Kâğıttan Kayıklar

Kâğıttan Kayıklar
Emin Göncüoğlu
Eski bir arkadaş ile karşılaşan Muktim'in hatıralarını andığı bir gecenin ardından, pencereden gördüğü Zeliha ve her hafta sonu yalnız yaşadığı evine gelen kız kardeşiyle sevimli yeğeni; onun dününde ve bugünündeki hüzünlerini taşıyor. Tıpkı sevgili yeğeninin banyodaki su dolu leğen üzerinde yüzdürüp batırdığı kâğıttan kayıklar gibi. “Pek canını sıkmak istemem ama buraların da kaçıp geldiğin büyük kenti aratmayacak hâle geldiğini, belki de kötü bir aslın daha kötü bir taklidi olmaya başladığını pek bilmiyorsun. Yani anlayacağın, buraların da cennete benzer bir hâli yok. Belki bir iki şey dışında burada da her şey pahalı; tiyatro yok, sinema yok, üzerinde rahatça gezip dolaşacağın bir yer yok, kitap yok kitapçı yok. Eskiden beri var olanlardan biri işkembeci, biri kasetçi oldu. Sessizlik var, hantallık var. Büyük kentlerden küçük kentimize gelen ve yaşam yerine ölümü anlatan, insan gözü ne görüyorsa onu anlatmak yerine, ulaşılması imkânsız ve olmayan bir sürü zırva şeye ağıtlar düzen büyük şarkıcılar var. Artık bu küçük kentin küçük insanları, küçük salonlara sığmadıkları için stadyumlara doluyorlar. Ama oraya da sığmayıp sokaklara taşıyorlar. Bu küçük kentin insanları dinledikleri bu şarkıcılara ağlıyorlar; ağlarken de üşenmeyip birbirlerini dövüyorlar. Zaten bu akşam seni buraya belki de onun için getirdim. Belki de buraya kaçtım, seni de kaçırdım.”

Emin Göncüoğlu
Kâğıttan Kayıklar

I
Bu küçük sınır şehri, gece bulaşığı uykusunu yeni yeni bırakıyordu. Üstündeki silik karanlık az önce kaybolmuş, yerini usulca koyu gri bir renge bırakmıştı. Şimdi bu yüzüyle, üstünde ot bitmeyen siyah renkli kayadan tepeciklerin yarım ay biçimindeki eteklerine ürkekçe yayılmış, birazdan, önünde uzayıp duran uçsuz bucaksız ovanın ötesinden kıpkırmızı ışığı ile doğacak güneşi bekliyordu. Doğacak güneşle birlikte, solgun ve dumanlı yüzü şirin bir renge boyanacaktı. Dar ve çelimsiz sokakları ile pürdikkat kesilmiş, bu anı bekliyordu. Gecenin karanlığından ve sessizliğinden sıkılmıştı. Dar ve çelimsiz sokaklarının, artık hepsini ayrı ayrı bilip tanıdığı insanlarla dolup taşmasını istiyor, buna can atıyordu. Yaşadığını ve yalnızlığını o zaman unutuyordu. Eski püskü tozlu damlarının üzerinde, daracık sokaklarında, çocuklarla bir olup güneşi kovalamaya ve oynamaya başlıyordu. Zaten onlardan başka oynayıp avunacağı kimse de yoktu! Aslında bunu başka kimseden beklemiyordu. Üzerinde yorgun adımlarla dolaşıp duran büyüklerin derdini ve kederini yüzlerinden anlıyordu.
Tek veya çok katlı evlerin güne bakan sıvalı sıvasız, boyalı boyasız, taştan veya briketten yüzleri daha bir aydınlandı ve kıpkırmızı oldu. Kırık dökük camları ile yanıp duran sokak lambaları güneşin doğuşunu fark etmemiş gibi, cılızlaşan ışıklarını yerlere döküp duruyorlardı.
Muktim uyanmak üzereydi. Uyurken karnını dayadığı küçük yastıktan ayrıldı. Günlerden cumartesiydi.
Avuçlarının içi, boynu, her tarafı su içindeydi. Sıkıntılı bir gece geçirdiği her hâlinden belliydi. Sırtüstü döndü; nedense sırtüstü uyuyamadığını düşündü. Buna yarı uykulu hâliyle bir neden bulmaya çalıştı. Fakat herhangi bir sebep bulamayınca vazgeçti. İnce uzun sayılabilecek gövdesini topuklarının yardımı ile geriye itti. Bu hareketi ona bir nebze rahatlık kazandırmıştı. Boynunu kaydırarak yastığı sırtına yerleştirdi.
Odanın içinde ince bir karanlık vardı. Köşedeki küçük masanın önünde eski bir sandalye, yanda küçük bir yatak ve onun yanında duvara dayalı kitaplık, kapının ardında çivilere asılı cepleri çökmüş eski bir ceket, pantolonlar, yakaları kirli gömlekler üst üsteydi. Masanın üstü darmadağınıktı, içi sigara izmaritleri ile dolu kül tablası, ince yeşil yapraklarını masanın kenarından aşağılara sarkıtıp duran kurdele çiçeği, üst üste kitaplar, sigara paketleri, boş bir su bardağı, kibrit ve bir çift çorap; hepsi bu masanın üstündeydi.
Muktim kitaplığın önündeki dar yatakta yatıyordu. Göz kapaklarını araladı. Pencerenin önünden güvercin sesleri geliyordu. Kalın perdenin kenarından sızan ışıklar, odayı ince ve parlak bir çizgiyle ikiye bölmüştü. Yatağından yavaş yavaş doğruldu. Vücudu gerçek ağırlığının iki veya üç katına çıkmıştı sanki. Başı ağrıdan çatlayacak gibiydi. Ayaklarını, çarşafı boyuna çizgili yataktan aşağı bıraktı. Uykunun sersemliği ve geceden kalma sarhoşluk onu bakmıyordu. Havayı yutarcasına derin derin esnedi. Ayağa kalktı, sendeleyerek perdenin önüne geldi. Perdenin arasından sızan ışıklar yüzünü ve bedenini ikiye böldü. Yüzü acayip bir şekil almıştı. Perdeyi ışığın sızdığı yerden tutup hızla yana çekti. Gün, olduğu gibi içeri doldu. Saldırıya uğramış gibi geri çekildi.
Pencerenin önünde, içlerinden bazıları etrafı süzüp duran, bazıları da kendilerince sesler çıkararak sağa sola gidip gelen güvercinler, genç adamın bu hareketi ile neye uğradıklarını anlayamamanın şaşkınlığı içinde birbirleriyle çarpışarak gökyüzüne uçtular. Küçücük yürekleri göğüs kafeslerinden fırlayacak gibiydi. İçlerinden bazıları bu olayın şaşkınlığından hemen kurtulup karşı apartmanın dam duvarlarına kondu. Diğerleri de büyük bir hızla gözden kayboldular.
Güvercinlerin birbirinin üstünden atlarcasına gökyüzüne çekilmesinden Muktim de ürkmüş, yüzü sapsarı kesilmişti. Titriyordu. Uykusu dağılmıştı. Yüreğindeki patırtıyı dinledi. Pencereyi açtı, dışarıdan gelen temiz ve serin sabah rüzgârını derin derin içine çekti. Biraz yatışır gibi oldu. Sanki şimdi kendinden daha emindi. “Zavallılar nasıl da korktular!” diye içinden söylendi. Bir suç işlemiş gibi huzursuzlanmıştı.
Karşıdaki uzak balkonlardan birinde bir kadın vardı. Yaşlı veya genç olduğu pek seçilemiyordu. Etraf sessizdi. Dışarı baktığı pencerenin sol tarafına düşen ilerideki evin pencere ve balkon kenarları sıra sıra dizilmiş çiçeklerle doluydu. Kendilerine su verip sonra da küçük yapraklarındaki tozları yumuşacık parmakları ile temizleyecek, evin ve onların sahibi genç ve güzel kadını bekliyorlardı. Vaktin erken olduğu, etrafın sükûnetinden belliydi.
Apartmanların arka yüzlerinde gözlerini başıboş dolaştırdı. Başındaki ağrının bitmesini bekledi sabırsızlıkla. Dün gece geç uyumuştu. Bunu gözlerinden anlamak mümkündü. Olduğundan yaşlı görünen yüzü yorgundu.
Dün, iş çıkışında, çoktandır görmediği eski bir arkadaşına rastlamış, sarılıp öpüşmüşlerdi. Senelerdir görüşmüyorlardı. Arkadaşı:
“Neredesin? Bizimkine haber verdikten sonra gelip alayım seni.”
Muktim, eski arkadaşının söylediklerini düşünüyordu. “Bizimki” dediği annesi miydi? Yoksa evlenmiş miydi? Belki karısıydı! Eski arkadaşının kara gözlerinde çocukluğunu görmüştü. Konuşurken sözcükleri ardı ardına sıralıyor, nefes nefese kalıyordu. Neşeliydi, yerinde duramıyordu. Kendi durgunluğundan sıkılmıştı.
“Evde beklerim, akşam yedi senin için uygunsa!”
“Tamam anlaştık!” diye onayladı eski arkadaşı.
Muktim oturduğu adresi söyledi.
“Bizim pederin külüstürü ile gelip alırım seni.”
“Sen yukarı çıkıp yorulma, ben aşağı inerim.” dedi Muktim. Sonra da:
“Yukarı gelseydin bir çay demlerdim sana, hem de kaçak!”
Fakat anlamsız buldu bu davetini.
“Sen boş ver çayı!” diye gülerek konuştu eski arkadaşı. Gider dışarıda bir yerde oturur hasret gideririz.”
Muktim, esmer alnını kırıştırarak konuşan eski arkadaşına sevgi dolu bir bakışla baktı.
“Özlemişim yahu, ne kadar çok oldu değil mi görüşmeyeli?” dedi.
“Öyle ya, ben de özlemişim.”
“Eskiden daha şişmandın, epeyce zayıflamışsın. Sen iyisin, yani değişmemişsin.”
Esmer, uzun boylu eski arkadaşı ellerinden yakaladı Muktim, yumuşakça sıktı avuçlarını, sonra da gülerek sarıldı, yanaklarından öptü ve yumuşak bir sesle:
“Akşam yediye fazla bir şey kalmadı. Daha çok geç kalmayalım, yoksa günü burada bitireceğiz.”
Ayrıldılar, eski arkadaşı arkasından seslendi:
“Yedide yanındayım, unutma.” Ardından ekledi. “İyi bir yer düşün de oraya gidelim.”
Dönüp ona bakan Muktim’in sanki bu sözü onaylarmış gibi önce kısık duran gözleri parladı, sonra eski arkadaşını yıllar sonra görmüş olmaktan dolayı içinde duyduğu heyecan yüzüne yayıldı, ona bakarken gülüyordu.
Akşamın yedisi şıp diye geldi. Şehrin dışında, daha ziyade tırların ve kamyonların uğradığı küçük bir lokantaya gelmişlerdi. Lokantanın uzaklığından eski arkadaşı sıkılmış, fakat bunu gizlemeye çalışan zorlama bir sesle:
“Keşke şehirde bir yere gitseydik, oldukça uzakmış.”
“Dur hele.” diye söze girdi Muktim. “Acele etme, boşuna getirmedim seni buraya. Yıllardan sonra temiz kır havası iyi gelir bilirsin.” derken göz ucuyla eski arkadaşını izledi.
“Yoksa unuttun mu?”
“Neyi?” dedi eski arkadaşı.
“Deli bozkır rüzgârlarının ciğerimize taşıdığı buğdayla karışık toprak kokusunu, gökyüzünün koyu karanlığını, tepemizde elini uzattığında tutacakmışsın gibi ışıl ışıl yanıp duran yıldızları.”
Muktim’in bu sözlerine güldü eski arkadaşı.
“Bu dediklerinin uzağına, hem de çok uzağına düştüm yıllardır. Sen bırak yıldızları, gökyüzüne bakmıyorum ki.” Sonra da, “Hayır hayır…” diye sözünü değiştirdi. “Doğrusu bakmıyorum değil, bakamıyorum.”
Gözleri esmer yüzlü arkadaşında, “Doğru.” dedi Muktim.
“Büyük kentte insan doğayla olan arkadaşlığını kaybediyor galiba. Şimdi kötü mü yaptım yani, niye sitemkârsın? Biraz da onun için getirdim ya buraya, eski dostunla hasret gideresin diye. Hem sonra gelenler de tanımadık kimselerdir, daha rahat ederiz.”
Geniş bir tebessüm yayıldı eski arkadaşının yüzüne.
“Zaman insanın yalnız dışını mı değiştiriyor, çocukken de kenarda kıyıda nerede bir yer varsa oraya giderdin.”
“Bunda haksız sayılmazsın, sevdiğim alışkanlıklarımı pek bırakamıyorum.”
Arabalarını dev irisi tırların arasına bir yere park edip indiler. Heybetli araçların arasında minnacık kalmışlardı. Eski arkadaşı:
“Sık sık gelir misin bu tır mezarlığına?”
Önce bu sözü duymazlıktan geldi Muktim. Fakat sonra eski arkadaşının biraz da alay dolu bu sözlerine bir şeyler söyleme ihtiyacı hissetti, sıcaklığı azalmış bir sesle: “Hayır.” dedi. “Pek gelmem, çok eskiden gelmiştim. Oradan aklımda kalmış, hem de hoş bir iz bırakarak.”
Elinde kirli ve ıslak bir bezi çevirip duran kısa boylu garsonun ince sesiyle kendilerine geldiler. Kıvırcık siyah saçlarının kapattığı alnının altındaki zeytin siyahı gözleri yorgun fakat içtendi.
“Buyruuuun, hoş geldiniz abi.” dedi kısa boylu küçük garson.
“Hoş bulduk.” dedi Muktim. “Şöyle kenarda bir yer ayarla bize.”
Bunu söylerken eski arkadaşının biraz önce kendisi için söyledikleri aklına geldi. Ne düşündüğünü eski arkadaşı da bilmişti sanki. Birbirlerine bakarak güldüler. Şoföre benzemedikleri için daha bir saygılıydı garson. Kimse onların geldiğini fark etmemişti bile. Kısa boylu küçük garsonun önlerinde koşup gösterdiği kenardaki masaya oturdular. Havada rahatsız etmeyen bir serinlik vardı. Dışarıda oturmuşlardı.
Fakat saatler ilerledikçe dışarıdaki bu serin bozkır havası bir buz parçası kesilir, yapışırdı insanın canına.
Lokanta uçsuz bucaksız bir karanlığın içinde yüzer gibiydi. Etrafta ışık yoktu. Sadece, çok uzaklarda şehrin titreyip duran ışıkları vardı. Onlar da gökyüzündeki yıldızların yere döküldüğü hissini veriyordu. O noktada yerle gök birbirine karışmıştı sanki. Kendilerini lokantayla birlikte gecenin karanlığında kaybolmuş zannediyorlardı. Masalar genellikle doluydu ve masalarda yemek yiyen insanlar yorgundular. Arada bir hızla gelip geçen araçların gürültüleri onları rahatsız edip ilgilendirmiyordu. Onlar için, bütün bir gün boyu dinleyip alışık oldukları seslerdi bunlar. Pek konuşmuyorlardı. Yemeklerini yedikten sonra biraz dinlenecek, sonra da geldikleri gibi kocaman araçları ile karanlığın içinde kaybolup gideceklerdi. Ama çok sürmeden yerlerine yenileri gelecekti. Bıkıp usanmadan tekrar edilen bir oyun gibi. Evlerinden belki yüzlerce, belki de binlerce kilometre uzakta olmanın garip kederi vardı yüzlerinde. Yorgun ve kederli gözlerini katran karası yolların üstüne sererek dev irisi araçları ile yükleri ve yüreklerini de taşıyorlardı, o sınırdan bu sınıra, o şehirden bu şehre.
Muktim’in gözleri, avurtları yediği yemekten patlayacak gibi şişmiş ilerideki masalardan birindeki genç ve zayıf yüzü tozdan kararmış şofördeydi.
“Keşke üstümüze bir şeyler alsaydık, geceye doğru soğuk olur.”
Uzun boylu eski arkadaşı sanki bu sözü beklermiş gibi:
“İyi ya, biz de kalkar başka bir yere gideriz.”
Fakat biraz da ağzından zıplayarak çıkan sözlerin ne anlama geldiğini hemen kavradı ve Muktim’in alınmış olmasından çekinen bir sesle sözünü değiştirmeye çalıştı.
“Yani, üşürsek daha sıcak bir yere gideriz.” dedi.
Ama hoşlanmamıştı buradan. Muktim, arkadaşındaki huzursuzluğu hissetmişti. Fakat kıvırcık saçlı, kısa boylu garsonun masalarına gelmesi ile üstünde durmadı bunun. Ne yiyeceklerini söylediler, birkaç tane de bira. Önce küçük bir kova içindeki biralarla geldi, sonra da sırayla bir tabak ezme salata, bardaklar ve yemeklerle masadaki işini bitirdi kıvırcık saçlı küçük garson. Yeni gelen müşterilerinin değişik olmasından memnundu. Muktim biraları bardaklara doldururken sordu, sesi yumuşak ve sıcaktı.
“Bugüne kadar neler yaptın?”
Doldurduğu bardaklardan birini uzattı arkadaşına.
“Önce fakülte bitti, ardından evlilik, sonra askerlik bitti. Şimdi de sıra ömrü bitirmeye geldi.” dedi eski arkadaşı.
Muktim’in uzattığı bardağı aldı. Son sözlerini söylerken sesi titremişti. Taşmak üzere olan bardağından bir yudum alarak söze girdi Muktim.
“Hele dur bakalım, sen şu ömrü bitirmeden önce biz bu biraları bitirelim.” Gülerek bardağını eski arkadaşına doğru kaldırdı.
“Yıllar sonra hoş geldin!”
“Hoş bulduk!”
“Çocuk falan var mı?” diye sordu merakla.
“Var. Bir oğlum var, üç yaşında, adı Barış.” dedi eski arkadaşı, gözleri önündeki tabakta devam etti. “O da dünyaya geldikten sonra bu işin şaka olmadığını anladım.” Bardağından iri bir yudum alıp sustu.
Muktim eski arkadaşının yıllar sonrasındaki dünyasına sokulup orada ne olup bittiğini içindeki garip bir duygu ile merak edip öğrenmek istiyordu. Bir süre birbirlerini incelediler.
“Eczacılık okuyordun değil mi?” dedi Muktim.
“Evet!”
Bardakları boşalmıştı tekrar doldurdu Muktim.
“Tekrar hoş geldin yuvana, ayrıca Barış’ın şerefine!”
“Şerefine!” dedi eski arkadaşı.
“Ne kadar oldu evleneli?”
“Dört yıl kadar oldu, evet evet o kadar oldu, zaman ne kadar da çabuk geçmiş.” diye güldü kendi kendine. Sustu bir an, düşüncelerini kafasında toparlayıp tekrar devam etti.
“Hanım iktisat mezunu.” dedi. Sesi buğulanır gibi olmuştu. “Bilmiyorum alışabilecekler mi buralara? Saatlerce, günlerce diller döktüm ikna edip getirebilmek için. Uzun yıllar oralarda kalmış, orada doğmuş, orada büyümüş. Bakalım ne yapacağız, ben de tam olarak bilemiyorum. Bir yola girdik işte. İnşallah büyük çukurlarla karşılaşmayız.”
Arkadaşını sessizce dinleyen Muktim, cebinden sigarasını çıkarıp uzattı ona. Sigarasını yakarken eski arkadaşının esmer yüzüne iyice baktı. Kararmış gibiydi şimdi. Kendisi de yaktı bir tane.
“Aslında…” dedi Muktim. “Ardına düşüp bu küçük kente gelmesi küçümsenecek bir şey değil, hatta biraz şaşılacak şey.”
Sigarasından derin bir nefes çekerek devam etti:
“Büyük kentin hareketli ritmine alışmış, orada doğmuş, orada büyümüş, otobüse inip binme hızı bile farklı. Yürüyüşü bile çabuk olan bir insanın küçük kentte durgunlaşıp hantallaşması kaçınılmaz gibi bir şey. Durgun ve küçük göllerde yaşam kendi yasalarını, ta yüreğinin derinliklerinden çıkarır. Bunlara alışıp ayak uydurmak pek kolay olmasa gerek.”
Eski arkadaşı birasından bir yudum alırken gözlerini karanlığa dikti ve ağır ağır konuşmaya başladı.
“Alışmak zorunda, dahası alışmak zorundayız. Bırakıp da geldiğimiz kentte yaşayıp ayakta durmanın bedeli çok ağırdı ve bu ağırlığı kaldıracak gücümüz kalmadı. Yorulduk, tükendik artık.”
Sesi öfkeliydi, gözleri ile gözlerini yakaladı Muktim’in.
“Bu bedelin geldiğimiz yerden daha ağır olacağını zannetmiyorum. Yoksa gelmezdim.” dedi kararlı bir şekilde.
Muktim eski arkadaşını yatıştırmak istercesine söze girdi.
“Dur bakalım hele, sen neler diyorsun? Tükendik falan ne demek yani?”
Muktim’in kendisini anlamak istememesine daha da sinirlendi. Sesinin tonunu değiştirerek:
“Yoruldum. Dahası, oradan oraya koşup durmaktan bıktım. Bir türlü yetişemediğimiz zamanı yakalayamamaktan, o otobüsten bu otobüse dolup boşalmaktan bıktım. Hayatın devri o kadar hızlı ki, o didişip boğuşmanın içinde özlemini çektiğin bir dostuna bile ulaşamıyorsun. Koşmaktan, durup etrafına bakmayı, patlayan bir tomurcuğu seyretmeyi unutuyor, bilmiyorsun. Anlamsız bir koşudan yoruldum. Durup dinlenmek, çevreme bakmak istiyorum. Bu sükûnet, bu durgunluk, senin deyişinle, bu durgun göl hoşuma gidiyor. Onun için buradayım.”
Muktim bardağındaki son damlayı da içti.
“Baş edemediğin dalgalar yormuş seni. Sakin ve güvenli sularda deneyeceksin. Evet.” dedi eski arkadaşı. “Başka da seçeneğim yok zaten, denemek zorundayız.”
“Ne garip!” dedi Muktim. “Sen aşırı hareketlilikten yorulmuşsun, oysa ben de tam tersi, aşırı hareketsizlikten. Aslında bir yanıyla durumumuz çok farklı değil birbirinden; ikisinin de sonucu aynı yorgunluk. Bunun ortası yok mu sence?”
“Bilmem.” diye geçiştirdi arkadaşı.
“Pek canını sıkmak istemem ama buraların da kaçıp geldiğin büyük kenti aratmayacak hâle geldiğini, belki de kötü bir aslın daha kötü bir taklidi olmaya başladığını pek bilmiyorsun. Yani anlayacağın, buraların da cennete benzer bir hâli yok. Belki bir iki şey dışında burada da her şey pahalı; tiyatro yok, sinema yok, üzerinde rahatça gezip dolaşacağın bir yer yok, kitap yok kitapçı yok. Eskiden beri var olanlardan biri işkembeci, biri kasetçi oldu. Sessizlik var, hantallık var. Büyük kentlerden küçük kentimize gelen ve yaşam yerine ölümü anlatan, insan gözü ne görüyorsa onu anlatmak yerine, ulaşılması imkânsız ve olmayan bir sürü zırva şeye ağıtlar düzen büyük şarkıcılar var. Artık bu küçük kentin küçük insanları, küçük salonlara sığmadıkları için stadyumlara doluyorlar. Ama oraya da sığmayıp sokaklara taşıyorlar. Bu küçük kentin insanları dinledikleri bu şarkıcılara ağlıyorlar; ağlarken de üşenmeyip birbirlerini dövüyorlar. Zaten bu akşam seni buraya belki de onun için getirdim. Belki de buraya kaçtım, seni de kaçırdım.”
Bir tebessüm dolandı Muktim’in yüzünde. Eski arkadaşı da ortak oldu bu tebessüme. Bardakları boşalmıştı. Muktim onları tekrar doldurdu.
“Şehirdeki lokantalardan birine, seni bunun için götürmedim. Günden güne daha bir çirkinleşip bozulan bu kenti gelir gelmez hemen görüp üzülmeyesin diye.”
“Yoo!” diye itiraz etti eski arkadaşı. “Üzüntü, yabancısı olmadığım bir şey. Ayrıca unutma, senin kadar ben de buralıyım.”
“Uzunca bir süre ayrı kalmakla birlikte.” diye tamamladı eski arkadaşının sözünü Muktim.
Susmuşlardı. Geceyi ve onun derinliklerinde havlayıp duran köpeği dinlediler. Lokanta denilen bol pencereli, büyükçe bir odanın önündeki asfalt yola yakın bahçede oturuyorlardı. Bahçenin içi, eski tahtadan yapılmış masa ve sandalyelerle ve yorgun insanlarla doluydu. Gecenin görünmez karanlığında havlayıp duran köpeğin kendilerine yaklaştığını, kulaklarına daha kuvvetli gelen sesinden anlıyorlardı. Gökyüzünde yıldızlar ışıl ışıldı. Elini uzatsan tutacakmış gibi yere yakın. Serin akşam, yerini biraz sonra soğuyacak olan geceye bırakacaktı. Havlayan köpek susmuştu, etraf sessizdi. Yalnız bu sessizliği arada bir bozan, kısa boylu garsonun ince sesi ve karanlığın içinden alev saçan gözleriyle gelen gürültülü araçlardı. Ve ardından derin bir suskunluk.
Esmer yüzlü eski arkadaşı:
“Her şeye rağmen yoruldum oralarda.” dedi. “Fakat sen de buralarda sıkılmışsın.”
Muktim, “Evet.” dercesine başını salladı.
“Doğru.” dedi. “Ama insan sıkıldığı yerden bir başka yere gitmekle, buna kaçmak da diyebilirsin, problemlerinin çözüleceğini zannediyor. Fakat koyu gri bulutların her yanı sardığı bir günde mahalle değiştirerek aydınlık bir güne çıkmak mümkün değil işte.” Yüzü karıştı eski arkadaşının, değerli bir şeyini yitirmiş gibiydi. Muktim’in söylediği bu son sözleri kendisine mal etmişti.
“Buralarda gri bulutlar varsa, demek istediğin buysa, oralarda kömür rengi sisler var ve ben gözün gözü görmediği bu sislerin içinden geliyorum. Esasında bir noktadan sonra yaşamın zorlaştığını kabul etmek zorundayız. Bu zorluğa etki eden sebepler ne olursa olsun. Buna, hayatı daha derinden kavramamız gösterilebilir, ekonomik sıkıntılarımız gösterilebilir… Sorumluluklarımızın artması gösterilebilir. Bunları çoğaltmak mümkün. Bütün bunlar yetmezmiş gibi bir de büyük kentin, küçük boyumuzu aşan büyük sorunları… Yeter, usandım artık, huzur istiyorum, başımı dinlemek istiyorum. Söylediklerini fazla önemsemiyorum. Bu sessizliği istiyorum, bu hantallığa alışacağız. Şimdiden hoşuma bile gidiyor, bu sorunlarla baş edebileceğimi sanıyorum. Benim için önemli olan da bu, gerisi boş.”
Muktim eski arkadaşının dolu dolu olması üzerine:
“Beni yanlış anlama, amacım seni umutsuzluğa düşürmek değil. Tam tersi. Hem senin buralarda olman erişilmesi çok zor bir kazanç benim için.”
Muktim’in daha fazla devam etmesine fırsat vermeden söze girdi eski arkadaşı.
“Bak!” dedi. “Bizler varlıklı insanlar değiliz. Büyük kentler bizler için değil artık, nefes alamıyoruz oralarda. Ekonomik olarak günden güne daha geriye gidiyoruz. Hanım iş bulup çalışabilirse aylık geliri ev kirasını ya karşılar, ya karşılamaz. Benim özel bir yer açmam büyük bir servet artık. Evle iş arası saatler süren bir ölüm yolu. Burada en azından bu son söylediğimle karşılaşmayacağız, bu umutlarla buradayım.”
Önündeki bardağı kafasına dikti. Biraz sarhoş olmaya başlamıştı. Kafasını kurcalayan sorunların etkisiyle bu durum biraz daha artmıştı.
“Şimdi sen boş ver bunları, asıl sen ne yapıyorsun?” dedi Muktim’e, kendi sorunlarından uzaklaşmak istercesine.
Muktim eski arkadaşının bu sözlerini yoldan geçen bir aracın gürültüsünden duymamıştı, belki de duymazlıktan gelmişti, dalgındı. Eski arkadaşının boşalan bardağını doldurdu. Şişe boşalmıştı. Dibindeki son damlalar da düşsünler diye, gözleri şişenin ucunda sabırla bekledi. Son damla da düşünce rahatlamış gibi oldu.
“Birer yağmur damlası gibi düşüyoruz eski topraklarımıza.” dedi Muktim.
Elindeki boş şişeyi yan tarafa koyarken gözleri masanın üstündeki şeylerde dolanıp duruyordu. Ağır ağır devam etti konuşmasına:
“Hatırlar mısın, eskiden kaçıp kurtulmak istediğin yerler buralardı. Şimdi ise senin için bir umut olmuş. Oysa eskiden, şimdi kaçıp kurtulmak istediğin yerler bir umuttu. Zamanla her şey nasıl da değişiyor. Çocuk sayılabilecek yaşlarımızda, şimdi kaçmak istediğin yerler nasıl da süslerdi günlerimizi, gecelerimizi, düşlerimizi. O zamanlar erişilmesi uzak büyük bir denizdi orası. Kalabalık caddeler, neon lambalar, ışıklı yüksek binalar, yeşil ağaçlarla kaplı iki tepenin arasındaki mavi suda akıp duran pırıl pırıl gemiler, onlara eşlik eden beyaz martı kuşları, sevgililer, aşklar. Ne garip, şimdi bir çocukluk düşünden canını kurtarmaya çalışıyorsun. Bir gün evden kaçıp oralara gitmeyi bile planlamıştık. Hatırlar mısın bilmem.” diye yüzüne baktı.
“Hatırlamaz olur muyum?” dedi eski arkadaşı, yüzünde ince bir tebessüm dolanırken. Muktim bu tebessümden memnun, devam etti:
“Fakat o gün evden kaçamasak bile okuldan kaçmıştık.”
Karşılıklı gülüyorlardı. Yemekleri bitmiş, boş tabaklar masanın üstünde duruyordu. Kısa boylu küçük garson unutmuştu onları. Muktim’in yaptığı işaretle, biraz da mahcup elindeki kirli, ıslak bezi masanın üstünde gezdirerek küçük kırıntıları aldı en üstteki tabağa. Tam gidecekken hatırına geldi, dönüp sordu:
“Başka bir emriniz var mı abi?”
“Bize son olarak iki bira daha getir.” dedi Muktim arkadaşına bakarak. Bir itiraz gelmeyince kısa boylu garsona döndü tekrar:
“Tamam.” dedi. “Bize hemen iki tane getir.”
Kısa boylu küçük garsonun gidip elinde biralarla dönmesi bir oldu.
Gece ilerlemiş masalar boşalmıştı. Sadece, onlardan üç masa ileride biri yaşlı, biri genç iki kişi vardı. Onlar da biraz önce iri gövdeli araçları ile gelmişlerdi. Küçük lokantanın yan tarafında, araçların park ettiği büyük toprak düzlük, onların eski püskü otomobilleri ve yeni gelen araç sayılmazsa bomboştu. İlerleyen geceyle birlikte, karanlığın içinden iki kırmızı nokta gibi önce küçük, sonra da büyüyerek gelen alev gözlü araçlar da azalmaya başlamıştı. Başı kel, şişman yaşlı lokantacı kısa boyuyla içeride, masada arkası dışarıya dönük oturmuş, günün hesabını çıkarıyordu. Kısa boylu küçük garsonun yüzünde gece ve uyku vardı. Muktim bir sigara uzattı eski arkadaşına. Kendisi de yaktı; derin bir nefes çekti, sonra da ciğerlerindeki dumanı savurdu gecenin yüzüne.
“Bu küçük havuzda dolanıp duruyorum yıllardır.” dedi Muktim, biliyorsun. “Fakat (kendi kendine güldü) nereden bileceksin yahu, o kadar zamandan sonra.” Durdu. O da sarhoş olmuş gibiydi.
“Okulu yarıda bıraktım, yani fakülteyi, biliyor musun?”
“Yo.” dedi. “Bilmiyorum.”
Eski arkadaşı, yüzüne şaşkın bir ifade verdi. Sigarasından tekrar derin bir nefes çeken Muktim:
“Olmadı işte, ardından askerlikti derken ben de döndüm. Biraz da zorunluydum.” diye kendi kendini onayladı. Sonra da:
“Yok yok, tamamen zorunluydum.” dedi. “Beni bekleyen yaşlı bir anam ve bir kız kardeşim vardı.”
Eski arkadaşının gözleri parladı birden.
“Gülbahar teyze nasıl, iyi mi?” diye sordu.
“Hayır.” dedi Muktim. “İyi değil (üzgün bir sesle) geçen yaz öldü, ihtiyar ve zayıf bacakları daha fazla taşımadı kendisini.”
Gözleri üzgün ve kısık durdu bir süre, sonra tekrar devam etti.
“Acılı bir tebessüm gibi birdenbire gitti.”
“Üzüldüm.” dedi eski arkadaşı, hem kendini hem de Muktim’i teselli etmeye çalışan bir sesle. “Genç değildi, yaşlıydı.” dedi Muktim. “Yaşlı olunca ölüm daha mı normal karşılanıyor ne? Oysa insan ömrü sonsuz zaman rüzgârında küçük bir fısıltıdan başka nedir ki? Bıkıp usanmadan bu küçük zamana, yüzlerce acı, keder ve umut sığdırır, sonra da geldiği bilinmezliğe doğru savrulur gider. Etraftaki çoğu kimse bunu fark etmez bile. Çünkü herkes kendi küçük dünyasının irili ufaklı sızıları ile meşguldür. Her şeye karşın şu an var, gerçek olan bu işte, bardağımı sana doğru kaldırışım.”
Havaya kaldırdığı bardağından bir yudum aldı.
“Kardeşin ne yapıyor?” diye sordu merakla eski arkadaşı.
“Evlendi.” dedi Muktim. “Üç çocuğu var, iki kız bir oğlan.”
“Çabuk işini bitirmiş; çalışkan bir öğrenciydi, oysa okumaya da hevesliydi değil mi?”
“Doğru biliyorsun.” dedi Muktim gülerek. “Hem de çok istekliydi. Fakat insanın hevesi kursağında kalmadıkça çıkmazdı yaşamın tadı. Kendi kendisi ile alay eder gibiydi. Hem sonra hangimizin isteği yoktu ki yarını daha iyi kurmak için; yığınla idealimiz vardı, daha bulutsuz, daha güneşli bir gün bulabilmek için. Ne oldu bütün bunlara şimdi? Sert esen rüzgârların karşısında ince bir dal gibi kırıldılar birer birer. Şimdi çamurlu sulara gömülmemek için küçük bir ayak yeri arıyoruz. Üstünde durup canımızı kurtarabilmek için. Ne çare ki o da ele geçmiyor.”
Sigarasından derin bir nefes alarak devam etti:
“Ele geçiren de yerinin rahatlığından değil, bir başkasının ele geçiremeyişinden dolayı mutlu. Böylesi bir mutluluğun içine tüküreyim!” dedi hırsla. Sonra da, “Belki biz bu kadarını becerebildik.” dedi.
“Seni çok karamsar buluyorum.” dedi eski arkadaşı.
“Hayır hayır.” diye atıldı Muktim. “Ben hayatın bizi sıkıştırdığı köşedeki yaşamımızı anlamaya çalışıyorum. İyimser veya kötümser olmak için değil bu. Koca bir kentte küçük bir ayak yeri bulamamak. Sonra etrafımızın bir çöplük yuvasına dönmesi gerçeğini değiştirir mi iyimser olmak? Ayrıca, iyimser olmak, gözün gördüklerinden kaçmanın, reddetmenin öteki yolu mu? Her gün binlerce insan birbirini öldürüyor yorgun dünyamızda. Binlerce insan açlıktan kırılıyor. Çocuklar içecek süt bulamazken kederli dünyamızda, milyonlarca dolar para silaha akıyor. Ne yazık ki insanoğlu binlerce yılın birikimi olan bu noktada insan gibi yaşamasını becerebilmiş değil. Çocuklar hariç, gülen insana pek rastlayamıyorum çevremde. Neden? Ne eksik? Neyi beceremiyoruz? Zaman zaman daralıp sıkıştığım doğru. İçimizde yıllardır özenle yetiştirdiğimiz gülün solduğunu hissediyorum, hem de binbir emekle yetiştirdiğimiz.”
Sigarasından derin bir nefes alarak tekrar devam etti:
“İnsanlar birbirine karşı vahşileşip acımasızlaştığı için, yaşamak uğruna bazı sorumluluklardan ötürü yığınla sorumsuzluğa katlandığı için tedirginim. Yıllar önce önümüzdeki yürüdüğümüz yol genişti sanki. Bunun böyle olmadığını şimdi daha iyi anlıyorum. Şimdi bu yolun gittikçe daraldığını görüyorum. Daralıp incelen bu sarp yolda biraz daha rahat yürüyebilmek için, yoldan gelip geçenleri veya yol arkadaşlarını kenarlara, oradan da aşağılara, dibi delik uçurumlara itmeyi bir yaşama gayreti gibi görmekten tiksiniyorum. Ve bunun gün geçtikçe azalmayıp arttığını ne yazık ki biliyorum.” Eski arkadaşının gözleri bulanmış ve kanlanmıştı. Kötü bir haber almış gibi yüzü karışıktı. Başını gövdesinin üstünde sağa sola düşmesin diye dik tutmaya çalışıyordu. Bunu fark eden Muktim sözlerini noktaladı. Fakat ardından daha coşkulu bir sesle arkadaşını canlandırıp neşelendirmeye çalıştı:
“Yaşamak, ağaçların yeniden sürgün vermesidir. Haydi yeni sürgünlerin şerefine!” dedi derinden gelen zoraki bir sesle.
“Şerefine!” dedi eski arkadaşı.
Artık gecenin soğuğu kendini iyiden iyiye hissettiriyordu, ama onlar konuşmanın ve alkolün tesiriyle pek farkına varmamışlardı. Fakat biraz sonra eski arkadaşı, “Üşüyorum, kalkalım.” dedi. Muktim hemen kısa boylu sevimli garsonu çağırdı, hesabı istedi. Kısa boylu sevimli garson, bunu sabırsızlıkla bekliyormuş gibi hemen hesabı getirdi. Bulanık, kanlanmış gözleri, titreyen parmakları ile küçük bir tabağın içinde kürdanların üstünde gelen ikiye katlanmış küçük kâğıt parçasına uzandı eski arkadaşı. Fakat Muktim daha atik davranıp aldı kâğıdı ve:
“Misafirin para verdiği nerede görülmüş?” dedi.
İlerideki masada yemeklerini yiyip bitirmiş biri yaşlı biri genç olan iki kişi onlara bakıyordu. Kalktılar.
“İyi geceler.” dedi Muktim adamlara. Karşılık aldı, sevindi.
Eski arkadaşının koluna girmişti. Üşüyorlardı, daha sokuldular birbirlerine, bedenlerindeki sıcaklığı hissettiler. Bir bozkır gecesinin soğuğunda küçücük, minnacık bir sıcaklıktı bu. Kısa boylu sevimli garson onları uğurlamış, arkalarından da bağırmıştı:
“Yine beklerim abi.”
“İnşallah.” dedi Muktim. “Ölmezsek yine geliriz.”
Küçük ve eski arabaya bindiler. Asfalt yola çıkıp yavaş yavaş uzaklaştılar. Kısa boylu sevimli garson ve ön bahçesiyle küçücük lokanta arkada kaldı. Son iki müşteri de kalkmıştı, giderek küçülüyorlardı. Uzaklaştıkça lokantanın baygın ışıkları daha da cılızlaştı. Yol altlarında kayıyor, arabanın yaşlı karnına doluyordu. Uzaktan görünen şehrin ışıkları, akşamki canlılığını yitirmekle beraber yine çekimli, ışıl ışıl titreyip duruyordu. Yaşlı ve yorgun araba, sırtındaki iki yolcusu ile beraber ışıklarını şehrin ışıklarına katarak gecenin içinde kayboldu.

II
Eylül ayının kıpırtısız ve sıradan son cumartesi günüydü. Gökyüzünde pürüzsüz bir mavilik vardı. Kuşlar bundan alabildiğine hoşnut, gezinip duruyorlardı.
Mutfağa yöneldi Muktim. İnce yapılıydı, zayıf bile sayılabilirdi. Yüz çizgileri kendisini yaşından daha olgun ve kederli gösteriyordu. Yüzüne bakan birinin göreceği ilk ifade buydu. Kendisi bunu daha çocuk yaşlarında fark etmiş, çok da şaşırmıştı.
Bir gün şaşkın gözleri ile tuvalet aynasında yüzüne bakmış ve dakikalarca gülmüştü, yüzündeki keder yok olsun diye. Tuvalet kapısının yumruklanması ile kendine gelmişti. Annesi:
“Delirdin mi oğlum? Niye gülüyorsun?” diye endişe içinde sormuştu.
İçine çektiği serin sabah rüzgârı iyi gelmişti. Teri soğumuş, vücudu kurumuştu. İçi yanıyordu. Açık pencereden içeri dolan hava, sırtında oynuyordu. Mutfağa girdi. Eski buzdolabının kapısını açtı, en alt raftaki yan yana dizili su şişelerinden birini aldı. Buzdolabının içinden, birbirine karışmış yemek ve meyve kokuları geliyordu. Yüzünü buruşturarak aceleyle kapattı. Elindeki şişenin kapağını açtı, soğuk suyu olduğu gibi midesine boşalttı. Başı dönüyordu. Alışık değildi içkiye. Başının derinlerinde geceden kalma ağrıdan canı yanıyordu. Midesi de bulanıyordu şimdi. Mutfağın içi loştu, penceresi yan taraftaki apartmana bakıyordu. İnce tülden bir perde vardı pencerede. Beyaz rengi bozulmuş kirlenmişti. Tahtadan yapılmış küçük ve eski bir masa buzdolabının yanında duruyordu. Masanın üstünü örten naylon, yer yer yırtılmıştı. Masanın üstünde, içinde kalmış yemek artığıyla küçük bir bakır sahan, kurumuş, bayatlamış birkaç parça ekmek ve su sürahisi vardı. Bakır sahana baktı, “Anamdan kalan, ona da anasından kalan.”diye düşündü. “Ne çok yemekler yenmiştir içinde.” Lavabo kirli tabaklarla doluydu. Oldukça biriktiği için kendi kendisine sinirlendi.
Mutfak penceresinin önünde güvercinler oynaşıp duruyordu. Masanın üstündeki ekmek kırıntılarını avucuna doldurdu. Yavaşça pencereyi açtı. Vereceği bir iki kırıntı için korkutmak istemiyordu bu sevimli hayvanları. Bütün sessizliğine ve dikkatine rağmen, güvercinler korkup önce havalandılar; Muktim’in elindekileri pencerenin kenarına bırakıp hızla geri çekilmesinden sonra tekrar gelip kondular. Ardından ipince gagaları ile küçük ekmek parçalarına vurmaya başladılar. Muktim, bir süre sevgiyle seyretti onları. Küçük bir güvercin olup aralarına karışmak istedi. Çocukken rüyalarında hep kuş olur uçardı. Üstüne üstüne gelen baş edemediği kötülüklerden ancak havalanarak, uçarak, gökyüzüne çekilerek kurtulurdu. Ve oradan da büyük bir neşe içinde üstüne gelenlerin başına tükürürdü. Mutfak tezgâhının üstünde üst üste konmuş birkaç temiz tabak duruyordu. Kız kardeşinin küçük ince parmakları vardı sanki bu temiz tabaklarda. Her hafta sonu gelip dururdu, yanında küçük oğlu ile kapısının önünde. Etrafa çekidüzen verir, ortalığı temizler, tekrar giderdi. Muktim elinden geldiği kadar ona fazla iş çıkarmamaya çalışır, yormak istemezdi. Çoğunlukla kendisi yıkar, kendisi temizler, fakat her şeye rağmen kız kardeşi yapılacak, temizlenecek bir şey bulurdu. Şişenin dibinde kalan suyu da içti, midesindeki bulantı geçsin diye. Ama suyla birlikte bulantı daha da arttı, başı ağırlaştı. Yere düşmüş eski bir gazete parçasına takıldı gözü, eğildi aldı yerden. İçinde sarılı bir şeylerle eve gelen gazete parçalarıyla doluydu buzdolabının üstü. Oradan düşmüştü. Sayfanın tam ortasında büyükçe bir resim göze çarpıyordu, bakılamayacak kadar çirkin bir şeydi. Yatak odasına benziyordu. Etraf pis, yatak darmadağınıktı. Yatağın önünde yerde, üstü örtülü iki ceset duruyordu. Çıplak oldukları, üstlerinin aceleyle kapatılmış olmasından, ayaklarının dize kadar görünen kısmının giyinik olmamasından anlaşılıyordu. Cesetlerdeki kanı canına çekmiş çarşaf, kırmızı lekelerle doluydu. Cesetlerin başında iki polis ve şaşkın birkaç kişi vardı, Büyük ve çirkin resmin altında, saçı sakalı birbirine karışmış, yüzü ölesiye kederli genç birinin resmi duruyordu. Katil olmalıydı. Gazetenin isminin üstünde birinci haber: “Başbakan: Memurumuzu, işçimizi enflasyona ezdirmeyeceğiz, enflasyonun üstünde gelir artışı sağlayacağız.” Daha alt köşede: “… Grevi üçüncü ayında.” “Çatışmada 3 terörist öldürüldü.” Sayfayı çevirdi, gazetenin kendi adına başlattığı reklam kampanyasının resimleri vardı. Bütün bir sayfayı kaplamıştı. Lüks döşenmiş bir dairenin odalarından, banyosundan, mutfağından, balkonundan görüntülerle doluydu tüm sayfa. Renk renk tüm bu görüntülerin üstünde birbirine sarılmış mutlu genç bir kadınla bir erkek, pırıl pırıl gözleriyle okuyucuya sesleniyorlardı: “Yalnız otuz kupona bu şahane daire sizin olabilir, fırsatı kaçırmayın.”
Muktim’in başı dönüyordu; yazılar, resimler bir bir sayfadan aşağıya dökülmeye başladılar. Yalnız otuz kupona bu şahane daire sizin olabilir. Yalnız otuz kupona bu şahane şahane talihli sizin olabilir. Yalnız otuz kupona bu şahane cesetler cesetler cesetler sizin olabilir sizin sizin… Midesi, kabaran dalgalar gibi üstüne üstüne geliyordu. Zor zapt ediyordu gövdesindeki fırtınayı. Resimdeki cesetlerden akan kanlar gazetenin her yanını sarmıştı. Evler, odalar, her şey bu kan gölünün içinde eriyip gitmişti. Elinden atmak istedi kanlı kâğıt parçasını. Olmadı, yapışmıştı eline. Diğer eliyle çekti aldı, parçaladı avucunun içinde yok etmek istediği kanlı kâğıt parçasını. Fakat yok olmuyordu, sadece şekil değiştirmişti. Son bir gayretle yuvarlak bir top hâline getirdiği parçayı içindekilerle birlikte çöp kovasına savurdu. Mutfaktan hızla çıktı. Tuvalete girdi. Cesetlerden akan kanlar eline bulaşmış gibiydi.
Bol suyla yıkadı ellerini, sonra da yüzünü. Göz göze geldiği tuvalet aynasının içinde boğulur gibi hissetti kendisini, tekrar yüzüne baktı. Aynanın içinde dönüp duran bir baş gördü, hareketli çekilmiş resimlerdeki gibi bulanık ve hızlı. Sımsıkı kapadı gözlerini, düşmemek için lavabonun kenarına tutundu. Musluğu yakaladı diğer eliyle. Dizleri titriyordu. Uzunca bekledi öylece. Sonra avucunu çukurlaştırarak su doldurdu, yüzüne çarptı çarptı. Birden midesi yerinden fırladı. Ağız dolusunca acı bir su boşaldı lavaboya. İnce vücudu tekrar kasıldı. Midesi yerinden sökülüyor gibiydi. Kan beynine saldırmış, yüzü mosmor olmuştu. Ağzındaki acılığı tükürdü önüne. Yüzüne tekrar su çarptı. Midesinin içinde şimşekler çakıyordu ardı ardına. Gözlerini açtı yavaşça, beyazı kanlanmıştı. Yüzü şişti ve şimdi daha yaşlı ve çökmüş gibi görünüyordu. Musluğu kapattı. Tam kapanmadı. Küçük damlalar düşüyordu tıp tıp tıp diye lavabonun içine. Titrek adımlarla döndü odasına, ışığı açık unutmuştu. Yüzünden süzülen sular damlalar hâlinde ayaklarının dibine düşüyordu. Ayakta duramıyordu. Çöktü yatağının kenarına, alnı ateş gibi yanıyordu. Masanın kenarında duran kurdele çiçeğine baktı. Yemyeşil ve incecik yapraklarını üstünde durduğu masadan aşağı bırakmıştı. Zorla kalktı yerinden, çiçeğin yanına gitti. Kendinden başka evde yaşayan ikinci canlıydı o. Parmağı ile toprağını kontrol etti, kupkuruydu. Su istiyordu çatlamış toprağıyla. Dikkatli bakınca yapraklarının yeşil renginin uçtuğunu gördü. Mutfağa gitti, bir bardak suyla geri döndü. Çatlamış toprağın üstüne döktü. Açık ve silik rengi, koyu kahveye döndü. Birden çatlaklar da kayboldu. Tozlanmış yapraklarını sildi, tek tek.
Açık duran pencerenin önündeki beyaz tül perde rüzgârın yumuşak itişleriyle oynayıp duruyordu. Muktim de gelip durdu rüzgârın önünde. Rüzgâr, serin nefesi ile yüzünü, gözünü, vücudunun her yanını okşuyordu. Masanın üstündeki saksıdan hoş bir toprak kokusu yayılıyordu etrafa. Havayla birlikte bu hoş kokuyu da çekti ciğerlerine. Gözleri, apartmanların arka yüzlerinin çevirdiği boşluktaydı. Penceresinde her sabah karşılaştığı manzaraydı bu. Sokaktan sesler geliyordu. Gelen bu sesler odanın sessizliğine karışıp kayboluyordu. Yaşlı bir satıcı bağırıyordu. Yaşlı olduğunu, sesinden anlıyordu. Yüzler, gözler gibi sesler de eskiyip yaşlanıyordu. Sesiyle ulaşıyordu satıcı, genç adama:
“Demir alıyoruuuum, bakır alıyoruuuum, alüminyuuum alıyorum.”
Şehirde yeni günün hazırlıkları çoktan yapılmıştı bile. Yaşlı satıcı da güne hazırdı. Sabaha rağmen, yorgun sesiyle müşteriyle beraber kaybolan yıllarını da arar gibiydi. Hızla geçen bir arabanın gürültüsü, yaşlı sesi bastırdı birden. Sonra tekrar sessizlik ve gittikçe solgunlaşan yaşlı satıcının sesi. İnsan gözünün derinliklerinde kaybolduğu uçuk mavilikte kuşlar aşağıda gün ve gece yorgunu insanları kıskandırırcasına süzülüp süzülüp duruyorlardı. Sınırsız mekânlarının, doyumsuz özgürlüklerinin baygınlığı içinde hâllerinden memnun kanat vurup uçuyorlardı. Ya sınırsız uçuk maviliğin altında insanlar neden bu kadar bitkin ve umarsızdılar? Ne istiyorlardı günden, geceden, akıp giden zamandan? Sınırsızlığı ile insan gözünü doyuran boşluğun altındaki bu küçük şehir, ne kadar çelimsiz, eski püskü, takır tukur dar sokakları, içe burukluk veren yüzü ile zavallı ise, içinde yaşayan insanlar da öyleydi. İnce uzun bir cadde ve bu caddeye açılan dar sokaklar, üstünde sessizce yürüyen kadın ve erkekleri gün boyu oradan oraya ulaştırırdı. Gün boyu bu dar ve çelimsiz yolların birbirine bağladığı evlere dert ve keder taşınırdı. Kadınlar çoğunlukla evde, erkekler dışarıda tüketirlerdi günlerini. Hep bir şeyleri eksik bırakmanın veya yapmamanın telaşı bastırırdı yüreklerini.
Muktim’in durduğu pencereden görünen apartmanların arka yüzleri çirkin ve sefildi. Balkonlar içlerine her şeyin atıldığı hurdalıkları andırıyordu. Tıkış tıkış ayakkabılar, paslı boş tenekeler, iri bidonlar, plastik leğenler, odun ve tahta parçaları; her şey, ama her şey vardı içlerinde. Yalnız bir balkon vardı ki diğerlerinden ayrı, özenli ve temizdi. Kutu kutu üst üste duran evlerin arka yüzleri içinde, o hemen bu durumuyla göze çarpıyordu. Penceresindeki perdeler kar beyazı ve tertemizdi.
Muktim, içi daha yumuşak ve seçerek bakıyordu o tarafa. Balkon ve pencere kenarı çeşit çeşit çiçeklerle doluydu ve Muktim’e uzak sayılmayacak bir yerdeydiler. Boş peynir ve yağ tenekeleri, çiçeklere saksı görevi görüyordu. Çiçekler, içinden çıkılması zor bir karışıklığın ve çirkinliğin ortasında hayat bulmuş ve bir köşeyi cennete çevirmişlerdi.
Çiçekli balkonun kapısı beklenmedik bir şekilde hızla açıldı. Elinde su kovası ile genç bir kadın çıktı dışarı. Penceresinden dışarıyı seyrederken zaman zaman gördüğü ve görmenin de ötesinde önüne geçilemez bir merak ve istekle seyrettiği, gösterişsiz, suskun, hatta çoğunlukla üzgün, fakat kendinden emin, pervasız ve korkusuz tavırları ile ondan habersiz çekimine kapıldığı kadındı bu. Yirmi beş yaşlarında gösteriyordu, belki de daha gençti. Gösterişsiz, ama sıradan olmayan anlamlı bir yüzü vardı. Şimdi bu yüzün ardına takılmış, âdeta donmuştu Muktim’in beyazı kanlanmış gözleri. Başının içinde kaynayıp duran ağrıyı unutmuş gibiydi. Kendisini daha iyi hissediyordu. Canlanmış, vücudu gerilip dikleşmişti. Genç kadın küçük bir serçe gibi çiçeklerinin arasında gezip duruyordu.
Muktim, tül perdeden biraz geri çekildi. Çiçekli balkonu ve kadını seyrettiğini, tuhaf bir hisle, birilerinin görmesini istemiyordu. Fakat kadın, karşı penceredeki kıpırdanmayı görmüş ve Muktim’i fark etmişti.
Zaman zaman pencerede gördüğü, yorgun duruşuyla dışarıyı solgun bakışlarla seyrettiğini bildiği genç adamın kendisine dikkatlice bakmasından rengi diğerlerinden oldukça farklı, bastırılması imkânsız bir heyecana kapılmış ve vücudunun her yerinde ama her yerinde, patlayan rüzgârı ve ayaklanmayı bir serçenin titremesini izler gibi biraz da tedirgin bir şekilde dinleyip izlemişti.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/emin-goncuoglu/kagittan-kayiklar-69429586/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
Kâğıttan Kayıklar Emin Göncüoğlu
Kâğıttan Kayıklar

Emin Göncüoğlu

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Eski bir arkadaş ile karşılaşan Muktim′in hatıralarını andığı bir gecenin ardından, pencereden gördüğü Zeliha ve her hafta sonu yalnız yaşadığı evine gelen kız kardeşiyle sevimli yeğeni; onun dününde ve bugünündeki hüzünlerini taşıyor. Tıpkı sevgili yeğeninin banyodaki su dolu leğen üzerinde yüzdürüp batırdığı kâğıttan kayıklar gibi. “Pek canını sıkmak istemem ama buraların da kaçıp geldiğin büyük kenti aratmayacak hâle geldiğini, belki de kötü bir aslın daha kötü bir taklidi olmaya başladığını pek bilmiyorsun. Yani anlayacağın, buraların da cennete benzer bir hâli yok. Belki bir iki şey dışında burada da her şey pahalı; tiyatro yok, sinema yok, üzerinde rahatça gezip dolaşacağın bir yer yok, kitap yok kitapçı yok. Eskiden beri var olanlardan biri işkembeci, biri kasetçi oldu. Sessizlik var, hantallık var. Büyük kentlerden küçük kentimize gelen ve yaşam yerine ölümü anlatan, insan gözü ne görüyorsa onu anlatmak yerine, ulaşılması imkânsız ve olmayan bir sürü zırva şeye ağıtlar düzen büyük şarkıcılar var. Artık bu küçük kentin küçük insanları, küçük salonlara sığmadıkları için stadyumlara doluyorlar. Ama oraya da sığmayıp sokaklara taşıyorlar. Bu küçük kentin insanları dinledikleri bu şarkıcılara ağlıyorlar; ağlarken de üşenmeyip birbirlerini dövüyorlar. Zaten bu akşam seni buraya belki de onun için getirdim. Belki de buraya kaçtım, seni de kaçırdım.”

  • Добавить отзыв