitti bir büyük şehre! Telefonda, babamdan sonra bazen beni isteyip konuştuğu hep ağlamaklı titreyen sesine, yaşlanıp duygusallaşan ihtiyarlar gibi ben de dayanamıyorum! Babamla paylaşıp benden gizlediği yaşamının mutsuz detaylarının simgesi sesinin dokunaklı hâlini hep annemle ilişkilendirdim! Çünkü görünürde mutsuz olması için başka önemli bir sebep yoktu henüz benim için!
Oturduğum koltuk ve masamdan iyice sıkılıyorum. Mutfağa gidip su içiyor sonra da ışıkları yakmadığım ön odaya giriyorum. Pencerenin önüne geldiğimde, gökyüzündeki ulu karanlık, yıldızların arasından usul usul yağıyordu şehrin üstüne. Önünde durduğum pencerem, kibirli insanlar gibi şehre yüksekçe bir tepeden bakıyordu. Gökyüzünün olağanüstü ihtişamı karşısında heyecanlanıp kırılganlaşıyorum! Aslında bu iki duyguyu, iç içe geçmiş bu iki duyguyu, birbirinden ayırmak gerek. Kırılganlığım, geçmiş hatıralarda ve ablamda gezen benle, heyecanım gökyüzünün sırlı ihtişamı ile ilgiliydi. Ama ikisi de birbirinden bir şekilde etkilenerek beni hırpalamaya devam ediyorlar. Sessizlikten, kendimi iyi dinlediğim evimizde, babamın horlamaları, ablamın ve annemin sayısız kere açıp kapadıkları buzdolabının yaşlı ve iniltili vızıldamasından başka ses yok. Babam gibi şehir de uykuda. Bense ayakta dikilip durmaktan sıkılıyorum. Gün boyu çalışan dizlerim gibi gözlerim de yorgun artık. İçerideki ısının azalması ile kaloriferin epeycedir sönmüş olduğunu fark ediyorum. Ama evdeki serinlik henüz rahatsız edici değil. Başımı pencerenin soğuk camına dayayarak, karanlığın içinde küçük küçük parlayan, insanoğlunun kavramakta zorluk çektiği uzaklıklardaki yıldızlara tekrar hayretle bakıyorum! Devamlı ilk aklıma gelen şey oralarda canlı var mı, varsa nasıllar acaba? Dünyamıza en yakın yıldız, dört nokta iki ışık yılı uzaklıkta. Bizim içinde yaşadığımız kümeye en yakın galaksi Andromeda iki nokta iki milyon ışık yılı uzakta. Bu uzaklıkları, bu büyüklükleri düşününce kalbim titriyor.
Camdan tenime geçen soğuk alnımı ısırıyor. Sokak lambalarından yerlere dökülen beyaz ışıklar, içimde çocukça bir sevincin doğuşuna neden oluyor. Müşfik bir sevgiliye bakar gibi bakıyorum onlara. Dizlerimin artık iyice yorulduğunu, göz kapaklarımın ağırlaştığını hissediyorum.
Kendime ilişkin düşündüğüm şeyler evrene ilişkin hissettiklerimin yanında ne kadar küçük! Gözlerim emrediyor yatağıma gidip uyumalıyım artık.

BEŞİNCİ BÖLÜM
İsminin Sadberk olduğunu çok sonraları öğrendiğim yüzü çıkık elmacık kemikli kızı okula gidip gelirken birkaç gün görmedim. İsmi gibi, hayatına ilişkin bazı detayları da sonra öğrenecektim: Babasının şehre çok uzak olmayan bir yerde, enerji ve sulama amaçlı yapılan barajın şantiyesinde inşaat mühendisi olarak çalıştığını ve iş uzun olduğu için buraya taşındıklarını, annesinin ev hanımı, kendisinden büyük üç erkek kardeşinin olduğunu, hepsinin iş güç sahibi olduğunu birisinin yurt dışında, diğer ikisinin başka şehirlerde yaşadığını, şu anda okuduğumuz üniversite gibi küçük bir üniversiteden buraya, babasının artık yalnızlığa dayanamadığından, annesinin ısrarı ile yatay geçiş hakkını kullanarak geldiğini ve aslında bu gelmeyi pek istemediğini, edebiyat bölümü üçüncü sınıfında okuduğunu, Türkçe öğretmenliği yapmak istediğini, hayallerinin genişliğine ve zenginliğine hep hayran olduğu edebiyat yazarlarını çok sevdiği için bu bölümü bilerek isteyerek seçtiğini, öğretmenliğin parasız oldukları için olmayan itibarının umurunda olmadığını, severek yapacağı bir mesleğinin olmasının çok önemli olduğunu, kanaatkâr bir insan olduğunu, paranın önemini bilmekle birlikte bunun azı ile de yaşayabileceğini ve kendisine ayrı bir özgürlük duygusu kazandıracağını, harcamaktan çok biriktirmekten haz duyan bir insan olduğunu söyleyecekti.
Okula gitmek için her sabah olduğu gibi aynı yolu kullanarak yirmi üç numaralı otobüsün kalktığı durağa doğru gidiyorum. Okuldan dönerken zamanım geniş, yürüyerek dönerim. Bu benim için çok eğlenceli. Artık kullanılmayan, mirasçıları birbiri ile kavgalı olduğu için yıllardır diğerleri gibi yıkılıp yerlerine iş hanı, apartman yapılmayan, dış duvarları yağmur suları ile iyice aşınmış, yazlık sinemasını ve ıssız gişesini izlemek en hoşu… Daha sonra ben askerdeyken, Harun Bey Caddesi’ndeki iş yeri ihtiyacının artması ve yan taraftaki kiralık büyük bir apartmana vergi dairesinin taşınmasından sonra, balyoz ve kepçe darbeleri ile yerle bir edilen yazlık sinemanın yerine, yapılan iş hanında; inşaat mühendislik bürosu, mimarlık bürosu, emlak alım satım işi ile uğraşanlar, muhasebeciler, birkaç diş doktoru muayenehanesi, üçüncü noter, avukatlık büroları ve ne yaptıkları belli olmayan adamların iş yerleri ile dolacaktı.
Kavrulmuş fıstık tadındaki çocukluğumun anıları, yazlık sinemayla birlikte sonradan önünden geçip ve eski günleri hatırlayacağım, koca, itici, sevimsiz binanın altında kalacaktı.
Soğuk sabah ayazı yanağımı ısırıyor. Otobüs durağına doğru üşüyerek yürüyorum. Ben evden çıkarken her zamanki gibi babam horlayarak uyuyordu. Annemin ölümünden sonra hem dünyaya hem çevreye küsmüş, Onun vakitsiz, erken gelen ölümünü kabul edip içine sindirememişti. İnşaat malzemeleri satıyordu. Benim üniversiteye başladığım yıl işini bıraktı ve iyice içine kapandı! Kat karşılığı verdiğimiz, ortağı olduğumuz arsadan alınan iki daireden birinde oturuyor diğerinin ve dükkânın kirasını alıyoruz. Babamın Bağ-Kur’dan aldığı emekli aylığı, bankada az miktar birikmiş parası da buna eklenirse çok rahat olmamakla birlikte pek para sıkıntısı çekmiyoruz!
Evlendiklerinde babam kırk iki, annem yirmi dört yaşındaymış. Okul okumayıp evde koca bekleyen bir kız için küçük sayılamayacak ama geç evlenen babamın yaşı düşünüldüğünde, annem için çok genç kabul edilen bir yaşta evlenmişler. Ablamın doğumundan on iki, benim doğumumdan beş yıl sonra meme kanserinden annem ölünce babam bunu hiç kabul edememiş! Zaten zorla kabul ettiği evliliğinde yaşanan, hepimiz için çok talihsiz bu olay, benim pek farkında olmadığım yıllarda onu iyice yıpratmış. Yakınlarının bütün istemelerine rağmen ikinci defa evlenmeyi hiç istemedi. Annemin ölümüne aralarındaki yaş farkının yarattığı mutsuzluğun neden olduğunu düşünerek ve zaman zaman bunu bize hissettirerek yaşadı ve bütün duyarlı insanlar gibi içine kapandı!
Otobüs durağını görüyorum, ama daha var. Yirmi üç numaralı otobüse, duraktan, ilk birkaç yolcu biniyor. Adımlarım zihnimdeki düşüncelerim gibi çok hızlı.
“Sorumlu bir anne ve baba için dünyaya getirilmiş çocuk, hayatın en iç burkucu en hassas bağıdır ve yüküdür!” Babam bu can sıkıcı sözleri düzenli aralıklarla bize söyleyip dururdu; o zamanlar pek anlamazdım. Çok sonraları kızım dünyaya geldiğinde anladığımda da vakit çok geçti!
Yirmi üç numaralı otobüs, yeterince hareketlenmemiş caddede, her zamanki yerinde ve alışılmadık bir durum yok. Durağa ulaştığımda her zamanki yolcular ve sürücü içeride oturuyorlardı. Gökyüzü kara bulutlarla kaplı. Etrafta ağarmayı bekleyen kirli bir karanlık var. Otobüsün içindeki ışıklar yanıyor ve motoru çalışır durumda. Sürücü her sabah olduğu gibi koltuğunda somurtmuş ve sinirli görünüyor. Esmer zayıf yüzünün içindeki gözleri henüz uykudan kopmamış. Sol eliyle direksiyonu tutarak oturuyor. İp gibi ince gri kravatı, çoğu yoksul memurunki ile aynı. Eski beyaz gömleğinin üstündeki, eski gri takım elbisesinin yakası, saçlarından bulaşan yağlarla kirlenmiş. Biletimi attıktan sonra öğrenci kimliğimi istemesine fırsat vermeden gösteriyorum. Onun bana ve çevreye fırlattığı sinirli bakışlarını hiç sevmiyorum. Otobüsün içinde oturanlar, birbirlerinden olabildiğince en uzak noktalara oturmaya özen göstermişler. Camlarda yansıyan görüntülerin içinden, dışarıdaki soğuk ve kirli sabah alaca karanlığını seyrediyorlar.
Yağış yüklü bulutlarla gökyüzü yağmaya hazır bekliyor. Üç gün önce yağan yağmura benzer bir yağmur yağacak sanırım. İçeridekilerin yüzlerine bakmadan, devamlı yaptığım gibi en arkaya gidiyorum. Burası kapıya yakın, inmek kolay oluyor. Otobüsün motoru hırıltıyla ısınmasını sürdürüyor. Camda yansıyan titrek görüntümden hoşnut değilim! Dün gece uyku tutmadı geç yattım. Yüzüm şişmiş ve hâlâ inmedi. İçerideki ısı, soğuktan uyuşmuş burnumu gıdıklıyor. Biraz sonra kalkmamız gerekiyor. Evden çıkarken babamın gürültülü horlaması peşimden merdivenlerden yuvarlanarak geliyordu. Huzursuz ve mutsuz bir yaşam sürdüğünü biliyorum. Issız bir dağ gibi yapayalnız. Artık çok seyrek yaptığımız sessiz sohbetlerin derdine çare olmadığını anlıyorum! Ama onun için yapacağım çok fazla bir şey yok. Birçok yeri yaşlandığı için yıpranmış, yıkılmış ve onarılması mümkün olmayan eski bir yapı gibi görünüyor hep.
Yirmi üç numaralı otobüs gitmek için son hazırlığını yapıyor. Suratsız sürücünün gaz pedalına basıp motoru, vın vın, diye öttürmesi bunun en belirgin işareti ve ağır ağır gitmeye başlıyoruz. Dışarıda kaymaya başlayan binaların, yağmur suları ile boyaları silikleşmiş eski duvarlarında, babamın yaşadığı yılların yorgun yüzünü görüyorum sanki! Aslında onun ölme ihtimalinin gittikçe yaklaştığını ve üstüme gelen kaçamadığım büyük bir korku gibi gördüğüm için üzülüyorum! Benim için ne kadar yaşlanmış olsa da, o benim babam ve yanımda olması güven veriyor, yoksa çok yalnız kalırdım, ne yapardım! Bazen koca bir hafta birbirimizle hiç konuşmuyoruz. Çoğunlukla onu evde yatağında ya da televizyonun karşısındaki koltukta dün akşam olduğu gibi uyur buluyorum. Televizyonu yavaşça kapatıyorum. Oturduğu koltuktaki, boynu yana düşmüş hâline bakıp önce uyandırmaya çekiniyorum! İçinde bulunduğu yıpranmışlığı bir süre yüzünde izliyorum. Sonra acıyarak ona yaklaşıyorum! Ölmüş olabilir mi? diye düşünüyorum irkilerek! Vücudumdaki bütün tüyler ayaklanıyor! Bazen şimdiki gibi horlamıyor ve ölmüş birisi gibi görünüyor! Ürpererek korkmaya başlıyorum! Göğsündeki hafif titremeler bu korkumu azaltmıyor. Yerde, koyu yeşil, yaprak desenli, göbekli, eski Isparta halının üstünde, burnu kapalı, altı kösele siyah terliğinin biri ayağından çıkmış. Bunu gördükten sonra bütün savunmasızlığı ile karşımda duran yaşlılığına şimdi daha çok acıyorum ve: “Baba, baba!” diye ürkek ve kendinden emin olmayan bir sesle ölmüş birine dokunur gibi sertleşmiş, kahverengi çillerle lekelenmiş elinin üstüne dokunuyorum! O da benim gibi çabuk uyanıyor uykusundan. Gözlerinin beyazı sararmış, siyahı ağarmış. Her an ölecekmiş gibi duran gözlerine bakıyorum. Hırıltıyla:
“Neden geç kaldın?” diyor. Vakitleri birbirine karıştırmış, oysa daha ilk akşam. Ben yine de onu kırıp incitmemek için hoşlanacağı bir şeyler uyduruyorum. Halının üstünde biraz uzağa kaymış terliğini ayağına geçiriyorum. Pek belli etmese de bu davranışımdan, ona sahip çıkışımdan hoşlanıyor; bunu hissediyorum. Oturduğu yerden kalkmak istediğini belli ediyor. Elini tutuyorum. Ayağa kalktıktan sonra bana hiç ihtiyacı yokmuş gibi elimi bırakıyor. Ne kadar güçlü görünmek istese de o eski günlerinden artık çok uzaklarda. Sessizce önce tuvalete, sonrada uyumak için yatağına giderken bunu her defasında tekrar tekrar görmek içimdeki sıkıntıyı arttırıyor!
Dün akşama ilişkin bütün bu anlattıklarımın içinde dolaşırken otobüsün camından yansıyan görüntüm, dışarıda, kirli karanlığın içinde kayan nesnelerin üstünde uçuyor. Çınarlı Durak’a daha var; az sonra yazlık sinemanın önünden geçeceğiz.
İsminin çok sonradan Sadberk olduğunu öğrendiğim yüzü çıkık elmacık kemikli kız, gelir mi Çınarlı Durak’a, diye düşünerek, babama ilişkin görüntülerle iyice işgal edilmiş zihnimi boşaltmaya çabalıyorum.
Her zamanki sessizliğine gömülmüş yazlık sinemanın yanından geçiyoruz. Ben çocukken oysa önünde, yaz akşamları kopan kıyameti düşününce onun sessiz ve terk edilmiş hâli içimi acıtıyor! Ufak haftalıklarla, orada, burada, çalışan işçi çocuklar, işsiz gençler, erkek öğrenciler, tahta sandalyelerde, büyük beyaz beton perdenin önünde, aileler, iş güç sahipleri veya ayrıcalık düşkünü birkaç arkadaş, beyaz badanalı briketten örülmüş localarda seyrederlerdi filmleri. Gürültülü sahnelerden yayılan sesler yankılanırdı etraftaki binaların duvarlarından. Kabak veya gün çekirdeği çıtırdatarak yıldızlardan dökülen ışıkların altında seyredilen filmlere bayılırdım!
Otobüsümüzün yol aldığı Harun Bey Caddesi, cadde adına yakışmayacak kadar gösterişsiz. Çınarlı Durak bize doğru ağır ağır yaklaşıyor. Durakta bekleyenlere bakıyorum ilgiyle. Yüzü çıkık elmacık kemikli kızı göremiyorum. Durağın sağını solunu yokluyorum merakla, ama ne yazık ki yok! Hayal kırıklığına uğrayıp üzülüyorum ve garip bir şekilde ürperiyorum! Oysa ona ilişkin daha henüz pek bir şey yok bende; sesini bile duymadım! Bende ona dair olan o yağmurlu sabaha ait ıslanmış, suskun, ürkek görüntüsü!
Yirmi üç numaralı otobüs, içindekileri öne savurarak sert bir frenle duruyor Çınarlı Durak’ta. Yolcular soğuktan ve beklemekten bıkmış gibi görünüyorlar. Birkaç küçük serçe, yaşlı çınar ağacının çıplak dallarına tünemiş, boyunları gövdelerine gizlenmiş etrafı seyrediyorlar. Soğuk, insanlar gibi onları da hareketsizleştirip büzmüş. Otobüs durağında bulamadığım, yüzü çıkık elmacık kemikli kızı zihnimdeki görüntülerin içinde aramaya başlıyorum. Hiç beklemediğim bir anda, beynimde dalgalanan yığınla şeklin iç içe geçtiği bir kaosun içinden yavaş yavaş sıyrılıp belirmeye başlıyor.
Gözlerimi kapatarak onun zihnimde beliren hayalinin peşine düşüyorum. Kendi kendimle, yüzü çıkık elmacık kemikli kızın hayalini düşünerek oynadığım oyundan çok hoşlanıyorum ve çocuklar gibi çok seviniyorum. Gözlerim kapalı olduğu için benim dışımdaki dünyadan gelen sesler kulaklarımda. Otobüs bizi zıplatarak yerinden sarsıntıyla kalkıyor. Ben isminin çok sonraları Sadberk olduğunu öğreneceğim yüzü çıkık elmacık kemikli kızın hayali ile meşgulken, yaptığı sert hareketle ödümü patlattığı için duyarsız ve kaba, suratsız sürücüye içimden sövüp sayıyorum! Suratsız sürücünün yaptığı, güzel melodiler dinlediğim bir radyo istasyonunu bozan parazit gibi zihnimi karıştırıyor. Gözlerimi açıyorum.
Otobüsün içi, sayıları artmış yolcular, etrafta kayan görüntüler, bunların arkasında durmadan yer değiştirip bir görünüp bir yok olan yüzü çıkık elmacık kemikli kızın hayali… Düşüncelerimde oynadığım ve zihnimden kaçıp gitmesini istemediğim, yüzü çıkık elmacık kemikli kızın çok sevdiğim, o yağmurlu sabahtaki duruşunu tekrar yakalıyorum. Yanaklarına yapışmış ıslak saçları hâlâ o günkü gibi ve yine ince bilekleri ile göğsüne bastırdığı kitaplarının kenarları ıslanmış öylece duruyor. Sonra yine o günkü gibi otobüse binme çabasını izliyorum. İçimde doğan hazdan ve gerilen yüz kaslarımdan tebessüm ettiğimi anlıyorum. Zihnimdeki yüzü çıkık elmacık kemikli kıza yanıma gelmesini söylüyorum, fakat o beni dinlemeden yine gidip suratsız sürücünün arkasına oturuyor! Alnına dökülmüş, yanağına yapışmış ıslak saçlarını düzeltmesini istiyorum, yoksa çok komik göründüğünü söylüyorum, hiç itiraz etmeden gülerek yapıyor bu isteğimi. Sonra sırtını bana dönerek dışarıyı seyretmeye başlıyor. Otururken sırtının kamburlaştırdığını fark ediyorum. Oysa o yağmurlu sabah karşılaştığımızda böyle yapmamıştı. Sadece utangaç bir yabancının ürkekliği ile çoğunlukla dizlerinin üstündeki kitaplarına ve biraz da çevresine bakmıştı. Zihnimdeki yüzü çıkık elmacık kemikli kız, ne düşündüğümden haberdarmış gibi otururken sırtında oluşturduğu kamburu yok edip dönerek cesur bir bakışla beni süzüyor. Onun bu bakışlarından ve kendinden emin tavrından ürküyorum. Suratsız sürücünün arkasından kalkıp yanıma gelmesini istiyorum. Bunu yapmıyor. O gün de içimden gelip oturmasını istemiştim önümdeki boş koltuğa, yağmur suları ile ıslanmış saçlarının kokusunu duyarım umuduyla; yine yapmamıştı! Yüzü çıkık elmacık kemikli kızın tüm uysallığının aksine zihnimin içindeki pervasız hâli beni yormaya başlıyor. Bu sıkıntıyla, zihnimi, bir masanın üstünde dizili oyuncakları devirerek karıştırır gibi dağıtıyorum ve o etkiden kurtuluyorum. Bu duygu hoşuma gidiyor. Zihnime hükmetmenin benden başka kimsenin bilemeyeceği o gizli tadını duyuyorum!
Yirmi üç numaralı otobüsün içi ben fark etmeden Çarşı Durak’ından aldığı yolcularla iyice kalabalıklaşmış. Sağa doğru savrulunca sola dönüp Atatürk Cadde’sine çıktığımızı anlıyorum.

ALTINCI BÖLÜM
Beynimin içi, odamda oturduğum çalışma masamın üstü gibi darmadağınık! Bugün okuldan erken döndüm, babam henüz eve gelmemiş. Yüzü çıkık elmacık kemikli kızı bu sabah Çınarlı Durak’ta yine görmedim. Onu, soğuk bahçede, ağaçların altında, sıcak çay ve simit kokulu kantinde, sidik kokulu kız tuvaletlerinin önünde, sessiz kütüphanede, konuşkan öğrencilerin doldurduğu gürültülü koridorlarda sessizce aradım ama bulamadım! Bulamadığım için mutsuz oldum ve kendime kızdım. Hiç tanımadığım, hayatımda ilk kez gördüğüm bir kızın peşinde niye sürüklendiğimi anlayamadığım için amaçsızca gidip kantinde sıcak bir çay içip dilimi yaktım. Sonra yanan dilimi ağzımda dolaştıra dolaştıra, bazen de dışarı çıkarıp soğutarak onu aradığım yerlerde tekrar aradım, bahçede öğrencilerin arasında gezdim, görmekten umudumu kesince derse girdim.
Okuldan eve yürüyerek dönerken onu bir ara unuttum, ama eve gelince tekrar hatırladım. Çalışma masamda günün dersleri ile boğuşurken o hâlâ beni meşgul etmeye devam ediyordu. Zihnim hep onunla oyalanırken okuduğum şeylerden pek bir şey anlamadığımı fark ettim. Gidip yatağıma uzandım. Uzunca bir süre yerimden kalkmadım. Dışarıdan gelen değişik sesleri birbirinden ayırarak dinledim. Üst katta oturan inşaat müteahhidinin, şişman, sakar karısının düşürdüğünü zannettiğim, metal bir şeyden çıkan sesten ürktüm! Yere düşen şeyin önce ne olduğunu tahmin etmek istedim sonra vazgeçtim. Sakar şişman komşumuzun küçük kızının ayağına geçirdiği büyük terliklerle tıkır tıkır yürüyüşünü takip ederek dinledim.
Sabah, yağmur yağacakmış gibi görünen hava epeyce bir kararsızlıktan sonra öğleden sonra açtı. Güneybatıdan odama vuran cansız güneşin solgun ışıkları, odamın köşesindeki elbise dolabımı hüzünlü bir kızıllıkta parlatıyordu! Üst kattaki küçük kızın ayağındaki büyük terliklerin çıkardığı tıkırtıdan banyoya doğru gittiğini tahmin ettim. Küçük çocukların en sevdiği şeylerden birinin, suyla oynamak olduğunu düşünerek annesine çaktırmadan oraya gittiği fikrine kapıldım. Aşağı katlardan birisinin daire kapısının, çarparak kapanmasının sesinden rahatsız oldum. Yerimden kalkıp tekrar tekrar ders çalışmayı deneyerek boş hamlelerimden birini yaptım, ama baktığım şeylerden yine bir şey anlamadım. Mutfağa gidip buzdolabından sarı bir elma çıkardım, yıkadıktan sonra kabuğunu soymadan ısırarak yedim.
İniltiyle sızlanarak çalışan buzdolabının motoru sesini kesti ve kulaklarımda sessizliğin boşluğu oluştu. Mutfağın her yanında ablamdan izler var sanki. Onu nedense en çok mutfakta bir de misafir odasındaki telefonu görünce hatırlıyorum. Misafir odasındaki telefonun rahatsız edici sesi çınladı. Arayan mutlaka ablamdır diye düşünüyorum o tarafa doğru giderken. Heyecandan yediğim elmanın bir parçası boğazımdan zorla geçerek aşağı kaydı. Gözlerim yaşarırken öksürüyorum. Arayan okuldan Hasan isminde bir arkadaşım. Babası kundura mağazası işletiyordu. İki sene önce, bir yaz günü sıcak öğlen güneşinin altında eve gelirken yolda kalp krizi geçirerek öldü! Canı sıkılıyormuş, “Akşama tavla oynamak için dışarı çıkalım mı?” diyor. Daha yapacak bir sürü dersim olduğunu söylüyorum ve biraz havadan sudan konuştuktan sonra telefonu kapatıyorum. Hasan’ın hayal kırıklığına uğrayıp canının sıkıldığını biliyorum, çünkü telefonu kapatırken ne kadar belli etmemeye çalışsa da sesi baştaki yumuşaklığını kaybetmişti.
Bitirdiğim sarı elmanın çekirdekli kısmını, içinde eve bir şeyler getirdiğimiz, sonra da çöp torbası olarak kullandığımız köşedeki siyah plastik torbanın içine atıyorum. Odama gidiyorum. İçeri girdiğimde, az önce elbise dolabıma hüzünle vuran güneş ışıklarının solgunlaşarak azaldığını fark ediyorum. Bütün bunları düşünür ve yaparken yüzü çıkık elmacık kemikli kızın gerçekte yanımda olmayan varlığının görünmeyen etkisi bendeki birlikteliğini sürdürmeye hep devam ediyordu. Bu durum benim için önceden tanık olup yaşamadığım ve yarattığı etkiyle biraz sersemleyip şaşkın olduğum, anlayamadığım bir şeydi! Bu davetsiz misafirin hayalinin peşinde sürüklenirken daha önce hiç görmediğim, biraz tuhaf ama oldukça heyecanlandığım, tanımadığım bir şehrin karmaşık sokaklarında gezer gibiyim!
Bu saatte kaloriferin yanmadığını bildiğim hâlde penceremin altındaki peteği kontrol ediyorum. Sıcak parmak uçlarıma, soğuk bir metal parçası değiyor. Oysa odamın içi sıcak olmamasına rağmen avuçlarımın içi ve koltuk altlarım, apış aram terlemiş. Saçlarımın diplerindeki ısıyı, yanaklarımdaki sıcaklıktan anlıyorum. Parmak uçlarımla saçlarımın diplerindeki ıslaklığı saçlarıma bulaştırarak serinlemeye çalışıyorum.
Sokak kapısında şakırdayarak dönen anahtar sesini duyuyorum. Öksürerek babam giriyor içeri. Her zaman olduğu gibi girişteki ceviz kaplama vestiyerin aynalı kapısını açarak koyu gri paltosunu çıkarıp asacak, sonra da yün kaş kolunu ve ceketini… Bir şeyler almışsa götürüp mutfağa bıraktıktan sonra tuvalete girip çıkacak.
Çalışma masamın başına isteksizce tekrar oturuyorum. Babam bütün bu dediklerimi yaptıktan sonra odamın önünden geçerek yatak odasına giriyor. Birbirimizin varlığından haberdar olmamıza rağmen ne bakışıyoruz ne de konuşuyoruz. Onun yattığı odadan soyunma hareketlerinden çıkan sesleri ve arada bir öksürmelerini duyuyorum.
Odasından çıkıp kapımın önünden geçerken yıllardır giydiği, pamuklu, krem rengi üstüne, kalın mavi çizgili pijamasını üstünde görüyorum göz ucuyla. Pijamasını giydiğine göre birazdan yatağına girip yatacak. Bu hâli, işlerin bugün yine yolunda gitmediğinin işareti. Ya sabah ben evden çıktıktan sonra telefonda ablamla konuştu ya da eski arkadaşlarından biri öldü!
Buzdolabının kapısının açılıp kapanan sesinden mutfakta olduğunu anlıyorum. Sonra musluğu açıyor bir süre sonra kapatıyor. Birkaç dakika mutfakta oyalandıktan sonra, kapımın önünden kaygıyla bana bakarak gidiyor odasına. Beni masamın başında ders çalışır durumda görmek eskiden çok mutlu ederdi onu ve içindeki memnuniyet duygusunu yüzünden görürdüm. Şimdi yüzünde kaygıdan başka gördüğüm hiçbir şey yok! Çıkan ahşap ve metal cızırtılarından yatağına uzandığını, gürültüyle geğirince, midesinin yine iyi olmadığını anlıyorum ve onun geğirmesine gülüyorum. Çocukken de midesi gaz yapıp geğirince gülerdim, o da benim gülmeme sevgiyle bakarak gülerdi. Fakat ne yazık ki o, eski günlerden artık çok uzaklarda, yorgun ve yıpranmış!
Çok eskiden, özellikle bağ evimizde, fıstık ağaçlarının altında ben ve ablam cıvıltıyla oynarken ummadığımız bir anda aramıza girip beni boynuna, ablamı da kucağına alarak incir ağacından incir yemeye giderdik. Ben üzüm kütüklerinin arasında ablamı kovalarken o ikimizi birden kovalamaya başlardı. O günkü dinç babamla bugünkü yaşlı ve yorgun babam birbirinden çok farklı! Hayatın bu acımasız ve garip değişimini anlayıp kavramak ne kadar zor! Çocukluğumun, kendinden emin, güçlü babası, koca bir suskunluğa ve yalnızlığa dönüşmüş!
Tekrar öksürüyor. Bütün yalnızlığı ve yaşlılığı öksürüğüne sinmiş sanki. Biraz sonra üstü lale desenli yorganını boğazına kadar çekerek uyuyacak ve horlayarak çıkardığı ses içimi acıttığı için ben de odamdan çıkıp oturma odasına gideceğim!
Dünkü sıkıntının, biraz şaşkınlığa, biraz sersemliğe bulaşmış tortuları hâlâ içimde ve beni incitmeye devam ediyor. Babam boğazının dolusunca horlarken sokak kapısını onu uyandırmaktan çekinerek dikkatlice ve sessizce kapatıyorum. Bugün aşağıya, çoğu zaman yaptığım gibi merdivenleri zıplayarak inmeyeceğim. Bunun için yeterince eğlenceli bir heves yok içimde.
Asansörün, kırmızı, meşgul yazan göstergesine bakarak bekliyorum. Bir şeyleri beklemek bütün insanlara olduğu gibi bana da sıkıcı geliyor ama yine de bekleyeceğim. Koltuk altıma sıkıştırdığım kitaplarım ve notlarımla bekliyorum. Gözlerim yukarı kattan aşağı inen asansörün, hangi katta olduğunu gösteren rakamları takip ederken aklım, özel bir bankada şef olarak çalışan karşı komşunun ya da karısının beyaz ahşap kapılarının ortasındaki küçük dürbünden beni izleyip izlemediklerindeydi. Merakımı yenemeyerek küçük dürbünün ışığını görerek izlenmediği fark ediyordum.
Asansörün zemin katta durduğunu önümdeki küçük kırmızı göstergeden görünce gelmesi için düğmeye basıyorum. Dışarıdan gelen ve bu saatte genellikle hızlı hareket eden okul servis araçlarının ve diğer taşıtların çıkardıkları, farklı motor gürültülerini dinliyorum. Asansörün yukarı çıkışını, kendimi zorladığım bir sabırla beklerken, küçük teyzem ve küçükken hep küsüp kavga ettiğimiz oğlu Murat’a kayıyor düşüncelerim; fakat orada çok fazla oyalanmayıp biraz babam, biraz ablam ve biraz da, yüzü çıkık elmacık kemikli kızın, bugün Çınarlı Durak’a gelip gelmeme ihtimali üzerinde durduktan sonra tekrar karşı kapı komşunun beni izleyip izlemediğine yöneliyorum. Küçük dürbünün içindeki ışığın kaybolup kaybolmadığına bakıyorum ve yine ışığı görünce izlenmediğimi anlıyorum.
Bazen bizim evimize kadar gelen gürültülü ağız dalaşlarını duyduğumdan onların birbirlerinden hiç de memnun olmadıkları sonucunu çıkarıyorum. Adam, memur kılıklı gösterişsiz birisi, karısı tam tersi, film aktrislerine özenen cazgır görünüşlü bir kadın! Adamın karısına gücünün yetmediğini sanırken yine doğrusunu Allah bilir diyerek önümdeki kırmızı ışıktan asansörün yukarı doğru gelişini izlemeye devam ediyorum. Önümdeki siyah demir kapının ortasındaki ince uzun buzlu cam, asansörün ışıkları ile aydınlanınca rahatlıyorum ve asansöre binerek aşağı iniyorum. İçeride rahatsız edici tütün ve ahır kokusuna benzer bir koku var! Bundan, asansörü az önce kapıcının kullandığı sonucuna varıyorum.
Sokaktaki soğuk ve temiz havayla karşılaşmak rahatlatıcı. Dün öğleden sonra zayıfça da olsa parlayan güneş, bu sabah göz alıcı bir parlaklıkta her tarafı aydınlatıyor. Güneş ışıklarının rahatlıkla vurduğu yerlerdeki parlaklığın aksine apartmanımızın önünde büyük bir gölge var. Gökyüzü bulutsuz ve bir kış gününe yakışmayacak kadar mavi. Güvercinler, gökyüzündeki coşkulu bu mavi renge sevinmiş gibi toplu danslarına başlamışlar bile. Onların grup hâlinde bir o yana bir bu yana süzülmeleri hoşuma gidiyor.
Ara sokaklardan geçerek Harun Bey Caddesi’ne ulaşıyorum. Soğuktan donan burnumun ucu yine bende değil sanki. Hızlanarak otobüs durağına yürüyorum. Okula her gün onunla gittiğim yirmi üç numaralı belediye otobüsü her zamanki yerinde duruyor. Yanına gelince suratsız sürücünün, önündeki camdan asfalt yola gözlerini dikmiş, etrafla ilişkisini kesmiş hâldeki oturuşunu görüyorum. Bugün çözemediği önemli bir sorunu var sanırım! Ya bakkala, kasaba, etrafa birikmiş borcunu ya da her ay ödemekte zorlandığı kirasındaki artışı ya da şefiyle, müdürüyle sürtüşmesini düşünüyor olmalı! Kökleri derinlerde olan felsefik bir derdinin olduğunu hiç zannetmiyorum! Fakat yine de onu kederlendiren sebep ne olursa olsun, suratsız ve sevimsiz yanını törpüleyip daha insancıl bir havaya büründürdüğünü fark ediyorum. Biletimi attıktan sonra öğrenci kimliğine bakmasını bekliyorum, hiç oralı değil.
İçeride oturarak otobüsün kalkmasını bekleyen dört kişi var. Birbirimize bakmıyoruz ama varlığımızdan iyice haberdarız. Koşarak nefes nefese kalmış iki kişi daha biniyor arkamdan. Ben sakinim yeni gelenler aceleci. Bu telaşları bile, sürücünün donmuş gibi oturuşunu etkilemiyor.
Doğruca en arkaya gidiyorum. Camdan, çalışan motorun egzozundan soğuk havanın içine savrulan kirli dumana bakıyorum. İlerideki yan sokaktan, başındaki tahta tablasıyla, on beş, on altı yaşlarında bir simitçi çocuk çıkıyor caddeye. Birkaç memur, birkaç öğrenci, üç beş esnaf, belki de onların arasında iş aramaya çıkmış işsiz birkaç bedbaht baba, kaldırımlardaki sessiz hareketliliği oluşturuyorlar! Yataktan çıkıp soğuk bir güne başlamak herkes için zor olmalı! Her yer aydınlık olmasına rağmen otobüsün içindeki ışıklar yanıyor ve içerisi sıcak.
Hareketsiz, donmuş gibi oturan suratsız sürücü birden canlanmış gibi, vitesi bire takarak gaza gereğinden fazla basıyor ve geriye doğru sarsılarak kalkıyoruz! Onun için az önce biraz olsun yumuşayan düşüncelerim tekrar sertleşerek öfkeyle ona yöneliyor. Görevini kötü yaparak bizi taciz ettiği için kızgın bakışlarımı yağlı ve çirkin ensesinden hiç esirgemiyorum! Fakat düşüncelerim suratsız sürücüden hemen kopuyor ve babamın insana güç vermeyen, ağzı açık horlayarak uyuyan çehresinde, okulumuzun bahçesinin ücra köşelerinde, asansörün içindeki o itici kokunun, kurban bayramlarında etrafa sinen koyun ve kavurma kokusunu hatırlatmasında, Hasan’ın kırgın sesinde, uzun süredir contası aşındığı için, şıp şıp diye damlayıp sesler çıkaran banyodaki muslukta, evimizin içindeki sessizlikte, babamın her an ölme ihtimalinde, ölümün nasıl bir şey olduğunda, geçen sene tam bu sıralarda televizyonların en acımasız görüntülerle gösterdiği, depremle yıkılmış evlerin, binaların üstlerinde, çaresiz insanların gözlerinde, Cudi Dağı’nda askerlerle girdikleri çatışmada öldürülmüş teröristlerin yan yana yatırılmış cesetlerinde ve yığınla silahta, adının çok sonraları Sadberk olduğunu öğrendiğim yüzü çıkık elmacık kemikli kızın, henüz benden habersiz, saçları yağmurda ıslanmış solgun yüzünde, az önce önünden geçtiğimiz yazlık sinemanın bugünkü terk edilmiş yalnızlığında ve eski kalabalık akşamlardaki neşeli coşkusunda, küçük ve hızlı bir tur attıktan sonra, detayları henüz iyi seçilemeyen önümüzdeki durağa doğru bakıyorum. Hazırlıkları önceden en ufak ayrıntılarına kadar düşünülmüş, bir film sahnesine yaklaşan kamera gibi otobüs, Çınarlı Durak’ı ayaklarımıza getiriyor ve bizi onun uzaktan seçilemeyen detaylarının içine sokuyor.
Durakta, hepsi otobüsün gelişini seyreden, beş erkek ve onların biraz uzağında duran yüzü çıkık elmacık kemikli kız var! Kalbimin vuruşunun arttığını, ağzımın içinin kuruduğunu fark ediyorum! Diğer bekleyenleri değil, hep onu izliyorum. Bu sabah kısa saçları kabarmış, başını büyük, onu daha çekici ve kadınsı gösteriyor. Oysa o sabah gördüğüm, ıslak saçları alnına ve yanaklarına yapışmış kız daha küçük ve çocuksuydu! onun o sabahki yağmurlarla birlikte kaybolan çocuksu masumiyetini yüzünde ararken dizleri ağarmış kot pantolonu, kahverengi kısa kaşe kabanı ile uyumsuz siyah kaşkolu, siyah botu yine aynı! İlgiyle, iri siyah gözlerini izlerken, o henüz benden habersiz.
Otobüse en son yine o biniyor. İnce beyaz parmakları ile biletini atışına, suratsız sürücüye ve içeride oturanlara hiç bakmadan, yine o sabahki gibi sürücünün arkasındaki boş koltuğa oturuşuna, tek tek, bakıyorum.
Biraz sonra otobüsün içi, önümüzdeki duraklardan binen yolcularla iyice kalabalıklaşacak ve ben yüzü çıkık elmacık kemikli kızı yine göremeyeceğim!
Üniversite Durağı’nda arka kapıdan başka öğrencilerle birlikte iniyorum. Onun ön kapıdan indiğini görüyorum. Yaklaşınca, kısa kahverengi kabanının cep kenarına küçük beyaz bir ip parçasının iliştiğini fark ediyorum. Üniversitenin kapısındaki güvenlikten hızla geçerken, yandan beyaz yüzünü ve biçimli burnunu izliyorum.
Dış kapıya yakın bir noktada içi polis dolu otobüs dikkatimi çekmiyor ama öğrencilerdeki gerginliği fark ediyorum! Yüzü çıkık elmacık kemikli kız, öğrenci kalabalığının arasında Edebiyat Fakültesine doğru giderken ben de bir süre onun peşinden sürükleniyorum. Sonra durarak izlemeye başlıyorum. Kalabalık öğrencilerin arasında gözden kaybedince geri dönüp Elektrik Mühendisliği binasına yöneliyor, soğuk ve geniş beton merdivenine çıkarken Hasan’ın koluma girdiğini ilgisizce fark ediyorum! Neşeli görünüp ona yönelmeye çabalıyorum. Hasan, bana bir şeyler anlatırken zihnim yüzü çıkık elmacık kemikli kızın peşinde sürüklenmeye devam ediyorum. Hasan’ın bana sorduğu bir soruya cevap vermeyince onu dinlemediğim anlaşıldığında, Hasan bana yine kırılıyor ve ben bunu hiç fark etmiyorum!

YEDİNCİ BÖLÜM
Okulda akıl almaz bir gerilim var! Dün ben ayrıldıktan sonra, sağcı ve solcu öğrenciler birbirlerine saldırıp kavga etmişler ve iki öğrenci hafif yaralıymış! Her köşe başında bu kavga ve sebepleri konuşuldu saatlerce. Öğrenciler gibi hocalar da gergin! Öğleden sonra etraf sakinleşiyor biraz.
Atatürk Caddesi’ndeki konuşkan kalabalık iki yönlü akıp duruyor. Onların arasında tek başıma yine yürüyerek eve dönüyorum. Lokantalar, kırtasiye ve kuruyemiş dükkânları, gezici millî piyango satıcısı, giyim mağazaları, banka şubeleri, sigara satan büfeler, her zamanki yerindeki kestane kebapçısı, korsan kaset ve kitap satanlar, seyyar satıcılar, birbirlerine korna çalan taşıtlarla cadde tam bir panayır yeri gibi.
Apartmanın önüne geldiğimde yaşlı kapıcımızla karşılaşıyorum. Ağzından tükürük ve tütün kokusu saçarak az önce babamın ekmek istediğini söylüyor. Ön dişlerinden birkaçı dökülmüş, konuşmasını bozuyor. Birkaç günlük sakalının gerisindeki sararmış yüzüne bakarken, biraz daha yaklaşınca sabah asansördeki kokunun ondan kaldığını iyice anlayarak, “Yoğurt istemedi mi?” diyorum “Bir şey demedi!” dedi ve kendisinden bir şey ister miyim diye biraz tereddütle bekledikten sonra sesimi çıkarmadığımı görünce yanımdan uzaklaştı.
Akşamları babam yoğurt ekmek yiyor. Bu, uzun süredir böyle. Eve yine erken geldiğine göre onu büken bir sıkıntısı olmalı diye düşünürken evde yoğurt var mıydı acaba, yoksa gidip alsam mı veya babam eve gelirken almış mıdır diye kararsızlıkla bocaladıktan sonra, ne olur ne olmaz düşüncesiyle gidip almaya karar veriyorum. Soyunduktan sonra, yorgun argın bir daha dışarı çıkmak zor oluyor! Zaman zaman, hem benim hem babamın alışveriş ettiğimiz, meraklıları için özellikle koyun yoğurdu getirip satan, küçük ama içi dolu dolu mahalle bakkalından yarım kilo yoğurt alarak eve dönüyorum.
Anahtarımla sokak kapısını açıp içeri giriyorum. Evin içi akşam olmuş gibi ışıksız! Ben bakkalda oyalanıp yoğurt aldıktan sonra eve dönerken iri ve yağış yüklü, parça parça, bulutların, kuzeyden gelerek, şehrin üstünde ağır ağır ilerlediğinin hiç farkına varmamışım!
Burnuma gelen sigara kokusundan, babamın oturma odasında olduğunu anlıyorum. Elimdeki yoğurdu buzdolabına koyarken onunda şeffaf bir naylon torbanın içinde yeni aldığı bembeyaz yoğurdu görüyorum. Odama gidip kitaplarımı, notlarımı masamın üstüne bırakıyorum. Odam sabah nasıl bıraktıysam öyle duruyor.
Gökyüzündeki yağmur yüklü bulutların gökyüzünü iyice karartıp kaplaması ile sabah odamdaki ışıltılı parlaklığı anımsıyorum. Havanın bu kararsız oynaklığı hiç hoşuma gitmiyor. İçerisi soğuk, el ve ayak parmaklarım iyice üşüyor. Üstümdeki kabanımı çıkarıp bir kenara attıktan sonra hemen yatağımın içine giriyor, yorganı başıma çekerek ısınmaya çalışıyorum. Ana rahmindeki gibi yan yatıp kıvrılmışım. Yorganın altındaki hava nefesimle ağırlaşıp içimi daraltınca başımı dışarı çıkarıyorum. Az önce hızlı hızlı nefes alıp verişimle yorganın içi ısınınca vücudumdaki kasılma azalıyor. Yattığım yerden, tül perdenin gerisinden gördüğüm, bulutlarla iyice kararan gökyüzü, vaktin daha geç olduğu hissini veriyor insana.
Evin içindeki, babamla ayrı ayrı yaşadığımız yalnızlığımız ve dışarıdaki karaltı, penceremi tırmalamaya başlayan yağmurun habercisi uğultulu rüzgâr, içimde büyüyen bir dev gibi her yanımı sarıyor! Oturma odasından babamın öksürük sesleri geliyor, sonra kesiliyor. Uzun yıllar sigara içenlerin çıkardığı boğulur gibi sesler çıkararak öksürüyor babam.
Penceremde uğuldayarak camlara çarpan rüzgâr, çocukluğumdaki rüzgârlar gibi ürkütücü! O zaman korktuğumda koşar güvenli bir liman gibi babama sığınırdım! Onun güçlü gövdesi, kudretli kolları korkularımı parçalayıp yok edecek durumdaydı! Kuşların telaşlı bağrışmaları, çocuk seslerine karışarak geliyordu kulaklarıma! Pencere camımda tıpırdamaya başlayan yağmur damlaları ardından çakan şimşek, şiddetli bir gök gürültüsü, yatağımın içine daha çok gizlenmemi sağlıyor! Gözüme görünmeyen ama varlığını hissettiğim büyük bir tehlikeden saklanmak ister gibiyim! Odamın içindeyim ama kendimi hiç güvende hissetmiyorum! Yüreğim dirençsiz ve titrek. Penceremin ötesindeki karaltıdan ve odamın içindeki sessizlikten diğer akşamlardan farklı olarak ürküyorum!
Her yanımı saran hayat, çocukluğumda bilmeden girip de çıkamadığım korku filmleri gibi ürpertici!
Günün yorgunluğu ve yorganın altındaki ılık sıcaklığın etkisi ile kendimden geçip bir saat kadar uyumuşum. Uyandığımda tabiat çıldırmıştı sanki! Pencere camını parçalarcasına yağan yağmurun ve gök gürültüsünün sesine uyanmıştım. Karanlık gökyüzünde kırılarak çakan şimşekler penceremin önüne düşüyorlardı sanki! Yattığım yerden kalkmadan, dışarıdaki çılgınlığın bende yarattığı ürkekliğini azaltmak için bir süre kendimle boğuşuyorum. Ama aniden gürleyen gökyüzü beni ve tüm canlıları parçalayacakmış gibi görünüyor ve az önce kendi kendimle girdiğim çabaların boşa çıkmasını sağlıyor! Yakında bir yerlere düştüğü, çıkardığı sesten anlaşılan yıldırımdan saçılan ışıklarla odamın beyaz tül perdesi aydınlanıp renk değiştiriyor!
Kalkıp ışığı açmaya niyetleniyorum fakat sonra her şiddetli yağmurda olduğu gibi elektriğin mutlaka kesilmiş olduğunu düşünüyorum. Odamın duvarları, yatağımın içindeki sükûnet, tabiatın gürleyen çılgınlığı karşısında beni sakinleştirip yatıştırmada çok etkisiz kalıyorlar! Hem kendimden hem de beni kuşatan hayattan memnun değilim! İçimde yanan huzursuzluk meşalesinin sönmesini sabırsızlıkla bekliyorum, ama bu kısa bir sürede mümkün olacakmış gibi görünmüyor. Ürkütücü karanlığın içinde ölümü bekler gibi uzanıp durmak daha incitici hâle gelince yataktan çıkıyorum ve odamın içindeki soğuğu bütün bedenimde duyuyorum! Kontrol ediyorum, bu saatte sıcak olması gereken petekler soğuk. Elektrik düğmesine basıyorum ışık yanmıyor. Her yanı saran karanlık bütün nesnelerin detaylarını yiyip yutmuş!
Penceremdeki beyaz tül perdem, elektrik düğmesi, yatağım, masam, köşedeki elbise dolabım kabaca ve silik görünüyorlar. Tül perdeyi açıyorum amaçsızca, sanki dışarıda olmayan aydınlık içeri dolacakmış gibi. Hiçbir yerde elektrik yok. Şehirde, benim gibi karanlığın içinde sessizce bekliyor. Yağan yağmurun yoğunluğu dışarıdaki karaltıyı artırıp görüş mesafesini tümden yok etmiş sanki.
Arada bir çakan şimşek korku filmlerinden hatırladığım görüntüler gibi, karanlığın içine gömülmüş şehrin o bölümlerini parlak ışıkları ile aydınlatıp tekrar kayboluyor ve ardından, gürleyip kükreyen gökyüzünün sesi, her yanımı titretiyor!
Yavaşça, bir yerlere çarpmamaya özen göstererek mutfağa gidiyorum. Elimi gaz ocağının etrafında gezdirecek kibriti buluyorum. Babamdan hiç ses gelmediğine göre oturduğu yerde uyumuş olmalı. Yaktığım kibritin, minicik, kırmızı, oynak alevinden yayılan ışıklarla çekmecelerin, dolapların içinde mum arıyorum ve birazı yanıp bitmiş beyaz bir mum buluyorum. Buna seviniyorum. Mumu yakıyorum. Etrafından süzülen mum yağlarını cam bir küllüğün ortasına damlatarak mumu üstüne yapıştırıyorum ve elimdeki mumun aydınlığında oturma odasında olduğunu, uyuyup kaldığını tahmin ettiğim, babamın yanına gidiyorum. Yanılmıyorum, babam, boynu sağ yanına düşmüş uyuyor!
Horlamıyor ama nefes alış verişleri hırıltılı. Elimdeki mumu yanındaki ceviz kaplama sehpanın üstüne koyarken babamın, doktorunun yeter artık içme demesine rağmen içinde mum yanan küllüğün aynısını sigara izmaritleri ile doldurduğunu, yanında kibritle bir paket samsun sigarasını, okunduktan sonra içe doğru katlanmış Milliyet Gazetesi’ni görüyorum.
Babam, içinde mum yanan küllüğü sehpaya koyarken çıkan çarpma sesine ve varlığıma uyanıyor. Anlamsızca yüzüme bakıyor. Ne düşündüğünü sezmeye çalışıyorum. Sehpanın üstündeki mumun zayıf alevinden yayılan kırmızı ışıklar yüzüne vururken ürkütücü görünüyor!
Odanın içine yayılan titrek ışık, yüzü yeşil, fitilli kadifeden eski ve rengi ağarmış koltuk takımını, onların arasındaki elli bir ekran televizyonu, ortadaki uzun ceviz kaplama sehpayı, pencerenin yanındaki köşedeki çoğunlukla benim, birkaç tane de ablamdan kalan kitapların olduğu küçük kitaplığı, babamın oturduğu koltuğun arkasındaki duvarda asılı duran, çekilirken benim hatırlamayacağım kadar küçük olduğum aile fotoğrafımızı, sigara dumanından rengi sararmış tül perdeyi, babamın karşısındaki duvarda asılı duran babamın babasının kara kalemle yapılmış, çerçevesi ceviz ağacından yapılmış, başı kasketli, bıyıklı, kravatsız beyaz gömleğinin yakalarındaki düğmeler iliklenmiş kırk, kırk beş yaşlarındaki camlı resmi silikçe gösteriyor.
Elimdeki mumu sehpaya koyduktan sonra geri çekilip odanın ortasında amaçsızca dikilirken babamın yanındaki içi sigara dolu küllükten yayılan ve etrafa sinmiş kokudan iğreniyorum. Odadan koridora vuran zayıf ışıkta, dolu küllüğü mutfaktaki çöp torbasına döküp dönüyorum. Elimde, hâlâ sigara kokan içi boş küllüğü babamın yanındaki sehpaya bırakırken yüzünde kendisini tümden yıkılmış gibi gösteren, ürkütücü ifadenin hâlâ durduğunu fark ediyorum! Geriye doğru çekilirken yüzündeki o ürkütücü ifadeye bakmaktan korkarak:
“Baba odayı havalandırayım mı?” diyorum.
Yanında oynayan mumun alevine isteksizce bakarak bir tek sözcük çıkıyor ağzından: “Havalandır.” diyor ve susuyor.
Tül perdeyi yana çekip pencereyi açarken evlerin pencerelerinden sızan zayıf ışıkları görüyorum. Yağmur hâlâ çılgınca yağıyor ve açık duran camdan küçük, soğuk su damlaları yüzüme çarpıyor. Dışarıdan içeri süzülen soğuk havayla küllüğün içindeki mum alevi iyice dalgalanıp ışıklarını oturma odasının her yanında oynatmaya başlıyor. Ben yüzüme çarpan yağmur damlaları ve içeri dolan soğuk havayla biraz canlanıp karanlığa gömülmüş şehrin içindeki solgun ışıkları bulmaya çalışırken babamın biraz sinirli bir sesle:
“Üşüdüm!” dediğini duyuyorum.
Ona hiç bakmadan pencereyi kapatırken camdan yansıyan kendi görüntümü ve gerisindeki odanın içini ve koltuğundan bana bakan babamı görüyorum. Babamın yüzüne bakmamaya çaba göstererek:
“Aç mısın, sana yoğurdunu getireyim mi?” diyorum.
“Aç değilim. Saat kaç?” diyor kendi kolundaki saate bakmadan.
“Beş.” diyorum. O yüzündeki bezgin ve ürkütücü ifadeyle bana bakarken çekingen bir sesle:
“Sana battaniye getireyim mi?” diyorum. Bir süre sessizce ve boş gözlerle bekledikten sonra: “Getir!” diyor. Onun yattığı odadaki gömme dolaptan, el yordamıyla bulduğum battaniye ile dönerken gök gürlemesi bizden daha da uzaklaşmış gibi duyuluyor. Elimdeki battaniyeyi babamın boğazına kadar örterken terliksiz üşümüş ayaklarını da iyice sarıp sarmalıyorum. Yaşlı yüzünde bir memnuniyet ifadesi görmek istiyorum ama bu isteğime ilişkin hiçbir şey bulamıyorum. Yüzüme bakarken bana endişeli gibi gelen bir sesle:
“Otur.” diyor. Tam karşısındaki ikili koltuğa isteksizce oturuyor ve cama şiddetle vuran yağmur damlalarına bakıyor, çıkardıkları sesleri dinliyorum.
“Elektrikler ne zamandır yok?”
“Bilmiyorum. Biraz uyumuşum, uyandığımda yanmıyordu.”
Arada bir işittiğim taşıtların korna sesleri sanki çok uzaklardan geliyorlar. Babamın arkasındaki duvarda asılı duran aile fotoğrafımıza bakıyorum, gözlerimi bir şeylerle meşgul etmek için. Anneannemlerin avlulu, eski evlerinde, avluda, taş duvarlı büyük odanın önünde duruyoruz; arkamızda kalın demirlerle korunan kanatlı pencere görünüyor. Annemle babam tahta sandalyelerde yan yana oturmuşlar. Annemin önünde ayakta gülümseyerek duran ablam, babamın kucağında, fotoğraf makinesinden korktuğu anlaşılan ben oturuyorum. Annem genç ve güzel, babam iri, biraz şişman ve karşımda oturan bu yaşlı adama hiç benzemiyor. Fotoğrafımız çekilirken, belki de fotoğrafçıdan utandığı için annemin yüzünde mahcup bir tebessüm, babamın bakışlarında karşısındakini rahatsız eden bir sertlik var!
“Bu yağmurdan sonra yine şehre uzun süre elektrik vermezler!” diyorum sessizce, odanın içindeki sessizlikten rahatsızlık duyarak.
Babam sağ omzundan kayan battaniyesini ağır hareketlerle düzeltmeye çalışırken yanındaki alevi dalgalanan muma bakarak:
“Şunu ortadaki sehpaya koy!” diyor. Söylediğini yavaşça yapıyor, tekrar yerime oturuyorum. Babam biraz önce bana otur derken sanki bir şeyler söyleyecekmiş gibi bekliyorum! Ama o, suskunluğunu hiç bozmadan oturuyor ve bana hiç bakmıyor. Sessizce karşılıklı otururken o aniden sanki şiddetli bir öksürük nöbetine tutulmuş gibi, sarsıla sarsıla, öksürmeye başlıyor. Kansız yüzündeki renk kahverengiye dönüşüyor ve gözlerinden yaşlar süzülüyor.
Üstü koyu kahverengi lekelerle dolu, hareketi azalmış sağ işaret parmağının ucuyla gözlerinden süzülen yaşları silerken öksürüğünün etkisi yavaşlayıp azalıyor sonra tümden bitiyor. Ona bakarken acıyorum, çözmeye gücümün yetmediği çaresizliklerle dolu olduğu için üzülüyorum! Diğerlerine göre biraz daha parlak çakan şimşek, ardından daha uzun ve şiddetli gürleyen gök gürültüsünden benim gibi onun da ürktüğünü hissediyorum! Yıllar öncesinin korkularında, bugünkünden çok fazla ürkekleşerek sığındığım babamın güvenli kolları, üstünden kayan battaniyesini örtmekten âciz ve ne kadar zavallı görünüyor! Hayatın bu acımasız yanından ürküyorum! Engellemeye gücümüzün yetmediği değişimler karşısında, ne kadar güçsüz ve zayıf olduğumuz gerçeğini şimdi daha çok duyuyorum! Onu biraz canlandırıp heyecanlandırmak ve yalnızlığımızı, akıp giden zamanı bir an olsun unutmak için:
“Annemi özlüyor musun baba?” diyorum sesime olabildiğince şefkat katarak.
Onun da benim gibi yalnızlığından rahatsızlık duyduğu için “otur” dediğini, yoksa ben onu kurcalamasam konuşmaya niyetli olmadığını anlıyorum! Söylediğim sözlerin yarattığı etkiyi, titrek mum ışığının zayıfça aydınlattığı donuk yüz ifadesinde arıyorum.
Dışarıdaki yağmur şiddetini daha da arttırıyor. Sabırsızlıkla babamın bir şeyler söylemesini ve ikimizi de söyledikleri ile rahatlatmasını bekliyorum. Ama onun hiç değişmeyen yüz ifadesi ve suskunluğundan yoruluyorum, hayal kırıklığına uğruyorum! Biraz çekingen ama ısrarla gözlerine bakarak:
“Annemi özlüyorsun değil mi baba?” diye tekrar yavaşça soruyorum.
Bakışlarını isteksizce bana doğru yöneltirken konuşmak istemediğini hissettiriyor ama onun bir şeyler söylemesini bekleyen bakışlarımdan kurtulmak için:
“Evet!” diyor hırıltılı bir sesle sonra, “Artık bunu konuşmanın bir yararı yok!” diye ekliyor kararlıca.
Sıradan ve sıkıntılı bir hayatı yaşamış ve geride bırakmış olmanın yorgunluğu derinleşmiş yüz çizgilerinde, sesindeki isteksizlikte, hemen fark ediliyor! O da sonlarına doğru yaklaştığını anladığı ve artık taşımakta zorluk çektiği yorgun hayatının farkında. Bu durum kaygılarını daha da arttırıyor. Güçsüzlüğüne sinirlenip kızıyor ve iyice yorgun düşüyor. Bir gün bir köşe başında yığınla kaygı ve bu yorgunluktan öleceğini biliyor! “Baba…” diyorum fısıldar gibi, ona yanlış bir şeyler söylemekten korkarak, “Niye bu kadar mutsuzsun?”
Yorgun ve yaşlı yüzünde şaşırmış bir ifade beliriyor! Neyin peşinde olduğumu sezmek ister gibi, ışığı azalmış gözleri bir süre yüzümde dolaşıyor. Onun sorgulayan bu yaşlı bakışlarından rahatsız oluyorum ve gözlerimi dışarıda çıldırmış gibi yağan yağmurun içine kaçırıyorum! Bir süre ona bakmaktan çekinerek odanın içindeki zayıf aydınlığı yansıtan pencere camından hızla kayarak aşağılara dökülen yağmur sularını seyrediyorum. Tedirginliğimi hissediyor ve gözlerini benden alarak cansız bakışlarını amaçsızca odanın içinde sıkıntılı bir şekilde gezdiriyor. Mum ışığının alevinin aydınlattığı gövdesine bakıyorum, oturduğu koltukta, battaniyenin altında küçülmüş gibi.
“Çocuklar, henüz sorumluluk üstlenmemiş gençler ve aptallardan başka mutlu insan görüyor musun çevrende?” diye yavaş yavaş, kelimelerin arasında gereğinden fazla boşluklar bırakarak insana zoraki konuştuğu hissi veren bir ses tonuyla konuşuyor.
Sözlerinden çıkardığım acımasızlık ve karamsarlık içimi sızlatıyor! Vücudumda yeni başlayan anlayamadığım bir huzursuzluk doğuyor ve beni sinirlendiriyor. Birbirimize bakmaktan çekiniyoruz.
“Baba!” diyorum sesimin titrek çıkmasını engelleyemeden. “Hayat bu kadar zor ve ağır mı?”
Yaşlı gözlerini açarak şaşırmış gibi bakıyor ve:
“Evet, hayat zor ve ağır. İnsanın bunu bildiği ve bilmediği dönemler var sadece. Gücümüzün yetmediği, çoğunlukla ne olup bittiğini anlayamadığımız bir akışın içinde yuvarlanıyoruz!” diyor.
“Nasıl yani?” diyorum biraz kırgınca.
Söylediklerinden pişman olmuş gibi dikkatle yüzüme bakıyor. Belki de ben öyle olduğunu zannediyorum. Bir şeyler demesi için sabırsızlanıyorum ama o yine eski ilgisizliğine dönüyor.
“Nasıl yani? Baba gördüğün ve içinde olduğun bu akıştan neden bu kadar pişmansın, seni rahatlatan hiçbir şey yok mu, hiç olmazsa geçmişinde?” Onu kurcaladığımın farkında.
“Geçmiş yaşandı ve bitti. İyi veya kötü hatıraların artık bugüne bir yararı yok! Okulun nasıl gidiyor?” diyerek konuyu değiştirmeye çalıştığını ve ilk başta söylediği sözlerden pişman olduğunu belli etmeye çabalıyor. Onun pişman olmuş gibi çıkan sesi içimdeki sızlanmayı azaltmıyor.
“Az kaldı okulun bitmesine!”
“İyi.”
“Acıktıysan yoğurdunu getireyim mi?”
“Canım istemiyor. Sen acıktıysan ye!”
“Benim de canım istemiyor, yağmur da şiddetini gittikçe arttırıyor!”
“Yedek mum var mı?”
“Hayır!”
Sesini çıkarmıyor.
“Bitince gidip alırım.”
“Ablan aradı mı?”
“Aramadı!”
Işığı azalmış göz bebeklerindeki titreme daha artıyor sanki.
“Baba, bana kızmıyorsun değil mi?”
“Hayır kızmıyorum.”
“O zaman düşündüklerini benimle paylaşıp niye rahatlamıyorsun?”
“Kendini niye yoruyorsun oğlum!” derken sesindeki şefkat dolu yumuşaklık hoşuma gidiyor.
“Kendi kendinle konuşmaktan yorulmuyor musun baba? Sana baktığım zaman üzülüyorum. Her şeyle bağını kopardın gibi hep kendi içinde yaşıyorsun, oradan biraz dışarı çıkmayı niye denemiyorsun?” Bakışlarının sertleştiğini, öfkelendiğini fark ediyorum.
“Bok mu var dışarıda? Sen kendi işine bak. Dışarıda ne olup bittiğini bana hatırlatıp öğretmeye kalkma. Benim yaşımdaki birinin içinde bulunduğu viran haneden dışarısının nasıl görüneceğini zannediyorsun?” dedikten sonra susuyor.
Öfkelendiği için şimdi daha kötü görünüyor. Ona bakmaktan yine çekiniyorum. Söylediği sözler her yanını titretiyor! Kırılıyorum ama bunu belli etmemeye uğraşıyorum.
Yağmurun camda çıkardığı hırçın ve inatçı sesten başka ses yok odanın içinde. İçindeki kırgınlığın etkisi ile kalkıp odama gitmeyi düşünüyorum. Ama bu davranışımın onu inciteceğini bildiğim için vazgeçiyorum. Fakat odanın içindeki hava çok rahatsız edici. Hiç olmazsa bir süre daha geçtikten sonra gidip odama tekrar uyumayı planlarken hiç beklemediğim bir şekilde babam, cama vuran yağmur seslerinin arasından konuşmaya başlıyor:
“Ben tam on yedi yaşındayken, deden sıcak bir kurban bayramının ikinci günü, yemek masasında annem ve benden küçük halaların, amcalarınla akşam yemeğini yerken öldü! Evin büyüğü olduğum için, hayatım, kardeşlerimi korumakla ve bunaltıcı geçim sıkıntıları ile geçti. Yapmadığım iş çalışmadığım usta kalmadı. Param olmadığı için evlenemedim; olduğunda da yaşım geçmişti. Annen ile kısmet işte, aramızdaki yaş farkına rağmen evlendik. Çoluk çocuk sahibi olmanın, çekilmesi zor olan yükünü kardeşlerimden bildiğim için az çocuk yapmaya uğraştım. Annen de, sen hatırlamazsın bünyesi zayıftı, ablanla seni büyük perişanlıklar içerisinde zorla getirdi dünyaya. Sessiz bir kadındı; sessizce yaşadı ve sessizce öldü! Ablan çok etkilendi, ben de yıprandım, zor iş çocuk! Ablan küçük yaşına rağmen çekti çevirdi yine de bizi!”
“Baba pişman mısın?”
“Neden?”
“Bizlerin dünyaya gelmesinden.”
Az önceki öfkesi iyice kaybolmuş yumuşamış görünüyor. Pek yapmadığı bu iç dökmesini yaparken, bana sanki acırmış gibi kısa bir süre baktıktan sonra:
“Pişmanım desem bir yararı var mı artık? Ablan beni endişelendiriyor! Senin durumun daha belli değil! Kız çocuğudur biriyle evlendiririz olur biter dedik. O zaman böyle düşünüyordum. Şimdi ne kadar büyük hata yaptığımı anlıyorum. Ama artık çok geç! Onu hayat karşısında bu kadar savunmasız bıraktığım için hep kendimi suçluyorum. Geç fark ettim, bu sorumsuzluğumun altında kaldım şimdi! Her telefon çalışında ablan mı diye ömrümden gün eksildiğini hissediyorum. Hayatımın diğer yorgunluklarını geride bıraktım ve hatırlamak istemiyorum. Onun telefonda benimle bilerek veya bilmeyerek titrek, kendine güvensiz bir sesle konuşmasından sayısız anlamlar çıkarıyor, hem ruhumun hem de bedenimin tıkır tıkır kırıldığını duyuyorum. Belki de vaktinden, yaşıtlarımdan önce çöktüğüm için güçsüzlüğüme sinirleniyor ve yaşamımı anlamsız buluyorum. Bana anneni özlüyor muyum diye soruyorsun tabii ki özlüyorum ama talihsizce erken gidip bizi geride bırakmasına çok içerliyorum. Olsaydı hiç olmazsa birbirimize dayanırdık. Hayatım boyunca hiçbir şey istediğim gibi olmadı ve hiçbir şeyi yerli yerine koyamadım. Hayat gücümü ve aklımı çok aştı. Bir türlü içinden çıkamadım. Çocuklarına, özellikle ablana karşı görevini yerine getirememiş bir babanın huzursuzluğu ile doluyum. Bunu geç fark ettim, en çok ona üzülüyorum. O benden bu dünyaya gelmeyi istemedi. Geleceği bu dünyanın nasıl bir yer olduğunu bilmiyordu. Bunu ben biliyordum ve suçluluk duygusundan kurtulamıyorum. Onu hayata ilişkin hiçbir korunağı olmadan getirip bu ateş tarlasının içine koyduğum için kendimi çok suçluyorum. Seni ve onu bırakıp gidiyorum. Bunun vaktinin geldiğini hissediyorum. Kaçtığım hissine kapılıyorum. Çünkü hiçbir şeyi yerli yerince yapamadım ki. Ama gücüm iyice azaldı. Evinde mutsuz bir hayat sürdüğünü ve iyice köşeye kıstırılmış olduğunu bana hep hissettiriyor. Buna çok üzülüyorum. Onu hiç suçlamıyorum. Ayakları üstünde güvenle durabilen, başka bir insanın insafına bağımlı olmayan bir insan olarak bıraksaydım huzur içinde ölebilirdim. Bundan ne yazık ki mahrumum. Bu çok berbat bir durum. Bütün pencerelerini dış dünyaya niye kapattın diyorsun. Huzurla seyredeceğim bir şey mi var ki dışarıda? Ablan beni endişelendiriyor!”
“Kocasıyla mı sorunları var?”
“Evet!”
Babam benimle ilk kez bir şeyleri, onu rahatsız eden düşünceleri paylaşırken ne diyeceğimi bilmiyorum ve duygusallaşıyorum. Oturduğumuz odanın penceresinde çırpınan yağmur damlalarına bu duygusallıkla bakıyor ve üşüyen ayak parmaklarımı rahatsız edici bir şekilde hep duyuyorum.
Sehpanın üstündeki mum ışığının zayıfça aydınlattığı köşedeki kitaplığa bakıp ablamı ve onunla zaman zaman yaptığımız didişmeleri ve hızla akıp giden zamanın onda yarattığı sorunla yüz yüze gelince içimdeki bulantıyı en rahatsız edici şekliyle duymaya başlıyorum! Kurallarını bizim koymadığımız garip bir oyunun içindeymişiz gibi bir hisse kapılıyorum.
Babam oturduğu yerde büzülüp içine dönüyor ve içindeki kargaşayı tekrar yüzündeki donuk ifadenin arkasına gizliyor. Yüzüne dikkatle bakınca, belki de anlattıklarının etkisi ile ablama benzediğini fark ediyorum. Yüzü iri ve uzun, çıkık geniş çenesinin ortasında belirgin bir gamze var, gözleri iri ve çekik. Alnına dökülmüş saçları beyaz dalgalı ve hâlâ çok gür. Duvarda asılı kara kalemle yapılmış resimdeki dedeme de benziyor.
“Baba…” diyorum onu uykusundan uyandırır gibi yavaşça. “Ablam da çok ilgili değildi hayatıyla, dersleriyle, senin bunda ne suçun var?” Sesini çıkarmadan, azaldığı için iyice titreyen mumun alevine bakıyor. “Çok yalnız yaşadı, hem de yaşına yakışmayacak kadar. Kendi geleceğini değil boş odalarda erken ölen annemi aradı hep!” diyorum.
Babam gözleri açık bir ölü gibi otururken beni dinleyip dinlemediğini ve söylediklerimi anlayıp anlamadığını bilmiyorum. Bunu anlamam için sözlerime tepki vermesini bekliyorum üşüyerek. Donuk bakışlarını titrek mum alevinden alarak yüzüme dikiyor.
“Hem herkes kendi hayatından, önce kendisi sorumlu değil mi?” diyorum.
Bakışlarının canlanıp sertleştiğini fark ediyorum. Söylediğim sözlerin memnuniyetsizliği yüzünde dolaşıyor sanki. Bana öyle bakmasından hiç hoşlanmıyorum!
“Tabii ki öncelikle herkes kendi hayatından sorumlu. Fakat hayat, çocuklar ve gençler için her yana mayınların döşendiği, renk renk çiçeklerin, ağaçların boy verdiği bir kır yerine benziyor. Çocuklar ve gençler, bu görüntünün en zalim en acımasız kısmını ne yazık ki göremiyorlar. Çiçeklerin, çimenlerin diplerine gizlenmiş mayınlardan habersizler. Ne zaman ki o acımasız demir parçaları ayaklarının dibinde patlayıp etlerini sağa sola savurduğunda hayatın acımasız yüzü ile karşılaşıyorlar. Defalarca bu mayınlara basmış, bazen ruhları, bazen bedenleri parçalanmış biz büyükler, ayağımızın altındaki bunca tehlikeye rağmen çocuklarımızı yeterince koruyamıyor, onları bu tehlikelerden haberdar edemiyoruz. Bizim görevimiz onların habersiz olduğu, göremedikleri o mayınlara basmamalarını sağlamak ve bunun için çaba göstermek. Ben bu çabayı, özellikle ablan için az gösterdiğimi anlıyor ve kendimi hiç affetmiyorum. Oysa ona daha çok zaman ayırmalıydım. Cebinde parası olan meslek sahibi bir insan yapmalıydım. Bunu yapamadığıma yanıyorum. Sen erkeksin oğlum, okulunu bitirdiğinde iyi kötü bir işin, mesleğin olacak, bu çok önemli. Kadın olmanın zorluğu ayrı bir şey, bunu onlar çok iyi biliyor; ben de ablandaki çaresizliklerde gördüm. Dünyayı kadın veya erkek diye ikiye ayırmak gerekiyor. Bütün yaşadıkları zorluklara rağmen dünya erkeklerin dünyası!”
“Yoksul erkekler, işsiz erkekler ezilmiyorlar mı baba?”
“Tabii ki eziliyorlar, ama kasları daha güçlü olduğu için çoğunlukla bunun hıncını evde kendilerinden daha zayıf olan kadın ve çocuklarından çıkarıyorlar!”
“Nüfus yoğunluğunun bu kadar fazla olduğu, özellikle yoksul ve gelişmekte olan ülkelerde herkese iş ve eğitim olanağı nasıl sağlanacak?”
“Onu ben bilemem, bildiğim, insanlar acı çekmeye geliyorlar dünyaya. Böyle bir şeye sebep olduğum için kendimi hiç iyi hissetmiyorum. Ne yazık ki yaptığı haltı bilmeden yaşamışım bunca zaman; henüz suçundan habersiz diğer suçlu babalar gibi. Doğumundan ölümüne kadar insan binbir türlü tehlike ile boğuşuyor, bir de onu yanındakine muhtaç bir hayata mecbur etmek insafsızlıkların en büyüğü, suçların en büyüğü. Bu dertle öleceğim. Aslında ölmem önemli değil, ömrümün bu son döneminde ablanda yaşadığım çaresizlikler zaten beni yaşarken öldürmeye yetiyor!”
Babam konuşmaktan çok, konuştuğu şeylerin anlamlarından yorularak tekrar susuyor ve kocaman bir yalnızlığa dönüşüyor. Ablam için bu kadar çok endişelenmesini biraz abartılı bulmakla birlikte tekrar tekrar aynı sözü söylemesinin sadece yaşlılığa bağlı temelsiz bir karamsarlıkla da ilgisi olamayabileceğini düşününce içimi sıkıntı basıyor ve kendimi kötü hissetmeme yol açıyor.
“Kiracıya bugün evi boşaltmasını söyledim. Bana dün telefonda, ‘Dayanacak gücüm kalmadı.’ dedi. ‘Çocuklarımı o pisliğe bırakamam.’ dedi dün telefonda ağlayarak. Ona ne demem gerektiğini bilemedim oğlum!”
“Benimle niye konuşmuyor bütün bunları?”
“Seni bu işe karıştırmak istememesi seni düşündüğünden.”
“Beni düşünürken seni hiç düşünmüyor ama.”
“O aslında pek kimseyi düşünecek durumda değil, yanlış anlama ablanı. Gereksiz alınganlık yapma. Sen dikkatini okuluna ver, bitirmene birkaç ay kalmış, gereksiz yere zihnini dağıtma. Benim söylediklerimi de unut!”
“Sen böyle kıvranırken nasıl?”
“Sorun bende değil.”
“Biliyorum ablamda, ama sana karşı düşüncesiz davranması doğru değil.”
“Yanılıyorsun. Babasıyım benimle konuşmayıp da kiminle konuşacak. Lüzumsuz yere hem kendini hem beni yorma!” derken babamın sesi sinirli çıkıyor.
“Beceremiyorsa çıksın gelsin!” diyorum heyecanlanmış bir sesle.
“Zaten öyle olacağa benziyor. İşimiz bundan sonra daha da zor olacak. Onu ağlayarak gönderdiğim bu evden, iki kızı ile sorunları Arap saçına dönmüş olarak geri dönecek; konuşmalarından ben bu sonucu çıkarıyorum.”
Babam bu cümleleri söylerken, yüzündeki endişe geçen zamanla birlikte daha da artmıştı. Bir süre suskun kalarak yüzümdeki, yaşamın içindeki birçok tecrübeyi tatmamış gençliği seyrettikten sonra bakışlarını dışarıdaki inatçı ve hırçın yağmura çevirdi. Artık bir şey konuşmak istemeyecek kadar keyifsiz görünüyor ve bakışlarını benden ısrarla uzak tutuyor. Sonuna doğru hızla yaklaşan mum, biraz sonra tümden bitip bizi karanlığa gömecek.
“Gidip mum alayım.” diyorum.
“Acele etme, elektrikler belki gelir birazdan.”
“Acıkmadın mı baba, yoğurdunu yemek ister misin?”
Yüzüme hiç bakmadan sadece kırlaşmış kalın kaşlarını yukarı kaldırarak hayır anlamında bir işaret yapıyor ve başka bir şey söylememe fırsat vermeden yerinden doğruluyor ve sırtına aldığı battaniye ile sığınağına, yani yatağına doğru gölge gibi sessizce karanlığın içinde yavaşça yürüyerek gidiyor. Küllüğün içinde can çekişip iyice ölmeye yüz tutan mum ve cama vuran yağmurun sesi, bendeki mutsuzluğu kamçılayıp içimi bunaltıyor!

SEKİZİNCİ BÖLÜM
Gece boyunca yağan yağmur sabaha kadar hiç durmadı. Arada bir uyanarak sıkıntılı geçirdim geceyi. Babamın ısrarlı horlamaları bitecek gibi değil. Kulaklarım ve burnum üşüdüğüne göre hâlâ elektrikler gelmemiş ve kaloriferler yanmıyor. Yatağımın içindeki ılık tembellik, odamın içindeki soğuğa rağmen her yanımı kuşatmış durumda. Alaca bir karanlık var dışarıda ve insana pek cesaret vermiyor.
Akşam babamla yaptığımız o konuşmadan sonra huzursuz girdiğim yatağımda, dinlenemeden uyandığımı fark ediyorum. Gözlerimi kapatıyorum ve dışımdaki dünyayı sadece duyarak algılamaya çalışıyorum. Fakat babamın horlamaları o kadar fazla ki başka hiçbir şeyi işitmeme fırsat vermiyor. Tekrar gözlerimi açıyorum. Tül perdenin gerisindeki alaca karanlığa bakıyorum. Yağmurun yağmadığını, yağıyorsa bile benim buradan fark edemeyeceğim sessizlikte ve incelikte yağıyor olabileceği sonucunu çıkarıyorum. İçimdeki beni, uzun uzun izledim; sonra dinledim. Beklerken, çok kısa bir süre daha uyumuşum. Misafir odasından gelen telefon sesine uyandım. Telefon bir kez çaldıktan sonra susuyor. Ablam aklıma geliyor. Ya da yanlış çevirdiği numarayı son anda fark eden sersemin birisidir diye düşünüyorum. Telefon tekrar çalıp sabah sükûneti ile uyuşuk evin içinde yankılanınca bu kesinlikle ablamdır diye hiç kararsızlığa düşmeden hep onu, biraz da endişeyle düşünmeye başlıyorum. Babam, sesi duymadığı için horlayarak uyumasına devam ediyor. Fakat bir iki kez daha çalarsa uyanacağından eminim. Ablamda, ne olup bittiğini öğrenme dürtüsü ile misafir odasına koşarak gidiyorum. Hem oda, hem de kulağımdaki telefon ahizesi soğuk. Yüreğimdeki çırpınma hızlanıyor. Karşıdan gelen sesi, bir şey dememe fırsat kalmadan dinliyorum. Ablam, sesi daha önce pek duymadığım kadar kötü çıkıyor ve ağlıyor!

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/emin-goncuoglu/oteki-hayatlar-69429592/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
Öteki Hayatlar Emin Göncüoğlu
Öteki Hayatlar

Emin Göncüoğlu

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Yirmi üç numaralı otobüste, elmacık kemikleri çıkık yüzlü kıza âşık olan Zaim, gençliğinden ömrünün sonuna kadar sürdürdüğü hayatın acı ve hüzünlü yıllarını anlatıyor. Otobüste tanıdığı o masum ve güzel kızın bir gün eşi olup bir kız çocuğuna sahip olabileceklerini yalnızca hayal ederken buna kavuşuyor ancak hayat, hiçbir zaman ona beklediği saadet ve huzuru vermiyor. Zamanla solmuş ve yitip giden bir sevginin hikâyesi… "Birbirimizi yok etmek için ne gerekiyorsa yapıyoruz, biz niye bu hâle geldik? Hayatımız tam bir cehennem! Buna uzun süre ne sen ne de ben katlanabiliriz artık; yeterince çöktük zaten. Bütün becerebildiğimiz şey, içinde bulunduğumuz durumu kavrayıp bir çözüm yolu bulabilmek. Kendimize yeteri kadar şans tanıdık; yan yana duramıyoruz artık. Bir arada durmamızın bir anlamı ve gayesi olmalı. Yıllar önce böyle bir tehlike ile karşılaşma ihtimalinin az olmadığını biliyordum, fakat geçmiş ve geçmişte konuşulanların bir önemi kalmadı artık. Bu, bizi yavaş yavaş yok eden, kendi ellerimizle yarattığımız hayatımızın içinden nasıl kurtulup çıkabiliriz?"

  • Добавить отзыв