Dar Sokakta Ayak Sesleri

Dar Sokakta Ayak Sesleri
Emin Göncüoğlu
İstanbul ve Urfa… Filmlere konu olmuş iki şehir… Ve bu şehirlerden taşan hayatlar… Arayış içinde olan Nusret, İstanbul’un geniş caddelerindeyken adını koyamadığı bir hissin çekimine kapılmasıyla Urfa’nın dar sokaklarında bulur kendini; Urfa’nın dar sokaklarında ve daha önce yalnızca gazete haberlerinde şahit olduğu töre kıskacındaki bir hayatın içinde… Nagihan’ın hayatıdır bu. Daha on dokuzundadır Nagihan. Hayat, dost düşman ayrımını yapamayacağı bir yaşta, kendi kanından birini çıkarır karşısına. Ve Urfa’da bu üç kişi -Nusret, Nagihan ve düşmanı- karşı karşıya gelir. Sonuç ise yine bir gazete haberidir; daha küçük, daha önemsiz ve daha az yer kaplayan…

Emin Göncüoğlu
Dar Sokakta Ayak Sesleri

Şehnaz’a, Meltem’e, Alper’e…

Arkadaşlar çağırmasa gelmezdim. Hiç dışarı çıkacak gücüm yok… Bereket versin kimse bilmiyor; sadece aile içinde konuşuluyor. Ah Nagihan ah kızım! Gümrük Han’ın ortasından geçen su yaz sıcaklarının başlaması ile iyice azalmıştı. Yaşlı çınar ağacının dibindeki gölgelikte, eskidiği için yaslanınca sallanıp cızırtılı, inlemeyi andıran sesler çıkaran tahta masanın etrafında demli çaylarını yudumlayıp domino oynayan, neşeli, konuşkan arkadaşlarımı izlerken gövdem orada; ruhum içimi kanatan derdimin peşindeydi.
İyice bunaldım! Çok sıkıldım! İçim kapkara! Çayım çoktan bitti. Hâlbuki geleli yarım saat bile olmadı. Etraftaki kalabalığı kederle seyrettikten sonra ayağa kalktım. Fakat sendeleyince eski tahta masaya tutunmaya çalıştım. Domino oynayan arkadaşlarım bendeki sıkıntının farkında değildi. Onlara bir şey hissettirmemeye çalışmıştım. Bu utançla nasıl yaşarım Allah’ım! diye düşünürken tutunduğum eski tahta masanın kenarını üstündeki kirli örtüsü ile birlikte sıktım. Sonra arkadaşlarım hayırdır neden erken kalktın der gibi topluca yüzüme baktılar.
“Sıcaktan bunaldım, kendimi iyi hissetmiyorum eve gidip yatacağım.” dedim ve oradan ayrıldım.
Sonra Gümrük Han’ın heybetli, büyük kapısına kadar gidip gidemeyeceğimi düşünmeye başladım. Kendimi hiç bu kadar çaresiz ve zayıf hissetmemiştim. Üstümdeki ceket sıcağı üç misli arttırıyordu. Çıkaramıyorum; belimdeki tabanca görünmesin diye. Küçük erkek kardeşim içimizde en hırçın, en geçimsiz olandı. Rahmetli babam “Buna dikkat edin.” derdi hep. İnsan çocuğunu tanımaz mı? Söylediği de oldu zaten. On üç yıl önce Mardin’in Nusaybin ilçesinde, Suriye sınırına yakın köyümüzde arazi anlaşmazlığı yüzünden tarla komşumuz tarafından başı taşla ezilerek öldürülmesinden sonra taşımaya başladım; bir daha da çıkaramadım. Düşmanın nereden ne zaman geleceği belli mi olur? Daha fazla kan dökülmesin diye diğer erkek kardeşlerimle oturup konuştuk ve Urfa’ya göç etmeye karar verdik. Fakat şimdi neden bunları düşünüyorum ki?
Beş yıl sonra, katledilen kardeşimin küçük oğlu Nezir, Nusaybin’e giderek Zeynel Abidin Camii önünde yürürken bulduğu katilin büyük oğluna iki el ateş edip onu öldürmeye çalışmış ama başarılı olamamış. İblisin oğlu hafif yaralanmış ve ifadesinde polise “Ateş edeni görmedim.” demiş. Ölüm korkusu içinde bunca zaman yaşamak kolay mı? Sinirlerim çok yıprandı çok… Ama bütün bunları hatırlamasam daha iyi olacak. İki aile arasındaki husumet senelerdir devam ediyor. Bak yine aynı konuya döndüm. Yıllardır düşünmekten bıkmadın mı ha?
Çarşı çok kalabalıktı. İnsanların arasında ilerlerken soğuk soğuk terliyorum. Pantolonumun arka cebinden mendilimi çıkarıp alnımdan, şakaklarımdan, boynumdan süzülen ter damlalarını siliyorum. Belimdeki tabancanın kabzası canımı acıtıyor. Kalabalığın içinde boğulacakmışım gibi göğsüm sıkışıyor. Nefes almakta ve yürümekte zorluk çekiyorum.
Ne kadar şansızmışım ben, felaketler hiç peşimi bırakmadı ki! Oğlum Başer’in, İzmir’den gelirken Uşak’a on kilometre kala geçirdiği trafik kazasından sonra kaldırıldığı Uşak Devlet Hastanesi morgundaki morarmış yüzü hiç gözümün önünden gitmiyor. Ah keşke onun yerine o gün ben ölseydim! Ölen o gün o değildi bendim! Ya bugün yaşadıklarım? Ah Nagihan ah! Yaşamak ne güç şeymiş Allah’ım! Düşmemek için yanımda yürüyen genç adama tutunuyorum. Yandan görünen zayıf çehresi Başer’e benziyor.
“Amca iyi misiniz?” diyor kolundan tuttuğum genç. Hayal mi görüyorum; yanımda duran sanki ölen oğlum. Yüzüm ne hâlde bilmiyorum. Sadece heyecanlı genç bir sesin, “Bana tutunabilirsiniz.” dediğini duyuyorum. Bütün gençler birbirine benziyor; temiz, hayatın kirine pasına bulaşmamış… Gençlik işte, acemilik işte, diye düşünürken ona değil de sanki Başer’e bakıyorum.
“Sağ ol oğlum Allah seni sevenlerine bağışlasın!”
Kalabalığın ötesindeki dolmuş durağı nihayet göründü. Ah Nagihan, ah kızım ah! İnşallah oraya ulaşamadan ölürüm de kurtulurum bu acıdan!
Güneş ışıkları hiç bu kadar canımı yakmamıştı. Durağa ulaştığımda iyice titriyordum artık. Dolmuştan inip apartmanın önüne geldiğimde tükendiğimi anlamıştım. Alt katımızda oturan Öğretmen Rıza’nın on yaşındaki oğlu apartmanın tozlu bahçesinde yaşıtları ile oynuyordu. Onu yanıma çağırıp bizim evde kim varsa aşağı getirmesini istedim. Ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Karım Hatice ile kızım Leyla’nın telaş içinde apartmanın eski ve kirli kapısından koşarak çıktığını gördüm. Koltuk altımdan destek vererek beni yukarı çıkardılar. Yatağıma uzatmadan önce, ceketimi çıkarıp tabancamı belimden aldıklarını, sislerin gerisindeki bir görüntü gibi hatırlıyorum. Alnıma soğuk suyla ıslatılmış bir bez parçası koyup bana endişe ile baktıklarını fark ediyorum.
Bir ara öldürülen kardeşimin oğlu, Nagihan’ın sözlüsü Nezir’i gördüm; yüreğimin üstüne iri bir kaya parçası düştü sanki. Fakat ne oldu bilmiyorum kendimden geçmişim. Sonra irkilerek uyandım. Nagihan’ı sordum ama odada kimse olmadığı için sesime ses veren olmadı. Cayır cayır yanıyorum. İçim bayıldı, yine kendimden geçmişim. Rüyamda mı yoksa gerçekten mi oldu farkında değilim; Nezir’in bağırmasını duydum sanki ve gözlerimi açmaktan korktum. Bu dengesiz çocuk beni çok ürkütüyor çok! Uyur uyanık bir hâldeyim. Başım çok şidetli ağrıyordu. Bu ilk defa oluyordu, canım çok yandı. Diğer bütün düşündüklerimi unuttum, “Ölüyorum herhâlde.” dedim ve kelime-i şehadet getirdim.
Telaşla gözlerimi açtım yardım istemek için. Odanın içinde yine kimse yoktu. Güçlükle başımı doğrultup baş ucumdaki sehpanın üstünde, tepsinin içindeki bir tabak pirinç çorbasına ve yarısı dolu cam su bardağına acıyla baktım.
“Haticeeee!” diye inledim.
Koşarak geldi Hatice. Evlendiğimiz günden beri yüzünde görmeye alışık olduğum endişe hâli şimdi çok daha fazlaydı. Gözleri kızarmıştı; ağlamış olmalı!
“İyi değilim Hatice!”
Her zamanki suskunluğuyla sesini çıkarmadı. Çaresizce, sırf bir şeyler yapmak için tepsideki bardağı alıp dudaklarıma değdirdi. Yüzümü buruşturdum yaptığını beğenmeyerek. Alnımdaki bezi soğuk suyla ıslatarak tekrar getirdi.
“Nagihan nerede?” dedim.
Duymamış gibi hiç sesini çıkarmadı. Yüzündeki endişe içimi acıtıyordu.
“Morarmışsın!” dedi korkulu bir sesle.
Ben de korkuyordum ama göğsümdeki acının ve başımdaki ağrının azalmayıp artması daha da kötüydü. Sonra da hayal görmeye başladım herhâlde. Nusaybin’de Çağçağ Deresi kenarına ailece pikniğe gitmişiz. Annem haşlanmış yumurta, pul biber, sumak, yeşil soğan, maydanoz, ev ekmeği getirmiş. Etraf çok kalabalık, ben babamın yanında kıvrılmış çevreyi seyrederken ölen kardeşim dere kenarındaki küçük su kaplumbağalarını yakalayıp kabuklarını taşla kırmaya çalışıyordu. Ayağı kayıp dereye düşünce korkuyla kendime geldim. Fakat gücüm yine iyice tükendi, etraf karardı ve ıssız bir boşluğa düştüm. Hatice’nin ne yaptığını bilmiyorum. Herhâlde benim kendimden geçtiğimi görünce odadan çıkıp ağlamasına bir kenarda devam etmiş olmalı.
BİRİNCİ BÖLÜM SONU
Bahar hangi şehirde bu kadar kısadır bilmiyorum; ama ben bu duruma nasıl düştüm onu kesinlikle biliyorum. Hava çok sıcak ve bunalıyorum. Gencim, toyum, cahilim; ne derseniz deyin işte…
Duygularıma yenildim ve aklım önce isyan sonra iflas etti. Oysa iyi şeyler yaşamak istemiştim. Her şeyi yüzüme gözüme bulaştırdığım, çok kötü bir işin içinde olduğum için mutsuzum. Korkuyorum! Daha çok gencim ve on dokuzuma yeni girdim. Kimin hata yapma hakkı yok ki? Nasıl mükemmel olabiliriz? Hele benim gibi genç ve bir tutam mutluluğa hasretseniz ve hayattan çok şey istiyorsanız nasıl hata yapmazsınız? Hata yapacağım diye öğrenmekten, dahası yaşamaktan nasıl vazgeçilebilir? Kendimi mi kandırıyorum? Bunun ne yararı olabilir ki? Mutlu olabilmenin yollarını tam olarak bilmedikten sonra, mutlu olmayı istemek ne işe yarar ki? Girdiğim yolun sonu sanki çıkmaz; bunu hissediyorum ve zihnimin içindekiler artık taşıyamayacağım kadar ağır!
Ayaklarım beni kaygıyla Salih’e doğru sürüklerken sebep olduğum sorunun ızdırabı ile ağlamamak için kendimi güç tutuyorum. Kupkuru geçen hayatımın susuzluğunu gidermek için koşup ağzımı dayadığım çeşmeden içtiğim su, bir kezzap gibi içimi yakıyor artık.
Kim çevresinde alabildiğine bir mutsuzluluk yaşanırken mutlu olabilirdi ki? Ama bunu önceden nasıl bilebilirdim? İnsanların birbirine bu kadar öfke ile dolu olduğunu nasıl anlayabilirdim ki? Çocukluğumdan beri seyrettiğim filmlerde, televizyon dizilerinde, okuduğum aşk romanlarında birbirini seven gençleri özlemle izler çok etkilenirdim. Bütün bu romanları yazanların, bütün bu filmleri, dizileri çekenlerin aslında doğru değil yalan söylediklerini, insanın saf sevgiyi belki düşünebileceğini ama bunu yaşamaktan çok uzak olduğunu nasıl bilebilirdim ki? Yoksa neden yanılmış olaydım? Çevremdeki her şey o kadar yetersiz, eksik ve acıyla dolu ki huzur sözü artık hiçbir şey ifade etmiyor bana. Hayatım iyileşmez bir yaraya dönüşmüş gibi.
Yaşadığımız şeylerin etkisini hayatımızda hemen hissetmez miyiz? Kendinizi iyi hissediyorsanız iyi şeyler yaşamış olduğunuzdandır. Bana bir bakar mısınız ne kadar kötü görünüyorum. Düşündüklerim ve yaşadıklarım, üstüme dökülen çamurlar gibi ruhumu daha da kirletip kendimden ürkmeme sebep oluyorlar.
Yanımdan geçip gidenlere tedirgince bakıyorum. Yüreğim yaşadığım gerilimi kaldıramayacak kadar zayıf. Kara bir tahtayı siler gibi elime bir silgi alıp son üç ayda yaşadıklarımı silmeyi ne kadar çok isterdim.
Arkamdan gelen erkeklerin sesli konuşmalarından ürküp yürüdüğüm kaldırımın kenarına iyice çekildim. Son günlerdeki hissettiklerim, ağabeyimin trafik kazasında ölmesinden bu yana yaşadığım en kötü duygulardı. Korktuğum için daha fazla terlemiştim.
Salih konuştuğumuz yere gelmiş olmalıydı. Saatime baktım. Beş dakika geç kalmıştım ve daha bir o kadar da yolum vardı. Nasıl oldu bilmiyorum annemi düşünmeye başlayıp duygusallaştım. Sanki onu bir daha göremeyecekmişim gibi geldi, gözlerim doldu. Korkuyla dönüp arkamı kontrol ettim; beni takip eden var mı diye. Yoktu sanırım…
Yanından geçtiğim Garanti Bankasının içi her zamanki gibi yine kalabalıktı. Salih’le buluşacağımız kahvehane, öğrencilerin gittiği ve meraklı gözlerden bir şeyleri saklamak için şehrin en izbe, en ıssız köşesine gizlenmiş yerlerden birisiydi.
Belediye binasını geçerken izlendiğimden şüphelendim. Dönüp baktım, kimse yoktu ama kaygılarım yine de azalmadı. Gürültülü şehir içi dolmuşlarının çıkardığı sesler gerilmiş olan sinirlerimi kopartacak gibiydi. Önünde, kaçak sigara, ucuz kol saati, cep telefonu gibi eşyalar satan satıcıların beklediği, sidik kokulu, kirli, eski iş hanının kapısından geçip merdivenlerden aşağı bodrum kata inerek Salih’in beni beklediği Emek Kahvehanesine geldim.
İçeri girdiğimde sigara dumanından neredeyse göz gözü görmüyordu. Birbirlerine sokulmuş öğrenciler hararetle konuşuyorlardı. Salih’i, üstü siyah örtülü masada tek başına, önünde yarılanmış çay bardağı ile beni bekler bulunca biraz olsun rahatlamayı beklerken tedirginliğimin daha arttığını fark ettim. Zayıf, esmer, kemikli yüzüne son günlerde yaşadığımız gerilimin gölgesi düşmüştü. Beni görünce yerinden kalktı. Kalkarken alnına dökülen uzun siyah saçlarını elinin içiyle geriye attı. Yorgun gözlerle yüzüme baktı. Dip taraftaki çay ocağının arkasından yayılan Kürtçe türkü içerideki konuşmaların yarattığı uğultuya baskın çıkmak ister gibiydi.
Salih’e doğru yürürken etrafı saran sigara dumanı genzimi, gözlerimi yakıyordu. Masanın yanına gelince Salih elini uzattı. Avcumun içindeki eli sıcaktı ve titriyordu. Bu, cesaretimi kırdı ve üzüldüm.
“Merhaba Nagihan!” dedi solgun bir sesle.
“Merhaba!” dedim yılgın bir sesle.
“Nasılsın?” dedi yüzüme ürkek bir ifadeyle bakarken.
“İyi değilim.” dedim ve oturduk.
Müzik susunca içerideki uğultu daha artmıştı.
Dikdörtgen şeklindeki kahvehanenin girişinde, sol tarafta, duvarın bir bölümündeki tahta raflarda çeşit çeşit kitaplar sıralanmıştı. Bunların karşısındaki duvarın bir kısmınaysa Ernesto Che Guevara, arkadan vurulmuş asker, savaştan kaçan küçük çocuklar, ağlayan çocuk, Yılmaz Güney’in fotoğrafları, onların etrafına da küçük kartonlara yazılmış özlü sözler ve şiirler asılmıştı. Arka tarafta ise masalara konuşkan öğrenciler kümelenmişlerdi.
“Ne içersin?” dedi Salih solgun bakışlarla gözlerime bakarak.
Müzik tekrar başlarken ben kuşkuyla etrafı süzüp az önce girdiğim kapıdan dışarıyı seyrettim. Sonra umursamaz bir eda ile Salih’e dönüp:
“Fark etmez.” dedim.
“Çay taze.” dedi Salih önündeki bardağı göstererek.
Ben kuşkuyla kapıya bakarken o yerinden kalktı, çay ocağına gidip elinde bir bardak çayla geri döndü.
“Buraya sık sık gelir misin?” dedim.
“Evet, ocakta çalışanlarla arkadaş olduk, bazen param bitince idare ediyorlar.”
“İçerinin havası çok berbat!”
“Öyle. Ama sigara içtiğim için alışığım ben!”
Asıl konuşmamız gerekenlerden korkar gibi sırf laf olsun diye konuştuğumuzu biliyorduk. Parmağımı sıcak çay bardağına dayayıp canımın iyice yanmasını istedim; dayanamayınca çektim.
“Babamın durumu çok kötü!” dedim.
Salih’in yüzünde garip bir ifade belirdi. Şaşırmış mıydı korkmuş muydu yoksa üzülmüş müydü anlaşılamıyordu. Sonra:
“Ne oldu?” dedi sakin olmaya çalışarak.
“Hâlâ hastanede. Ben hiç yüzünü göremedim. Ölmekten beter olmuş. Sol yanına inme inmiş, tutmuyormuş… Herkes hastanede, çok korkuyorum!”
Salih’in az önce sakin görünme gayreti yerini telaşa bırakmıştı. Birden heyecanlı bir sesle:
“Babana bir şey olmasından mı yoksa bize bir şey yapmalarından mı korkuyorsun?” dedi.
“İkisinden de!”
“Ama biz bir şey yapmadık ki! Bunu onlara anlatmıyor musun?”
İçim çok kırgın bir hâlde Salih’in yüzüne endişe ile bakıyorum.
“Sözlerimin etkisi yok, onlar düşündüklerine inanıyorlar. Hem konuşacak durumumuz da kalmadı.”
“Bu baskıyı kaldıramıyorum artık çıldıracak gibiyim.” derken Salih’in sesi titriyordu. Bu, içimi sızlattı ve kendimi daha güçsüz hissetmeme neden oldu!
“Ben de!” dedim.
“Bu çok vahşice ama! Bütün bu yaşadıklarıma inanamıyorum!”
Aniden öfkeleniyorum. Ruhum çok zayıf ve hırçın.
“Yaşadıklarıma diyerek kendini neden ayrı tutuyorsun? Her ne yaşadıksa doğru veya yanlış birlikte yaşamadık mı?”
“Buranın kurallarını bilemezdim ki!”
Vücudumun iyice ısındığını fark ediyorum.
“Allah kahretsin buranın kurallarını! Ben biliyorum da ne oldu? Hem bu ülkenin insanı değil misin sen?” derken sesimdeki gerilim, bir mızrak gibi gidip Salih’in gövdesine saplanıyor.
“Özür dilerim!” dedi Salih beni sakinleştirmek istercesine.
“Arkadaşlığımızdan pişman mısın?” derken yüzüne sitemle baktım.
“Hayır!” dedi cılız bir sesle. Sesinin rengi, titreşimindeki güçsüzlük, güvenimi kırıyordu ve ona olan inancımı sarsıyordu.
“Annem hasta!” deyince irkildim. Düşündüklerini sezebiliyordum. “Gidecek misin?” dedim.
Yüzüme kendine acımamı ister gibi bakıyordu. Bu yönünü, zayıflığını ilk kez görüp tanıyordum. Bir süre kafasının içinde ne diyeceğini derin derin tasarlar gibi sustu, konuşmadı. Sonra konuşmaktan korkarcasına:
“Abim dün telefonda hemen gelmemi istedi.” dedi.
Vücudumdan dışarı sıcak bir dalganın boşaldığını hissediyordum. Anlamsız bir boşluğun içinde oturuyordum sanki. Önümdeki çayım olduğu gibi duruyordu. Salih gidecekti. Bundan artık iyice emindim. Kendimi tehlikelerle dolu ıssız bir yerde bir başına bırakılmış hissediyordum. Önümdekilerle baş edememe duygusunun ruhumda oluşturduğu çaresizlik, umutsuzluk çok kötüydü.
Salih’in suçlu suçlu oturuşu, sessizce önüne bakışı, aslında onun benim derdime çare olamayacağının suskun itirafından başka neydi ki? Ondan yapamayacağı şeyler isteyip küçük düşürmenin bir anlamı var mıydı ki? Bakabilirsem başımın çaresine ben bakmalıydım. O, aramızda biraz da çocukça bir oyun gibi geçen bu kısa arkadaşlığın, böyle tehlikeli bir sonuca doğru hızla nasıl ulaştığını kavramaya çalışıyordu. Annesinin bir şeyi olmadığını bile bile:
“Nesi var annenin?” dedim.
“Yaşlılık… Yüksek tansiyon işte… Aslında buraya gelmeme de karşıydı, terör yüzünden hep endişe ederdi.” dedi ve sanki yalan söylediğini, sözünü bu konu üzerinde daha fazla sürdürürse anlayacağımdan korkarcasına gözlerini gözlerimden kaçırdı.
“Çayını neden içmiyorsun?” dedi.
Sesimi çıkarmadım. Ilıklaşmış çaydan bir yudum aldım. Tadı çok kötüydü. Bir süre hemen yanı başımızdaki masada birbirleri ile hararetle konuşup tartışan iki gence baktım. Çok heyecanlıydılar ve her ikisi de kendisinin doğru düşündüğünden emin bir şekilde konuşuyordu.
Salih:
“Amca oğlun nerede şimdi?” deyince irkildim ve birbiriyle tartışan iki genci izlemekten vazgeçtim. Salih’in zayıf esmer yüzüne, arkadaşlığımıza, belki de aramızda yavaş yavaş oluşmaya başlayan sevgiye cesaretle sahip çıkamayan birisinin yüzüne bakar gibi acıyarak baktım. Bir süre ne diyeceğimi düşündüm. Sorunun cevabını ben de bilmiyordum çünkü. Öylesine:
“Herhâlde bizi arıyor olmalı…” dedim.
Ama bu sözümün canını yakacağını biliyordum. Ürkekçe yutkunduğunu fark edince artık onun yanında oturmak istemediğimi anladım. Bu his yeniydi; ona karşı ilk defa duyuyordum ve beni garip bir şekilde rahatlatıyordu.
“Hayat zannettiğimizden, düşündüğümüzden daha tehlikeliymiş!” dedim artık düzeltmeyi unuttuğu alnına dökülmüş düz saçlarını izlerken.
“Öyle!” dedi konuşmakta zorluk çekiyormuş gibi titrek bir sesle.
“Ne zaman gidiyorsun?”
Mahcup ve üzgün bir ifadeyle yüzüme baktı.
“Bu akşam sekiz arabası ile… Böyle olmasını istemezdim gerçekten…”
“Hayır hayır! Bir şey söylemene gerek yok, hiç olmazsa sen git kendini kurtar.”
Tekrar suçlu suçlu oturmaya devam ettikten sonra:
“Sen ne yapacaksın?” dedi.
“Beni düşünme artık… Böyle olacağını nasıl bilebilirdim ki?”
Sakallı, itici, genç biri gelip Salih’in boşalan çay bardağını aldıktan sonra, bir şey isteyip istemediğimizi sordu. İkimizden de ses çıkmayınca gitti. Salih açık mavi gömleğinin sol cebinden sigara paketini çıkararak bir tane yaktı. Birkaç aylık arkadaşlığımıza rağmen ona bir yabancıya bakar gibi bakıyordum.
“Bir daha dönmeyeceksin değil mi?” dedim.
“Bilmiyorum. Düşünmeye ihtiyacım var…” Sonra sanki yüzüme sevgiyle baktı. Yoksa bana mı öyle geldi bunu gerçekten bilmiyordum.
“Seni tanıdığıma pişman değilim ama keşke böyle olmasaydı.” dedi.
“Sana iyi bir hayat diliyorum!” dedim.
O çok üzülmüş gibi bir sesle:
“Böyle konuşma.” dedi ve sigarasından derin bir nefes çekip dumanı hızla dışarı savurdu.
“Nasıl konuşursam konuşayım önemli değil artık… Sana iyi yolculuklar diliyorum!” dedim
Yerimden kalktım ve onun son kez, alnına dökülmüş saçlarının altındaki zayıf esmer çehresine baktım. O da taştan heykeller gibi donmuş, duygusuzca yüzüme bakıyordu. Elimi uzatıp sessizce:
“Hoşça kal!” dedim.
Beni anlayıp anlamadığından emin değildim. İçimde buradan hızla kaçıp gitme isteği vardı. Ben masadan uzaklaşırken Salih’in son bir gayretle:
“Seni arayacağım!” dediğini duydum ya da bana öyle geldi. Fakat söylemişse bile artık bu sözlerin bir değeri yoktu benim için.
Bodrum kattaki Emek Kahvehanesinden yeryüzüne çıkınca ışıklı bir parlaklık çarptı yüzüme, gözlerim kamaştı. Ne yapacağıma ilişkin bir fikrim yoktu. Anlamsız bir boşlukta uçar gibiydim. Fakat tam olarak nerede olduğunu bilemediğim bir yerim kanıyor gibiydi. Etrafımdaki insanlar, yapılar, ağaçlar, taşıtlar, bulutsuz gökyüzü manasız bir dünyanın garip şekilleri gibi oynaşıp duruyorlardı acıyan ruhumun derinliklerinde.
Karanlık dehlizinden gün ışığına çıkmış küçük, ürkek bir fare gibi kalabalık kaldırımda ilerlerken bir tek çaresizlik ve belirsizlik duygusunu hiç kaybetmiyordum. Hangi yöne ne için gidiyordum farkında değildim. Sonra her şey birden bire bulanıklaşıverdi. Düşmemek için gölgesine sığındığım bir ağacın gövdesine tutundum. Zihnim silinmiş gibi kalabalık kaldırıma tuhafça baktım ve hem kendimden hem de gözüme görünen her şeyden korktum.
Yanımdan geçen birkaç kişinin dikkatle beni süzdüğünü fark ettim. Hem öfkelendim hem tedirgin oldum. Kendime gelmek için sığındığım ağacın gölgesinde beklerken dış dünyayla bağım kopmuş, anlamsız bir bütünün acınası, küçük bir parçası hâline gelmiştim.
Sonra nasıl olduysa bilmiyorum, ayaklarım beni kalabalık caddeden alıp eski bir sokağın içine sürükledi. Ne kadar yürüdüğümü, buraya nasıl geldiğimi hatırlamıyorum. Dış duvarları yüksek, eski, avlulu bir evin büyük sokak kapısının önünde duruyordum. Elimi uzatıp kapının tokmağını vurdum ve nefesimi güçlükle kontrol etmeye çalışarak bekledim. Kapıyı eski komşumuz, çocukluk arkadaşım Zeynep’in zayıf, kısa boylu, başı eşarplı annesi açtı. Beni görünce çok şaşırdı; ben şaşırmadım. Sadece boynuna sarılıp hıçkıra hıçkıra ağladım!
İKİNCİ BÖLÜM SONU
Yengem, dün telefonda “Nezir, amcan iyi değil hastaneye götürüyoruz.” dediğinde hiç şaşırmadım. O kahpenin yüzündendir, dedim içimden. Hastaneye ulaştığımda çekilen beyin tomografisinde beyin kanaması geçirdiği anlaşılmıştı ve durumu gerçekten iyi değildi. Yüzünün kanı çekilmişti, ölü gibiydi. Saatler sonra birkaç cümle konuşabildik; o da Nagihan’la ilgiliydi. Doktorlar müsaade etmiyorlar ki…
Hep amcamın pısırıklığından oldu bütün bunlar. Ona “Amca yapma etme, kız kısmının yeri evidir, kıçını kırsın otursun anasının yanında, çevre mühendisliğinde okumak da neyin nesiymiş?” dedim ama dinletemedim. Hem ne olmuş çevremize? O cadaloz yengem gizli gizli destek verdi, biliyorum. Esas maksatları Nagihan’ın çevre mühendisliğinde okuması falan filan değil kızı bana vermemek, esas amaçları bu…
Yuttum zannediyorlar. Neymiş biraz okusun, zaten hevesi kendiliğinden geçermiş. Bunlar ahmak sürüsü Allah’ıma! Alın işte başınıza belayı! Bilmiyorum zannediyorsunuz. Bana vermemek için okumaya gönderdiğiniz kızınız orospu olup çıktı. Kına yakın, geberin! İnşallah hastaneden cenazen çıkar amca tamam mı?
Yok, yediremiyorum kendime arkadaş! Erkekliğime kim toz kondurabildi bugüne kadar. Sabırlı olup kendisini dinlemeliymişim. Eee… Ne oldu? Gör işte! Aldın mı ağzının payını? Bak hasta yatağında gebermek üzeresin kimin yüzünden? Ama çek cezanı!
Önce kalp krizi ardından beyin kanaması, yaşarsan sol tarafın çalışmayacakmış; öyle diyorlar. Beni dinleseydin bunlar gelir miydi başına? Sana döv dedim, kır bacağını dedim. “Hayır, yapamam.” dedin. “Nazlıdır.” dedin. “Hem Başer’in ölümünden sonra kıyamam evlatlarıma.” dedin. Bak ama o sana nasıl kıydı, ne hâle getirdi gör işte!
Şanslıysan geberirsin. Ama gebermeyeceğini biliyorum. Biraz zaman geçince bu rezilliğe alışırsın, çekersin sineye. Ama ya ben nasıl alışırım hiç düşündün mü?
Ya sen kahpe, ne buldun da gittin elin itine? Hem de benimle sözlüyken… Yok, büyük Allah’ım bunu kaldıramıyorum artık, dayanamıyorum artık! O orospuya yaşama hakkı yok bundan böyle! Nefes alıp verme hakkını elinden aldım Nagihan!
Güneş de nasıl yakıyor öyle. Tere battım bak. Ama fazla yolum kalmadı. İnşallah evdedir kahpe! Yorulmuştum ama olsun yine de merdivenleri hızlı hızlı çıktım. Kapıyı Nagihan’ın küçüğü Leyla açtı. Beni görünce korktu. Yüzü çok kötü görünüyordu. Benim çok mu iyiydi sanki? Şeytan diyor şunun da leşini ser şuraya! Bunların hepsi bana düşman. Aman kendine gel Nezir! Çabuk parlama hele. “Nagihan yok mu kız?” derken sesimi olduğundan fazla sertleştirip kalınlaştırdığımı fark ettim. Amcamın kızı daha korkup sindi ve telaşla:
“Eve geldiğimde yoktu, okula gitmiştir!” dedi.
“Ya da dostunun yanına!” diye parladım.
Leyla ne yapacağını bilemez durumda:
“Babama iç çamaşır götürmek için geldim eve; yoktu. Görmedim onu.” derken titriyordu.
Hah şöyle titreyin karşımda, sizin anlayacağınız dili iyi bilirim. Odalara, evin her tarafına baktım tek tek Nagihan evde mi diye ama yoktu. Sinirlenmiş, yorulmuştum. Oturma odasına gidip bir sigara yaktım ki telefon çaldı, irkildim. Çok gergindim. Tekrar çalınca ahizeyi kaldırıp dinledim. Telaşlı, tanımadığım bir kadın sesi hızlı hızlı bir şeyler söylüyordu. Heyecandan önce bir şey anlamadım. Sonra Nagihan’ın küçüğü Leyla “Siz kimsiniz?” deyince paralelden dinlediğimi fark ettim. Telefondaki kadın, amcamın Urfa’ya ilk taşındıklarındaki komşuları ve Nagihan’ın çocukluk arkadaşı Zeynep’in annesi olduğunu, Nagihan’ın dün evlerine geldiğini, durmadan ağladığını, hatta bir ara bayıldığını söyledi. Vay kahpe vay! Nasıl da etrafı kandırmak için numara yapıyor görüyor musun?
Neyse, kadına kulak versem daha iyi olacak… “Bir derdi var bu çocuğun.” diyor kadın. Gece boyunca hiç uyumadığını, yorgun düştüğü için şimdi uyuduğunu ve bu fırsattan yararlanıp aradığını, kocasının şeker hastası olduğunu, yüksek tansiyonu bulunduğunu söyleyerek kibarca “Gelip götürün çocuğunuzu.” demeye getiriyordu. Telefondaki kadın “Annene selam söyle.” diyor ve unutmuş olabileceklerini düşünmese de işini sağlama alıp evinin yerini hatırlatıyor. Aman Allah’ım! Benim de tam duymak istediğim bu işte. Çabuk hareket etmem lazım! Sokak kapısını hızla açıp kendimi dışarı atıyorum.
Arka cebimdeki sustalı bıçağı çıkarıp kontrol ediyorum çalışıyor mu diye. Maşallah saat gibi. Merdivenleri ikişerli, üçerli iniyorum. Aldım canını Nagihan! Benimle oyun oynanmayacağını bilmen lazımdı. Söylemiştim sana. Şaka yaptığımı zannettin herhâlde. Böyle nazik konularda şaka yapmam ben. Babamı öldüren itin oğlunu Nusaybin’in orta yerinde nasıl kurşunladım çok iyi bilirsin. Diğerleri de hep son anda kurtuldular kurşunlarımdan ama sen sustalımdan kurtulamayacaksın. Sana kurşun sıkmaya değmez. Kurşunla vurarak seni yüceltmeyeceğim. Uyuz bir sokak köpeği gibi boğazlanmaya değersin sen! Bekle beni Nagihan birazdan yanındayım.
Ana caddeye ulaşıp onun sığındığı eve doğru hızla ilerlerken dizlerimin titrediğini fark ediyorum. Sıcaktandır deyip kendime cesaret veriyorum. Oysa anam “Gel oğlum vazgeç bu sevdadan, bak gurbet ellerdeyiz, hem sana hem ona yazık olacak!” dediyse de dinletemedi. “Olsun. İkimize de yazık olsun! İnat ettim bunu yanına koymayacağım, hem inat da bir murattır.” dedim. Üstelik benimkinin sevdadan olduğunu kim söylüyor, gururdan zavallı anam gururdan! Erkeklik gururum incindi bir defa, geri dönmem artık; dünya yıkılsa bile!
Yolda hızlı hızlı ilerlerken karşılaştığım birkaç tanıdıkla sertçe selamlaştım. Ama biri beni adam yerine koyup yüzüme bile bakmadı. Ona da göstereceğim bir gün. Hele şu işi bitireyim bir gün bütün dünya görecek Nezir’in kim olduğunu!
Kalabalık yolları geçip eski şehrin dar sokağından içeri girdiğimde göğsümdeki çarpıntının arttığını hissedince kendime kızdım. Üstelik dizlerimdeki titreme de fazlalaşmıştı. Dar yollar ıssızdı. Bu, işimi rahat görmem için iyiydi.
Yüksek avlu duvarları olan, eski evlerin kapı numaralarına bakarak ilerliyordum. Yüz otuz üç numaralı eve henüz rastlamadım ama kapı numaraları giderek artıyordu.
Ayak tıkırtılarımı dinleyerek yürüyordum. Aha işte aradığım ev! Göğsümde bir sıkışma oldu sanki. Kapının tokmağı olmasına rağmen öfkeyle yumrukladım. Beklerken arka cebimdeki sustalıyı tekrar kontrol ettim. Açılmayınca tekrar öfkeyle vurdum kapıya.
“Ee, e, e…” diyen bir kadın sesi duydum.
Bir iki dakika sonra kapının öte tarafında anahtarın kilidin içinde şakırtılı dönüşünün çıkarttığı sesi dinledim. Elli elli beş yaşlarında kısa boylu, zayıf, soluk çehreli bir kadın açtı kapıyı. Şaşkın ve ürkek bir ifade ile yüzüme bakıyordu.
“Buyur oğlum!” dedi tedirgince kendini kapının gerisinde gizlemeye çalışarak.
“Ben Nagihan’ın kardeşiyim. Babam hastanede yatıyor, buradaymış onu almaya geldim.” dedim.
“Kardeşi trafik kazasında öldü ama!” dedi.
Kadın boş bulunup bu sözleri söyledikten sonra yüzü korkudan bembeyaz oldu.
“Beni delirtme kadın Nagihan’ı almaya geldim!” dedim köpürerek.
“Az önce çıktı oğlum. Kız kardeşi aradı ne konuştular bilmiyorum. Çok telaşlıydı ama… İki gözüm önüme aksın ki doğru söylüyorum!” dedi.
Öfkeden kuduracak gibiydim. Kapıya bir tekme savurup ara sokaklara daldım. Ters yönde gitmiş olmalı yoksa karşıma çıkardı. O kadar da çabuk gelmeye çalıştım oysa… Ama fazla uzaklaşmış olamaz. Yakalarım şimdi kahpeyi. Bu defa elimden kurtulamaz.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM SONU
Ben önemli biri olmayı beceremeyen, önemsiz biriyim. Evet, tam söylediğim gibiyim. Önemli olmayı, önemli olmak isteyenlere, bunu çok ihtirasla isteyenlere bıraktım. Yataktan kalktım, bir süre tuvalette, lavaboda aynanın önünde oyalandıktan sonra giyinip dışarı çıktım.
İki yıldır özel bir ithalat şirketinde memur olarak çalışıyorum. Dolmuş durağına ulaştım ve kalabalığın içinde sessizce, beni çalıştığım iş yerine götürecek aracın gelmesini beklemeye başladım. Her zaman olduğu gibi, başkalarını bilemem ama kendimi, hayatımı düşünüp duruyordum yine.
Dıştan bakıldığı zaman dikkat çekecek bir yanım yoktu. Yani beni tanıyanların bildiği gibi sıradandım. Bu sözümü açmam gerekir mi bilmiyorum ama insanlarla karşılaştığım zaman kimsenin bana dikkatle, şaşırmış gibi baktığını hatırlamıyorum. Bilakis, günlük hayatlarında her gün onlarca kez gördükleri eşyalarına, tanıdıkları şeylere bakar gibi baktıklarını, rahat davrandıklarını kolaylıkla söyleyebilirim.
Çok konuşkan, sokulgan birisi olmadığım için, arada bir de olsa komik bir fıkra, ilginç bir hikâye anlatıp karşımdakileri güldürdüğüm veya farklı şeyler söyleyip kimseyi şaşırttığım da söylenemezdi. Yani gerçekten de sıradandım.
Durakta bekleyen hoş kokulu, uyku mahmuru genç kadınları, genç kızları, genç erkekleri ilgiyle izledim ama hiç kimse bunun farkına varıp oralı bile olmadı. Oysa ben de oradaydım.
Dolmuş gelmekte gecikmişti. İşe geç kalacaktım. Tedbir olsun diye hep beş dakika ileri ayarladığım saatime kaygıyla baktıktan sonra, tekrar dolmuşun geldiği yöne dikkat kesildim.
Beklerken yeniden içime döndüm. Aslında yalnızlığı seven biriydim. Arkadaşlıklarım yok değildi ama çok yüzeyseldi. Kimse için pek kaygılanıp üzüldüğümü hatırlamıyorum. Biraz da kuru bir adamdım herhâlde. Gerçi küçük, yoksul bir çocuk görsem üzülmüyor değildim ama hepsi o kadardı sanırım. Belki de hayatımda kendimi yeterince tanımam için önüme pek bir fırsat çıkmamıştı ve hakkımda yanılıyordum…
Beklediğim dolmuş gelince duraktaki kalabalık hareketlendi. İçeri girmek için kapının önünde itişerek biraz da birbirimizi dürterek araca güçlükle binebildik. Bu, yadırgamadığımız, sabah akşam alışık olduğumuz bir durumdu.
Neyse ki arka tarafta boş yer vardı da oturabildim. Yoksa iki büklüm canım çıkacaktı. Küçük şehirlerden İstanbul’a süren yoksul, işsiz güçsüz insan göçü bu şehri iyice yaşanmaz hâle getirdi artık.
Dolmuşun içi yeni binenlerle dayanılmayacak kadar kalabalıklaştı. İnsanlar ne yapsınlar; benim gibi bir şekilde işlerine yetişmek zorundalar… İyi ki karşıda oturmuyorum, yoksa bir de vapurla bu tarafa geçme eziyeti yaşayacaktım.
Kirli sakallı, kaba görünüşlü şoförün görüntüsü ve teypten etrafa yayılan müzik çok can sıkıcıydı. Dünya değişti; dolmuşlarda bu durum maalesef bir türlü değişmiyor. Dolmuşun içindeki kalabalık şayet azalmazsa nasıl ineceğimi aklıma getirince mutsuz oluyorum. En iyisi dışarıyı seyredip güzel şeyler düşünmek.
Havalar iyice ısındı, tatile çıkmanın planını yapmak lazım. İzin koparmak o kadar zor ki bakalım bu sene kısım şefimiz Meral Hanım’ı nasıl ikna edeceğim? Kendimi şimdi iyi hissediyorum ama siz beni akşam görmelisiniz. Yorgunluktan sürünerek dönüyorum eve.
Yalnız yaşadığımı söylemedim sanırım. Babam ilköğretim müfettişi Mesut Bey’le, ilkokul öğretmeni Nazlı Hanım’ın tek evlatlarıyım. İkisi de emekli artık. Silivri’de yazlıktalar.
Ailenin tek çocuğu olmak iyi mi ya da kötü mü hâlâ karar verebilmiş değilim. Siz ne düşünürsünüz bilmiyorum ama bu durum bazen bana çok sıkıcı geliyor. Babam için neyse de anneme göre hâlâ dünkü çocuğum. Bazı hafta sonları yanlarına gidiyorum yetiyor bana. Ama onlara kalsa her akşam dizlerinin dibinde görmek isterler o başka… Dokuzdan önce işe yetişemezsem Meral Hanım’dan çekeceğim var.
Kirli sakallı şoför, yolcu almak için sertçe fren yapınca insanlar kuzular gibi birbirinin üstüne yıkılmalarına rağmen kimseden ses çıkmadı. Herkesin benim gibi çok öfkelendiğini biliyorum. Bir iki kişi ağzıyla “cık cık” türünden sesler çıkarıp başını her iki yana salladıysa da daha ötesinde bir tepki verme cesaretini hiç kimse gösteremedi.
“Tepkisiz toplumuz” diyorlar ya bundan iyi örnek olur mu? E bir de gazeteler yazıyorlar, koca koca adamlar konuşup duruyorlar, demokrasimizin eksiği çok diye. Yahu bir dolmuş şoförüne bile davranışının yanlış olduğunu söyleyip tavır koyamayan insanların ülkesinde “demokrasinin” ne işi var Allah aşkına! Yine moralim bozuldu ve canım sıkılmaya başladı fakat en iyisi bu konudan çıkmak.
Babam dün akşam aradı, yazlığa hafta sonu mutlaka gelmemi söyledi. Yazlıktaki komşumuz Ruhi Amca’nın kayığı ile balığa çıkacakmışız. Fakat kendisi gibi emekli müfettiş olan Ruhi Amca’nın çenesi açıldı mı kapanmak bilmiyor ki! İnanın bıkıyor insan aynı teftiş hikâyelerini dinlemekten. Babamın tansiyonunu yükseltmemek için “Ben gelmiyorum.” gibi bir şey söyleyemedim. “Gelmeye çalışırım.” diyerek kapıyı tümden kapatmadım ama kararım kesin gitmeyeceğim.
Dün akşam, tepesindeki saçlarının epeyce bir kısmı döküldüğü için başını fötr şapkayla örten, profesörden çok vücut şampiyonuna benzeyen, fırsat verilse her gece televizyonda bir başka kanala çıkıp konuşmaya hevesli olan, öğretim üyesini dinledim; içim karardı! Bildiğiniz gibi konu depremdi.
En iyisi gidip Mardin’e yerleşmek; fay hatlarına en uzak yer orası sanırım. Ama terörü unutuyorum işte… Dünya çok tehlikeli bir yer değil mi? Ne zaman bu deprem konusu açılsa işte isem işe yoğunlaşamıyorum; evde isem uyuyamıyorum. Berbat bir durum yani…
Koca İstanbul oturmuş kaderine razı topluca ölümünü bekliyor. Doksan dokuz depreminin acısı, yarattığı korku unutulmadı tabii. Silivri’de annem ve babamla birlikte yazlıktaydım. Yer altından gelen ürkütücü bir gürültü ile uyandığımı, korku içinde kendimi dışarı atarken Bu kadar genç yaşta da ölünür mü? diye düşündüğümü, o sıcak gece yarısı annemin dayanamayıp babamın omzunda korkudan ağladığını, komşularımızın yüzlerindeki paniği hiç unutamıyor bugünkü gibi hatırlıyorum. Ölümün bizi nerede ne zaman yakalayacağını nasıl bilebiliriz ki?
Az önce Dolmabahçe’den inerken Boğaz muhteşem görünüyordu. Depremden korkuyorum ama siz öyle söylediğime bakmayın yaşayamam bir başka şehirde. Kabataş’tan, Karaköy yönüne trafik ağır da olsa ilerliyor.
Salı Pazarı’nda inenlerle dolmuşun içerisi biraz rahatladı. Beni sıkıştıran adam da indi; omzunda çantası ile alımlı bir genç kadın bindi. Yanımdaki boş koltuğa oturup oturmamakta tereddüt etti bir süre.
Ben dışarıya bakarken aslında göz ucuyla onu izliyordum. Biraz kararsız kaldıktan sonra gelip oturdu yanıma. Bana değmemek için çaba gösterdiğini biliyordum. Böyle yaparak kendini çok daha değerli hissediyordu sanırım.
Karaköy’e geldiğimizde onun hakkında pek fazla bir şey düşünmeme fırsat kalmadan dolmuştan inerek Tünel yönüne doğru hızla ilerledi. Ben de son durak olan Eminönü’nde indim. Boğaz’dan esen temiz havayı içime çekerek yürümeye başladım. Yaklaşık beş dakika kadar yürüdükten sonra çalıştığım iş yerine ulaşmış olacağım.
Her yer insan kaynıyor. Arada bir öten yolcu vapuru düdükleri Eminönü Meydanı’nı inletiyor. Etrafta uçuşan, yerde yem arayan güvercinlerin çıkardığı uğultular, martı çığlıkları, çığırtkan seyyar satıcıların sesleri ve motor gürültüleri arasında ilerlerken midemin kazındığını fark ediyorum.
Her sabah yaşadığım bir şey. Kahvaltı yapmadan sokağa fırladığımdan açım. Tost yaptırıp yiyecek zaman yok. En iyisi bir simit alıp yürürken yemek; yoksa geç kalacağım. Bir bardak havuç suyu içseydim iyi olacaktı ama… Çiğneyip yuttuğum birkaç parça simit midemdeki isyanı bastırdı. Sabah olmasına rağmen havadaki sıcak, yaz mevsiminin iyice geldiğini gösteriyor.
Yürürken kalabalıkta hem kendime yol açmak hem de kimseye çarpmamak için oldukça çaba gösteriyorum. Havanın ısınması insanda yer değiştirme, bir başka yere gitme duygusunu depreştiriyor.
Geçen yıl kısa olan yıllık iznimi evde uyuyarak sokaklarda aylak aylak gezerek seyircisi az sinema salonlarında pinekleyerek üç gün de yazlıkta denize girerek geçirdim. Bu sene hayırlısı, bakalım kısmet neresi olacak.
Çalıştığım firma, Uzak Doğu’dan deniz motorları ithal ediyor. İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesini bitirdikten sonra birçok genç gibi hiç çalışma umudum olmadan dört sene işsiz gezdim. Yani bilirim amaçsız, parasız, boş boş gezmenin ne demek olduğunu.
Tabii benden çok annemle babam üzülüyordu durumuma. Babam liseden sınıf arkadaşı merkez valisi Rıfat Amca’ya gidip yalvarıp yakardı ama sonuç çıkmadı. Bir sürü sarı sayfa ilanı, eş dost çabası neticesiz kaldı. Sonra bizim şirketin muhasebe müdürü Mennan Bey Silivri’de yazlığımızın olduğu siteden iki sene önce ev alınca Ruhi Amca’yla babam balıktan dönerken deniz kenarında tanışmışlar. Hoşbeşten sonra bizim ihtiyarlar tuttukları istavritlerden vermişler Mennan Bey’e. İşte bu tanışıklıktan doğdu benim işim.
Mennan Bey elli beş yaşlarındaydı ve titiz bir insandı. Ne yazık ki beş ay önce yazlığının tadilatını yaptırırken fayans ustası ile tartıştıktan sonra kalp krizinden öldü. Ardında da matematik öğretmeniliğinden emekli dul bir eş, yeni ilköğretim öğretmeni olmuş bir kız çocuğu bırakarak gitti! Nur içinde yatsın. O öldükten sonra, beni koruyan kimse kalmadı şirkette. Onun için eskisinden daha dikkatliyim artık.
İşte, çalıştığım şirkete ait yüksek bina da göründü nihayet. Kapıdaki güvenlik görevlisi de benim gibi bekâr. “Evlenilecek sağlam kız bulmak zor.” diyor. Ne desem memnun olmayacağı için “Haklısın” demek en iyisi.
“Günaydın Sırrı Bey!”
“Günaydın!”
“Nasılsın?”
“İyiyim, ya sen?”
“İdare ediyorum işte…”
“Meral Hanım geldi mi?”
“Hep erken gelir ama bugün nedense daha görünmedi!”
Ben bir şey demesem de bu cevabına sevindiğimi anlamış olmalı. Asansörü beklemeden yürüyerek üçüncü kata çıkıyorum. Bizim katta on bir kişi çalışıyor. Şefimiz Meral Hanım’ın masası henüz boş. Diğerleri ben hariç dolu ve yeni günün ilk hazırlıklarını yapmaya başlamışlar bile. Baksanıza çalan telefonlara… Heyecanlandım birden. Bugün çalışmak için içimde hiç heves yok.
Sağ yanımda oturan, Sirkeci Tren Garı’ndan emekli personel müdürünün, yaptığı doğumlar nedeniyle sağı solu iyice sarkmış, huysuz, sarışın karısı ile istemeden de olsa selamlaşıyoruz. Sevemedik, ısınamadık birbirimize bir türlü. Solumda oturan çocuk işe benden sonra, geçen sene girdi. Cana yakın mı desem, yılışık mı desem bilmiyorum… Genç yaşına rağmen önünde koca bir göbeği var ve çok terliyor. Bakın masaların arasında elinde sipariş formları ile gezinirken bana gülümsemeyi ihmal etmiyor. Masama geçip otururken başımla selamlıyorum onu.
Ben cebimden çıkardığım küçük anahtarımla masamın çekmecesini açarken Meral Hanım telaşla içeri girdi. En iyisi onunla göz göze gelmeden işe başlamak.
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM SONU
Meral Hanım’ın yüzü kızarmış, sinirli görünüyor. Çalışan klimaların etkisi ile içerisi buz gibi. Biraz belim de ağrıyor. Annem gibi kendimi çok mu dinliyorum ne?
Çalışırken kullandığım araç gereçleri masanın üstüne çıkarmadan önce, alt çekmeceden aldığım bezle masamın ve telefonun üstünü sanki çok tozlanmış gibi iyice siliyorum. Aslında çok rahatlatıcı, hatta insanın gerilmiş olan kaslarını gevşeten, eğlenceli bir iş olduğu için hoşlanıyorum bunu yapmaktan.
Bu yaz uzaklara, hem de çok uzaklara gitmeli… Göbekli masa komşum, yüzünde o kaybolmayan gülümsemeyle, bana hâlinden hoşnut bir bakış fırlattıktan sonra geçip masasına kuruldu. Böyle insanlardaki iyimserliğe gıpta ediyorum inanın. Ben de ona gülümsüyorum.
İnsanın uzaklara gitme duygusu, içinde yaşadığı hayatın sıkıcılığını, tekdüzeliğini azaltıyor. Hayallerimiz olmasaydı yaşadığımız gerçek çok çekilmez olurdu bence. Gerçeği katlanılır hâle getiren, ona hayallerimizde fazladan yüklediğimiz anlamlardı. Bazen hiç yaşamadığım, belki de hiçbir zaman yaşayamayacağım düşüncelere dalar, aklımda oluşturduğum görüntülerin içinde oynamanın büyüsüne kapılırım. Bazen beyaz kumsallı, beyaz köpüklü bir sahilde gezerken aniden gürül gürül akan bir çağlayanın yanına ışınlanır, bazen de benden başka hiç kimsenin bilemeyeceği hep kendime sakladığım mahrem hikâyelerin peşinde sürüklenirken vücudumda oluşan hazzın yarattığı etkinin tadını çıkarır eğlenceli saniyeler geçirirdim. Fakat şimdi hayal kuracak zaman değil…
Bilgisayarım artık açık ve birazdan başlayacak savaşa hazır gibi dingin duruyor; ama ben henüz hazır değilim. Koltuğumda dik oturmaya çalışıyorum, belimdeki hafif ağrı geçsin diye.
Sağ tarafımda oturan eski personel müdürünün sarışın karısı, kısa saçlarını, çalışırken yüzüne dökülmesin diye her iki kulağının arkasına sıkıştırmış. Saçlarını kulağının arkasına alma hareketini gün içinde belki yüzlerce kez yapacak. Bazen saçı yüzüne dökülmese de sanki dökülmüş gibi eliyle kulağının arkasında toplarmış gibi yapıyor. Buna nasıl sinir oluyorum bilemezsiniz. Bir kere tik olmuş kadında.
Biliyor musunuz, annemle babam siyasal bilgileri okumamı ve kaymakam, olabilirsem ileride de vali olmamı çok istediler ve bunu hayal ettiler. Bunun için üniversiteye kadar gitmediğim kurs kalmadı. Ama ben ancak iktisadı kazanarak onların hayallerine koca bir tekme vurmuş oldum.
Bütün memurlar kendilerinden makamca büyük olanlara hep kıskanarak bakmazlar mı? Bu, onlar tarafından hor görülüp küçümsenmelerinden kaynaklanıyor büyük ölçüde. Ayrıca etraftan saygı görmenin çekiciliğini de gözden uzak tutmamak lazım. Onların bu isteğine cevap vermediğim için kendimi uzun süre suçlu hissedip içime kapandığımı hiç unutmuyorum. Ama artık hem ben hem onlar kabullenip alıştık sanırım durumuma. Ne yapabilirim ki ancak bu kadarını becerebildim! Daha kötü durumda olanlar da var. Benim yine iyi kötü bir işim var. Bu az şey mi?
Meral Hanım’ın derdi ağır demek ki bugün sesi soluğu pek çıkmadı. Telefonda konuşurken bir iki kez sesini yükseltti o kadar… Öğlene doğru iyice yorulup pörsüdüm. Kuru bir simitten başka bir şey yememiştim. Midem ses çıkarmaya başladı bile.
Solumda oturan göbekli masa komşumun birlikte gidip pilav üstü döner yeme teklifini bir mazeret uydurarak hemen reddettim. Çekemem şimdi bu yorgunluğun üstüne onu. Önemli evraklarımı masamın çekmecesine kilitleyip dışarı çıktım. İçeride sanki havasız kalmışım gibi bir duygu içindeydim.
Mısır Çarşısı’nın Sirkeci yönüne bakan tarafına paralel bir sokağın içindeki iş hanının bodrum katında bulunan ve özellikle İnegöl köfte ve piyaz yemek için ara sıra gittiğim esnaf lokantasına yöneldim.
Mahmut Paşa yönüne doğru kumaş taşıyan hamalların işi oldukça zor olmalıydı. Yemeğimi yedikten sonra bir süre Tahtakale’de elektronik eşya ve Uzak Doğu’dan -çoğu Çin’den- getirilen oyuncaklara bakarak oyalandıktan sonra şirkete geri döndüm.
Meral Hanım’ın yüzünün neden asık ve gergin olduğu öğlen molasında ancak anlaşılabilmiş ve mesai başlayınca en azından bizim katta bunu duymayan kalmamıştı. Meral Hanım şirketin en eskilerinden, sert, özellikle çalışanlarla arasına mesafe koyan, onlarla samimi olmayan, patronun çok güvendiği kısım şefimizdi. Dün akşam yemeğinden sonra, Cağaloğlu’da kırtasiye malzemeleri satan büyük bir toptancının satın alma müdürlüğünü yapan kocası Nuri Bey kalp krizi geçirmiş, suskunluğu ondanmış. (Ben Meral Hanım’a pek sokulmam önemli bir işim olmazsa.) Sol tarafımda oturan masa arkadaşım Yusuf Bey duymuş çalışanlardan. Durumu şimdi iyiymiş. Vakıflar Bankasında veznedar olan kayınbiraderi başındaymış. Meral Hanım öğleden sonra izin alıp gitti. O gidince bizim bölümde bir rahatlık, bir gevşeme oldu ki sormayın.
Geçmiş olsun deme fırsatım olmadı, akşam ben de uğrayıp bir şişe kolonya götüreyim bari. Taksim İlkyardım Hastanesindeymiş, yolumun üstü sayılır.
Yaz mevsimi bastırınca günler de iyice uzamaya başladı. Eminönü’deki büfelerden birinden küçük bir şişe kolonya alıp paket yaptırdım. Belediye, sandallarda kızgın yağda balık pişirip satan balıkçıları kaldırınca ekmek arası balık işini etraftaki büfeler kapıvermiş.
Etraf mahşer gibi insan kaynıyor. Dolmuş ve otobüs duraklarındaki uzun kuyruklar içimi sıkıyor. Her akşam bu eziyet çekilmez ki… Boğazdan esintilerle gelen deniz kokusunu çekerek yeni Galata Köprüsü’nden yürüyerek geçip Karaköy’e geliyorum. Eski köprü bir inip bir kalktığı için daha eğlenceliydi. Tünel yoluyla Galatasaray’a, oradan İstiklal Caddesi’ne ve Sıraselviler’den İlkyardım Hastanesine ulaşıyorum.
Meral Hanım beni karşısında görünce bütün ciddiyetine, bütün soğukkanlılığına rağmen sanki biraz şaşırdı. Aramızda hafif bir tebessümden öte fazla bir yakınlık oluşmamasına özellikle dikkat etti. Çalışanlardan başka gelenler de olmuş, gelmeyenlerse telefon açmış. En azından bundan memnun olduğunu gizlemiyordu. Meral Hanım’ın kız kardeşi ile eşi odaya girince ben izin isteyip ayrıldım yanlarından. Hastanenin havası canımı sıkmıştı, biraz oyalanmak için İstiklal Caddesi’nde dolaşarak vitrinleri seyrettim. Yorulunca Galatasaray Lisesinin önünden geri döndüm. Çiçek Pasajı’nın karşısına gelip geçmiş insanların acılarına ve sevinçlerine tanıklık etmiş tarihî binaya bakarak düşüncelere daldım. Eskiden bu binanın olduğu yerde meşhur Naum Tiyatrosu varmış. Abdulhamit Han Hazretleri, Abdülaziz Han Hazretleri ve sarayın kudretli paşaları oyun seyretmeye gelirlermiş buraya. Trajik Beyoğlu yangınında çoğu yer gibi burası da kül olunca 1876 yılında arsasını Rum Banker Hristaki Zografos Efendi satın almış. Yeni bir tasarımla, altında yirmi dört adet dükkân ve üstünde on sekiz lüks daire olan bu binayı inşa ettirmiş. Alttaki çarşıya Hristaki Pasajı, binaya da Cite de Pera adını vermiş. Pasajda önceleri Acemyan’ın Tütüncüsü, Schumacher’in Fırını, Keserciyan’ın Terzihanesi, Pandelis’in Çiçekçisi, Japon Mağazası gibi iş yerleri varken sonraları, Ekim 1917 Bolşevik ihtilalinden kaçan beyaz Rus kadınları, baronesler, düşesler çiçek satmaya başlamışlar burada. Üst kattaki evlerin sahiplerinin başka semtlere gitmesiyle bina tamamen çiçek mezat yerine dönüşmüş. İkinci Dünya Harbi’nden sonra meyhanelerin buraya taşınmasıyla çiçekçiler bir bir ayrılmaya başlamışlar. Onlar gitseler bile Çiçek Pasajı adı günümüze kadar yaşamaya devam etmiş.
Kalabalığın arasında ilerleyerek Taksim’e doğru yürüdüm. Taksim Meydanı’nı geçip Divan Otelinin önünden Radyoevi’ne, oradan da Osmanbey’e çıkacaktım. İş yerlerinin tabelalarındaki isimlerin yabancı oluşu, kendimize güvenmeyişimizin, küçük görüşümüzün işaretiydi sanırım; bu konuyu düşünerek yürüyordum.
Divan Oteli karşımda, Taksim Parkı sağımdaydı. Kırmızı ışıkta bekleyen araçların önünden diğer insanlarla birlikte yürüyerek yolun karşısına geçtim. Bu bölgede çocukluğumdan bu yana değişmeyen az şey kaldı. Uzun süre kız lisesi olan fakat şimdilerde karma eğitim veren Fransız Lisesi solda, önünden geçtiğim Divan Oteli sağ tarafta. Radyoevi ve Hilton Otelinin güzel girişi…
Akşam serinliğinde bir hayli yol yürümüştüm. Şakaklarımdan aşağı kayan bir iki damla terdeki tuz, sabah tıraş olduğum yüzümün hassas yerlerini yakıyordu.
Divan Otelini geçince yurt içi ve yurt dışı gezi düzenleyen iş yerleri karşıma çıkmaya başladı. Karşıdan gelen iri yapılı yakışıklı bir adamla ve onun koluna âdeta yapışmış, uzun düz sarı saçlı, uzun boylu, güzel, alımlı, kadınla göz göze gelince heyecanlandım.
Son iki yüz yıldır Batılılaşmak için sarf ettiğimiz onca çaba; iş yerlerimizin isimlerinin anlayamayacağımız sözcüklerden oluşmasından, geçmişimize, kendimize, birbirimize, kültürümüze yabancılaşmamızdan başka neye yaradı acaba? İnsanımızın anlaşılmaz olmaktan bir beklentisi vardı herhâlde. Yoksa bunca anlayamadığımız yabancı sözcük neden yaşamımızı istila etsin ki? Yeterince değerli olmadığımızı düşünüyor olmalıydık ki böyle davranıyorduk… Yeterince çaba göstermeden bilim ve fikir üretmeden değerli bulduğumuz ülkelerin kullandığı dilin sözcüklerini hayatımıza lüzumsuz bir şekilde sokarak aşağılık duygusundan kurtulup çok daha değerli olabilir miydik? Böyle bir şey mümkün müydü? Bizim şirketin adı bile Mercury Deniz Motorları A.Ş. Ülke olarak ciddi bir sorunumuzun olduğu kesin.
Boğazımı sıkan kravatımı hafifçe gevşettim. Az ötemde Türk Hava Yollarının ve diğer hava yolu şirketlerinin biletlerini satan, yurt içi ve yurt dışı gezileri düzenleyen bir seyahat şirketinin önünde, servis aracı durmuş uçağa yetişecek yolcuların valizlerini bagaja yerleştiriyorlardı. Oradaki hareketlilik beni cezbedip kendine doğru çekerken insanlardaki heyecan, canlılık hemen göze çarpıyordu.
İş yerinin camına yapıştırılmış epeyce bir gezi ilanı vardı. Merak içinde oraya doğru sokulunca Paris, Venedik, Bükreş, Atina, Bodrum, Marmaris ve Kuşadası’na yapılacak seyahatlerle ilgili bir sürü bilgi gördüm. Ama benim ilgilendiğim bunların hiçbiri değildi, belki de ilginin çok fazla olmayacağı düşünüldüğü için en alta yapıştırılan bir haftalık Güneydoğu gezisiydi.
İnsanın, hayatta bazı şeylerin neden olduğunu anlayamamasının, mantıklı bir izahını yapamamasının zor olduğu anlar vardır ya sanırım bu da öyle zamanlardan birisiydi. Kaderim beni kendisine doğru çekiyordu sanki. Güneydoğu: Terör, yol kesmeler, yoksulluk, kan davası, töre cinayetleri, faili meçhul cinayetler, toprak ağalarının zulmü ile inleyen, sahte şeyhlerin kıskacındaki derdi ağır bölge… Ülkemizin nüfus artış hızı yüksek, eğitimsiz, işsiz erkeklerin kahvehanelerde vakit öldürdüğü, çileli kadınların, umutsuz genç kızların yaşadığı yaralı coğrafyası… Bütün bunları düşününce ürktüm. Ama o bölgeye yapılacak geziye katılma isteğim, içimdeki anlayamadığım bir dürtüyle saniyeler geçtikçe artıyordu. Terör tehlikesini bildiğim hâlde, garip bir şekilde beni kendine doğru çeken o ilana doğru neden yöneldiğimi bilmiyordum, belki de bilmek istemiyordum.
Seyahat acentesinin içi ışıl ışıl aydınlıktı. Büyük, kalın vitrin camına yaklaştım, ilanların arasından gözüme çarpan her şeyi izlemeye başladım. Beyaz asma tavandan, yerdeki devetüyü rengindeki granitlerin üstüne dökülen kızıl ışıklar göz alıcıydı. Masalarda oturan bakımlı genç kızları ve servis otobüsüne aceleyle gidip gelen, saçları briyantinli, uzun boylu, yakışıklı genç adamı ilgiyle izlemeye devam ettim.
Cama yakın ilk masada oturan görevli kız yirmi beş yaşlarındaydı ve insanda saygı uyandıracak kadar asil bir güzelliğe sahipti. Bir iki kez başını çevirip meraklı gözlerle beni süzdükten sonra karşısındaki iki siyah deri koltuktan birinde oturan zengin görünümlü, kırk kırk beş yaşlarındaki kadına, beyaz elinin ince uzun parmaklarını oynatarak kibarca bir şeyler anlatmaya devam etti.
Bir süre camda yansıyan görüntümün gerisinde, iş yerinin içindeki hareketliliği, servis aracına binenlerin telaşını ve onların bagajlarını yerleştirme işlemlerini bitiren şoförü ve muavini seyrettikten sonra aklımda yeni fikirlerle ayrıldım oradan.
Evime daha vardı… Site Sinemasının arkasında, altı katlı, Bahadır Apartmanı’nın üçüncü katında oturuyorum. Üç sene önce babam, Bahçelievler’den ev alınca annemle oraya taşındılar ve eski ev bana kaldı. Bizim bu taraflar hep iş yerine dönüştü artık. Giriş katımız bir şirket bürosu, onun üstü muhasebeci oldu, neyse ki benim üstümde eski komşularımız İETT’den emekli, Rüstem amcayla hanımı Şadiye teyze hâlâ oturuyorlar. Onların üstünde de hazır giyim atölyesi var, en üst kat ise uzun süredir boş duruyor.
Osmanbey’e doğru ilerlerken her akşam televizyonda sunulan hava durumu raporunda en son gösterilen Güneydoğu Anadolu haritasını zihnimde canlandırmaya çalıştım. Alt tarafta Suriye’ye sınırı olan Gaziantep, yanında Şanlıurfa, daha doğuda da Mardin vardı sanırım. Daha üstte Adıyaman ve Diyarbakır olmalı…
Uçakla Urfa’ya, kara yoluyla Harran’a, oradan Mardin Midyat, Hasankeyf ve Diyarbakır’a gidilecek sonra tekrar uçakla İstanbul’a dönülecekti; böyle yazıyordu ilanda.
Bu konuyu düşündükçe heyecanlandığımı fark ediyordum. Hâlâ böyle bir geziye çıkma isteğimin birdenbire neden ve nasıl ortaya çıktığını anlayamıyor ve yeterince tatminkâr cevaplar bulamıyordum. Sonra yoruluyor ve bu sorunun yanıtını aramaktan vazgeçiyordum.
Aslında Ege veya Akdeniz’in güzel bir kıyı kasabasına gidip istersem bir hafta veya on gün kalabilirdim. Fakat dediğim gibi içimdeki o gizli güç -veya adı her ne ise o- Güneydoğu gezisine gitmem için beni heveslendirip şevklendiriyor, âdeta bu geziye çıkmam için teşvik ediyordu.
O gece karmakarışık rüyalar görerek uyudum. Bunların hemen hepsi tanımadığım, ürkütücü, çok sıra dışı, karmakarışık yerlere yapılan gezilerden oluşuyordu. Sabah uyandığımda evimde güvende olmaktan büyük rahatlık duydum.
BEŞİNCİ BÖLÜM SONU
Eminönü’ne, şansımın yaver gitmesiyle boş yer bulabildiğim körüklü uzun otobüsle geldim. Vaktim vardı ve Mısır Çarşısı’nın Sirkeci tarafından bakan kapısının içindeki küçük dükkânda, ince, kaşarlı bir tost yiyip havuç suyu içtikten sonra çalıştığım iş hanının fotoselle çalışan geniş cam kapısından içeri girdim.
Kapıdaki güvenlik görevlisi Sırrı Bey her zamanki gibi güler yüzle karşılamaya alışmıştı gelenleri. Onunla selamlaştıktan sonra nihayet çalıştığım kata ulaşabildim.
Sol tarafta oturan masa komşum Yusuf Bey benden sonra girdi içeri herkese gülücükler dağıtarak. Çalışanlardan eksik olan kimse yoktu.
Masamda her sabah yaptığım güne hazırlık çalışmalarına başlarken tatile çıkmak konusunu Meral Hanım’a ne zaman açsam diye düşünüyordum.
Temmuz ve ağustos aylarında en eskiler, en kıdemliler izne ayrılıyorlardı. Benim gibi yenilere sadece haziran ayı kalıyordu. Gezi de haziranın yirmi ikisindeydi; on iki gün vardı.
Meral Hanım’ın sert yüz ifadesi, yanına gitme cesaretimi kırıyordu ve o an bu geziden vazgeçmemin en doğru hareket olacağını düşünüyordum. Fakat daha önce de dediğim gibi, nasıl ve neden doğduğunu anlayamadığım içimdeki o garip kuvvet bu duruma engel olmak için beni tekrar teşvik edip heveslendirerek hemen harekete geçiriyor ve kırılan istek ve cesaretimi tekrar toplamamı sağlıyordu. Onunla gidip konuşayım veya şimdi çok sinirli görünüyor, en iyisi gidip konuşmayayım kararsızlığı içinde birkaç saati geçirdim ve bu konuyu düşünmekten bir hayli yoruldum. O tarafa mümkün olduğu kadar bakmamama rağmen, Meral Hanım’ın sesini her duyduğumda onunla gidip konuşma isteği yeniden içimde canlanıyor fakat yüzündeki o can sıkıcı ifadeye bakınca hemen vazgeçiyordum.
Ama bütün bunlara rağmen o bölgeye yapılacak geziye katılma isteğim hiç azalmadan tuhaf bir şekilde artarak devam ediyordu. Bu geziye beni çağıran belki kaderimdi ve ben onun çekiminden esrarlı bir etkiyle kurtulamıyordum.
Ege ve Akdeniz kıyılarını iyi biliyordum ve bunların benim için pek bir ilginçliği kalmamıştı. En son, liseyi bitirdiğim yaz annem ve babamla mavi yolculuğa çıkmıştık. Çocukluğumdan beri Alanya ile Balıkesir arasında gezilebilecek hemen her yeri görmüş tanımıştım. Bizimkiler, denizi, gezmeyi, yeni yerler görmeyi çok sevdikleri için beni de yanlarına aldıkları gibi Akdeniz veya Ege’nin bir kıyı kasabasında alırlardı soluğu.
Emekli olduktan sonra babamda yüksek tansiyon rahatsızlığı başlayınca Silivri’deki yazlık evi alıp daha sakin ve serin olur diye annemle birlikte yaz aylarını artık orada geçirmeye başladılar.
Üniversiteyi okurken birkaç kez Fethiye’ye, Kaş’a, Didim’e gittim. Arkadaşlarım içki içip olay çıkarınca soğudum tatilden. Sonraki sene tek başıma gittim, sıkıldım. Geçtiğimiz yazı nasıl geçirdiğimi ise başta anlatmıştım.
Vakit öğlene yaklaşıyordu ve on beş dakika sonra yemek ve dinlenme saati başlayacaktı. Masadan kalktım; Meral Hanım’a doğru gidip masasının önünde dikildim. Hiç olmazsa dün akşamki ziyaretimin hatırına biraz daha cana yakın davranmasını bekliyordum fakat o, bu düşüncemi boşa çıkarırcasına her zamanki mesafeli tavrı ile yüzüme baktı. Donuk ve ciddi yüz ifadesinin gerisinde neyin gizlendiğini tahmin edebiliyordum.
“Nuri Bey nasıl, iyidir umarım?” dedim.
“İyi, ziyaretiniz için tekrar teşekkür ederim ama yorulmanıza gerek yoktu!” dedi duygusuz bir sesle. Sonra aynı donuk ifadeyle yüzüme bakmaya devam edince:
“Efendim, yıllık iznimi kullanmak istiyorum.” dedim
Kendisinden borç para istenilmesinden hoşlanmayan biri gibi, yaşlanmış, parlaklığı kaybolmuş yüzünü buruşturarak:
“İzin istemek için iyi bir zaman değil!” dedi huysuzca. Başka türlü davransaydı şaşırırdım zaten.
“İhtiyacım var efendim!” derken epeyce gerilmiştim.
“Önemli olan sizin değil, işletmemizin ihtiyaçlarıdır. Bunu burada çalışan herkes çok iyi bilir… Müdür beyle konuşur size bildiririm. Fakat bu ne zaman olur bilmem!” dedi.
O kadar soğuktu ki bu kısa konuşmanın sonunda, üzüldüm, incindim, kırıldım, öfkelendim. Bütün bunların hepsi yıldırım hızıyla birkaç saniyede oluverdi içimde. Sanki cebinden borç para çıkarıp verecekti kadın…
Öğlen arası hemen hemen başlamak üzereydi. Kızgınlıkla aşağı indim, denize doğru yürüdüm. Üstünde “Üsküdar” yazan vapur iskelesinin yanında korkuluklara yaslanıp Boğaz’ın bütün canlılığını izlerken derin derin nefesler çekip sakinleşmeyi bekledim.
Karaköy rıhtımına yanaşmış çok büyük bir yolcu gemisini ve gerisindeki Galata Kulesi’ni seyrederken; hem denizde yol alırken yolcu gemisinde olup bitenleri hem de kartal kanatları ile Hezarfen Ahmet Çelebi’nin Boğaz’ın üstünden Üsküdar’a doğru uçarken aşağıya bakıp neler düşünmüş olabileceğini ve o zamanki İstanbul’u hayal ettim.
Küçük balıkçı ve yolcu tekneleri Galata Köprüsü’nün altından Haliç’e girip çıkıyorlardı. Köprünün üstünden durmadan araçlar geçiyordu. Ya iskeleye yanaşmak ya iskeleden ayrılmak ya da önüne çıkan küçük bir tekneyi uyarmak için öten, Boğaz’da çalışan yolcu vapurlarının düdüğü dikkatimin o yöne çevrilmesini sağladı.
Üsküdar’a gitmek için iskeleden ayrılan vapurun manevra yaparken pervanesinin suda yarattığı anafor ürkütücüydü. Balıkçı motorlarını takip eden martılar aç olduklarını belli eden sesler çıkarıyorlardı.
Etraftaki küçük büfelerden yayılan pişmiş balık ve döner kokuları aç olduğumu hatırlatıyordu. Deniz havası iyi gelmişti; içimdeki kırgınlık ve öfke azalır gibi olmuştu. En yakındaki büfeden ekmek arası balık aldım ve yerken Boğaz’ı, Anadolu Yakası’ndaki kıyıları izledim.
İşe döndüğümde kendimi daha iyi hissediyordum. Meral Hanım’a bakmamaya özen göstererek çalıştım. Akşama doğru günün yorgunluğu iyice üstüme çökmüştü artık.
Eve dönenlerin yarattığı kalabalıkla Eminönü yine mahşer yeri gibiydi. Yarım saatten fazla bir süredir otobüse binebilmek için kuyrukta bekliyordum. Öğrenciler geçirdikleri günden etkilenmemiş gibi canlı ve neşeli hareket ediyorlardı. İşçi oldukları zayıf, kansız suratlarından belli olan yoksul gençlerin ve orta yaş ile üstündekilerin yüzlerindeki yorgun ve anlamsız bakışlar, bir an önce gitmek istediklerini açıkça ortaya koyuyordu.
ALTINCI BÖLÜM SONU
Tam dört gün boyunca sanki onunla konuşmamışım gibi hiç ses çıkmadı Meral Hanım’dan. Bu konuyu çok sorun edip gergin bir hâlde gidip geldim işe. Nihayet beşinci günün sonunda istediğim izne çıkabileceğimi her zamanki donuk yüz ifadesiyle söyleyince rahatlayıp gevşedim ve ona karşı içimdeki öfke azaldı.
Akşam işten çıkışta otobüsten Divan Otelinin az ilerisindeki durakta indim ve yürüyerek; gitmek istediğim Güneydoğu gezisini düzenleyen iş yerinin önüne geldim.
Biraz heyecanlanarak içeri girdim ve o gün camdan içeriyi seyrederken bir iki kez bana meraklı bakışlar fırlatan birinci masadaki güzel kızın yanına gittim. Beni ilk kez görüyormuş gibi yüzüme baktı. Nedense ondan, beni tanıyacakmış gibi davranmasını, en azından hatırlamasını bekliyordum. Bunun saçma bir düşünce olduğunu bile bile böyle düşünüyordum. Oysa o, onu gördüğüm günden beri zihnimden hiç silinmemiş ve güzel yüzünü hep muhafaza etmişti.
“Hoş geldiniz.” deyince sesinin de yüzü kadar güzel ve etkileyici olduğunu fark ettim ve içinde bulunduğum hayal kırıklığından acıyla sıyrılmaya çalıştım.
“Camda ilanını gördüğüm Güneydoğu gezisine katılmak istiyorum.” dedim.
Bana kibarca önündeki iki siyah koltuktan birine oturmamı söyledi.
“Bu geziye ilgi beklediğimizden daha fazla oldu. Kalan son üç yerden birini size vermek kısmet olacak demek ki. Bir şey içer misiniz?”
“Hayır, teşekkür ederim!”
“Nakit ödemelerde yüzde on indirim yapıyoruz.”
“Ödememi mümkünse taksitle yapmak istiyorum.”
“Temmuz ayından itibaren, kredi kartıyla altı eşit taksit yapalım size o hâlde.”
Konuşurken gözlerime çok içten bakıyor, kısa aralıklarla yüzüme bakarak kendinden çok emin bir şekilde gülümsüyordu. Gerekli işlemleri yaptıktan sonra:
“22 Haziran sabahı saat 5’te burada olmanız gerekiyor. Uçağımız 07:30’da kalkıyor. Havaalanına gidiş, bilet ve bagaj işlemleri için yeterince zamanımız olacak. İyi bir tatil geçirmenizi, işletmemizden memnun olmanızı temenni ediyorum.”
“Umarım!”
Geziye ilişkin sözleşmenin bir nüshasını, gidiş dönüş uçak biletimi, uzun beyaz bir zarfın içine koyarak nazikçe uzattı.
Çıkacağım geziyi babamdan ziyade özellikle annem duyunca itiraz ettiyse de bir sonuç alamadılar. 22 Haziran sabahına kadar gideceğim yerlere ilişkin bilgiler topladım. Hava durumunu takip ettim ve valizimi hazırladım. Sabah erkenden uyandım ve telefonla bir taksi çağırıp beni tarif ettiğim adrese götürmesini söyledim.
Sokaklar ıssız ve ürkütücü bir sessizlik içindeydi. Hava henüz aydınlanmamıştı. Son yıllarda gasp, kapkaç ve hırsızlık olaylarının yol açtığı ölüm ve yaralanmalar herkes gibi beni de huzursuz ediyordu.
Geziyi düzenleyen iş yerinin önüne geldiğimde benden çok daha erken gelenlerin olduğunu gördüm. Saatime baktım; daha beşe çeyrek vardı ve bizi havaalanına götürecek otobüs hazır hâlde bekliyordu.
İş yerinin bütün ışıkları açıktı ve gündüz gördüğüm, masalarda oturmuş, gelen müşterilerle ilgilenen alımlı kızların hiçbiri yoktu. Benim işlemlerimi yapan güzel kızın masasına hüzünlü bir sessizlik çökmüştü. Onu orada göremeyince mutsuz olduğumu fark ettim ve nedense hayatın tuhaf ve acı veren bir yanının olduğunu düşündüm.
Görevli olduğu kıyafetinden belli olan genç bir erkek kapıda gelenleri karşılıyor, bazen servis şoförü ile konuşmak için dışarı çıkıyor sonra tekrar gelip kapıda bekliyordu.
İçeride karı koca oldukları her hâllerinden belli olan, yüzleri uykulu, orta yaşlı dört kadınla dört erkek, valizlerini önlerine ve yanlarına koymuş dışarıyı seyrediyorlardı. Ben de bir köşeye gidip oturduktan sonra arkamdan on yaşlarında, henüz uykudan yeni uyanmış bir kız çocuğu ile etrafı biraz şaşırmış gibi seyreden on üç, on dört yaşlarında bir erkek çocuğu anne ve babaları ile içeri girdiler. Anne ve baba birbirlerine uygun, kısa boylu ve şişmancaydılar. Onları bırakan taksi hızla uzaklaşırken küçük kız oturdukları yerde başını annesinin koluna dayayarak uyumaya başladı.
Çocuksuz iki genç çiftle, dört erkek daha gelince içerisi biraz hareketlenir gibi oldu. Kapıda gelenleri karşılayan güler yüzlü genç görevli saatini kontrol ettikten sonra gidip servis şoförüne bir şeyler söyledi.
Muavin otobüsün bagaj kapaklarını açarken orta yaşlı, orta boylu, saçı yanlardan iyice açılmış şoför, otobüsün iç ışıklarını yakıp tekrar aşağı indi. Yolcular gitme vaktinin geldiğini düşünerek bagajları ile dışarı çıkarken ben acele etmeden yerimden onları izliyordum. Tavandan yerdeki parlak granitlere vuran ışıklar seyri hoş bir görüntü oluşturuyordu.
İki taksi daha geldi peş peşe; birinden genç iki erkek, diğerinden bir kadınla, orta yaşlı bir adam indi ve doğruca otobüsün başındaki bagaj telaşına katıldılar.
İçinde oturduğum genişçe iş yerinin, beyaz duvarlarında ülkemizin çeşitli bölgelerinden çekilmiş büyük fotoğraflar asılıydı. Deniz olmayan tek görüntü Kapadokya ve Nemrut Dağı’na aitti. Nemrut Dağı’nın zirvesindeki anıt mezarın eteğinde bir sıra hâlinde oturup Güneş Tanrısı’nın doğuşunu seyreden, Kommagene kralı ve ailesine ait heykel gövdelerinin, yıldırım ve şiddetli fırtınalarla sağa sola devrilmiş olan başları, sanki cüzzam hastalığı ile çürümüş ve delik deşik olmuş gibi ürkütücü ve itici bir manzara oluşturuyorlardı.
Bizi havaalanına götürecek otobüsün yanı yeni gelenlerle kalabalıklaşmıştı. Ben de yerimden kalktım, insanların içinde birbiriyle konuşanları bir süre dinledikten sonra valizimi sürücünün yardımcısına teslim ettim ve orta kapıdan otobüse binerek gidip en arkadaki koltuklardan birine oturdum.
Büyük çınar ağaçlarının altındaki sokak lambalarının ışıkları, araçsız geniş yollarda, insansız kaldırımlarda hüzünlü ve sessiz bir görüntü oluşturmuşlardı. Otobüsün içi her binen yolcuyla biraz daha hareketleniyordu. Şoför, koltuğuna kurulmuş, motoru çalıştırmış, harekete hazır bekliyordu.
Karşı yolda beyaz bir Mercedes otomobil belirdi ve kaldırımın kenarında farlarını söndürmeden durdu. İçinden hayli alımlı bir çift indi. İkisi de oldukça uzun boyluydu. Yanım boştu sanırım geziye benden başka tek başına katılan kimse yoktu. Vücudumu daha da dikleştirerek onları ilgi ile seyrettim. Sürücü yardımcısı koşarak kadının ve adamın elindeki valizi aldı ve geri döndü
Kadın beyaz etek ceket, ayaklarına parlak derili, topuklu bir kundura giymişti. Geziden çok bir iş görüşmesine gidecekmiş gibi görünüyordu. Yanındaki adam kot pantolonun üstüne krem rengi bir gömlek, ayağına pantolonun renginde üst yüzü bezden spor bir ayakkabı giymişti. Uzun boylu kadın, dalgalı, uzun, kızıla boyanmış saçlarını beyaz ceketinin üstünde hoplatarak yanındaki adamın koluna yapışmış, kendinden ve güzelliğinden emin bir edayla otobüse doğru ilerliyordu. Onların da binmesi ile nihayet hareket ettik.
Tarlabaşı’ndan aşağı inerken şimdi epeyce geniş olan caddenin, eski, yıkık dökük, dar, trafiğe geçit vermez, pavyonlarla, randevu evleriyle dolu hâlini dinlemiştim bir defasında babamdan. Oralara düşen yoksul, sahipsiz, eğitimsiz taşralı kızların trajik hikâyesini anlatırken yüzündeki mutsuz ifadeyi çok iyi hatırlıyordum. İyi ki yıkılmış o berbat batakhaneler, diye düşündüm.
Şimdiye kadar yolculuklarımı kara ve deniz yolu ile yapmış, birçok insan gibi uçaktan çekindiğimden uzak durmuş binmemiştim. Onun için havaalanına yaklaştıkça içimde iyice beliren heyecan korkuya dönüşüyordu. Topkapı ve Bakırköy’ü geçip Yeşilköy’e ulaştığımızda hava iyice açılmıştı.
Üstümüzden geçip piste doğru alçalan dev bir uçağın açılmış tekerleri ve gövdesinin alttan görünüşünü hayretle seyrettim. Atatürk Havalimanı İç Hatlar Terminali kapısında bizi karşılayan şirket sorumlusu, kısa bir hoş geldin konuşmasından sonra geziye ilişkin bilgiler verdi. Bilet ve bagaj işlemlerini halledip kontrol noktalarından geçtikten sonra, otobüse bindik, bizi Urfa’ya götürecek uçağın yanına gitmek için.
Havaalanı pisti, zannettiğimden daha büyüktü ve etrafta değişik hava yollarına ait bir sürü uçak vardı. Az önce kalkış yapan British Airways Havayollarına ait büyük uçağın şiddetli bir gürültüyle gökyüzüne doğru yükselişini tedirgin bir ruh hâliyle seyrettim. Teknoloji bir yanıyla hayatımızı kolaylaştırıcı olmakla birlikte bir yanıyla da ürkütücüydü.
Uçağa yolcu götüren otobüs, bizi motorları çalışan uçağın yanında bıraktı ve geri döndü. Bagajımı görevliye gösterdikten sonra uçağa binmek için metal merdivene tırmanırken dizlerim titriyordu ve bizi kapıda güler yüzle karşılayan hostes bile sakinleşmemi sağlayamadı.
Önümde az önce bahsettiğin uzun boylu, kızıl saçlı kadınla, yanındaki adam vardı. Kadın beyaz kundurasının ucuyla basamaklara özenle basarak çıkmıştı merdiveni.
Motorlardan uçağın içine yayılan uğultu, bulunduğum mekânı daha ürkütücü hâle getiriyordu. Geziye katılanlarla diğer yolcular birbirine karışmışlardı. Nemli ama insanı sıkmayan serin bir hava olmasına rağmen beni sıkıntı basmıştı. Üstteki dolaplara el bagajlarını yerleştirenler, ortadaki koridorun tıkanmasına sebep oluyorlardı. Uçağın küçük penceresinden diğer uçakları ve onların gerisindeki binaları görebiliyordum. Cana yakın hostesler herkes gibi yerimi bulmamda bana da yardımcı oldular. Cam kenarında oturacaktım.
Saat tam yedi buçukta uçağımız havalanacağı uzun piste doğru ilerlerken yüreğimdeki çarpıntı daha da artmıştı. İstanbul’u, Marmara Denizi’ni ve kıyılarını yukarıdan seyretmek inanılmaz bir duyguydu fakat uçağın her an düşebileceği ihtimali hiç zihnimden çıkmıyordu. Gözlerimi kapattım, başımı geriye yaslayıp sakinleşmeye çalıştım. Sonra yaşamın nasıl bir şey olduğunu düşünmeye başladım.
Hayat sırlarla doluydu ve hemen hemen anlaşılması imkânsız bir şeydi. Zaman zaman onu kavramak için gösterdiğim çabaların çoğu zihnimde cevabı olmayan binlerce sorunun birikmesinden başka bir işe yaramıyordu ve yeterince şeyi anlatmıyordu. Belki de daha çok bilgiye ihtiyaç vardı ve maalesef bu bilgi elimde yoktu veya -varsa- böyle bir bilgiye nasıl ulaşılacağını bilemiyordum. Düşündüklerimin, gördüklerimin ötesinde bir şeyler olmalıydı… Varlığını bildiğimiz fakat nasıl olduklarını anlayamadığımız, büyüklüklerini kavrayamadığımız çok uzaktaki galaksiler gibi…
Yaşamın, zihnimizde anlamlandırdığımız şeylerin ötesinde bir anlamı olmalıydı. Yoksa neden vardık ve iyi ile kötüden neden farklı şekilde etkileniyorduk? Bizim için iyiyi kötüden ayıran şey neydi? Uçaktaki en ufak titremeyi acımasızca hissediyordum. Vardık, yaşıyorduk ve ölmekten korkuyorduk. Her insan gibi seviniyor, üzülüyor, çiftleşme isteği duyuyorduk, bazen iyi bazen kötü oluyorduk. Mikroplu su içince bağırsak enfeksiyonu geçiriyorduk. Akşama doğru yorulup acıkıyorduk. Fakat bunların hepsi ne anlama geliyordu?
Neden özellikle, yoksul bir çocuk, hayatın hoyratlığı karşısında savunmasız kalan bir genç kız, çaresiz bir kadın, işsiz bir baba görünce üzülüyordum? Üzülmek için vicdanımı harekete geçiren aklımın gerekçesi neydi? Yeterince yanıtım yoktu ve zaman zaman bunun mutsuzluğunu yaşıyordum!
Vicdanımız, içimizi kanatan durumlar karşısında neden eziyet çekiyordu?
İyi olmak veya iyilik yapmak için önemli bir nedenimiz var mıydı? Varsa bu neydi? İyilik yapma isteğimizin en altında yatan sebep, yüce yaratıcıya biz farkında olmadan olan inancımız mıydı? Bütün bu zor kavramların ve soruların içinden çıkabilecek durumda değildim ve yüce bir değere, yüce bir yaratıcıya inanıp inanmama meselesi çözülememiş önemli bir problem olarak ve içimi acıtarak varlığını devamlı hissettirerek duruyordu zihnimin en karanlık ve en derin köşesinde.
Annemin ve babamın bir şeye inanıp inanmadıklarını hâlâ biliyor değilim; sanki sakıncalı bir şeymiş gibi hiç konuşmamışlardı bu konuyu yanımda! Veya bir şeye inandıklarını gösteren herhangi bir davranışlarına da şahit olmamıştım. Onlar birbirinin tekrarı günlerini yaşayıp sürdürürken illa bunu dayandırabilecekleri yüce bir değerin olması gerektiğini belki düşünmüşlerdi veya düşünüyorlardı ama bunu belli edecek davranışlarda hiç bulunmuyorlardı. Böyle bir konu yokmuş gibi yaşayıp hareket ediyorlardı. Sanki inançlı veya inançsız olmak, onların değil, başkalarının hayatını ilgilendiren veya aklını meşgul eden sorunlarmış gibi kayıtsız davranıyorlardı.
Benden kaymakam ya da vali olmamı istemişlerdi ama inançlı mı inançsız mı olmam gerektiği konusunda konuşmaya hiç zaman ayırmamışlardı… Veya belki de tahmin ettiğim gibi ne kendilerine ne de bana söyleyecekleri önemli bir sözleri yoktu herhâlde. Fakat bu, düşünen bir canlı için ızdırap verici bir durumdu.
Oysa iyi veya kötü olmamız, sadece bizi ve karşımızda bu durumdan olumlu ve olumsuz yönde etkilenen diğer insanları mı ilgilendiriyordu? Hepsi bu kadar mıydı? Hayatımız için büyük saydığımız uğraşlarımız, aklımıza sığdırmakta güçlük çektiğimiz evrenin sınırsızlığı karşısında ne ifade ediyordu? Hayatımızın, günlük çabalarımızın ötesinde bir anlamı var mıydı ve varsa bu tam olarak neydi? Bu sorulara verilmiş sizi ikna edecek yeterince yanıtınız yoksa benim gibi, ruhunuzda bir şeylerin eksikliğini duyar üzülürsünüz herhâlde… Evet, sanırım üzülürsünüz; çünkü ben bazı zamanlarda bu konuyu düşününce çok üzülüyorum! Sırtımı güvenle dayayabileceğim sağlam bir duvar arıyorum ama bulamıyorum; yoksa bu hâliyle hayat çok saçma ve katlanılması çok güç… Şimdilik bu hâlden kurtulamamanın acısını ve eksikliğini içimde duyarak insanları seyrediyorum. Onlardan kiminin yüzündeki ürkek ifade aslında ne kadar zavallı olduğumuzu anlatmaya yetiyordu. Kulağımda uçağın gürültüsü, zihnimde bu düşüncelerle Urfa Havaalanına bir an önce sağ salim inmeyi sabırsızlıkla bekliyordum.
YEDİNCİ BÖLÜM SONU
Kasılmaktan her tarafım ağrıyordu. Emniyet kemerimi çözmemiştim; hâlâ bağlı duruyordu. Öylece gözlerim kapalı beklemekten sıkılınca tavanı seyretmeye başladım. Hostesin yaptığı yiyecek ve içecek ikramını geri çevirdim. Pencereden dışarıya bakmamak için perdeyi çekerken gözüm beyaz bulutlara ilişince titredim.
Yanımda oturan, saçları tepesinde bir hayli seyrekleşmiş, şişman, kırk yaşlarında gösteren adam, hostesin kendisine uzattığı kutunun içindeki yiyecekleri afiyetle yedi, meyve suyunu içti, yetmemiş olacak ki bir de maden suyu isteyip hafifçe geğirdi. Benim gibi biraz etrafı seyrettikten sonra horlamaya başlayınca uyuduğunu anladım.
Şişman, etli başı sol omzuna düşmüştü, avurtları havayla dolup boşalırken öne sarkmış dudakları titreyip duruyordu. Epeyce bir süre sonra boynunu dikleştirerek uyandı. Garip garip yüzüme baktıktan sonra esneyerek kafasını kaşıdı. Altın renkli kol saatine baktı ve başını bana çevirdi.
“İlk defa mı uçağa biniyorsunuz?” dedi.
“Evet.” dedim.
“Belli oluyor, çünkü çok tedirginsiniz…”
Konuşmayı sürdürmek istemediğim için sesimi çıkarmadım. Kemerlerin bağlanması gerektiğini gösteren kırmızı ışık yanınca uçağın inişe geçeceğini anladım. Yanımdaki adam pencerenin perdesini açarak aşağıya bakmaya başladı. Rahatsız olmuştum üstüme yıkılır gibi aşağıya bakmasından. Başımı yana çevirince aşağıda ağaçsız tepeler, yeşil, sarı, kahverengi geniş düzlükler, bunların arasında ip gibi incecik yollar ve boz renkli kutu kutu yapılar yığınını gördüm. Uçak aşağıya yaklaştıkça hem görüntüler asıl şekillerine bürünüyor hem de içimdeki tedirginlik azalıyordu. Hemen hemen herkes yanındaki küçük pencereden dışarıyı seyrediyordu.
Uçak süzülerek altımızdaki tarlalara doğru yaklaştıkça bunların ortalarına saçılmış irili ufaklı yapılar, ince yollar daha belirginleşmişti. Bilinmezi merak edip keşfetmenin hazzı; bilinenin tekrarından daha heyecan verici, eğlenceli ve etkileyiciydi.
Şimdi küçük havaalanının uzun pistini, binasını ve onun gerisindeki kocaman bir yapılar yığını olan Urfa’yı tuhaf ve karmaşık duygularla ama büyük bir merakla izliyordum.
Güneş, olağanüstü bir parlaklıkla ve sevinçle, artık yere yaklaştığımızdan olsa gerek cesaretle baktığım görüntüleri ışıl ışıl aydınlatıyordu.
Geziye birlikte katıldığımız, beyaz takımlı, kızıl saçlı, uzun boylu kadınla yanındaki adam, dört sıra ötemde sol tarafta oturuyorlardı. Onların hemen sağ tarafında bizim gruptan dört kişilik aileyi görüyordum. Avuçlarımın içi terlemişti ve parmaklarım sıkmaktan ağrıyordu. Bunu fark edince ellerimi açtım ve gevşemeye çalıştım.
Bütün yolcular oturdukları yerlerde kıpır kıpırdılar. Benim hareketli tek uzvum arada bir sağa sola çevirdiğim başımdı. Uçak yere yaklaştıkça yolcularda oluşan sevinci fark edebiliyordum. Bu, herhâlde sadece varmak istedikleri yere ulaştıklarından olmasa gerekti. Aslında yüzlerindeki umutlu ışıltı, büyük olasılıkla bendeki gibi, biraz sonra uçağın tekerlerinin piste değmesiyle, tehlikeli bir yolculuğun üstlerindeki baskısının son bulup mutlu bir şekilde bitecek olmasındandı. Uçağın hızının azalmasına bağlı olarak motorlardan gelen ses de değişmişti.
Yukarı Mezopotamya’nın, sırtını ağaçsız çıplak tepelere dayamış, yığınla çözülmemiş sorunla dopdolu, dünyanın bu en eski kentinin sıcak topraklarına bir kuş gibi konmak üzereyken onun binlerce yıllık birikimden oluşan yüzlerce, çoğu mistik, esrarlı hikâyesinden birkaçını öğrenebilme fırsatını bulacağım için çok heyecanlanıyordum.
Değişik toplumların ön yargılardan kurtularak birbirini tanıması çok zordu, belki de imkânsızdı. Çünkü her birini var eden yığınla etken vardı. Biyolojik, coğrafi, dinî, siyasi farklılıkların var edip şekillendirdiği karmaşık sosyal yapıları çözümlemek, anlamak kolay bir şey değildi. İnsanlar arasında koyu bir cehalet vardı ve böbürlenme, kendinden olmayanı küçük ve hor görme isteği azalmadan artarak devam ediyordu. Dünya; herkesin huzur içinde ve rahat yaşayacağı kadar güvenli bir yer değildi ve ne yazık ki hiçbir zaman da olmadı. Biz sadece aynı güneşin ısıttığı, başka başka canlılar olduğumuzu kavrayabilir, nasıl yaşadığımızı öğrenir ve karşımızdakine zarar vermeden birbirimize yaşama hakkı tanıma becerisini gösterebilirsek, belki de tek tek küçük insanlar olarak bir büyük insanlık âlemi yaratmış olabiliriz. Fakat bunun henüz çok uzağındayız. Yeteri kadar ümitli olmamız için gayretli bir çabanın içinde olmadığımız bilinse de çok karamsar olmaktan yana değildim çünkü böyle düşünmek çok yıpratıcı ve acı verici…
Yabancısı olduğum bu yerde öğreneceğim birkaç kısa hikâye benim için hiç de azımsanacak bir şey değildi. Uçağın penceresinden gördüğüm manzara, sırlarla dolu, esrarlı, ilginç bir şehri adım adım tanıma fırsatını bulacağımı fısıldıyordu sanki kulağıma. Nefesimi kontrol etmeye çalışarak kabaran heyecanımın sarstığı vücudumu sakin olmaya çağırdım.
Bir veya iki katlı gecekondular, şehrin sıkışık merkezinin etrafını sarmış yoksul yaşlılar gibi umutsuzca oturuyorlardı. Tarlaların arasından geçen geniş su kanalları dâhil her şey şimdi çok daha belirgindi.
Arka tekerler piste temas edince hafifçe bir sarsıldık, ön tekerler yere değince de uçağa ilişkin korkudan eser kalmadı içimde. Önümdeki yolcuların inmesi epeyce sürdü sonra nihayet kendimi dışarı atabildim. Merdivenin başında ilk fark ettiğim şey, göz kamaştıran bir parlaklık ve kuru bir sıcaktı.
Uçaktan inen kalabalıkla birlikte, terminal binasının “Gelen Yolcular” kısmına doğru ilerledim. Birbirlerine gülerek el sallayan insanlar en canlılarımızdı. Benim gibi buraya ilk kez gelenlerse biraz durgun, yorgun ve meraklı bakışlarla ne olup bittiğini kavramaya çalışıyorlardı. Dar bir kapıdan içeri girince güneşin yakıcı etkisinden kurtuldum.
İnce, uzun, serin salonun içinde sarılıp öpüşenler, coşkulu görüntüler oluşturuyorlardı. Bagajımı almak için yürüyen bandın yanına ulaşmaya çalışırken yirmi beş yaşlarında, esmer, orta boylu bir gencin, elinde katıldığımız geziyi düzenleyen seyahat firmasının beyaz kartona yazılmış ismini yukarı kaldırmış beklerken bizi yanına çağıran sesini duydum.
Yürüyen banttan valizimi alıp yanına gittim. O daha önce gelenlerle konuşuyordu. Beni görünce adımı sorduktan sonra elindeki kâğıda bakıp ismimin karşısına mavi tükenmez kalemle artı işareti koydu ve:
“Hoş geldiniz!” dedi içten bir sesle.
Ben de ona tebessüm ederek karşılık verdim. Aksanı hemen dikkatimi çekmişti; “k” harfini daha kalın ve gırtlaktan çıkarıyordu. Eksiklerin tamamlanmasını beklerken geziye beraber katıldığımız çocuklu aile meraklı bir sessizlikle etrafı seyrediyordu.
Diğerlerinin de gelmesini beş altı dakika bekledikten sonra, orta boylu rehberin peşine takıldık bizi şehre götürecek otobüse binmek için. Dışarısı bir hayli sıcaktı.
Valizleri bagaja yerleştirme telaşı ve otobüse binme gayreti herkesi birbirine daha çok yaklaştırmıştı. Otobüs şehre doğru hareket ederken çoğunun dilinin bağı çözülmüştü; birbirleriyle konuşuyorlardı.
Valizim büyük değildi; kucağıma alarak arkada bir yere oturmuştum. Pencereden gördüğüm hemen her şeye büyük bir merakla bakıyordum. Rehber, elindeki mikrofonla geziyle ilgili bilgiler verdikten sonra, yazılı iki sayfalık detaylı programı tek tek herkese dağıttı.
Hayvan ahırlarıyla, tek ve iki üç katlı yoksul evlerin iç içe olduğu yoksul mahallelerle şehrin dar ve sıkışık caddelerini geçtikten sonra kalacağımız otele ulaşmıştık.
SEKİZİNCİ BÖLÜM SONU
Hava, kuru ve inanılmaz derecede sıcaktı. Yumuşak ve nemli havaya alışmış solunum sistemim, çatır çatır çatlıyordu sanki. Neyse ki otelin girişindeki büyükçe lobi serinceydi ve resepsiyondaki işimiz beklediğim kadar uzun sürmedi. Öğlen yemeği ve sonrasında akşama kadar herkes serbestti. İsteyen istediği gibi gezip dolaşabilecekti.
Yalnızlığa alışkındım fakat otel odalarındaki, insanı derinden etkileyen o garip, biraz da insana birçok şeye yabancı olduğunu hissettiren hüzün, yaralayıcı ve inciticiydi. Gün ışığı, küçük odanın içini parlatarak aydınlatıyordu.
Yaklaşık bin üç yüz kilometre öteden getirdiğim valizim yatağın yanındaydı ben ise odanın ortasında duruyordum. Sessizliği kırmak için köşedeki küçük televizyonu açtım. Üstümde ne varsa çıkarıp banyoya girdim. Suyu açıp altında durdum. Borularda bekleyen serin su, sıcak bedenime küçük küçük ısırıklar atıyordu. Sonra su ılıklaşıp sıcaklaştı.
Genellikle otel odalarına özgü, hiç sevmediğim bir çamaşır tozu ile karışık şampuan kokusu vardı odanın içinde. Bir süre yatakta uzanarak beklerken televizyondan gelen sesleri dinledim. Karşı duvardaki klima hiç durmadan çalışıyordu.
Kalktım, giyindim. Tül perdeyi aralayıp dışarı baktım. Eski şehrin, çok yüksek olmayan birbirine bitişik yorgun yapıları görünüyordu. Sonra aşağıdaki dar sokağı seyrettim. Sepetli motorlara, hareketli taksilere, manav, kasap, fırın, bakkal gibi yerlere girip çıkan, yolda yürüyen insanlara baktım bir süre.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/emin-goncuoglu/dar-sokakta-ayak-sesleri-69429577/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
Dar Sokakta Ayak Sesleri Emin Göncüoğlu
Dar Sokakta Ayak Sesleri

Emin Göncüoğlu

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: İstanbul ve Urfa… Filmlere konu olmuş iki şehir… Ve bu şehirlerden taşan hayatlar… Arayış içinde olan Nusret, İstanbul’un geniş caddelerindeyken adını koyamadığı bir hissin çekimine kapılmasıyla Urfa’nın dar sokaklarında bulur kendini; Urfa’nın dar sokaklarında ve daha önce yalnızca gazete haberlerinde şahit olduğu töre kıskacındaki bir hayatın içinde… Nagihan’ın hayatıdır bu. Daha on dokuzundadır Nagihan. Hayat, dost düşman ayrımını yapamayacağı bir yaşta, kendi kanından birini çıkarır karşısına. Ve Urfa’da bu üç kişi -Nusret, Nagihan ve düşmanı- karşı karşıya gelir. Sonuç ise yine bir gazete haberidir; daha küçük, daha önemsiz ve daha az yer kaplayan…

  • Добавить отзыв