Aşk Dalgası

Aşk Dalgası
Ömer Seyfettin
Ömer Seyfettin, yaşadığı dönemin geleneksel dil ve edebiyat anlayışına bağlı kalmayan yenilikçi kişiliği ile düz yazımızın gelişme aşamasında büyük dönüşümler yarattı. "Tabii lisan, konuşulan lisandır." ilkesi üzerinde inatla durarak yalın bir anlatım kurdu. Öykünün akışında sağladığı hızlılık, olay – kişi – çevre bağlantılarındaki doğallık ve en önemlisi ustalıkla yarattığı yergi havasıyla bugün de canlılığını koruyan eserler verdi. Döneminin eski dil beğenisine saplanıp kalan yazarlarını okunmaz duruma düşüren "zaman" onu haklı çıkardı.

Ömer Seyfettin
Aşk Dalgası

AŞK DALGASI
Vapur dopdoluydu. Son düdük öttü. İki yandaki çarklar dar kafeslerinde birden uyanan alışkın ve müthiş deniz aygırları gibi, hiddetli bir gürültü çıkararak, kımıldandı. Bütün vapur hafifçe sarsıldı. Hava gayet güzeldi. Kadıköy’e gidiyorduk. Nihayeti leylak renkli sisler içinde eriyen Marmara’nın kubbeli, ince minareli, uzun ve uyumuş ufuklarında, büyük ve beyaz kenarlı bulutlar, parçalanmış köpük dağları hâlinde yavaş yavaş büyüyor, dağılıyor, toplanıyor, derin çukurlarında, yüksek tepelerinde morluklar, koyu mavilikler birikiyordu. Haziranın yakıcı güneşi, vapurun, dumanlardan ve yağmurdan esmerleşmiş tentelerine düşüyor, bazı duran ve yine birden esmeye başlayan kararsız rüzgârı sanki ılıklaştırıyor, sanki ona sarhoşluk verici, muharrik, şuh ve fettan bir şey katıyordu.
Uzak ve bilinmez esatir adalarından gelmişe benzeyen süt gibi beyaz martılar etrafımızda uçuşuyor, çıkardıkları tatlı ve derin sesleriyle şehirde kalmış; kalabalıktan, uğraşmalardan, hırslardan, kederlerden bunalmış zavallı insanları kendi vatanlarına, o hakikatten pek uzak, tenha, sakin yerlere biraz aşk ve şiir tatmak için çağırıyordu. Lacivert dalgalar içinde bir masal, bir efsane köşkünü andıran Kızkulesi hayalime dokunuyor; ruhumu, hissimi beyaz ve aydınlık duvarlarıyla uyutarak dimağımdan bütün etrafımın, muhitimin akislerini siliyordu. Artık vapurda olduğumu unutuyordum. Ömründe her gün birkaç şiir okuyan ve düşünen bir adamın o tuhaf ve marazı iptilasıyla etrafımı bozuyor, Üsküdar ve Selimiye yakalarındaki evleri, kubbeleri, minareleri, selvileri, hatta koca Tıbbiye Mektebi’ni[1 - Şimdiki Haydarpaşa Lisesi’nin bulunduğu bina, Meşrutiyetle Cumhuriyet’in ilk yılları arasında İstanbul Darülfünun’u Tıp Fakültesi olarak kullanılmıştı.]ve koca kışlaları silerek hiç görmüyor; onların yerine, alanlarından gümüş ve elmas şelaleler akan, serin gölgelerinde çıplak ve pembe çiftler öpüşen, balta girmemiş çam ve kayın ormanları yapıyordum.
Hakikatte olmayan, yalnız kendi hayalimde vücut verdiğim bu levhaya, bu âli ve büyük manzaraya bakarak: “Ah, aşk yeri… Ah, işte aşk yeri!” diyordum. Martıların: “Geliniz, uzaklara, şu leylak renkli sislerin öbür tarafına… Orada sizi beyaz çiçekler, ezelî ve yeşil baharlar içinde bekleyen kızlar var. Geliniz haydi, oraya…” diyen ve pek derinlerden acele acele inleyerek gelen seslerini işittikçe, hayalim bütün bütüne dumanlanıyor, âdeta başım dönüyor. Artık pek aşağılarda kalan Kız Kulesi’nin üstünde şeffaf kanatlı binlerce perinin uçuştuğunu ve gidilse elle tutulabileceğini açıkça görüyordum. Ansızın omzuma bir el dokundu. Döndüm.
“Yahu, nedir bu hâl, bu dalgınlık ne?”
“Hiç…”
“Beni tanıyamadın mı?”
“Şey…”
“Uyan yahu. Ver elini bakayım!”
Sıcak ve kuvvetli bir elin, benim haberim olmadan kendi kendine uzanmış olan soğuk elimi sıktığını duydum ve uyanmaya başladım. Fakat hâlâ mahmurluktan kurtulamıyordum.
“Sen ha…”
“Ben ya!”
Bu, en sevdiğim mektep arkadaşlarımdan biriydi. On iki senedir görüşmemiştik. On iki sene… Aman Yarabbim! Dün gibi… Hayat, hakikaten en uzun vakalarıyla çabuk biten bir sinema şeridinden başka bir şey değil! Mektepte herkesi güldüren, herkesle alay eden, herkese ad takan şen ve sevimli arkadaşım çok değişmişti. Kırmızı dudaklarının üstünde sert ve kumral bıyıklar çıkmış, şakaklarındaki saçları tek tük ağarmış ve biraz şişmanlamıştı. Fakat gözleri… Ne olduğunu bilmediğimiz, hakikati mahut “birinci sebep” in insan zekâsına ebedî bir surette kapalı kalacak karanlıkları içinde sönen ruhumuzun sanki en çok bulunduğu bu küçük ve parlak uzuvlar… Onlar hiç de değişmemişti. On iki sene evvel içlerinde gülen mavi neşe hâlâ yaşıyordu. Bilmem niçin, uzaklaştıkça muhabbetimiz artan maziden bir simaya rastlayış beni mesut etti. Seviniyordum. Ve bütün kuvvetimle ellerimdeki sıcak eli sıkıyordum. Vapurun üst katında idik. Kanepelerde boş yer yoktu. Vapur, önünden geçen mavnalara sık sık düdük çalıyordu. Herkes sebepsiz bir sıkıntı içinde gibiydi. Ortada hiç kadın görünmüyordu. İhtiyarlar uyuklayarak gazetelerini okuyorlar ve yanındakilere kısaca bir şey söylüyorlar, şişmanlar cigaralarını içerek çarkların gürültüsünü dikkatle dinliyorlar; son moda esvaplı şık gençler, tek gözlüklerini düşürmemek için dimdik duruyorlar ve dizlerinin buruşmaması için yukarı çektikleri ütülü pantolonlarından renkli acurlu çoraplarını gösteriyorlardı. Amma hepsi ihtiyarlamış, yorulmuş, bunamış sanılacaktı. Tüysüz ve tıraşlı yüzlerini, karınları ağrıyor gibi ekşitiyorlar, rüzgârdan kaşlarını ve dudaklarını buruşturuyorlardı. Biz, beyaz boyalı parmaklıklara dayanıyorduk. Arkadaşım:
“Bir kederin mi var?” dedi. “Buraya çıkınca seni gördüm. O kadar dalgındın ki yanına sokulduğumu duymadın. Ne’n var kuzum?”
“Hiç, hiç.. Dalga geçiyordum.”
“Ne dalgası?”
Gülerek cevap verdim:
“Aşk dalgası…”
“Daha bekâr mısın?”
“Bekârım!”
Arkadaşımın mavi gözlerindeki eski neşe birden soldu. Üçüncü derecede veremden yatağa düşmüş bir zavallıya teselli ve cesaret vermek zahmetine girilmeden nasıl mahzun ve mütevekkil bakılırsa bir an bana öyle, acır gibi baktı. Sonra parmaklığa dayadığı elini çekti ve cebine soktu. Biraz döndü ve ciddileşen gözlerini gözlerime dikti:
“Hâlâ bekârsın ve aşk dalgası geçiyorsun ha!..” dedi. “Öyle ise azizim, sakın darılma, sen bir serserisin… Mektepten çıktık çıkalı görüşmedik. Sormadan, istersen başından geçenleri sana söyleyeyim. Hâlâ aşk dalgası geçmene bakılırsa hayatı anlamamış, açık ve bariz hakikatin farkına varmamışsın. Ve mademki hakikate bu kadar yabancı kalmışsın, mesut değilsin ve ölünceye kadar mesut olamayacaksın.”
“Hangi hakikat?” diye gülümsedim.
“Hangi hakikat mi dedin? İçtimai hakikat… Eğer sen bu hakikati sezebilseydin asla aşkla uğraşmayacaktın.”
Anlamıyor ve hep gülümseyerek: “Ama niçin?” der gibi yüzüne bakıyordum. O devam etti:
“Her yerde başlı başına bir muhit, bir içtimai vicdan vardır ki bütün fenlerin, mantıkların, ilimlerin, felsefelerin hilafına olarak, en mutlak ve zalim bir tarzda, hükmünü sürer. İşte bizim muhitimizde, Türklerin muhitinde de aşk şiddetle yasaktır. Bir cehennem makinesi, bir bomba, bir kutu dinamit kadar yasak… Bir Türk on dört yaşına girdi mi annesinden, ablasından, kız kardeşinden ve nihayet teyzesinden ve halasından başka bir kadının yüzünü göremez. O hâlde kimi sevecek? Hiç. Bu muhitin, bu içtimai vicdanın kuvvetini, dehşetini sana nasıl anlatayım? Adını unuttum, bilmem hangi feylesof, Allah’ın insanlar üzerindeki tesirinden, insanlarla münasebetinden, ahlakından bahsederken: ‘O, içtimai muhitten başka bir şey değildir…’ diyor. Ben bu sözü biraz doğru buluyorum. Eski mukaddes kitaplarıyla bugünkü yeni dünyayı çeviren Allah her yerde, her devirde dinsizleri, kendine karşı gelenleri başka sebepler ve başka tarzlarla eziyor. Evvel zamanda Galile’yi[2 - Aristo fiziğine ve kilisenin anlayışlarına karşı çıkan, güneşin durup dünyanın döndüğünü ispatlayan bilgin.]yakan kuvvet, bugün Galile’nin o büyük ve korkunç kabahatini ders diye okuyan milyonlarca mektep çocuklarına aldırmıyor. İspanya’da Ferer’in[3 - Katolik Kilisesine karşı çıkmış bir bilgin] kafasını delen kurşunlar, Fransa’da patlayabilse ihtimal orada ihtiyar ve bunak kadınlardan ve papazlardan başka kimse kalmaz. İşte bu feylesof da Allah’ımızın, ezelî kanununu işletmek için, hep muhiti, hep muhitin içtimai vicdanını kullandığını görerek o hükmü veriyor. Bu ezelî ve mukavemet olunmaz kanun, her yere, her kıtaya, her memlekete değil, hatta her şehre, her köye göre değişiyor.
Buradaki fazilet orada cinayet, oradaki yararlık burada fenalık sayılıyor; mukaddes kitapların bütün tabiat, uzviyet tekâmül kanunlarına inat olarak hiç değişmez kalması lazım gelen emirlerine bile her yerde başka türlü boyun eğiliyor; esasları bir olan Hristiyanlık Avrupa’da başka, Amerika’da başka, Afrika’da başka… İslamlık da böyle! Hindistan’da başka, Liverpool’da başka, Buhara’da başka, Türkiye’de başka… Arabistan’a ve Acemistan’a git, oralarda bütün bütüne başka… İşte Allah’ımızın Türkiye’deki ezelî ve karşı gelinmez kanunu, yani içtimai vicdan, aşkı bütün kuvvetiyle bize yasak ediyor. Türkiye’de kimse sevişemiyor. Ve kimse şimdiden sonra sevişemeyecek… Çünkü sevmek için evvela görmek lazım. Hâlbuki genç bir kızla yuva yapmak ölünceye kadar bahtiyar yaşamak için konuşmak, anlaşmak, sevişme değil; hatta bir kerecik olsun yüzünü görmek imkânsız… Bu şiddetli yasağa karşı duranlar, iş devresine girmiş anarşistlerin, nihilistlerin[4 - Devleti inkâr eden iki aşırı ihtilalci görüş.]yahut eski zamandaki dinsizlerin akıbetine uğrarlar. İçtimai ve acıklı bir ölümle sönüp giderler. Lakin kurnazları, yasak olan aşkın usta kaçakçıları, hırsızlıklarından tıpkı, ihtiyar ve cesur bir tütün kaçakçısı, Yunanlı bir yankesici gibi bıkmazlar… Hep yürek çarpıntısı içinde yaşarlar. Gece tenha yollarda, karanlık bahçelerin şüpheli köşelerinde rüzgâr, soğuk ve rutubet altında saatlerce beklerler ve nihayet korku ile karışık iki manasız kelime, tadı asla duyulmayan, acele ve çabuk bir öpme… Hepsi bu! Eski edebiyata Acemistan’dan, yeni edebiyata Fransa’dan gelen aşk masalları, şiirler ve hikâyeler şifa bulmaz bir frengi gibi bu kaçakçıların bütün varlığına geçmiştir. Onlar daima, bir macera ararlar. Kadınların görülmesi pek açık ve bariz bir tarzda, dehşetle yasak olan bir muhite zıt ve ecnebi muhitlerin âdetlerini, mesela sevişmek hülyasını sokmak isterler. Kendilerini yabancı ve uzak memleketlerde geçen hayalî romanların kahramanları yerine korlar. Tabii edebî mecmualardaki birçok şiiri okuyorsun. Mevzu: Gece ve kadın… Hâlbuki Türki ye’de ikisi de yoktur. Türk muhi tinde gece alaturka saat birden sonra bütün perdeler iner, sokaklar tenhalaşır. ‘Evli evine, köylü köyüne, evi olmayan sıçan deliğine’ girer.
Gazinolar, balolar, tiyatrolar ve ilah… yani Beyoğlu tarafı asla Türk değildir. Orada yabancılar kendi muhitlerini, kendi âdetlerini yaşarlar. Kadınlarıyla kol kola umumi bahçelerde, lokantalarda gezerler, konuşurlar, eğlenirler, gülüşürler. Aralarına, malum manasıyla, bir sıçan deliği bulamayan Türkler de karışırlar. Masaların başında pineklerler. Yabancıların kadınlarına, yabancı güzelliklere, yabancı göğüslere hasretle bakarlar. Uzatmayalım, Türklerin gecesi yoktur. Sonra yine bu yeni şiirlerde boyuna göller anlatılır; hangi göller? İstanbul’da Terkos’tan başka göl hatırlamıyorum. Oraya da, eminim, şairlerin hiçbirisi gitmemiştir. Hususiyle Terkos’un civarında gece barınacak yer yoktur. Yüzlerce mısralarıyla, arşın manzumelerle anlatılan sevişmeler, sevgililer de yalan…
Şairin bir sevgilisi var. Lakin nerede? Şair sevgilisiyle konuşuyor, öpüşüyor. Lakin nerede? Ah, ancak hayalinde… Hakikatte sevişmek ve genç bir kızla üç dört dakika konuşabilmek ve bugünkü Türk muhitinde, balıkların sudan çıkarak havada uçuşmaları ve bostanlardaki ince kavakların dallarında tünemeleri kadar imkânsızdır. İstanbul ve civarında, değil bir genç Türk kızıyla, geceleyin kol kola gezmek, bülbülleri dinleyerek aşk kelimeleri söylemek, hatta gündüz biraz taze görünen annemizle bir arabaya binmek ne kadar tehlikelidir, düşün… Seyir yerlerinde, ah bu zavallı, feci ve gülünç yerlerde de aşk mümkün değildir. Kadınlarla erkekler asla birbirlerine yaklaşamazlar. Aralarında mutlaka birkaç yüz adım bulunur, birkaç yüz adımdan başka da birkaç düzine polis, muhitin içtimai vicdanına ve mahut yedi başlı mutaassıp ve cehalet devinin arzusunu yerine getirmek için sanki bu polislerin mebusansız ve âyansız semavi bir kral kadar salahiyetleri vardır. Kız kardeşinize sokakta bir laf söylediğinizi görmesinler, rezalet hazırdır. Hemen karakola… Kim olduğunuzu ve konuştuğunuzun kardeşiniz yahut anneniz olduğunu ispat edinceye kadar birkaç kilometre dayak yemezseniz yine talihiniz varmış demek. Muhitimizin dininden, ananelerinden, âdetlerinden, ulemalarından, ihtiyarlarından, mürtecilerinden, hükûmetin zabıtasından ziyade bu aşk yasağını isteyen kimlerdir, biliyor musun? Kadınlar, Türk kadınları… Bunlar aşkın ve güzelliğin en korkunç düşmanlarıdır! Dışarıda kendi kavminden hiçbir kadın yüzü görmeyen erkeklerine evlerinde de bir bakacak yüz göstermezler. Dışarıdaki zabıtanın en dehşetlisi evdedir. Mesela hizmetçi alacaklar değil mi? En çirkinini bulurlar. Çiçek bozuğu tenli, büyük ağızlı, kalın dudaklı, çarpık dişli, eğri burunlu berbat bir şey… Her gün karşınızda gezen, yemeklerinizi getiren bu kızı daha ziyade çirkinleştirmek için hususi bir maharetleri, hususi bir dehaları vardır. Kuvvetli ve fırlak kalçaları görünmesin diye gayet bol esvap giydirirler. ‘Etrafa dökülüyor!’ bahanesiyle saçlarını sımsıkı bir yemeni ile bağlarlar. Zavallıyı halis bir orangutana çevirirler. ‘Beyin hiç yüzüne bakmayacaksın, yanında laf etmeyeceksin, bir şey sorarsa cevap vermeyeceksin, kolların açık, çorapsız yanına girmeyeceksin… ilah.’ tembihlerini vermekte gecikmezler. Bir hizmetçinin aleyhinde bulunurken: ‘Çalışkan, temiz, atik kız amma, ağzı burnu yerinde.’ derler. Ağzı burnu yerinde olmak onlar için en affolunmaz bir cinayettir. Genç kızlarla görüşmek ve sevişmek asla mümkün olmadığından ‘evlenmek’ meselesi de onların elinde bir madendir. İstedikleri gibi işletirler. En birinci emelleri oğullarına yahut kardeşlerine çirkin bir kız almaktır. Tanımadıkları evlere ‘görücü’ giderler. Ve erkeklerin birçoğu hâlâ bilmez ki, bu görücü hanımlar güzelden ziyade bir çirkin ararlar… Ve mutlaka da bulurlar. Güzel bir kız alırlarsa kardeşlerinin yahut oğullarının onu seveceğini, onun lafını dinleyeceğini ve sonra kendi pabuçlarının dama atılacağını düşünmek onları çıldırtır. Güzellikten dehşetle ürkerler. Bunun için İstanbul’da koca bulamayan, evde kalan kızların yüzde doksanı en güzeller, en cazibeliler, en sevimlilerdir.
Bu zavallı güzel Türk kızlarını görücü hanımlar beğenmez. ‘A kardeş, çok güzel amma şeytan gibi çok bilmiş. Biz oğlumuza ecinni değil, kız almak isteriz…’ derler. Kimine alafranga, kimine sıska, kimine şirret gibi kusur bulurlar. Gayeleri tombul, beyazca, sessiz, mıymıntı, budala, cahil, ıslanmış tavuğa benzeyen kızlardır. Böyle bir kıza rast geldiler mi: ‘Ah, işte bir melek!’ diye haykırırlar ve başlarlar oğullarına, kardeşlerine abartarak anlatmaya… Zavallı erkek talihin kendine bir peri gönderdiğine inanır ve zifaf gecesi kalın duvağı kaldırınca karşısında ‘Adınız ne efendim?’ sualine cevap veremeyen şaşkın, temiz, beyaz ve biçimsiz bir et yığınından başka bir şey göremez. Erkeklerini, hiçbir fırsat kaçırmayarak, güzel görmekten, aşktan, sevişmekten mahrum bırakan bu kadınlar, aynı zulmü kendi cinslerine de yaparlar. Tanıdıkları bir kadının başından kazara bir macera geçer, mesela bir ‘nâme’si yakalanır yahut da kocasından boşanıp diğer birine varırsa, hepsi birden ona darılır ve dehşetle aforoz ederler. Aradan uzun seneler geçer, o kadını sokakta gördüler mi, yollarını değiştirirler, bazıları yüzüne tükürmeye kalkar; en insaflıları biraz acır: ‘Ah, zavallı kötü oldu, alnının yazısı imiş.’ der. Muhitimizde ‘Bir kadının en birinci vazifesi güzel olmaktır.’ sözünün nasıl tehlikeli bir yalan olduğunu pek iyi bilen anneler, kızlarını, ellerinden geldiği kadar güzellikten, şuhluktan, süsten, serbestlikten menederler. Bu annelerin sokağa çıkarken kızlarının kulaklarına fısıldadıkları nasihatin değişmez modelidir: ‘Kızım! Peçeni indir. Ellerini çarşafın içine sok. Başını öyle yukarı kaldırma. Aşüfte diyecekler, önüne bak. Frenk karıları gibi zıp zıp yürüme. Yavaş yavaş… Göğsünü ileri çıkarma, arkamıza takılacaklar. Sana azgın diyecekler. Adın çıkacak. Evde kalacaksın ilah ve ilah…’ Sonra tanışan, görüşen her aile sanki birbirlerinin tabii müfettişleridir. Sakın bir aile içinde küçük bir aşk macerası geçmesin. Rezalet, dedikodu birden göklere çıkar, kahramanları tefe korlar. Oğullarının ve kızlarının gizlice görüşmelerine, mektuplaşmalarına aldırmayan, göz yuman annelere bütün tanıdıkları, yine birden darılır: ‘Ah, ayol kadın bu yaştan sonra boynuz dikiyor!’ diye ondan iğrenirler.
Bazı yeni romanlarda gösterilen Türkiye’deki mahut, kibar âlemine gelince… Bu âlem, bütün bütün bir hülya mahsulüdür. Türklerin arasında eskiden de, şimdi de imtiyazlı bir sınıf yoktur. Vakıa büyücek memurların, eski devirden kalma paşaların ve bir parça zengin olanların aileleri suni bir kibar âlemi yapmaya çalışırlar ve esaslarını feda ederek sözde Garplılaşırlar, Frenkleşirler. Fakat netice? Bütün muhit onlara düşman olur. Bir mahallede böyle, kadınları, nikâh düşen akrabalarına görünen bir aile oldu mu, evvela: ‘Kötüler!..’ lakabı takılır, sonra boykotaj başlar. Böyle dekadan[5 - Millî vasıflarını kaybetmiş, çürümüş.]ailelerin etraflarından yükselen nefret ve tecavüz sesleriyle bütün saadetleri söner. Yerlerini, yurtlarını terk etmeye, kırlara, uzak ve tenha köşklere, hücra yalılara çekilmeye mecbur kalırlar. Evet yeni şiirlerdeki göller, geceler, aşklar gibi, yeni romanlardaki o nikâh düşen akrabalarına, erkeklerinin arkadaşlarına çıkan kadınların vücudu yalandır. Uydurmadır. Bu romanlar, Garp romanlarının gölgelerinden, tekrarlarından, tercümelerinden, taklitlerinden başka bir şey değildir. İstanbul’da kadınları, yabancı ve nikâh düşen erkeklere gözükür bir Türk ailesi bana gösterilsin, beş senelik kazancımı vermeye şimdi hazırım. Bu romanlarda anlatılan Avrupalılaşmış aileler, meşhur sanatkârlarımızdan Kel Hasan’ın ve Abdi’nin[6 - Yarım asır öncesi Tuluat tiyatrosunun iki ünlü kişisi.]hususi ve muharriri bilinmez piyesleri kadar hakiki Türklüğe mugayirdir. O tiyatrolarda uşağın, hanımların yanına zırt zırt çıkması, ‘Oh kaymak!’ diye süt ninelerin göğüslerini sıkması hakikatte Türk aileleri arasında nasıl imkânsızsa ve bu rezaletler nasıl son derece uydurma şeylerse, yeni romanlardaki yabancı erkeklerin ellerini sıkan, kocalarının yanında açık saçık, örtüsüz ve çarşafsız, hatta bazı dekolte, yabancı erkeklerle konuşan kadınlar da öyle kaba, münasebetsiz, hakikate taban tabana zıt, soğuk ve sahte hayallerdir.
Uzatmayalım, şimdi bana cevap ver. Böyle diniyle, ananeleriyle, âdetleriyle, kanunlarıyla, hükûmetiyle, zabıtasıyla, aile teşkilatıyla, hatta kadınlarıyla aşkı yasak eden; nikâh düşen erkek ve kadını asla birbirine göstermeyen bir muhitte aşk aramak, sevişmek inadı serserilik değil de nedir? Böyle bir muhitin içtimai vicdanına karşı gelmek, en kuvvetli ve muazzam hükûmetlere karşı anarşistlik etmekten daha delilik, daha çılgınlık değil midir? Çok akıllı sandığım senin de hâlâ bu imkânsız hülya ile uğraştığını gördüğüm için canım çok sıkıldı. Ah zavallı dostum, sen şimdiye kadar piyangoyu çekmeli, kısmetine düşen et yığınına, et tarlasına razı olmalı, orduya askercikler yetiştirmeliydin… Ve ancak böyle mesut olabilirdin.
Hâlbuki sen hâlâ aşk dalgası geçiyor, sonu bulunmaz bir yeis çölüne, içi lav dolu bir cehennem uçurumuna, arkasında ateş fışkıran yanardağlar saklı uzak, aldatıcı, suni bir seraba koşuyorsun… Bilsen sana ne kadar acıdım.”
Vapur Kadıköy’e gelmişti. Arkadaşımı dinlerken, ökçelerimin üzerinde kalmış, hafifçe parmaklığa oturmuştum. Doğruldum. Sağ ayağım fena hâlde uyuşmuştu. Yere basamıyordum.
“Biraz dur kuzum.” dedim. “Ayağım uyuşmuş. En sonra çıkarız.”
Gülüyor:
“Ayağın değil, galiba beynin uyuştu.” diyordu. Vapur iskele tarafına eğilmişti. Üstten ve alttan adamlar çıkıyordu. Güneş kalın bulutlar altında kaybolmuş, hava esmer bir demir rengi bağlamış, ağlamaya hazırlanan, içi yaş dolu dargın ve soluk bir göz gibi mahzunlaşmıştı. Çıkanlara bakıyordum. Yarım saat evvelki tatlı dalgamı korkunç bir fırtınaya çeviren arkadaşımın söylediklerini, fertlerini ikiye ayıran, aşktan ve sevişmekten mahrum bırakan, annelerini, karılarını, kızlarını hapsederek asırlarca daldığı rüyasız ve granit uykusundan asla uyanmayan bir kavmin, bir cemiyetin sonunun ne olabileceğini düşünüyor; dar tahtalar üzerinde korkak bir dikkatle hızlı hızlı geçenlerin sessiz ve sedasız çıkışlarını, ürkek bir hayvan sürüsünün acele kaçışına benzetiyordum. Bunların içinde hiç dişi yoktu. Çoluk çocuk, ihtiyar, genç, zengin, fakir hepsi erkekti. Elimle dizimi ovuşturarak:
“Vapurda hiç kadın yokmuş.” dedim.
Arkadaşım yine güldü ve cevap verdi:
“Sabırlı ol… Onların erkeklerle karışmaları yasaktır. En sonra çıkarlar.”
Vapur tamamen boşalmıştı. Biz hâlâ davlumbazın üstünde, beyaz parmaklıkta idik. Bacağımın uyuşması geçmemişti. Arkadaşımın yanında topallayarak iskeleye doğru yürümeye başladım.
Artık şimdi kadınlar da her tarafları örtülü, koyu siyah çarşaflarının altında sanki şangırtıları işitilmesin diye pamuklara sarılmış gayet ağır ve gizli esirlik ve zulüm zincirleri taşıyan lanetlenmiş, hayattan kovulmuş, hasta ve dilsiz heyulalar gibi sendeleyerek, titreyerek yavaş yavaş çıkıyorlar ve başlarını önlerine eğerek düşmemek, bir şeye dokunmamak, birbirlerine çarpmamak, yanlış bir adım atmamak için kalın ve kara peçelerinin altından bastıkları yeri görmeye çalışıyorlardı…

ASHABI KEHFİMİZ
Bu küçük romanı beş sene evvel yazmıştım. Maksadım edebî bir eser meydana koymak değildi. Sadece münevverlerimizin garip düşünüşlerini içtimai hakikatle karşılaştırmak istiyordum. Meşrutiyetten sonra büyük adamlarımızın çoğu ile görüşmüştüm. Hepsinin fikri, aşağı yukarı, şu neticede toplanıyordu: “Osmanlı; müşterek bir milliyettir. Osmanlılık ne yalnız Türklük, ne de yalnız Müslümanlık demektir. Osmanlı devletinin idaresinde yaşayan her fert (bila tefriki cins ve mezhep) Osmanlı milletine mensuptur!” Hâlbuki bu fikir, gayrimillî tazminat maarifinin yetiştirdiği dimağlarda doğmuş bir vehimden, bir ham hayalden ibaretti. Dini, lisanı, terbiyesi, tarihi, harsı, mefahiri ayrı olan fertlerin mecmuundan “müşterek bir milliyet” teşkil etmek imkânı yoktu. “Osmanlılık” hakikatte devletimizin namından başka bir şey miydi? Avusturya’da yaşayan Almanlara “Habusburg milleti, Avusturya milleti” denemezdi. Alman nereli olursa olsun, her yerde Alman’dı, Türkçe konuşan bizler de, beş binlerce senelik bir tarihin, hatta pek eski bir esatirin sahibi olan bir millettik. Osmanlı devletinin memleketinde, Kafkasya’da, Azerbaycan’da, Türkistan’da, Buhara’da, Kaşgar’da, hasılı nerede yaşarsak yaşayalım, yine halis muhlis Türk’tük… Hâlbuki “Osmanlılık” kelimesine mevhum manalar veren münevverlerin siyasi fikirleri, içtimai gayeleri ise insanın gözlerinden yaş getirecek derecede gülünçtü.
Bu muhterem efendiler; Balkan Muharebesi’nden sonra da hakikati göremiyorlardı. İşte o vakit bu kitabı yazdım. İçindeki fikirler sırf Tazminat ilhamları olduğu için herhangi bir zata atfederek şahsi “enmuzeç” ler çizmeye çalışmamıştım. Türk köylüsü: “Dili dilime uyan, dini dinime uyan.” diye milliyetin hududunu pek güzel anlarken, münevver efendiler, son inkılap esnasında ne dile, ne dine ehemmiyet veriyorlardı. Nihayet, işte zaman onlara yaman bir ders verdi. On sene içinde her biri bir asra sığmayacak vakalar başımızdan geçti. Artık umumiyetle milliyetin kıymeti bilindi. Konuşulan tabii lisana, millî edebiyata, millî sanata, milliyet mefkuresine ehemmiyet verilmeye başlandı. Bugün ihtimal şu kitaptaki kahramanların siyasi iddiaları, budalaca hareketleri müfrit birer “mübalağa” gibi görünecek; fakat hâlâ milliyetperverliğe, Türkçülüğe aleyhtar geçinenlerin lisanda, edebiyatta, sanatta, siyasette pek açıkça itiraf edemedikleri gayeleri nedir? Eğer varsa hep bu boş hülyalar değil mi?

    Sarıyer1918Ö.S

YENİ BİR DERNEK

    30 Ağustos 1908, Moda
Şimdi gezmeden geldim, içimde tatlı bir sevinç var. Pencereme oturdum. Komşumuz Ropenyanların yeşil, iri papağanı, kafesinin asılı durduğu balkondan bana bakarak:
“Hosegur, hosegur!” diye bağırıyor.
Bahçenin gölgeli tarhlarında bir kedi oynuyor. Ağaçlar kuş doldu… Sanki sesleri güneşin yakıcı aydınlıklarını ürpertiyor. İçimde bir faaliyet arzusu kaynaşıyor. Kitap okuyamıyorum. Okumak; abus, güneşsiz kış günlerinin mecburi eğlencesidir. “Ne yapayım?” diye düşünüyorum. Bir Ermeni ne yapar? Mutlaka faydalı, kârlı bir şey! Çocukken, daha Karabetyan İdadisi’nde okurken Bağdaseyran isminde tuhaf bir coğrafya hocamız vardı.
“Dünyada en birinci zevk, ruzname tutmaktır.” derdi. Ben bunu boş, manasız, pek münasebetsiz bulurdum. Kendi kendime “Ruzname tutmak, tahriri bir gevezeliktir.” derdim. Daha pek gençken özendiğim şey, “ciddi olmak”tı. Dersimi okurken, arkadaşlarımla konuşurken, yolda giderken böbreklerim sancıyormuş gibi yüzümü ekşitir, kaşlarımı çatardım. Bu âdetim, yüzümde gayet derin, vakitsiz çizgiler bıraktı. “Söz gümüşse, sükût altındır.” diyen ben, yazmak hususunda da perhiz ediyordum. Mektuplarım gayet kısa, gayet manalıydı. Ömrümde fazla bir şey söylemediğim gibi, fazla şey de yazmadım. Bugün, ama bilemiyorum neden, hep yazmak, hatırlarımı kâğıtlara geçirmek istiyorum.
Gözlerimi ağaçların baygın yaprakları arasında dinlendirerek hayalimi on beş senelik bir maziye çeviriyorum. İşte muallim Bağdaseryan… Şişman, kumral bıyıklı, kırmızı yüzlü, masum tavırlı bir adam.
Diyor ki:
“Çocuklarım, siz her gün değişeceksiniz. Her gün siz büyürken, dimağlarınız, fikirleriniz de büyüyecek, her gün fazilete yaklaşacak, idraksiz, şuursuz geçen günleriniz için teessüfler edeceksiniz. Düşündüklerinizi, duyduklarınızı beş, on dakikaya acımayıp, yazınız. Yarın yazdığınızı öbür gün bilmeyeceksiniz. Bir sene evvel yazdığınızı öbür sene okurken, ne kadar değiştiğinizi anlayarak hayretler içinde kalacaksınız…”
Üçüncü sıranın başında oturan Hayikyan, gülümsüyor. Kocaman kafasını sallayarak: “Öyle boş şeylerle uğraşacağıma faydalı bir şey okur, öğrenirim.” diyor.
Zavallı dostum Hayikyan! O vakit hocanın sözüne inanıp ukalalık etmeseydin, bugün ömrünün, ruhunun manalı izleri elinde kalır; onların üzerinde, ne kadar feci olsa da, uzaklaşıldıkça daha ziyade sevilen o muazzez maziye doğru gider, eğlenir, tatlı bir zevk bulurdun…
Şimdi işte kalem elinde, böyle düşünüyorsun!
Şimdi evet, kalem elimde, düşünüyorum. Hatıram yıpranmış, hayalim yorgun. Kan lekeleriyle, kılıç gölgeleriyle kararan çocukluğumdan beri her an fikrim değişti. Okuduğum kitaplar, bozulan itikatlarım, kartlaşan masumluklarım bugünkü şahsiyetimi doğurdu. Bugünkü gözüm dünü, hakikate en yakın renkleriyle görmez. Bedbaht oldum. Lakayt oldum. Mesut oldum, meyus oldum. Ümitvâr oldum. Muvaffak oldum. Fikirlerim gibi cisimlerimde de, talihimde de sabitlik yok. Her şey değişiyor. Eğer hakikatin ne olduğunu bilmeden her gün bin defa söylediğimiz bu kelimenin bir aslı varsa, artık bence şüphe yok ki, şahitlikte değil, değişikliktedir. Dünyada sabit ne var? Hayat bir fırtına ki, bizi önüne katmış, değiştirerek sürüp götürüyor. Bir dakika bir yerde, bir hâlde duramıyoruz. Olmayan şeyde hakikat mi olur? Olan mütemadi değişikliktir. Bugün elimde bir ruznamem bulunsaydı belki hakikati anlayabilecektim.
Şimdiden sonra da birçok fikrim, hissim, değişecek, unutulacak. Onları hatıramın, hissimin karanlığından kurtaracağım. Mademki doğru olarak dünü yazamıyorum; bugünden itibaren yarını yazmaya başlayacağım.
On beş, yirmi gün içinde ne değişiklik Yarabbi! O kadar kardeşimizi Kürt cellatlarına doğratan Kırmızı Sultanın[7 - Burada Abdülhamit II. kastedilmekte.]kuvveti, iktidarı birdenbire söndü. İstibdat, bahar sabahlarında uyanan bir adamın kâbuslu rüyası gibi tuhaf, gülünecek bir hatıra bırakarak silindi gitti. Dinler barıştı. Milletler kaynaştı. Papazlar, mutaassıp hocalarla öpüştüler. Asırlarca birbirlerinin kanlarını emen, gözlerini oyan unsurlar, kol kola oynadılar. Doğan hürriyet güneşini alkışladılar.[8 - 1908 Meşrutiyeti’ndeki coşkunluğu anlatıyor.]
Her şeyi siyah gören bedbinler: “Bu bir sıtmadır, geçer…” diyorlar. “Güneşin altında yeni bir şey yoktur. Tanzimat, hürriyetin aslı olamaz. Her millet bir millettir. Toplanıp bir millet gibi bir kanun altında, bir vatan içinde rahat rahat geçinemezler.”
Fakat vakalar onları yalana çıkarıyor. Bugün Ermeni’nin, Rum’un, Arnavut’un, Sırp’ın, Bulgar’ın, Arap’ ın, Türk’ün, Kürt’ün kalbi “Hür Osmanlılık” için çarpıyor. Beyoğlu’ndaki, Tepebaşı’ndaki nümayişler, Rumların ne kadar Osmanlılığa müştak, ne kadar sadık olduklarını bariz bir surette gösterdi. Lisan meselesini, sair meseleleri, açılacak Mebusan Meclisinde milletvekilleri adalet dahilinde halledecekler…
İki ay evvel neler düşünüyordum; emindim ki Türkiye, bu hasta adam, artık düştüğü ecel yatağından kalkamaz. Bu hastayı böyle süründürmektense zehirleyerek çabucak içtinabı mümkün olmayan meşum neticeye götürmek… Ermeniler’e, hiç olmazsa, Rus himayesinde bir muhtariyet yapmak… Kürtlerle şehirlerde oturan Türkleri bir asır içinde Ermenileştirerek eski Ermeni İmparatorluğu’nun temelini atmak…
Vakıa idealler “olan” değil, “olması istenilen” şeylerdir. Fakat, amma münasebetsiz bir hülya… Niçin her millet ayrı bir zümre, ayrı bir hükûmet yaparak yaşasın? İşte bir arada, menfaat, komşuluk bağlarıyla pekâlâ anlaşıyorlar. Amerikalılar mesut değil mi? Biz niçin Osmanlı olmayalım? Niçin şu kadar milyonluk cemiyeti yıkalım? Mantıkla menfaat bizi hülya ile mefkûre peşinde koşmaktan menetmez mi?
Hâlâ devam eden alkışlar, nümayişler benim mantığımda esaslı bir inkılap vücuda getirdi. Şimdi pek vazıh, pek sahih düşünebiliyorum. Osmanlıyım, Osmanlı kalacağım.
Elveda ey eski ihtilalci Hayikyan, elveda sana…

    10 Eylül 1908, Moda…
Ben tembelim! İşte kaç gündür vapurda, yolda yazacağım şeyleri düşünüyorum, kendi kendime: “Bu akşam.” diyorum. Akşam, sabaha bırakıyorum. Sabahleyin de ertesi akşama… Meşrutiyet’in, hürriyetin sarhoşlukları geçti. Şimdi hepimiz sersem gibiyiz. Memleketin dahili karmakarışık! İşler pek öyle çabucak düzeleceğe benzemiyor. Vakıa Meşrutiyet’i alenen istemeyen yok. Amma yıkılan eski idarenin enkazı korkunç bir dağ gibi hâlâ üzerimizde duruyor, tatsız vakalar eksik değil.
Beşiktaş’ta bir Müslüman bahçıvanın kızı bir Rum’a kaçıyor. Herif, karakola şikâyet ediyor. Kızla Rum’u tutuyorlar. Sonra halk karakola hücum ediyor. Kızla Rum’u o kadar dövüyorlar ki, Rum ölüyor. Rum’un ölüsünü alan Rumlar, Beyoğlu’nda gezdirdiler, türlü türlü nümayişler yaptılar. Bu adi zabıta meselesine millî bir şekil verdiler. Ben nümayişçilerin arasındaydım. Bir gün Türklerden intikam alacaklarını haykırıyorlardı.
Patrikhaneler: “Eski hukukumuz, eski imtiyazlarımız…” diye kımıldanmaya başladılar. Hâlbuki Kanunu Esasi, bütün Osmanlılar için “bir” değil mi? Kanunu Esasi karşısında hususi bir hukuk, hususi bir imtiyaz kalır mı? Hem kalması makul mü? Mantıklı mı? Bunun için birçok münakaşa ettim. İtiraf ederim ki, Türkler pek samimi! Tanzimat, Kanunu Esasisi, Osmanlılık uğrunda kendi milliyetlerinden vazgeçiyorlar. Mektepte okuttukları kitaplarda tarihlerde, gazetelerinde, bir tek “Türk” kelimesi ağızlarından kaçırmıyorlar.
“Biz Osmanlılar, hepimiz kardeşiz.” diyorlar. “Camilerin, kiliselerin dışarısında hiçbir ayrımız, gayrımız yoktur. Her şeyin fevkinde mukaddes, ali Osmanlılık vardır!”
Bu fikre Türklerden hiç muhalif yok. Âdeta Osmanlılık onlara mantık, münakaşa kabul etmez bir din gibi olmuş. Rumlar, Arnavutlar, Bulgarlar bazı Ermeniler: “Osmanlılık bizim milliyetlerimiz için bir tehlike teşkil eder.” diyorlar. Ben bu sözü o kadar doğru bulmuyorum, Patrikhanelerin ektiği tohum… Papazlar, siyasi kaynaşmanın kuvvetlerini kıracağından korkuyorlar. Meseleye onların gözüyle bakılırsa hakları da yok değil…
Lakin bugün papaz asrında mıyız? Kanunu Esasi olan meşrutî bir memlekette “milliyet, kavmiyet” ne demektir?

    Kânunusani 1909, Moda…
Soğuk çok… Odun, kömür fiyatı pek pahalı! Evinde pansiyon oturduğum ihtiyar kadın: “Dünyanın sonu!” diyor. Ömründe bu kadar soğuk, bu kadar pahalılık görmemiş. Elbiseyle odun parası bütçemi sarstı. Her ay üç yüz frankçığımı ayırıp bankaya teslim edemiyorum… İşler kesat, kesat, kesat… Ticaret âlemini de terk etmeyerek siyasete atılmayı canım o kadar istiyor ki! Evet, benim kanımda bir kurt var. Ermeni fırkalarından birine dahil olmayı düşünüyorum. Fakat onların hiçbirini Kanuni Esasiye muvafık bulmuyorum. Zira “milliyet esaslarına müstenit siyasi fırkalar” Osmanlı Kanuni Esasisine muhaliftir. İttihat ve Terakki’yi düşünüyorum. Orası da benim için meçhul… İşitiyorum ki Avrupalılar “Genç Türk” dedikleri bu adamlara Panislamizm gibi emeller atfediyorlar. Beklemek, acele etmemek lazım. Hele bir yaz gelsin; bakalım ne olacak?

    11 Mayıs 1909, Moda
Yazı yazmakta o kadar tembelim ki… Sözde hislerimi, hatıralarımı günü gününe yazacaktım. Nerede? İhmalkâr bir Türk gibi kendi kendimi “Eli elime değmiyor.” diye teselli ediyorum. Bugün işim yok, zorla masanın başına oturuyorum. Kitapların, gazetelerin altında kaybolan defterimi buluyorum. Dört aydır neler oldu, neler… Âdeta bir tarih… Düşmanımız Kırmızı Sultan devrildi. Şimdi Selanik’te mahpus… Artık irticanın, istibdadın geri gelme ihtimali yok.
İsyanın bütün safhalarında hazır bulundum, bu irtica asla yeniliğe karşı millî bir isyan değildi. İstanbul’un bütün askerleri sanki kendilerine “Hristiyansınız” diyen varmış gibi, Müslüman olduklarını iddia ediyorlardı. Şapkalılara, özellikle ecnebilere dokunmuyorlar, hatta onlara fazla ihtiram gösteriyorlardı. Genç Türk zannetmesinler diye ben de şapka giydim. Bütün dostlarım da şapka giydiler. Şapka ile ihtilalcilerin arasında serbestçe gezilebiliyordu. Ne eğlenceli günlerdi… Hükûmet falan her şey sönmüş, âdeta tebahhur etmiş, uçmuş gitmişti. Adi, küçük çavuşlar payitahta hükmediyorlardı. En meşhurları Hamdi Çavuştu.[9 - 31 Mart olayında isyancı askerlerin şefi.]Bu zavallıyı astılar. Kuvvetinin, iktidarının en şaşaalı zamanında Ermenice bir gazetenin muhabiri sıfatıyla kendisiyle mülakat etmek istedim. Taşkışla’nın[10 - Taksim’de bir kışla, şimdi Mühendis Mektebi.]muhteşem bir odasında beni kabul etti. Hâlâ çavuş forması taşıyordu. Belinde palaskası asılıydı.
“Ne istiyorsun?” dedi. Muhabir olduğumu, Ermeni milletinin murahhası gibi kendisiyle görüşmek istediğimi söyledim. Vesika falan aramadı. Fakat oturtmadı da! Ayakta konuştuk:
“Peki ne soracaksın, bakalım?”
“İhtilalden maksadınız nedir?”
“Şeriatı çıkarmak…”
“Şeriat ne demektir? Lütfen bana izahat verir misiniz? Bizim Ermenilerin bu hususta malumatı yok.”
“Şeriatın ne demek olduğunu ulema efendilerimizden git öğren. Benim sana öğretmek haddim değil. Belki yanlış bir şey söylerim de, günaha girerim.”
“Şeriatı nasıl çıkaracaksınız?”
“Ne kadar mektepli zabit varsa hepsini öldüreceğiz. Jöntürk dedikleri dinsiz herifleri bir tane kalmayıncaya kadar mahvedeceğiz…”
Heyhat… Biz Jön Türklerin taassubundan, “İttihadı İslam”[11 - 31 Mart olayında gericilerin partisi.]taraftarı olduklarından nefret eder, her fırsatta kendilerine hücum ederiz. Türkler de onlara “dinsiz” derler. Öyle bir tezat ki… Ama hangisi doğru…
“Pekâlâ efendim, siz Türk müsünüz?”
“Hayır Türk falan değilim…”
“Arnavut musunuz?”
“Hayır, hiçbir şey değilim…”
“Ya nesiniz?”
“Müslüman…”
Dinin başka, milliyetin başka bir şey olduğu bu çavuşa anlatılamazdı. Ayrıldım, dışarı çıktım. O gece Beyoğlu’nda kaldım. Gezdim. Bütün umumhaneler, meyhaneler ihtilalcilerle dolmuştu. Hepsi ölecek derecede sarhoştu. Aşüftelere sarılıyorlar:
“Şeriat isterük!” diye avazları çıktığı kadar bağırıyorlardı.
Dünyada bu kadar maksatsız, bu kadar idealsiz bir ihtilal olamazdı. Hareket Ordusu[12 - 31 Mart ayaklanmasını bastırmak için Rumeli’den gelen]gelince isyanın ruhu bir sabun köpüğü gibi söndü. Kahramanlar, koyunlar gibi kışlalarda tutularak bağlandı. Rumeli’deki askerî yollarda çalıştırılmak üzere vapur vapur Selanik’e gönderildi. Abdülhamit’in huzurunda Kabuli Bey isminde bir kaptanı parçalayan bahriyeli neferler asıldı.
Bir Türk – Osmanlı arkadaşımla asılacakları görmeye gittim. O gece Sirkeci’de otelde yattık. Sabahleyin erkenden darağaçlarının kurulduğu meydana geldik. Daha güneş doğmamıştı. Harbiye Nezareti [13 - Beyazıt’ta, şimdiki üniversitenin binası.] tarafından bir gürültü koptu. Mahkûmları getiren arabalar ilerliyordu. Asılacak olanlar bütün kuvvetleriyle tekbir getiriyorlardı. Oradaki jandarma zabiti bize dedi ki:
“Bunlar gevezelik yapıyorlar. Öbürleri usluydu. Şimdi Derviş Vahdeti teşvik ediyor. Zannediyor ki, tekbir seslerini işiten halk gelip onu ipten zorla kurtaracak…”
Son nefesinde bile halkı teşvik etmekten vazgeçmeyen bu adamı görmek istedim. Arkadaşımın tanıdığı zabitle beraber yan yana gittik. Bu ateş yüzlü, fakat vahşi, azimli bir adamdı. Biraz sararmıştı.
Hâlâ Genç Türklere küfürler ediyor, onların göreceklerinden filan bahsediyordu. Çok söylendirmediler. Astılar… Kafası düşünce bizim şehit olan fedakâr ihtilalcilerimizi düşündüm. Türkler ne tuhaftır. Kendi milliyetleri gibi çok şeyi inkâr ederler. Gayet mükemmel ali, fedakârane olan Ermeni ihtilallerine “isyan” bile demeye tenezzül etmiyorlar, laf arasında geçerse yalnız “Ermeni gürültüsü!” diye gülümsüyorlardı. O kadar fedakâr veren koca ihtilal… Evet, bu memlekette buna âdeta bir “gürültü” deniyordu.
Derviş Vahdeti, epeyce büyük bir rol oynamıştı. Fransızca bir isim ile çıkardığı dinî gazetesinin[14 - Volkan]sürümü otuz, kırk bini bulmuştu. Âdeta ben bile halkın inanmak için gayet büyük, mantıksız budalalıklar aradığına kani oluyordum. Ali mektepten çıkan, en münevver gençler bile Derviş Vahdeti’nin yazılarını satırı satırına okuyorlardı.
Hele tanıdıklarımdan bir Genç Türk vardı. Büyücek bir memurdu. İhtilal günlerinde Mebusan’da[15 - Büyük Millet Meclisi]idim. Onun, cebinden yeşil, al iki bayrak çıkararak:
“Ya bu kazanacak ya bu…” diye, şuh, hoppa, sevindiğini gözümle gördüm. Bu ona, bir Genç Türk’ tü. Fakat ideal namına hiçbir şeyi olmadığından irtica, zulmet ve cehaletten de hoş geliyordu.
Vakaları mı yazıyorum? Gazetelerin yazdığı şeyleri yazmakta ne mana var? Ben kendi hislerimi, intibalarımı yazmak isterken haberim olmadan kalkıyor, “vaka nüvis”lik ediyordum. Neyse… İşte o fırtına geçti. Şimdi rahat gibiyiz. Boyuna kabineler değişiyor. Vükelaya genç unsurlar giriyor, talihimiz, Türkiye’nin talihi taayyün etmek üzere… Ben daha mesleğimi tayin etmedim. Ermeni fırkalarına mı gideyim? O vakit bir milliyetçi olmayacak mıyım? Hâlbuki ben Osmanlılığa itikat ediyor, iktisat bağlarının din, taassup, milliyet bağlarından daha kuvvetli olduğuna kani bulunuyorum.

    11 Haziran 1909, Moda…
Bugün bir Türk’le konuştum. Bende çok iyi bir tesir bıraktı. Aramızda geçen lafları mutlaka yazmalıyım. Bu zatın ismi Niyazi Bey… Meşrutiyet’in ilanından sonra Avrupa’dan gelmiş. Gayet şıktı. Başında fes olmasa bir Avrupalıdan farkı olmayacaktı. Hukuk tahsilini Paris’te bitirmiş, birinci derecede diploma almıştı. Mebus Mizikyan’ın evinde bana takdim olundu. Bahis politikaya dönünce ben “İttihat ve Terakki” hakkındaki şüphelerimi söyledim. Kendisi ne hükûmet fırkasından, ne de muhalif, “müstakilim” iddiasında idi. O kadar değişmiş, o kadar medenileşmişti ki, “Ah her Avrupa’ya giden Türk böyle gelse… “diye düşünüyordum. Sözlerini büyük bir dikkatle dinledim:
“İttihat ve Terakki’den şüpheniz pek boştur!” diyordu. “Pantürkizm,[16 - Dünya Türklerini birleştirme ülküsü.]Panislamizm[17 - İslamları birleştirme ülküsü.]filan Avrupa hayalperestlerinin iftirasıdır. Bir de mesel vardır, biliyor musunuz: ‘Kişi, kişiyi kendi gibi bilir.’ Avrupa’da meşum sunî bir cereyan yaşar: Milliyet, kavmiyet cereyanı! Orada her şeyi milliyet rengine boyarlar. Mesela Fransızların ırkça bir vahdetleri olmadığı hâlde, o kadar milliyetperver, o kadar milliyette mutaassıptırlar ki, Paris koketleri[18 - Hafifmeşrep kadın.]bile Almanlarla münasebette bulunmazlar. Almanya’da her şey millîdir. Hatta sosyalizm bile… Böyle bir muhitte ‘hüküm’ler de millî olarak verilir. Mesela Rene Pinon, bir kitabında: ‘Türkler, aldıkları askerin içinden ırkça Türk olanları İstanbul’da, Edirne’de, Makedonya’nın mutedil, güzel yerlerinde istihdam ederler, Türk olmayanları Yemen’e, Fizan’a, en uzak yerlere gönderirler.’ diyor. Hâlbuki Osmanlı hükûmeti tamamen bunun aksini yapmıştır. Arnavutlar, Araplar hep Hassa Ordusu’na[19 - Padişahın muhafız kıtaları.] gelirler. Yıldızın lahat kışlalarında askerliklerini yaparlar.
Yemen’e, Fizan’a, Makedonya’ya hep Türkler, yani Anadolu çocukları gider. Hatta Yemen’e ‘Türk Mezarı’ derler. Şimdiye kadar hastalıkla, harple bir milyondan ziyade Anadolulu Türk’ün Yemen’de öldüğünü rivayet ederler. Mösyö Rene Pinon yalan söylemek, bize iftira etmek istemiyor. Onun kendi mantığı Türklerin böyle yapmasını, yani İmparatorluğun fena, uzak yerlerine gayri Türkleri göndermesini kabul ediyor. Bizim de böyle yaptığımıza hükmediyor. Çünkü Fransa’da birkaç unsur olsa, onlar, mutlaka ilk Fransızları düşüneceklerdir. Kezalik bu sırada Is-lav İttihadı, Cerman İttihadı, Latin İttihadı, Avrupa siyasetinin ana hatlarıdır. Hep bu üç ideal etrafında onların politikası sabit, mütehavvil şekiller alır. Böyle ideallerin doğduğu muhitte insani, necip bir siyaset düşünülebilir mi? Avrupalılar her milleti kendileri gibi sanıyorlar. Türklerin de ‘Türklük’ diye bir milliyetleri, tarihleri, emelleri olduğuna ihtimal veriyorlar. Yanılıyorlar. Çünkü hisleriyle muhakeme ediyorlar. Bize dair hiç tetkikat yapmadan, hiçbir Türk’ün aklından geçmeyen ‘Pantürkizm’ hayallerini uyduruyorlar. Sonra sizin gibi içimizde yaşayan, bizim içimizi, dışımızı bilen Hristiyan vatandaşlarımız da Avrupa hayalperestlerinin düzdükleri bu yalanlara inanıyorlar. Vatanımızda, yaşadığımız memlekete kim ‘Türkiye’ der? Yalnız Avrupalılarla Avrupa gazeteleri bu manasız ismi çıkarmışlar. İşte Tanzimat maarifi meydanda… Hiçbir mektep kitabında, hiçbir coğrafya kitabında ‘Türkiye’ diye bir memleket ismine rast gelmeyeceksiniz. Avrupai Osmanî, As-yayı Osmanî, Afrikayı Osmanî, sonra hepsine birden ‘Memaliki Osmaniye’ deriz. Kendi tarihlerinizi tabii bilirsiniz. Bir de bizim mekteplerimizde okuttuğumuz tarihlere bakınız. Bir ‘Türk’ kelimesi bulamayacaksınız. Bundan başka bizim tarihlerimiz bilhassa Türklük aleyhinde tertip olunmuştur. Hüluga, Timurlenk gibi dünyanın en büyük cihangirlerini tarihlerimizde sırf Türk oldukları için, küfürler, lanetlerle yâd ederiz. Sonra tarihlerimiz Sezar, İskender, Napolyon hakkında ihtiramda kusur göstermezler. Hatta bunlar için şairlerimizin bazıları şiirler bile tanzim etmişlerdir. Hele İskender edebiyatımızda âdeta bir telmih olmuştur. Her milletin şairleri kendi milletlerini, tarihlerini, ananelerini terennüm ederler. Bizim şairlerden ne yenisi, ne eskisi, Türklüğe dair bir kelime yazmadıkları gibi, kendi milliyetlerinden bahis icap edince ‘Etraki bî idrâk’[20 - Anlayışsız Türk.]

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/omer-seyfeddin-32617159/ask-dalgasi-69428539/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Şimdiki Haydarpaşa Lisesi’nin bulunduğu bina, Meşrutiyetle Cumhuriyet’in ilk yılları arasında İstanbul Darülfünun’u Tıp Fakültesi olarak kullanılmıştı.

2
Aristo fiziğine ve kilisenin anlayışlarına karşı çıkan, güneşin durup dünyanın döndüğünü ispatlayan bilgin.

3
Katolik Kilisesine karşı çıkmış bir bilgin

4
Devleti inkâr eden iki aşırı ihtilalci görüş.

5
Millî vasıflarını kaybetmiş, çürümüş.

6
Yarım asır öncesi Tuluat tiyatrosunun iki ünlü kişisi.

7
Burada Abdülhamit II. kastedilmekte.

8
1908 Meşrutiyeti’ndeki coşkunluğu anlatıyor.

9
31 Mart olayında isyancı askerlerin şefi.

10
Taksim’de bir kışla, şimdi Mühendis Mektebi.

11
31 Mart olayında gericilerin partisi.

12
31 Mart ayaklanmasını bastırmak için Rumeli’den gelen

13
Beyazıt’ta, şimdiki üniversitenin binası.

14
Volkan

15
Büyük Millet Meclisi

16
Dünya Türklerini birleştirme ülküsü.

17
İslamları birleştirme ülküsü.

18
Hafifmeşrep kadın.

19
Padişahın muhafız kıtaları.

20
Anlayışsız Türk.
Aşk Dalgası Омер Сейфеддин
Aşk Dalgası

Омер Сейфеддин

Тип: электронная книга

Жанр: Историческая литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Ömer Seyfettin, yaşadığı dönemin geleneksel dil ve edebiyat anlayışına bağlı kalmayan yenilikçi kişiliği ile düz yazımızın gelişme aşamasında büyük dönüşümler yarattı. "Tabii lisan, konuşulan lisandır." ilkesi üzerinde inatla durarak yalın bir anlatım kurdu. Öykünün akışında sağladığı hızlılık, olay – kişi – çevre bağlantılarındaki doğallık ve en önemlisi ustalıkla yarattığı yergi havasıyla bugün de canlılığını koruyan eserler verdi. Döneminin eski dil beğenisine saplanıp kalan yazarlarını okunmaz duruma düşüren "zaman" onu haklı çıkardı.

  • Добавить отзыв