Memlekete Mektup

Memlekete Mektup
Ömer Seyfettin
Edebiyatımızın eskimeyen ismi Ömer Seyfettin; Osmanlı Devleti’nden Cumhuriyet’e geçiş sürecini birebir tecrübe etmiş ve yaşayan bir varlık olarak benimsediği dili, toplumsal gelişmeler bağlamından ayrı düşünmemiştir. Bu açıdan Ömer Seyfettin, tema ve dil yönünden çeşitlilik arz eden hikâyeleriyle hemen hemen her kuşağa seslenebilen usta bir hikâyeci olarak ön plana çıkmıştır. Ele aldığı konuları belli bir dönem içerisinde tasvir etmekle beraber, insana ait evrensel gerçeklerden ve kendi milletinin konuştuğu dilden kopmamıştır. Bu noktada hikâyelerini modern Türkçenin zengin ve duru kaynağına taşımayı başaran yazar, çağdaş Türk edebiyatının yolunu açmıştır. Yazarın hikâyeleri; medeniyetler arasındaki geleneksel Doğu-Batı çatışması, Türk ve dünya insanının kimlik bunalımları, siyasal ve kültürel çekişmeler, Türk modernleşmesi, Batı taklitçiliği, toplum ve birey ikilemi, savaş psikolojisi, toplumsal adalet, özgürlük ve insanlığın tarihsel evrimi gibi kavramları derinlemesine irdelemektedir. Ömer Seyfettin’in yazınsal tavrı; Batı taklitçiliğinin sahte modernizmi ile gerçek aydınlanmacı fikirlerin ayrımı neticesinde ortaya çıkmaktadır.

Ömer Seyfettin
Memlekete Mektup

MEMLEKETE MEKTUP
25 Şubat 1919, İstanbul
Sevgili Celil,
İşte bir haftadan beri her sabah sana mektup yazma azmiyle kalkıyorum. Nihayet bugün kalemi elime aldım. Yattığım yer Meserret Oteli. Karanlık, dar, kirli koridorlarıyla tıpkı bir Kurun-ı Vusta elemhanesine benziyor. Penceremin altında Babıali Yokuşu… Uzun günler, müşterisiz pinekleyen karşı kitapçı dükkânlarını seyrediyorum. Civarda yegâne hareket Akşam’la Tercüman’ın çıktığı saat… Bir sürü çocuk, bir ağızdan bağrışarak koşuşuyor. Sonra yine sükûn, yine matem… Hani bizim Hukuk’a devam ettiğimiz zamanın İstanbul’u, on beş sene evvelki İstanbul artık yok! Sokaklar daralmış, insanlar küçülmüş, kadınlar sıskalaşmış. Çehreler solgun. Herkeste üst baş perişan. İnanılmaz bir zaruret bu halkı eziyor. Mahallelerde birçok ev aç! Buna mukabil haydutlar hâlâ kâşanelerde yaşıyorlar. Otomobillerde geziyorlar. Fakirlikle zenginlik iki barışmaz düşman gibi karşı karşıya geçmiş. Biri karargâhını Şişli’ye, Nişantaşı’na; öteki Fatih’e, Aksaray’a kurmuş, sanki vakti bilinmeyen bir meydan muharebesini bekliyorlar. Köprü âdeta beynelmilel bir meşher… Avrupa’nın, Asya’nın her türlü askerî üniforması göze çarpıyor. En neşeli halk Rumlar… Laternalarıyla sokakları dolaşıyorlar, hiç durmadan ötüyorlar, gülüyorlar, şarkı söylüyorlar, içiyorlar, nara atıyorlar, ben nereye gideceğimi bilmiyorum. Üç gün evvel vatanımız Malatya’nın nüfusunu, resmî istatistikleri Hariciye Nezareti’ne götürdüm. Verecek adam bulamadım, bana “beceriksiz” diyeceksin. Ne dersen de… Aklım, fikrim, muhakemem yerinde değil. Ruhumdan bir zehirli okla vurulmuş gibiyim. Bir hafta içinde kırk yılın husule getireceği bir “daüssıla” nöbetiyle kıvranıyorum. Gözümde yalnız evimin beyaz badanalı alçak duvarları, mutfak bacasının sabahları bahçeye düşen kalın gölgesi tütmüyor. Kulaklarım parlak kırmızı horozlarımızın şen naralarını, şefkatli ineklerimizin, öküzlerimizin böğürmelerini arıyor. Evet, burada ufuksuz bir çölde kalmış gibiyim. Ruhumu, elemimi anlayan yok. İstanbulluların zihniyeti bizden çok farklı. Biz son mağlubiyetle, düçar olmak ihtimaline maruz kaldığımız felaketleri, bir an aklımızdan çıkaramadık. Onların dünya umurunda değil. İstanbul beynelmilel olacakmış. Türkler Konya’ya tehcir edilerek iptidai bir aşiret şekline konulacakmış. Millî düşmanlarımızın tasavvur ettikleri, galiplerimize telkinden bir an geri durmadıkları bu korkunç niyetler, bilakis onları güldürüyor. Nihayeti bulunmaz bir “sen, ben” davasına düşmüşler. Hepsinin elinde bir yağlı kara. Birbirlerini kirletip duruyorlar. Gazetelerde cihan havadisine dair tek bir satır yok. Hep dedikodu! Karaktersizliklerini bütün dünyaya ilan için mütemadiyen yeni yeni cemiyetler kuruyorlar. İkinci içtimalarına içlerinden üç tanesi gitmiyor. Meşrutiyet’i istihsal ettikleri için Anadolu’nun sırtı sıra on yıl liyakatlerine aldandığı İttihatçı güruhu da iki kısım olmuş. Biri kuvvet ellerinde iken halkı soyup soğana çeviren yeni zengin sınıfı! Öteki fırsatı kaçırıp umumi soyguna şahsi namus endişesiyle iştirak etmeyenler. Fakir arkadaşlarına yeni zengin İttihatçılar “enayiler” namını veriyorlar. Dün Şehzadebaşı’nda bu enayilerden birisine rast geldim. Tanırsın. Bizim sınıf arkadaşımız Mustafa Nâzım. Hani adını “Labori” takmıştık. Şimdi bir görsen… Sakal bırakmış. Mektepteki kamburu daha ziyade büyümüş. Sanki elli yaşına girmiş. Beni görür görmez boynuma sarıldı. Direkleri yıkılan sokakta eski çayhaneler hâlâ duruyor. Birine girdik. Zavallı evvela:
“Aman ne kadar genç kalmışsın…” dedi. Derdini açtı. Harp esnasında yazıhanesini, evini, barkını, eşyasını, hasılı nesi var, nesi yok, hepsini satmış, yemiş. Şimdi bir yeni zenginin yanında kâtipmiş! Efendisi için de malumat verdi. Adliyede bir odacıymış. Tam yerine çatmış. İlk elde elli altmış bin lira kazanmış. Labori yanık yanık anlattığı hikâyesini bitirdikten sonra, hani hürriyetin ilk seneleri Malatya’ya gelen cemiyet fedaileri gibi kaşlarını çattı. Elini göğsüne vurdu:
“Şu İtilafçılar ne vakit hükûmete geçecek ya Rabbi!” diye derin bir ah çekti.
Sordum:
“Sana ne faydaları dokunacak?”
“Hiç.” dedi, “Fakat bir ümidim var!”
“Ne?”
“İhtimal şu bizim ihvanın milyonlarını alırlar da…”
“Alırlar da sana mı verirler?”
“Hayır fakat…”
“Fakat?..”
“Anca beraber, kanca beraber… Onlar da bizim gibi meteliksiz kalırlar.”
İşte enayilerin zihniyeti! Henüz bir yeni zenginle konuşamadım. İşittiğime göre onlar şahsi servetlerinin selameti için İstanbul’un bütün bütün başka bir devlete verilmesini istiyorlarmış. Henüz gazetelerde aleyhlerinde kuvvetli bir galeyan yok. Harp zamanı, propagandası bizim vilayete kadar gelen millî ticaretten de bir şey anlamadım. Piyasayı gezdim. Diyebilirim ki hemen hemen bütün ticaret bağları Rumların, Yahudilerin elinde… Harp zamanı kazananlar lüks içinde paralarını yemekle meşgul. Bu iktisadi hercümerçten ziyade beni meyus eden manevi perişanlık! Edebiyat bir ölünün kalbi gibi durmuş, soğumuş… İlmin namı yok. Felsefe alay! Sanat şaka. Biliyorsun, biz tahsilimizi bitirirken ne kadar idealisttik. Daima bir gün Türkiye’nin istibdattan kurtulacağını, Meşrutiyet ilan edilir edilmez gizli membalar gibi bütün istidatlarımızın ortaya fışkıracağını, beş on sene içinde Avrupa’ya yetişebileceğimizi tahayyül ederdik. İstanbul’dan aldığımız nuru memleketimize neşretmek için bir gün durmadık. Doğduğumuz yere döndük. Çiftimize çubuğumuza yapıştık. İstanbul’a dair gazetelerde ne görürsek inanırdık. Yeni teşekkül eden her cemiyete Malatya’da bir şube açardık. Fakat samimi idik… Burada, bu cemiyet, dernek filan meseleleri vakit geçirmek için çıkarılıyor. Kimsenin muayyen bir fikri yok. Yalnız muayyen bir fikir var: İrtica… Bu mefkûreyi hakikaten azimkâr buldum. Labori’den ayrılır ayrılmaz, mektepte iken senin hiç sevmediğin bir arkadaşımıza daha rast geldim. Ebulfuruva! Hatırladın ya! Soğukluğundan dolayı kinaye olarak bu ismi takmıştık. Labori gibi sefil değil! Kılık kıyafet yerinde… Cübbesi daha dün terzi elinden çıkmış gibi… Köse sakalı daha ziyade seyrekleşmiş. Beni tanımamazlıktan geldi, fakat ben selam verdim, almamazlık edemedi. Memuriyetimi, İstanbul’a niçin geldiğimi sordu. Memur olmadığımı, buraya niçin geldiğimi kısaca söyledim.
“Hâlâ milliyetperverlik ha…” diye âdeta şaştı.
“Elbet!” dedim.
“Memleket bu yüzden mahvoldu.”
“Nasıl?” diye sordum.
“İslamlıkta milliyet olmadığı hâlde siz Türkler bu davaya kalktınız. Muharebeler filan hep sizin gibi milliyetperverlerin yüzünden çıktı.” dedi. Benim konuşurken ne kadar mutedil olduğumu bilirsin fakat bu sefer heyecana geldim. Ebulfuruva’ya güzel bir ders verdim. Arabistan’a, Suriye’ye istiklallerini vermek istemeyen dünyada hiçbir Türk milliyetperveri bulunamayacağını, gayri Türk havaliye kendi millî mevcudiyetlerini vermeyi arzu eden Türkçülerden kimsenin Mısır’ı zapt etmeye kalkmayacağını anlattım. Lakin Ebulfuruva laf anlar mı? Bu asrın milliyet hakikatini en anlamayan, milliyet hissinden en mahrum iki cahil şahsiyeti, Enver’le Cemal’i, Türkçü sanıyor. Mantığı kararmış Enver’in Anadolu’dan gasbederek bol bol Arap illerine saçtığı milyarların dehşetini biz Malatya’da bilmiyorduk. Ebulfuruva Şam’da bir kundura boyacısının bile avuçla altını olduğunu bilmiyor gibi davranıyor. Kendisiyle konuşa konuşa Beyazıt’a geldik.
“Biraz işim var. Kütüphaneye girelim.” dedi.
Beraber Umumi Kütüphane’ye girdik. Sıralar boştu. Ebulfuruva, birtakım kitaplar sordu. Yok cevabını aldı. Melamiliğe dair bir eser yazıyormuş. Eser, anlıyorsun ya… Daha on beş sene evvel yazmaya başlamıştı. Kütüphanenin nihayet köşesinde masaya oturduk. Yavaş yavaş konuşmaya başladık. Ben, artık bütün dünya, milliyet esasları üzerine yeni teşkilat yaparken bizim kanatsız kuş gibi, bedevi zihniyetiyle milliyetsiz kalamayacağımızı dilim döndüğü kadar anlatmaya çalıştım. Ebulfuruva “Milliyet Hristiyanlara mahsustur.” diyordu. Nihayet:
“Bizim için yegâne selamet, Türklüğü filan inkâr edip milliyetsiz dindar olmaktır.” dedi.
“Her Müslüman millet bizim gibi milliyetini, ananatını, tarihini, İslamiyetten evvelki mazisini inkâr edecek mi?” diye sordum.
“Her koyun kendi bacağından asılır. Biz Arap’a, Acem’e karışmayız. Buradaki Türkler hiç milliyetlerinden bahsetmemeli! Selamet ancak bundadır!” cevabını verdi.
Bu fikirde inanılmaz bir taassupla ısrar ediyordu. Ben cihanın yeni inkılabından, demokrasiden, demokrasinin sırf milliyet demek olmasından uzun uzadıya bahsettim. Konuşurken dilinin altında bir bakla olduğunun farkına vardım. Çok geçmedi. Açıldı. Meğer onlar da bir cemiyet yapmışlar.
“Her cemiyet gibi ikinci celsede dağılırsınız!” diye güldüm.
“Hayır, azamız en ciddi adamlardır.”
“Kimler?”
Saydı. Hakikaten birbirlerini bulmuşlar. Bu asrın beş yüz sene gerisinde yaşayan zatlar… Cemiyetlerinin ismi “Tevhit ve Ahlak” imiş. Boğaziçi’nde gayet büyük bir mütefekkirin yalısında sık sık toplanıyorlarmış. Programları korkunç. Azayı masonluk gibi muayyen devrelerden geçiriyorlarmış. Maksatları… Söylemeye hacet var mı? Kurun-ı Vusta’ya dönmek! Türkiye’yi Tibet’e çevirmek… Avrupa medeniyetini kaldırıp atmak. Teokrasi esasları üzerine halis bir bedevi hâkimiyeti teşkil etmek! Buranın gençleri uyuyor. Fırka mübarezeleri içinde kara kuvvetin ne yaman bir azimle canlanmaya çalıştığını görmüyor. Türk Ocağı âdeta sigara içmeye mahsus bir kulüpmüş! Gittim. Gördüm. Fikrî hayata dair bir şey yok. Hani o gazetelerde ilanlarını gördüğümüz serbest dersler, konferanslar filan hep yalan! Henüz Darülfünun’a giremedim. İnşallah meyus olmam. Fakat orada da efkâra hâkim, okuryazar, eser sahibi bir âlim yok… Âlimlerin en çok yazanı nihayet yarım yamalak, tercüme vadisini atlayamamış! Bir tanecik âlimi olmamak! Bu milliyet asrında bir millet için ne feci mahrumiyet! Hani mektepte okuduğumuz mantık kitabında, “Mi’yar-ı Sedat”ta gördüğümüz tasnifi bile burada anlayan münevver yok. İhtisasa kimsenin aklı ermiyor. Şarlatanlık moda… Fikir hususunda fırıldak gibi dönmek, dün söylediğini bugün inkâr etmek, haysiyete muhalif addolunmuyor. Ah bizim zamanımızdaki İstanbul! Vakıa yine büyük bir şey yoktu fakat nihayetsiz, ezelî bir ümit vardı. Divanyolu’ndaki kıraathanelerde Abdülhamit’in hafiyelerine işittirmemek için gizli gizli neler fısıldardık! Gedikpaşa’da pansiyon olduğumuz evde Namık Kemal’in şiirlerini nasıl heyecanla okuduğumuzu hatırla. Şimdi o ilahi vect yok. İstanbul mefluç bir gölge hâlinde uzanmış! Uyuyor. Fakat baygın. Bu cesedi kımıldatacak ruh ölü… Biz Malatya’da İstanbul’u, payitahtımızı nasıl tahayyül ederdik. Sakın gelip de görmeye kalkma. Benim gibi buhran içinde kalırsın. Bir idealistin ilk vasfı meyus olmamaktır. Hâlbuki ben bu saat meyusum. Bir haftadır kendimi öldürmeyi düşünüyorum.
Yine işte aşağıya, Babıali Caddesi’ne baktım. Bir uçurum gibi! Şeytan diyor ki: “Kaldır, şuradan kendini at!” İrfan merkezi, hars ocağı niteliğini haiz böyle manevi bir anarşi içinde kalmış fert yaşamamalı! Sonra yine düşünüyorum. Biz Türkler tarihte ne kadar felaketler geçirmişiz. Devletimiz hükümdarsız, hükûmetsiz kalmış. Kardeşler birbirine düşman olmuşlar. Fakat nihayet, yine toplanmışız. Yine ölmemişiz. Saadetin de felaketin de geçici şeyler olduğunu hatırlamak insana biraz teselli veriyor.
Evet, Celilciğim, insan için mutlaka bir teselli var fakat ben bu teselliye rağmen yine burada duramayacağım. İlk fırsatta yola çıkıyorum. On beş sene evvel buradan aldığımız ümit, emel, ideal nuru artık sönmüş! Şimdi İstanbul taşranın nuruna muhtaç! Biz artık köşemizde, yüksek dağlarımızın arasında, köpüklü pınarlarımızın başındaki beyaz badanalı, toprak çatılı kulübelerimizde sevgili milletimizin samimiyetiyle çarpan kalplerimizi dinleyelim. Ruhlarımızdan çıkan ümit alevini bir fazilet meşale gibi İstanbul’a getirelim. İstanbul, milletinin kadrini, kıymetini, kuvvetini bilmiyor. Evet, nihayetsiz elemlerimiz, dayanılmaz sefaletlerimiz var. Fakat bizim bir ruhumuz var ki ölüm ona kanat geremez. Bizim bir ruhumuz var ki “öldü, öldü” sanılır da yine ölmez. En umulmadık bir zamanda birdenbire dirilir. Bugünün İstanbulluları bizim bu ölmez ruhumuzu bilmiyorlar. Türkleri komşu milletler gibi sanıyorlar. Anadolu’yu, Azerbaycan’ı, Kafkasya’yı, Türkistan’ı, Buhara’yı dolduran fertlerin “dini bir, dili bir” kardeş olduklarını İstanbullular anlamıyorlar. İstanbullular “Wilson Umdeleri’ne akıl erdiremiyorlar. Milleti ırktan ayırt edemiyorlar. Hepsinin müfekkiresi “devlet mefhumu” içinde zebun! Hâlbuki siyasi hudutların ne ehemmiyeti olabilir. Bunları insanlar yapar. Milliyeti, milliyet denen birliği Allah yapmıştır. Hiçbir kuvvet onu parçalayamaz!
Ben işte bu imanı bozmamak için çabucak buradan kaçmak, uzaklaşmak istiyorum. Artık benden mektup bekleme. Kendimi bekle. Zannediyorum ki yirmi gün geçmeden sevgili vatanıma döneceğim. Fakat kalbimde ne derin bir yara ile… Tıpkı hafızasını kaybetmiş bir zavallı gibi!
….

BİT

Tarihî Kısa Hikâye

    Baytar şairi Mehmet Akif Bey’e
Biz, bu son asrın muharrirleri en ehemmiyetsiz, en adi şeylere kıymet verir, elimize bir fırsat geçti mi “pire”yi “deve” yaparız! Bilmem hangi meşhur ruhiyat mütehassısı bu temayülümüzü hayatta ciddiyetin, edebiyatta zevkin iflasına atfediyor. Diyor ki: “Bunlar hep bozukluk alametleri! İnsanlık hasta! Muvazenesi kaybolmuş! Gözleri kör! Kulakları sağır! Hani eski eserlerin mevzularındaki büyüklük! Hani o eski asil heyecanlar, necip tezler ve ilh ve ilh…” Ben düne varıncaya kadar bu münasebetsiz iddiayı sahih sanıyor, kendimi tedavi etmeye çalışıyordum. Ne kadar mevzularım vardır ki kahramanı bir kurbağa yahut bir çekirge olduğu için yazmaktan vazgeçmişim! Fakat dün tarihî bir eser okudum. Bundan tam iki bin sene evvel yazılmış Latince bir şaheser… Evvela gözlerime inanamadım. “Acaba mizah mı?” diye şüphelendim. Hayır, ciddiydi. Kaili deli yahut kaçık olmak şöyle dursun, zekâsıyla, vukufuyla şöhret kazanmış gayet mümtaz bir şahsiyetti: Daniel Heinsius. Roma senatosuna “bit”in lehinde verdiği bir istirhamname âdeta bu asırda emsaline tesadüf mümkün olmayan bir belagat, bir mantık, bir muhakeme incisi! İşte evvel zamanda büyük adamların küçük şeylere nasıl büyük bir nazarla baktıklarını karilerime göstermek için, bugünkü eski okunmaz tarihlerin tozlu yaprakları arasında uyuyan bu ulvi istirhamnameyi harfi harfine tercüme ediyorum:
Senatoya;
Ey muhterem âyan!
Bit, herkesin tanıdığı bu meşhur hayvan, kendini doğuran insanın bu ehil misafiri, servetimize, evimize barkımıza, mukaddesatımıza iştirak eden bu sadık refik en derin bir hakarete maruz bırakılıyor, insafsızca ezilerek öldürülüyor. Ondan yalnız su, toprak sakınılmıyor, zavallı yaşayabileceği yegâne sahadan, insan vücudundan kovuluyor. Böyle bir hareketin sebebini araştıracak olursak birçok hususta haksız olan “efkâr-ı umumiye”den başka bir şey bulamayız. Bu içtihadınızı düzeltmek için en âlâ usul, bu yanlış anlaşılan hayvancığın evsafını size tanıtmaktır. Bit kendine ikametgâh olarak vücudun en yüksek, en asil kısmını, yani başı intihap eder. Orada doğar. Orada büyür. Orada servetini kurar. Derler ki: “İyi bir komşu kadar dünyada âlâ bir şey yoktur!” İmdi bitin de teklifsiz komşusu akıl, zekâ, fikir, hikmettir! Şuna dikkat ediniz: Hiçbir vakit bir eşeğin vücudunda bit bulamayacaksınız. Bilakis, bu fatanetle meşhun hayvancığı insanda, köpekte, bülbülde, hilkatin üç ali mahlukunda mebzuliyetle bulacaksınız. Bitin kıdemine bakacak olursak, ona cihanın iptidalarında bile rast geleceğiz. Taşı, ilk insan taşı ısıttığı zaman, o da zuhur etti. Düşmanları onun için, “Pislikten doğdu!” derler. Fakat dünyada her şey pislikten doğmuyor mu? Eğer terbiyesini tahlil etmeye kalkarsanız, ahlakının, adatının tatlılığına meftun kalacaksınız. Daima ailesiyle, ehlî işleriyle meşguldür. Gıda tedariki haricindeki zamanını tamamıyla istirahate, tefekküre hasreder. Vakıa onun gıda aramaya ihtiyacı yoktur, daima sofrası önünde kuruludur. Vücudunun uzviyeti kadar harikalı ne vardır? Hemen hemen atomlara karışmış gibidir. Yaşayış tarzı sakindir. Müsterihtir. Kuş gibi uçmaz, pire gibi sıçramaz. Haysiyetli büyük adamlar gibi ağırdır, vakurdur. Muntazam, yavaş adımlarla yürür. Kabul ettiği hükûmet tarzına bakınız: Bitlerde kanun yapan âdettir. Bunun için de ayaktakımının dûnunda değildirler. Hatta bu güruha bir faikiyetleri de vardır: Asla insanlar gibi birbirleriyle muharebe etmezler. Sadakatte insanları geçerler. İnsanın dostları felaketine iştirakten kaçarlar. Ortadan kaybolurlar. Bit, ezelî bir sadakatle olduğu yerde kalır. Zenginliğin karşısına gitmez. Zenginlik çekilirse o da bırakıp kaçmaz. O fakirin arkadaşıdır. Büyüklerin saraylarına uğramaz. Sefillerin içinde, en sefil olanların, mahpusların gönül eğlencesidir. Darağacına kadar zavallılara arkadaşlık eder. Hem ölümün geldiğini hissetmek mevhibesine de mazhardır. Ölüm yaklaştı mı o uzaklaşır. En büyük âlimler de tasdik ederler ki bu hayvancık, hastalıkların önüne geçmeye has bir amildir. Hakiki bitliler asla hasta olmazlar. Tabiatı iyidir. Sakindir. Ne sokar ne yaralar. Yalnız gıdıklar, hücum etmez. Hamlelerinde elemden ziyade haz vardır. Evet, bu gıdıklanma fikir için bir lezzettir. Ey muhterem âyan! Bu sizin için de bir lezzettir; bazen başınızı, bazen belinizi, bazen koltuğunuzun altlarını, hasılı misafirciğiniz nerenize dokunursa orasını tatlı tatlı kaşıdığınız zaman bir haz duymaz mısınız? Eflatun, “Haz mahrumiyetten doğar!’’ demiş. İmdi kaşınırken duyduğumuz bu hazzın sebebi kimdir? Bu minimini âciz hayvan değil mi? Şark’ta bazı mezhepler bu masum böceğin faikiyetini anlamışlar. Ona ellerinden geldiği kadar iyi bakarlar. Hürmette kusur göstermezler. Bundan başka, bitte insanı hayrete düşürecek bir mahsuldarlık var. Bir başın üzerinde yavruları çoğalmaya başladı mı, dostları hemen gelip onu ararlar, hatta altın pahasına satın alırlar. Bitleri öldürmek cezaya layık bir cinayettir! Bundan başka, bilirsiniz ki fânilerin en zekileri olan Yahudiler de Şarklıların bu telakkisine iştirak ederler. Hekimlerden menkuldür ki cumartesi günü bir biti öldüren makduh olur. Merhamet ediniz, ey muhterem âyan! Mukaddes ervah namına, ölmüş olanların gölgeleri namına merhamet ediniz. Canlı kalan bitlere merhamet! Onlar sizi seviyorlar, sizi takip ediyorlar, iyi, fena talihinize iştirake her vakit hazır, size canıgönülden bağlanıyorlar…
***
Evet, şiir gibi, sanat gibi, aşk gibi, şefkat gibi mantık da akıl da zekâ da mazide, ezelî, kadim Medine’nin harabeleri altında gömülü kalmış! Milyonlarca adamı bir an içinde mahvedebilecek cehennem aletleri yaparken sırf gevezelik, maskaralık için kurduğumuz “himaye-i hayvanat” derneklerine rağmen, bugün hangimiz biti aklımıza getirebiliriz? Onun hukukunu müdafaa değil, hatta edebiyatta “edeb-i kelam” diye uydurduğumuz bir riyakârlık kaidesine uyarak ismini bile anamayız! Asırların içinde insanın ruhu büyüyeceğine küçülmüş! Ulvi hissiyatımız değil, sevk-i tabiimiz tekâmül etmiş! Maddi fayda endişesi, menfaat düşüncesi, nihayet en tabii, en muhik bir akıbet olan ölümün o manasız, çirkin korkusu bizi âdeta vahşileştirmiş.
“Buna nasıl hükmediyorsun?” mu diyeceksiniz? Şimdi Heinsius’un bu yüksek, bu insani davasını tekrar okurken içimde duyduğum meftuniyetin altından zehirli bir çuvaldız gibi bayağı bir sual sivriliyor. Kendi kendime gayriihtiyari:
“Acaba, onun vaktinde ‘lekeli humma’ yok muymuş?” diyorum.
Ah, evet, asri zihniyetimiz; ebedî, ulvi, umumi, ilahi siyyan halk mefhumunu muvakkat uzvi faydalara feda edecek derecede alçalmış! Bugün en ehemmiyetsiz bir sıtma mikrobunu naklettiğini bilsek mandaları, öküzleri, filleri, develeri bile bir darbede büsbütün dünya yüzünden kaldırmaz mıyız?

PERİLİ KÖŞK
Sermet Bey döndü, arkasındaki bekçiye, “İşte bir boş köşk daha!” dedi.
Küçük bir çam ormanının önünde beyaz, şık bir bina, mermerdenmiş gibi, göz kamaştıracak derecede parlıyordu. Tarhlarını yabani otlar bürümüştü. Bahçesinin demir kapısında büyük bir “kiralıktır” levhası asılıydı. Bekçi başını salladı:
“Geç efendim, geç!.. Orası size gelmez.”
“Niçin canım?”
“Demin gösterdiğim evi tutunuz. Küçük ama çok uğurludur.
Kim oturursa senesinde erkek çocuğu dünyaya gelir.”
“On iki kişi nasıl sığarız beş odaya! Buraya bakalım, buraya…
Tam bize göre…”
Bekçi tekrar kati bir işaretle:
“Burada oturamazsınız efendim…” dedi.
Sermet Bey, gözünü köşkten alamıyordu. Her tarafında geniş balkonları vardı. Temellerinin üzerine yaslanmış sanılacaktı. Kuluçkaya yatan beyaz bir Nemse tavuğu gibi yayvandı. Yirmi senedir, çoluğa çocuğa kavuşalıdan beri hep böyle bir yuva tahayyül ederdi. Asabi bir istical ile: “Niçin oturamayız?” diye sordu.
“Efendim, bu köşkte peri vardır.”
“Ne perisi?”
“Bayağı peri! Gece çıkar. Evdekilere rahat vermez.”
Sermet Bey, gözüyle gördüğüne, kulağıyla işittiğine inananlardan değildi. Eliyle sıkı sıkıya tutup hissetmeyince bir şeyin varlığına hükmetmezdi. Gözle kulak, ona göre birer yalan kovuğuydu. Yalanlar hep bize bu dört kapıdan girerdi. Fakat el… Fakat lâmise, hiç dolma yutmazdı. Bütün hurafeler, batıl itikatlar dimağımıza hücum için gözle kulağa koşardı. Güldü.
“Perinin bize zararı dokunmaz!” dedi.
Bekçi bir küfür işitmiş gibi Sermet Bey’in yüzüne baktı.
“Her giren evvela böyle söyler ama bir ay oturamaz.”
“Senin nene lazım. Haydi burasını gezelim.”
“Anahtarı sahibindedir.”
“Sahibi kim?”
“Sahibi Hacı Niyazi Efendi. İşte şu yandaki köşkte oturan…”
“Haydi anahtarı alalım.”
“Peki ama…”
Döndüler. Sık ağaçlar arasından yalnız üst katının çatısı görünen kırmızı aşı boyalı bir eski eve doğru yürüyorlardı.
İhtiyar bekçi yolda beyaz köşkün tarihini kısaca anlattı. On senedir buraya girenler bir aydan ziyade oturamamışlardı. Evvela peri görünüyor, sonra büyük büyük taşlar atıyor, nihayet gelip camları kırıyor, içeridekilere geceleri hiç rahat vermiyordu. Kiracılardan ikisinin yüreğine inmiş, üçünün evlatlıkları çarpılmış, birisinin karısı korkudan altı aylık çocuğunu düşürmüştü. Gölgelerinde koyunlar otlayan çiçekli badem ağaçlarının altından geçtiler. Kırmızı köşkün yeşil kapısını çaldılar.
***
Hacı Niyazi Efendi eski bir evkaf memuruydu. Hürriyet’te tazminat alarak daireden çekilmiş, ev alıp satmakla geçinmeye başlamıştı. Fakat çok doğru bir adamdı. Senede belki yüz ev sattığı hâlde kendi perili köşküne hariçten gelip Hanya’dan Konya’dan haberi olmayan enayi bir müşteriyi sokmuyor, “Allah’tan korkarım, neme lazım!” diyordu. Köşkünün perili olduğunu hiç saklamazdı. Kapıyı kendi açtı.
Bekçi, Sermet Bey’in evi gezmek istediğini söyledi.
“Pekâlâ buyurun!” dedi. Önlerine düştü. Bahçeden geçtiler. Hacı Niyazi Efendi sokakta sarı aba cübbesinin cebinden pirinç bir anahtar çıkardı. Bahçe kapısını açtı. Sermet Bey’e:
“Bu anahtar köşkü de açar…” dedi. Yürüdüler, bahçe hakikaten biraz vahşiydi. Bakımsızlıktan, ayak basmamış bir dere içine dönmüştü. Köşkün arkasındaki küçük çam ormanında da vahşi bir sükûn vardı. Bekçi köşke girmedi. Kapıda kaldı. Sermet Bey, ev sahibiyle gezdi. Tezyinata hiç diyecek yoktu. Alt kat bütün mermerdi. Sarnıç, banyo, kuyu, kümes, ahır… Hepsi tamamdı.
“Kirası ne kadar?”
“Çok istemiyorum. Yüz seksen lira. Ama üç seneliğini peşin isterim.”
“Niçin?”
“Bakınız beyim, niçin: Düşmanlarım, köşk kiracısız kalsın diye peri filan lafı çıkarmışlar. Birisi girdi mi, herkes fisebilillah peri propagandasına başlar. Nihayet kiracılar işittikleri yalanı, gördük sanıyorlar. Mesela kış ortası köşkü başıma bırakıp savuşuyorlar. Daha fenası, çıkanlar da propagandacılara katılıyor. İki sene daha böyle giderse malımı ne satabileceğim ne de kiracı bulacağım.”
Sermet Bey sordu: “Köşkünüz ne kadar boş kaldı?”
“Vakıa şimdiye kadar hemen hiç… Fakat giren, komşuların lafına kapılır. Çok durmaz. Ürker, kaçar.”
“Ben ürkmem.”
“İnşallah.”
“Fakat üç senelik peşin, bu biraz ağır…”
“Ne yapayım beyim. Canım yandı. İsterseniz…”
Sermet Bey köşkü çok beğenmişti. Hem kirası da ucuzdu. Şimdi üç odalı kulübelerin seneliğine yüz elli lira istiyorlardı.
Hemen o gün kontratı yaptılar. Üç senelik kira olan beş yüz kırk lira peşin verilecekti. Hacı Niyazi Efendi’nin evinden çıktıktan sonra Sermet Bey bekçiye çıkardı, bahşiş diye bir yirmi beşlik kâğıt verdi.
Bekçi: “Paranıza yazık oldu efendi.” dedi, “Üç sene değil, üç ay oturamazsınız.”
“Görürsün.”
“Görürüz. Hacı Efendi her girenden böyle üç seneliğini peşin alır ama hiçbirisi bir yaz kalamaz. Verdikleri para da yanar.”
***
Sermet Bey bir hafta sonra kalabalık ailesiyle köşke taşındı. Halis bir zevk ehliydi. Her gece çalgı çağanak, yemek içmek, keyif, sefa gırla giderdi. Daima akrabalarından kadın, erkek, dört beş misafiri bulunurdu. Sermet Bey Türkiyeliydi. Fakat Avrupalıların “Gündüz cefa, gece sefa” düsturunu kabul etmişti. Çocukları mektebe giderlerdi. Kızlarını büyük ticarethanelere kâtip diye yerleştirmişti. Karısı kız mekteplerinde piyano dersi verirdi. Evde çalışmayan yalnız yetmiş beşlik annesiydi. O da mutfağa, hizmetçilere filan bakardı. Yemeği gece yarısına yakın yerler, yemekten sonra hiç oturmazlar, hemen yatarlardı. Aradan on beş gün geçmedi. Bir gece aşağı kattan bir çığlık koptu. Hizmetçi Artemisya, avazı çıktığı kadar haykırarak yukarı koştu. Arkada, çamların arasında beyaz bir şeyin gezindiğini haber verdi.
Sermet Bey: “Gözünüze öyle görünmüştür!” dedi.
Gören diğer hizmetçilere de kanmadılar. Çoluk çocuk, hepsi arka odanın balkonuna çıktılar. Artemisya’nın parmağıyla gösterdiği beyaz hayaleti gördüler. Ağaçların altında duruyor, sanki köşke bakıyordu. Sermet Bey, gözlerini ovuşturdu:
“Vay anasını!” dedi, “Telkinin kuvvetine bak!”
Karısı, kızları, çocukları korkudan sapsarı kesildiler. Büyük kızı:
“Ne telkini beybaba! İşte karşımızda, görmüyor musun?” dedi.
“Görüyorum.”
“Ee, o hâlde telkin ne demek?”
“Buraya girdik gireli peri masalından başka bir şey işittik mi? Her gelen bir şey söyledi. Şimdi biz bu tesirle, böyle hepimiz birden, olmayan bir şeyi görüyoruz.”
“Bu mümkün değil.”
“Nasıl değil?”
Sermet Bey, Hokkabaz Kazanov’un nasıl bütün bir tiyatro halkına ceplerindeki saati yanlış gösterdiğini filan anlattı. “Gözümüz kulağımızdan giren yalanları görür.” dedi, “Fakat elimizi bu gördüğümüz şeye süremeyiz. Sürdük mü hemen kaybolur.” Sonra kalktı. Karısının menetmesini filan dinlemedi. Elini görünen hayale sürmek için bahçeye fırladı. Çamlara doğru gitti fakat hayal kaçtı. Kayboldu. O gece evin içinde Sermet Bey’den başka kimse uyuyamadı.
(…) Artık her gece bu hayali görüyorlardı. Sermet Bey, elini sürmeye çıkınca hayal kaçıyordu. Biraz alışır gibi oldular fakat bir gece hepsi uyurken müthiş bir sarsıntı köşkü yerinden oynattı. Balkonlara koştular. Bir şey göremediler. Sabahleyin yemek odasının dibinde kocaman bir taş buldular. Sermet Bey’e annesi, “Bizi bu köşkten çıkarmazsan sana hakkımı helal etmem!” demeye başladı. Beş yüz kırk liraya iki ay oturmak… Bu Sermet Bey’in işine gelecek şey değildi ama gece aşırı büyük büyük taşlar ev halkına uyku uyutmuyor, hepsini heyecan içinde bırakıyordu. Sermet Bey, her defasında hayalin üzerine gidiyordu, bir türlü elini süremiyordu. Taşların başladığını duyan komşular, “Daha çıkmazsanız camlarınızı da kırar.” diyorlardı. Sermet Bey’in, kontratın “Çıkarken bütün tamirat müstecire aittir.” maddesini hatırlamasıyla daha ziyade canı sıkılıyor, bu cam kırma meselesinin hululünden evvel bir şey yapmayı düşünüyordu. Yavaş yavaş kendi itikadı da bozulmaya başladı. Nihayet çıkmaya karar verdiler. Fakat başka bir ev bulamıyorlardı. Köşke dair daha bin türlü hikâyeler işitmeye başladılar. Sözde burası eskiden kabristanmış. Mutfağın olduğu yerde beş yüz senelik bir evliya yatıyormuş… Sermet Bey, atılan taşlara, kırılan camlara rağmen hâlâ periye inanmıyordu. Bu peri daima çamlığın içine kaçıyor, orada sır oluyordu. El sürmek için kendisine yetişmek mümkün değildi. Sermet Bey, bir gün çamlığın içine saklanıp birdenbire perinin karşısına çıkmayı yahut arkasından yavaşça gidip elini sürüvermeyi düşündü. Evdekilerin hiçbiri buna razı olmadı. “Seni hemen oracıkta çarpar!” diyorlardı. Fakat Sermet Bey, bulanan gönlüne rağmen periye, ecinniye filan bir türlü inanamıyordu. Ertesi akşam koruya gitti. Büyük bir çamın alt dallarından birine bindi. Bekledi, bekledi. Gece yarısı oldu. Köşktekiler de meraktan uyuyamıyorlardı. Zavallıların balkonlarda gezindiklerini görüyordu. Birdenbire yüreği hop etti. Hayal sökün etmişti.
Eliyle dokununca gölge gibi uçup silineceğini katiyen bildiği hâlde yine Sermet Bey’in dizleri titremeye başladı. İçinden, Ben korkmuyorum, fakat vücudum korkuyor! dedi. Yavaşça aşağı atladı. Hayalin arkasından yürüdü. Şeklinin hatları pek sarih gözüküyordu. Yaklaştığını hayal hiç duymadı. Yavaşça elini uzattı. Beyaz cisme dokundu. Hayal birdenbire fena hâlde ürktü ama kaybolmadı. Döndü, Sermet Bey’i görünce alabildiğine kaçmaya başladı.
Sermet Bey, dokununca kaybolmadığı için bu hayalin peri filan olmadığını hemen anlamıştı. Peşini bırakmadı. Kovaladı. Çamlığın sonundaki alçak duvara dayalı bir tahtaya tırmanırken yakaladı. Gayet kuvvetliydi. Hayal mukabele imkânı olmadığını anlayınca çırpınmaktan vazgeçti.
Sermet Bey: “Ben sana el âlemle alay etmesini gösteririm!” diyerek zavallı hayali sırtladı. Köşke doğru sürükledi. Bağırdı: “Lamba getirin, suratını görelim.”

Köşk halkı bahçe kapısına inmişti.
“İnsanmış kerata! Ben dünyada ecinni filan yoktur, demez miyim?”
Hayal bir türlü beyaz çarşafı başından bırakmak istemiyordu. Sermet Bey zorla çekti. Sakalı bıyığına karışmış Hacı Niyazi Efendi’yi görünce şaşırdılar. Biçare, yüzünü göstermemek için elleriyle örtüyordu. Arkasındaki Şam kumaşından gecelik entarisi yırtılmıştı. Sermet Bey bir kahkaha attı.
Kızlar, çocuklar, hizmetçiler alıklaştılar.
Büyük hanım: “Niçin ümmet-i Muhammet’i korkutup deli ediyorsun a efendi?..” dedi.
Sermet Bey: “Onun sebebini ben bilirim!” cevabını verdi.
Sonra büyük kızına hokka kalemle, yazıhanedeki kontrat kâğıdını çabucak getirmesini söyledi. Hacı Niyazi Efendi donmuş gibi, sorulan şeylere hiç cevap vermiyor, hep yüzünü karanlıklara çeviriyordu. Kontrat kâğıdıyla hokka kalem gelince Sermet Bey:
“Haydi bakalım al eline kalemi!.. Yüreğine indirdiklerinin, düşürttüğün çocukların cezasını görmek istemiyorsan söylediğimi yaz. İmzayı bas!” dedi.
Hacı Niyazi Efendi mihaniki bir hareketle kalemi kaptı. Sermet Bey’in kelime kelime söylediklerini tereddüt etmeden yazdı:
“Kiracım Sermet Bey’den köşkün altı senelik kirası olan bin seksen lirayı peşinen aldım.”
“Hah, şöyle!..”
İmzasını attı. Beyaz örtüsüne bu sefer yarım bürünmüş olduğu hâlde, her gece sır olduğu tarafa gitti.
Sermet Bey’in iki senedir köşkte oturabildiğine herkes hayrette kaldı. Komşuları Hacı Niyazi Efendi’ye, “Galiba senin evin ecinnileri, başka eve göç ettiler. Yeni kiracın hiç çıkacağa benzemiyor!” dedikçe evvela sararıyor, sonra kızarıyor, şu cevabı homurdanıyordu:
“Ne abdest ne oruç ne namaz ne niyaz… Karılı erkekli, çoluklu çocuklu, hepsi akşamdan sabaha kadar sarhoş! Ayol onlara ecinni değil, şeytan bile görünemez!”

BAHARIN TESİRİ
Ah, gençlik sabahları! Güneş doğarken insan sıcak yatağında nasıl canlı bir ümit ile dipdiri uyanır! Gerinmeden, sağına soluna dönmeden, sütü, kahvaltıyı beklemeden çevik bir sıçrayışla hemen kalkar. Gözlerini ovuşturmadan, yüzünü ekşitmeden tuvalet masasının başına geçer. Ben işte on beş gün evvel böyle gamsız, sıhhati yerinde, mesut, kuvvetli bir genç gibi uyandım. Daha ortalık yeni ağarıyordu. Geceden uyanık kalmış çılgın bir bülbülün uzaktan feryadını işittim. Ağzımın tadı yerindeydi. Vücudumda hiç yorgunluk yoktu. Karyolamdan aşağı atladım. Penceremi açtım. Çiçekli ağaçların dallarından süzülen, tarhlardaki papatyaların dibinden görünmez bir buhar hâlinde kalkan tatlı bir rutubet, esmeyen bir rüzgâr serinliğiyle yüzümü okşadı. İçimde sebebini bilmediğim bir neşe canlandı. Birdenbire giyinip dışarıya çıkma, tenha yollarda, uyumuş sahillerde koşmak haykırmak arzuları duydum. Soldaki beyaz köşkün çatısı üstünde erguvan sisli menekşe rengine çalar derin bir fecir açılıyordu. Kalbim hızlı hızlı atmaya başladı. Yıllar, evet yıllar vardı ki güneşin doğuşunu görmemiştim. Gözüm erguvani rengi gittikçe kırmızılaşan gökteydi, giyindim. Aşağı inerken daima öğleden iki üç saat evvel uyandığımı bilen uşağıma rast geldim. Zavallı şaşırdı.
“Kahvenizi içmeyecek misiniz?” dedi.
“İstemem Mehmet, acele işim var.” dedim. Çimenleri çiylerle ıslanmış bahçemden çıktım. Güneşin doğacağı tarafa giden yol bomboştu. Yürüdüm. Etraftaki sakin köşklerin panjurları uyumuş gözler gibi kapalıydı. Belki on dakikadan ziyade gittim. Birbirini tutmayan eski yeni hatıralar, kadın çehreleri, kuş sesleri, açmayan laleler, unutulmuş muhabbetler, ölmüş sevgililer hayalimi altüst etti. Köşklerin parmaklıklarında beyaz kelebekler uçuşuyordu. Yavaş yavaş Çiftehavuzlar’a indim. Fenerbahçeye geçtim. Hâlâ yorulmamıştım. Sonra Kalamış Koyu’ndan yürüdüm. Bostanların kenarından, Jules Verne’in romanlarındaki resimleri hatırlatan sahilden, lodos darbeleriyle ortaları delinmiş büyük deniz otu yığınlarının üstünden aştım. Yeni doğan güneşin ziyasıyla camları tutuşan Kadıköy’ü gidilmez bir serap şehri gibi karşımda gördüm. Her taraf beyaz, parlak bir aydınlık içindeydi. Ekinler büyümüştü.
Güzel bir sabah, aydınlık, geniş bir sokaktan yapayalnız geçmek ne tatlıdır! Bağdat Caddesi’ne çıktım. Köye doğru ilerledim. Kuşdili’ne, Fikirtepe’ye baka baka geçtim. Fırınların önünde küme küme hizmetçi kızlar bekliyorlardı. Kahveler, dükkânlar yeni açılıyordu. Mesut bir beldede ilerlediğim zannındaydım. Ayaklarım beni iskeleye götürdü. İyi giyinmiş kadınlar, genç kızlar, şen mektepliler, sonra hepsini mesut gibi gördüğüm bir sürü halk bilet alıyordu. Ben de gayriihtiyari onların arasına karıştım. Bilet aldım. Bir çocuğun zorla sattığı gazeteyi okumadan cebime koydum. Güvertede oturdum. Deniz, mavi gümüş bir göle benziyordu. İstanbul’un minareli mahzun silüeti silinmiş; aydınlık, çok aydınlık, çok muhteşem, çok büyük, ebedî bir saray manzarası onun yerini almıştı. Hayalimde birdenbire açılan bu eski mermer sütunlu, nihayeti ezeliyete çıkan perili bahçelerle çevrilmiş eski sarayların içinde bir şey düşünmeden dolaşırken Köprü’ye gelmişiz. Herkesle beraber ben de çıktım. Birbirlerini kucaklar gibi sıkışa sıkışa çıkan halk sanki mevut bir cennete gidiyor gibi acele ediyordu. Karnımın fena hâlde acıktığını duydum. Yürüye yürüye Beyoğlu’na çıktım. Cadde bilmem niçin kalabalıktı. Tepebaşı Bahçesi’ne girdim. Çocukları güneşte gezdiren mürebbiyeler arasında dolaştım. Oturdum. Kalktım. Gezdim. Yemek zamanını bekleyemedim. Çıktım. Bir lokantaya kendimi attım. Daha yemekler hazır değildi. Tenha masaların birinin başında bekledim. Biraz sonra tam yirmi yaşında, iki gün aç kalmış sporcu bir genç iştahıyla yemeye başladım. Yedim. Yedim. Yedim. Midemi filanı unutmuştum. Çok yemek beni tıpkı rakı gibi sarhoş eder. Sofradan kalktığım zaman hakikaten neşeliydim. Hani o sarhoşların sebepsiz tatlı neşesiyle seviniyordum! Hazım için Taksim’e doğru yürüdüm. Yolda hiçbir bildik görmedim. Taksim’i, Harbiye’yi, Nişantaşı’nı, Şişli’yi, karışık fakat tatlı tahayyüller içinde geçtim. Herkes kırlara doğru akın ediyordu. Hürriyet Tepesi’ne gelince durdum. Terlemiştim. Hava biraz fazla sıcaktı. Rüzgâr azıcık sert esiyordu. Dinlenmek için bir birahaneye girmek aklıma geldi. Böyle havada kapalı bir yerde oturabilir miydim? Geri döndüm. Yine tramvaya binmedim. Şişli Caddesi’nin büyük apartman gölgelerinde yürüyordum. Mühendis Sermet’e rast geldim. Nereye gittiğimi sordu.
“Geziyorum.” dedim.
“Bize gidelim. Bugün bir çay veriyoruz!” dedi.
İtizar etmek istedim:
“Davetli değilim ki…”
Güldü. Koluma girdi:
“Haydi haydi. Davete ne hacet! İşte şimdi davet ediyorum…” diyerek beni sürükledi. Çok gitmedik. Betonarme bir apartmana girdik. Sermet’in dairesi ikinci kattaydı. Geniş mermer merdivenleri onun gibi dinlenmeden çıktım. Karısını eskiden tanıyordum, beni orada hazır bulunan kadınlara, erkeklere takdim ettiler. Bilmediğim yalnız birkaç sima vardı, o kadar neşeliydim ki… Hepsini güldürmeye başladım. Siyasi dedikodulardan edebiyata geçildi. Ben edebî iflasımızı mübalağalarla anlatarak, genç şairlerin taklitlerini yaparak, üstatların karikatürlerini çizerek kadınları katıltıyordum. Kadınları kahkahalarla güldürmek! İşte benim dünyada en zevk aldığım, en sevdiğim şey! Kadın dururken sönmüş bir lamba gibidir. Güzelliği gülerken tutuşur. Musiki başladı. Açık sarı saçlı, zayıf bir kadın keman çalıyordu. Piyanoda oturan şişman bir kızdı. Hakikaten mahirdiler. Hissederek çalıyorlardı. Samimi bir nağme herkesi tahayyüle daldırır. Ben de daldım. Müphem bir şiir içinde gaşyolmuş gibiydim. Bilmem niçin başımı sola çevirdim. Birdenbire bana bakan iki siyah göz gördüm. Öyle bakakaldım. Bu siyah gözler bana gülümsedi:
“Ne hazin parça, değil mi efendim?” dedi.
“Evet.” diyebildim. İçimden, İşte yirmi senedir aradığım meçhul kadın!.. dedim. Şimdi neler olduğunu bir türlü hatırlayamadığım şeylerden konuşmaya başladık. Musiki devam ediyordu. Ben ismini sordum. Mediha imiş. Musikiden sonra beraber kalktık. Bir köşeye çekildik. Ömrümde ilk defa bir kadınla ciddi olarak konuşuyordum. Kadınlık meselesi! Sonra aşk… Evet aşktan bahsettik. Ne söylediğimin farkında değildim. Yalnız dinliyordum. Pek romantik değildi. Kollarına, omuzlarına, dizlerine dikkat ediyordum. Hani bazı heykellerin insanı bedii bir hayret içinde bırakan mâfevkattabii bir tenasübü vardır. Kolların, boynun, göğsün bir şekli vardır ki biz onu hakikat sahnesinde göremeyeceğimize kailiz. Göğsünde minimini bir madalyon parlıyordu. Çarşafını çıkarmamıştı. Omuzları, kolları siyah ince pelerinin altında tecessüm ediyordu. Dudaklarına, çenesine, saçlarına bakarak ne söylediğini pek işitmiyor, içimden, İşte yirmi senedir zuhurunu beklediğim meçhul hayal! nakaratını tekrarlıyordum. Azıcık esmerdi. Gözlerinde hafif bir sürme vardı. Sonra Sermet geldi. Lafımıza karıştı. Hasılı vaktin nasıl geçtiğini anlayamadım. Davetliler dağılmaya başladı. O giderken “Teyzem!” diye bana yaşlıca bir hanım takdim etti. Hiç kendisine benzemiyordu. Zayıf, sarı, uzun boylu, sert edalı bir kadındı. Mediha’dan sonra ben de Sermet’in karısına veda ettim. Dışarı çıktım. Hiç etrafı görmüyordum. Ruhuma, bütün vücuduma, bütün asabıma onun hayali dolmuştu. Mihaniki bir saika ile Köprü’ye inmişim. Haydarpaşa’ya geçmişim, trene binmişim. Köşke gelip odama kapanınca Mediha’nın hayalini karşımda gördüm. Sesini işitiyordum. Yemek yemedim. Gece lambamı yaktırmadım. Bu hayal kaçacak zannediyordum. Bütün gece, arkadaki koruda bülbüller öterken onun sesini işittim. Onun hayali etrafında açan ilahi bir hale gibi o sabah da mor fecri, doğan altın güneşi gördüm. “İşte yirmi senedir aradığım hayal!” diyordum. İki gün dışarı çıkmadım. Acaba ona bir daha rast gelecek miydim? Ailesinin adresini bana vermişti. Kendisine bir mektup yazmayı düşündüm. Fakat neden bahsedecektim? “Seni seviyorum!” mu diyecektim? Ömrümde ilk defa olarak, elimde kalem, boş kâğıdın başında saatlerce bekledim. Ne istiyordum? Ne isteyecektim? Hiçbirini bilmiyordum. Bir şeyler karaladım. Karşımdaki şuh hayali gittikçe daha ziyade barizleşiyor, âdeta bir birsam hâline giriyordu. Tam sırtı sıra üç gece uyuyamadım. Biraz dalar gibi olurken ruhumun içinde onun bana ilk hitabını, “Ne hazin parça, değil mi efendim.” sualini işitiyor, siyah alevden gözlerinin karşımda tekrar tutuştuğunu görüyordum. Üçüncü gün sabahı Camsap geldi. Beni yatakta uzanmış görünce:
“Ne oldu sana, bu ne hâl?” dedi.
“Hiç!..” diye cevap verdim.
“Ah hain, gözlerinin altına bak! Kaç gecedir uyumadın?”
“Üç.”
“Üç gece birbiri arkasına poker ha… Allah belanı versin! Gebereceksin!”
“Ne pokeri be!” diye bağırdım, “Üç gündür kimseyi görmedim…”
“Ee bu hâl ne?” diye tekrar sordu.
“Hiç!..” dedim.
Israr etti:
“Söyle, söyle!”
“Galiba bir aşk!” dedim. Camları zangırdatan vahşi bir kahkaha attı. Pencerenin önündeki koltuğu karyolanın yanına çekti. Karşıma oturdu.
“Anlat bakalım bu aşkı! Kırkından sonra saz çalan bey!” dedi.
Zaten anlatmaya ihtiyacım vardı. Başladım Sermet’e nasıl rast geldiğimi, evine nasıl gittiğimi, sonra orada musiki dinlerken birdenbire nasıl Mediha’yı gördüğümü, birdenbire kalbimin nasıl çarptığını söyledim. Zihnimden bir an kaybolmayan hayalinin bütün şekillerini, omuzlarını, dizlerini, kollarını, göğsünü, boynunu, siyah alevden gözlerini, dudaklarını, sesindeki o anlatılmaz ahengi tarif etmeye çalıştım. Gülümseyerek dinliyordu. Ben titriyordum. Nihayet dayanamadı. Sözümü kesti:
“Sus ulan bunak horoz!..” dedi, “İşte gayet basit bir ilkbahar darbesi!”
“Ne demek?” diye yüzüne baktım.
Gülerek cevap verdi:
“Ne demek olacak? Bunak horozlar, güneş bir bulutun altına girince havanın gölge olduğunu görürler. Baştan sabah oluyor sanırlar. Başlarlar gün ortasında ötmeye! Köylüler bu şaşkın hayvanları uğursuz sayarlar. Gün ortasında öttükleri için hemen keserler. İlkbahar da tıpkı bunak horozlar gibi ihtiyarları aldatır. Yılların yorduğu yarı mefluç bir vücut birdenbire yalancı bir çeviklik duyar. Yılların doldurduğu hakikatlerle tıkanmış hayal birdenbire açılır. İşte bu fiziki tesire senin gibi enayiler kanar. Sahiden seviyorum filan zannına kapılır.”
Baharın nebat üzerindeki tesirinden tutturdu, hayvanlar üzerindeki tesirine geçti. “Kızma” fiilinin mevsimlerle münasebetlerini anlatmaya başladı. Ben, Mediha’nın yirmi senedir aradığım hâlde üç gün evvel bulduğum hayali karşısında:
“Heyhat!” dedim, “Sen aşkı bilmiyorsun!”
“Ben ha?”
“Evet, sana yemin edeyim ki seviyorum!”
“Sen ha?”
“Evet, ömrümde ilk defa olarak!”
Camsap tekrar bir kahkaha attı.
“Sen tedaviye muhtaçsın!” dedi.
“Onsuz yaşayamayacağım sanıyorum.”
“Evlenecek misin?”
“Belki…”
“Haydi beni söyletme!” diyerek yüzüme sert sert baktı. Sanki hakikaten söyleyeceği bir şey varmış da ben de hakikaten korkuyormuşum gibi susuverdim. Devam etti:
“Bahar yorgunlar için en tehlikeli mevsimdir. Kanunusanide, karların ortasında çırçıplak gezmek, ilkbaharda sabahleyin çiçek kokuları arasında kelebeklerin peşinde dolaşmaktan daha az tehlikelidir. Vücut soğuk alırsa tedavi mümkündür fakat ruh baharın tesirine kapılırsa iş berbattır. Atasözü, ‘Kırkından sonra azanı teneşir temizler!’ der. İnsan bir bahar sabahı kendi yaşını unutur da kalbini dinlerse akla gelmedik budalalıklara kalkar! Sen de işte mutlaka sabahleyin nezle olacağını düşünmeden pencereni açtın. O baştan çıkarıcı çiçek kokularını, şehvet gıcıklayan rutubeti duydun. Hayalin ateş aldı. Kendini dışarı attın. O gün tesadüf ettiğin bir kadına âşık olduğun zannına kapıldın.”
“Fakat nasıl zannettim, üç gecedir uyuyamıyorum. Bir dakika gözümün önünden gitmiyor.”
“İyi ya, işte tam bir bahar tesiri! Tedavi istersin.”
“Tedavi falan istemem.”
“Perişan olursun.”
Fuzulî’nin bir beytini okumak istedim. Lakin hatırlayamadım. Zihnim o kadar dağılmıştı. Camsap benim gibi yorgun insanların hayallerine, havalarına uyması hıfz-ı sıhhate ne kadar menafi olduğunu hakikaten âlimce anlattı. Ben bir taraftan Mediha’nın hayaliyle meşgul, onun sözlerini redde çalışıyordum.
“Uzun lafın kısası!” dedi, “Ben iddia ediyorum ki sende aşk filan yok! Yalnız bir bahar tesiri! İstersen bunu sana ispat edeyim.”
“Nasıl edeceksin?”
“Gayet basit! Bir ay kadar seni bu bahar muhitinden, bu rutubetli sıcağın içinden çıkaracağım. Ruhunun sıhhati hemen yerine gelecek.” dedi.
“Ben onu unutabilecek miyim?”
“Yirmi dört saat içinde!”
“Nasıl?..”
“Evvela baharın tesirini göstermediği soğuk bir yere gideceksin!”
“Mesela Sibirya’ya!” dedim.
“Hayır, o kadar uzağa hacet yok.”
“Ya nereye?”
“Kireçburnu’na!”
“Kireçburnu neresi?”
“Vay Amerika limanlarının iktisadi hareketlerini yazan muharrir bey, vay! Bu ne coğrafya malumatı yahu! Kireçburnu’nun nerede olduğunu bilmiyor musun?”
“Bilmiyorum!” dedim.
“İşte oturduğu şehri bilmeyen bir münevver daha! Boğaziçi’nde, Sarıyer’den evvel bir iskele!” dedi.
“Ee orada bahar olmaz mı?” diye sordum.
“Gidince görürsün!” dedi.
Ertesi gün için Mehmet’i istedi. Gidip bana orada küçük bir ev tutacaktı. O gittikten sonra ben yine hep hayalimde tutuşan siyah gözlerle, Mediha’nın şekliyle uğraştım. On sene evvel Moda’da bir sarhoş sandalından işittiğim:
Derd-i aşkından rehâyâb olmasın
Sevmeden gönlüm seni kurtulmasın
şarkısını dün işitmiş gibi tekrarlıyordum. Ertesi günü Camsap Mehmet’le gitti. Ben evde yalnız kaldım. Elime kitap alıyor, okuyamıyordum. Zihnim birbirini tutmaz tahayyüllerle yoruluyordu. Kendi kendime: “Yirmi senedir aradığım kadın enmuzeci!” diyordum. Karşıma elle tutulabilecek derecede vazıh hayali geliyor, “Ne hazin parça, değil mi efendim!” diyordu. O hazin parçanın kulağımda tekrar çınladığını duyuyordum.
***
Hakikaten bitmiştim. Uykusuzluk, üzüntü vücudumu son derece zayıflatmıştı. İki gün sonra Mehmet’le Kireçburnu’nda Camsap’ın tuttuğu eve göç ettim. Ömrümde ilk defa buraya ayak basıyordum. Karadeniz Boğazı’nın ta karşısında minimini bir köy! Dik bir derenin içinde! Daha ağaçları çiçek açmamış, kırları yeşermemişti. Kelebek, kuş falan yoktu. Hiç dinmeyen rüzgâr tabiatın ezelî hiddeti gibi durmuyor, dinlenmiyor, ha bire esiyordu. Tuttuğumuz ev ta tepedeydi. Penceresinden Karadeniz Boğazı lacivert bir ademe açılmış geniş bir delik gibi görünüyordu. İhtimal, bu mevsimde, Kutb-ı Şimalî buradan sıcaktır! İlk geldiğim gün karnım ağrımaya başladı. İkinci gün romatizmalarımla beraber uyandım. O kadar soğuktu ki hiç durmadan sobayı yaktığımız hâlde yine bir türlü ısınamıyordum. Mehmet’i sandalla Sarıyer’e gönderdim. Beş şişe konyak aldırdım. Mehmet orada konuştuklarına soğuktan bahsetmiş. Sarıyerliler: “Kireçburnu’nda ağustosta insan donar!” demişler. Hakikaten bunda mübalağa yok. Yatağımın içinde sıcak sıcak ıhlamurları birbiri arkasına içtikten sonra beraber getirdiğim kitapları okuyordum. On beş gün hiç ısınamadım, yataktan çıkabilsem belki yazı da yazacaktım fakat bu mümkün değildi. Donacağım sanıyordum. Burası hakikaten Kutb-ı Şimalî’den koparılmış bir parçaydı!
Bir cuma günü Camsap geldi. Beni yatakta görünce: “Hasta mısın!” diye sordu.
“Hayır.”
“Niye yatıyorsun?” dedi.
“Üşüyorum da.”
“Oh, pekâlâ! Nasıl hâlâ aşkını düşünüyor musun?”
“Soğuktan meydan bulamıyorum!” dedim. Evet gece uykusuz kalmak şöyle dursun, on dört saat deliksiz bir ölüm uykusuna dalıyordum.
“Gördün mü…”
Güldüm:
“Fakat, ya buraya temmuza doğru bahar gelirse!”
“Gelmez! Ağustostan evvel kış yetişir!”
“Ya ben yine baharın yaşadığı bir yere kaçarsam!”
Camsap: “Yine para etmez!” diyerek güldü, “Artık bahar seni aldatamaz. Heyecanının yalan olduğunu, hissinin galat olduğunu sen şimdi anladın! Bir daha aldanmazsın!..”

Karşı karşıya ısınmak için içine konyak döktüğümüz çayları bir ala içtik, dışarıdaki daimî fırtına gürültüler koparıyor, tenha, dik yokuşta bir köpek havlıyordu.
***
(…) Soğuğa bir hafta daha dayanamadım. Mehmet’le yine köşküme ricat ettim. Bahçemin tarhlarındaki bütün çiçekler açmış, kelebekler daha çoğalmıştı. Şedit bir azimle Mediha’yı düşünmeye kalktım. Odama kapandım. Bir türlü hayalini gözümün önüne getiremedim. Sesini hatırlayamıyordum. Kalkıp Mühendis Sermet’e gitmeyi düşündüm, üşeniyordum. İçimden aklın latif sedası, “Başka işin yok mu? Behey sersem!” diyordu.
Derd-i aşkından rehâyâb olmasın
Sevmeden gönlüm seni kurtulmasın!
şarkısının bestesini bir türlü bulamıyorum. Dün yazıya oturacağım zaman masamın üstünde uzun bir kâğıt elime geçti. Baktım Mediha’yı gördüğümün ertesi günü yazmaya kalktığım mektubun müsveddesi! Oh ya Rabbi! İyi ki göndermemişim! Camsap imdada yetişmiş, vakit bulamamışım! Yoksa ne gülünç olacaktım! Benim gibi saçlı sakallı bir adamın on yedi yaşında bir züppe gibi aşk mektubu yazması ne rezalet!
***
Bu gülünç mektubu tekrar tekrar okuduktan sonra ruhumda üç hafta evvel tutuşan muvakkat buhranın hikâyesini çabucacık şu sayfalara yazdım. Fakat niçin ilkbahar, bu tabiatın şeytanı, beni yirmi sene evvel baştan çıkarmadı? Niçin uzun bir gençlik içinde kadına, aşka, heyecana, muhabbete yabancı yaşadım? Camsap gelince soracağım. Bakalım bunu da izah edebilecek mi?

NASIL KURTARMIŞ?
Kasaba içinde Kadı Mustafa Efendi’den hazzeden kimse yoktu!
Dört parmak, siyah, çatık kaşlarıyla; küçük parlak gözleriyle; sık, siyah sakallarının, ürpermiş, çalı bıyıklarının arasından görünen iri beyaz dişleriyle, insana hemen saldıracak, ısıracakmış gibi yüzü daima buruşuktu. Buz tutmuş sirke kadar ekşiydi, hiç gülmezdi, pek sertti. En sakin lafı bile havlar gibi hamle hamle söyler, sonra birdenbire susuverirdi. Fakat şöyle bakarken insana; yüzüyle, hareketleriyle, sözleriyle pek fena tesir bırakan bu doğru kadı kendi kalbinin çok iyi olduğuna kaniydi. Herkesin iyiliğini isterim, sanırdı. Herkesi acı sözleriyle haşlar ama elinden gelecek muaveneti de saklamamaya çalışırdı.
Sertliğine, birdenbire alevlenmesine, bazen ağzından çıkan sözü kulağının işitmemesine itiraz edenlere:
“Siz ne anlarsınız, halk beni gözü gibi sever!” derdi.
***
Bir cuma günü sabahleyin Şadırvan Meydanı’nda, Avukat Hüsamettin Efendi’nin dükkânında oturuyordu. Hemen kasabanın bütün eşrafı orada idi. Namaz vaktini beklemeye gelmişlerdi! “Tatlı dil, güler yüz”den bahsolunuyordu. Ömründe hiç gülmeyen Mustafa Efendi, işittiklerini hep kendine, üzerine alındı. Müdafaa için ağzını açacak oldu. Düşündü, sustu. Fakat eşraf efendiler münakaşalarında daha ileri gittiler.
Biri dedi ki:
“Yüzü gülmeyen insan cehennemliktir!”
Bir diğeri daha beter saçmaladı:
“Abus çehreli bir adamın ne namazı ne niyazı ne zekâtı ne orucu makbuldür. Kalpte iman nuru sönünce yüz kararırmış!”
(…) Hasılı hepsi ayrı ayrı birer pot kırdı. O kadar ki Mustafa Efendi dayanamadı. Tatlı dilin, güler yüzün münafıklara mahsus, doğru sözün acı, haklı adamın da sert olduğunu söyledi. Dükkân sahibi Avukat Hüsamettin Efendi aynı zamanda kasabanın şairiydi de:
“Ayinesi laftır kişinin işe bakılmaz…” diyerek kadıya itiraz etti. İnsanın fikrindeki neyse zikrinde de o olduğunu tekrar ederek iddiasını ispata girişti. Hazır bulunanların hepsi “tatlı dil, güler yüz” taraftarlığında ittifak etmiş gibiydiler. Kalbe, fiile kimsenin ehemmiyet verdiği yoktu. Bu esnada dükkânın kapısında genç bir Yörük peyda oldu. Elinde kocaman bir lenger tutuyordu.
“Ne var?” diyerek önüne giden Hüsamettin Efendi’ye sordu:
“Kadı Efendi burada mı?”
“Burada.”
Mustafa Efendi, oturduğu minderin köşesinde doğruldu. Acaba bir dava, bir şikâyet miydi?
“Ne var söyle bakayım!” diye çemkirdi.
Şaşıran Yörük: “Efendim, babam size bu yoğurdu gönderdi.” dedi.
“Niçin?”
“Şey…”
“Ben yoğurt falan ısmarlamadım.”

Dedikoducu eşraf birbirlerine bakıştı. Bir rüşvet miydi? Mustafa Efendi de sıkıldı, bozuldu. Koca bir lenger yoğurt… Ne münasebet! Kan başına sıçradı. Kaşlarını çattı. Gözlerini zavallı şaşkın Yörük delikanlısının üstüne dikti:
“Baban kim be?”
“Hatıloğlu Ehmet Ağa…”
“Tanımıyorum ben.”
“O, sizi tanıyor efendim. Bu yoğurdu hediye gönderdi. Ona büyük bir iyilik etmişsiniz.”
Kadının dünyada kimseye iyilik edebileceğine ihtimal vermeyen eşraf, baştan aşağı kulak kesildiler.
Mustafa Efendi de tanımadığı bir adama nasıl iyilik ettiğini merak etti.
“Ne iyilik etmişim?”
“Koyunlarını kurtarmışsınız efendim.”
“Ne vakit?”
“Dün gece.”
Kadı Yörük’e, “Deli olmasın?” diye dikkatli dikkatli baktı. Dün gece evinden dışarı çıkmamıştı. Yalanını tutmak için sordu:
“Nerede?”
“Rüyasında efendim…”

Eşraf gülmekten katılıyordu. Kadı, haysiyetinin incindiğini duydu. Suratını daha beter astı. Fakat “iyilik etmek” reddolunacak bir şey değildi. Velev rüyada olsun!.. Açtı ağzını, “âlem-i mana”nın hakikat olduğunu, “zahir”in hayalden ibaret bulunduğunu acı bir felsefe çeşnisiyle anlattı. Hakikat ancak rüyada tecelli edebilirdi. Kendi iyiydi. İyiliği işte rüyalara giriyordu. Sonra döndü Yörük’e:
“Babana selam söyle oğlum.” dedi, “Bırak oraya lengeri. Ben namazdan sonra aldırırım.”
Delikanlı yoğurt kabını kapının yanına bıraktı. Gidecekti fakat “âlem-i mana”nın ehemmiyetini ilim diliyle iyice anlattığını sanan Kadı Efendi rüyada yaptığı iyiliğe dair daha ziyade tafsilat almak istedi. Sordu: “Babanın koyunlarını nasıl kurtarmışım, biliyor musun?”
Genç Yörük basacak bir yer arıyormuş gibi etrafına bakındı. Sonra arkasına baktı, ellerini önüne kavuşturdu. Mavi donunun üzerindeki kocaman kuşağını kollarıyla sıktı. Yutkundu. Gözlerini tavana dikti. Anlatmaya başladı:
“Babam dün gece rüyasında koyunları Alabayır’ın üstüne yaymış.”
“Ee…”
“Sonra kocaman bir kurt peyda olmuş. Koyunları parçalayacakmış, tam o vakit siz gelmişsiniz işte… Kocaman, azgın, dehşetli bir yaban domuzu olmuşsunuz. Bu kurda saldırmışsınız. Kurt kaçmış, siz kovalamışsınız. Sonra… Tutunca kurdun karnını azı dişlerinizle yarmışsınız. Koyunlar da… Şey…”
Yörük rastgele tavandan çektiği sakin gözleriyle Kadı Efendi’nin kararmış suratını görünce birdenbire hikâyesini kesti. Yüreği hop etti. Hakikaten bir yaban domuzunun azı dişleri altında kalmış gibi korktu. Oradan kaçtı. Hâlbuki hikâyesini dinleyen eşraf efendiler birbirlerine bakarak kahkahalarını elleriyle ağızlarında söndürmeye çalışıyorlardı.
Kadı Efendi ise…
....

YALNIZ EFE

Anadolu Romanı
Sabahtan beri yürüyorduk. Düşe kalka geçtiğimiz sarp keçi yolları bazen sel yarıntıları içinde kayboluyor, bazen sık fundalıklardan ayrılarak, dibinde sivri sivri çam tepeleri görünen karanlık çukurlara sapıyordu. Ayı avına gidiyordum. Kılavuzum “Kumdere” köyünün en namlı nişancılarındandı. Beraber tırmanacağımız yüksek ormanlı dağların daha çok uzağındaydık. Vakit vakit ince bir yağmur serpeliyordu. Güneş yoktu. Nihayetsiz mor bir kubbeyi andıran dumanlı gökten fâniliğin geçmiş saatlerini hatırlatır gamlı guguk sesleri aksediyordu. Artık iyice yorulmuştum. Omzumdaki martin gittikçe ağırlaşıyordu.
“Biraz dinlensek…” dedim. Kılavuzum güldü. Onun da kır çember sakallı, şen çehresi pembeleşmişti.
“Kesildin mi?” diye sordu.
“Hayır.”
Sırtında çiftesiyle üç günlük yiyeceğimizden başka benim kebemi de taşıyan bu dinç köylüye yorgunluğumu söylemedim.
“Ha biraz gayret!” dedi, “Yarın başına bir çıkalım. Oradan öte Akkovuk’a kadar yol iyidir.”

Yarım saat daha tırmandık. Ayaklarımızın altından küçük taşlar, kireçli topraklar sökülüyordu. Gayet büyük, tek bir çam ağacının yanına gelince kılavuzum:
“İşte yarın başı!” dedi.
Yerler çamurdu. Çiseleyen yağmurun dallara çarpan damlaları derin bir fısıltı çıkarıyordu. Ben hemen çöktüm. Çamın kalın gövdesine arkamı dayadım. Cebimden paketimi çıkardım. Sırtından yükünü indiren ihtiyar avcıya uzattım:
“Yak bir cigara bakalım, yorgunluk alır.”
Ağır bir tavırla:
“Burada tütün içilmez!” dedi. Sordum:
“Niçin? Namazgâh mı burası?”
“Hayır.”
“Ya ne?”
Önüne bakarak başını salladı. Gizli bir şey söylüyormuş gibi yavaşça:
“Burası ‘Yalnız Efe’nin ‘sır’ olduğu yerdir!” dedi. Serin bir rüzgâr yağmurun fısıltısını çoğaltarak esiyor, üstümüze siyah bir çadır gibi açılan çam dalları titriyordu. Anadolu’nun bu yalçın ufuklu, bu boş, bu kayalık, bu korkunç tarafı; Bozdağı’na giden bu ıssız yol eskiden beri bir eşkıya uğrağıydı, bunu biliyordum. Ben tenha bir geçidin gizli bir köşesinde uyuyan küçük bir köyde doğdum. Ger Ali’nin, Köroğlu’nun koşmaları, Develi’nin, Çellav’ın menkıbeleri içinde büyüdüm. Bilmem onun için mi eşkıya hikâyelerini dinlemeyi pek severim.
Paketimi cebime soktum.
“Anlat bana baba.” dedim, “Yalnız Efe kim? Nasıl sır oldu?”
İhtiyar avcı, torbasının yanına bağdaş kurdu. Çiftesini kucağına uzattı. İri ela gözleriyle dik yarın keskin kenarına, yağmurla ıslanarak koyu kan rengine giren, karşıdaki derin granit uçurumlara baktı, baktı. Sonra bana döndü.
“Anlatayım.” dedi, “Ben şimdi elli yaşını geçiyorum. O vakit pek ufaktım. Onu gören kadınları dinledim. Kendisi hiç erkeğe gözükmezdi.”
“Niye gözükmezdi?” diye sordum.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/omer-seyfeddin-32617159/memlekete-mektup-69428710/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
Memlekete Mektup Омер Сейфеддин
Memlekete Mektup

Омер Сейфеддин

Тип: электронная книга

Жанр: Историческая литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Edebiyatımızın eskimeyen ismi Ömer Seyfettin; Osmanlı Devleti’nden Cumhuriyet’e geçiş sürecini birebir tecrübe etmiş ve yaşayan bir varlık olarak benimsediği dili, toplumsal gelişmeler bağlamından ayrı düşünmemiştir. Bu açıdan Ömer Seyfettin, tema ve dil yönünden çeşitlilik arz eden hikâyeleriyle hemen hemen her kuşağa seslenebilen usta bir hikâyeci olarak ön plana çıkmıştır. Ele aldığı konuları belli bir dönem içerisinde tasvir etmekle beraber, insana ait evrensel gerçeklerden ve kendi milletinin konuştuğu dilden kopmamıştır. Bu noktada hikâyelerini modern Türkçenin zengin ve duru kaynağına taşımayı başaran yazar, çağdaş Türk edebiyatının yolunu açmıştır. Yazarın hikâyeleri; medeniyetler arasındaki geleneksel Doğu-Batı çatışması, Türk ve dünya insanının kimlik bunalımları, siyasal ve kültürel çekişmeler, Türk modernleşmesi, Batı taklitçiliği, toplum ve birey ikilemi, savaş psikolojisi, toplumsal adalet, özgürlük ve insanlığın tarihsel evrimi gibi kavramları derinlemesine irdelemektedir. Ömer Seyfettin’in yazınsal tavrı; Batı taklitçiliğinin sahte modernizmi ile gerçek aydınlanmacı fikirlerin ayrımı neticesinde ortaya çıkmaktadır.

  • Добавить отзыв