Kayıp Kuşlar Sahili

Kayıp Kuşlar Sahili
Emin Göncüoğlu
Huzursuz giden evliliğinden uzaklaşan Reha, kendini dinlemek için ailesinin yaşadığı yazlığa gider. Burada toparlanmak ve dinlenmek istese de çevresinde olup bitenlere dâhil olur ve bir başkası için iyilik yapmanın tadına erişir. Reha’nın evinden uzakta geçirdiği süre, onun için bir değişimin başlangıcı olur. Sonrasında bir kitapçının tozlu raflarında unutulmuş, eski bir kitap onu asıl benliğiyle tanıştırır. O, artık eski Reha değil, kendini bilen ve yaşamı tanıyan biri olmuştur. “Güz rüzgârları artık daha sert esmeye başlamıştı. Yerler, yollar, parklar, solup sararmış ve dökülmüş ağaç yaprakları ile doluydu. Baktığım her köşeden, seyrettiğim her kareden mutsuz olacağım bir mana çıkarıyordum.”

Emin Göncüoğlu
Kayıp Kuşlar Sahili

Hep destekleyen Şehnaz’a sevgiyle…


BİRİNCİ BÖLÜM
Üstü makilerle kaplı yeşil ve kayalık tepe, uzun ve yüksek bir yay çizerek ötelerdeki vadinin başında son buluyordu. Tepenin eteklerine yayılmış geniş muz, portakal ve greyfurt bahçeleri şimdilerde burada, yani bu küçük köyde yaşayanların en önemli geçim kaynağıydı.
Yemyeşil bahçelerin batısına kümelenmiş, alt katı ahır veya depo olarak kullanılan çoğu iki katlı köy evlerinin önünden ince uzun siyah bir ip gibi geçen kara yolu ta ötelerde bahçelerin derinlerinde gözden kayboluyordu.
Kara yolunun meyve bahçeleri ile bezeli beri tarafında bu bölgenin insanları, diğer yanında yani deniz tarafında çoğu büyük şehirlerden ve soğuk, Kuzey Batı Avrupa ülkelerinden gelen ve bir kısmı devamlı kalan insanlar yaşıyordu. Köylülerin barındıkları evler ne kadar basit ve mütevazı ise, asfaltın diğer yakasında yaşayan yazlıkçıların ve yabancıların evleri de o kadar albenili ve şatafatlıydı.
Düzenli, tertipli çiçeklerin, ağaçların, yemyeşil çimenliklerin süslediği önlerde gösterişli villaların arkalarında da dört, beş katlı apartmanların bulunduğu siteler yan yana dizilmiş sahil boyunca göz alabildiğince uzanıyorlardı.
Sahille sitelerin arasına sıkışmış upuzun yürüyüş yolu, gerilerden gelip ileride çam ağaçlarının arasından küçük koyu dolanıp, iri kayaların üstünden atlayarak gözden kayboluyordu.
Çoğu zaman hırçın dalgaların dövdüğü esintisi hiç eksik olmayan iri kayaların oluşturduğu burnun gerisindeki Zeytinli Koy, parıltılı turkuaz renkli görkemli denizin tersine, rengini çevresindeki yüksek çam ağaçlarından aldığı koyu yeşil hâliyle her zamanki gibi kendisini seyreden insanlara mutluluk veriyor ve çok huzurlu görünüyordu.
Erken suya girmeyi seven sekiz, on kişinin ve demirlemiş yedi, sekiz motorlu küçük teknenin dışında deniz bomboştu. Evlerin önlerinde, çimenlerin arasına yayılmış, ağaçların gölgelediği kenarlarını çiçeklerin süslediği sevimli yürüyüş yollarında henüz kimseler yoktu. Geniş güneşliklerin ve ağaçların altındaki şezlonglar, onların yanındaki plastik sehpalar dağınık hâlleri ile bir önceki günün izlerini taşıyorlardı.
Hava nemliydi ve az da olsa sabah serinliği vardı. Uzun kumsallı sahilin gerisinden, renk renk çiçeklerin ve yeşil yapraklı ağaçların üstünden Zeytinli Koy’a baktım. Uyku mahmuru yorgun gözlerimi, turkuaz renkli denizin üstünde, ince, uzun; on beş, yirmi santim yüksekliğinde beliren yumuşak dalgaların ve beyaz köpüklerinin sahilde eriyip yok olmasında dinlendirirken, bulunduğum balkona arkadaki asfalt yoldan geçen taşıtların ve sahilde eriyip kaybolan dalgaların sesleri geliyordu.
Yandaki sitenin ayağı şortlu, başı hasır şapkalı, çakır gözlü, yanık tenli görevlisi Cezmi göründü ve eline aldığı uzun sarı hortumla bahçede ne var ne yok sulamaya başladı. Arada bir elindeki hortumu çimenlerin üstüne atarak, yerden kaldırdığı bir şeyleri en yakınındaki çöp kovasının içine attıktan sonra çiçeklerin, çimenlerin, lükstürümlerin, ağaçların diplerini sulamaya devam ediyordu.
Yaşlı bir kadın tasmasının kayışından tuttuğu sevimli beyaz bir köpekle yürüyüş yolunda ağır adımlarla ilerliyordu. İnsanların yalnızlığını köpeklerle paylaşması ne acı! Sonra onların peşinden orta yaşlı bir kadınla bir erkek göründüler. Yürürken arada bir duruyorlar, konuşmalarına öyle devam edip tekrar yürümeye başlıyorlardı.
Balkonda durmaktan sıkıldım ve içeri girdim. Salondaki kitaplığın önüne geldim, kitaplara baktım. Bazılarını çıkarıp sayfalarını karıştırıp tekrar yerine koydum. Kitaplığın köşesinde, oğlum Reha’nın karısı Naşide ile evlenmeden önce, yeni evliyken ve daha sonra çeşitli yerlerde çekilmiş fotoğraflardan oluşan bir köşe yapmıştı Esma. İçimden taşan bir hüzünle onlara baktım… Şimdi fotoğraf çektirmiyorlar artık, bunlar da eskiler… Mutsuz olduklarını biliyorum fakat elimden hiçbir şey gelmiyor ki.
Can sıkıntısıyla salondaki pencere camının önüne geldim. Yan sitenin bahçıvanı Cezmi elindeki tırmıkla çimenlerin üstünü iyice tarıyor, bir köşeye biriktirdiği çer çöp yaprak ne varsa iki avucuyla iyice desteledikten sonra götürüp çöp kutusuna atıyordu. Bizim sitenin bahçıvanı, bekçisi, her şeyi Nazmi henüz etrafta görünmüyordu. Nazmi biraz tembel biraz geveze olsa da site sakinleri onun sempatik, cana yakın tavırlarına yıllardır alıştıkları için yönetici Hayri Bey’in zaman zaman sinirlenip onu işten çıkarma teşebbüslerine karşı koyarak buna izin vermiyorlardı.
Göz kamaştırıcı ışıklarını denizin geniş yüzeyinde boylu boyunca parlatan güneş, ufuk çizgisinden biraz daha uzaklaşarak yükselmişti. Güneşin parlaklığına ve ısısına daha fazla dayanamayarak pencerenin önünden ayrıldım. Fakat ne yapacağıma bir türlü karar veremeyip salonun ortasında öylece bekliyordum. Bir süre arkamdan vuran güneşin oluşturduğu önümdeki gölgeme baktım. Kafamı kaşıdım, gölgemde kafasını kaşıdı. Ellerimi belime dayayıp başımı sağa sola çevirerek etrafı seyrettim. Ben ne yaparsam gölgem de aynısını yapıyordu. Ben hareketsiz durduğum için şimdi hareketsiz duran gölgeme bakıp, hayatın aslında anlayamadığımız fakat onlara alıştığımız için, anladığımızı zannettiğimiz bir sürü tuhaf şeyle dolu olduğunu düşündüm ve gölgemle birlikte mutfağa yürüdüm. O kayboldu ben buzdolabının kapısını açtım. Meyve bölümünden irice bir şeftali çıkarıp dilimleyip yedim. Mutfağın penceresinden görünen arkadaki evleri, uzaktaki köyün gerisinde kalan ve üstü makilerle kaplı tepenin bir kısmını eğilerek seyrettim.
Mutfağın küçük balkonuna çıktım, dışarıdaki çam ve iyot kokulu, nemli, temiz havayı derin derin içime çekince başım döndü. Düşmekten korktuğum için balkonun korkuluk demirlerine tutundum. Bir süre öylece bekleyip eski hâlime döndükten sonra evin içindeki sessizliğe daldım. İnce koridoru yürüyerek yatak odasına yöneldim. Bir süre kapıda durdum. Karımı, yani Esma’yı izledim. O kadar derin uyuyordu ki, odaya girişimi, sessizce yanına uzanışımı, bir süre beyaz tavanı seyredip birbiriyle ilgili, ilgisiz bir sürü şey düşündükten sonra yanından kalkışımı hiç fark etmedi bile.
Artık hayat onu daha fazla telaşlandırıyordu. Fakat buna çare bulmanın imkânı var mıydı? Hem tek sebep bu da değildi. Oğlumuz Reha’daki huzursuzluktu. Reha eski Reha değildi; çok değişmişti… Şimdi bütün enerjisini Reha’yı düşünerek yok ediyor, kendi kendini yiyip duruyordu. Odadan çıkmadan yüzüne baktım, gergin bir ifadeyle uyuyordu. Ona bakmak beni de geriyordu. En iyisi denize gidip yüzmek biraz olsun kötü düşüncelerin etkisinden kurtulabilirsem rahatlamaktı.
Banyoya girdim askıdan mayomu alıp giydim. Deniz havlumu alarak aşağıya indim. Site görevlimiz Nazmi ile karşılaştım. Çöp kovalarını boşaltmakla uğraşıyordu. Selamlaştıktan sonra havlumu bir şezlongun üzerine bıraktım ve Orhan’ın sahile terk edilmiş, römorkuyla birlikte çürümeye yüz tutmuş kayığının yanından sahile inip denizin kenarına geldim. Kumsal yumuşak, su ılık, deniz parıltısıyla göz kamaştırıyordu.
Ayaklarıma çarpan küçük dalgaların üstünden geçerek, berrak suyun içinde sağa sola doğru hızla yüzen küçük balık gruplarını izledim. Su bedenimi ipeksi yumuşaklığı ile omuzlarıma kadar sarınca, dönüp sahilden ne kadar uzaklaştığıma baktım. Elinde çöp kovaları ile gidip gelen Nazmi’yi ve evimi seyrettim.
Küçük balıklar sanki beni takip ediyormuş gibi etrafımda dolanıp durmaya, fırsat bulunca da orama burama, parmak uçlarıma ufak ısırıklar atıp beni gıdıklamaya çalışıyorlardı.
Başımı suya batırdım ve suyun uyarıcı serinliğini vücudumun her yanında hissettim. Sonra dışarı çıkardığım başımdan süzülen suları elimle sildim. Dudaklarımın kenarlarındaki tuzun tadını aldım. Açıklara doğru bir süre yüzdüm. Fakat sahilden epeyce uzaklaştığımı düşünerek endişelenip yüzmeye başladığım noktaya geri dönerek sahili izlemeye devam ettim.
Yürüyüş yolundaki çam ağaçlarından birinin gölgesinde başındaki tablasıyla dinlenen, on beş, on altı yaşlarındaki simitçi çocuğa baktım. Sonra simitçi çocuk simit isteyenler için sitelerin bahçelerine girip çıkarak epeyce uzaklaştı ve Zeytinli Koy da gözden kayboldu.
Benim gibi erkenci, iki orta yaşlı kadın başlarındaki güneş şapkaları ile konuşarak denize girdiler ve yavaş yüzerek bir hayli açıldılar. Gerçi bizim burada deniz sığ olduğundan çok açılsanız bile ayağınızın yerle teması kesilmediği için yorulsanız da dinlenme imkânınız oluyordu. Fakat bunu bilmeme rağmen ben sahilden çok uzaklaşmıyor, uzaklaşanları da anlayamıyordum. Benim için denizin hiçbir hâline güven olmazdı çünkü.
Nazmi bahçedeki işini bitirmiş olacak ki elindeki uzun saplı süpürgeyle sitenin önündeki yürüyüş yolunu süpürdü. Ardından eliyle alnını sildikten sonra nefeslenip sahile indi ve süpürgeyle kumların üstünü düzeltti. İnsanların gece geç saatlere kadar sağa sola savurdukları boş bira, kola, soda, su şişelerini, cips poşetlerini, sigara kutularını, naylon torbalarını tek tek toplayıp götürüp çöp kutusuna attı.
Etrafımda dolanan küçük yavru balıklar fırsat buldukça orama burama, ısırıklar atmaya devam ediyorlardı. Suya dalınca hepsi hızla uzaklaştılar yanımdan. Gözlerimle kumsalı taradım bir müddet. Güneş ışıklarının aydınlattığı deniz tabanında içi boş salyangoz ve midye kabuğu görerek alıp mayomun fermuarlı cebine koydum. Esma, saçma bulsa da denizden çıkardığım bu kabukları evde cam kavanozlarda biriktiriyordum. Bazen ölmüş yengeç ve denizyıldızına da rastladığım oluyordu ve Esma ise bunlardan hiç haz etmediğini yüzünü buruşturarak belli ediyordu.
Bugün bu kadar deniz yeterdi. Yavaş yavaş, suyun teskin eden, tedavi eden etkisini tenimde duyarak dışarı çıktım. Havlumun yanına gelip kurulandım. Daha ne yapacağıma karar vermemişken Nazmi çıkageldi sahilden.
“Asım Bey günaydın.” dedi ben elimdeki havlu ile ıslak saçlarımı ve yüzümü kurularken.
“Günaydın Nazmi, her yanı yine çok kirletmişler anlaşılan.” dedim. Nazmi sanki bu sözlerimle onu kayırıyormuşum gibi bana yanaşıp elindeki süpürgenin uzun sapını çevirerek,
“Ya bunlarda insanlık kalmamış inanın, yediniz içtiniz bari götürüp çöpe atın değil mi ya? Yani biz de insan evladıyız valla canım çıkıyor temizlemekten.” dedi.
Onun söylediklerine karşılık versem çenesi açıldığı için hiç susmaz, işler de öylesine kala kalırdı. En iyisi konuşmamaktı. Yoksul yüzüne ve güneş yanığı tenine bakmakla yetindim. Fakat o,
“Esma Hanım inmedi mi?” diye bırakmadı.
“Geç uyudu, televizyondaki film uzun sürünce uyanamadı.” dedim.
“Şu denizde dev dalganın batırdığı gemiyle ilgili film mi?”
“Evet, o işte…’’dedim ilgisizce.
Nazmi’nin güneş yanığı yüzünde şaşırmış gibi ifade belirdi ve gözlerini yüzüme dikerek
“Çok heyecanlıydı be ya!’’
“Bilmem ben pek sevmem o tür şeyleri. Bağırıp çağırmalar, inlemeler… Bizi mutsuz edecek zaten bir sürü şey var!”
“Ya bu yalandan Asım Bey, vakit geçirmek için be ya.”
“Vakit geçirmenin başka yolu yok mu? İnsanlar felaketleri izlemekten nasıl zevk alıyorlar anlamıyorum. Neyse bana müsaade güneş iyice yükselmeden biraz sahilde yürüyüp geleyim.” dedim ve Nazmi’nin daha başka bir şey söylemesine fırsat vermeden havlumu sırtıma örtüp, terliklerimi elime alarak kumsala indim. Gereksiz yere gerilmiştim.

İKİNCİ BÖLÜM
Kıyıdan denizin içine doğru beş, altı metre kadar uzanan ve aralarında yengeçler yuva yaptığı için Yengeç Kayalığı denen yerin yanından geçtim. Denize inenler ve sahil boyunca yürüyenler fazlalaşmıştı. Az açıklarda demirlemiş sürat motorları gövdelerine çarpan küçük dalgaların etkisiyle sallanıp duruyorlardı.
Bu saatte yürüyüşe çıkanların, denize girenlerin tamamı orta yaşlı veya daha üstüydüler. Böyle davranmalarında, son zamanlarda iyice moda olan spor yapmanın sağlık üzerindeki olumlu etkisine dair sözlerdi sanırım.
Birkaç site ötedeki küçük bakkaldan öteberi, gazete, ekmek almış dönen iki, üç tanıdıkla karşılaşıp selamlaştık. Güneş sağ yanımdan, deniz tarafından vuruyordu ve artan sıcağın etkisiyle yürüyüşümü zorlaştırıyordu. Yürüdüğüm sahil arkamda kalan Zeytinli Koy’dan itibaren uzun bir çizgi gibi ilerleyerek, uzaklardaki küçük kasabaya doğru uzanarak gözden kayboluyordu. Değişik boyutlardaki, kenarları vuran dalgalar tarafından yuvarlaklaştırılmış, renk renk çakıl taşlarını seyrederek yürümeye devam ettim. Kuma gömülmüş sarımtırak renkteki bir taşı eğilip alınca aslında kalp şeklinde olmadığını kuma gömüldüğü için öyle göründüğünü fark ettim; hayal kırıklığına uğrayıp suyun içine fırlattım.
Şezlongda güneşlenen, birbirinden konuşmadan uyuyormuş gibi uzanmış bir çiftin yanından geçtim. Adam dinç görünmesine rağmen yanında yüzüstü yatan kadının her tarafı kırışmış ve çatlamıştı. Kadınlar yaşlanınca daha bir kötü oluyorlar ve bakılmaz hâle geliyorlar. Boynumdan ve koltuk altlarımdan ter damlalarının süzülüşünü hissedebiliyordum. Yoruldum iyice. Daha rahat yürüyebilmek için terliklerimi ayaklarıma geçirip kumsaldan yürüyüş yoluna çıktım.
Mayomun deniz kabuğu koymadığım diğer cebimi kontrol ettim. Evin anahtarı ve biraz bozukluk vardı. Neyse ki bakkal dükkânı artık çok uzakta değildi. Buraya kadar gelmişken ekmek, gazete bir de içmek için küçük su alır, az dinlenir öyle dönerim diye düşündüm.
Esma uyanmıştır, gölge olan mutfağın balkonundan çevreyi seyrediyordur. Sabahları bunu yapmayı sever çünkü. Nihayet bakkala ulaşabildim. Tek yer olunca önü de içi gibi kalabalıktı. Yorulmuştum, bu sıcakta o kadar yolu nasıl dönerim diye yılgınlığa kapılıyordum. Dışarıdaki camın önünde, dönerli, telden gazetelikteki gazetelerin görünen manşetlerine baktım. Tamamında “Ankara Ulus’ta bir alışveriş merkezinde patlayan bomba ortalığı savaş alanına çevirdi.” tarzında korkunç fotoğraflar eşliğinde haberler vardı.
Gazete almaktan vazgeçip sadece bir somun bir de küçük su alıp çıktım. İç parçalayıcı, ürkütücü fotoğraflar moralimi bozmuştu. Bir çam ağacının gölgesine sığınıp, aldığım soğuk suyun birazını içtim biraz da başıma döktüm serinlemek için. İyi ki de almadım gazeteyi yoksa Esma’nın çenesi kapanmazdı artık. O benden daha çok etkileniyor böyle haberlerden. Televizyon söyleyip geçiyor gazete öyle değil her saat gözünün önünde. İçimi sıkıntı bastı, etrafımı kederle seyrettim. Dünyada rahatlık yoktu doğrusu.
Çam ağacının gölgesinden çıkıp epeyce yürüdüm, yorulunca üstünde özel bir okulun isminin yazılı olduğu bankta oturup dinlendim. Mucizevi bir şekilde denizin üstünde parlayan güneş ışıklarına, açıklara doğru usta bir yüzücü gibi kulaç atan birisine, sabah sükûnetini kaybedip şimdi dalgaları sahile daha sert vuran denize, henüz insansız boş şezlonglara, bahçelere, içindeki ağaç ve çiçeklere tek tek ısrarla baktım. Etrafı yorgun gövdemin içinden değil, eski bir aracın kirli camından izliyormuşum gibi bir hisse kapıldım. Algıladığım bütün görüntüler geçmişte yaşadığım tatlı tatsız bir sürü şeyin düşüncesi ile birbirine karışınca kendimi daha bitkin hissettim.
Oturduğum yerde güneş daha çok yakıyordu. Kalktım eve doğru yürümeye devam ettim. Emekli Öğretmen Rauf Bey’le karşılaşınca durup ayaküstü bir iki laf ettik. Tansiyonun yakasını bırakmadığını ilaç kullanmasına, hem de sabah akşam kullanmasına rağmen bu illetin yine de vücudunun bir yerini bir gün vuracağını kaygıyla anlattı. Gönlünü hoş etmek için birtakım sözler söylediysem de pek etkili olmadı. Yüzündeki yaşlı yorgun ve mutsuz ifadeyle ayrıldı gitti yanımdan. Onun mutsuz, karamsar hâli bana da bulaşmıştı.
Denizin yüzeyinde güneş ışıklarının yaptığı parıltılı gösteri artarak devam ediyordu. Şortlu, askılı penyeli, kulaklarındaki kulaklıklardan müzik dinlediği anlaşılan iki güzel genç kız geçti hızlı bir yürüyüşle yanımdan dünyaya meydan okurcasına; gençlik güzel şeydi. Fakat zaman bir süre sonra birçok şeyi elimizden aldığı gibi onu da elimizden alıyordu! Onların arkasından orta yaşlı, kilolu bir hanım ve diğerleri geçti…
Sağ yanımda, önlerindeki bakımlı bahçelerin gerisinde yan yana sıralanmış sitelere ait villaların, daha arkadaki apartmanların, gün doğuşuna bakan yüzleri insanın gözlerini alacak kadar aydınlık, balkonlarının tamamı ise insansızdı.
Gençler, çocuklar geç uyuyup geç uyandıkları için henüz ortalık hareketsizdi. Etrafta sadece, iyotla karışık çiçeklerin nemli kokusu, dalgaların kumsalda erirken çıkardığı sesler ve çevredeki ağaçların dalları arasına gizlenmiş böceklerin, kuşların cıvıltıları duyuluyordu.
Daha henüz Yengeç Kayalığı’na yetişememiştim bile, fakat terden ıslanan havlum sanki sırtıma yapışmıştı. Oraya varınca kendimi eve ulaşmış gibi hissediyor rahatlıyordum. Küçük plastik şişede kalan son bir damla suyu da içip, boşalan şişeyi yol kenarlarındaki küçük çöp kovalarından birine atarak yoluma devam ettim.
Sol yanımdan vuran güneş boynumun ve kulağımın o tarafını acımasızca yakıyordu. Neyse ki sitemizin bahçesine girdim. Şezlonglarda sere serpe güneşlenen üç genç kadınla iki adam gördüm. Misafir olmalılar, tanıyamadım çünkü. Nazmi’yi arayan gözlerim onu bulamadı. Yine de Allah bilir ama bence bir ağacın gölgesine girmiş fosur fosur sigara içiyordur. Aman bana ne canım ne yaparsa yapsın, sitenin bakanı var edeni var değil mi?
Apartmanın sesiz merdivenlerini tırmanırken, mozaik basamaklarda yıllardır değişmeden duran ve tuhaf bir şekilde her birini, tanıdığım bir nesneye veya canlıya benzettiğim lekelere bakarak yukarı çıktım. Daire kapımızın önüne geldiğim zaman kendimi daha yorgun ve tedirgin hissettiğimi fark ettim.
Kapıyı gürültü etmeden sessizce kapattım. Ekmeği mutfaktaki masanın üstüne bıraktım. Havlu sırtımda kuruduğu için götürüp banyoya astım. Bacak aram, tuzdan birazcık yanıyordu. Pişik mi oldum ne? Uzunca bir duş aldım, iyice ak düşmüş ve seyrelmiş saçlarımı aynada bir güzel taradım. Güneş yanığı tenime baktım hoşuma gitti.
Yatak odasına yöneldim. Esma içeride yoktu. Onu mutfak balkonunda somurtmuş çevreyi seyrederken buldum.
“Günaydın.” dedim.
Saçları özensiz, yüzünün rengi soluk, sarı sabahlığının eteklerini nedense azıcık yukarı çekerek, kısık gözlerle Zeytinli Koy’u seyrederken insanı mutsuz eden bir sesle,
“Merhaba.” dedi.
“Acıkmadın mı?” dedim.
Umursamaz bir edayla,
“Hayır.” dedi.
“Benim midem kazınıyor, çay koyayım mı?” dedim. İlgisizce,
“Sen bilirsin.” dedi.
“Denize inmiyor musun?”
“Canım istemiyor.”
“İyi gelir, açılırsın.”
“Gazete aldın mı?”
“Ekmek aldım sadece.”
“Neden?”
Bir süre susup ne diyeceğimi tasarladım.
“Çok kötü haberler vardı da…”
Yüzüme dik dik bakarak sinirlice,
“Sen gazete almayınca kötü haberler yok mu oluyor ki?” dedi. Ne diyeceğimi bilemedim, telaşlandım. Sonra,
“Bize ne canım her gün yüzlerce olay oluyor. Bir de bunu mu dert edineceğim kendime?” dedi hiç ummadığım bir şekilde.
Fakat sesindeki sitem sözlerindeki umursamaz ifade canımı sıkmıştı. O iç sıkıntısıyla sen, seni doğrudan ilgilendirmeyen şeyleri ne zaman kendine tasa edip üzüldün, diye içimden geçirdim öfkeyle. Ne düşündüğümü anlamış gibi dönüp yüzüme manalı manalı baktı. Bu bakışlardan ürktüm ve,
“Neyse ben çayı koyayım da.” dedim ondan kaçmak istercesine. Sesini çıkarmadı. İlişki kurmaktaki isteksizliğini ilk gördüğümde fark etmiştim.
Demliğe su koyup ocağın üstüne oturttuktan sonra buzdolabından vişne reçeliyle siyah zeytini ve örük peynirini çıkarıp masanın üstüne koydum. Üst dolaptaki bardaklara yönelirken, kahvaltıyı rahat ve huzurlu yapalım diye balkona doğru yumuşakça seslendim.
“Uyumadan önce gerilim filmleri seyretmeyin, diyor ruh hekimleri.” dedim. Sesime ses gelmeyince ekmeği dilimleyip öylece bıraktıktan sonra ön balkona çıktım. Bahçede Nazmi, birileri ile konuşuyordu. Alımlı iki kadın yanlarından geçip sahile indiler.
Esma biraz önce nasıl bıraktıysam hâlâ öyle pörsümüş gibi oturuyor, çevreyi amaçsız, boş gözlerle seyrediyordu. Vaktin ilerlemesiyle yandaki dairelerin balkonlarına girip çıkmalar başlamıştı. Kimisi tembel adımlarla kahvaltı masalarının kurulmasına yardım ederken, diğerleri ya oturuyor ya da ayakta dikilip çevreyi gözlüyorlardı.
Geniş, beyaz bir bulut denizin ortasından mavi gökyüzüne doğru topak topak uzanmış, güneş ışıklarının altında mucizevi bir görüntü oluşturarak ışıl ışıl parlıyordu. Esma ile bir süre konuşmadan çevreyi birlikte izledik. Sonra fokurdayan demliğin başına geldim ve çayı atıp demlemeye bıraktım. Ön balkona gittim. Bahçede gözlerimle Nazmi’yi aradım fakat göremedim. Balkon demirlerine yaslanarak sahile doğru yeni inenlere, denizde yüzenlere, salınan motorlara, Zeytinli Koy’a ve onun daha ötelerindeki ufuk çizgisine, orada hayal meyal görünen fakat büyük olduğu anlaşılan bir gemiye baktım.
Çay demlenmiş olmalıydı. İçeri dönüp bardakları doldurup Esma’ya gelmesi için seslendim. Onu beklerken vişne reçeli ile zeytinin yerini değiştirdim. O vişne reçelini, ben zeytini daha çok sevdiğimiz için vişne reçelini ona, zeytin tabağını bana yakın koydum; örük peynirini her ikimiz de sevdiğimiz için ortaya. Bal çıkarmayı unutmuşum, çayımıza şeker yerine bal koyuyoruz. Küçük kavanozdaki çam balını dolaptan alıp masaya bıraktım. Ve bir çay bardağı alıp bal koyarak karıştırırken Esma’nın balkon kapısından gireceği yöne baktım. Gelen olmayınca mutfak penceresinden görünen gökyüzünü seyre daldım. Zihnim nedense çocukluğuma, dedemle ve ninemle yaşadığım hatıralara kaydı. Sonra Esma girdi içeri, geçti oturdu karşıma. Çayına bal koyarken,
“Deniz çok güzel.” dedim. “Sırf bir şeyler söylemek için. O ise yüzündeki memnuniyetsiz ifadeyi değiştirmeden,
“Aman canım, her zamanki deniz işte!’’ dedi.
“Sıkıldıysan kasabaya inelim.’’ dedim.
“Orada bir şey mi var sanki?” dedi.
“Sinemaya gideriz…”
“Bu sıcakta uyuyanları seyretmek için mi?”
“Okuyacak kitap kalmadı, kitapçılara uğrar yeni çıkan bir şey var mı bakarız.”
“Hep aynı lakırdılar, yeni bir söz söyleyen yok.”
“İlaçlarım bitti bitecek…”
“Sıkıldın sanırım. Ben gelmek istemiyorum. Sen git bazı eksikler var dönüşte onları da alırsın.”
“Gelseydin değişiklik olurdu. Bana da arkadaşlık ederdin.”
“Nazik Hanım çağırdı, öğleden sonra bahçede toplanacağız. Herkes bir şey yapıp getirecek.”
“Sen ne yapacaksın?”
“Patatesli börek.”
“İyi.”
“Bazı isteklerim var yazıp vereyim unutursun şimdi.”
“Tamam, yaz ver. Sağlık karnemi gördün mü?”
“Bilmem, nereye koyduysan oradadır. Ne ile gideceksin?”
“Dolmuşla, benzin fiyatları uçtu gidiyor araba kalsın.”
“Petrolü olan ülkeler parayı ne yapıyorlar, bilmiyorum ki.”
“Batılı ülkelerden mülk alıyorlar bolca, afiyetle yiyorlar.’’ dedim.
“Hah Batı… Kendilerini dünyanın aklı zanneden, kendilerine medeni fakat diğerlerine karşı vahşi ve acımasız, masum olmayan, küstah insanlar topluluğu.”
“İnsanoğlu masum değil.”
“Onlar hiç değil, üstelik çok zalimler.”
“Güçlü olan her zaman zalim değil mi? Masum gibi görünenler zayıf olduklarından. Esasen güçlüyken iyi olmak önemli, zayıfa elini uzatmak önemli. Bu kadar maddileşmiş bir dünyada güçlülerin iyi olmasını gerektirecek nedenleri yok.” dedim, durdum. Sonra,
“Gözyaşı zulüm hiç eksik olmadı yeryüzünde.” dedim.
“En çok gözyaşını Batılılar akıttı, ağlattı. Siyah beyaz hiç fark etmedi onlar için, toprakların altında üstünde ne varsa çaldılar, çırptılar!”
Esma öfkeden titrer gibi konuşuyordu. Bu tür sohbetleri ara sıra yapardık ama bu kadar kızgınca değildi…
“Çok asabisin bu sabah.” dedim. Aslında bunun nedenini hem o hem de ben iyi biliyorduk. Esas söylemek istediği bunlardan başkaydı, içindeki kızgınlığı başka tarafa yönelterek hem kendinden hem de ruhunu bir kezzap gibi yakan Reha’nın hayatında olup bitenlerden kaçıyordu. Hiç sakinleşmemiş bir edayla yüzüme baktı ve,
“Neyse, sen gitmiyor musun?’’ dedi, kendinden emin olmayan ve sanki her şeye küsmüş titrek bir sesle.
“Birazdan çıkarım.” dedim.
“Getireceklerini bir kâğıda yazacaktım.” dedi kendi kendine söylenerek
“Unutmam ama sen yine de yaz.” dedim.
“Geçen defa yazmadım diye istediklerimin yarısını getirmedin.”
Esma içindeki mutsuzluğu yüzünde iyice belirginleştirerek masadan kalkarken ben çatalın ucuyla önümdeki tabağın içindeki siyah zeytin taneleri ile oynamaya devam ettim. Gayesizce bir süre ön balkonda çevreyi seyrettikten sonra yatak odasına gidip giyindim. Sağlık karnemi şortlarımdan birinin arka cebinde bulunca sevindim. Kimliğimi, cebimdeki parayı, banka kartını kontrol ettim.
Koridora çıktığımda Esma’nın beni dış kapının arkasında somurtmuş, elinde küçük bir kâğıtla beklediğini gördüm. Onun o hâli içimi acıttı. Oysa yeni evlendiğimizde ne kadar parlak, canlı ve neşeli bir yüzü vardı. O zaman en küçük şeyden olumlu, mutlu olunacak bir şey çıkarır hem kendisini hem de beni sevindirirdi. Ya şimdi, dünyaları versen umurunda değil…
Ayakkabımı giymeden önce elinde, getirmemi istediği şeyleri not aldığı küçük kâğıdı almak isterken, vermek istemezmiş gibi geri çekilip, solgun ve gergin yüzünün ortasındaki yorgun, yılgın gözlerini gözlerime dikerek, insanı suçlu hissettiren bir ses tonuyla,
“Reha telefon açtı gelemeyeceklerini söyledi.” dedi. Şaşırdım durakladım ve içimde anlaşılması zor bir kargaşa hissettim.
“Ne zaman aradı?” dedim.
“Dün gece sen uyurken.”
“Peki, daha sonra mı geleceklermiş?”
“Hayır hayır Urla’ya gideceklermiş, ama yalan söylediğini sezdim.”
“Ne varmış canım Urla’da? Hem daha geçen sene oraya gitmediler mi?”
“Ona kalsa gelmek ister de neyse şimdi konuşmayayım yine.” dedi Esma hınçla.
Bu çocuğun bir dediği diğerini tutmuyor. Fakat aslında Esma haksız sayılmaz. Gelmek istemeyen Reha değil karısı. Yoksa insan bir yıldır görmediği, sadece telefonda o da ayda bir iki cümle konuştuğu anne ve babasını neden görmek istemesin ki? Esma Reha’nın karısını kastederek,
“Çok inatçı kör olası çok…” dedi çaresiz bir sesle.
‘‘Hah sanki çok meraklıyım da seni görmeye!” diye sonra ekledi.
“Bir de ben görüşeyim Reha’yla, annen geleceksiniz diye o kadar sevindi, hazırlandı derim. Sen merak etme e mi? Ver şu kâğıdı da gideyim.”
Esma çaresizce ama umutla yüzüme baktı.
“Konuş şununla.” dedi sanki ne dediğinin farkında değilmiş gibi. Fakat alttan alması içimi biraz olsun ferahlatmıştı.
“Patatesli börekten bir dilim ayır olur mu?” dedim. Fakat ne söylediğimi anlayıp anlamadığından çok da emin değildim.
Ne kadar zayıf ve kırılgan olduğunu görebiliyordum. Onu biraz olsun rahatlatmak için, yer yer kırışmış, parlaklığı gitmiş ılık ve yumuşak yanağını, alnını okşadım.
“Evet, konuş yoksa hiç affetmeyeceğim!”
“Tamam canım! Sen şimdi üstünü değiştir, sahile in biraz yürü, sonra denize gir. İnan bana ne kadar iyi geldiğini göreceksin.” dedim.
İsteklerini yazdığı küçük kâğıdı yavaşça elinden alırken o boş boş yüzüme bakıyordu. Kapıyı açıp dışarı çıktığımda ter içinde kaldığımı fark ettim. Sol arka cebime koyduğum mendilimi almak istedim, yerinde yoktu. Esma yıkarken çıkarmış olmalı. Geri içeri girmeye cesaret edemedim. Can sıkıntısıyla avucumun içiyle alnımı, boynumu silmeye çalıştım.
Karşı komşumuzun, kapısının yanına bıraktığı plastik çöp torbasından, ekşimiş, pis kokulu sıvı sızmıştı yere. İçimdeki sıkıntı daha da arttı.

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Merdivenlerden acele etmeden, dikkatlice aşağı indim. Dengem yerinde değildi ve sersem gibiydim. Geçen gün acele indim de düşüp bir tarafımı kırmaktan son anda kurtuldum. Ucunda yatak yorgan yatıp rezil olmak var. En iyisi dikkatli olmak, ne gerek var aceleye?
Apartmandan dışarı çıkınca, havuz başında genç yöneticimiz Hayri Bey’le konuşan tanımadığım iki kişi gördüm. Yanlarına yaklaşınca merhabalaştık. Nazmi’yle karısı Şerife de geldiler. Havuzun arıtmasında bir sorun varmış onu öğrendim ve yoluma devam ettim.
Sitenin yayalar için ayrılmış küçük demir kapısından kara yoluna çıkıp otobüs beklemeye başladım. Sabah olmasına rağmen sıcak ve nemli hava insanın nefes almasını zorlaştırıyordu.
Araçlar sağlı, sollu yıldırım hızıyla geçiyorlardı önümden. Beklemekten sıkılınca ileri, geri gidip gelirken bir yandan da beni kasabaya götürecek olan otobüsü kontrol ettim.
Daha önce görmediğim, gri metalik renkli lüks bir araç çıktı ağır ağır sitenin geniş kapısından, sonra da hızla önünde giden araçların peşine düşüverdi.
Beklemekten hem sıkılmış hem de yorulmuştum. Uykum geldi; geri dönüp evde uyumak istedim. Fakat bu çok saçma olurdu ve ayrıca Esma’dan da çekiniyordum. Derin derin esnerken, başımı dik tutup uyanık durmaya çabalarken gözlerimi ovuşturdum.
Askılı bluzlu, kısa şortlu, alımlı güzel bir kız az önce salınarak ve güzelliğinin, gençliğinin tadını çıkararak yürüyüp geldi. Yolun kenarında, sabah rüzgârında uçuşan sarı saçlarına aldırmadan, kibarca arabaların geçişini kontrol ettikten sonra, son derece çekici hareketlerle gözden kayboldu.
Beni kasabaya götürecek otobüs hızla gelen araçların gerisinde belirince, üstümdeki miskinlik kaybolur gibi oldu. Yolun kenarına iyice yaklaştım ve önümde duran açık kapıdan kendimi içeri attım. Boş bir yer bulup oturdum. Biraz yola baktıktan sonra uyumuşum. Kasabaya yakın bir durakta otobüs yolcu indirirken uyandım. Hep yaptığım gibi ceplerimi kontrol ettim yere bir şey düşürmüş müyüm, diye. Hepsi yerli yerindeydi.
Güneş enerjili, çanak antenli, üst üste yığılmış çirkin yapıları geçmeye başladık bir bir. Hayli kalabalıklaşan yoldaki trafik telaşını seyrettim. Etraftaki sevimsiz yapıların duvarlarına ve pencere camlarına vuran güneş ışıkları insanın gözlerini alıyordu.
Akaryakıt istasyonlarını, lüks otelleri, mobilya mağazalarını, market ve lokantaları peş peşe geçtik. Boğaziçi Üniversitesinin şöhretinden yararlanmak için adını Boğaziçi koyan dershanenin önündeki durakta indim. Oradan sahile doğru yürüdüm. Belki bir çay bahçesinde oturup bir kahve içer biraz dinlenirdim.
Ara yollardan dolaşarak küçük pastane, bakkal, internet kafe, manav, kundura tamircisi, kırtasiye, berber gibi iş yerlerinin önünden geçerek sahile ulaştım. Mavi deniz bütün haşmetiyle karşımda duruyordu.
Önümdeki büyük ikili yolu atlayarak, yemyeşil çimenliklerin içinde boy veren ağaçların altından, sevimli süs havuzlarının yanından geçtim. Bir süre büyük bir kauçuk ağacının geniş koyu gölgesinde soluklanırken, ufuk çizgisinde hareketsizmiş gibi duran dev bir yük gemisini, daha berilerde salınan balıkçı teknelerini seyrettim.
Ellerini birbirinin beline, dolamış genç âşıkların, yabancı turistlerin, yürüyüş yapanların bisiklete binenlerin, başıboş gezen işsiz ve emeklilerin yanından geçerek denizin tam kenarına geldim.
Rüzgârların kabarttığı hırçın dalgaların büyük bir gürültüyle çarptığı iri kayalardan gelen sesler insanı oldukça ürkütüyordu. Karşıma çıkan ilk çay bahçesinde biraz dinlenip bir kahve molası verdikten sonra tekrar yollara düştüm. Her zaman gittiğim sağlık ocağında ilaçlarımı yazdırıp karşısındaki eczaneden aldım.
Reha’nın ne diyeceğini bilmediğim için henüz onu aramaya cesaret edemiyordum. Yaya yollarından geçerken hızla üstüme gelen araçlara sinirlendim. Kurallara uymadıktan sonra lüks araçlara binmenin bir değeri var mıydı ki?
Uygarlık bir anlamda kurallara uymak değil midir?
Sıcaktan, nemden bunalmış, boğazım kurumuştu. Karşıma çıkan küçük bir pastaneye girip soğuk bir limonata söyledim. İçerisini büyük göstersin diye küçük dükkânın bir duvarını boydan boya aynayla döşemişlerdi. Limonatamı beklerken, aynada sararmış, solmuş, yer yer kırışmış yüzümü görünce bu ben miyim, diye bir tuhaf oldum.
Biz şununla bununla uğraşırken zaman su misali akıp gitmişti. Gençlik başlı başına bir güzellik; yaşlılıksa mutsuzluklar, hastalıklar durağı… Neden bir trajedi ile biter ki insanın hayatı?
Reha’nın numarasını iki defadır yanlış arıyorum. Aynada aniden yüzleştiğim yaşlı, yorgun, zavallı görüntüm zaten pek de berrak olmayan zihnimi karıştırmıştı.
Reha uzun bir beklemeden ve ısrarımdan sonra açtı telefonu. Çok meşgul olduğunu beni akşam arayacağını söyledi.
“Geliyorum diyorsun sonra da fikir değiştiriyorsun.” diye sitem ettim. Fakat o duymazlıktan geldi.
“Tamam, ben seni ararım.” dedi ve telefon kapandı.
Yüzüme şiddetli bir yumruk yemişim gibi sarsılmıştım. Reha’nın sesi o kadar kuru ve duygusuzdu ki bu içimden bir şeylerin kopmasına yol açmış, beni yormuştu. Bir süre öylece kalakalmıştım karşımdaki aynanın içinde. Kendimden, zihnimdeki kötü ve çirkin düşüncelerden kaçıp kurtulmak ister gibi bir duygu içindeyim. Bir ses, o sesin tınısı, küçük bir davranış insanı nasıl olup da içinden çıkılması mümkün olmayan bir kuyuya savurabiliyordu daha iyi anlıyordum.
Ben, Reha’nın bana az şey söyleyerek, ruhumda çok şeye yol açtığı fırtınayla boğuşurken, dışarıda taşıtlar ve insanlar bitmek bilmez bir enerji ile hareket hâlindeydiler.
Küçük pastaneden dışarı çıktığımda etrafımdaki her şeye yabancıymışım gibi bakıyordum. Karşıdan gelen ve yürümekte zorluk çeken beli iki büklüm olmuş, her tarafı titreyen, yüzü kırış kırış, elindeki bastona güçlükle dayanan yaşlı kadını görünce, hayatın hepimize karşı çok acımasız olduğunu düşündüm.
Gücümün büyük bir bölümü toprağa karışıp yok olmuştu sanki. Bu hâlde elektrik ve su parasını yatırdım. Esma’nın istediklerini aldım ve yazlığa döndüm.

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
Ev sessizdi ve kimse yoktu. Balkona çıktım ve Esma’nın eve dönmesini bekledim.
Deniz kalabalıktı. Bahçede gözlerim Esma’yı aradı fakat yoktu. Bu sıcakta şezlonglarda bronzlaşmak için çabalayan, gençlere, kadınlara, erkeklere, masalarda okey, tavla oynayan veya konuşan insanlara baktım. Ankara’yı özlediğimi fark ettim. Ne gariptir ki oradayken de bütün bir kış boyu buranın hayali ile yaşıyordum. Gözlerim etrafta isteksizce gezerken telefonda arayan bir arkadaşla gönülsüzce çene çaldım. Telefonda konuştuklarımın hiçbirini hatırlamıyordum. Güneş denizin üstünde parlak ışıkları ile oyun oynarken ne yazık ben buna eşlik etmekten çok ötelerdeydim.
Esma yukarı çıkıp börek götürdüğü boş cam tepsiyle içeri girerken, ben salonda oturmuş, televizyondan dün Ankara’da patlayan bomba ile ilgili haberlerin detaylarını tekrar tekrar izliyordum. Esma göz ucuyla bana bakarak mutfağa geçti.
Cumhurbaşkanı’nın, Başbakan’ın, Meclis Başkanı’nın, Genel Kurmay Başkanı’nın olaydan duydukları üzüntüleri, terörle kararlılıkla mücadele azmi içinde olunacağı, Ulu Önder Atatürk’ün kurduğu, çağdaş, laik, demokratik cumhuriyetin ilelebet yaşayacağı, memleketimizin bölünmez bütünlüğüne zarar vermek isteyen alçakların yaptıklarının hesabının mutlaka sorulacağını, içte ve dışta bunlara yardım ve yataklık edenlerin en ağır ceza ile cezalandırılacağı gibi yıllardır dinlemekten usandığımız beylik sözler söyleniyordu televizyonda! Sorunlarımızı çözmekte yeteri kadar becerikli değildik sanırım!
Ağlayan ölü ve yaralı yakınları, etrafa savrulmuş ve üstü gazete parçaları ile örtülü insan bedenleri, yanmış, parçalanmış otomobiller, sağa sola koşan insanlar, polisler, yaralı taşıyan ambulanslar, iş yerlerinin havaya uçmuş vitrinleri, yanmış eşyaları, yıkılmış duvarlar, pencereler, cam kırıkları bir savaş sahnesinden beterdi ve seyredilecek gibi değildi.
Bu yorgun, hırpalanmış ülkeye bahar gelir mi acaba? Ben bunu ölmeden önce görür müyüm?
Esma’nın,
“Yeter, baktın o haberlere!” dediğini duyunca irkildim, kalktım kapattım televizyonu. Mutfağa onun yanına gitmeyi düşünürken nedense balkona çıkıp sandalyelerden birine oturdum.
Güneş arkadaki köyün gerisinde kalan, yüksek tepelerin arkasına kaymış olsa da kızıl ışıkları, ufuk çizgisindeki denizle gökyüzünü al rengine boyayarak birbirine karıştırmıştı. Sarı renkli bir sürat motoru peşinde beyaz köpükten izler bırakarak denizin içinde oyun oynuyor, bir o yana bir bu yana dalgaların üstünde zıplayarak gidip geliyordu.
Site yöneticimiz Hayri Bey, Emekli Öğretmen Muzaffer Bey, Müteahhit Mehmet Bey, Emekli Hâkim Raşit Bey ve Almanya’da işçi olarak çalışan Nurettin Bey’le denizden çıkmış, konuşarak, duşlara doğru ağır ağır geliyorlardı.
Çimenlerin üstünde oynayan çocukları, çoğu tanıdık, şezlonglarında güneşlenenleri, ağaçların gölgesindeki masalarda oyun oynayıp çene çalanları, bahçenin köşesine kurduğu ocaktan insanlara çay yetiştirmeye çalışan Nazmi’nin karısı Şerife’yi, onun berisindeki, etrafı açık bez çadırın altında hamur açıp peynirli, patatesli gözleme pişiren, neredeyse seksenine dayanmış ama çalışmaktan ve hayattan vazgeçmeye niyeti olmayan, Nezire Nine’yi ve gözlemelerinin pişmesini sabırsızlıkla bekleyenleri izledim.
Esma balkona yanıma gelince, ilgisizce ona baktım. Sabaha göre daha iyi görünüyordu. Geçip karşımdaki sandalyeye oturdu. Bir müddet hiçbir şey konuşmadan birlikte izledik çevreyi. Böyle sessiz ve sakinmiş gibi görünsek de zihnimizin içi fokur fokur kaynıyordu.
Nezire Nine’nin pişirdiği gözleme kokuları, denizden esen nemli ve yosun kokulu rüzgâra karışarak burnuma kadar geliyor, öğlenden beri hiçbir şey yemediğim için açlığımı tahrik ediyordu.
“Ne zaman geldin?” dedi Esma sorgulayıcı bakışlarını yüzümde gezdirerek.
“Bir saatten fazla oldu.”
“Kasaba sıcak mı?” dedi öylesine laf olsun diye.
“Burası gibi…”
“Ya Reha?” dedi esas duymak istediklerini sabırsızlıkla beklerken.
Ne desem ki? Şerife yaşından ve kilosundan beklenmeyecek bir çeviklikle elindeki küçük tepsinin içinde isteyenlere çay götürüyor, boşalan bardakları çay ocağının yanındaki evyenin içinde deterjanlayıp özenle yıkıyordu.
Akşam güneşi arkadaki tepelerin gerisine iyice kayınca, önümüzdeki denizde, sitelerin önünde uzanan süslü bahçelerdeki ağaçlarda, çiçeklerde, çimenlerde ve insanların üstünde huzurlu bir gölge belirmişti.
Nasıl tepki vereceğini bilmediğim için, daha doğrusu ürktüğüm için Esma ile konuşmaya çekiniyordum.
İnsanlar ve özellikle yaşlılar birer ikişer denizden çıkıp duşlara doğru gelmeye başlamışlardı. Emekli Hâkim Raşit Bey, emekli İngilizce öğretmeni karısı Leyla Hanım elinde siyah paletleri, tanımadığım iki genç hanımla konuşarak denizden çıktılar. Esen rüzgârdan üşüdükleri hâllerinden anlaşılabiliyordu.
Esma’ya baktım oturduğu yere âdeta çökmüş ve somurtmuş bir yüz ifadesi ile diyeceklerimi bekliyordu.
“Çocuğun işi başından aşkın, bizi akşam arayacağını söyledi.”
“Başka bir şey konuşmadınız mı, hepsi bu mu?” dedi hayal kırıklığı dolu bir sesle.
“Dedim ya çok meşguldü.”
“Çok mu meşguldü?” dedi Esma her an patlayacakmış gibi.
“Evet, annen üzülüyor dedim! Bana bir dilim börek ayırdın mı?” dedim konuyu değiştirmek için.
“Ah unuttum!” dedi Esma yaptığına üzülmüş gibi. Fakat bunu çabucak unutup zihnini kurcalayan esas konuya geldi.
“Kaçta ararım dedi?’’
“Bir şey demedi sadece akşam ararım dedi. Eve gidince arar herhâlde.”
Sözümü tamamlamıştım ki konsolun üstüne bıraktığım telefonum çaldı. Esma bir yığıntı gibi duran gövdesini dikleştirerek yerinden fırlamış, bir koşuda içeri dalmıştı. Gözlerim batan güneşin etrafta oluşturduğu hüzünlü fakat huzurlu görüntülerin üzerinde dolaşırken aklım onunla birlikte içeri uçmuştu.
Esma seslenince irkildim. Yerimden doğrulup içeri girdim Elindeki telefonu sinirli sinirli sallayarak yüzüme doğru uzattı ve,
“Muzaffer Bey seni istiyor!” dedi. Oysa o Reha diye koşmuştu telefona…
Emekli Öğretmen Muzaffer Bey, yemekten sonra arkadaşlarla aşağıya çay içmeye, oyun oynamaya inileceğini, beni de beklediklerini, söyledi. Ben de, bugün kasabaya gittiğimi ve kendimi yorgun hissettiğimi fakat biraz dinlendikten sonra belki gelebileceğimi söyledikten sonra telefonu kapattım.
Durduğum yerden balkona baktım, döndüm mutfağa girdim. Esma’yı göremedim. Evin kuytu köşelerine gölgeler yerleşmişti. Loş koridoru geçtim. Işığı yaktım, nefes alıp verişlerimden, ayak tıkırtılarımdan ve banyodaki musluktan kovanın içine şıp şıp diye damlayan asap bozucu su sesinden başka ses yoktu içeride.
Yatak odasına yöneldim, kapıda durdum baktım. Geniş yatağın kenarına oturmuş öylece düşünüyordu. Koridordan içeri süzülen ışıklar, yüzünün görünen yarısını hafifçe parlatıyordu. Bir an ürktüm ondan. Benim orada olduğumu bilmesine rağmen hiç yokmuşum gibi davranıyordu. Aramızda, birçok nedenden çıkan gerilimlerden bıkıyor ve yoruluyordum.
“Acıkmadın mı?” dedim belki onun kendisini biraz olsun iyi hissetmesini sağlarım diye. Bana hiç dönmedi, bakmadı bile.
“Hayır!” dedi donuk bir sesle, sonra ekledi,
“Aşağıda bir sürü ıvır zıvır şey yedim. Dolapta dünden kalma türlü ve pilav var ısıt ye!” dedi insanı iyi hissettirmeyen soğuk bir edayla,
“Sen de gel birlikte otururduk…” dedim.
“Belki sonra.” dedi etrafındaki huzursuzluğun içinden.
Can sıkıntısıyla mutfağa döndüm. Açlıktan midem kazınıyor, başım dönüyordu. Dolaptaki türlü ve pilavı çıkarıp bir parça ekmekle yedim.
Balkona çıktığımda hayret edici bir şekilde deniz kabarmış, rüzgâr karaya doğru sert esiyordu. Ufuk, simsiyahtı ve uzaklarda şimşekler çakıyordu. Çok ötelerdeki kasabanın üstü karalara bürünmüştü. Köpürerek sahile vurmaya başlayan dalgalar normal olmayan, alışık olmadığımız şeyler yaşayacağımızın ipuçları gibiydi.
Bulunduğum yerle, karşımda her yanı saran, siyah ve ürkütücü görüntü iki farklı dünya gibiydi. Ve hepimizin her şeyle birlikte o siyahlığın içine doğru kaydığını fark edebiliyordum.
Denizden her tarafıma çarpan sert bir rüzgârla geriye doğru itildim. Balkonun içindeki sandalyeler ve masa oraya buraya kaymaya başlamışlardı. Denizde kimse kalmamıştı. Sandalyeleri ve masayı aceleyle içeri taşıdım, pencereler açıktı kapattım.
Esma yatak odasından telaşla yanıma geldi ve,
“Ne oluyor?” dedi endişeyle
“Fırtına! Fırtına geliyor!” dedim.
Mutfak penceresini kapatırken o da yan taraftaki küçük balkona çıktı ve çamaşır ipine dolanmış birkaç parça çamaşırı güçlükle topladıktan sonra kapıyı kapattı. Odaları kontrol ettim açık yer var mı diye.
Salona döndüğümde Esma sanki donmuş gibi camdan, bizi her an yutmaya hazır hâlde bekleyen karşımızdaki korkunç karaltıya bakıyordu. Her taraf amansız bir kaosa gömülmüş gibiydi. Kabarmış denizin çirkin ve hırçın yüzünün üstünde buluttan buluta atlayan şimşekler etrafı bir iki saniye parlatarak, oluşan hâlin daha ürkütücü görünmesine yol açıyordu.
Böylesi pek gördüğümüz ve yaşadığımız şeylerden olmadığı için üstümüzdeki etkisi bir hayli güçlü olmuştu. Suskun ve şaşkın, olan biteni öylece izliyorduk. Sahilde koşuşturanların, açık duran şemsiyeleri güçlükle kapatmaya çalışanların, çadırlar yırtılmasın veya uçmasın diye iplerini çözmeye çalışanların telaşını görebiliyorduk.
Önce seyrek yağan yağmur şimdi iri damlalar hâlinde düşmeye başlamıştı. Gökyüzünün gürültüsü pencerelerin camlarını, çerçevelerini parçalayacakmış gibi vahşice gürlüyordu. Denizdeki motorlar kâğıttan kayıklar gibi oradan oraya savrulurken bir görünüyor bir kayboluyordu.
Denizin üstündeki boğucu karaltı her tarafı sarmış, insanlar panik içinde evlerine çekilmişlerdi. Sadece site görevlileri ve onlara yardım eden gayretli bazı insanlar oradan oraya koşuyor ve uçması muhtemel olan şeyleri sağlama almaya çalışıyorlardı.
Neredeyse önümüzdeki bahçeye düştüğünü zannettiğim yıldırımın çıkardığı ses kulaklarımızın zarını yırtacak kadar acımasızdı.
Esma korkuyla bana yaklaştı ve elimi tuttu. Titriyordu, belki ben de titriyordum. Küçük bir kıyamet kopmuş gibi her yer tüyler ürpertecek kadar sarsıcı görünüyordu.
Zeytinli Koy, o zümrüt yeşili görünümüyle bakmaya doyamadığım Zeytinli Koy, kendisini çirkin ağzına doğru çeken korkunç bir kâbusun oluşturduğu anaforun içinde kaybolmuştu.
On, on beş dakika önceki dünya bu seyrettiğim dünya mıydı, diye hayretler içindeydim. Tabiatın hiç güvenilmez bir yer olduğunu bütün bu gördüklerimden sonra çok daha iyi anlıyordum. Seyrettiğim, üstünde yaşadığı hiçbir canlıya en ufak merhamet göstermeyen, vahşi ve acımasız bir canavardı şimdi.
Elektrikler bizim evde olduğu gibi her yanda kesiliverdi. Esma’ya yerinde durmasını söyleyerek, yatak odasının bitişiğindeki küçük odadaki dolabın içinden ışıldağı bulup açtım. Kulaklarımda öfkeyle uğuldayan rüzgârın sesi ve arada bir sağımızda solumuzda patlayan yıldırımların şiddetli gürültüsü vardı.
Yağmur o kadar hızlı yağıyordu ki, sanki bütün yapıları içindeki insanlarla beraber önüne katıp denize doğru sürükleyecekti.
Esma cılız yanan ışıldağın hafifçe aydınlattığı salonun karaltısında sinmiş, küçülmüş, gidip televizyonun karşısındaki üçlü koltuğa kıvrılmıştı.
Elimdeki ışıldağı konsolun üstündeki telefonumun yanına bırakıp gidip camdan tekrar doğanın her şeyi birbirine kattığı çılgın ve simsiyah öfkesine baktım. Onun gücü karşısında o kadar çaresiz ve güçsüzdük ki!
Denizin kabaran beyaz köpüklü dalgaları çıldırmış, kudurmuş gibi üstümüze üstümüze geliyorlardı. Arada bir yıldırımlardan veya şimşeklerden çıkan parlak ışıklar, çok ürkütücü ve çok çirkin olan tabiatın çehresini bir an bize gösteriyor sonra her şey uğultulu, uğursuz bir karanlığın içinde kayboluyordu.
Bu çılgın, uğursuz ve ürkütücü gösterinin biteceği yok gibiydi. Zaman geçtikçe dışarıdaki kargaşa daha da azgınlaşıp artıyordu.
Esma’nın ürkek sesiyle düşüncelerimden sıyrılıp ona baktım.
“Asım ne oluyor? Dünya’nın sonu mu geliyor?” dedi.
Bir an ne diyeceğimi bilemediğim için gidip yanına oturdum, elini tuttum. Usulca bana sokuldu ve başını göğsüme dayadı. Her zaman kullandığı şampuanın kokusunu iyi tanıyordum artık. Fakat onunla karışık börek kokusu da sinmişti saçlarına. Titriyordu. Yüzünü okşayarak sakinleştirmeye çalıştım.
Aramızda şefkat ve duygu yüklü sıcak yakınlaşma uzun zaman önce kaybettiğimiz bir şeydi. Ve bu duruma yol açan, dışarıda olanların bizi yaşamın kıyısına getirdiğini zannettiğimiz korkunun yarattığı duyguydu. Buna sevinmeli miydik, doğrusu bilemiyordum.
Hiddetle ve hızla yağan yağmur pencere camlarında takırdamaya devam ediyordu. Çok yakınlarda bir yerlere dehşet verici bir gürültüyle düşen yıldırımın kuvvetli ışıkları oturduğumuz salonun içini parlattı ve kayboldu. Esma,
“Asım bu felaket ne zaman bitecek?” dedi inler gibi.
“Bilemiyorum. Böylesini daha önce hiç görmemiştim!”
Esma ile daha önce konuştuğumuz ne varsa hepsini bir anda unutuvermiştik. İçinde bulunduğumuz bu kaos anının bitmesinden başka bir şey düşünemiyorduk. Esma çakan her şimşekte, düşen her yıldırımda ürkek küçük bir kız çocuğu gibi göğsümde titremeye devam etti. Sonra,
“Yaptıklarımızdan ötürü Allah bizi cezalandırıyor herhâlde!” dedi ve ardından da,
“Ya Rabb’im sen bizi koru.’’ diye ekledi.
“Bence tabiata kötü davrandığımızdan oluyor bütün bunlar!” dedim. Esma bu söylediklerimi beğenmemiş olmalı ki her zamanki tanıdığım sesiyle,
“Aman canım bizim ne suçumuz var sanki?” dedi ve azıcık benden uzaklaşsa da tümden kopmadı.
Birkaç saniyeliğine elektrikler gelip gidince sevindik fakat sonra tekrar karanlığa gömüldük.
Karşıda konsolun köşesinde yanan ışıldağın ışığı gittikçe zayıflıyordu.
“Üşüdüm!” dedi Esma.
“Sana dolaptan battaniye getireyim.” dedim.
“Yok yok istemem, sen beni yatak odasına götür uyuyabilirsem uyumak istiyorum!” dedi ve uzaklaştı benden.
İkimizde kalkmıştık oturduğumuz yerden. Ben ışıldağa doğru giderken o yavaş adımlarla koridora doğru süzüldü. Elimdeki ışıldağın zayıf ışığında, önümde, ince koridorda o yatak odasına doğru ilerlerken arkadan, her iki yana düşmüş omuzlarına ve zavallı hâline bakınca içim acıdı.
Ben yatak odasının kapısında dikilip dururken o yan taraftaki geniş elbise dolabının alt tarafından çıkardığı battaniyeyi üzerine örtüp yatağın içine gömüldü ve,
“Reha ararsa bana haber ver!” diye seslenmeyi ihmal etmedi. Elimdeki ışıldağı yere bıraktım hem Esma’nın yattığı odaya hem salona vursun diye.
Reha arar diye bekleyecektim. Arar mıydı acaba? Belli belirsiz ışıkta salona döndüm. Beni güçlü bir mıknatıs gibi kendine doğru çeken pencerenin yanına gittim. Ürkütücü karanlığın içinde kabaran dalgaların beyaz köpüklerine, arada bir çakan şimşek ışıkları ile yarılan boğum boğum, düğüm düğüm dolanan gökyüzünün karanlık korkunç derinliklerine baktım.
Tabiatın her zaman görmeye alışık olmadığımız bu zalim çehresi karşısında ürperiyor ve emniyette olmadığımız hissine kapılıyordum.
Şimdi dışarıda belli belirsiz gördüğüm, sahildeki birkaç yüksek çam ağacının dallarının kırıldığı ve bazı motorların yan yatarak sahile vurmasıydı.
Arkamdan çok zayıfça süzülen ışıldağın ışıklarının silikçe parlattığı camda yüzüme bakmaya çalıştım. Camda gördüğüm tuhaf bir gölgeydi ve çok sevimsizdi. Aniden çakan bir şimşekten ürküp camdan geriye çekildim.
Işıldağın şarjı bittiği için evin içi tamamen karardı. Kasılmaktan ve ayakta durmaktan dizlerim, belim, sırtım her tarafım ağrıyordu. Gözlerimi karanlığa alıştırmaya çalışarak, bir yere çarpmamak için ellerimi öne uzattım ve koridoru geçerek yatak odasının kapısından içeri girdim. Esma uyumuştu. Boğazından hafif hırıltılar çıkararak horluyordu. Onu uyandırmamaya özen göstererek yanına uzandım.
Telefonu salonda unuttuğumu hatırlayınca kendime sinirlendim. Fakat o kadar bitkindim ki, Esma’yı uyandırmaktan çekindiğim için gidip telefonu getirmeye üşendim. Ben bütün bunları düşünürken kendimden geçmiş uyumuşum.

BEŞİNCİ BÖLÜM
Dün babam aradığında bir şey diyemedim. Ne deseydim? Karımdan ayrılmak üzereyim, onun için mi gelemiyoruz deseydim. O anda tansiyonu fırlar, bir tarafına bir şey olurdu… Evde yalnız başıma kendi kendimle konuşup, Naşide’nin hayali ile kavga ederken aklıma gelmedi doğrusu telefon açmak. Sonra bir kadeh, iki kadeh, üç kadeh derken sızıp uyumuşum… Uyandığımda sabah olmuştu ve zor yetiştim işe…
Naşide üç gün önceki şiddetli tartışmamızdan sonra götürebileceklerini bir valize doldurup ayrıldı evden; keşke birlikte yaşadıklarımızı da götürebilseydi. Ailesinin yanına gitti. Bazen ev telefonundan yakın arkadaşları arıyor ne diyeceğimi bilemiyorum.
Yine yanlış yaptım. Bir türlü işe yoğunlaşamıyorum ki. Bu defaki gidişi daha öncekilere benzemiyordu. Zavallı annem tatilimizi geçirmemiz için bizi hâlâ yanlarına bekliyorlar, hiçbir şeyden habersiz.
İçerisinin havası çalışan klimalara rağmen sıcak ve boğucu… Yoksa öyle değil de ben mi daralıyorum? Boğazımı sıktığını zannettiğim kravatımı biraz gevşettim. Terlediğimi düşünerek elimin tersiyle alnımı sildim.
“Reha kardeşim ne öyle hindi gibi düşünüyorsun?”
Nazım’ın sesiyle dipsiz bir kuyudan dışarı çıkar gibi oldum. Uykudan yeni uyanmış biri gibi sersemdim. Çalıştığım bölüm çok uluslu, büyük, bilgisayar şirketinin Mecidiyeköy’deki genel müdürlük binasının beşinci katıydı.
Nazım hazırlanmış dışarı çıkmak için sabırsızlanıyordu. Ellerini masama dayamış benden bir tepki bekliyordu.
“Hindi gibi düşünür mü görünüyorum oradan?” dedim.
O, onun söyledikleri ile ilgisi olmayan, içimdeki gerilimin yansıdığı yüzümdeki sert ifadeye bakarken, sözlerinden alınmış olabileceğimi düşünmüş olmalı ki,
“Lafın gelişi söyledim yahu! Bu ne dalgınlık onu demek istemiştim. Hadi hadi uzun etme de seni bekliyorum kalk gidelim.”
“Sen git benim daha yapacak işim var.” dedim aksi bir tavırla. İçimi saran karaltılar azalmıyor, artıyordu.
Nazım her zamanki olgunluğu ve yumuşaklığı ile,
“Koca şirketin işini sen mi bitireceksin hı? Gün boyu boğuştuğumuz yetmedi mi? Bu gece bizim hanım da yok, bir arkadaşının doğum gününe gidecek istersen bir yerlere takılalım ne dersin?” dedi.
Nazım’ın kırmızı yanaklarına, ışıl ışıl parlayan canlı siyah gözlerine baktım. Otuz yaşındaki bir adamdan çok, küçük, sevimli bir afacan çocuğa benziyordu.
“Hiç keyfim yok!” dedim.
“Neden?”
“Bilmem, işte!”
Nazım bütün gün çalışmasına rağmen yine de ışıl ışıl parlayan gözlerini merakla gözlerime dikerek,
“Nasıl yani?” dedi.
“Boş ver!” dedim durdum. Fakat onun, hiçbir şey içermeyen bu cevabımdan tatmin olmadığı belliydi. Sonra,
“Huzursuzum!” diye ekledim.
“Meraklandım bak şimdi. Önemli bir sorun yoktur umarım!”
“Ben de bilmiyorum ki karmakarışık işte…”
“Mesai bitti bırak işi çıkalım, dertleşiriz biraz!”
“Benden sıkılırsın.”
“Bırak bu boş sözleri, gidip oturalım bir yerlere ağırlıklarımızı sohbet edip atalım, iyi gelir. Evi ara istersen!”
“Gerek yok, ev de yok zaten.” dedim.
Naşide’nin adını söylemeyişim Nazım’ın gözünden kaçmamıştı. Fakat belki de yeri olmadığı için üzerinde durmamış, öyle görünmüştü.
“Uzun etme de çıkalım bir an önce. Nereye gidiyoruz?”
“Nereye istersen.”
“Bana bırakma ne olursun. Tamam tamam gerilme, rahat ol biraz. Nevizade mi Pasaj’a mı?’’
“Sen bilirsin dedim ya!”
“Pasaj’a… Bitti!”
Masamı toparladıktan sonra Nazım’la birlikte aşağı inip dışarı çıktık.
Akşam henüz şehrin üstüne çöküyordu ve her taraftan insan seli akıyordu.
Nazım’a yalan değil doğruyu söylemiştim. Naşide üç gün önceki kavgadan sonra annesine telefon açtı, evde misin, diye babası da gelip götürdü onu.
Akşam rüzgârlarıyla çınar ağaçlarının dallarından her yana savrulan pamukçuklar havada uçuşup duruyorlardı. Gömleğimin yaka düğmesini açarak, kravatımı iyice gevşeterek yürüyordum Nazım’ın yanında.
Kaldırımlar, yol kenarları, gün yorgunu, evlerine gitmenin telaşına düşmüş insanlarla doluydu. Nazım’la yürürken doğru düzgün bir şeyler konuşmak bir yana kalabalıktan dolayı yan yana yürümekte bile zorluk çekiyorduk.
Dün akşam ararım dememe rağmen babamı arayamayışım iyi olmadı. Bir ara onlar ben aramayınca ararlar diye düşündümse de onlar da oralı olmadılar…
Zihnimin içindeki kargaşayla dış dünya arasındaki bağ, çoğunlukla kopuyor, kendi iç âlemime dalıyordum. Bu durumdan kısa bir an için bile olsa çıkmamaya yanımdan geçen bir aracın korna sesi, ya da Nazım’ın kolumu yumuşakça sıktıktan sonra tam olarak ne anlattığını dinlemediğim sözleri sebep oluyordu.
Bir ara Nazım’ın,
“İnanılır şey değil, bir boş taksi geçmedi hepsi dolu!” dediğini duydum ve dönüp ona baktım. Fakat sesimi çıkarmadım ve yanında sessizce yürümeye devam ettim.
Kaldırımda yürüdüğümüz caddenin bağlandığı çok daha büyük bir caddeye çıkınca,
“Karşıya geçelim.” dedi Nazım. Sesi gergin geliyordu.
Kalabalığın arasında acıkanlara simit satma telaşındaki simitçinin hızlı hareketlerine bakarken,
“Otobüs durağına mı?” dedim, düşüncelerini okumaya çalışırken.
“Evet, İstanbul’un hâli bu işte. Akşam olunca git bakalım bir yerden bir yere gidebilirsen!” dedi başkalarından da yüzlerce, binlerce kez duyduğu bu alışılmış sözleri söylemenin rahatlığını severek.
Peş peşe birbirlerini tepelemek istercesine homurdanan sayısız araç, Şişli yönünden gelip Zincirlikuyu istikametine doğru gitmek için sabırsızlanıyorlardı. Egzozlarından çıkan zehirli dumanlardan genzim yanıyordu.
Kestirme olsun diye ilerideki trafik ışıklarından değil araçların arasından, biraz da tehlikeli bir şekilde karşıya geçtik.
Toplu taşıma araçlarının içindeki insanlar bireyselliklerini yitirerek koca bir et yığınına dönmüş gibi görünüyorlardı. Taksim yönüne giden uzun, körüklü bir belediye otobüsü inleyerek kapılarını önümüzde açınca Nazım’la birlikte bu fırsatı kaçırmadık ve “Nereye geliyorsunuz!’’ der gibi kendimizi suçlu hissettiren bakışlar altında daldık et yığının içine…
Kapanmayan kapıların kapanması için yorgun fakat tehditkâr olan şoförün uyarıları, otobüsün içinin her yanını kaplamış koca et yığınını bir milim dahi olsa kımıldatmaya yetmeyince, kapılara asılanlar öfkeli sesler çıkararak aşağıya atlamaya başladılar da hareket edebildik.
Taksime ulaştığımızda ezilmiş sebzeler gibiydik. Fakat boğucu insan kokusundan kurtulup akşamın ferahlatıcı serinliği ile karşılaşmak iyi gelmişti.
Her zaman çok severek yürüdüğüm Taksim Meydanı’nı geçip İstiklal Caddesi’ndeki eğlenceli kalabalığın arasına karıştık. Meraklı turistlerin, heyecanlı öğrencilerin, birbirine sarılmış yürüyenlerin, ayyaşların, serserilerin arasında onlarla birlikte ilerleyerek Çiçek Pasajı’na ulaştık. İstiklal Caddesi’ne bakan yüksek, süslü, geniş kapısından içeri girince arkamızda kalan dünyayı unutuverdik.
Yağda yanmış mısır ununa karışarak burnumuza çarpan anason kokusu bizi hemen baştan çıkarmaya yetmişti.
Batılı ve Uzak Doğulu paralı turistler, zengin meze ve yiyeceklerle donattıkları masalarında bira veya rakılarını yudumlayıp şen kahkahalar atarken, bizimkiler ise alkole yatırdıkları zihinlerinin tatlı gevşekliği içinde koyu sohbete dalmışlardı ya da henüz acemiliklerini üzerlerinden atamadıkları için etraflarını şaşkınlıkla izliyorlardı. Yalnız olanlarsa her zaman olduğu gibi umursamaz ve boş boş bakıyorlardı.
Müşterinin hâlinden, dilinden anlayan konuşkan usta garsonlar kendi yerlerine bizi çekmek için hünerlerini göstermeye başladılarsa da Nazım bu akşam kendi bildiği meyhaneye götürdü beni.
Tabaklara değen çatal bıçak şakırtıları, insan konuşmalarının, kahkahalarının arasına karışarak yayılıyordu her tarafa. Midye tava, fasulye pilaki yemeyi canım çok çekti bir an. Nazım,
“Dışarısı daha iyi olmaz mı?” diye kendi kendine konuşsa da beni beklemeden nedense içeride cam kenarındaki masalardan birine kuruluverdi acelesi varmış gibi. Sonra yüzüme baktı herhangi bir itirazım var mı diye.
Ne itirazım olabilirdi ki, onun peşinden nereye olsa sürüklenebilirdim. Yılgındım, yorgundum… Dışımdaki dünyayı gittiğim bir sinemanın perdesinde izler gibiydim. Hem oradaydım hem değildim. İki farklı duyguyu iki farklı hayatı aynı anda yaşıyordum sanki.
Nazım’ın karşısına geçip otururken o, gözlerini dışarıdaki eğlenceli, konuşkan kalabalığın üstünde dolaştırdıktan sonra bakışlarını benden hiç ayırmadan,
“Hey iyi misin?” dedi.
Nazım’a şimdilik bir şey demeyerek her şeyi içime gömecektim. Hem ona ne desem ki? Kötüyüm, midem bulanıyor, başım ağrıyor, ruhum yerlerde sürünüyor, bu dünya ne rezil bir yer! Ben ne biçim bir adamım? Kendimden, yaptıklarımdan hiç hoşnut değilim! Bunları mı desem? Fakat konuşup rahatlamayacaksam boşuna mı geldim buraya?
“Yok bir şeyim!” dedim benim bile hoşlanmadığım bir sesle. Nazım kendinden, her şeyden memnun bir edayla,
“Neden huzursuzsun arkadaş? Dök içini rahatla, niçin sıkıyorsun kendini?” dedi.
Nazım sanki daha başka sözler söylemeye de hazırlık yapıyordu ki, yanımıza şişman, kırk, kırk beş yaşlarında gösteren, saçları tepesinde iyice seyrekleşmiş şef garson geldi.
“Hoş gelmişsiniz Nazım Bey, nasılsınız?” dedi.
“Hoş bulduk, sen nasılsın, mezeler iyi mi?”
“Çok iyi, yani her zamanki gibi.”
Nazım, yüzüme ne isteyelim der gibi bakıyordu. Ben içimdeki bataklığa gömülmüş oradan bir türlü çıkamıyordum. Sessiz kaldığımı gören şef garson,
“Ben meze tepsisini getireyim, siz oradan seçin. Ne içersiniz?” dedi.
Nazım yüzüme bakarak,
“Ellilik rakı…”
Pasaj’ın İstiklal Cadde’sine bakan ön kapısından girip, masaların ortasında kalan yolu aheste adımlarla geçerek yürüyen, yandan balık pazarına açılan kapıya doğru ilerleyen veya o yönden gelen insanlara baktım ilgisizce. Fakat hepsinin birbirine benzeyen veya benzemeyen hikâyeleri olmalıydı diye düşündüm, kendi düşüncelerimden kaçmak istercesine.
Nazım benim sessizliğimden sıkılmış gibi o kadar derin esnedi ki bir an başını masaya dayayıp uyuyacakmış hissine kapıldım. Gözlerinden gelen yaşları masanın kenarında duran peçetelikten aldığı peçetelerle iyice sildi.
“Yorgun musun?” dedim.
“Yo, aslında sayılmam, fakat gece geç yattım biraz, birden rehavet bastı.” dedi.
Şef garsonun getirdiği rakıya, yanında koyduğu buz kovasına, genç garsonun masaya doğru uzattığı meze tepsisine bakarken aklım Naşide’den bir türlü kopamıyordu. Yaşadığımız yorucu saçma sapan şeyler kare kare canlanıyordu zihnimin içinde ve ben buna bir türlü engel olamıyordum.
“Rakıya yakışır şeyler seçelim ha istersen!” dedi Nazım.
“Kavun güzelse bırak. Midye tavanız var mı?” dedim yoksul bir hayat yaşadığı her hâlinden belli, fakat işini yaparken kendinden epeyce emin olan şef garsona.
“Olmaz mı, hemen!” dedi rakı şişesinin kapağını açıp bardaklarımıza doldururken. Nazım,
“Patlıcan salatası, haydari, beyaz peynir, Arnavut ciğeri hepsini bırak.” dedi. Ama,
“Paçanga böreği çıktığında getirmeyi unutma!” diye eklemeyi de ihmal etmedi.
“Yemekleri sonra söyleyelim.” dedim.
“Neden olmasın kardeşim, yeter ki sen de!” dedi Nazım şaka yaparmış gibi.
Akşam gecenin içine doğru iyice sokuldukça, boş duran masalarda doluvermişti. Farklı meyhanelerden gelen ve alkolün coşturduğu şen şakrak kahkahalara karışan, keman ve ut eşliğinde topluca söylenen Türk sanat müziği şarkıları gecenin içinde çınlayıp duruyordu.
Nazım müziğin ve alkolün onu iyice etkisine alan sihirli yanıyla coşmuş, etrafımızda oturan insanlara gülücükler dağıtıp kadeh kaldırıyordu. Sonra bana doğru eğilerek sanki çok önemli bir sır verecekmiş gibi, yüzünü yüzüme iyice yaklaştırarak,
“Bak aziz kardeşim, bu dünyada dert etmeye değecek en ufak bir şey yok bilmelisin!” dedi.
Onun bu kadar kısa sürede sarhoş olmasını nedense zayıflığına bağlıyordum. Ben birkaç bardak devirmeme rağmen dipdiri oturuyor kendimi bir türlü bırakamıyordum.
“Haklısın!” dedim. Sarhoş olunca daha da çocuklaşan kızarmış yüzüne bakarak.
“Bin yıl mı yaşayacağız yahu?” dedikten sonra karşı masalardan birinde oturan ve arada bir cilveli kahkahalar atan genç ve gösterişli kadına gözlerini dikti. Bir süre onunla oyalandıktan sonra,
“Bak bir erkeğin yüzü gülmüyorsa ya parası yoktur ya da bir kadın canını sıkıyordur.” dedi.
Hiç sesimi çıkarmadım. Etraftan birbirine dolanarak gelen müzik sesleri kulaklarımı tırmalıyordu. Önümdeki patlıcan salatasından bir iki lokma yerken Nazım karşı masadaki kadına baygın bakışlar atmaya devam ediyordu. Sonra,
“Senin yüzün gülmediğine göre evde bir sorun yaşıyorsun demektir.” dedi.
Konuşkan, eğlenceli, coşkulu masaların çıkardığı sesler, gecenin içine karışıp dururken bana hiçbir şey ifade etmiyordu. Aradığı yeri, yolu yitirmiş, oradan oraya savrulan bir seyyah gibiydim. Hep bekledim yarın başka ve iyi şeyler olacak diye ama olmadı; boşuna beklemişim. Yaşananlar hep can sıkıcı ve acı veren şeylerdi. Öyleyse günleri böyle geçirmenin ne anlamı vardı? Sonra,
“Öyle mi düşünüyorsun?” dedim. Güldü, bu dediklerime bir anlam verememiş gibi. Bardağında bekleyen son yudum rakıyı kafasına diktikten sonra,
“Kadınlar çocuk gibidir, hep sevilmeyi beklerler olmayınca küserler. Ellerindekini paylaşmasını bilmezler! Onları idare edecek, sabırlı davranacaksın.”
“Hayat çocuklara göre değil ve ayrıca ben hayatı anlamlandıramıyorum!” dedim. Nazım söylediklerimle pek ilgili değildi. O kafasında kurguladığı şeylere göre konuşmakta kararlıydı. Sonra,
“Çocuğunuz yok da ondan, aile olamıyorsunuz. Bak bize kuzular gibi geçiniyoruz. Çocuk bizi nasıl terbiye etti. İki yıldır evlisiniz hâlâ bekârlar gibi yaşıyorsunuz. Gerçi böyle yaşamasını isteyenler de çoğaldı ya…”dedi.
Şef garson ilk oturduğumuzda Nazım’ın özellikle istediği paçanga böreklerini getirmişti. Sıcak böreğin içindeki pastırmayı ağzımı yakma pahasına yedim. Nazım da böreğin ucundan bir parça kesip dikkatle yedikten sonra, mezelerle oyalandı ve sanki ne diyeceğimi bekler gibi yüzüme baktı.
“Ben birisinin yaşamına göre kendimi ayarlayamıyorum, anlıyor musun? Bunu anladım. Özgür olmalıyım, yalnız olmalıyım!”
“Biraz üstünden atlamayı denesen.”
“Hayır hayır hayal ettiğim şey bu değildi!”
“Acemilik günlerimizin hayallerini çok önemseme. Her yaşın ayrı bir değerler dünyası vardır.”
“Aslında suçlu aramıyorum, ben kendimden de memnun değilim!” dedim. Nazım söylediklerimden hiçbir şey anlamamış gibi yüzüme saf saf bakıyordu. Onun bu rahat tavrı canımı sıkıyordu. Yüzümü buruşturarak, önümdeki tabakta paçanga böreğinden kalan kırıntıları çatalımın ucuyla toplayıp yemeye çalıştım. Nazım bardağındaki rakıyı göstererek,
“Şu da olmasa hayat ne sevimsiz olurdu değil mi?”
“Doğru… Ben sana bir şey diyeyim mi Nazım?”
“De hadi, seni can kulağıyla dinliyorum!” dedi yüzünü yüzüme yaklaştırarak.
“Ben huysuz bir adamım biliyor musun?”
“Estağfurullah!”
“Yok yok öyle işte. İnsan kendini bilmez mi?”
“Ama haksızlık yapma kendine.”
“Ben yumuşak, uyumlu, kendisi ile barışık bir adam değilim. Bak kusurlarımı sayıyorum işte. Esas zor olan benim ve benimle yaşamak. Bunu itiraf ediyorum, evet, geçimsizim ben, çabuk öfkeleniyorum, belki de sözleri hep tersinden anlıyorum, hemen kırılıp küsüyorum, karşımdakini incitmek istiyorum, berbat bir adamım, belki de hastayım, sinir hastası! Yaşadığım, yaptığım hiçbir şeyden haz duymuyorum; bunun neden olduğunu tam olarak da çözmüş değilim.”
“Daha neler, duyan da seni tımarhaneye kapatmalı sanır.”
“Gittikçe deliriyorum galiba! Bak ellerimin nasıl titrediğini görüyor musun? Her şey, ama her şey ruhuma zarar veriyor. Ne düşünüyorum biliyor musun? Hayat hayal ettiğimden daha sıradan ve daha sıkıcı! Bir sonraki günü bekliyorum sabırsızlıkla, daha iyi şeyler olacak diye, ama olmuyor! Yaşıyorum ama ne için? Hayatıma bir anlam yükleyemiyorum. Beni ona bağlayan hiçbir şey yok!”
“Öyle deme be üstat, bak ne güzel eğleniyoruz işte!”
“Gerçekten mi? Ben bunu niye hissetmiyorum?”
“Vallahi kardeşim tam anlamadım ama şimdi sen bunalmışsın diye böyle konuşuyorsun, güzel günlerin olmadı mı hiç?”
“Güzellik, o da bir yanılsama mı, aldatıcı bir serap mı? Bütün olan biteni beynimizin nasıl algılayıp anladığı bizim ruh hâlimizi ortaya koyuyor. Beynimin içinde olumsuz ve boşuna yaşanacak bir dünya var; öyleyse bütün bunların ne anlamı var?”
Nazım üzülmüş gibi derin bir iç çekti, dışarıda çalınan çalgılar, söylenen şarkılar onu iyice duygusallaştırmış görünüyordu. Benim ne dediğimle artık hiç ilgili değildi. O alkolle zenginleşen, sisli, sırlı hayallerinin içinde kanatlanmış uçuyordu sanki.
Benim içimin katı, beton gibi sert hâli böyle bir hissi yaşamama asla müsaade etmiyordu.
“Bak şimdi hakikaten moralim bozulacak.” dedi birden. Epeyce sarhoş olmuşa benziyordu. Bense rakı kadehlerini içmiyor da sanki yere döküyordum. Nazım baygın bakışları ile çevreyi, karşı masadaki konuşkan kalabalığı, gösterişli genç kadını süzdükten sonra,
“Neden kendinize bir şans daha tanıyıp tatile çıkmayı düşünmüyorsunuz?” dedi bana çok anlamsız gelen sözlerle.
“Tatile çıksak ne olacak ki? Bu neyi değiştirecek ki? Bizimkiler durmadan çağırıyorlar ‘Ne zaman geleceksiniz?’ diye fakat yalnız gideceğim. Hazırlığımı yaptım cumartesi tek başıma gideceğim…”
Nazım’ın bu son söylediklerimden bir şey anladığını pek zannetmiyordum. Yanına gelen şef garsona ızgara köfte siparişi vererek yedi. Çevreye olan ilgisi vakit geçtikçe azalıyordu. Benim canım istemediği için bir şey isteyip yemedim. Sıkılmıştım.
“Yarın mesai var kalkalım istersen.” dedim. O, önündekilerden bir şeyler atıştırırken “olur” manasında başını salladı.
“Sen olmasaydın bu geceyi daha kötü geçirecektim.”
Hafifçe tebessüm ederek yüzüme baktı.
“Böyle düşünmene sevindim.”
“Hesabı isteyelim.”
“Yine Alman usulü ödeyeceğiz.”
“Her zaman nasılsa öyle.”
Şef garsonun getirdiği hesabı ortaklaşa ödedikten sonra arkamızda eğlenceli kocaman bir sarhoşlar kalabalığı bırakarak, İstiklal Caddesi’nin parlak ışıkları altında yürüyen insanların arasına karışıp evlerimize ulaşmanın telaşına düştük.

ALTINCI BÖLÜM
Ablam iki sene önce meme kanserinden ölünce biz Reha ile evlenme hazırlıkları yapıyorduk. Dert ortağım sayılırdı, iyimserdi, hep olumlu bir yan bulurdu yaşadığımız zorlukların içinden; o da gidince Reha ile yaşadığımız son iki yılın zorlu duygusal yükünü annem ile babam omuzlamaya başladı.
Erkek kardeşim Can çok uzaklarda, Amerika’da, bilgisayar programcılığı okudu. Bir şirkette veri tabanı uzmanı olarak çalışıyor. Ana sınıfı öğretmeni Güney Koreli bir kızla evlendi, iki yaşında bir kızları var ve şimdilik onlardan iyi haberler geliyor.
Ablamın öldüğü zaman hepimiz için çok zor bir dönemdi. Şimdi iyi mi? Neyse ki işim ve param var ve hayat karşısında daha güçlüyüm. Zor olduğunun farkındayım ama hayata karşı tek başıma karşı koyabilirim, bunu göze alabilirim.
Biliyorum annem ablam öldükten sonra çok değişti, hayatın güçlükleri karşısında daha zayıf ve kırılgan hâle geldi, içine kapandı, şeker hastalığı onu ince bir yaprak gibi hırpalıyor. Her yaz Urla’ya yazlığa giderlerdi, bu sene ev boş kaldı, gidemediler…
Reha, evlendikten sonra ikinci bir kişiliğe büründü veya benden gizlemeyi başardığı esas yüzüne döndü ve kabalaşıp çirkinleşti. Ama asıl ürkütücü olan son aylarda delirmiş gibi hareket etmeye başlamasıydı. Gözümün önünde çıldırmış gibi hareketler yapmasından korkmaya başlamıştım.
Oysa okul yıllarında ne güzel arkadaştık, ben iktisattaydım, o bilgisayar mühendisliğinde. Evlendik, iki yıl içinde güzel bir evimiz oldu, fakat mutluluğumuz olmadı. Hâlbuki severek evlenmiştik, demek ki yanılmışım!
Bazen diyorum ben de çok deliymişim ki, bir dönem bu adamı sevebilmişim. Haksız mıyım bilmiyorum ki, gençlik delilik değilse başka nedir ki o zaman?
Aramızdaki sevgi güneş görmüş ilkbahar karları gibi eriyiverdi, ben önce çok şaşırdım. Sonra canım acıdı ve ruhum alev alev yandı. Öfkelendikçe, hırçınlaşıp, ben de kırıp dökmeye başladım… Başka ne yapabilirdim ki?
Annem ve babam bana pek belli etmeseler de içinde bulunduğum duruma çok üzülüyorlardı. Ne yapayım ama bütün bunlar keyfimden olsun istemiyorum ki. Sorun, gelip başıma çöreklendi, ayaklarıma dolandı. İyi ki onlar var yoksa nasıl altından kalkardım ben…
İnsanların, ilişkilerin hepsi sahte ve çürük, hiç kimseye güvenim kalmadı artık; hele erkeklere hiç kalmadı. Sanırım hırsı yeterince geçmemiş olacak ki, bugün iki defa çaldırdı telefonumu bağırıp çağırmak için fakat açmadım. Zor geçirdim günü ve işe bir türlü kendimi veremedim.
Annem de olmasa! Öğleden sonra iki, üç defa arayarak, moralimi yükseltici şeyler söyleyip beni diri tutmaya çalıştı. Bankadan çıkmadan arkadaşlara servise binmeyeceğimi, beni beklememelerini söyleyerek bir taksiye atladım ve Gümüşsuyu’ndan Dolmabahçe’ye geldim. Taksiden inerek sahil kenarına yürüdüm. Boğaz’dan gelen serin esintileri derin derin içime çekince başım döndü durdum, sonra tekrar yürüdüm epeyce.
Boğaz’da dev tankerler, tarifeli yolcu vapurları, balıkçı ve turist gezdiren tekneler, karşı kıyıdaki alımlı yalılar, korular her zamanki gibi bakılması doyumsuz seyirlik bir manzara oluşturuyorlardı.
Reha ile en çok Boğaz’ı seyretmiştik el ele. Okuldan çıkar çıkmaz kulağıma fısıltıyla Atilla İlhan’dan güzel şiirler okurken kendimizden geçmiş gibi inerdik ağaçların arasından Bebek Sahili’ne. Hayatımız hep böyle devam edecekmiş gibi; Bebek Park’ında, onun etrafındaki kahvelerde alırdık soluğumuzu; gün bitmesin zaman dursun isterdik.
Zaman şimdi en büyük düşmanımız ve bin türlü eziyeti hiç durmadan yaşatıyor bize. Ne kadar safmışım, nasıl da yanılmışım öyle… Son zamanlarda insanlar arasında olmaktan sıkılıyor kendimi en yakın Boğaz kıyısına atıyor, biraz olsun rahatlıyorum.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/emin-goncuoglu/kayip-kuslar-sahili-69429589/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
Kayıp Kuşlar Sahili Emin Göncüoğlu
Kayıp Kuşlar Sahili

Emin Göncüoğlu

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Huzursuz giden evliliğinden uzaklaşan Reha, kendini dinlemek için ailesinin yaşadığı yazlığa gider. Burada toparlanmak ve dinlenmek istese de çevresinde olup bitenlere dâhil olur ve bir başkası için iyilik yapmanın tadına erişir. Reha’nın evinden uzakta geçirdiği süre, onun için bir değişimin başlangıcı olur. Sonrasında bir kitapçının tozlu raflarında unutulmuş, eski bir kitap onu asıl benliğiyle tanıştırır. O, artık eski Reha değil, kendini bilen ve yaşamı tanıyan biri olmuştur. “Güz rüzgârları artık daha sert esmeye başlamıştı. Yerler, yollar, parklar, solup sararmış ve dökülmüş ağaç yaprakları ile doluydu. Baktığım her köşeden, seyrettiğim her kareden mutsuz olacağım bir mana çıkarıyordum.”

  • Добавить отзыв