Genç Rahmi’nin Hikâyesi

Genç Rahmi’nin Hikâyesi
Emin Göncüoğlu
Henüz gençliklerinin baharında olan Rahmi ve Sinem'in masum ve temiz hayatlarının, aynı okul sıralarında başlayan saf sevgilerinin hikâyesini anlatıyor Emin Göncüoüğlu. Rahmi, bir esnafın oğlu ve Sinem de memur anne babanın kızıdır. Yaşadıkları küçük kent, günlük yaşam mücadelesi onları yakınlaştırmaya başlar. Ancak Rahmi'nin etrafında pek de dost olmayan kimseler vardır. Rahmi'nin temiz ve aydınlık hayatını çevresindeki kirli ve düşman kişiler henüz hayatının başında soldurmaya ant içmişlerdir. "Yaşlanmayı ya da ölümü algılamada uygar veya ilkel olmak, çok fark etmiyor. Değişen dekorların önünde uçup gidiyoruz. Bütünü kavramamız imkânsız, sadece bütünün içindeki minicik parçaların yer değiştirmelerini belki anlayabiliyoruz. Yaşam da bu herhâlde. Seni sıkan şey gözümüzle gördüğümüz, elimizle tuttuğumuz şeylerin bir süre sonra yerinden kayıp gitmesinden kaynaklanıyor. Alıştığımız şeyler, hayatımızdan çıkıp gitti mi mutsuzluğa kapılabiliyoruz. Çocukken yaşadığımız bir sokağın bir süre sonra yıkılıp değişmesi gibi, gençken pırıl pırıl parlak olan güzel bir cildin zamanla kırışıp yaşlanması gibi. Yaşadığımız şehrin, evin, sevgilinin kokusu burnumuzun ucundan uçup gidince yalnızlığa kapılır, onları ne kadar çok sevdiğimizi o zaman anlarız.”

Emin Göncüoğlu
Genç Rahmi’nin Hikâyesi

Hep teşvik eden Şehnaz’a sevgiyle…
Yaşam pınarlarım Alper, Meltem ve bütün çocuklara daha iyi bir dünya özlemiyle…
Desteğini hiç esirgemeyen Yard. Doç. Dr. Muhsin Kalkışım Hoca’ya minnetle…


BİRİNCİ BÖLÜM
Sinem uyanır uyanmaz odasının kalın perdesini açtı. Penceresinin önüne kadar yükselen dut ağacının açık yeşil yaprakları, bakıldığı zaman huzur verici bir manzara yaratıyordu. Yatağının baş ucundaki sehpanın üzerinde duran küçük müzik setinin düğmesini çevirdi. Hoparlörleri titreten hareketli bir müzik yayıldı sabah mahmurluğu taşıyan sessiz evin her yanına. Sinem, müziğin sesini azıcık daha yükseltti. Hafta sonu tatili olduğu için derin uykuya dalmış annesiyle babasını uyandırmak niyetindeydi. Tül perdenin arkasından dışarıyı seyrederken uzun uzun esnedi. Pijaması belinden kaymıştı, yukarı çekti. Kendi odasına bitişik, annesiyle babasının uyuduğu yatak odasının önüne geldi. İnce uzun parmaklarıyla kapıyı hafifçe tıklattı. Bir süre bekledikten sonra bağırdı:
“Babacığım, uyanır mısınız?!” Hiç ses yoktu. Kısa kesilmiş kızıl saçlarını kulağının arkasına toplayarak başını kapıya dayadı ve içeriyi dinledi.
“Babacığım, uyanın haydi, öğle olacak!” Beyaz yağlı boyalı, ahşap kapının öteki yüzünden uykulu bir ses gelince rahatladı.
“Kızım şu müziğin sesini kısar mısın Allah aşkına!” Sinem odanın kapısını açınca, kalın perdeler sıkı sıkıya kapalı olduğu için, içerinin loşluğuyla karşılaştı. Babası yastıktan başını kaldırmış, uykulu gözlerle kendisine bakıyordu. Parlak ve gülen bir çehreyle gelip babasının sıcak, hafif sakallı yanağına küçük bir öpücük kondurdu.
“Günaydın babacığım! Dün akşam verdiğin sözü unutmadın değil mi?”
“Hayır, hayır unutmadım! Ama sen önce şu müziğin sesini kıs.” Sinem, babasının sözüne uyarak odasına döndü ve yüksek perdeden çalan müziğin sesini kıstı. Yatak odasının kapısının önüne geldi. Yan taraftaki odasının penceresinden içeri vuran günün parlak ışıkları, babasıyla annesinin yattığı odaya süzülüyor, ulaşabildiği yüzeyleri hafifçe aydınlatıyordu.
“Tamam mı?” diye sordu Sinem.
“Tamam tamam.” dedi babası, derin derin esneyerek.
“Annemi niye uyandırmıyorsun?”
“Şimdi!”
“Ama baba geç kalacağız.” diye somurttu Sinem.
“Kızım neden bu kadar telaş ediyorsun? Toplam yarım saatlik bir yola gideceğiz.”
“Biliyorum, biliyorum, sen çabuk uyandır annemi!” diye babasına yalvardı Sinem.
“Sen git, elini yüzünü yıka, biz geliriz şimdi.”
“İkinize kalkmanız için beş dakika süre veriyorum. Döndüğümde sizi yatakta görürsem bilirim yapacağımı.” Sinem tuvalete girip işini bitirdi. Dışarı çıktığında kısa kesilmiş kızıl saçlarının kenarları ıslaktı. Beyaz yüzü ve iri mavi gözleri nemli nemliydi. Yerinde duramayan zarif bir ceylan gibi zıplayarak odasına girdi. İçi içine sığmıyordu. Kalktığında unutmuştu, odasındaki pencereyi açarak, içeriyi havalandırdı. Pijamasını çıkardı. Yarım kollu beyaz keten gömleğini, altına da koyu lacivert kot pantolonunu giydi. Bütün bunları yaparken müzik setinden küçük odaya yayılan hareketli müziğin ritmine uyarak oynuyordu.
“Haydi babacığım, uyanın artık!” diye de yandaki odaya doğru seslenmeyi ihmal etmiyordu.
“Saat kaç?”
“On buçuk babacığım!”
Sinem odasının temiz havayla dolduğuna iyice kanaat getirdikten sonra, pencereyi kapatarak yandaki odaya geçti. Babası yatağın içinde oturmuş, uyanmaya çalışıyordu. İlerlemiş yaşına rağmen beyaz atletinin açıkta bıraktığı uzun kolları ve omuz başları kaslıydı.
“Neden bu kadar acele ediyorsun kızım? Bir hayli zamanımız var.” dedi baygın bir sesle.
“Çok heyecanlıyım, meraktan ölüyorum, tam iki yıldan fazladır bu şehirdeyiz, hep sözünü edip durduk, ama gidemedik. Bu defa kaçamazsın artık elimden.” diyerek, sarı tüylü ince, beyaz kollarını babasının sıcak ve diri gövdesine doladı.
“Anlaşıldı, kurtuluşumuz yok galiba. Ama sen beni bırak da anneni uyandırmaya çalış, ben beceremedim. Böyle uyumaya devam ederse akşama ancak uyanır.”
“Aslan babacığım, bir tanesin!”
“Peki kızım, anladık tamam.” diyerek Sinem’in ince kollarından kurtularak ayağa kalktı ve odadan çıktı. Sinem annesinin yanındaki boş yere uzandı. Babasının atletik yapılı diri gövdesinden yatağa geçen koku ve sıcaklık, hâlâ tazeliğini koruyordu. Annesi, siyah saçları darmadağınık, derin uykudaydı. Sinem onun biçimli yüzünün üstüne düşmüş kısa siyah saçlarını kulağının arkasına toplayarak, açılan yanağına sıcak bir öpücük kondurdu. Geniş yatağın ortasında, boylu boyunca yatan annesi askılı ipek, krem rengi, kısa geceliğinin içinde, alımlı duran, biçimli vücuduyla orta yaşlı bir kadından çok, genç bir kızı andırıyordu.
“Anneciğim, uyanır mısın?” diye şarkı söyler gibi kulağına seslenen Sinem onu öperek gıdıkladı. Annesi içine gömüldüğü uykusunun arasından mızmızlanarak Sinem’i dirseğiyle itti ve:
“Git başımdan.” dedikten sonra tekrar uyudu.
“Benim güzel annem, benim şirin annem, biricik kızını hiç kırar mı?” diyerek Sinem annesine arkadan hararetle sarıldı.
“Bir hafta sonum var, rahat uyuyamayacak mıyım ben?” diyerek sinirlendi Tülay.
“Güzel annem, babam bizi gezmeye götürecek, unuttun mu?” Tülay mırıldanarak bir şeyler söylemeye çabalıyor, fakat bütün vücudunu esir alan uykunun elinden kurtulamıyordu. Sinem öfkelenerek:
“Of, anne of! Gören de seni çeçe sineği soktu zannedecek.” Babası sakal tıraşını olmuştu. Parlayan aydınlık yüzüyle yatak odasının kapısında belirince:
“Babacığım, şuna bir şey söyler misin?” dedi.
“Anneni bilmez misin? Haydi sen bir şeyler hazırla da yiyelim, onunla ben uğraşırım. Ekmek var mı?”
“Şimdi bakarım.” diyerek sevinçle yerinden fırlayan Sinem, yatak odasından çıkarak mutfağa koştu.
“Dün akşamdan kalmış, bayat birkaç parça var.” diye koridordan seslendi.
“Kapıcı niye uğramıyor?”
“Hastaymış.”
“Metin, kulağımın dibinde neden bu kadar bağırıyorsun, Allah aşkına?” diye sinirli sinirli mırıldandı Tülay. Metin karısının uykulu yüzünü seyrederken onun beyaz kollarını sevgiyle okşuyordu.
“Haydi yavrum, çocuğu üzmeyelim, kalk bakalım!”
“Ne olursun Metin, biraz daha uyuyayım!” diyerek çıplak kolunu kocasının karnının üstüne koydu. “Haydi uyan, senin biraz dahalarının sonu gelmez.”
“Söz!”
“Olmaz!”
“Ne olursun!”
“Olmaz!”
“Baba uyandı mı?” diye Sinem mutfaktan, heyecanla sordu.
“Direniyor kızım!”
“Peşini sakın bırakma babacığım!”
“Oh oh maşallah, baba kız iş birliği yapmış üstüme çullanıyorsunuz.” diyerek yerinden doğruldu Tülay. İpekli krem rengi geceliğinin askısı omzundan aşağı kaymıştı. Uykulu gözlerle dağılan saçlarını düzeltmeye çalıştı.
“Metin nereden çıktı bu gezi işi, Allah aşkına?”
“Yavrum ne zamandan beri konuşuyoruz. Bu defa kesin söz dedim. Gitmezsek çocuğun güveni sarsılır. Hem sen de merak ettiğini söylemez miydin hep?”
“Bilmem.” dedi Tülay, umursamaz bir edayla kayan askısını omzunun üstüne çıkarırken. Yataktan isteksizce kalktı, yerdeki terliklerini buldu giydi. Pürüzsüz beyaz kollarını geriye atarak gerindi, sonra da derin derin esnedi. İpekli yumuşak gecelik belirgin hatlarını, olanca görkemiyle açığa çıkarıyordu. Uzun ince bacakları, biçimli gövdesiyle büyük bir uyum içindeydi. Kısa kesilmiş siyah saçları, güzel yüzünü ortaya çıkarıyor, ona daha çocuksu bir görünüm veriyordu. Tülay yatağın ayak ucunda duran geceliğin üstünü alıp sırtına geçirdi. Uykunun içinden hâlâ çıkamamıştı. Uzun kirpikli, iri ela gözlerini açmaya çalışarak, kocasına baktı. Metin yatağa sırtüstü uzanmış, onu seyrediyordu.
“Günaydın! Günaydın canım!”
“Sinem ne yapıyor?”
“Mutfakta sanıyorum.” dedi Metin. Tülay yarım daire şeklindeki büyük tuvalet aynasının önüne geldi ve küçük tabureye oturdu. Yüzünü geniş aynaya yaklaştırarak saçlarını elleriyle düzeltti. Çerçevesi maun kaplamalı, büyük aynanın önünde açık pembe renkli, kadife kaplı, makyaj takımı kutusu duruyordu. Onun üstünde, sağında, solunda, önünde, çeşitli renklerde; ojeler, rujlar, aseton, rimel, far, fondöten, göz kalemleri, nemlendirici kremler, tonik, deodorantlar, losyonlar, bir şişe limon kolonyası, yarım paket pamuk, değişik saç fırçaları ve taraklar vardı. Tülay, başının sağ yanında dik durup yatmayan, bir tutam saçı, fırçayla yumuşatıp düzeltmeye çalıştı. Aynadaki yüzüne dikkatle bakıyordu. Alnını aynaya daha yaklaştırarak:
“Alnımdaki çizginin altına küçük bir çizgi daha eklenmiş.” dedi. Sonra da gözlerini Metin’in aynadaki görüntüsüne çevirdi.
“Yaşlanıyoruz!” dedi, Metin huzurlu bir sesle.
“Ne kadar kötü!”
“Ama yaşamın değişmez gerçeği bu.”
“Yaşlanmaktan nefret ediyorum. Zaman ne kadar da hızlı geçiyor değil mi?”
“Evet büyük bir hızla aşağı düşer gibiyiz.”
“Neredeyse üçüncü yıla yaklaşıyoruz buraya geleli.”
“Sanki dün gibi!”
“Uzun zannettiğimiz yıllar ne kadar kısa, değil mi?”
“Boşuna dememiş şair ‘Delikanlı çağımızdaki cevher. Gözünün yaşına bakmadan gider.’ diye.”
“Metin moralimi bozma Allah aşkına!”
“Yaş otuz beş, yolun yarısı eder.
Dante gibi ortasındayız ömrün.
Delikanlı çağımızdaki cevher.
Yalvarmak yakarmak nafile bugün.
Gözünün yaşma bakmadan gider.
Biz yolun yarısını geçeli neredeyse altı yıl oldu.”
“Senin oldu.” dedi Tülay uykusundan iyice kurtulmuş bir sesle.
“Ne fark eder üç yıl veya beş yıl, önemli olan inişe geçtik mi geçmedik mi?”
“Fark eder, fark eder!” dedi Tülay titrek bir sesle.
“Babacığım aşk olsun size, ben mutfakta çırpınıyorum, bir an önce işimizi bitirip çıkalım diye, siz burada ağız ağıza vermiş şiir okuyorsunuz. Sırası mı şimdi?” dedi Sinem yatak odasına girerek. Sesi küsmüş gibi kırgın çıkmıştı. Babası yerinden kalkarak gidip ona sarıldı ve:
“Ne yapayım, annene şiir okumazsam yataktan çıkmıyor ki.” dedi, neşeli bir sesle.
“Sizi gidi iş birlikçiler sizi!” diyerek oturduğu tabureden kalkan Tülay mutfağa yöneldi. Sinem’in hazırladığı masayı kontrol ettikten sonra tuvalete girdi.
“Babacığım, ne olursun! Anneme çabuk olmasını söyle.”
“Sen de bu kadar sabırsızlanma yavrum. Gideceğimiz yer orada duruyor. Yarım saat erken veya geç gitmişiz, ne fark eder?”
“Sıkıldım ama!” diye somurttu Sinem.
“Haydi gel bakalım, kahvaltımızı yapalım biz.”
“Birisi şu müziği kıssın!” diye Tülay’ın sesi duyuldu.
“Git şunu biraz daha kıs yavrum, annen bugün azıcık tersinden kalktı.”
“Ne oldu ki?”
“Hiçbir şey yok. Sadece orta yaş hüznü biraz.”
Sinem odasına girip, müziğin sesini daha kısarken, babası dinç ve diri gövdesini mutfağa taşıyarak masanın başına oturdu. Tülay alnında beliren yeni çizginin sıkıntısından bir şey yemedi. Babayla kız kahvaltılarını yaparken, yatak odasına dönen Tülay, bir yandan giyinirken bir yandan da endişeli bir hâlde tuvalet aynasının önüne tekrar tekrar giderek alnında yeni fark ettiği ikinci çizgiye bakıyordu.
“Fotoğraf makinesine film taktırdın mı?”
“Taktırdım kızım, arabada.”
Evdeki işlerini bitirip dışarı çıktılar. Yıllarca çalışıp çift maaşlarından keserek alabildikleri beyaz renkli doksan model yerli otomobilleri apartmanın bahçe duvarının önünde duruyordu. Dışarıda insanın gözünü kamaştıran cilalı bir parlaklık vardı. Üçü de sözleşmiş gibi camlarını açtılar. Arabanın içi sıcaktan kaynıyordu.
“Metin çabuk hareket etmezsen sıcaktan ölebilirim!”
“Şimdi gidiyoruz canım!”
“Orada içecek bir şeyler var mıdır acaba?”
“Nereden bileyim kızım? Daha önce görmüşlüğüm var mı ki?”
“Yeteri kadar benzinimiz var mı?”
“Var canım var!”
Homurdanarak yerinden kalkan araba, ara sokakları dolanarak ana caddeye ulaştı. Caddenin köşesindeki küçük dönerci dükkânı yeni günün aceleci müşterileriyle dolmaya başlamıştı. Dönerci ustası gür ateşte yanan ocağın önündeki döner şişine ustalıkla yerleştirilmiş, pişen gövdeden, elindeki uzun bıçağıyla ince ince dilimler keserek diğer elinde tuttuğu kısa saplı, ağzı geniş küreğin içine dolduruyordu. Bütün bunları yaparken az önce önünden geçen arabanın arka penceresinde Sinem’in iri mavi gözlerini fark edince, ocağın önünde buram buram terleyen kısa yağlı gövdesi durduğu yerde hafifçe titredi. Hafta sonu olduğu için dar ve uzun caddenin kaldırımları daha kalabalıktı. Arabanın hareket etmesiyle içeri dolan sıcak havaya rağmen az da olsa ferahlamışlardı. Fakat yine de:
“Bu sıcak dayanılır gibi değil.” dedi Tülay.
“Haklısın canım her taraf alev alev yanıyor sanki. İnsanlar fazladan bir de bu sıcakla boğuşuyorlar.”
“Zor bir coğrafya! İşsizlik, yoksulluk, eğitimsizlik diz boyu, İstanbul’u özledim.” dedi Tülay içini çekerek.
“Şimdi boğaz ne güzel püfür püfür esiyordur. Rumeli Kavağı’nda bir bardak demli çaya ya da Sarıyer’de küçük bir kıyı lokantasında, taze lüfer ızgaraya neler verirdim, neler!”
“Anne ne olursun yine başlama!”
“Sen özlemedin mi kızım?”
“Özlemesine özledim, ama ben şu an burayı yaşıyorum ve gideceğimiz yeri merak ediyorum.”
“Tam bir yıldır ne tiyatroya ne de bir sinemaya gidebildik.”
“Az kaldı canım. Babamla telefonla görüştük. ‘Ne zaman geleceksiniz?’ diye soruyor.”
Caddenin ortasına dikilmiş sarımtırak kalker taşından yapılmış Şehitler Anıtı’nı dolanarak daha dar bir yola saptılar.
“Tayin işini de konuştun mu babanla? Teftiş kurulundaki arkadaşıyla görüşmüş mü?” diye sordu Tülay, açık duran pencereden hızla değişen görüntüleri izlerken. Metin, önündeki taşıtların azalmasıyla vites büyüterek hızlandı.
“Babacığım, bak yolun kenarında bakkal dükkânı var! Boğazım kurudu, içecek bir şeyler alalım!” Metin az önce hızlandırdığı arabayı yavaşlatıp, yolun kenarındaki, çoğunlukla şehre gelip sonra köylerine geri dönenlerin uğrayarak bir şeyler aldığı, küçük dükkânın önünde durdu. Esmer, orta boylu birisi dükkânın önüne sıra sıra dizili meyve ve sebze kasalarının yanında oturduğu iri siyah taşın üstünden kalktı. Arabanın içindeki Tülay’la, Sinem’i ilgiyle izliyordu. Metin kapıyı açıp aşağı inerken karısını yanıtladı:
“Tayin işini hep konuşuyoruz. Sen endişe etme! Olacak!”
Esmer yüzlü bakkal ilgisini, kendisine doğru gelen Metin’e yöneltti. Bozuk bir Türkçeyle:
“Buyurun efendim!” dedi.
Onların yabancı olduğunu arabanın plakasından ve yüzlerinin değişik oluşundan anlamıştı.
“Soğuk meyve suyunuz var mı?”
“Var efendim!”
Dükkânın önü camekânsızdı ve tamamen açıktı. Kenarda karanlıkça bir köşede evlerde kullanılan beyaz renkli eski bir buzdolabı göze çarpıyordu. Kısa boylu esmer yüzlü adam seri adımlarla yürüyerek, gidip buzdolabının kapısını açtı ve Metin’in daha önce hiç görmediği bir marka küçük teneke kutu meyve suyunu ona doğru uzattı.
“Başka yok mu?”
“Yok efendim! Ucuz olduğu için yalnız bunlar var.”
Metin, “Keşke şehirden bir yerden alsaydım.” diye içinden söylendi.
“Ne yapalım ver bakalım.”
“Kaç kutu?”
Altı. Siyah poşetin içindeki kutuları alan Metin, parasını vererek ayrıldı oradan. Arabaya bindi. Elindeki poşeti arkada oturan Sinem’e uzatırken:
“ ‘Niye istediğimizi almadın?’ diye kimse sormasın. Bundan başkası yoktu çünkü.” Sinem kutulardan birini çıkarınca:
“Ama baba!” diye mızmızlandıysa da, buz gibi içeceği sıcaktan kuruyan boğazından içeri boşalttı.
“Başka çareniz yok, itiraz istemem.”
Metin motora gaz verip hızlanırken, yolun her iki yanına dizilmiş birkaç tane un ve bulgur fabrikasını geçtiler. Önlerinde, yolun kenarına sıra sıra dizilmiş yoksul ve bakımsız evler görünüyordu. Yol kenarlarında tozun toprağın içinde küçük çocuklar oynuyorlardı. Çoğunun ayağı çıplak, burunları sümüklüydü. Güneş yanığı yanakları ince ince çatlamıştı. Aralarından bazıları resimlerdeki çocuklar kadar güzeldiler. Ama onlardan bir farkları vardı; gerçek yaşlarından daha küçük ve ufak görünüyorlardı. Bozuk yoldaki, küçük çukurların içine girip çıkan beyaz otomobil hızla geçti yanlarından. Küçük çocuklar, arkalarda, araba uzaklaştıkça daha da küçülerek bir süre sonra, görünmez hâle geldiler.
“Babanı sık sık aramayı ihmal etme, yoksa unuturlar bizi burada. Haydi biz neyse de, Sinem’in okulu düşündürüyor beni. Son sınıfı orada okusun bari. Hem kaliteli bir dershane takviyesi almadan iyi bir fakülteye giremez.” dedi Tülay.
“Sen merak etme hayatım, elimden gelen çabayı sarf ediyorum. Bu işin ne kadar zor olduğunu bilirsin. Genel müdürlüğe gerekli başvuruları yaptım. Bizim bankada bu işlerin ne kadar zor yürüdüğünü söylemeye gerek var mı? Sen üzme kendini, haber bekliyorum.”
“Alnımdaki son çizgi bu şehirde oluştu. Onlara yenileri eklenmeden doğduğum, büyüdüğüm balık ve deniz kokulu, yosun kokulu şehrime dönmek istiyorum. Çocukluğumun geçtiği sokakları, baharat kokulu Mısır Çarşısı’nı, Çiçek Pasajı’nı, midye tavayı, Eminönü’ndeki sandallarda yanmış yağda kızarmış balık kokusunu, martı kuşlarının seslerini, vapur düdüklerini, kalabalık serin çarşıları çok özledim.”
Güneşin tepeye iyice dikilmesiyle daha da ısınan hava arabanın açık olan penceresinden içeri dolarak Tülay’ın pürüzsüz ve beyaz tenini yakıyordu. Terden ıslanan saçlarını parmak uçlarıyla açarak geriye attı. Çantasından güneş gözlüğünü çıkardı, kamaşmaktan yorulan gözüne taktı. Rahatlamıştı.
“Sıcak olmadan bana da bir kutu verir misin? Bak, baban içiyorsa ona da ver!” diye Sinem’e seslendi.
“İsterim!”
Duvarlarında kırmızı yağlı boyayla “Bakkal, Fırın, Fennî Yem Satılır” gibi bazılarının bir harfi eksik yazılmış, birkaç yoksul görünüşlü dükkânı hızla geçtiler. Önlerinde yolun sağında etrafı iyi düzenlenmiş büyük bir benzinlik görünüyordu. Uzaklarda sıra sıra tepeler vardı. Üstleri ağaçsız ve çıplak. Bir yangından çıkmış gibiydiler. Eteklerine kurulmuş yüzlerce, belki de binlerce, tek katlı briketten ev, köyden kente göçün önemli bir belirtisi gibi üstüne kül elenmiş, renksiz ve cansız duruyorlardı. Tepelerin eteklerinde ucu bucağı olmayan dev bir köy kurulmuştu sanki. Yola yakın evlerin önünde kadınlar yürüyordu yöresel kıyafetleri içinde. Hepsinin elbiseleri renkli, parlak ve göz alıcıydı. Yerde sürünen eteklerine tutunmuş küçücük çocuklarla, sırtlarındaki bebeklerle yürüyor, yürüyor, yürüyorlardı. Sanki nereden gelip nereye gittikleri belli değilmiş gibi. Ağır gittiği için yolu tıkayan bir traktörü klaksonla uyararak hızla geçtiler. Yolun solundaki tek katlı yapıların bitmesiyle yemyeşil uçsuz bucaksız bir düzlük çıkıverdi ortaya. Ufku, başları dumanlı sıra sıra tepelerde yok olan yeşil bir denizin içinde yerçekiminden kurtulmuş gibi uçarak gidiyorlardı. Gördükleri manzara karşısında heyecanlanmışlardı.
“Harika!” dedi Metin, Tülay’a.
“Etrafı sıra sıra tepelerle çevrili yemyeşil, büyülü bir gölü andırıyor. Muhteşem!”
“Göl değil anne. Bu, içinde gemiler yüzmeyen yeşil bir deniz. Aman Allah’ım! Ne kadar güzel!”
“Şehrin dar duvarlarının arasından çıkınca ne güzel bir manzarayla karşılaştık. Büyüleyici, üç yıla yakındır buradayız. İlk defa bu kadar heyecanlanıyorum. Yeşil rengin bu kadar fazlasını, bu kadar büyüleyicisini ilk defa görüyorum. Masmavi engin denizleri seyrederken duyduğum şeyleri duyuyorum. Ufukların bu kadar uzak olduğunu bir denizlerde bir de burada görüyorum.” dedi Tülay.
Yol boyunca yeşil tarlaların içine gömülü telefon direkleri, beyaz otomobil arada bir soluklanıp öne atıldıkça, bir bir arkaya doğru sanki uçarak kayıyorlardı. Ötelerde tepesi aşağıya doğru, yağmur sularıyla yarılmış yığma bir tepe ve önünde dalgalanan yeşilliğin ortasında küçük bir leke gibi duran beş on tane ev seçiliyordu.
“İyi ki zorlamışım sizi, yoksa gelmezdiniz.”
“Aferin benim güzel kızıma.” diyen Metin arabaya gaz verip daha hızlandırdı.
“Ne güzel doğa! Bozulmamış, ilk şekliyle duruyor karşımızda.” dedi Tülay iri ela gözleri önlerindeki yemyeşil ovanın derinliklerindeyken.
“Yanılıyorsun canım. İnsanoğlu her yerde olduğu gibi yapacağını burada da yapmış. Bak şu ufku kapatan sıra sıra tepeleri görüyor musun? Başları çıplak ve bomboş. Oysa bir zamanlar zengin ormanlarla kaplıymış. Evliya Çelebi Seyahatname’sinde Van’dan yola çıkan bir sincabın, başı göğe eren meşe ormanlarında daldan dala sıçrayarak ayağı yere değmeden Akdeniz’e kadar ulaşabildiğini söyler. Şimdi öyle mi? Yeşil bir tepe görünce neredeyse şaşıracağız. Babamızın malı gibi yiyip bitiriyoruz dünyamızı.”
Eskisi topraktan, yenisi betondan evlerini asfalt yolun her iki yanına sermiş ağaçsız bir köye yaklaştılar. Çoğu tek katlı, bazıları betondan yapılmış iki katlı evlerin önlerinde, damlarında sıcak yaz geceleri yatmak için demirden renk renk tahtlar göze çarpıyordu. Kurumuş tezekler üst üste yığılı, yaş olup da kurumayı bekleyenler evlerin önlerindeki boşluklara yayılmıştı. Kadınlar başlarındaki kovalarda su taşıyorlardı evlerine. Hepsi zayıf, belleri ince ve dimdik yürüyorlardı. Beyaz otomobilin burnu, yüzü çopur çopur olan dar ve siyah asfalt yolda titreyerek ilerliyordu. Yol boyunca uzun kanaletler beliriverdi köyü geçince. Uçsuz bucaksız ovanın, binlerce yıllık susuzluğunu dindirsin diye yapılmış. Yolun sol tarafında genişleyerek yayılan yemyeşil ovanın derinlerindeki sıra sıra tepeler önlerinde bir yay gibi kıvrılarak, ufku daraltıyor, yolun sağ tarafına geçerek ona paralel yüksek bir duvar gibi yaklaşıyordu. Upuzun, ince ve siyah yolun uzak noktalarında parlak ve titrek görüntülü seraplar beliriyordu. Kenarı yeşil otlarla boyalı çopur yüzlü yolun uzak noktalarındaki parlak ve titrek görüntülü seraplar beyaz otomobil ilerleyip öne atıldıkça sanki ondan korkup kaçarmış gibi yerde kayarak daha ötelere uçuyordu. Bu kovalamaca gitmek istedikleri yere on kilometre kaldığını gösteren sarı tabelanın bulunduğu kavşaktan ovanın geniş ve yeşil karnına doğru saplanan ara yola girinceye kadar devam etti. Beyaz otomobil ileri atılmak için çırpınıp durdukça siyah tekerleriyle çiğnediği yolu önden yutuyor, sonra arkasından dışarı fırlatıyordu.
“Doğduğumuz yerden tam bin üç yüz kilometre uzaktayız ve başka bir evrene ışınlanmış gibiyiz. Burada insanlar mavi gökyüzünün altında bir başlarına kalmış gibiler.” dedi Tülay. Gözleri, önündeki yoldaydı. Güneş gözlüğü kulağının arkasını acıtıyordu. Çıkardı, siyah deri çantasına koydu.
“Her şeyi bir çırpıda geride bırakıverdik.” diye Metin mırıldandı.
“Ölüm gibi!”
“O temelli bir göç.”
“Bir deniz kıyısında ölmeyi isterim.”
“Allah korusun! O nasıl söz anne?” diye Sinem arkadan telaşla seslendi. Tülay Sinem’i duymazlıktan geldi.
“Yaban ellerde yaşamak gibi ölmek de zor. Zamanın yüzümüze kazıdığı çizgileri düşündükçe daha çok karamsarlaşıyorum. Birçok şeyi bir daha yaşayamayacak oluşumuz ne kötü.”
“Karamsar olmak ya da olmamak, o kaçınılmaz sonun bize doğru yaklaşmasını hiçbir zaman engelleyemez. Bak önümüzde görünen şu köy gibi yerde beş altı bin yıl önce önemli bir medeniyet kuruluymuş. O zaman yine insanlar, güneşin doğuşunu sevinçle, batışını biraz hüzünle karşılarlarmış. Kışın üşür, yazın yanarlarmış. Onların da ölüm karşısındaki çaresizlikleri bizlerden veya şu anda burada yaşayanlardan farklı değilmiş. Yaşlanmayı ya da ölümü algılamada uygar veya ilkel olmak, çok fark etmiyor. Değişen dekorların önünde uçup gidiyoruz. Bütünü kavramamız imkânsız, sadece bütünün içindeki minicik parçaların yer değiştirmelerini belki anlayabiliyoruz. Yaşam da bu herhâlde. Seni sıkan şey gözümüzle gördüğümüz, elimizle tuttuğumuz şeylerin bir süre sonra yerinden kayıp gitmesinden kaynaklanıyor. Alıştığımız şeyler, hayatımızdan çıkıp gitti mi mutsuzluğa kapılabiliyoruz. Çocukken yaşadığımız bir sokağın bir süre sonra yıkılıp değişmesi gibi, gençken pırıl pırıl parlak olan güzel bir cildin zamanla kırışıp yaşlanması gibi. Yaşadığımız şehrin, evin, sevgilinin kokusu burnumuzun ucundan uçup gidince yalnızlığa kapılır, onları ne kadar çok sevdiğimizi o zaman anlarız.”
“Doğduğum şehrin kokusunu özledim ben!”
“Annemin canı tatile çıkmak istiyor baba.” dedi Sinem, çok uzaklardaki bir köyü izlerken.
“Annenin canı buradan tamamen kaçmak istiyor yavrum.” Tülay elinin tersiyle terli alnını siliyordu.
“Daha çok var mı babacığım?”
“Geldik sayılır.”
“İnanamıyorum burada bir medeniyetin yaşayabileceğine. Tamamen harabeye dönmüş.”
Yol kenarındaki kadınlar, erkekler, çocuklar yaşadıkları yere, yeni bir arabanın gelişini ilgiyle izlediler. Önlerindeki yol az sonra ikiye ayrıldı. Son tabelanın gösterdiği yöne saptılar. Küçük çocuklar topluca beyaz otomobilin arkasından koşuyorlardı. Sinem dönüp arka camdan onlara el salladı. Eski şehri çevreleyen surlardan çok azı ayakta duruyordu. Belki de binlerce sene önce kullanıldığı gibi bugün de kullanılan eski şehrin girişi olduğunu zannettikleri dar bir yoldan içeri girdiler. Arabanın arkasındaki toz bulutunun içinde koşan çocuklar onları bırakmaya niyetli değildi. İncecik yolun sağında ve solunda, damlarında dörderli veya altılı sivri kubbeler olan topraktan evler duruyordu. Önlerindeki yol hafif bir yokuşla meydan gibi bir boşluğa açılıyordu. Boşluğun ötelerinde gelirken yol boyunca gördükleri köy evlerinin birer benzeri dikiliydi. Tülay tepeleri kubbeli topraktan evlere bakarak:
“Ne kadar ilginç, değil mi?”
“Çok ilginç! Binlerce yıldır bu topraklarda yaşayan insanlar kışın soğuğundan, yazın kavurucu sıcaklarından bu yöntemle korunabilmişler.” dedi Metin. Meydan gibi boşluğun ortasına doğru ilerleyince birkaç metre aşağıda muhteşem bir kale manzarasıyla burun buruna geldiler. Binlerce yıllık kocaman bir tarihi, yer yer yıkılmış, yaşlı, yorgun sırtında bugüne taşıyan ve gizemli bir çehreyle hâlâ dimdik, hâlâ mağrur duran, eski zamanların bu görkemli yapısı, kendisini hiç bilmediği uzak diyarlardan görmeye gelen sınırlı sayıdaki misafirlerine biraz ürküntü, biraz heyecan, çokçası hüzün veriyordu. Öğlen güneşi gökyüzünün mavi boşluğunda dağı, taşı çatlatacak kadar sıcak parlıyordu. Kavurucu sıcağın etkisiyle:
“Çok yoruldum!” dedi Tülay.
“Bu sıcakta normaldir canım.”
Büyük bir merakla çevreyi izleyerek arabadan indiler. Sinem az önce cesaretle arkalarından koşan çocukların, araba durunca ürkek bakışlarla fazla yaklaşmadan ve birbirleriyle hiç konuşmadan kendilerine baktıklarını gördü. Hepsinin yüzü güneş yanığı ve dişleri inci gibi bembeyazdı. Aralarından bazılarının saçları sarı ve gözleri yeşildi. İçlerinden birisi, bir erkek çocuk, güneş yanığı yüzünden hiç eksik etmediği tebessümle yanlarına yaklaştı. Dişleri gibi gözlerinin akı da bembeyazdı. Küçük çocuğun sarı saçlarını okşadı Sinem. En fazla beş, bilemediniz altı yaşında gösteriyordu.
“Adın ne senin?”
Küçük çocuk, koyu siyah gözlerini Sinem’e dikmiş, utangaç bir tavırla gülüyordu sadece. Arada bir, arkasında kızlı oğlanlı topluca duran arkadaşlarına bakıyor, sonra tekrar, ışıl ışıl parlayan zeytin siyahı gözlerini Sinem’in sıcaktan al al olmuş yanaklarına çeviriyordu.
“Adın yok mu senin?” dedi Sinem yumuşakça. Sarı saçlı küçük çocuktan yine tık çıkmadı.
“Türkçe bilmiyor musun?”
“Biliyorum!” dedi ürkekçe küçük çocuk.
“O hâlde adını söyle bana.”
“Muhammet.”
“Ne güzel! Kaç yaşındasın?”
“On.”
Sinem şaşırmıştı. Çocuğun yaşının daha küçük olduğunu sanıyordu.
“Okula gidiyor musun?”
“Evet.”
“Bize kaleyi gezdirir misin?”
Çocuk tekrar az önceki sessizliğine gömüldü.
“Babacığım, Muhammet’e bir kutu meyve suyu verebilir miyim?”
“Verebilirsin.”
Metin elindeki fotoğraf makinesiyle etrafın fotoğrafını çekiyordu. Sinem gidip arabadaki poşetten bir kutu meyve suyu getirerek Muhammet’e uzattı. Önce tereddüt etti küçük çocuk meyve suyunu almakta, fakat Sinem çok ısrar edince utangaç bir edayla aldı kendisine uzatılan kutuyu.
“Baba bizi de çeksene!” diyen Sinem, gidip Muhammet’in boynuna sarıldı ve fotoğraflarının çekilmesinin ardından da:
“Benim de adım Sinem. Çok uzaklardan geldik buralara. Hiç deniz gördün mü Muhammet?”
“Hayır!”
“Haydi Sinem, lafı uzatma kızım. Şu kaleyi gezelim, içerisi serindir inşallah.”
Tülay’ın sesi sinirli çıkıyordu. Onları beklemeden bulunduğu yerden aşağı kayarak indi ve kaleye doğru yürüdü. Birkaç adım sonra dönüp de Metin ile Sinem’in hâlâ gelmediğini görünce bağırdı:
“Allah aşkına gelir misiniz artık!”
Metin Tülay’ın iyice sinirlendiğini anlamıştı Sinem’e bakarak:
“Gidelim kızım, önümüzde görülecek çok yer var.”
“Hoşça kal Muhammet.” dedi Sinem küçük çocuğa. Sonra da annesine doğru koşmaya başladı. Muhammet donmuş gibi durduğu yerde dikilerek Sinem’e hiçbir şey demedi. Alev gibi yanan havanın içinden geçerek kaleye girdiler. Serin, küf kokulu bir loşlukla karşılaştılar. Birbirleriyle hiç konuşmuyor, etrafı meraklı gözlerle izlerken arada bir bakışıyorlardı. Kulaklarının hiç de alışık olmadığı bir sessizliğin ve ıssızlığın ortasına düşmüş gibiydiler.
“Baba!” deyince Sinem’in sesi yankı yaptı kalenin kalın iç duvarlarında.
“Tülay!”
“Metin!”
“Sinem!”
“Anne sizleri çok seviyorum!”
“Biz de seni!”
Birbirine karışarak dolanan sesler, çabucak ulaştı, yer yer yıkılmış kalenin dış surlarına. Büyükçe bir kapıdan geçerek çıktılar. Yerden dokuz veya on metre kadar yüksekteydiler. Yemyeşil uçsuz bucaksız ovanın derinlikleri ve onun ufkunu kapatan, sıra sıra çıplak tepeler daha iyi görünüyordu. Güneş yakıcı parlak ışıklarıyla, bedenlerini kavurup tekrar yakmaya başlarken oradan ayrılıp üniversitenin, büyük caminin ve şehir kalıntılarının bulunduğu yere ilerlediler. Muhammet onları, bıkıp usanmadan tek başına arkalarından ilgi ile takip ediyordu.
“Senin hatırın olmasa gelmezdim.” dedi Tülay bitkince bir sesle Sinem’e. “Hele bu cehennemî sıcakta.”
“Ama anne, sen de ne kadar mızıkçılık yapıyorsun. Belki bir ömür boyu bir daha göremeyeceğimiz yerleri görüyoruz, fena mı?” Önlerinde hafifçe yükselen bir tepeye tırmanıyorlardı. Karşıdan, etrafa toz bulutları kaldırarak gökyüzünü bulandıran kalabalık bir koyun sürüsü geliyordu. Yaşlı çoban en arkada silikçe görünüyordu. Arabayı durdurup sürünün geçmesini beklediler. Tozdan boğulmamak için camları kapatmışlardı. Koyunlar başları yere yakın, burunlarından fırt fırt sesler çıkararak geçtiler. Yürüdükleri toprak yolun yumuşak yüzünde binlerce küçük ayak izi bırakmışlardı.
“Bu kadar çok koyunu ilk defa görüyorum!”
“Yaymaya gidiyorlar herhâlde.”
Az önce tırmandıkları küçük tepenin öteki yüzüne inince etrafa binlerce taşın saçıldığı eski şehrin kalıntılarıyla karşılaştılar.
“Ne kadar korkunç görünüyor, gökten bomba yağdırmışlar sanki buraya.”
“Bin yüz seksen beş yılında burayı ziyarete gelen İspanyalı Muhammed b. El-Cubeyr şöyle anlatıyor: ‘Şehir, ziyaretçileri hayrette bırakacak kadar tertipli ve güzeldir. Caddeleri büyüktür. Çarşılarının üstleri örtülü ve muntazamdır. İki hastane ve iki üniversitesi vardır.’ Moğolların saldırısına uğrayan kentte taş taş üstünde kalmamış. Herhâlde tarihte yapanlarla yıkanlar layık oldukları yerleri almışlardır.” dedi Metin. Arabadan indiler. Metin ile Tülay el ele yıkılmış iri taşların arasından yürüyerek restore edilmiş büyük kemerli bir kapıdan geçtiler. Az ötede üniversiteye ait gözlem kulesiyle, kuzeye bakan ikinci bir kemerli yüksek girişten başka ayakta duran hiçbir şey göze çarpmıyordu. Geçtikleri kapıya bakarak:
“Ne kadar kocaman!” diye heyecanla konuştu Tülay. Biraz ilerleyince az ötede, sanki yere gömülü, güzel bir şadırvanla karşılaştılar. Tepesi yıkılmasına rağmen heybetli yüksekliğini hâlâ koruyan gözlem kulesinin üstüne kuşlar karargâh kurmuşlardı. Metin’le Tülay birbirlerine sarılarak, gözlem kulesinin yıkık tepesinde dolanıp duran kuşları izlediler.
“Seni seviyorum!” dedi Tülay fısıltıyla Metin’in kulağına.
“Ben de seni!”
“Babacığım duruşunuzu hiç bozmayın, bu anı belgelemeliyim.”
Sinem, annesiyle babasının fotoğrafını çekerken, Muhammet onları az önce indikleri yüksekçe tepeden dikkatle izliyordu. Sinem durduğu yerden el salladı ona, fakat karşılık alamadı. Yıkılmış binlerce taşın arasında Muhammet’in fotoğrafını çekti. Muhammet o noktada, masmavi gökyüzünün altında, tek başına, ürkütücü bir yalnızlığın terk edilmiş anıtı gibi duruyordu. Çevredeki köylerin görünen en kolay yerleri, bir kalem gibi gökyüzüne uzanan minareleriydi. Etrafa saçılmış iri dikdörtgen taşların görünen yüzleri sünger gibi delik delikti.
“Buraları bir daha göremeyecek oluşumuz, seni hüzünlendiriyor mu?” dedi Metin Tülay’ın iri ela gözlerine bakarak.
“Beni bir süre sonra, hiçbir şeyi bir daha göremeyecek olmam bilemeyeceğin kadar üzüyor. Düşünebiliyor musun, elli yıl sonra kesin olarak hem sen, hem de ben olmayacağız bu dünyada. Bu tür yerlerde insan bunu daha çok duyuyor içinde. Sinem yaşlanmış bir anneanne veya babaanne olarak bizim olmadığımız bir dünyada bir başına kalacak. Bu sence çok dramatik bir durum değil mi? Yeryüzünde sonunun ne olacağını bilen tek canlı olan insanın sesi onun için bu kadar yanık çıkıyor söylenen şarkılarda, şiirlerde, türkülerde. Bu tür yerleri aslında bunun için pek sevmiyorum. Yok oluşun veya bitişin son durakları gibi hep dururlar karşımda. Yan yana devrilmiş yüzü delikli soğuk taşlar bu hâle gelmeden önce burada da dünyanın her yerinde olduğu gibi insanlar birbirini sevdiler, birbirleri ile savaştılar. Güneşin batıdaki yüksek olmayan tepelerin ardına kayıp saklandığı akşam vakitlerinde genç kızlar elleri ve göz bebekleri titreyerek yüzleri güneş yanığı esmer delikanlılara sevgi sözleri söylediler. Sonra alınlarındaki kırışıklıklar çocuklarla birlikte büyüyüp bir bir artınca, o zaman anladılar üstüne bastıkları toprağın onları derinlerine alıp yutmaya hazır olduğunu. Bu sence çok hüzün verici bir durum değil mi?”
Sinem onlardan uzaklaşmıştı. İri taşların arasında gezerken Metin Tülay’ı sessizce dinlemişti. Sonra:
“Önümüzdeki günler yanan bir mum gibi aşağı doğru eriyerek akıyor. Bu erimenin hız kazandığını insan bu yaşlarda daha çok hissediyor. Sabahleyin şiirini okuduğum şair de bu kaygılarla yazmamış mı şiirini? Çok haklısın.” diye konuştu.
“Canımı sıkıyor bu konu, değiştirelim.”
Tülay uysal ama kederli bir sesle konuşmuştu.
“Akşam için ne yemek yapalım?”
“Bilmem. Gidince düşünürüz.” dedi Metin. Sonra:
“Sence her şeyden bir hüzün çıkarmıyor muyuz?”
“Biz bir şey çıkarmıyoruz. Hayatın dokusunda bu var. Onlar gelip takılıyor aklımıza.”
“Boş ver.” diyerek daha fazla konuşmak istemedi Metin.
“Haydi, Sinem’i çağır da gidelim. Çok susadım.”
Küçük bir serçe gibi, yıkılmış iri taşların arasında sekerek gezen Sinem’i dolaştığı yerlerden çekip koparmak kolay olmadı. Babasının yoğun üstelemelerinden sonra arabaya binebildiler. Geldikleri yoldan tozu toprağı birbirine katarak dönmeye başladılar. Sinem iri mavi gözlerini arka camdan dışarı çevirmiş, toz bulutunun içinde küçük bir hayalet gibi koşan Muhammet’e bakıyordu. Ona el salladı. Muhammet, bu defa Sinem’i karşılıksız bırakmadı. Üstü güneşten yanmış ellerinin beyaz içini kuvvetle Sinem’e salladı. Birkaç dakikada kurulan sıcak bir dostluğun kısa öyküsünün sonuna geldiklerini küçücük yüreklerinde iyice hissediyorlardı. O küçücük yüreklerine sığmayan büyük hüzünle birbirlerine baktılar. Muhammet buraya gelen yabancıların bir daha gelmeyeceğini iyi biliyordu. Kızıl kısa saçlı, mavi gözlü kızı bu son görüşüydü. O gittikten sonra belki rüyalarında bir süre birlikte olacaklardı. Daha önce yaşadığı gibi yeni ve onu etkileyen bir başka ziyaretçinin gelmesiyle yenilerle baş edemeyecek olan o eski görüntüler bir bir kenara çekilecek, ama hiçbir zaman kaybolmadan hayallerini zenginleştirecek ve süsleyecekti. Beyaz otomobil toprak yoldan çopur yüzlü asfalt yola çıkınca, küçük Muhammet tozlu yolda artık koşmayı bırakmıştı.

İKİNCİ BÖLÜM
Yavaşça kaybolan karanlığın ardından insana huzur veren sabah serinliği de kaybolmuştu. İlkbahar mevsiminin bir kelebeğin ömrü kadar kısa olduğu bu şehirde Rahmi, ilk yaz ayının boğucu sıcağıyla karşılaşmanın verdiği memnuniyetsizlikle lavaboda yüzünü yıkıyordu. Babası, annesi ile o uyurken sabah namazını kılmak için erkenden evden çıkarak mahalledeki küçük camiye yönelmişti. Şehrin irili ufaklı yollarında, küçüklü büyüklü evlerinde, ağaçlarında, o saatte çoğunlukla uyuyan insanların yüzlerinde ve bütün bunların hepsini sarıp sarmalayan alaca karanlığın içinde sükûnet, sessizlik dahası ulu bir gizem vardı. Halil amca boş sokaklarda camiye doğru yürürken bu gizemli sessizlikten hoşnuttu. Oldukça yaşlı biriyle karşılaşıp selamlaşmıştı. Küçük mahalle camisinde, onun gibi yaşlı, birkaç kişiyle namazını kıldıktan sonra işlediği günahlardan ötürü Tanrı’ya kendisini affetmesi için bol bol yalvarıp yakarmış, sonra küçük manav dükkânının ihtiyaçlarını almak için sebze haline yönelmişti. Rahmi, babasının evde olmadığını bildiğinden rahat davranıyor, tuvalette yüzünü yıkarken sevdiği bir türküyü yüksek sesle söylüyordu:
Al eyvana, yatak serdim yumuşak emmioğlu,
Koynuma girdi bir uşak öpmesi yok, sevmesi yok, konuşak.
Ana beni bir çocuğa verdiler
Verdiler de günahıma girdiler.
Rahmi, musluktan akan ılık suyu yüzüne çarptıkça ferahlıyordu. Musluğun üstündeki etrafı bronz çerçeveli eski ve küçük aynada, yüzünü seyretti. Görüntüsünden memnun bir tavırla, dalgalı siyah ve gür saçlarını ıslak parmaklarıyla düzeltip yana yatırdı. Sinem’i düşünüyordu. Kızıl kısa saçlarını, iri mavi gözlerini, ince beyaz boynunu, gülüşünü, yürüyüşünü, eteklerini dizlerinin arkasında toplayarak sıraya yumuşakça oturuşunu, tahtaya bir şey yazmak için veya sözlüye kalktığında mahcup tavırlarla konuşmasını aklından bir bir geçirince heyecanlandı. Uzun süredir aynı sınıfı paylaşmalarına rağmen, birbirlerini neredeyse yeni yeni tanıyıp izliyorlardı. Geçen cuma sabahı okula giderken caddenin köşesindeki küçük dönerci dükkânının önünde karşılaşmışlardı. Rahmi, Sinem’e karşı duyduğu ilgiyi, onu karşısında görünce hızlı hızlı çarpan yüreğinden biliyordu. Karşılıklı bir tereddütten sonra, ürkekçe merhabalaşmışlar, sonra biraz ötelerindeki okula birlikte yürüyerek gitmişlerdi. Aşırı heyecandan, pek de anlamlı olmayan, birbiriyle ilgisiz şeyler konuşmuşlardı. Bu bile özellikle Rahmi için çok şeydi. Rahmi düşüncelerinden sıyrılarak tuvaletten çıktı. Annesinin hazırladığı kahvaltıyı ucundan kulağından, birazcık yiyerek, odasına gitti. Kısa kollu beyaz gömleğini giydi. İp gibi ince koyu lacivert düz kravatını bağladı. “Bu sıcakta da ceket giyilir mi?” diyerek beyaz gömleğinin uçlarını kemerinin içine soktu ve ceketini giydi. Bugün görecekleri derslerin kitaplarını ve defterlerini geceden hazırlamıştı. Tekrar kontrol etti. Son iki ders edebiyattı. O dersin kitap ve defterlerini diğerlerinin arasına koymayı unutmuştu. Odasına dönüp aldı. Elindeki bir deste kitap ve defteri kahvaltı ettiği masanın kenarına bırakarak boynunda gevşekçe duran kravatını sıkılaştırdı. Mutfağın içinde kirli bir aydınlık vardı. Annesi masanın üstündekileri toplamış, muslukta çay bardaklarını yıkıyordu. Onun yaşlı ve kırışmış yüzüne yandan bakarak sordu.
“Anne, kravatım düzgün duruyor mu?”
Yaşlı kadın dönüp ona göz ucuyla baktı:
“Düzgün duruyor oğlum. Her zaman söylüyorum, biraz erken kalk diye. Hep ucu ucuna yetiştiriyorsun.”
Rahmi sanki yorgunmuş gibi bir sesle:
“Anne ne olursun dur! Her gün aynı şeyleri bıkıp usanmadan nasıl söyleyebiliyorsun?”
“Yanlış mı söylüyorum oğlum?”
“Yanlış söylüyorsun demiyorum.”
“E, ne diyorsun öyleyse?” diye sinirli gibi konuştu annesi.
“Doğru söylüyorsun da, bıkıp usanmadan aynı şeyleri nasıl söylediğini hep merak ediyorum.”
“Gevezelik etmeyi bırak da işini çabuk bitir. Bak okula geç kalacaksın yine.” dedikten sonra Rahmi’ye yaptığı uyarıyı kendisi dinlemeyerek konuşmaya devam etti:
“Her sabah bir sürü şey hazırlıyorum, ama boşuna; yiyen kim? Yüzüne bak, bir deri bir kemik kalmışsın! Bunun farkında mısın?”
“Ben hâlimden memnunum.”
“Senin hâlinden memnun olman doğru yaptığını göstermez.”
“Anne siz benden ne istiyorsunuz?”
“Ne isteyebiliriz oğlum, senin iyiliğinden başka?”
“Babam ararsa öğleden sonra İlyas’la birlikte kütüphaneye gideceğiz. Yıl sonu yazılı ve sözlü sınavlarımız var. Ders çalışmamız gerekiyor.”
“Oğlum, ne olursun, babanı üstüme açtırma. Bir de onunla uğraşacak hâlim yok. Okuldan çıkınca dükkâ…”
“Anne, beni deli etmeyin!” diye bağırdı Rahmi. Ardından, “O kadar gelen gidenin arasında nasıl ders çalışırım anne, beni niye anlamıyorsunuz?”
“Bana niye bağırıyorsun?”
Rahmi’ye çıkışan yaşlı kadın sonra bundan vazgeçerek:
“Ona da acı oğlum. Görüyorsun, artık çok yaşlandı. Eskisi gibi genç değil. Geceleri uyurken, dizlerinin ve kollarının ağrısından inim inim inliyor. Ona da yazık oğlum.”

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Rahmi annesinin son söylediklerini dinlemeden kitaplarını aldığı gibi kendisini apartmanın karanlık ve kirli merdivenlerinden dışarı atmıştı. Evde, bir arada, ama pek de konuşmadan, birbirlerini dinleyemeden kopuk kopuk yaşıyorlardı. Rahmi öfkeliydi. “Birbirini anlayamadıktan sonra aynı evi paylaşmak ne ifade eder ki?” diye içinden söylendi. Çıkarken acele ettiği için kalem ve silgisini almayı unutmuştu. Ara sokakta gözleri hâlâ uykulu, kendisi gibi okula geç kalmış birkaç öğrenci hızlı hızlı yürüyordu. Okula geç kaldığını düşünerek, kendi kendine kızdı. Saatini kontrol ederek adımlarını açtı. Ara yolları dolanarak ana caddeye ulaştı. Epeyce ötelerde köşedeki küçük dönerci dükkânına, kaldırımda yürüyen insanların arasından bakınca Sinem’i anımsadı. Hafifçe tebessüm ederek heyecanlandı. Sinem’i düşünmek hoşuna gidiyordu. Uzun cadde, çam ve akasya kokuyordu. Havayı derin derin soluyarak içine çekti. Ferahlamıştı azıcık. Caddeyi ortadan ikiye bölen, yaşlı çam ve akasya ağaçlarının arasından okullarının bol güvercinli, kiremitli çatısını görüyordu. İlk iki ders Kuru Kafa Celal’indi. Çok sert ve acımasız bir adamdı. Orta yaşlı ve kısa boyluydu. Güneş yanığı esmer başında döküle döküle neredeyse hiç saç kalmamıştı. Matematik öğretmeniydi. Dersi bağıra çağıra anlatırken öğrenciler nefeslerini tutarak kendisini izlerlerdi. Çocuklar için onunla göz göze gelmek bir iki yaş birden yaşlanmak gibi bir şeydi. Öğrenciler, Kuru Kafa Celal tahtaya bir şeyler yazmasa bile ürkek bakışlarla duvarda asılı tahtayı izlemeyi sürdürürlerdi. Hele oturduğu masadan kalkıp bir şeyler anlatmak için sıraların arasında dolaşmaya başladığı zaman, öğrenciler yerlerinde daha çok siner, âdeta mum kesilirlerdi. Bazı zamanlar bir şey anlatır veya tahtaya bir şey yazarken birdenbire durur, fakat sonra acelesi varmış gibi kararlı adımlarla sıraların arasından geçerek bir öğrencinin önünde dikilirdi. “Kalk ayağa!” diye sesi duyulunca koca sınıf âdeta taş kesilirdi. Bundan sonrasını kestirmek kolaydı çocuklar için. Biraz sonra tık çıkmayan, sessiz ve dili olmayan sınıfın içinde arka arkaya tokat sesleri patlayarak birbirini takip ederdi. Bu durumu göremeyen öğrenciler başlarını çevirip bakamazlardı bile. Bakanların başlarına ne geldiğini ya yaşamışlar, ya görmüşler ya da sohbetlerde dinlemişlerdi. Rahmi, okula geç kalmanın verdiği endişe ile yolda koşar adım yürürken, kulaklarında hâlâ tazeliğini koruyan annesinin sözlerini düşünüyordu. İlk iki dersin. Kuru Kafa Celal’e ait olduğunu hiç aklına getiremiyordu. Pazartesi olduğu için İstiklal Marşı okunmuş, herkes sınıfa girmişti. Okul kapısının önüne nefes nefese geldiğinde koca bahçenin bomboş olduğunu gördü. Geniş kapıdan içeri girdi. Bahçede yapayalnızdı. Ayak seslerinin az çıkması için çaba sarf ederek ürkek adımlarla yürüyordu. Oldukça uzun, taş binanın ortasındaki birkaç basamağı çıkarak binadan içeri girdi. Tam karşısında da Atatürk köşesi duruyordu. Binadan içeri girmeden, merdivenlerden önce burası görünüyordu. Uzun taş binanın içindeki hafif serinlik yüzüne çarpmıştı. Atatürk köşesinin önünden sola doğru kısa, sağa ise epeyce uzun bir koridor uzanıyordu. Sol taraftaki kısa koridorun başında müdür odası, yanında yardımcılarının odası, öğretmenler odası ve kullandıkları tuvalet vardı. Rahmi o tarafa doğru hiç bakmadan, sağ tarafta sınıfların olduğu uzun koridora girdi. O gün nöbetçi olan öğrenci, sınıfların birinden çıkarak hızla yanından geçti. Uzun koridorun sağ tarafına dört beş metre aralıklarla sınıf kapıları dizilmişti. Onların karşısında, okulun arka bahçesine bakan içi kare taşlarla örülü derin pencereler bulunuyordu. Sabah güneşinin parlak ışıkları arka bahçeden süzülerek pencerelerden içeriye vuruyordu. Her pencerenin önünde havadaki toz zerreciklerini parlatarak yere düşen ışık bulutları vardı. İnce uzun koridorda dışarıdan süzülen ışıkların havada parlattığı, pencere sayısı kadar olan toz bulutlarının içinden geçerek ilerliyordu. Koltuğunun altına sıkıştırdığı kitaplardan birini yere düşürdü. Bomboş olan koridorun duvarlarından yankılanarak çıkan sesten irkildi. Yere düşen kitabını telaşla eğilip aldı. Parmaklarının ucuna basarak yürüyordu. Kalbi hızlı hızlı çarpıyordu. Sınıf kapısının önüne gelince çarpıntısı daha da arttı. Diğer sınıf kapıları gibi bu da kapalıydı. Koyu kahverengi yağlı boyayla boyanmış kapıya kulağını yaklaştırarak içeriyi dinledi. Hiç ses gelmiyordu. Fakat birden Kuru Kafa Celal’in “Herkes kâğıt ve kalemini çıkarsın!” diyen sesini duyunca, olduğu yerde hafifçe titredi. Kuru Kafa Celal habersiz yazılı yapıyordu. Rahmi’nin boğazı kurumuştu. Vücudunun daha çok ısındığını hissetti. “Şimdi yandım!” dedi kendi kendine. Yazılı olacağını bilmese, ders Kuru Kafa Celal’in olduğu için içeri girmeyecekti. Sınıf kapısını zayıfça iki üç kez tıklatarak, kor bir ateşin içine girer gibi kapıyı açarak içeri girdi. Kalabalık sınıfta, Sinem ve diğer kız öğrenciler ön sıralarda oturuyorlardı. Sınıfın içi sıcak ve aydınlıktı. Rahmi sınıfa girdiğinde Berrin ve Gülnur’dan önce yanlarında sıra başında oturan Sinem’le göz göze geldi. Sinem’in iri mavi gözleri ışıltılı, ama yüz hatları kaygılı ve gergindi. Rahmi bunu durduğu yerde hissetti. Bütün sınıf, nefesini tutmuş onu izliyordu. Pencereden içeri vuran aydınlık, büyük bir soğukkanlılıkla oturduğu yerden Rahmi’ye bakan Kuru Kafa Celal’in başının saçsız, çıplak, esmer tepesini parlatıyordu. Rahmi gözlerini Sinem’den alıp yere indirirken biraz sonra başına ne gelebileceğini hesaplar gibiydi. Yıl sonu yazılısı olduğu için hem çok önemliydi hem de Kuru Kafa Celal yazılıya girmeyenlere sıfır verip ayrıca kanaat notunu da düşürüyordu. Rahmi hem Sinem’in, hem de bütün sınıfın önünde küçük düşürüleceğini bile bile içeri girip şansını denemeye karar vermişti.
“Özür dilerim hocam!” dedi Rahmi, sesindeki titremeye engel olmaya çalışarak.
Koca sınıfta çıt çıkmıyordu. Rahmi’nin buğday tenli yanakları al al olmuştu. Berrin, Gülnur’un yanında oturan Sinem’i yandan manalı bakışlarla süzdükten sonra gözlerini Rahmi’ye dikti. Onun kendisini hiç fark etmeden Sinem’e sevgi ve şefkatle bakmasını hazmedemiyordu. Oturduğu yerde huzursuz bir şekilde kıpırdandıktan sonra yanında oturan Gülnur’a azıcık yaslandı. Gülnur, “Üstüme ne yıkılıyorsun?” der gibi Berrin’e hafifçe dönüp baktıysa da düşünceleri Sinem ve Rahmi’yle bir hayli meşgul olan Berrin bunun farkına varmadı. Sinem kaygıyla Rahmi’ye bakmaya devam ediyordu. Fakat Kuru Kafa Celal yerinden kalkıp Rahmi’ye doğru emin ve yavaş adımlarla gidince, kaygılı bakışlarını Rahmi’den alarak önündeki sıranın üstüne düşürdü. Kuru Kafa Celal, Rahmi’nin karşısına gelince durdu. Başı önünde eğik durarak yere bakan Rahmi’yi bir süre tepeden sertçe seyretti. Gür siyah dalgalı saçlarına, ince zayıf yüzüne, kızarmış yanaklarına tek tek baktı. Rahmi de Kuru Kafa Celal’in astarı çektiği için yandan büzüşmüş siyah ceketinin kenarlarını, ütüsü bozuk eski siyah pantolonunu, boyasız ve giyile giyile bir hayli yıpranmış siyah renkli makosen ayakkabısını görüyordu. Sinem korkusundan gözlerini sıranın üstünden kaldıramıyordu. Üzerindeki baskıdan dolayı neredeyse ağlayacak gibiydi. İri mavi gözlerinden sıranın üstüne dökülen bakışları orada ne kadar kazınmış sözcük ve çizik varsa hepsinde tek tek dolaştı. Oturdukları sıranın öbür başında oturan Berrin, ayaklarını sıranın altında oynatınca çıkan sesten irkildi. Az sonra da sınıftaki sessizliği bozan tokat sesleri ile göz pınarlarında biriken yaşlar küçük damlalara dönüşerek bir bir düşüverdi siyah önlüğünün üstüne. Onun ince ve zayıf yüzüne çarpan her tokatla yerinde titriyordu. Rahmi’nin bu çarpmaların etkisiyle kolunun altında tuttuğu kitap ve defterleri, yan tarafına savrulmuştu. Rahmi yediği tokatların etkisi ile yüzünün yandığını hissediyordu. Kulakları kıpkırmızı olmuştu. Başı önünde öylece duruyordu. Kuru Kafa Celal, ellerinde oluşan acı kendisini rahatsız edecek boyutlara gelince ona vurmaktan vazgeçti. Rahmi’nin yüzündeki iğnelenme kanserli bir hücre gibi yayılarak vücudunun en uç noktasına kadar ulaşıyordu. Başında şiddetli bir zonklama vardı. Olağanüstü bir çaba gösterip kendi kendini zorlamasa, içindeki bulantıyı Kuru Kafa Celal’in üstüne boşaltabilirdi. Sınıfın tavanı, etrafındaki bütün nesneler alev alev yanarak çatırdıyor, sonra da üstüne dökülüyordu sanki. Her yanı titriyordu. Bir ara gözlerinden yaş geldiğini düşünerek büyük bir umutsuzluğa kapıldı. Kafasının içinde zonklama hızlanarak artıyordu. İri siyah çekik gözlerinin beyazı kanlanmıştı. Gözlerinin önünden yanaklarına doğru kayan ıslaklığın terli alnından düşen damlalar olduğunu anlayınca her şeye rağmen çok sevindi. Ağlamanın kendisini bütün sınıfın önünde ve Sinem’in karşısında çok küçük düşüreceğini zannediyordu. İçinde yaşananlara hiçbir anlam veremediği, garip ve ürkütücü bir gezegene düşmüş gibiydi. Alev alev yanan gövdesine rağmen keskin bir buz parçasıyla içini parçalıyorlardı sanki. Yan tarafında sınıfın kirli zeminine savrulan kitaplarına baktı. Özellikle “Sinem’le göz göze gelmemeliyim.” diye düşündü. Nokta nokta yanan beyninin içinden nedense terk edilmişlik duygusu fışkırıyordu. Eğilip yerden kitaplarını alırken bu duygu ile birlikte başındaki zonklama da arttı. Kuru Kafa Celal arkasını döndü ve gidip yerine oturdu. Sonra oturduğu yerden önce sert bakışlarla sınıfı süzdü, ardından Rahmi’nin beyazı kanlanmış gözlerine baktı:
“Bundan sonra inşallah benim dersimde geç kalmazsın bir daha.”
Rahmi’nin içindeki öfke artık küçük yüreğine sığmıyordu.
“Derse geç kalmanın hata olduğunu biliyorum. Ama bu yanlış bir şeyse, yalnız sizin dersiniz için değil, bütün dersler için yanlıştır hocam. Derse beş dakika geç kalmanın bedelinin bu kadar ağır olduğunu bilmemek de benim için ayrı bir hata. Tekrar özür dilerim.” dedi keskin bir sesle.
Gözleri çakmak çakmak yanıyordu. Bıraksa içinden kopup gelecek çok söz vardı. Yapmadı. Bütün sınıf gibi Rahmi de söylediği sözlere Kuru Kafa Celal’in nasıl tepki göstereceğini merak ediyordu. Ama onun bir şey demesini beklemeden gidip oturdu yerine. Sinem’in yanından geçerken göz göze gelmişlerdi. Onun yüzüne acıyla baktığını hissetmişti. Rahmi’nin yanında oturan sıra arkadaşı İlyas ikisinden başkasının duyamayacağı fısıltılı bir sesle:
“Canını çok sıkma, bu deliyi artık hepimiz tanıyoruz.”
O da Rahmi’nin bu şekilde örselenmesine çok üzülmüştü. Sınıftaki en iyi arkadaşı Rahmi’ydi.
“Çok iyi söyledin söyleyeceğini.” diyerek onun sözlerini desteklediğini belli etti İlyas.
Rahmi canı çok yandığı için İlyas’ın konuşmalarına karşılık bir şey demedi. Sadece “sağ ol” der gibi başını sallamakla yetindi. Yediği dayağın etkisiyle dağılan saçlarını titreyen parmaklarıyla düzeltmeye çalıştı. Kravatı hafifçe yana kaymıştı. Ne kadar umursamaz görünmeye çalışsa da aslında büyük bir ezilmişlik duygusu içindeydi. Kendi kendisiyle “Neden, neden, neden?” diye sayıklar gibi sessizce mırıldanarak konuşuyordu. Koca sınıfın ortasında onca kalabalığa rağmen yapayalnız kalmış gibiydi. Vücudunun yüzeyinden çok, yanan içiydi. Çocukluktan gençliğe çeşitli sıkıntılarla geçmeye çalışan ruhu koca bir yanardağın ağzından içeri düşmüştü sanki. Açık duran pencerelerden, dışarıda oynayan çocukların sesleri geliyordu çınlayan kulaklarına. Sınıf, ortasından büyük bir şakırtıyla kopabilecek çelik halat gibi gergindi. Pencerelerdeki camların alt sırası, dışarı görünmesin diye beyaz yağlı boya ile boyanmıştı. Sıralardan bakıldığı zaman sadece gökyüzü görünüyordu. Rahmi, üstteki boyasız camlardan gökyüzünün mavi derinliklerine baktı. Bir şeylerin, hiç olmazsa baktığı bir şeylerin kendisini birazcık da olsa ferahlatmasını istiyordu. Sinem’in kısa kesilmiş saçlarını arkadan seyredince, aradığının o olduğunu anladı.
“Soru bir.” diyen Kuru Kafa Celal’in sesiyle irkildi.
Bütün öğrenciler defterlerinin ortasından iki sayfa çıkarmış, hazır bekliyorlardı. Rahmi’yi izleyen İlyas defterlerinden kopardığı sayfayı çıkararak onun önüne koydu. Sonra:
“Kalemin var mı? Evde unuttum.” dedi Rahmi ağlamaklı bir sesle.
İlyas yedek kalemlerinden birini ona verdi. Silgisini de ortak kullanabilmeleri için sıranın üstüne, ikisine yakın bir yere koydu. Rahmi yazılı kâğıdının sol üst köşesine adını, soyadını, numarasını, sınıfını yazdı. Kuru Kafa Celal’in bazısını okuduğu, bazısını da tahtaya yazdığı soruları donuk bakışlarla çizgili beyaz kâğıda geçirdi. Beyaz kâğıda yazdığı soruları sadece yazmıştı. Onları okuyup anlayabilecek durumda değildi. Hafızası silinmişti sanki. Önündeki beyaz kâğıda boş bakışlarla dakikalarca baktı. Zil çaldığında Rahmi’nin kâğıdı cevabı yazılmayan sorularla öylece duruyordu. Kitap ve defterlerini alarak İlyas’ın şaşkın bakışları altında hızla kapıya yöneldi ve çıkıp gitti sınıftan. Sinem de Rahmi’nin gidişini o gün iri mavi gözlerinden hiç eksik olmayacak kaygılı bakışlarla izledi. Yazılı kâğıdını kendi kâğıdı ile birlikte İlyas götürüp verdi Kuru Kafa Celal’e. Rahmi o gün diğer derslere de girmedi. İlkbaharın rutubetli rehavetinden kurtulup hemen her yanını, çevresini saran ağaçsız tepelerini yaz güneşinin acımasız ve kızgın ışıklarına teslim eden şehrin ara sokaklarında amaçsızca dolaşıp durdu. Az da olsa sakinleşmesi için belki birkaç saatin geçmesi gerekti. Azgın öğlen güneşin etkisini biraz azaltıp, şehrin etrafını saran ağaçsız tepelerin arkasına saklanmak için yola koyulunca, Rahmi isteksizce babasının manav dükkânına doğru yöneldi.

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
Şehir, tepesine dikilmiş yaz güneşinin kavurucu ışıkları altında sıcaktan inim inim inliyordu. Fakat vakit ilerleyip de güneş batıdaki başı çıplak tepelere yönelince azıcık nefes alır gibi oldu. Gün boyu hırpalayıp durduğu insanlar ve hayvanlar yine de buna rağmen gitmek istedikleri istikametlere, bulabilirlerse bina ve ağaç gölgeliklerinden geçerek bitkin ve kızgın ifadelerle gitmeye çalışıyorlardı. Sabah serinliğinde canlı ve kalabalık olan şehrin küçük çarşısı şimdi sessizdi. Çarşı esnafı dükkânlarının serin yerlerine gizlenmiş, sabırsızlıkla akşamın gelmesini, akşam serinliği ile çarşının ve işlerin canlanmasını bekliyorlardı. Yaşlı adam, yüzünün ortasında sıcaktan gevşemiş baygın gözlerini küçük dükkânın kapısına dikmiş, sabırsızlıkla oğlu Rahmi’nin gelmesini bekliyordu. Aslında sabah ezanından beri hem çalışmaktan yorulmuş, hem de tuvalete gitmesi gerekiyordu. Kendini bıraksa pantolonundan aşağı sular boşalacaktı. Bir yandan kendini sıkıp dururken bir yandan da oğluna sövüp sayıyordu. Yerinden titreyerek doğruldu. Yüzünde hem öfke hem de acı çeken birinin ifadesi vardı. Ufacık dükkânı üç dört adımda geçerek kapının önüne çıktı. Bir süre kısık duran yaşlı gözlerini küçük çarşının kendisi gibi yorgun yüzünde dolaştırdı. Her yerde bu saatlerin normal devinimi vardı. Yan yatmış, kıpkırmızı ikindi güneşi küçük çarşının ortasındaki tozlu yolda patlayarak etrafa saçılıyordu. Oğlunun gelmesi gerektiği yöne tekrar umutla baktı. Ama dakikalar tükendikçe yaşlı ve buruşuk yüzü daha çok gerginleşti. Meyve ve sebze kokulu iri bir pençeyi andıran kalın ve çatlamış parmaklarıyla yüzünü beyaz bir post gibi kaplayan yirmi yirmi beş günlük sakalını yavaşça sıvazladı. Bütün bir gününü öldürdüğü dükkânın içine geri döndü. Son iki yıldır diz kapaklarında ve kollarındaki romatizmaları azmış, yaz kış demeden peşini bırakmıyordu. Ağrıyan diz kapaklarını geniş ve nasırlı avuçlarının içleriyle huysuz bir tayı yatıştırır gibi şefkatle okşadı. Küçük dükkânın soluna meyve tablaları, sağına da sebze tablaları yere doğru hafif bir meyille sıralanmıştı. Bunların ortasında koridor gibi bir yerin sonunda sırtını duvara yaslamış küçük tahta kürsüsünde oturuyordu. Kapıda yirmi beş otuz yaşlarında iyi giyimli birisi belirince heyecanla yerinden doğruldu:
“Buyurun beyim!”
“İki kilo şeftali alacaktım da.”
“Hemen!”
Yeni gelen bu müşteriyle yaşlı Halil amca az önceki pörsümüş hâlini terk ederek dirilmişti sanki. Hareketleri canlanmış, içinde bulunduğu öfkeli duruma rağmen bir şeyler satıp biraz daha para kazanmanın sevinci ince bir tebessüm gibi yüzünde dolaşıveriyordu. Kolay değil, akşama kadar azar azar, kilo kilo tartıp satıyor, kazanıyordu. Her yeni müşteri, ekmek demekti, su demekti. Gün kazanıp gün yiyorlardı. Yediklerinden artırıp da biriktirebildikleri pek bir şey yoktu. İyi giyimli genç müşterinin işini görüp parasını alırken bitişikteki eczanenin çırağı Raşit girdi içeri.
“Halil amca, şunu boz.” diyerek elindeki kâğıt parayı yaşlı adamın burnuna doğru uzattı. Acelesi varmış gibi kıpır kıpır ediyordu. Yaşlı adam ışığı azalmış bakışlarını, iyi giyimli müşteriden alarak Raşit’in parlak beyaz yüzüne dikti. Ama bir iki saniye sonra, onu hiç görmemiş, hiç duymamış gibi iyi giyimli genç müşteriye parasının üstünü verdi. “Haydi Halil amca, müşteri bekliyor!”
“Ulan Raşit, işim gücüm yok bir de sizinle mi uğraşacağım? Bugün bu kaçıncı gelişin, söyle bakayım?”
Raşit, Halil amcanın sorusunu hayli ciddiye almış bir tavırla zihnini kurcalayıp düşünmeye başladı. Sonra tam bir neticeye varamayacağını anlayınca:
“Herhâlde on on beş defa oldu.”
“Sus, sus! On on beş defaymış! Bu, en az yüzüncü defa para bozdurmaya gelişin. Ulan ben banka mıyım hıyar yavrusu, bıktım ulan bıktım sizden!”
Raşit, Halil amcanın kendisini çok sevdiğini bildiğinden, bu sözlerini hiç önemsemez ve aldırış etmezdi.
“Hadi be Halil amca! Boz şu parayı da gideyim. Bir daha gelmem söz.” derken olanca sevimliliğini takınmıştı. Yaşlı adam biraz da yalancıktan kükremelerine devam ederek:
“Ulan eşek sıpası, bu kaçıncı söz deyişin ha!” diyerek onun küçük, kıpkırmızı kesilmiş kulağına kalın parmaklarıyla yapıştı. Raşit, kulağını onun elinden kurtarmaya çalışırken bir yandan da yalvarmaya başladı:
“Vallahi bir daha gelmem, iki gözüm önüme aksın ki gelmem, bu son olsun!” diyordu.
“Bu son olsun ha, aklınca beni uyutuyorsun, değil mi?” diyerek onun yumuşak ve sıcak kulaklarını biraz daha sıktı.”
“Ah, ah!”
“Ya işte, böyle beleş hiçbir şey yok bu dünyada.”
“Ah Halil amca, ah! Çok geç kaldım. Ne olursun, bırak da gideyim. Beni dövdürmeye mi niyetlisin? Vazgeçtim, bozma, bozma tamam.”
“Gel de inan, buradan çıktıktan on dakika sonra tekrar geleceksin.”
“Vallahi gelmem, vallahi!”
Yaşlı adam “Bu kadar yeter.” diyerek küçük çocuğu bıraktı. Elindeki kâğıt parayı alarak, köşede sebzelerin yanındaki yağ kutusunun içindeki bozuk paralarla değiştirdi ve Raşit’e verdi. Tam o anda Raşit’ten biraz daha büyük ikinci çırak girdi nefes nefese içeri.
“Oğlum, Sinan abi ‘Boşuna zahmet edip gelmesin, nasıl olsa gelince parçalayacağım.’ dedi. Ne yapıyorsun lan iki saattir burada?”
Raşit:
“Ne iki saati oğlum, görmüyor musun geliyoruz işte.” dedikten sonra Halil amcanın elinden bozuk paraları aldığı gibi dışarı fırladı.
Halil amca, ikinci çırağın söylediklerine sinirlenmişti:
“O Sinan olacak pezevenk abine söyle de bundan sonra kendisi gelsin para bozdurmaya. Raşit’e parmağını vurursa, kırarım o parmağı. ‘Halil amca böyle söylüyor.’ de.”
“Ama bu da gittiği yerden gelmiyor ki!” diyerek öbür çırak da Raşit’in peşinden koştu. Onların gidişi ile küçük dükkânın içindeki yalnızlığına tekrar döndü yaşlı adam. Dükkânın önünden insanlar, eşek hamalları, taşıtlar birer ikişer geçip gidiyorlardı. Çarşı camisinin minaresinden yükselen ezan sesi titretiverdi onu olduğu yerde. Yaşlı yüzündeki küskün ifade gittikçe arttı. Kulaklarında çınlayıp duran ses, ezanın sonlarına yaklaştıkça umudu tamamen biter gibi oldu. Küçük dükkânın içinde öfkeyle sağa sola gidip geliyordu.
“Sütü bozuk oğlum, hadi gelsene! Babana, ömrünü sizler için yok eden babana yüreğin hiç mi yanmaz? Bak yaşım kaç oldu, hâlâ eşekler gibi çalışıyorum. Kim için? Sizler için değil mi hı? Zamanında gelsen de üzmesen şu yaşlı babanı olmaz mı hı? Ne kötülük ettim size benim hayırsız oğlum? Biraz da sen bel versen ya bana, yoruldum be, yoruldum. Bu içine tükürdüğümün dünyası büktü belimi, anlamıyor musunuz? Anan yordu, anam yordu, babam yordu, bacıların yordu. Bu dünyanın yükünü hep ben mi taşıyacağım? Şu mübarek ikindi namazımda gidip camide kılamadıktan sonra, bunu bana sağlayamadıktan sonra ben neyleyeyim senin gibi evladı?”
Halil amca kendi kendisiyle konuşup dururken koltuğunun altında bir deste kitap ve defterle Rahmi girdi içeri. Birdenbire Rahmi’yi önünde bulan yaşlı adamın yüreği hiddetten duracak gibi oldu. Bütün öfkesini dışarıya savurmanın tam sırasıydı. İdrar kesesinin aşırı şişmesiyle, yerinde kıvranıyordu. İçindeki öfke dışarı savrulup Rahmi’nin yüzünde bir tokat olarak patlayınca bir an boş bulunduğu için tenasül aletinden ılık bir şeylerin aşağı kaydığını zannederek paniğe kapıldı. Fakat buna rağmen Rahmi’ye ikinci bir tokat savurmayı ihmal etmedi, ama Rahmi’nin geri çekilmesiyle tutturamadı.
“İtin dölü, yetti artık! Bana çektirdiklerinizin sonu gelmeyecek mi? Bir namazı bile zamanında kılamadıktan sonra, ne yapayım senin gibi evladı?” diye söylenerek, kendini dışarı attı. Donuna ya birkaç damla kaçırmıştı ya da kaçırmak üzereydi. Bitişikteki eczanenin önünden hızla geçti. Az ötede, köşedeki küçük ayakkabı tamircisinin yanından ara sokağa saptı, gergin sapsarı bir yüzle, zıplayarak hızlı yürüyordu. Ara sokakta bir iki kişiye çarpmasına rağmen aldırmadan yoluna devam etti. Biraz önceki hızlı yürüyüşü birdenbire koşmaya dönüştü. Her tarafı titriyordu. “Kendimi kontrol edemez de, yolun ortasında çözülüverirsem” diye ödü patlıyordu. Köyden iş için şehre gelenlerin uğradığı küçük ve bakımsız kebapçı dükkânının karşısındaki caminin arka kapısından içeri daldı. Caminin küçük avlusu boştu; abdest alınan yerin sağ tarafına düşen tuvaletlere doğru yöneldi. Ezan okunalı epey olmuştu. İçerdekilerin hepsi namaza durmuşlardı. Boşuna bir çaba içinde namaza yetişemeyeceğini anladı. Keskin sidik kokusunun, nefesleri yaktığı, yerleri ıslak, çamurlu ve pis koridora girdi; sağlı sollu dizilmiş, inanılmayacak kadar kirli olan tuvaletlerin bazılarının kapıları kapalı, bazılarınınsa açıktı. Tam karşıda iki küçük boyacı çocuk hem konuşuyor hem de, önlerindeki sidikten dolayı siyah sarı bir renk almış, genzi yakan sidik kokulu duvara keyifle işiyorlardı. Halil amca elektriğe tutulmuş gibi titredi. Buranın temizliğine bakan adam bir hayaleti andıran ürkütücü yüzüyle ortalıkta görünmüyordu. Halil amca pantolonunun düğmesini açmaya çalıştı. Acele ettikçe, kendi kendini kontrol etmekte zorluk çekiyordu. Ona en yakındaki açık kapıdan içeri girdi. Fakat önünü açamadan, pantolonunun paçalarından aşağı, idrarı süzülerek indi. Daha sonra da şarıl şarıl akmaya başladı. Titreyen vücudu, titreyen parmaklarına söz geçirip kuvvetlendiremediği için önündeki düğmelerini çözememişti. Yüzündeki gerilim, ağlamaklı bir rahatlamaya dönüvermişti. Kendi idrarından oluşan küçük bir gölün ortasında kalmıştı.

BEŞİNCİ BÖLÜM
Rahmi gün boyu zor sakinleştirdiği ruhunu bu defa da durumundan haberi olmayan babasının nasırlı ellerine teslim etmişti. Küçük dükkânın içinde gözlerinden süzülen yaşları, gizlemeye çalışıyor, fakat hıçkırıklarını engelleyemiyordu. Yüzünün sağ tarafı ve kulağı, yediği şiddetli tokadın etkisiyle, tekrar alev alev yanmaya başlamıştı. Zayıf ve ince gövdesini önce ateş, ardından ter bastı. İlk şaşkınlığından kurtulur kurtulmaz, bugün ikinci kez etrafa savrulan kitap ve defterlerini toplamaya çalıştı. Bu kadarı da fazlaydı artık. İçinde duyduğu öfke ve kin, göz pınarlarından kaynayan sulara karışarak sebze ve meyvelerin üstüne dökülüyordu. Domates ve biber bölümünün ortasına sayfaları açılarak düşmüş matematik defterini düzelterek kaldırdı. Edebiyat defteri ile kitabı da karpuzların olduğu bölüme savrulmuştu. Öfke ile onları da çekip aldı. Karpuzların hemen önünde tahta tablanın kenarında, kesmece karpuz isteyen şüpheci müşterilerin karpuzlarını kesip iyi olduğunu onlara göstermek için kullanılan sapı tahtadan, keskin, sivri uçlu iri bir bıçak duruyordu. Toparladığı kitap ve defterlerini götürüp babasının oturduğu taburenin üstüne koydu. Babasının kendisini tokatlamasını tanıdık birilerinin görmemesi, tek tesellisiydi. Fakat bunun böyle olması, içindeki öfke ve kinin azalmasına kesinlikle sebep değildi.
“Oğlum, şuradan yarım kilo biber ver bana, acı değilse istemem ona göre.”
Devlet memuru olduğu her hâlinden belli olan yaşlıca bir müşteri bu sözleri söyleyerek gelip durmuştu küçük dükkânın önünde. Rahmi düşünceleriyle amansızca boğuşup dururken, kendisi için hiç de uygun olmayan bir saatte geldiği için, öfkesiyle keskinleşmiş bakışlarını, yaşlıca müşteriye sertçe çevirdi. Aslında bir an babası geldi diye irkilmişti. Bu da, dükkânın önünde başına az sonra geleceklerden habersizce ve biraz da safça duran yaşlıca müşteriye kızması için yeter sebepti. Üstelik yaşlı olduğu için babasını veya Kuru Kafa Celal’i çağrıştırmış olması da cabasıydı.
“Satış yapmıyoruz.” diye Rahmi’nin kurumuş dudaklarından içindeki öfke ve kinin şerbetine batmış bir iki söz döküldü, sabahtan beri seçilmiş, ucuzcu akşam müşterilerini bekleyen, solgun ve sonu kalmış sebze ve meyvelerin üstüne. Yaşlıca müşteri, Rahmi’nin bu öfke dolu sözleri karşısında önce şaşırmış ve kendisine anlamlı gelmeyen bu sert edasından biraz da heyecanlanmıştı. Az ötede, Halil amcanın gizli gizli didişip durduğu rakip manavdan da istediğini alıp gidebilirdi. Fakat nedense öyle yapmadı. Biraz da devlet memuru olmanın itiraz etmedeki ayrıcalığını kullanarak:
“Para kazanmak için açmadınız mı burayı oğlum? Sen ne biçim konuşuyorsun?” diye Rahmi’ye diklendi. Bu sözlerinde, dar gelirli küçük devlet memurlarının, onlara göre biraz daha iyi para kazanıp, rahat yaşadıklarını zannettikleri, küçük esnafa karşı duydukları öfke de gizliydi. Yaşlıca müşterinin karşısındakini tahrik eden bu sözleri, öfkesini dizginlemekte zorluk çeken Rahmi için patlamaya hazır dinamitin ateşlenen fitili olmuştu. Bir panter çevikliği ile atladı yaşlıca müşterinin üstüne ve ense tarafı iyice yağlanmış eski ceketin buruşuk yakasından tutması ile yüzünün ortasına kafa patlatması bir oldu. Yaşlıca müşteri hiç beklemediği bu ani saldırı karşısında önce rengi sararmış, yüreğinin atışları hızlanmış ve sendeleyerek sebzelerin olduğu bölüme doğru kaymış, sonra düşmemek için tutunduğu sebzeleri de aşağı doğru çekerek boylu boyunca yere düşmüştü. Aslında Rahmi, alnı ile istediği vuruşu yapamamış yüzü ile yaşlıca müşteriye çarpmıştı. Bundan dolayı onun da canı yanıyordu. Fakat içinden fırlayıp fırlayıp dışarı savrulan öfkenin iğneli kollarına düştüğü için bunun çok azını duyuyordu. Aslında böyle olması Rahmi için daha hayırlı olmuştu. Alnı ile sertçe vurmuş olsaydı, yaşlıca müşterinin yüzü kan çanağına döner, o zaman da bunu gören konu komşu, bütün esnafın gözünde iki paralık olurdu. Şimdiki durum bile etraftakilerin dikkatini çekmiş, fakat yaşlıca müşterinin ayağı kaydığından dolayı düştüğü zannedilmişti. Ne zaman ki Rahmi kenarda, karpuzların önündeki tahta saplı, iri bıçağı eline alınca durumun vahameti o zaman anlaşılmıştı. Rahmi’nin elindeki iri kıyım keskin sivri uçlu bıçağı gören yaşlıca müşteri korkudan altına kaçırmıştı. Nereden bilebilirdi başına bu işin geleceğini? Çarşıda manav kıtlığı mı vardı? Bu olmasın da bir başkası olsundu. Bilseydi hiç gelir miydi? Hele Rahmi’nin elindeki o kocaman bıçak da neyin nesiydi? Delirmişti bu çocuk.
“Kurbanın olayım evladım! Ocağına düştüm! Beni vurmayasın! Çoluğuma çocuğuma acı!” diye ağzından bölük pörçük sözler çıkardı yaşlıca müşteri. Rahmi yerde sırtüstü boylu boyunca yatan adamın, dediklerini duyduktan sonra hayretler içinde elindeki iri, keskin, ucu sipsivri bıçağa baktı, şaştı kaldı. Bıçağı eline ne zaman ve nasıl aldığını hatırlamıyordu. Yaşlıca müşteri serildiği yerde nutku kurumuş, göz gülleleri yerinden fırlayacakmış gibi kendisine bakıyordu. Elindeki iri bıçağı fark ettikten sonra, Rahmi’nin her yanındaki titreme daha da artmıştı. Bütün öfkesine rağmen, kalkıştığı işin ciddiyetini yeni yeni anlıyordu. Aslında gün boyu içinde artarak biriken öfke en çok Kuru Kafa Celal’e sonra da babasınaydı, fakat kader karşısına bu adamı çıkarmıştı. Ama o da, az şey yapmamış bilemeden bombanın pimini çekerek patlamasına yol açmıştı. Rahmi içinde bulunduğu durumdan dolayı hem öfkeli, elindeki bıçaktan ötürü de şaşkındı. Ne yapacağını bilmez bir hâlde iri bıçaklı elini öne doğru uzattı. Yerde boylu boyunca yatan yaşlıca müşteri, bıçak kalbine saplanmış gibi, yattığı yerde daha bir küçülerek:
“Ah! Ah! Ah!” diye korkulu sesler çıkardı. Rahmi, içinden “Keşke şu yerde yatan zavallının yerinde Kuru Kafa Celal olsaydı, ne iyi olurdu; gösterirdim gününü o alçağa. Beni görseydi bu hâlde, o da bu zavallı adam gibi çırpınırdı küçülürdü; un ufak olurdu karşımda. Gel yiğitsen, gel erkeksen, gel kaçma derdim ona!” Rahmi heyecandan boş bulunup düşündüğü “Gel erkeksen, gel kaçma!” sözlerini ağzından kaçırıp sesli söyleyince olanlar oldu o zaman. Yerde Rahmi’nin karşısında donup kalmış yaşlıca müşteri, bu sözlerden sonra işinin iyice bitmiş olduğuna kanaat getirmiş olacak ki:
“İmdat! Yetişin adam kesiyorlar! Yardım edecek bir Allah’ın kulu yok mu?” diye avaz avaz bağırmaya başladı. Yavaş yavaş akşama doğru ilerleyen ve birkaç saat sonra da, tümden ölecek olan insafsız yaz güneşinin pörsüttüğü yorgun insan ve hayvan yüzleri, sesin geldiği yöne doğru dikkat kesildiler. Küçük çarşıdaki kasap dükkânlarında çengellere asılı koyun ve kuzu etlerini, büyük bir iştahla, göz hapsine almış olan uyuz kedi ve köpekler baygın gözlerle başlarını çevirmiş o noktaya bakıyorlardı. Dükkânların önündeki dut ve çınar ağaçlarının koruyucu yaprakları arasına gizlenmiş olan serçe ve güvercinlerden ödlek olanları gizlendikleri yerden fırlayarak orayı terk ettiler. Çarşıdan ağır ağır, arka arkaya geçen taşıtların içindekiler, sesin geldiği yeri meraklı gözlerle bulmaya çalışıyorlardı. Çarşı esnafı ve alışveriş eden müşteriler yaptıkları işlerden uzaklaşmış, bazıları sesin geldiği noktayı tam olarak bulmuş o tarafa doğru kararlı adımlarla yürürken, daha şaşkın olanlar çevrelerine ne olduğunu sorup öğrenmeye çalışıyorlardı. Rahmi, dükkânın içinde yere dökülen meyve ve sebzelerin ortasında elindeki iri bıçakla şaşkın kalakalmıştı, yaşlıca müşteriden hiç beklemediği bu yaygara karşısında, bir önceki düşüncelerinden iyice sıyrılmış, yaşlıca müşterinin ortalığı daha da telaşa vermeden çekip gitmesini istiyordu. Fakat ölümü burnunun ucunda gören yaşlıca müşteri, onca olandan sonra ne bilsindi Rahmi’nin ne düşündüğünü. Esas öfkesinin ona değil de başkalarına olduğunu nereden bilebilirdi? Onun bütün bahtsızlığı yarım kilo biber almak için buraya gelmiş olmasıydı. Karşıdaki küçük manav dükkânındakileri fark eden kasap İsa, kemiklerinden ayırmaya çalıştığı yarım gövde kuzuyu, önündeki mermer tezgâhın üstüne fırlattıktan sonra hışımla dükkânından çıkıp oraya doğru yöneldi. Dükkândan çıkarken ağızları sulanarak içerdeki etleri göz hapsine almış kapıda bekleyen bir iki kedi ve köpeğe tekme savurmayı ihmal etmedi. Rahmi’nin elindeki iri kıyım bıçağı görmüştü.
“Oğlum Rahmi, kendine gel, sakın bir delilik yapayım deme!” diye ona doğru bağırdı. Rahmi’nin Kasap İsa’ya bakışını fırsat bilen yaşlıca müşteri, fırsat bu fırsattır diyerek yaşından hiç beklenmeyecek bir çeviklikle, “İmdat! Yetişin!” haykırışları arasında yerinden fırladığı gibi bitişikteki eczaneye daldı. Küçük manav dükkânının önündeki meraklı kalabalığı yaran Kasap İsa öne atlayarak Rahmi’nin bıçaklı elini tutmuştu.
“Ne yapıyorsun aslanım! Kendini heder mi edeceksin yoksa?”
Etraftaki konu komşu esnaf da Rahmi’den böyle bir davranış beklemedikleri için şaşkındılar. Biraz da “Yapma, etme!” der gibi mırıldandılar. Fırıncı Recep, Halil amcanın rakibi Manav Sıtkı, bitişikteki eczanenin kalfası Sinan, Berber Cuma, Yağ Toptancısı Süleyman, Bakkal Selami, Kundura Tamircisi Rıza, kalabalığın arasından sıyrılıp öne çıkan Raşit, sessiz sakin, hatta pısırık görünüşlü Rahmi’nin bu işe nasıl kalkışabildiğine hâlâ inanamıyorlardı. Fırıncı Recep, Rahmi’nin elindeki bıçağa gözlerini dikerek söylendi:
“Rahmi, elindeki o bıçağı ver İsa amcana, elini kana mı bulayacaksın bu yaşta?”
Rahmi’nin bıçaklı elini sıkıca kavramış olan Kasap İsa bu sözlere sinirlendi:
“Yahu kandan revandan bahsederek yangına niye körükle gidiyorsunuz?” diyerek kalabalığın içinde sıkışıp kalmış olan Fırıncı Recep’e kükredi. Fırıncı Recep, oldum olası, Kasap İsa’dan çekinirdi. Kasap İsa’dan çekinen sadece o değildi. Tüm çarşı esnafı, elinden bıçak ve satırı hiç eksik olmayan, gözünü budaktan esirgemeyen, nerede bir olay çıksa, içine balıklama atlayan, konuşurken hem sert aynı zamanda da makineli tüfek gibi seri konuşan Kasap İsa’dan çekinirlerdi.
“Ver şu bıçağı!” diyerek Rahmi’nin elindeki bıçağı aldı Kasap İsa. Aslında Rahmi de pek itiraz etmeden gönüllüce vermişti bıçağı. Etraftaki kalabalık derin bir oh çekti. Ardından, tehlikenin geçmesiyle konu gözlerinde küçülüp önemsizleşti. Rahmi’nin hışmına uğrayan yaşlıca müşteri, sığındığı eczanenin kapısından, herkesin Rahmi’nin başına üşüştüğünü görünce fırsat bu fırsattır deyip inanılmaz bir hızla oradan uzaklaştı. Çarşı esnafı, sessiz ve sakin saatlerin ardından yaşadıkları bu olayın kötü neticelenmemesinin sevinciyle işlerinin başına döndüler. Giderken yaşlılar Rahmi’ye nasihat etmeyi, Rahmi’nin yaşıtları da bu kadar çok insanın ilgisini çekip ondan hiç beklemedikleri bir işe nasıl kalkışabildiğini düşünüp onu kıskanmayı ihmal etmediler. Rahmi, babasının gelip kendisine bütün bu olanlardan sonra göstereceği tepkiyi endişe içinde boşuna bekledi. Azgın yaz güneşi, şehri saran çıplak tepelerin arkasına gidip saklanınca, Rahmi dükkânın gürültüyle kapanan sac kepengini çekti, küpe kilitleri takıp kapattı ve koltuğunun altındaki kitap ve defterleri ile evinin yolunu tuttu. Çarşıda olup bitenlerden tamamen habersiz olan Halil amca ıslak pantolonunu değiştirmek için tanıdık kimselere görünmemeye çalışarak arkadan ve ara sokaklardan dolanarak eve gelmiş ve bir daha çarşıya dönmemişti.

ALTINCI BÖLÜM
Rahmi anahtarıyla sokak kapısını açıp içeri girdi ve doğruca odasına gitti. Mutfaktan babasının yükselen bağırmalarını duyuyordu. Tüyleri diken diken oldu. Huzursuzluğu katlanarak çoğalıyordu. Öfkesi dinmemiş babasının, her bağırışıyla yüreği yerinden fırlayacak gibi oluyordu. Annesinin sesi hiç duyulmuyordu. Halil amca eve girdiğinden beri bağırıp çağırıyordu. Islak pantolonunu hışımla çıkarıp bir yana savurmuş, evin içinde yeni giydiği uzun paçalı beyaz donuyla dolaşıyordu. Rahmi odasında kendisini kapana kısılmış gibi hissediyordu. Bu tür durumlarda en kötü şey babasıyla karşılaşmaktı. Bunu daha önce yaşadığı tecrübelerden iyi biliyordu. Halil amcanın öfkesi yatışıp dinmek bilmiyordu. Böyle anlarda annesiyle, durumun daha kötüye gideceğine iyice kanaat getirince, küçük bir iş birliği yaparlardı. Fatma teyze, şu anda olduğu gibi onu babasına karşı eskiden beri kayıtsız şartsız korurdu. Fakat o da artık iyice yaşlanmış, bedenen Halil amcaya göre daha çok çökmüştü. Fatma teyze bütün duyarlı insanlar gibi içe dönük, hassas ve kırılgandı. Yanlış sarf edilmiş bir söz onu saatler boyu huzursuz ederek meşgul edebilirdi. Eve gelin geldiğinden beri kavgaları hiç eksik olmamıştı. Halil amcanın incitici bir sözü üzerine, yemek sofrasından gözlerinden yaşlar süzülerek kalktığı, belki de yaşındaki günlerin sayısı kadar çoktu. Hayat onun için taşınması gereken zorlu bir yük ve çekilmesi zorunlu bir azap, azap, hep azaptı. Kızlarını bu korku içinde tek tek baş göz edip evlendirirken geceler boyu gözyaşlarını kimselere göstermeden, etraftan gizleyerek hep ağlamıştı. Yıllar boyudur bitip tükenmek bilmeyen kavgalardan biri yine yaşanıyordu şu an. Bütün yılgınlığına ve yorgunluğuna rağmen yaşlı ana, yüreğini, Halil amcanın bitip tükenmek bilmeyen hırçınlığının ve hiddetinin karşısına koymuştu. Rahmi için en hayırlısı, babasının gözü önünden uzaklaşmaktı. O da zaten öyle yaptı. Telaş içinde evden çıkıp anneannesigile gitmek için kendisini karanlık sokağa attı. Başı her sıkıştığında gidip sığınabileceği tek yer orasıydı. Rahmi, kara taş döşeli dört beş kişinin yan yana zor yürüyebileceği karanlık ve dar yollarda yürürken kendi ayak sesinden ve hızlı hızlı nefes alıp verişinden başka hiçbir ses duymuyordu. Araçların değil de insanların geçeceği düşünülerek yapılmış kara taş döşeli daracık yollara, eski evler avlu duvarların karşılıklı yaslamış, gecenin gizemli sessizliği içinde oturuyorlardı. İnsanlar gibi sıcaktan bunalmış iri gövdeli birkaç akrep, hem serinlemek hem de avlanmak için duvarların üstünde hızla kayarak dolaşıyorlardı. Rahmi o geceyi anneannesigilin, eski evinin, avlu duvarının dibindeki sarı incir ağacının, ortadaki, yerden yarım metre yüksekçe kireç taşıyla örülmüş kare biçimindeki çiçekliğin içindeki pembe ve sarı yapraklı iki tane zakkum ağacının, aşısı yapılmadığı için meyve vermeyen limon ağacının, top reyhanın, yaprak güzelinin, üstü iri taneli koruk salkımlarıyla yüklü asmanın, balık ağzının, ayaklı minenin, sakız çiçeğinin, begonyanın, leylak ağacının, âşık garip çiçeğinin, Muhammediye gülünün birbirine karışan kokusunu, belki biraz ferahlarım diye derin derin içine çekmesine rağmen sıkıntı içinde geçirdi. Sabah uyandığında dedesi evde yoktu. Yatağından çıktı. Anneannesigile geldiği kıyafetleriyle uyumuştu. Ceketiyle kravatı, aceleyle, telaşla, çıktığı için evde kalmıştı. O gece ne anneannesine, ne de dedesine hiçbir şey dememişti. Çoraplarını bulup giydi; sonra ayakkabısını. Yattığı odanın önündeki avluya çıktı. Anneannesi ortalarda görünmüyordu. Geniş avlunun ortasındaki çiçeklikten taze sabahla birlikte mis gibi çiçek kokuları geliyordu burnuna. Dinlenmiş vücudu düne göre daha dinç ve diri görünüyordu. Gözlerini dışarının parlak aydınlığına alıştırmaya çalışıyordu. Üç dört metre yüksekliğindeki avlu duvarlarının gün doğuşuna bakan bütün yüzeyleri şimdiden kavrulmaya başlamışlardı bile. Rahmi birkaç adımda çiçekliğin yanına geldi. Eğildi, minik, sık yeşil yapraklı, yan yana ekili duran hoş ve keskin kokulu top reyhanlardan birini kokladı. Şimdi dışarının aydınlığına daha çok alışmış olan gözlerini etraftaki ağaç ve çiçeklerde tek tek dolaştırdı. Ağaçların arasından kuş cıvıltıları yükseliyordu. İçinde durduğu avluya bakan yattığı odaya bitişik odanın kalın siyah demirlerle korunan penceresinin önüne geldi. Camdan içeri baktı. İçerisi yeteri kadar aydınlık değildi. Anneannesi odanın loş bir köşesinde, yüzü çiçek ve yaprak desenli yün döşeğin üstünde bağdaş kurmuş, önündeki cüzü okuyordu. Annesine benzeyen, bir hayli yaşlı olan anneannesinin kırışmış yüzüne sevgiyle baktı. Öne doğru iki büklüm olmuş yaşlı kadın, torununun kendisini izlediğinden habersiz büyük bir ciddiyetle ve sessizlik içinde önündeki kitaba bakıyordu. Rahmi, onun arada bir, içinden, okumaktan vazgeçip dudaklarını kıpırdattığını görüyordu. Anneannesini kirli camın arkasında güneşi görmeyen, biraz da kasvetli odasında yapayalnız bırakarak sokak kapısına yöneldi. Mis kokulu çiçekliğin yanından geçerken küçük bir dal reyhan kopardı. Sokak kapısını açınca, çıkan sesten anneannesi onun evden ayrılacağını anladı. Yerinden doğrulup Rahmi’ye arkasından bir şeyler demesine fırsat kalmadan, az önce cızırtıyla açılan kapı gürültüyle kapanmıştı. Rahmi elindeki top reyhanın kokusunu içine çekerek neredeyse tam bir labirenti andıran dar sokakların içinde yolunu bulmaya çalışıyordu. Çok katlı evlerin olmadığı, dikdörtgen kara taş döşeli dar yolları, tahta üstüne kalın saçtan yapılmış, kapıları tokmaklı, avluları ağaçlı, çiçekli, eski evlerin oluşturduğu bu yaşlı semt, tamamen arkasında kaldığında, Rahmi bu saatte hiç de hareketli olmayan şehrin dar, uzun caddesine çıkmıştı. Bugün okula gitmeyecekti. Buna dün akşamdan karar vermişti. İçi sıkıntılıydı. Dün olanlar bir bir gözünün önünden geçmeye başlayınca sıkıntısı daha da artıyordu. Bu saatte nereye gidebilirdi? Nereye gitse okuldan kaçtığı için suçlanacaktı. Hal pazarının olduğu sokaktan dar caddeye seyyar satıcılar yüklerini yüklenmiş, ağır ağır çıkıyorlardı. Kaldırımlarda yürüyen insanlar seyrekti. Rahmi, küçük bir pastanenin önünden geçti. İçeride elindeki kirli bezle masaları silen çocuktan başka kimse yoktu. Vitrinde tepsilerin içinde yan yana dizilmiş cevizli, fıstıklı baklavalar, sargı burmalar, kadayıflar, tulumbalar, şöbiyet vardı. Yan duvardaki cam raflarda çeşit çeşit kuru pastalar diziliydi. Birkaç tane karasinek müşterilerden önce davranarak onların tadına bakıyorlardı. Rahmi karnının acıktığını hissetti. Elindeki suibriği ile kundura mağazasının önünü sulayıp süpüren küçük çırağın yanından geçti. Taşıtlar seyrek ve aralıklı gidiyorlardı. Az önce yürüdüğü yerdeki ıslak toprak kokusu hâlâ burnundaydı. Ceplerini kontrol etti; hiç parası yoktu. Midesindeki kazınma daha da artmıştı. Kepengi henüz açılmamış bir dükkânın önünden geçti. Küçük ablasından gidip biraz para istemeyi düşündü; fakat okula gitmediği hemen anlaşılıp sorguya çekileceğinden vazgeçti. İleride elli altmış kişinin oluşturduğu, her sabah gelip burada iş çıkarsa gitmek isteyenlerin beklediği kalabalık duruyordu. Yanlarına bir arabanın yaklaşmasıyla birbirlerini ezercesine sürücüsüne yaklaşıp konuşmaya çalışıyorlardı. Hepsi yoksul ve hırpani giyimliydi. Yüzlerinde umuda ilişkin en ufak bir kırıntı yoktu. Bazen bulabilirlerse bir günlük yevmiye için, önlerine kadar gelen işi alabilmek uğruna, birbirlerinin kafasını, gözünü yarıyorlardı. Rahmi, çoğunun beti benzi solgun, hepsi zayıf insanları arkasında bıraktı. Sınıftaki boş yerini düşündü. “Sinem hemen fark etmiştir.” diye yavaşça mırıldandı. Hatırladıkça içi dolu dolu oluyordu. Koca bir sınıfın, hele Sinem’in gözlerinin önünde yediği dayağı bir türlü kabul edemiyordu. Dün yaşadıklarından dolayı düşüncelerinde girdiği boğuşmadan midesindeki kazınmayı unutmuştu. Etrafında değişip duran görüntülere sadece bakıyordu. Aklı düne takılmıştı. Oradan bir türlü kopup bugüne gelemiyordu. Rahmi, vitrininde yüzlerce saatin olduğu küçük bir saatçi dükkânının önünden geçerken vücudunun daha bir ısındığını fark etti. Kuru Kafa Celal’in dayağını yedikten sonra çözülüp hüngür hüngür ağlayan birçok arkadaşı olmuştu. Kendisince önemli bir sınavdan geçtiğini düşünüyordu. Küçük küçük adımlarlarla yürüdüğü kaldırımdan indi. Dar caddeyi kontrol etmeden karşıdaki kaldırıma yöneldi. Hızla gelen bir araç olsaydı, kendisine çarpabilirdi. Karşı kaldırıma çıktığında, arkalardan eski bir dolmuş önündeki durakta bir iki müşteri daha artsın diye sanki yol gitmekten korkarmış gibi çok yavaş geliyordu. Eski dolmuşun şoförü Rahmi’yi görünce kornaya bastı “İstersen gel bin.’’ der gibi. Rahmi gözleri yerdeki kirli kaldırım taşlarındayken, düşünceleri, arkasından gelen dolmuştan çok uzaklardaydı. Eskiden, çoğunlukla yerli filmler oynatan, çocuklu çocuksuz kadınların üst katta balkonda, kadınsız erkek ve gençlerin aşağıda oturup filmler seyrettiği, şimdilerde köhnemiş koltukları eski ihtişamlı günlerinden bir hayli uzak, yırtık pırtık bir hâlde duran, bol sidik kokulu, artık bol bol seks filmi oynatan şehrin tek sinemasının önüne gelmişti. Öğlenden sonra saat ikide oynayacak filmlerin afişlerine gözleri kaydı. Büyük renkli kâğıtların üstüne çırılçıplak uzanmış kadınlar, tahrik edici, şehvet dolu bakışlarla, kadına aç müşterileri daha çok azdırıp baştan çıkarmak için her şeye hazır bir hâlde durur gibi bekliyorlardı. Rahmi kuşku ile etrafına baktı, çıplak kadın resimleriyle dolu sinema afişlerinin önünde durduğunu tanıdık biri görür diye hızla uzaklaştı oradan. Mis gibi ekmek kokularının buram buram dışarı yayıldığı çarşı fırınının önüne geldiğinde, gün sabahtan kurtulup sıcak öğleye doğru yol alıyordu. Sıcak ve taze ekmek kokusu, dayanılır gibi değildi. İçeride, çevredeki çoğu kebapçı olan lokantalara ve öğlen müşterilerine yetişsin diye ekmek yapıyorlardı. Dışarının dayanılmaz sıcağı yetmezmiş gibi, alevden bir kora dönüşmüş, ışıl ışıl parlayan ocağın önündeki şatıra baktı. Yüzü sıcaktan ve isten kararmıştı. İnce ince ter boşalıyordu her yanından. Kendisini ilk gören insanda uyandırdığı duygu acıma hissiydi. Kısa boylu incecik biriydi. Üstünde siyah atlete benzer bir şey vardı. Boyundan uzun ve ocağa girip çıkmaktan tahtası kararmış, üstüne iyi açılırsa iki tane açık ekmek sığan küreği ocağın içindeki boşluklara göre, sağa sola kavisler çizdirerek ustalıkla gönderiyor, daha sonra pişen ekmekleri maharetle küreğin üstüne alıyor ve iyice kızarsın diye kor ateşe göstererek aynı ustalıkla dışarı çıkarıyordu. Fırının sahibi olduğu her hâlinden belli olan kısa boylu, şişman, kafasının ortası saçsız adam ortadaki çok büyük tezgâhın üstüne bir bir fırlatılan ekmekleri elindeki ucu kancalı değnekle yakalayıp özenle üst üste diziyordu. O hariç fırında çalışanların tamamının gözü kesintisiz önlerindeki işlerindeydi. Etrafa ne bakacak vakitleri, ne de hâlleri vardı. Çocuk yaştaki çalışanlardan biri hamuru tartıyor, diğeri tartılıp önüne fırlatılan hamur topaklarını iyice yuvarlanmış küçük lastikten toplar gibi una bulayıp, avuçlarının içinde iyice yoğurup, açılıp işlenmeye hazır hâle getiriyordu. Daha büyük iki kişi de isteğe göre, bazen ince, uzun, kâğıt gibi açık, bazen de çok açıp uzatmadan tırnakladıkları hamurları pişmeye hazır hâle getiriyorlardı. Pişmiş ekmek kokuları ocağın şiddetli ısısını arkasına katarak dışarının bildik öğlen sıcağına karışıyordu. Fırının kirli duvarları büyük takımların, onlara ait futbolcuların ve tanınmış şarkıcıların posterleriyle doluydu.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/emin-goncuoglu/genc-rahmi-nin-hikayesi-69429580/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
Genç Rahmi’nin Hikâyesi Emin Göncüoğlu
Genç Rahmi’nin Hikâyesi

Emin Göncüoğlu

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Henüz gençliklerinin baharında olan Rahmi ve Sinem′in masum ve temiz hayatlarının, aynı okul sıralarında başlayan saf sevgilerinin hikâyesini anlatıyor Emin Göncüoüğlu. Rahmi, bir esnafın oğlu ve Sinem de memur anne babanın kızıdır. Yaşadıkları küçük kent, günlük yaşam mücadelesi onları yakınlaştırmaya başlar. Ancak Rahmi′nin etrafında pek de dost olmayan kimseler vardır. Rahmi′nin temiz ve aydınlık hayatını çevresindeki kirli ve düşman kişiler henüz hayatının başında soldurmaya ant içmişlerdir. "Yaşlanmayı ya da ölümü algılamada uygar veya ilkel olmak, çok fark etmiyor. Değişen dekorların önünde uçup gidiyoruz. Bütünü kavramamız imkânsız, sadece bütünün içindeki minicik parçaların yer değiştirmelerini belki anlayabiliyoruz. Yaşam da bu herhâlde. Seni sıkan şey gözümüzle gördüğümüz, elimizle tuttuğumuz şeylerin bir süre sonra yerinden kayıp gitmesinden kaynaklanıyor. Alıştığımız şeyler, hayatımızdan çıkıp gitti mi mutsuzluğa kapılabiliyoruz. Çocukken yaşadığımız bir sokağın bir süre sonra yıkılıp değişmesi gibi, gençken pırıl pırıl parlak olan güzel bir cildin zamanla kırışıp yaşlanması gibi. Yaşadığımız şehrin, evin, sevgilinin kokusu burnumuzun ucundan uçup gidince yalnızlığa kapılır, onları ne kadar çok sevdiğimizi o zaman anlarız.”

  • Добавить отзыв