Ocak Sönmesin Diye – Lütfü Şehsuvaroğlu Kitabı

Ocak Sönmesin Diye – Lütfü Şehsuvaroğlu Kitabı
Hasan Yılmaz
Türkiye Cumhuriyeti’nin toplumsal ve siyasal hayatının dönüm noktalarından biri olan 12 Eylül, öncesiyle ve sonrasıyla Türk siyasi tarihinde merkezî bir yere sahiptir. Şüphesiz bu dönemi diğer dönemlerinden ayıran itici kuvvet, idealist gençlerdir. 12 Eylül’e gelinirken “sağ”ı ve “sol”u şekillendiren bu gençler, sadece teorik düzlemde kalmamış ve düşüncelerini pratiğe geçirerek döneme damgalarını vurmuştur. “Kanımız aksa da zafer İslam’ın!” sloganının mucidi; Ülkü Ocakları’nın son genel başkanı; şiir, roman, deneme, biyografi ve araştırma inceleme türlerinde eserler vermiş üretken bir yazar olan Lütfü Şehsuvaroğlu, bu idealist gençlerden biri olarak dönemin en önemli tanıklarından biridir. Türk abide şahsiyetleri -özellikle de Necip Fazıl Kısakürek ve Muhsin Yazıcıoğlu- ile genç yaşlarından itibaren irtibat hâlinde olan Şehsuvaroğlu, söyleşi şeklinde hazırlanan bu kitapta, dönemin Türkçülük, İslamcılık, milliyetçilik fikrî akımlarını teorik ve pratik yönleriyle ortaya koyuyor, tespit ve tanıklıklarıyla günümüzdeki gelişmeleri de kapsayan bir yelpaze içinde Türk okuyucularına sunuyor.

Hasan Yılmaz
Ocak Sönmesin Diye-Lütfü Şehsuvaroğlu Kitabı-

SÖYLEŞİYE DAİR
Bir kelebeğin kanadını çırpmasıyla oluşan dalganın, Büyük Okyanus’ta tsunamiye dönüşebileceğini kabul eden insanlar, düşünceleri ve eylemleriyle çevrelerinde yarattıkları etkinin de farkında olmalılar. Aynı kültür dairesinde bulunan insanlar, daimî bir sentez hâlinde olduklarını, yargıları ve yorumlarının özgür ve özerk olmadığını bilmeliler.
12 Eylül öncesinden, sonrasını etkileyen önemli izler kalmıştır. Bugüne yön verenler de 12 Eylül öncesinin idealist gençleridir. O dönemin gençleri, bugünün fikir, sanat, siyaset ve ekonomi çevrelerinin liderleridirler. Bu nedenle, dün, bugünü anlama kılavuzu olarak kabul edilmelidir.
Türkiye, âdeta sol-sağ, komünist-faşist, ülkücü-akıncı, Türkçü-İslamcı, Marksist-kapitalist, cemaatçi-İslamcı, alaylı-mektepli gibi kavramlar deryasıdır. Bir zamanlar kutsiyet atfedilen bu kavramlar, uğruna can veren “adanmış” gençler tarafından yaratılmıştır. Üstüne sünger çekilmeyecek önemdeki bu yakın geçmişin canlı tanıkları, Türkiye’nin bugününe önemli tecrübeler aktarmışlardır. Çok kez ön yargılı yaklaştığımız, tek taraflı anlatımlarla dinlediğimiz yakın geçmişi, inşacılarından dinlemek, anlaşılmasını ve anlatılmasını kolaylaştıracaktır. O dönemin, canlı tanıklardan dinlenmesi, özellikle genç kuşaklar açısından büyük önem taşımaktadır. Bazı tarih yazıcılarının yaptığı gibi, zaman zaman anakronik bir yöntemle geçmişi günümüze taşımak yerine, dönemin tanıklarının dilinden yapılan aktarmalar, belki de gelecek kuşaklara bırakılacak en değerli hazinedir.
Son yıllarda edebiyatımıza giren yazı türlerinin başında “nehir söyleşi” gelmektedir. Ülkemizde, anı yazma geleneğinin yerleşmemiş, biyografi ve otobiyografi alanında yeterince çalışma yapılmamış olması, tarihe ve toplum bilimine meraklı insanlar açısından bu türden çalışmaları daha da önemli kılmaktadır. İlgilisine ve meraklısına hitap eden bu çalışmaların, değeri bir gün mutlaka anlaşılacaktır.
Türk siyasi hayatının en önemli ideolojik paydaşlarından biri olan ve Ülkücülere dair söz söyleme hakkı bulunan kişilerin başında Lütfü Şehsuvaroğlu gelmektedir. Şiir, roman, biyografi, deneme ve araştırma-inceleme türünde bugüne kadar otuza yakın esere imza atan ve gençlik yıllarından itibaren milliyetçilik eksenindeki fikir çevrelerinin ve örgütlü yapıların hemen her aşamasında en önde yürüyen Şehsuvaroğlu ile altı ay gibi geniş bir zaman diliminde, önemli bir söyleşi gerçekleştirdik. İlgi çekici yorum ve açıklamalarıyla okuyucusunu her zaman şaşırtan Şehsuvaroğlu, bir dönemin üstüne çöken tozlara üflemiştir. Anlattıklarıyla pek çok kimseye puzzle’ın parçalarını birleştirme imkânı sunan sağduyunun ve vicdanın sesi Şehsuvaroğlu, tanıklığı ve tespitleriyle de güncel pek çok tartışmaya cevap vererek yeni tartışmaların da fitilini ateşlemiştir.
Geçmişin doktriner bir gözle ele alındığı söyleşide, Türkçülük-İslamcılık, milliyetçilik-ümmetçilik gibi pek çok kişinin kafasında soru işaretlerine yol açan tartışmalarda da taraf olunmuştur.
Büyük oyun planı gereğince, binlerce Türk gencinin hayatını kaybetmesine yol açan 12 Eylül öncesi, bütün boyutlarıyla irdelenirken 12 Eylül sonrasının gözaltılar, tutuklamalar ve mahkûmiyetlerin yarattığı travmalar ile ihtilali yaptıran küresel aktörlerin Türkiye üzerine yaptıkları planlar da söyleşide ifşa edilmiştir.
Söyleşide ayrıca, son genel başkanı Lütfü Şehsuvaroğlu’nun olduğu Ülkü Ocakları’nın tarihsel misyonu ve işlevi de irdelenmiştir. Bundan başka, Ülkücülerin, döneminde ve günümüzde sık sık kullandıkları siyasal sloganların doğuş hikâyesi de bu söyleşide bir sır olmaktan çıkartılmıştır.
Cemil Meriç, Ahmet Kabaklı, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu, Necip Fazıl Kısakürek, Seyyid Ahmet Arvasi, Erol Güngör, Galip Erdem gibi Türk kültür ve edebiyat hayatının mümtaz kalemleri ile genç yaşından itibaren yakın dostluklar kuran Lütfü Şehsuvaroğlu’nun yaşam öyküsü de nehrin kollarından biri olarak kayda alınmıştır. Onun “Üstat” diye andığı Necip Fazıl Kısakürek ile olan anıları, Necip Fazıl Kısakürek’in, Akıncılar ve Ülkücüler üzerindeki etkisi de nehir söyleşide geniş şekilde işlenmiştir. Ayrıca üniversiteye başladığı yıldan itibaren yolunun birleştiği ve “başkanım” dediği merhum Muhsin Yazıcıoğlu ile yaşadıkları, MHP-BBP kopuşunun ideolojik nedenleri, hafızasının derinliklerinden çıkartılıp okuyucusuna emanet edilmiştir.

    Hasan Yılmaz

Lütfü Şehsuvaroğlu


ADANMIŞ BİR İNSANLA HASBİHAL
Türkiye’de kamuoyuna takdim ihtiyacı duymayan, geçmişiyle kendini ibra etmiş aydınlardansınız. Lütfü Şehsuvaroğlu olarak bir isminiz var. Teşkilatçı kimliğinizin yanı sıra, edebiyatın her alanında özgün eserler vermiş çok yönlü bir sanatçısınız. 1980 öncesinden günümüze kadar, Ülkücüler tarafından çıkartılan hemen her yayın organının, yazarlık ve yayın yönetmenliğinin yanında, baskısından dizgisine kadar hemen her aşamasında görevler yaptınız. İçinde yer aldığınız ve tanıklık ettiğiniz olaylar itibarıyla size “derin ülkücü” yakıştırması yapanlar da var. Yakıştırma yapanlardan bazıları da sizden “eski ülkücü” diye söz ediyor. Belki burada ülkücülük ile Milliyetçi Hareket Partisi’nin meczedilmesinin ve bu parti içinde organik olarak görev alanların ülkücü olarak kabul edilip orada organik olarak yer almayan eski müntesiplerin eski ülkücü olarak tanımlanmasının etkisi olabilir. Ucu açık bir konu olması sebebiyle söyleşimize siz hâlâ ülkücü müsünüz, eski ülkücü müsünüz sorusuyla başlamak istiyorum. Bu konuyu biraz tavzih etmek ister misiniz?
Önce bir yanılsamayı düzeltelim. MHP ile ülkücü hareketin özdeşleşmesi sosyal psikoloji açıdan irdelenmesi, doğruluğu yanlışlığı üzerinde tartışılması gereken bir konu. Biz öyle düşünüyorlar diye bunları inkâr edemeyiz. Ben mesela bugün yeni MHP, eski MHP tabanından ve tavanından, organik yapısından ayrı düşse bile mevcut MHP’deki böyle bir algılamanın abes olduğunu düşünmem, asıl sebebini araştırırım. Ama temasta olduğum en başındaki adamdan, neferine kadar MHP’lilerin bana karşı bir ketumiyetleri olsa da bir düşmanlıkları olduğunu düşünmüyorum çünkü sevgi de karşılıklıdır. Benim onlara karşı bir düşmanlığım söz konusu olmadığı gibi, geniş kesimin içinde onları da bir cüz olarak gördüğüm için, mümkün olan en büyük birlik manasında bir milliyetçilik anlayışında olduğumuz için, bu anlamda benim onları dışlamam söz konusu değildir ve onların benimle ilgili algı yanlışını düzeltmek de boynumun borcudur. Onların bazılarının cehaletine bırakırım, bazılarının ferasetine bırakırım, bazılarının korkularına telakki ederim, bazılarının da mevcut statülerinden dolayı ketumiyet duymalarını da anlayışla karşılarım. Statülerinin değişebileceğine dair kanaatleri vardır; o kanaati de bugünlük yanlış bulmam. Onun dışında ben hiçbir zaman tam manasıyla kendimi ülkücü hareketin içinde hissetmedim. Benim ülkücülüğüm her zaman medeniyet dirilişçiliği anlamında, yani kendi teori alanında yeşeren ve boy veren bir ülkücülük oldu. Hiçbir zaman bir bindirilmiş kıta manasında değildi. Fakat benim sosyolojik ve sosyal psikolojik organizmacı bir tarafım var. Tarihsel bir çözümleme yapacak olursak mücadelesi içerisinde bulunduğum teşkilatla tamamen onda erimiş, varlığını yokluğunu ona adamış ve kendisiyle teşkilatı arasında tamamıyla bir organizma gibi bir bütünün uzuvları gibi düşünmüş bir geleneği de paylaşırım. Yani ben kendimi teşkilata adadım. Babamın ev alacağı para ile matbaa aldım. Millet teşkilatın sırtından geçinirken ben memur çocuğu olarak dört çocuk büyütmüş bir babanın memur maaşından biriktirdiği 35 yıllık birikimini 1976’da matbaa kurup kendimi teşkilata adayarak, kendimi orada yok ederek bütünüyle varlığımı ölürsem şehidim anlayışı ile tamamıyla mücadelenin içine attım. Ölmememiz tamamen tesadüf eseridir. Şehit olanlarla birlikte her olayın içindeydik. Kurşunların üstüne gittik. Şehit olmamamız tamamen tesadüftür. O ulvi makama layık olmadığımızın işaretidir. Allah bize o şehadeti nasip etmedi. Ama onun dışında bütün varlığımla kendimi o davaya adamıştım. Adanmanın en büyük fazilet olduğuna inanırım. Yanlış da olsa insanın bir davasının olması, bir davaya, bir teşkilata adanması faziletlerin en büyüğüdür. Adanmışlık yoksa aslında kimliğimiz de yoktur. Bizim kimliğimizin bir anlamda 5000 yıllık, bir anlamda bin yıldan fazla İslam ile müşerref olduktan sonra da alametifarikası adanmışlıktır. Yoksa Türklerin başka bir üstünlüğü yoktur. Yeryüzünde Allah’ın kılıcı olmak ve kendini bütünüyle ona vermek; bu anlamda âlimin, askerin birbirinden farkı yoktur. Ölüm bize en yakındır. Şu anda ölebiliriz. O hâlde dünyaya kazık çakılacak değildir. Âlimimiz “Benim ilmim daha önemlidir, ben oturayım ilim yapayım.” -böyle diyen birtakım zevat vardır, onlaradır bu sözüm- diyen âlimler gibi değildir. Âlimimiz de şeyhimiz de müridimiz de her an ölümle kucak kucağadır. Tarihimizde bize aktarılan terbiye, usul, adap budur.
Bu sözler bana 80 öncesinin marazlı, kritik, endişe yaratan dönemini çağrıştırıyor. Şu dönem itibarıyla şehitlik kavramını kullanmamızı gerektirecek bir sosyal çatışma ortamı yok.
Her dönemde vardır. Bu algı meselesidir. Toplum ya da siyasiler yahut da aydınlar burada bir algı problemi yaşamaktadır. Şehitlik bir dönem için indirilmiş, bahşedilen bir lütuf değildir. Cenabıhakk’ın “ümmet bir dönem savaşsın, ondan sonra hiç savaş olmasın, barış içinde zilletin içinde yaşasın” diye bir emri yoktur. Kur’an’da da yoktur, İslam tarihinde de böyle bir gelenek yoktur. Şehitlik mertebesi, komünistlerle mücadele sırasında olur, Kurtuluş Savaşı sırasında olur gibi şey yoktur. Bütün bu cihatları saydığımızda onların da gereksizliğine dair ben bir sürü gerekçe sayabilirim. Hem Kurtuluş Savaşı’nda hem Çanakkale’de hem Malazgirt’te hem 12 Eylül öncesindeki mücadelede. Bunların saçmalıkları üzerine de binlerce gerekçe bulabilirim. Ama bu oradaki şehadet şerbeti içmişlere bir bühtan olamaz. Mavi Marmara’ya gelecek olursak, orada da şehit olmuşlar hukuken, şer’en şehittir. Bu anlamda şehadet şerbetini içmek için Cenabıhak her zamanda insana böyle bir lütufta bulunmuştur. Savaş anlamında cihat olmaz, nefisle cihat olur, bu da büyük cihattır.
Şehitliğe ilişkin söylediğiniz bu sözler biraz ölümü kutsamak olmuyor mu?
Zaten İslam’da ölüm kutsanır.
Yaşam daha değerli değil mi? Yaşatmak daha güzel değil mi?
Cenabıhak, “Bir insanı öldüren bütün insanlığı öldürmüş gibidir.” buyuruyor. Bu anlamda insanları yaşatmak elbette en büyük fazilettir. Ama zillete duçar olmuş bir kavmin, bir ulusun, bir ümmetin de bu zilletten kurtuluş için ölümü haktır ve ölümle insanları diriltir. Ölümle insan ölmez. Bizim inancımıza göre ölüm şu köşeyi dönmekten ibarettir. Sadece başka dinler yaşamayı bu kadar kutsar. Biz öte âlemi, Peygamber Efendimiz’in sancağının altında toplanmayı daha büyük fazilet sayarız. Bu dünya içerisinde, dünya denen kafeste yaşamak ruha eziyettir. Bu sadece tasavvuf kültürünün kitaplarda yaşasın diye uydurduğu bir hikâye değildir. Hakikatin kendisi budur. Yani bu dünyanın dışında bir âlem vardır. Bu âlem, bu dünyada yaşayanlar için de bu âlemden daha mukaddes, daha şerefli, daha ebedî ve daha estetiktir. Estetik olmayan kaba, nobran, çirkin, kötü bir hayatı yaşamaktansa… Yani ciplerine binsinler, villalarda yaşasınlar, ipekler giysinler, altınlar taksınlar, zenginlik rehavet içerisinde yaşasınlar, bütün bunlar olsa bile yahut da savaşla kutsansınlar, bedenlerini savaşla zenginleştirsinler yahut da refah toplumuyla şereflendirsinler fark etmez. Neticede bu dünya âlemiyle öbür âlem arasında dağlar kadar fark vardır. Müslüman’ın bu farkı yaşarken de idrak etmesi lazımdır. Bunu bazıları ölümden önce ölme fiiliyle idrak ederler, halk içinde Hak’la beraber yaşarlar. Bazıları idrak edemezler, dillerinde İslam sözcükleri olduğu hâlde, zillet içinde yaşayabilirler.
Peki, Müslümanların dünyaya sahip olamaması ve dünyanın egemeni olamaması biraz bu dünyayı değersiz görmelerinden mi kaynaklanıyor? Oysa benim gördüğüm Müslümanlar bu dünyayı çok seviyorlar.
Belki de dünyayı çok sevdikleri için dünya onlara zenginlik bahşetmiyor…
Yani çok ihtiraslılar. Sahip olmak istiyorlar. Ancak tezyin etmiyorlar, süslemiyorlar ve yaşadıkları yere bir mana kazandırmıyorlar… Ortada bir tezat yok mu?
Şimdi bakar mısınız şu İslam âlemine! Diktatörlerden kurtuluyoruz, demokrasi getiriyoruz, şerefle yaşayacağız, insan hakları hâkim olacak, demokrasi kültürü yerleşecek derken; Türkiye’nin yaşadığı Batılılaşma vetiresinden habersiz olarak bir asır boyunca yapılan işlerden herhangi bir kazanım elde edemeden olduğu gibi sözde diktatörlere karşı bir isyan başlatıldı. Büyük Orta Doğu Projesi çerçevesinde, Kuzey Afrika’da, Orta Doğu’da güya diktatörler götürüldü; örneğin Kaddafi daha önce ayağını yalayanlar, ondan nemalananlar tarafından katledildi. Katledilirken cesedinin bile ırzına geçildi, organları lime lime edildi. Bunun İslam medeniyetiyle bir alakasını kurabilir misin? Şüphesiz İslam tarihinde ihtilaller oldu, başlangıçtan beri şüphesiz kan dökücüler oldu.
İslam tarihi biraz da kan tarihi değil midir?
Ama bunların İslam ile bir alakası yok bence.
Bir şeyle alakasının olması lazım. Zira, toplumun karşısına İslam kimliği ile çıkıyorlar.
Burada bir Emevi saltanatının İslam adına tarihsel olarak bir iktidar biçimlemesi var. İkincisi, Kuzey Afrika Arap uluslarının yaklaşımları var.
Kan dökücülük Emeviler’den önce başlıyor. Hz. Ayşe kılıcını çekiyor ve Hz. Ali’nin üzerine yürüyor. Cemel ve Sıffin Savaşı’nda bir sürü sahabe ölüyor.
Başlangıçtan beri bu problemler var. Ama netice itibarıyla ihtilallerle halledilmiş bir problemdir. Örneğin, Ebu Müslim Horasani’nin başlattığı ihtilalle Emevi saltanatı yıkılmış ve halifelik Abbasiler’e geçmiştir. Orada tarihsel olarak bir yıkım bertaraf edilmiştir. El Cahız, “Türklerin Faziletleri” kitabı ile ümmetin tarihini, talihini değiştiren bir kitap yazmıştır. Hani diyor ya Orhan Pamuk, “Bir kitap okudum hayatım değişti.” diye. Ümmetin hayatını değiştiren kitabı El Cahız yazmıştır. Küçük, risale boyutunda bir kitaptır. 10. yüzyılın sonunda yayımlanmıştır. Bir önceki dönemde Emeviler’in İpek Yolu’nu ele geçirmek üzere hilafeti kullanıp içlerinde Müslüman olmaya başlayan Türklere katliamıyla aynı İran-Turan savaşları gibi, belki 50 yıl sürecek Türk-Arap savaşları başlayacaktı. Bütün Turan toplanıp belki Mekke’ye kadar saldırıya geçecekti. İhtilal olunca, yani hilafet Emeviler’den Abbasilere geçince, Abbasi halifesi başkenti Şam’dan Bağdat’a taşıdı. Samarra’da bir Türk şehri kurdu. Orada Türkleri hilafet ordusu yaptı. Bu kitap da o sırada çıktı. Böylece Araplarda Türk sempatisi gelişti. Türklerde de yıkıcı Emevi saltanatına karşı bir Arap sempatisi doğdu. İran-Turan savaşları gibi bir Arap-Turan savaşı cereyan edecekken tersine Türklerde yeni bir çağ, yeni bir İslam dirilişi meydana geldi. O bininci yılda El Cahız’ın da üye olduğu Basra’da gelişen hadis ve ravi ilmine dâhil oldu. Orta Asya’ya kadar uzanan ve Kaşgarlı Mahmutların, Yusuf Has Haciplerin, Hoca Ahmet Yesevilerin eserlerinin ortaya çıkmasını sağlayan o bininci yılda ortaya çıkan ve 1200’lere kadar giden diriliş, o süreçte cereyan etti. Türkler bu medeniyete hem bedenleriyle hem de akıllarıyla hizmet ettiler. Yani İslam felsefesine ve İslam tasavvufuna yaptıkları katkıyla Horasan erenlerinin mayasını Anadolu’ya, yani Bizans’a çaldılar. Bunu daha önce Araplar denediler. O yüzden Eyüp Sultan’a gönderme yapar Fatih. Eyüp Sultan vardır, bir de kendisi vardır. Arasında yaşanan tarih anakronik bir tarihtir. Yani İstanbul aslında Bizans değildir. Suyun öte yakasından gelmişlerdir. Bu yüzden Fatih bir tarih felsefesi ortaya koyarak “Ben Truva’nın intikamını aldım.” demiştir. Yani suyun öte yanından gelip de kalleşlikle, desise ile Anadolu’yu kuşatan insanların cevabını vermiştir fetihle. Burada müthiş bir gönderme var ve dolayısıyla bu Türk dirilişi İstanbul’un fethine kadar ulaşan Anadolu’nun mayalanması projesidir. Maya, bir Arap ve Türk dostu olan; eşi de Türk olan El Cahız’ın küçücük broşürüyle başlar. “Türklerin Faziletleri” broşürü ve “Hilafet Ordusunun Menkıbeleri” ile başlayan o büyük diriliş… Hem ziraatçı hem veteriner hem şair hem bürokrat hem İslam mutasavvıfı hem ravi hem de Cahiziye mezhebinin kurucusu sivil toplum lideridir bu büyük düşünür aslında belalı bir geleceği hissedip (benim Türkiye’nin bölüneceğini anlatan “2024” kitabında olduğu gibi) bir ön alış ortaya koymuştur.
Lütfü Şehsuvaroğlu da ziraatçı, yazar, şair, bürokrat, sivil toplum lideri, düşünür; El Cahız da tıpkı sizin gibi. Benziyorsunuz.
Ama ben bir halifenin kâtibi olamadım henüz.
Peki “belalı bir geçmişten kaçış mı” acaba El Cahız’ın “Türklerin Faziletleri” kitabını yazmasının nedeni? Zira Araplar arasında bir kabile taassubu var ve kabileler arasında çatışmalar çok yoğun. Dönemin en çok ilgi gören ilmi ensab ilmi. Tıpkı Ümeyyeoğulları ile Abbasoğulları arasında olduğu gibi, kabilelerin İslam öncesinden gelen bir rekabetleri var. Bir de Araplar ile Farsların iktidar çekişmesi söz konusu. Türkler orada bir denge unsuru olarak, bir barış unsuru olarak ortaya çıktılar.
Muhtemelen Alper Tunga gibi. Biliyorsunuz Alper Tunga İran’a putperest olduğu için saldırıyordu. Tek tanrıya inanan Alper Tunga, ateşperest, putperest İran’a karşı savaşıyordu. Adı Keyhüsrev diye bugün yanlış anlatılıyor. Sanki daha İslam’mış gibi; tam tersine o İran-Turan savaşlarının da bir inanç temeli vardı. İşte Türkler Gök Tanrı’nın izniyle bu yanlışı düzeltmek üzere bir akına girişeceklerdi. Velhasıl, Türk-Arap ilişkileri ile Türk-İran ilişkilerinin paralel düştüğünü gördüm.

TÜRKLERİN İSLAM OLUŞU VE ÜMMET-ULUS TARTIŞMALARI
Belki tarihsel bir denk geliş; Arapların kuzeydoğuya yöneldikleri dönem, Türklerin de batıya göç dönemlerine denk geldi. Dolayısıyla iki gücün karşılaşması kaçınılmaz oldu. İslam ve insanlık tarihi açısından bakıldığında bu karşılaşmanın müthiş sonuçları oldu. Kanlı savaşlara sahne olsa da Türkler süreç içinde İslam oldu. Ancak Türklerin İslam olmasıyla tarihin akışı da değişti. Kültür ve medeniyet alanında önemli değişimler yaşandı. Türkler âdeta yeni bir maya çaldı. Neydi o mayanın özelliği?
Türkler İslam ile şereflendikten sonra Anadolu’da çaldıkları maya ile kendine özgü hususiyetleri olan bir yoğurt meydana getirdiler. O maya Horasan’da atıldı ve Anadolu’da tuttu. Yani bir kültür meydana getirdiler. Modern literatürde genişçe işlenir bu kültür bahsi. Tabii kültür denince medeniyeti beraberinde çağrıştırır. O yüzden son asrın problemidir kültür ve medeniyet. Cultura, Latince kökenli bir kelimedir. Ekin, hars diyor Gökalp buna. Öbürü de civilisation… Netice itibarı ile son yüzyılın bahisleri bunlar. Ama sanki bütün tarihimizi kuşatıyormuş ve bütün tarihimizde kültür ve medeniyet varmış gibi algılıyoruz. Kültür ve medeniyet bahislerinde Ziya Gökalp’ten Erol Güngör’e, oradan Yılmaz Özakpınar’a kadar, (benim de “Ziya Gökalp” kitabımda eleştirisini yaptığım gibi) kültürü ne kadar yanlış değerlendirdiğimiz konusunda bir sürü tartışmalar yaptık. Acaba kültür dediğimiz medeniyet miydi? Medeniyet dediğimiz kültür müydü diye. Fakat sonunda anladım ki bu kültür toprağa ektiğimiz buğday kültürü, yulaf kültürü, ıspanak kültürü neticede toprağı değiştiremez. Ne ekersek onu biçeriz. Buğday ekeriz, buğday biçeriz. Buğday toprağı değiştiremez. Fakat maya… Bir kap düşün, bu porselen olsun, toprak olsun, yayvan olsun, derin olsun, plastik olsun fark etmez. Kap önemli değil; bu kabın içine koyduğumuz ister inek sütü olsun ister manda sütü olsun ister koyun sütü olsun ister Ahmet Efendi’nin ister Mehmet Efendi’nin koyununun sütü olsun; sütü nereden toplarsak toplayalım, sütün içerisine mayayı çaldığımız zaman süt başka bir biçim alır. Maya onu değiştirir, dönüştürür ve yekpare bir kimlik kazandırır. Yani kabın bir tarafı manda yoğurdu, bir tarafı koyun yoğurdu olmaz. Kabın tamamı tutarsa yoğurt olur. Yani maya çaldığımız zaman yekpare, tek bir kimlik olur. Bugün kimlik bunalımları yaşıyor ya toplumumuz, sabahtan öğleye kadar filanca oluyor, öğleden sonra filanca oluyor ya, onların yanlışlığını ortaya çıkartıyor bu. Yani bu kültür ve medeniyet tartışmalarından çıkamayız. Ama bin yıldır Horasan mayası, Türkistan mayası ya da Anadolu mayası dediğimiz şey, yani Türklük mayası çalındığı kaba, içinde hangi süt olursa olsun yekpare bir kimliğe ulaştıran vasfa sahiptir. Dönüştürür, değiştirir, bizden yapar. Dokunduğu bizden olmuştur. Ermeni, Rum, Çeçen, Kırgız, Türkmen, Yörük, Tatar, Kürt… Hangi buduna, hangi ulusa, hangi kavme ait olursa olsun bir millet hâline getirir.


Biz dediğiniz millet, hangi millet? Adı nedir?
Bu yekpare bir millet. Bu milletin adına gâvur; Türkiye, Türk diyor. Bu yoğurdun içindeki sütlerden birinin de kalkıp “Yok efendim bu aslında manda yoğurdudur.” demesinin âlemi yoktur. Bin yıldır burada bu kimliği herkes kabul etmiş ve bu kimlikle şereflenmiştir. Bu millet yekpare bir kimliğe sahiptir. Bunun kimliği önemli değil, bunun vasfı önemlidir. Bunun vasfı nedir? Ne diyor Arif Nihat Asya?.. Bir şiirle binlerce doktora tezini çöpe atacak bir proje bu Arif Nihat’ın projesi. Bazıları pek anlamaz, Arif Nihat’ı naif düşünür ve şair olarak alırlar. Çünkü Necip Fazıl’dan havalı değildir. Bak Arif Nihat şiirinde ne diyor:
Yoksa şu sayfada Oğuz,
Yoksa şu yaprakta Yavuz,
Biz de yoğuz biz de yoğuz.
Siz gelin imdadımıza
Elimizden siz tutunuz.
Mevlâna, Yesevi, Yunus.
Sizlere üçler yediler,
Bizlere kırklar dediler,
Daha çoğuz, daha çoğuz.
Bir ateştir yanar tüter,
Bu ordunun adı, ister
Ümmet olsun, ister ulus.”
Bu kimliğe birisi itiraz edebilir. “Efendim bu kimliğe İslam ümmeti diyelim.” Diyelim. Ne beis! Kimlik zaten İslam. Bir başkası, “Efendim bu kimliğe Türk diyelim.” diyebilir. Yani diyor ki: “Bu ordunun adı ister ümmet olsun, ister ulus.” Bu önemli değil diyor. Şimdi bir sürü ulusalcı, ulusçu nazariyeler var. Onların yazdığı doktora tezleri ya da siyasetler var. Bu ulusun üyelerinin harcadığı bir sürü emek var, para var, mesai var. O zaman anlıyoruz ki ne büyük hazineyi tüketiyoruz yok yere, değil mi? Ne büyük hazine o zaman tüketmek değil mi? Bu ulusçu tezlerin hepsini al çöpe at. Bu yanda da ümmetçi tezlerin hepsini al çöpe at. Hiçbirinin İslam’a faydası yok. Ümmetçi tez yazsan ne olur, ulusçu tez yazsan ne olur!
“Bir ateştir yanar tüter, bu ordunun adı ister ümmet olsun, ister ulus.” Buna ister ümmet de ister ulus de. Hiçbir önemi yok. Önemli olan ne? Önemli olan ateş olmak. Yanar tüter ateş olmak. Yani Allah’ın yeryüzündeki kılıcı, yani adanmışlık. Konuşmamızın başında ne dedik? Bizim bütün kimliğimiz adanmışlık, asıl vasfımız adanmışlık. Bu adanmış olanlar Kırmançi olsa, Zaza olsa, Kırgız olsa, Türkmen olsa, Kazak olsa, Çerkez olsa ne yazar! Öyle değil mi? Diyelim ki ben, müthiş bir Türk soyluyum ve Türk kimliğini iddia ediyorum. Ama içinde bu adanmışlık yok. Bu Türk olabilemez ki zaten. Bunun kanı Türk olsa… Ki böyle bir ırk da yok. Yanı Kırgız var, Tatar var, Özbek var, Türkmen var… Adam Türkmen oluşu, Türk ulusu zannediyor. Türk diye net bir ırk sadece Tibet’te dağın tepesinde yaşayan 50 bin nüfuslu bir ırktır. Esas Türk onlardır. Bizim Türklük oluş manasında bir Türklüktür. Bugün de bir ihtiyaçtır bu Türklük kavramını açıklama bakımından. Türklük bir oluştur. Hatta henüz Batı’da ırkçılık, faşizm, Nazizm hortlamadan 1930’ların, 1940’ların dünyasına gelmeden, Avrupa’daki emperyalist tutkuların yani eski sömürgecilerin devamı olan yeni sömürgecilik, Batı dünyasını bir ırk arayışına itti. “Batı buna neden ihtiyaç duydu” konusunda söylenecek çok şey var; bu konunun bir daha araştırılması lazım. Buna makul demiyorum. Bu Batı’nın medeniyetinin icabı olan tutum ve davranışlar.
Bunun bir benzeri henüz Türkiye’de yaşanmadan, Mustafa Kemal Atatürk’ün zamanında bile, bu ırkçılık hortlatılabilecekken -bazı ırkçılık yönlü, kafatasçı laboratuvar çalışmaları münferiden olsa bile- o zamanki kimlik bile, Türkiye Cumhuriyeti’ne vatandaşlık bağı ile bağlı olanın Türk olduğunu kabul eden bir anlayıştır. Hatta bu anlayış Enver Paşa tecrübesinden dolayı dışarıdaki Türklüğü de inkâr eden bir mahiyet arz etmektedir. Bir dönem Turan’ı bir kenara koyan veya üç tarz-ı siyaseti Osmanlıcılık, İslamcılık, Türkçülükten çok can kaybetmiş bir topluluk olarak Türkiye’de yaşayanlar (Burada Türkiye halkları demenin bir yanlışı yoktur: Erzurum halkı, Diyarbakır halkı falan, halk filan denebilir.) tarihteki acıları unutup barış içinde bir arada yaşamanın yeni bir formülünü buldular. Yeni devlet ile millet uyumunu buldular.
Orada halktan kasıt o değil sanırım. Bir yerleşim yerine atıf yapılmıyor Erzurum ya da Diyarbakır halkı denirken…
Ben böyle de kullanabileceğimizi düşünüyorum. Burada farklı farklı budunlar, kavimler, aşiretler olsa bile bu kimlikler yok sayılmamalıdır. Hatta o kimlikler bizzat korunmalıdır. Çünkü bizim kültürümüz, bize emanet edilen her kimliği, kültürüyle beraber merhamet duygusuyla yaşatma istidadı taşır. Bize tevdi edilen Çingene olsun, Rum olsun, Ermeni olsun her unsur merhamet duygusuyla muamele görür.
Merhamet ve sadakat iki kardeştir. O merhametle yaklaştığımız bütün ekalliyetler, bütünün bir parçası olarak görülürler ve bütünle beraber sadakatle bu devlete bağlı olurlar. Yani merhamet ve sadakat iki paralel duygudur.
O merhameti hukukun neresine yerleştireceksiniz? Bir devlet kuruyorsunuz, bir sistem kuruyorsunuz; o sistem, o devlette merhameti nereye yerleştireceksiniz? Yani bunu bir formüle etmek gerekiyor.
Toplumsal bir psikolojiden, yani millet vasfından bahsediyoruz. Burada devletin hiçbir önemi yoktur. Toplumun bu vasfı, devletin de karakteri olur. Devletin hukukundaki yanlışlar… Yani şimdi Aleviler, Yavuz böyle yaptı diyor, İslamcılar İskilipli Atıf Hoca’ya böyle yapıldı, Atatürk böyle yaptı, Kürtler şöyle zulüm gördü, devlet bunu yaptı diyorlar ya, bütün bunları dünya devletlerini incelediğinde yaptıkları bir ton hukuksuzluklara, ırkçılıklara, katliamlara karşı özünde devletin yaptıklarının değeri bakımından milletin vasfı göz önüne alındığında (evet birçok hata yapılmıştır ama) -millet bu hatadan vareste olduğu için- hiçbir kıymetiharbiyesi yoktur. Millette bu vasıf, yani kan dökücülük, iç savaş, Kürt düşmanlığı, Ermeni, Rum düşmanlığı, şişirilmiş bazı olaylar -işte 6-7 Eylül Olayları gibi, Maraş katliamı gibi, Ermeni Tehciri gibi davranışlar- o dönemin savaş psikolojisi içerisinde değerlendirilebilecek davranışlardır. Ama millette bu kıyım, en başta söylediğimiz bu Kaddafi’yi yok eden veya başka yerlerde olan kıyıcılıklar veya katliamlar, Anadolu’da olmuş mu? Demek ki millet vasfının kendisi devletin hukuk sisteminden daha değerlidir. Kaldı ki devletin hukuk sisteminde de böyle bir yanlış iş yoktur. Tehcirde bile her şey hukuk içerisinde cereyan etmiştir. Yazılı bir metin olarak ortadadır; dört bir taraftan yedi düvelle savaşan Osmanlı, arkadan hıyanetlerle karşılaşsa bile bu hıyaneti açıklamamış ve hukukun dışına da çıkmamıştır.
Netice itibarıyla Cumhuriyet’in kuruluşunda da vatandaşlık bağıyla herkesi bağlayan Türk kimliği eksik bile olsa ırkçı bir tarife dayanmadığı için bugün bile makuldür.
O bir tecrübenin neticesi tabii. Alınmış bir dersin sonunda gelinen yer orası değil mi?
Osmanlı’nın o kültürü tevarüs ediyor. Osmanlı da Horasan erenlerinden aldığı kültürü yaşatıyor. Netice itibarıyla kültür ve medeniyetten ziyade bugün üzerinde durmamız gereken, yeniden bin yıl önceki mayanın çalınması gibi bir üst kimlik oluşunun ihyasına, iddiasına, yeniden dirilişine ve böylelikle bir medeniyetin yeniden dirilişine sahne olabilir. Bunu 9. yüzyılda El Cahız, bininci yılda Kaşgarlı Mahmut, Hoca Ahmet Yesevi ve Horasan erenleri başlattılar. Anadolu’ya bu maya çalındı ve daha sonraki yüzyılda Mevlânalar, Yunus Emreler, Somuncu Babalar, Hacı Bayram Veliler, Tacettin Veliler 1600’lere kadar uzanan yeni bir diriliş başlattılar. O diriliş sayesinde o fütühat, o ruhların değişimi dönüşümü sağlandı. Balkanlar’a kadar, Viyana’ya kadar gittiler. Orada o müthiş dayak yeme hadisemizden sonra ricat başladı ve o psikolojik ortamda, işte malum önce Balkan bozgununa, Çanakkale ve Kurtuluş Savaşı’na giden, yenilgiden bile zaferler üreten ve hem bir iç dinginliğe ve kendine güvene hem de müthiş bir yıkıma şahitlik etmişlerin o yıkımla bile yeni varoluşlarına kapı aralandı.
Şimdi bizim bu tecrübelerden -içinde bulundukları şartlar ne olursa olsun, bölünüklükleri nasıl tecelli ederse etsin, siyasetleri ve ekonomileri ne kadar çürük olursa olsun, insan fıtratları ne kadar sakatlanmış olursa olsun- hem yaşadığımız İslam âlemini hem Orta Doğu’yu, Kafkaslar’ı, Balkanlar’ı, zillet içinde olan bu üç coğrafyayı, içimize taşımak yerine, buradaki güneşi oradakilerin aydınlanmalarını sağlayacak şekilde, bir güven duygusuyla ulaştırmamız gerekir. Bu da ithal bir İslam’la, Seyid Kutup İslam’ıyla, Mısır İslam’ıyla, Pakistan İslam’ıyla olmaz. Bizi biz yapan, öz değerlerimize yeniden dönüşle mümkün olabilir.
Siz adının önemsiz olduğunu söylediğiniz mayanın esasında İslam olan Anadolu’ya özgü bir kimlik yarattığını söylüyorsunuz. Yani feragat kültüründen söz ediyorsunuz. Günümüz etnikçi çözümlemelerine bakınca bileşik meydana getiren mayayı çok önemsiyorsunuz.
Bu maya o kadar önemli ki bunu Mehmet Akif anladı ve “Şark’ın en sevgili Sultanı Selahattin” dedi. Başbakanlık Müsteşarı Efkan Ala Diyarbakır valisi iken ben de TRT Yönetim Kurulu üyesiydim. Urfa Sıra Gecesi, Çankırı Yaren Meclisi gibi yitip gitmiş kaybolmuş bir “velime gecesi” başlattık. Diyarbakır eşrafının çok iyi bildiği bir velime gecesi başlattık. O gecelerden birinde Vali Bey; “Örgütün en hızlı yazarlarını getireceğim abi.” dedi. Gazi Köşkü’nde hep beraber bir yemek yedik. Onlara Selahattin Eyyubi’yi anlattım (Malum Selahattin Eyyubi bir Kürt-Türkmen sentezidir.). Molla Gürani’yi anlattım. Ve en önemlisi bu mayayı anlattım. Artık burada bu mayanın dokunduğu herkes bizden olmuştur ve bin yıllık adanmışlıkla o Viyana kapılarına giden, ortak fütühatı sağlamışlardır. Buna itirazı olan var mı? Bir Kürt olarak, bir Kırmançi olarak, bir Zaza olarak, bir Goran olarak… O haçlı ordularını buradan defeden büyük kumandana itiraz eden olabilir mi? Onun ayağının tozuyum. Sen de bir Kürt olarak şimdi aşkın bir felsefe içerisindesin, Batı’nın musallat ettiği kavimcilik, ulusçuluk sana da bulaşmış. Bu da senin hakkındır. Onlara dedim ki: “Siz Kürtçülük yapabilirsiniz, Kürt milliyetçiliği de yapmalısınız. Milliyetçilik sizi aşkın bir felsefeye eriştirir. Burada yeni bir diriliş muştusu kazanabilirsiniz. Örneğin bugün bir Arap milliyetçiliği Arap uluslarını ayağa kaldırmak için iyi bir şey olur.” İslam âlemine zararı olur mu? Bilinçli bir milliyetçilikse milliyet değerlerinin içinde ortak paydalar olur.
Bugün Afganistan’da, Afrika’da, Orta Doğu’da gördüğümüz gibi vandalizme varan bir davranış biçimi, milliyetçilik olmasa gerek.
Milliyetçilik hiçbir zaman vandalizme yönelmez. Bir kere bunu düzeltelim. Vandalizme yönelen bir davranış milliyetçilik olmaz.
Günümüz pratiğinden perdeye yansıyan fotoğraf bu şekilde.
Milliyetçilik, milliyet değerlerini içeren davranış demek. Milliyet değerlerinin içinde din var, kültür var, medeniyet var, birlikte yaşama iradesi, ortak tarih şuuru, ortak devlet kaygısı yani siyasi birlik. Bunlar önemli. Dolayısıyla bir Arap milleti, o geniş İslam ümmetinin dairesi içerisinde vasıflandırılabilir. Bir Fars milliyeti vasıflandırılabilir. Bir Türkmen, bir Kazak, bir Kırgız, bir Kürt milliyeti de bu dairenin içinde vasıflandırılabilir. Milliyetçilik, Batı tarafından kötü kullanıldığı için çatışma alanıymış gibi yutturuluyor. Bizim milliyetçiliğimiz feodal yapı içermez. Tarihte de içermez. Marx da “Asya tipi üretim tarzı” diyerek bunu çözememiştir. Mesela Osmanlı toplumunda Osmanlı milliyetinin ne olduğu veya Selçuklu milliyetinin ne olduğuna baktığımız zaman, bu mayanın çaldığı birlik şuurundan dolayı, bir “biz” sosyolojisi vardır. Bu biz sosyolojisinin Batı tarafından anlaşılması, algılanması imkânsızdır. Onların milliyetçiliği ile bizim milliyetçiliğimiz zaten asla örtüşmez. Emperyalizmin saldırısına uğramış topraklardır İslam toprakları. Emperyalizme karşı koymak için bunların elbette milliyetçiliğe ihtiyacı vardır. Bütün Doğu milliyetçiliklerinin özü Batı emperyalizmine karşı olmaktır. Bunu yapabildiği için Selahattin Eyyubi, “Şark’ın en sevgili sultanıdır”.
Bunları anlattıktan sonra dedim ki: “Bir Kürt milliyetçiliği yapmalısınız.” Zaten aydınların da baş problemi budur. Mümtaz’ın (Türköne) da birinci problemi budur. Diyor ki: “Biz Türk milliyetçiliği yapmayalım ki onlar da Kürt milliyetçiliği yapmasın.” Buna ancak “Yok ya!” denir. Kürtler aptaldı sanki. Sen Türk milliyetçiliği yapmıyor gibi gözükeceksin, Kürtleri salak yerine koyacaksın, o “Evet milliyetçilik kötü bir şeydir, yapmayayım!” diyecek. Öyle mi! Ahmaktı Kürtler! Onun milliyetçilik yapmaya hakkı yok mu? Bugün Yörük dernekleri var, Yörük milliyetçiliği yapıyorlar.
Yapmıyorlar da yaptırıyorlar gibi geliyor bana.
Hayır yapıyorlar. Yapmaları da doğrudur. Hiç kimse yaptırmıyor, kendileri yapıyor.
Türklük bir şemsiye değil miydi? Hani mayaydı bu. O zaman bu maya tutmamış demektir.
İşte o bilince ulaşamadığımızı söylüyorum. Bu milliyetçilikler aslında o külün, o ortak medeniyetin bir parçasıdır. O medeniyetin içinde bir eylem planı ortaya koyarlar, ona milliyetçilik derim.
Yörükçülüğü milliyetçilik olarak mı addediyorsunuz?
Dar milliyetçilik diyelim. Araya girdin insicam bozuldu. Bekle biraz. Bir noktaya varmaya çalışıyorum. O da milliyetçiliklerin milliyet değerleri üzerinden yapılması gereğidir. Yine de dar milliyetçilikleri anlamaya çalışıyoruz.

ANADOLU NASIL KÜRDİSTAN OLUR?

Her türlü milliyetçiliğin başbakan tarafından ayaklar altına alındığı bir dönemde, siz milliyetçiliğin toplumların kimliğinin oluşmasına ve milleti oluşturan değerlerin yaşatılmasına pozitif katkı yapacağını söylüyorsunuz. Çatışmaya değil, rekabet yoluyla gelişmeye yol açacağını savunuyorsunuz. Bu sözlerinizden etnik milliyetçiliği sakıncalı görmediğiniz sonucunu çıkarıyorum. O zaman milletin tarifini bir daha yapmamız gerekmeyecek mi?
Evet, Yörükçülük yapmak yanlıştır. Yörükçülük, etnik milliyetçiliktir. Onu söylüyorum; o yapacak, Kürt yapmayacak, öyle mi? Niye yapmasın! Bugün Kırgız milliyetçiliği yok mu? Kırgızistan diye bir ülke var ve Kırgızlar milliyetçilik yapmak hakkına sahiptir. Kazakistan diye bir ülke var ve Kazaklar da milliyetçilik yapmak hakkına sahiptir. Peki bunlar bir üst Türk kimliğinde şuurlansa kötü mü olur? Üstelik bu şuurlanma da devam ediyor. Kötü bir şey değil. Ayrıca bunlar da Müslüman. İslam, ümmet dairesinde şuurlansa kötü mü olur? Arif Nihat’ın “ister ümmet desin ister ulus desin”e geliyoruz. Bunlar birbirine paralel, iç içe halkalardır. Bir taş atarsın göle, iç içe halkalar oluşur ya, onun gibi birbiriyle çelişmez, birbiriyle çatışmaz iç içe halkalar hâline getirebiliriz. Ben onu söylüyorum. Batı bize çelişiyormuş gibi gösteriyor. Diyarbakır’daki arkadaşlara, “Belki bir Kürt milliyetçiliği bu ülkeyi alır, kanatlandırır ve Türkler zayıflayınca onların yerine geçebilirsiniz. O zaman buranın tamamına Kürdistan diyebiliriz. Batı zaten buraya ‘Turkiya’ dedi, biz demedik. Netice itibarıyla buraya Kürdistan denmiş ne beis. Bu adanmışlığa sahip misiniz? Yani siz Yunus Emre misiniz? Siz Mevlâna mısınız? Siz Hacı Bektaş mısınız? Siz Hoca Ahmet Yesevi misiniz? Siz Kaşgarlı Mahmut çıkardınız mı? Sizin Mimar Sinan’ınız var mı?” dedim.
Eğer bunları ihya edebiliyorsanız buraya Kürdistan demenin sorun teşkil etmeyeceğini söylüyorsunuz.
Kardeşinin adı Bozkurt olan ve emperyalizme karşı mücadelede en ön safta mücadele eden bir Kürt’ün ayağının tozu değilsem en şerefsiz insanım. Ben Selahattin’in ordusunda değilsem Türk olsam da en şerefsiz insanım. Emperyalizme karşı koymadıktan sonra benim Türklüğümün bir anlamı var mı? İçinizden bugün Amerikan emperyalizmini kovacak bir yiğit çıkartabiliyor musunuz? Bu yiğidin arkasında durmayan şerefsizdir. Selahattin Eyyubi’nin ordusunda nefer olmak en büyük şereftir.
Bu konuya ilişkin ikinci örneğim: Bir Adıyaman şeyhi vardı Kahta’da; Muhammed Raşit Erol, bırakın Türkleri, tırnak içinde söyleyeyim, Türklerin en azılıları, Ülkücüler bunun müridi idi.
Hâlen de müritliğini yapan bir sürü ülkücü var diye biliyorum.
Evet. Peki Adıyaman şeyhinin Yunus Emre gibi, Mevlâna gibi bir kitabı var mı? “Sohbetler” diye bir kitabını dağıtmıştık biliyorum. “Nizam-ı Âlem” dergisinde de sohbetlerinden bazı bölümler aktardım. Yani bir Yunus, bir Mısrî, bir Mevlâna, bir Hacı Bektaş değildi. Peki bu Adıyaman şeyhinin neyi vardı? Siması güzeldi. Müritleri fotoğrafına bakarak rabıta yaparlardı. Bir simasıyla bir Kürt, bütün Türklerin gönlünü kazandı. Öyle mi? Demek ki içinizden bir Yunus çıksa, bir Mevlâna çıksa, bir Hacı Bektaş Veli çıksa, bir Hoca Ahmet Yesevi çıkarsanız, bütün bu Türkler yani Türkmenler, Kırgızlar, Kazaklar, Yörükler, Azeriler, Erzurumlular, hatta ulusalcılar size ram olmaz mı? Böyle yaparsanız buraya da Kürdiya demenin de hiçbir sakıncası yoktur.
Aynı şekilde Niyazi Mısrî gibi, Fuzuli gibi, Yunus Emre gibi büyük tasavvufi dirilişi meydana getirmiş bir Kürt’e kim ram olmaz.
Ben gelmedim dâvi için,
Benim işim sevi için,
Gönüller dost evi için,
Gönüller yapmaya geldim
derse bir alperen, o zaman bütün kalbimizle buralar sizindir. Anasır-ı asli olarak bu millet bugüne kadar milliyetçilik yapmamıştır. O yüzden bekliyor devleti ne yapacak diye. Bugün devlet, o büyük oluşa karşı gelen bölücü unsurlarla uzlaşmış, anlaşmış gözüküyor. Şimdi eğer siz öldürmeye devam ederseniz içinizden Yunus, Mevlâna gibi 13. asırdaki dirilişçiler gibi dirilişçi çıkarmaz da tıpkı Adıyaman şeyhini örnek alıp ilmî olarak, felsefi olarak, tasavvufi olarak, dil olarak (Bunu Kürtçe de yapabilirsiniz.) buna bir şeyler katıp anlatırsanız, bu topraklar sizi anlar. Anadolu süttür, süt bozuk değilse mayayı çalabiliyorsan tutar. Şu anda bu potansiyel yok. Bu potansiyel olmadığı için öldürerek bir yere varılamaz. Anadolu şimdi seyrediyor. Siz öldürmeye devam ederseniz ve anasır-ı asli devlette bir zaaf görürse bu Kürtlerin felaketi olur. Kısaca PKK’ya sempati ile bakan o Kürt aydınlara böyle dedim. Selahattin Eyyubi’yi, Molla Gürani’yi anlattım. Adıyaman şeyhini örnek verdim. Sevgi dilini, gönül dilini ve bin yıl önceki modeli anlattım. Bugünkü aşkınlık Kürtlerin emperyalizme hizmet edip bu topraklara ihanetiyle mi sonuçlanacak? Yoksa bin yıl önceki Türkmen modeli gibi gönül seferberliğine mi ulaştıracak? Kalkıp bana sarıldılar. O zaman Efkan dedi ki: “Abi senin gibi iki üç kişi olsa bu Kürt sorunu biter.”
Uzun zamandır öldürüyorlar ve herhangi bir felaket ile karşılaşmadılar. Öldürdükçe kazanıyorlar. Dünyevi anlamda buna sınırlar diyorsak sınırlarını çiziyorlar. Onların kendi tanımlarıyla kimlik diyorlarsa kimliklerini kazandılar.
Geçen asırda İngilizlerin cetvelle çizdikleri sınırlarda farklı farklı Arap devletçikleri meydana getirildi. Bütün İslam âleminde Suriye kuruldu, Mısır kuruldu, Irak kuruldu.
Şu anda da yeni bir oluşun içerisindeler.
Ne oldu? Onlarda felaket bitti mi?
Tarih böyle akıp gitmiyor mu? Nihayetsiz bir süreç değil ki bu.
Niye bu bölünüklük? Niye bu zillet? Batı’nın bize ördüğü ağı parçalayıp kendimize has kimliğimizi, o mayanın bize vazettiği adanmışlığı, niye bir İslam medeniyetinin yeniden dirilişi hâline getirmiyoruz?
Bu bir savunma dili mi acaba! Biz birçok sorunun nedenini sorgularken hep Batı’ya atıf yapıyoruz. İç sorunlarda, dış sorunlarda, bölücülükte, yıkıcılıkta ya da kavramlarda filan… İslam tarihine şöyle bir baktığımızda İslam coğrafyası kan ve gözyaşı coğrafyası aynı zamanda.
Her zaman mı böyleydi? Medeniyet kurmamış mıyız? Pax Ottomanica getirdiğimizde haçlı seferlerinden sonra Selçuklu’nun bir nebze başarabildiği (Anadolu beylikleri de diyebiliriz buna.)… Ama en büyük projesi Osmanlı’da gerçekleşti. Osmanlı barışını meydana getirdiğimizde Batı’da insanlar açlıkla mücadele edemiyorlardı. İrlanda’da insanlar sokaklardaki kedileri yiyorlardı. Veba almış başını gitmişti ve vebanın sorumlusu olarak Yahudi’yi görüyordu. Nerede Yahudi varsa öldürüyorlardı. Sanayi Devrimi’yle, burjuva devrimiyle bir noktaya geldiler ve sömürgecilik olgusuyla Avrupa’da bir refah toplumu meydana getirdiler. Bu daha yeni. Ondan önce bölünük Avrupa, zilletlerin her türlüsünü yaşıyordu. İnsanlık dışı her türlü olay burada cereyan ediyordu. Orta Çağ denen karanlık onlar için karanlıktı. Orta Çağ’da Doğu’da büyük bir aydınlanma vardı. Bizim bunu anlamamız lazım. Yani şunu dersen: “Her belanın arkasında bir Batı kurgusu aramak doğru mu?” Böyle bir hastalığımız var. Doğru.
Biraz reflektif bir tutum, tarif edilmiş bir tanım gibi çözümlemelerimiz. Yahudilere atıf yapılır, masonlara atıf yapılır, Batılılara atıf yapılır, kökü dışarıda diye içeriden kaynaklı sorunlar görmezden gelinir.
Orta Doğu’da olan hadiselerin birçoğunda suçlu kendimiziz. Yani kendi kültürümüzün, medeniyet değerlerimizin farkında değiliz. Yeniden diriliş içinde oraya dönemiyoruz. Ondan sonra başımızı belaya soktular diyoruz. Mısır’daki İhvan hareketi gibi. Senelerdir seçime girmemiş, seçimi doğru bulmayan, demokrasi karşıtı bir örgüt kuruyorsun, ondan sonra Batı tekrar tezgâhla seni oyunun içine sokuyor, sen orada demokrasi kültürü olmadan yüzde 50 oy aldım diye bir iktidar paylaşımına giriyorsun, ondan sonra karıları başörtülü, kendileri namaz kılan generallerin baskısında, ülkede herhangi bir projen olmadan, iddian olmadan kan dökücülüğün bir parçası oluyorsun. Oradaki mazlumların, oradaki İhvan’ın şüphesiz arkasındayız ama bu İslam medeniyeti mi demek? Geçenlerde cemaatin haftalık yayın organı “Aksiyon”da bir başyazar, “Bir Medeniyet Ölüyor” diye bir yazı yazdı. Medeniyet buysa ölsün. Düşünebiliyor musunuz, kendi ülkesinde bile, bir birlik için, bir oluş için mesaj veremiyorsun. Bu kan dökülürken hâlâ istifa edemiyorsun. Muhsin Yazıcıoğlu benim kardeşimdi. Diyelim ki onu cumhurbaşkanlığı seçimlerine soktuk. Cumhurbaşkanı oldu, sonra onu içeri attılar. İki kişi ölse istifa ederdi. Niye kalsın ki o makamda! O makamla İslam kurtulmuş mu oluyor? Son zamanlarda yolsuzluğu örtbas ederek hükûmetin ayakta kalacağını zannetmek de aynı gafletin eseri.
Bu durumda Türkiye’den de örnekler verebiliriz? Başbakanı da bu örneğe dâhil edebiliriz…
Verebiliz tabii… “Şart midur!” demiş Temel. Sen İslam medeniyeti getirmekle, İslam dirilişi yapmakla, insanları kucaklamakla mükellef değil misin? Sen bir ülkede bile bunu gerçekleştiremiyorsun. Cihana bunu nasıl yapacaksın? Türkiye’de ya da başka bir ülkede iktidarları suçlamak için söylemiyorum. Bizim bir medeniyet kaygımız yok mu? Bizim, kapitalist, emperyalist medeniyete karşı bir alternatif olma iddiamız var mı yok mu? Yoksa biz bu sisteme entegre mi olduk? Kalvinist bir İslamcılıkla yaşantımızı ekonomik olarak, demokrasi olarak, seçim olarak gâvura benzettik de sadece adımız mı İslam kaldı. Bunu değiştirmek, dönüştürmek mükellefiyetinde değil mi İslam?


“2024” adlı romanınızda cemaat ile AKP’nin arasının bozulacağını daha 2006 yılında öngörmüştünüz. Bu öngörü neye dayanıyordu. Çünkü, analizlerinizin aksine bugün Türkiye’de yeni Osmanlı hayali görenler var. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nu da “Neo Enver” diyerek maceraperestlikle suçlayanlar var.
Yeni Osmanlıcılık projesini, Osmanlı’nın O’sunu bilmeden ortaya çıkanlarda görüyor olmamız son derece hazin. Diplomaside “monşer” diye tenkit ettiklerimizin dengeci politikalarından ve Osmanlı’dan tevarüs ettirdikleri o diplomatik davranış kodlarından habersiz olarak bizi her an Orta Doğu batağına, gayya kuyusuna çekebilecek problemleri bugün yaşıyoruz.
Eğer temelleri sağlam olsa argümanlarını kullanabilecek cehd de ve yön eylem planlaması yeteneğinde olsa alternatifli, çoğulcu üç beş senaryoyu ortaya koyar ve bu senaryolardan çıkacak stratejilere göre diplomasisini ve gücünü evirir, çevirir ve bilgeyi hâkim kılar. Ama tam tersine kuru laflar ortada ama işi çözecek ne proje var ne bir program var.
Biraz rakiplerin oyun planını bilmeyen, okumamış bir plan var galiba.
Biz bunu gördük, okuduk. 95’lerde “Su savaşları”na karşı “Su Barışı Projesi”ni yazdık. Filin lalezara girmesini engelleyen bir proje yaptık. Türkiye aklı bunu anlamadı. Mutlaka adımızın Richard, John, Michael filan olması lazımdı. Ya da uluslararası bir örgütün bunu söylemesi lazımdı. FAO, CIA gibi büyük örgütlerin bunu demesi lazımdı. Kürt sorununun çözümünde bu tür think thank’lerin türemesi gibi, benim önerimi de yurt dışı bağlantılı bir düşünce kuruluşu söyleyecekti. Hakikaten Türkiye’nin siyasi aklı kendindenci değil. Yani enternal bir yaratıcılıkla, içinden doğarak türemiyor. Eksternal baskıyla kendine yön biçiyor. Aynı Tanzimat Dönemi paşalarının yaptığı gibi; Osmanlı’da alttan bir talep olmadığı için yukarıdan da sarayın yaptıkları reform ihtiyaçlarına cevap vermiyor. Yukarıdan bir reform sağlanamıyor çünkü alttan talep yok. O yüzden yandan taleplerle, “Siz bizi düzeltmelisiniz.” diye Avrupa’ya baskı yaptırarak Tanzimat paşaları akıl verdirirlerdi. Şimdi buna benzer askerî vesayetin kalkması, demokratikleşmenin olması için aynı o şekilde AB sürecini kullanmalıyız görüşleri var. AB sürecini içeride bazı düzenlemeler için gerekçe yapmak isteyenler, “AB’ye girmesek bile” gibi argümanlar kullanmaktadırlar. Oysa bizim AB üyeliği talebimiz gerçekçi bir taleptir. “Girmesek bile önemli değil.” anlayışı, enerjisini içeride entropi olarak kendi kendini yiyen, yok eden bir yapıya dönüştü. Yani kendi askerî gücünü yok ederek güya demokratikleşiyor. Ama üye olmadığı için o demokrasi bir işe yaramıyor. Demokrasi de global statükonun bir demokrasi oyunundan ibaret olarak Mısır’da Mursi’ye yaptıkları gibi seni bir seçme cenderesine sokuyor. Sen ne demokrasi kültürünü yaşayabiliyorsun ne de gerçekten demokrat olabiliyorsun. Fakat İslam’ın yerine hem demokrasiyi hem liberalizmi oturtup senin alternatif olma ihtimalini ortadan kaldıracak şekilde global sisteme entegrasyonunu sağlıyor. Sen bir kere buna entegre olduktan sonra artık ondan taleplerini dile getirip, ondan çözüm bekliyorsun. Yani global statükodan çözüm beklemeye başlıyorsun.

Kürtçülük, Türkçülüğün Antitezi midir?
Buradan tekrar konunun tamamlanma ihtiyacı duyduğum bölümüne gelecek olursak, “biz” fikriyle kucaklayan ya da emperyalizme karşı duran milliyetçiliği sakıncalı görmüyorsunuz. Bu noktada Türklerin bir ön yargı taşımadıklarını da örnekliyorsunuz. Sizin anlayışınıza göre milliyetçiliğin uyandırıcı, diriltici bir etkisi var. Bu, Kürt milliyetçiliği için de geçerli değil mi?
Ben Kürt milliyetçiliğine asla karşı değilim. Herhangi bir Kırgız, Özbek, Türkmen milliyetçiliğine karşı olmadığım gibi. Ben Arap milliyetçiliğine de karşı değilim, Fars milliyetçiliğine de karşı değilim. Bunların hepsi bizim ortak medeniyet dairemizin itici gücü olabilir. Başarmak için milliyetçi bir atılım yanlış değildir. Mesela, Türkçülük Batı emperyalizmine karşı bir diriliş fikridir. Kürtlere bir zararı var mı? Geçen asırdaki bir Kürt, Türkçülükten rahatsız mıydı? Ne zaman rahatsız oldu? Şimdi anlatıyorlar ki: “Siz Türkçülük yaptığınız için onlar da Kürtçülük yapıyorlar.” Kürtlerin Türklükle bir problemi yoktu. Entelektüel bir dava olarak 100 yıl önceki Türkçülük, İngiliz emperyalizmine karşı idi. Kürt’ün onunla bir sorunu yoktu. Bugün Türk milliyetçiliğinin sanki Kürt’le Kürtlere karşıymış gibi takdimi; işte bu Batı’nın soktuğu fitnedir. Bugün Kürt raporlarında David Phillps’in, Henry Barkey’ın, yani CIA ajanlarının yazdıkları rapordan sonra, MÜSİAD’ın, TÜSİAD’ın, TESEV’in, SETA’nın ve daha ne kadar Kürt raporu yazmış, ne kadar IQ problemi yaşayan adam ve kuruluş varsa hepsi o CIA’in raporunu aynen alıp devşirmiş ve aynısını yazmış ve bunlar böyle bir sonuca gitmiştir. Yalana bak! Geçen asırda yapılan Türkçülük hiçbir Kürt’ün zararına olmadığı gibi, hiçbir Kürt de yapılan bu Türkçülükten rahatsız filan olmamıştır. Bu Batı emperyalizmine karşı Türklükte bir diriliş meydana getirmek ve Batı’dan etkilenmiş milliyetçilik fikrini canlandırmak için bir yarıştır. Üstelik bize geç intikal etmiştir. Yunanistan ayrıldı, bağımsızlığına kavuştu. En son Türkler her şeylerini kaybettikten sonra böyle bir milliyetçiliğe tevessül ettiler. Bu asla Müslüman bir unsura karşı yapılmadığı gibi, herhangi bir ekalliyetin aleyhine de cereyan etmemiştir.
Selahattin Eyyubi’nin ailesi tamamen Türk. O nasıl Kürt kimliğine büründürülüyor? Kardeşinin adı Türk adı.
Haklısın Selahattin Türk’tür. Ama bir tarafı Türk’tü. Ama ben orada değilim. Türklük bir oluştur. Türk oluş, Türk soylu olmaktan önemlidir. Selahattin Eyyubi, Kürtlere önder olma bakımından, rehber olma bakımından tek başına bile yeter. Veya Molla Gürani…
Tabii o da Diyarbakırlı…
Buradan şunu ifade etmek istiyorum: Kürt olabilirsiniz, Türkmen olabilirsiniz, Kazak olabilirsiniz, Özbek olabilirsiniz, Kırgız olabilirsiniz ama Türk olamazsınız. Yani birisi Kırgız oldu diye ben Türk’üm diyemez. Türklük nasıl bir şeydir; bir olgudur, bir oluştur. Vatandaşın kendini Türk hissetmesi zaten çok kolay bir projedir. Evet Türklük bir oluştur ama estetik bir oluştur. Yani, çalınan maya bir medeniyet yaratır ya; nedir o? Bir cami yapar Mimar Sinan gibi. Dolayısıyla cami bir medeniyet eseridir. Bütün Müslümanların ortak medeniyetinin kavramsal yapısıdır. Yani Ziya Gökalp’in kültür ve medeniyet çatışmasının yanlışlığını burada düzeltebiliriz. “Kültür değişmez millîdir, medeniyet değişir tekniktir.” diyordu ya, tam tersine medeniyet bir fikirdir, dindir; kültür ise onun unsurlarıdır.
Aslında kültür ve medeniyeti ayırmak pek sağlıklı değil.
Cami fikri bir medeniyettir. Ama Arap camisi ile Türk camisi farklıdır. İşte bu farklılık kültürdür. Selçuklu mimarisi ile Osmanlı mimarisi arasında kültürel farklılık vardır. Ama cami fikri ortak bir fikirdir. Bu anlamda bir Türk oluş fikrine gelirsek: Arnavut olduğu iddia edilen… Ama annesi Emine Hanım müthiş Horasan erenlerindendir, zaten çok sağlam bir Türk’tür; babası Tahir Efendi Arnavutluk’ta yaşar. Ama Mehmet Akif Türkçenin en mükemmel şairi olduğu için en büyük Türk’tür. Senden de benden de büyük Türk’tür. Dolayısıyla Ahmet Arvasi’nin “antropolojik sosyoloji” dediği ya da sosyolojik ırkçılık dediği şey budur. Yani sosyolojik ırkçılığa bile ihtiyaç yoktur. Akif, Türkçesiyle Türk oluşun zirvesidir. Mimar Sinan, mimarisiyle Türk oluşun zirvesidir. Mevlâna, düşünce sistemiyle, o anlattığı masallarla Türk oluşun zirvesidir. Yahya Kemal’in dediği gibi: “Türkler ‘Mesnevi’ okurlar, pilav yerler ve savaşırlar.” Evet, “Mesnevi” okumayan zor Türk olur.
İlginçtir ki Türkler kitap okumuyorlar…
Türk olamıyorlar demektir. Bugün niye Anayasa’da Türk mü olsun Kürt mü olsun tartışması yapılıyor. Ne olursa olsun? Mesela bence Ostrozot diye bir şey yazsınlar. Hiçbir şey fark etmez.
Yeni bir ulus yaratmış oluruz.
Hiçbir şey fark etmez. Çünkü öyle bir kavim de yoktur, o anlattıkları Türk diye bir kavim de yoktur zaten. Türklük, Türki kavimler topluluğu olduğu kadar, sürekli gelişen ve genişleyebilen sosyolojik hatta felsefi bir büyük birlik oluştur. Binlerce yıllık terkiptir. Bizim anlattığımız Türklük bir oluştur. Bu oluş medeniyetini, kültürünü ama aslında mayasını temsil eder. O maya çalınmıyorsa burada akşamdan sabaha, sabahtan akşama kadar Türk desek, Türk’e hiçbir faydası yoktur. Türklük bir olgudur, bir oluştur. O daireye girmek isteyenler, çok kolay girebilirler. Orada bir estetik duruşla, o hakkın zirvesini elde edebilirler. Yani ırken Özbekler, Kırgızlar, Türkmenler… Yani kendilerini ırken daha sağlam Türk hissedenlerden daha öne geçebilirler ve Türklüğü daha doğru temsil edebilirler. Mesela Sadrazam Sokullu Mehmet Paşa, o büyük dehasıyla gelmiş geçmiş en büyük başbakanlardan birisidir. Esasında Sokullu Sırp kökenlidir değil mi? Ama Türk’tür.

ÖYLE BİR GEÇER ZAMAN Kİ


Lütfü Şehsuvaroğlu, annesi ve kardeşleriyle

Her insanın bir hikâyesi var. O hikâye, insanın yaşamını geçirdiği evrede ve çevrede ortaya çıkıyor. Kimliğimiz, kişiliğimiz o süreçte şekilleniyor. Sizi Erzincanlı olarak biliyorum. Sanırım, çocukluğunuzu da Erzincan’da geçirdiniz.
Annem Erzincanlı, babam Sivaslı. 1957 yılında Erzincan’da doğdum. İlkokul 5’e kadar Erzincan’da okudum. Babamın memleketi Sivas İmranlı. Ama aslımız Elbistan’daki Dulkadiroğlu Beyi Alaüddevle’nin oğlu Şehsuvar Bey’e dayanıyor. Kardeşlerden Şahbudak, Bozkurt Bey ve Şahsuvar var. Zannediyorum Şahbudak Bey Kırşehir tarafına gitti. Bir de bacıları Ayşe Hatun var. Dulkadiroğulları Beyliği, Osmanlı ile savaşmadan barış sağlayan son beylik.
1517’deki Yavuz’un doğu seferinde Anadolu birliğine katılan beylik sanırım.
Evet. Erzincan deprem bölgesi olmasına rağmen, güzel bir şehir. Depremden dolayı çok acı çekmiş bir şehir. Babamın da depremle ilgili çok şiiri var, benim de depremle ilgili çok şiirim var. Hani “Fahriye Abla” şiirinde belirtildiği gibi etrafı dağlık, ortası bağlık bir şehir. Sık sık deprem geçirdiği için de yapılaşma hep yenidir.
Sizin aileniz orada bir deprem yaşadı mı?
Hayır. 1938’deki gibi büyük bir deprem yaşamadık. Küçüklüğümde sarsıntılar olduğunu hatırlıyorum. Endişeyle dışarı çıkar, geceyi dışarıda geçirirdik.
Babanız memur muydu?
Babam nahiye müdürü idi. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesinde okumaya gitmiş. İkinci sınıftayken babasını kaybetmiş. Beş kardeşi var. Mecburen memleketine dönmek zorunda kalmış. Bunun üzerine ona nahiye müdürlüğü görevini vermişler.
Şimdiki mal müdürlüğüne mi karşılık geliyor nahiye müdürlüğü?
Nahiye müdürü, kaymakamın bir alt yetkilisi. Nahiyenin mülki amiri.


Annesi ve kardeşiyle

Şu anda böyle bir statü yok değil mi ülkemizde?
Kaldırıldığı için yok. İlçe ile köy arasında olan yerler nahiye idi. Şimdi belde deniyor bu tür yerleşim yerlerine. Oranın en büyük mülki amiri nahiye müdürü idi. Günümüzde bu memuriyet statüsü kaldırıldı. Babamın şimdi Armutlu denilen Armudan nahiye müdürü iken atı vardı, körüklü çizmesi vardı.
Babam, nahiye müdürlüğünden sonra Erzincan Şeker Fabrikasında vezne şefi oldu. Babam Armudan’da nahiye müdürlüğü yaparken karşımızda bir Munzur Dağı vardı, Keşiş Dağı vardı. Şiirimde de geçer;
Munzur Dağı’ndan hep atlılar inerdi,
Rüyalarını süslerdi,
Senin attığın oklar doruğuna değerdi.
Perdesi masallara açılırdı o evlerin,
Eyvanda da vardı,
Yukarıda da açardı.
Parıldayıp gülüşen çiçekler akşamüstü.
Ay doğardı sofaya,
Lamba yanardı,
Kara gecesi olmadı hiç,
Kara çarşaflı evin.
Küçük bir ninecik vardı,
Ay gibi alnı vardı.
Ne güzel sözleri vardı,
Güzel gözleri vardı.
Yumuşacık elleri,
Yüreğini sarardı.
Başıboş atasız değildi şimdiki gibi evin.
Ne zaman yazdınız bu şiiri?
Erzincan ile ilgili anılarım depreştiğinde, 12 Eylül’den önce yazdım. Çocukluğumda da şiir yazardım. Bu şiiri de 1967 ile 1970 yılları arasında kaldığımız Turhal’da yazdım.
Erzincan’a devam edelim mi biraz daha? Karşınızda Munzur Dağı vardı…
Munzur Dağı’nın tepesinde yatan bir kaya vardır. Ben onu hep Atatürk’e benzetirdim.
O kaya bir yatır mıydı?
Yok, öylesine bir kaya.
Munzur Dağı’nın adını, orayı fetheden komutan Mansur’dan aldığı, sonra halk dilinde Munzur şekline dönüştüğü bir efsane şeklinde anlatılır. O açıdan yatır mı diye sordum. Şu anda o dağ çok güvensiz geliyor insanlara. Sizin çocukluğunuzun Munzur Dağı’nı siz nasıl görüyordunuz?
Munzur Dağı, Erzincan’ın güneydoğusunu kapatan kocaman bir dağdır. Benim de küçüklüğümde arkadaşlardan bir çetem vardı; ok yapardık, yay yapardık, korulukta ağaçların üzerine ev yapardık, çocukluğumuzu o şekilde yaşardık. Şiirimde olduğu gibi Munzur Dağı’ndan hep atlıların indiğini hayal ederdim. Düşman askerleri Munzur Dağı’ndan inecek ve biz onlarla karşılaşacağız gibi hayal ederdim.
Size bunu hayal ettiren neydi? Hangi saikle bu hayalleri kuruyordunuz?
Bu hayallerin bugünkü terör olaylarına benzer olaylarla ya da bölücülükle bir ilgisi yok.

Kuruçay’da Abdülhamit İzleri
Hayır hayır! Bunun bir altyapısının olması lazım. Bir şeyler anlatılıyor olsa gerek. Birtakım masallar olabilir.
Anneannem Kürt isyanını anlatırdı. O Kürt demezdi de Kurt derdi. Meşhur Kürt isyanı çıktığında -ki o isyanın bastırılmasında Topal Osman ile birlikte dedemin de rolü vardır- bizim Kuruçay küçük bir ilçeydi.
Kuruçay demişken burada bir fasıl açmak istiyorum. Çünkü Kuruçay Abdülhamit’in kurduğu ilçelerden biriydi. Onun nedeni de Abdülhamit, Balkanlar’dan Türklük koparılınca Osmanlı’nın tekrar Anadolu’ya sığınmak zorunda kalacağını anladı ve Anadolu’yu ihya etmek istedi. Birçok yerde hükûmet konakları ve saat kuleleri yaptırdı. Mesaiyi öğrensin bu halk diye. Bugün de AKP’li belediyeler zırt pırt her meydana, kavşağa saat kuleleri yapıyorlar. Abdülhamit’i taklit ediyorlar.
İttihat Terakki’nin devam ettirdiği politika bu muydu? Çünkü onlar da aynı politikayı sürdürdüler.
Sarayın politikası bu. Neticede Balkanlar’dan koparılan bir devlet, imparatorluk bakiyesinin emperyal vizyonunu önce İslam’da aradı. Üç tarz-ı siyasetin Osmanlıcılıktan sonra ikinci ayağı İslamcılıktı. Arap ülkeleri de kopunca Turan bir ideal oldu kaçınılmaz olarak. Turancılık da İslamcılık demektir. Çünkü Turan’ın tamamı da Müslüman’dı. Batı emperyal vizyonunu Doğu’da yaşatacak bir vizyon nerede olacak? Turan’da olacak tabii… Enver Paşa’nın Sarıkamış’taki büyük yenilgisinden sonra bu vizyon ortadan kalktı (Kazansaydı Rus ordusu telef olacaktı. Moskova dâhil, Turan bizim olacaktı.). Maalesef hayal sükûtu…
Büyük plan buydu…
Yanlış da değildi. Ama yenilince reel politik zeminde Anadoluculuk ve Kemalizm geçerli oldu. Enver Paşa’nın programını Mustafa Kemal Anadolu’yu ayağa kaldırmak şeklinde uyguladı. Bu da Abdülhamitçiliğin devamıdır aslında. Gördüğün gibi, hepsi birbiriyle ilintili. Kuruçay da Abdülhamit’in reel politik planının bir parçası olarak kurduğu bir ilçeydi. Şimdi köy bile değil, mezralık kalmış. Hepsi İstanbul’a göç etmiş. İstanbul’da adı Kuruçay ile başlayan yedi sekiz tane dernek var. Bütün Kuruçaylılar İstanbul’dalar.
Çocukluğumdan hatırlıyorum, Kuruçay’da bir çay vardı. Orada çimerdik. Kuruçay’ın caddesi vardı, hükûmet konağı vardı, cumbalı konakları vardı.
Ilıca tarafında mı burası?
Hayır, Erzurum tarafı değil, Sivas tarafı ama güneye Eğin’e doğru… Ilıca değil de İliç dersen, o Kuruçay’a bağlıydı, eskiden İliç diye bir şey yoktu. İliç sadece istasyondan ibaretti. Biz bazen o istasyona gider, oradan Kuruçay’a geçerdik. Kuruçay’da tayyör giyen hanımlar vardı. Cazibe merkezleri olarak planlanan tarım kentleri projesi var ya, Kuruçay öyle bir yerleşim yeriydi. Etraftaki 20 köyün cazibe merkeziydi. Hükûmet konağı, sağlık ocağı, okulu hep oradaydı. Abdülhamit’in icat ettiği bir ilçeydi. Tıpkı daha sonraki tarım kentleri, köy kentleri gibi. Civar köylerin sağlık hizmetlerini, eğitim hizmetlerini, tarım hizmetlerini orası sağlardı. Şimdi orası köy oldu, İliç ilçe oldu.
Kuruçay’ın ilk belediye reisi de annemin babasıydı. Aslında anne tarafından dedemgil Eğin eşrafından. Kuruçay ilçe olarak kurulunca, Eğin’in eşrafı dedemin Eğin’e belediye reisi olmasını istemişler. Dedem orada hem müftülük hem de belediye reisliği yapmış. Eğin’de de bir konağımız var. Doğu Perinçek’in babası Sadık Perinçek var ya, o bizim komşumuzmuş. O zaman o da Eğin’de ikamet ediyordu. Onların da konağı vardı. O zaman Sadık Bey, Adalet Partisi’nden milletvekili idi. Yaz tatillerinde konaklarına gelirlerdi. Babamın arkadaşıydı, ailece görüşürlerdi. Sonra konaklarını sattıklarını öğrendik.
“Özden” gazetesini çıkartan Abdülkadir Duru o zamanın meşhur bir şeyhi, tasavvuf büyüğü idi. O zaman çok öğrenci okuttu. Şimdi Eğin’in yukarısında Apçağa köyü var. Eğin’in eşrafının Apçağa’da konakları olur. Orası Eğin’in daha üstünde yayla gibidir. Onun da daha ilerisinde öğrencilerin kaldığı bir yurt yaptı Abdülkadir Duru. Şimdi Eğin’e gidenler orada misafir ediliyorlar.

İstanbul’da Geçim Zordur
Erzincan’dan sonra bildiğim kadar, sizin bir de İstanbul süreciniz var.
Evet, babam vezne şefliğinden sonra 1965 yılında İstanbul’a tayin oldu. Orada şeker fabrikasının Beşiktaş’taki ambarın şefi oldu. Biz de Kadıköy’deki Ziverbey Köşkü’nün karşısında dört katlı bir apartmanın üçüncü katından bir daire almıştık. O zamanın en yüksek apartmanı idi. Şimdi en küçük apartman. Babamdan önce orada ambar şefliği yapan adam Amerika’ya gitmiş. Bir gemide iki rakamla oynasan zengin oluyorsun. Babam Kadıköy’de oturup her gün Beşiktaş’a gemiyle geçtiği için biz orada geçinemedik. İstanbul maceramız bir yılı doldurmadan babam tayin istedi.
Ziverbey Köşkü’nde Cüneyt Arkın film çevirirdi. Ben o zaman beşinci sınıftaydım. Ziverbey Köşkü’nde ortada bel boyunda tahtalar vardı. Cüneyt Arkın gelirdi, o tahtalardan sıçrayarak takla atardı. Biz de “Cüneyt abi, Cüneyt abi!” diye bağırırdık. O gerçek parende atardı tahtaların üzerinden. Köşkün merdivenlerini tırmanır, orada kıza sarılırdı. Yılmaz Köksal da merdivenin altından bıyıklarını burardı. Hatırlıyorum, bu sahne belki on defa çekildi.
Ziverbey Köşkü’nün arkasında bir de ilkokul vardı. Oraya giderdim. Ablalarım da Erenköy Kız Lisesine giderlerdi. O zaman bizim evden bakıldığında Yüksek İslam Enstitüsü inşaat hâlindeydi ve Göztepe Hastanesi de yapılıyordu. Oradan baktığımız zaman Erenköy’ü görürdük. Fenerbahçe stadyumunun olduğu yerde pazar yeri vardı ve annemle pazara giderdik. Tarihî çeşmeler vardı ve şırıl şırıl akardı. Biz sularımızı çeşmelerden doldururduk.
İstanbul’un mesire yeri gibi olduğu bir dönemi anlatıyorsunuz.
Benim çocukluğumdan hatırladığım Ziverbey Köşkü dışındaki köşklerin hepsi yıkıldı, apartman oldu. Oturduğumuz yerin arkası Fikirtepe idi. Fikirtepe’de dedemin kardeşinin büyük bağları varmış. Dedemin kardeşi orada büyük ziyafetler vermiş. Gelen Sivaslılara parselleyip parselleyip verirmiş. Fikirtepelilerin çoğu Sivaslıdır. Gelen hemşerisine bir evlik arazi vermiş. Öyle yemiş, saltanat sürmüş. Ben çocukluğumda hatırlıyorum, bir kuzu çevirirlerdi, 40-50 kişi rakı sofrası kurar içerlerdi. Dedemin mal varlığını kardeşi yemiş yani. Ben doğmadan ölmüş dedem. Dedelerim, tabii o zaman vefat etmişti.
İstanbul’da bir yıldan az kalan babam, daha sonra oradan Anadolu’da bir şeker fabrikasına tayinini istedi. Bunun üzerine babam Turhal’a tayin oldu. Bu yüzden ilkokul beşinci sınıfı üç ayrı şehirde okudum.

EĞİN EĞİN DEDİKLERİ BİR GÜZEL BELDE

Çocukluk Yılları, Erzincan

Eğin’in günümüzdeki adı Kemaliye olsa gerek. Geçtiğimiz yıllarda Başbağlar köyü katliamıyla da gündeme gelmişti. Belli ki sizin çocukluğunuzda derin bir yer etmiş. Türkiye’nin böyle güzelliklerinin bilinmesi, görülmesi, tanınması biraz da sizin gibi münevverlerin tanıtımıyla mümkün oluyor. Sanırım siz de onu yapıyorsunuz.
Çünkü, Eğin dünyanın en güzel yeridir. Arizona Kanyonu’ndan daha güzel bir kanyon vardır. Eteklerinden Fırat Nehri akar. Orada rafting yapılır. Rahmetli Recep Yazıcıoğlu vali iken oraya tüneller açtı. Yıllar sonra ailemi Eğin’e götürmek istedim. O zaman da TRT Yönetim Kurulu üyesiydim. Eğin’de bir müzik programı yapmalarını söyledim. En sevdiğim sanatçılardan Aysun Gültekin ve Mükerrem Kemertaş da geldiler.
TRT’ciler iki tırla Eğin’e gittiler. Giderken de “Sırf yönetim kurulu üyesi diye bize bu programı yaptırıyor!” diye bana kızmışlar. Biz de arabayla gittik. Hanım giderken, “Ne diye getirdin bizi buralara!” diye sitem etti. Aşağısı 2 km. yar, düşsen parçan bulunmaz; Fırat da oradan acımasız akıyor. Böyle dolana dolana çıkıyorsun. “Şu pencereden bak.” diyorum hanıma bakamıyor. Köprüyü geçtikten sonra Eğin’i gördük. Ortada bir vadi ve vadinin genişlediği yerde Eğin.
Eskiden Osmanlı zamanında 30 bin nüfuslu bir şehirmiş Eğin. Osmanlı ordusunun mutfağını Eğinliler yönetirlermiş. Şimdi zaten İstanbul’un kasaplarının çoğu Eğinlidir. Bir de erkeklere hep askere gittikleri için Eğin’de kadınlara ait bir kültür vardır. Mânileri vardır, türküleri vardır. İşte, “Ya bu fermanı kaldır ya beni oraya aldır”, “Gittin güzelleri unuttun” türküleri hep Eğin türküsüdür. Harput, Kerkük, Erzurum gibi birçok yerin meşhur Türkülerinin kökeni Eğin’dir. Ya da şöyle diyelim: Varyantları vardır türkülerin.
Eğin ağzı, Kerkük ağzına benziyor mu?
Hayır. Eğin merkez. Kerkük, Erzurum, Harput’a ait türkülerin çoğu Eğin türküsüdür. Mükerrem abi ile birlikte Eğin eşrafı ile konuşurken orada da şahit oldum. Mükerrem abinin bildiği türkülerin ilk ezgisini Eğinliler okudular. O da böylece inandı kimi türkülerin menşesinin Eğin olduğuna.
Orada şöleni yaptıktan sonra TRT’ciler gelip bana itiraf ettiler; “Biz önce kızıyorduk ama şimdi buradan gitmek istemiyoruz.” diye. Bizim hanım da ayrılmak istemedi.
Eğin, TRT’de yayınlanan “Kapılar” belgeseline de konu olmuştur. Eğin’in konaklarının kapıları meşhurdur. Kapılar desenlidir, sanat işidir de esas en önemli kültürel özellikleri kapılardaki tokmaklardır. Kapılarda iki tokmak olur. Biri küçük tokmak olur, biri büyük tokmak olur. Küçük tokmağa vurunca, “tin tin” diye ses çıkar. Bilinir ki gelen hanımdır, kapıyı hanım açar. Büyük tokmağa vurunca ses “tok tok” diye kalın çıkar, kapıyı erkek açar.
Esasında bu ortak kültürün bir simgesi. Zira bizim köyümüzde de eski kapılarda böyle çift tokmak vardı.
Bu tokmak kültürü çok yaygındır. Eğin’in konakları da şimdi tarihî eser niteliğindedir. Eğin’de ayrıca vahşi bir tabiat vardır. O geyikler, dağ keçileri, vaşaklar… Eğin’in belediye başkanı Haznedaroğlu, orada dert yandı. Bir fabrika varmış, jüt (çuval) fabrikası; şimdi atıl duruyormuş. Kendisi de Eğinli olan Ali Coşkun’a “Niye bunu tekrar diriltip sanayimizi ilerletmiyorsun?” diye kızıyorlar. Dedim ki: “Eğin’de sanayiye ne gerek var. Bu güzel, vahşi doğallık neden sanayiye mahkûm olsun. O fabrikayı geyik yetiştirme çiftliği yapın, dağlara bayırlara bırakın. Amerika’da alternatif tarım diye bir tarımsal faaliyet var. Sen buraya geyikleri, vahşi hayvanları salıp av turizmini geliştirirsen, (Eğin’in Kırkgöze’nin ötesine Malatya’ya doğru bir de havaalanı yapacaksın.) bütün dünyadan sırf Eğin’e rafting yapmaya, o vahşi tabiatı görmeye gelirler. Tünellerdeki pencerelere teleskop koyup kır turizmini, doğal, vahşi hayat turizmini geliştir. Ayrıca da av turizmini, av tarımını geliştir. İnsanlar avladıkları geyik başına müesseseye 200-300 dolar ödesin. Böylece Eğin dünya çapında tanınan bir yer olur.” Gerçekten de dünya çapında tanınması gereken bir yer Eğin.


Ali Coşkun ile

Geyik çiftliğini av turizmi için mi tasarlıyorsunuz?
Av turizmi için öneriyorum. Şu anda bile orası gerçekten dünyada çetin rafting yapılacak bir numaralı yerdir.
Hâlen yapıyorlar sanırım.
Bazen kaya düşüyor. O tedbirleri almak lazım. Eğin ile Divriği arası yapıldı. Merhum üstadımız Nurettin Topçu da benim gibi anne tarafından Eğinlidir. Babası Erzurumludur. Ama Eğin’i çok sever. Hatta “Taşralı” hikâyesinde kocası hapiste olan ve kendisi birçok gadre uğrayan bir hanım İstanbul’da herkesten kötülük görürken, bir tek insandan iyilik görmektedir, o da der; “Bu insan herhâlde ya Erzincanlı ya Sivaslı olması lazım.” Kadın İstanbul’da bir tek kişiden iyilik görür, o da ya Sivaslı ya Erzincanlı diye düşünür. Topçu’nun böyle yerel bir milliyetçiliği de vardır.
Yazarlar Birliği başkanıyken merhumu anmak için bir program düzenledik. Eğin’e gidip oturduğu bağ evini gördüm. Altında oturduğu ceviz ağacının altında ben de oturdum. O gidişimizde yol yeni yapılıyordu.
Eskiden İliç’e gider, oradan Fırat’ın kenarından dağları yara yara tepeye çıkar, oradan köprüyü geçer Eğin’e girerdik. Şimdi Divriği tarafından tünellere ulaşan bir yol yapıldı. Yapılan yol dört saatlik mesafeyi yarım saate indirdi. Biz de Atilla Maraş, Mehmet Sılay, Mehmet Doğan, Şükrü Karatepe’nin de içinde olduğu Yazarlar Birliği heyeti ile Ankara-Yozgat-Sivas-Divriği-Eğin-Erzincan-Erzurum güzergâhından giderek, Nurettin Topçu’yu buralarda andık. O yolculukta Trabzonlu bir arkadaş, “Ya Karadeniz’e bir yol yapmazlar, bu dağın başına yolun ne gereği var?” diye şikâyet etti. Fakat o da Eğin’i gördükten sonra hak verdi ki o yol gerekiyor. Çünkü Eğin aynı zamanda tarihî İpek Yolu’nun konaklama yeridir. İpek Yolu kervanları burada konaklarlar. Eski kervanlar katırlarla taşımacılık yapıyorlardı. Ticaret hayvanları patika yollardan giderdi. Eğin bölgenin güvenli yerlerindendi. Orada bankerler vardı. O bankerler Ermeniler ve belki aralarında Yahudiler de olan kişilerdi. Kervanlar paralarını o güvenli buldukları Eğin’deki bankerlere yatırırlardı. Tehcir sırasında Taşnak Cemiyeti, Eğin’in tepesindeki Kırkgözeler’de gizli bir toplantı yapıyor. Kırkgözeler’de pınarlardan sular fışkırıyor. Taşnakçılar cuma günü akşamı toplanmışlar. Örgüt Eğinli Ermenileri kışkırtıp terörize edecek, arkasından da Cuma namazında eli silah tutan bütün Müslüman erkekleri yakmak istiyorlar. Eğin’in ortasında bir cami var, içinden su akar. Cuma namazında cemaat o camide toplanıyor. Tabii Kırkgöze’de uyuyan çoban konuşulanları duyuyor ve sabah namazında merkez camisine gelip haber veriyor. Dolayısıyla da Taşnakçılar tuzağa düşüyorlar ve orada hallediliyorlar.
Dedem, anlattığım bu Eğin’den alınıp 1905’te Abdülhamit tarafından ilçe yapılan Kuruçay’a belediye reisi yapılmış.
Eğin’de olduğu gibi, Kuruçay’da da iki tane Ermeni aile varmış. Ama Müslümanlarla iyi geçiniyorlar. Ben bunu daha sonra “Güllü” diye roman yaptım. Bir Güllü teyzemiz vardı; bu üç beş yaşlarındayken Ermeni tehciri oluyor. Müslümanlar, yolda telef olur diye ailesinden çocuğu bırakmasını istiyorlar. Mal müdürünün çocuğu yokmuş, ailesi çocuğu ona bırakıyor. O adam da rüşvetten görevden atılıyor, o arada yakında bir köy var, oradan çiftlik alıp yerleşiyor. Orada kendini içkiye vurmuş ve çocuğa kötü davranmaya başlamış. Belediye reisi olan Asım dedem de çocuğun bu hâlini görünce, adamdan alıyor kendisi büyütüyor. O sırada da Ermenilerin Erzurum’da yaktıkları Taşhan’daki camide babası ölen adı Taştan olan biri de Kuruçay’a geliyor. Dedem, Güllü 15 yaşına gelip biraz serpilince göze batmasın diye onu bu Taştan amca ile evlendiriyor. Kuruçay’ın biraz dışında Elmalık diye bir yer var, onlara oradaki çiftlik evini veriyor. Daha sonra doktor Taştan amcayı sağlıkçı olarak yanına alıyor. Bu arada gelen kadınlarla ilgilenecek bir kadın lazım olunca, Güllü teyzeyi de yanına alıyor. Daha sonra İliç’e istasyon kurulunca Taştan amca istasyon şefi yani makasçı oldu. Orada bir lojmanı vardı. Taştan amca ile Güllü teyze o lojmanda yaşadı. Biz de daha sonra Kuruçay’ı ziyarete gittiğimizde İliç’te istasyonda iner, oradan ciplerle, kamyonetlerle ya da kamyonlarla Kuruçay’a giderdik. Kuruçay’da o zaman köprü yoktu. Araçlar, derenin içinden geçerdi karşıya.
Kuruçay’a gittiğimizde hep onların evinde kaldığımız için Güllü teyzeyi akrabamız zannederdim. 15 yaşıma geldiğimde annem Güllü teyzemin hikâyesini anlattı. Güllü teyze beş vakit namazında bir insandı. Benim “Ninemden Dinlediklerim” diye yazdığım masalların bir kısmını Güllü teyzeden dinledim. O kadar Türk kültürüne vâkıf, Türk ailesinden olmuştu. Müslüman olarak öldü zaten. Ben o Güllü teyzenin hayatını film de yapmak istiyorum. Yani böyle anıları var Eğin’in, Kuruçay’ın.



“PAL SOKAĞI ÇOCUKLARI” ROMAN ADI DEĞİLMİŞ
Babanızın tayinleri sebebiyle Anadolu’yu teneffüs etmişsiniz. Belli ki hiç yabancılık çekmemişsiniz yeni ortamlara. İnsanlara kolay alışan bir yapınız olsa gerek. Zira, her gittiğiniz yerde yeni bir hayat ve yeni bir çevre ile karşılaşıyordunuz.
Arkadaş canlısı bir yapım vardır. İnsanlara ve ortama kolay uyum sağlarım. O yüzden Turhal’a gidince uyum sağlamakta zorluk çekmedim. Turhal Şeker Fabrikasını Almanlar yapmıştı. Bu yüzden şeker fabrikasının villa tarzında iki katlı taş yapılı lojmanları vardı. O taş yapılı iki katlı kâgir villaların mutfak ve yemek odası birdir. Orada kuzine gibi bir sobası vardı. Diğer odalarda da radyatör vardı. Bir odada yanan sobadan bütün odalar ısınırdı. O zaman için bize ilginç gelen bir ısıtma tekniği idi. Lojmanımızın geniş bir bahçesi vardı. Ortaokul birinci sınıftayken ben oraya bir kümes yaptım. Duyduğuma göre hâlâ o kümes duruyormuş.
Sizin tarıma olan ilginiz o zamandan mı başladı?
Biraz o dönemden geliyor tabii. Turhal bir tarım ve sanayi kasabasıdır. Orada ortaokul talebesiyken güreşe de başladım. Şekerspor’un güreş takımının dünya şampiyonları Mehmet Uzun, Hasan Sevinç buradan yetişti. Şeker fabrikası, çiftçiye tarımı öğrettiği gibi, kültür ırkı üstün hayvanları da çiftçiye şeker şirketi kazandırdı. Aynı zamanda sözleşmeli tarım tekniğini ilk şeker şirketi uyguladı. Şeker şirketi, pancar ziraatı yaptırırken münavebeli diğer tarım tekniklerini köylüye öğretti.


Turhal’da sulama kanalına balıklama atlayış

Ankara’daki Atatürk Orman Çiftliği’nin işlevini modelleyerek mi yaptılar bu görevi?
Onu kat kat geçti. Türkiye’nin 18 yerinde modern tarım tekniklerini kazandırmada Tarım Bakanlığı kadar işlev gördü diyebilirim. Modern çiftçiliği, münavebeyi, avansla iş yapmayı şeker şirketi öğretti. Münavebe denilen pancarla değişime giren mısır, ayçiçeği, yonca, yem bitkileri gibi ürünlerin ekim nöbetini bu kurum öğretti. Matris dediğimiz bir işletmede hayvan sayısı ile o hayvanların beslenmesi için ihtiyaç duyulan ürün miktarını da şeker şirketi öğretti. Bir işletmeye bir hayvan girerse dört dönüm de yem bitkisi arazisi girmesi lazım. Bu şeker şirketinin bilimsel olarak yaydığı bir tekniktir.
İşte orada lojmana yerleştiğimiz gün, sobaya lazım olan odunları biraderimle bahçede tasnif ederken, mahallenin çetesi tarafından taşa tutulduk. O çete, ilk gelenlere ellerindeki sapanla saldırırmış. Bir nevi “hoş geldin” anlamına geliyormuş.
Dönemin tanışma yöntemi olsa gerek…
“Pal Sokağı Çocukları” gibi. “Pal Sokağı Çocukları”nı sadece okumadık, aynı zamanda yaşadık. Onlar taşa tutunca ben de peşlerinden odunla koştum. Yakaladığımı dövdüm. Sonra o çetenin reisi oldum. İyi arkadaş olduk. Nazmi, Lokman, Altay ve iki Murat vardı. Güzel bir arkadaşlığımız oldu. O çeteyle biz, “Küçük Prens”i, “Pal Sokağı Çocukları” gibi çocukluğumda okuduğum kitapları yaşadık. Daha sonra Akasya Sokağı’nda arkadaşlarım vardı, bunlar fen lisesini kazandılar. Biz Turhal Ortaokulundan üç kişi Ankara’ya imtihana gittik. O zaman imtihana girecek öğrencileri okullar seçerdi. Fakat ben test tekniğini bilmediğim için, iki çizgi arasını işaretleyeceğime, yuvarlak içine aldığım için imtihanı kazanamadım.
O tarihlerde kurs filan yoktu tabii…
Şimdi İstanbul’da tıp profesörü olan Yavuz Eryavuz, yıllar sonra benim şarkımı TRT’den dinlemiş; böylece beni arayıp buldu. Telefonda konuştuk. “Sen çocukluğunda da bizleri toplar, sinema oynatır, şarkı söyletirdin.” dedi. Ben öylece çocukluğuma döndüm. Sık sık tayin olduğumuz için eşyalarımızı koyduğumuz ambalaj sandıklarımız vardı. Ben bu sandıklardan ikisini bir araya getirdim, bir sinema perdesi yaptım. Üzerine Amerikan bezi ile bir perde yaptım ve kutuya açtığım delikten eski sinema filmlerinden topladığım filmleri ışıkla perdeye yansıttım. Sinema salonuna kapı da yaptım. Girene elimizle yazarak hazırladığımız bilet de keserdim. O zaman gazete 25 kuruştu, sinemaya giriş de 25 kuruştu. Filmde 10 dakika ara da verirdim. O arada da külahlarda çekirdek yeme mecburiyeti vardı. Turhal Şeker Fabrikasının futbol takımı, güreş takımı gibi sinema salonu da vardı. Filmleri sinema salonunun eskiyen filmlerinden, çöpe attıklarından topluyordum. Onları kesiyor, yapıştırıyor ve yeniden montajlıyor ve kendi yazdığım senaryo ile perdeye yansıtıyor ve Hacivat-Karagöz gibi kendim seslendiriyordum.
Ondan sonra mahallede ticarete atıldık. Mahallenin bütün gazetelerini toplayıp kese kâğıdı imal ediyorduk. Bazen ticaret gözümüzü bürürdü, ağır olsun diye yapışkan olarak kullandığımız hamura küçük taşlar koyardık. Sonra bakır telleri toplayıp satmaya başladık. Topladığımız telleri, Yeşilırmak’ın aşağısındaki mahallede bir tefeci kadın vardı, ona satardık. Orta ikinci sınıfa gittiğim o yaz Dostoyevski’nin “Suç ve Ceza” kitabını okudum.
O zaman fen lisesini kazanan arkadaşlarım birbirlerine Kemalettin Tuğcu, Orhan Kemal, Yaşar Kemal’in kitaplarını alıp verirlerdi. Ben okumaktan çok yaşamayı sevdiğim için böyle bir hayatımız oldu. Futbol oynadım, güreş yaptım. Babam fötr şapkalı SS subayı gibi bir memurdu. Annem sanat öğrensin diye mahallenin kunduracısına çırak verdi. Onlar körüklü çizme yapabilen iki ustaydı. Romanımda da anlattım onları. Biri 60 yaşında biri 59 yaşında. Aralarında bir hiyerarşi vardı. Bir yaş büyük olan daha güzel giyinirdi. Öbürü giyinmezdi bilerek. Ölçüyü usta alırdı. Usta yoksa kalfa ölçü almak istemezdi. Aynı işi yapıyorlardı. Onlar bana tespih ve takke vermişlerdi. Onlarla beraber camiye giderdik. Fazla bahşiş almamı bile engellerlerdi.
Şımarır diye mi?
Evet. Yani 2,5 lira iyi bahşişti. Beş lira veren olurdu almazdım. Öyle ustalara çıraklık yaptım. Ben hâlâ bir ayakkabı yapabilirim. Çünkü bir yaz boyu çalıştım ayakkabıcıda. Güreşte iyiydim. Hasan Sevinç’in oğlu ile güreş tutardım. Bir o yenerdi, bir ben yenerdim. Babam benim bu hâlimi görünce anneme şöyle dediğini duydum: “Çocuk güreşe gidecekse onu sanat okuluna verelim.” Hasan Sevinç’in oğlu Türkiye şampiyonu oldu.
O zaman “Sanat okuluna verelim.” demek en büyük hakaretti. Normal lise değil de sanat okuluna vermek sanki aşağılayıcı ifade idi.
Benim orta ikide Sivaslı bir öğretmenim vardı. Beli kırılıp ayağa kalkmış dünyadaki yedi kişiden biriydi. Böyle biraz kambur yürürdü. Biliyorsun Muharrem Şemsek de tekerlekli sandalyede yaşamak zorunda kaldı. O dünyadaki yedi kişiden biriydi. Bir gün derse girdiğinde “Lütfi oku.” dedi. Ben 10. Yıl Nutku’nu Mustafa Kemal’in sesinden okurdum. Nutku okumam 10 dakika sürerdi. Hepsini ezberden okurdum. 10 dakika hoca ağlardı, 10 dakika da ders işlerdik. Türkçe derslerimiz böyle geçerdi. O yaz geleceği zaman bir ödev verdi. Bir yerli roman, bir yabancı roman özeti çıkartmamızı istedi. Ben de hocayı seviyordum. O zaman sıkı Atatürkçüydük. Ben Kemal Bilbaşar’ın “Cemo” ve Dostoyevski’nin “Suç ve Ceza” romanlarını aldım. “Suç ve Ceza”yı okuyunca o yaz kendimi romanın kahramanı Raskolnikov zannettim.


Bakır telleri toplayıp kilosunu 2 liraya tefeci kadına satıyorduk ya. Ondan aldığımız paralarla 17 kilometre ötedeki Zile’ye giderdik. Turhal’dan daha az gelişmiş bir ilçe ama, niyeyse Zile’ye pastaneye gidiyorduk. Arada da “Alevi” köyleri vardı. Niyeyse onlar o zaman önümüzü kesiyordu. Bazen bizden biri esir olurdu, ben onlara dalardım. Ama ben esir olduğumda onlar beni kurtarmazlardı. Arkadaş kazığını ilk ben oralarda yedim. O zaman pastanelerde pilav da satılıyordu. Zile’ye vardığımızda pastanede pasta yemez, pilav üstü kuru fasulye yer, kola içerdik.
Bir gün işi büyütelim dedik. Daha fazla bakır bulmak için elektrik direklerindeki bakıra yöneldik. O telleri kesmek için de şeker fabrikasının bahçıvanının makasını çaldık. Elektrik direğinin ortasında da kurukafa var. Yani çıkarsan ölürsün diye bas bas bağırıyor. Tabii çetenin reisi olarak gözü karartıp direğe ben çıktım. Önce telin bir ucunu kestim. Sonra diğer direğe çıktım ve onu da kestim. Tel küt diye yere düştü. Onu plastiğinden sıyırdıktan sonra tefeci kadına götürdük. Biz kadının daha pahalı almasını beklerken kadın daha önceki fiyatın yarısını teklif etti ve kilosunu 1 liraya alacağını söyledi. “Daha önce siyah siyah telleri 2 liraya alıyordun. Bunun 4 lira olması lazım.” dedim. “Şimdi polise haber veririm!” deyince “Lanet olası kadın!” diyerek telleri oraya bırakıp kaçtık. Romanda Raskolnikov, tefeci kadını öldürüyor ya, ben de kadını öldürmeyi planladım. Kendimi Raskolnikov zannettim. Kadını öldürmüş gibi “Suç ve Ceza” ritüelleri yaşadım. Kendime suç biçtim ve ceza verdim. O yaz benim Dostoyevski’nin “Suç ve Ceza” romanını içselleştirme dönemim oldu. Çocukluğumun o devresinde Tanrı’nın varlığına ilişkin iç dünyamda çok tartışma yaptım. Ateist, anarşist, existansiyalist düşünceye daldığım anlar çok oldu.
Peki geleneksel yaşam biçiminin dışında sizi inanç dünyamızın ritüelleri ve umdeleriyle tanıştıran başka bir etken var mıydı? Yazın Kur’an kursuna gitmek gibi.
Her yaz Kur’an kursuna mutlaka giderdik. Ama Kur’an kursundan kaçardık. Sadece mahallemizdeki yaşlı ninenin evinden kaçmazdık. Bize çok iyi davrandığı için ondan kaçmadık.
Kuruçay’daki hocanın uzun bir değneği vardı. Onunla vururdu. Aslında onun vurması bahaneydi, yaz gelince dışarı daha güzel gelirdi. O yüzden dereye gidip çimmek varken, cami bize sıkıcı gelirdi. Dayak da kaçmamıza bahane olurdu. Gümüştepe’ye çıkar, orada otururduk. O tepede hakikaten gümüş var zannederdik. Domuz avlardık.
Aslında bu gazetecilik deneyimini de ilk Turhal’da “Gelincik” adında bir gazete çıkartarak yaşadım. Babam muhaberat şefi olduğu için onun bürosunda kopya kâğıtlarını yürütürdüm. Kopya kâğıdı da en fazla üç beş nüsha çoğaltmaya izin veriyordu. A4 kâğıda da gelincik resmi, günün sözü, başyazı, fotoroman, arkada Karaoğlan gibi bir fotoroman ve makaleler yer alırdı. Karikatür çizimini de ben yapıyordum.
Bunların hepsini A4 kâğıt üzerinde uyguluyordum. O zaman günlük bir gazete 25 kuruştu, bu gazete 35 kuruştu. Ciddi bir mahallî yayındı. Sokağımızın dergisiydi “Gelincik” ve 35 kuruşa evlerde satardık. Mesela, orada Pancar Amca vardı. Sokağa tükürürdü. Onu gazetede neşrettik. Ondan sonra tükürmemeye başladı. Bazen yılbaşı gecelerinde Noel Baba olurdum evlere damlardım.
Noel Baba size nereden sirayet etti? Herhangi bir tepki görmez miydiniz? Kapısını çaldıklarınızdan kızanlar olmaz mıydı? Biliyorsunuz bir dönem Noel Baba konusu Türkiye’de çok tartışma konusu oldu. Özellikle taşrada yılbaşı kutlamalarına pek sıcak bakılmazdı.
Niye kovalama olsun ki! Noel Baba olurdum, evlere hediye götürürdüm. İleri bir halktı lojmanda yaşayanlar. Gerici yaklaşımlar yoktu o zaman!..
Turhal’dan ne zaman ayrıldınız?
1970 yılında babamın tayini Ankara’ya çıktı. Ankara Etimesgut’taki şeker fabrikasına tayin oldu. Daha doğrusu Şeker Şirketinin kurduğu makine fabrikasına. Bir nevi fabrika yapan fabrika. Fabrika yapan fabrikalar kurmak idealimiz değil mi? O fabrika şeker fabrikalarının makine aksamının yüzde 80’den fazlasını yapıyordu. Lojmana yerleştikten kısa süre sonra babam trafik kazası geçirdi. İşyerine giderken, fabrika sahasındaki işyeri yemekhanesine ekmek götüren ekmek arabası ona çarptı ve kaburgaları ezildi. O yüzden ciğerleri su topladı. Aynı kazaya benzer kazayı ben de 1987 yılında şeker fabrikasının kavşağında geçirdim. Benim de kazadan sonra ciğerlerim su topladı. O kazadan sonra dikiş tutmadı. Ben de ondan sonra dikiş tutmadım.


Kaza Günleri

Babam şairdi. Çok güzel şiirleri vardı. Celal dayım 33 yaşında öldüğünde, “Otuz üç yaşının baharında Celal’im cemali uçtu da gitti.” diye çok güzel bir şiir yazmıştı. Benim içeride yatmış olmamdan dolayı yazdığı şiirleri vardır. Anneme, bütün evlatlarına yazdığı şiirleri vardır.
İsmet Gönülal diye jandarma okul komutanı albay bir arkadaşı vardı. Türkçe kitapları, gramer kitapları olan Albay İsmet Gönülal ile atışma yaparlardı. Babamın adı Hâlis idi. Hâlis’in sonu “is” ya, İsmet’in de başı “is”. Babam ile Albay İsmet atışırken babamın ona yazdığı redifli bir şiirinde; “Unutma ki Hâlis’in kıçı, İsmet’in başıdır.” diye bir dizesi vardı.
Babam daha ortaokul yıllarındayken “Tevfik Fikret ile Mehmet Akif’in sentezini yap.” derdi. İkisini de severdi. O aslında tam bir Cumhuriyet çocuğuydu. Cumhuriyet’in memurlarındandı zaten. Cumhuriyet felsefesini benimsemiş, içselleştirmiş bir adamdı. Borçlarını bilir, hiç borç yapmaz, senetten sepetten nefret ederdi.
Ben 1980’de hapse girdiğimde biraderim Melih Gökçek ile ortak bir işyeri açmış. Hatta Bahçeli’de toptancı hali gibi kocaman bir yer açmışlar. Eve bir tane zamanı geçmiş borç senedi gelmiş. Babam için bu bir yıkım olmuş. Hâlbuki esnafın evine senet gelmez mi? Bir senet geldi diye birader o büyük dükkânı kapattı. Daha doğrusu kapattı mı onlara mı bıraktı, bilmiyorum. Ben Mamak Askerî Cezaevindeydim. Ne ben sordum, ne o söyledi.
MAMAK MEKTUBU
İlk mektubun geldi baktım ağzı açıktı
Aldım zarfı elime, içinden destan çıktı
Anlatıyor bu destan acıklı halimizi
Dile getiriyordu bütün ahvalimizi
Mektubun üzerine gözlerimden yaş aktı
Kan ağlayan içimden orda bir iz bıraktı
Mektubunda herkesten helallik istiyorsun
Sebepsiz ve sırasız nereye gidiyorsun
Satırlar iman ile, sevgi ile doluydu
Mektup bize muhatap anlamı Hak yoluydu
Bu satırlar içinde vatan ve millet aşkı
Burcu burcu kokuyor din aşkı, devlet aşkı
Sen orda bir gazisin, inan ki sanık değil
Buna Hak da şahittir, sade kul tanık değil
İstiklâl savaşının ender bir hâtırası
Babamdan bana kalan İstiklâl Madalyası
O devirde verilen hizmetin nimetidir
Ailemizin kanıtı, açık şeceresidir
İnşallah çilen dolar, değişir nöbet yerin
Bir gün meyveye durur dramatik eserin
    21.01.1981
    Etimesgut
Siz kaç kardeşsiniz?
Dört kardeşiz. İki kız iki erkek. Kızlar benden büyük, biraderim benden küçük. Biraderim hukuk fakültesini bitirdi, şimdi avukat. O da Melih Gökçek gibi büyük iş adamı olacaktı. Ama eve bir senet geldi diye koca iş yerini devretmiş. Ticarete aklı basıyordu, sonra avukat oldu.
Babamın telkinleriyle ve annemin özendirmesiyle şiire başladım. İlk şiirimi ortaokul çağlarında yazdım. 1970’te yayımlanan “Genç Şairler Antolojisi”nde iki şiirim yayımlandı. Türkiye Genç Şairler yarışması açılmıştı. Şiiri doğrudan iki fotoğrafımla yarışmaya gönderdim. Bunlardan birisi daha sonra Nurettin Topçu’nun “Hareket” dergisinde yayımlandı.
… Sarı yapraklar, hüzünlü otlar yok artık.
Yalnız taş binalar ve yüreği taştan insanlar var.
Konuşamıyor, dertleşemiyorum ülkemdeki otlarımla yapraklarımla,
Çok uzakta kaldı onlar. Çünkü onlar da yalnız.
Onları teselli edecek arkadaşları gitti.
Bu taş binalar arasında ne işim var?
Kent ve insan ilişkisini anlatan bir şiirdi. Öbür şiirim de İstanbul’un fethiyle ilgili bir şiirdi. 1970 yılında yazdığım “Fetih Marşı” şiirinde bir aruz denemesi yapmıştım. Nihat Sami Banarlı’nın edebiyat kitabını ablalarımdan yürütür, o kitaptan aruz veznini öğrenirdim. Aruz veznini, kendi çabamla ortaokul sıralarında öğrendim. Daha sonra 1977 yılında Yozgat’ta açtığımız Ülkü Ocakları’nın 1111’inci şubesinin açılışında 29 Mayıs’ta Ülkü Ocakları’nda çıkarttığımız ve “Fetih Şuuru” diye 100 bin bastığımız gazetede bu şiirim yayımlandı.
Ankara’ya geldiğinizde hangi liseye kaydoldunuz?
1970-71 döneminde şeker fabrikasına yakın diye Sincan Lisesine kaydoldum. Sincan Lisesi o zaman matematikte yeni yöntemin (modern matematik) kullanıldığı deneme lisesiydi. Diğeri de Bahçelievler’deki deneme lisesiydi. Okula şeker fabrikasının servisleri ile gidip geliyordum. Aslında Atatürk Lisesine de gidebilirdim; ben Sincan Lisesine gittim.
Liseye başladığımda duvar gazetesi çıkartıyordum. Birbirine âşık olan kızlara erkeklere onlar adına agrostişle şiirler yazardım. Böyle yüzlerce şiir yazdım.
Sincan Lisesinin futbol takımında da oynardım. Bir ara Şekerspor’un genç takımında da oynadım. İşte o günlerde okula giderken yanından gelip geçtiğim, içinde bozkurt resimleri olan bir kulübe vardı. Şeker Fabrikasından çıkıp Etimesgut’a doğru yürürken istasyon yolu üzerinde bir kulübeydi. Büyük Ülkü Derneği çoğu zaman kapalıydı. Babamdan dolayı tarihe de merakım olduğu için oradaki resimler ilgimi çekiyordu. Bizim evimize emekli generaller, profesörler, milletvekilleri gelirdi. İşte Sadık Beyler, Tevfik Koraltan, Prof. Dr. Rafet Seçkin (Sonra fakültede hocam oldu.)… Onlar gelirdi. Onlarla sağcı solcu CHP’li, AP’li çok tartışmalar olurdu. Babam müzmin muhalifti. Çok seviyeli siyasi tartışmalar olurdu.


Lise arkadaşlarıyla


NASIL ÜLKÜCÜ OLUNUR? ÜLKÜCÜ NASIL OLUR?

Babanızın siyasete uzak bir insan olmadığını anlıyorum. Ancak verdiğiniz örnekler günümüzde merkez sağ denilen biraz daha Demokrat Parti çizgisinde olduğunu gösteriyor. Siz ise daha sonraki yıllarda İslamcıların ırkçı diye yaftaladığı, liberallerin aşırı sağcı diye tanımladığı bir çizgiye yönelmişsiniz. Nasıl ülkücü oldunuz?
Lisede okuduğum yıllarda, sonradan eniştem olacak Ali Bilir diye boylu boslu bir arkadaş vardı. O benim Büyük Ülkü Derneğinin önünden geçerken duvardaki afişlere bakışımdan, ilgimi anladı. Çünkü daha önce de Büyük Ülkü Derneğindeki arkadaşlar ülkücü olmam için ısrar ediyorlar, okumam için Peyami Safa’nın romanlarını veriyorlardı.
Lisedeyken her düşünceye eşit bakıyordum. O yüzden “Bizim Anadolu” ile “Cumhuriyet” gazetesini birlikte alıyordum. Bizim sınıfta Selametçi bir çocuk vardı; derse Kur’an tefsiri ile gelirdi. Bir de devrimci bir çocuk vardı; sık sık sara nöbeti geçirir, bayılırdı. Bir de şimdi Gazi Üniversitesi Kimya Fakültesinde profesör olan Atilla Murat Murathanoğlu diye bir arkadaşım vardı. Einstein gibi buluşları olduğu için ona Einstein derdik. Yani sınıfımız da dönemin ideolojik eğilimlerine uzak değildi.
Ali Bilir, beni harekete kazandırmaya karar vermiş ama huyuma göre davranıyor. Ben daha lise son sınıftayken bir seminer verdirdi. 1972-73 döneminde verdiğim ilk seminer “Türk Dili ve Milliyetçilik” konulu idi. Hâlen o seminerde anlattığım konulara imzamı atarım. Çok güzel bir araştırmaydı. Ahmet Caferoğlu, Fuat Köprülü, Necmettin Hacıeminoğlu, Sadri Maksudi Arsallardan dipnotlar edinip hazırladığım bir çalışmaydı.
Bu semineri verdiğiniz esnada siyasi kimliğiniz henüz oluşmamıştı değil mi? “Cumhuriyet” gazetesini ve “Bizim Anadolu” gazetesini birlikte alan bir Şehsuvaroğlu var. Senteze devam ediyorsunuz…
Evet, devam ediyorum ve her tarafa aynı mesafedeyim. Ali Bilir, 50-60 kadar kişinin dinlediği seminerden sonra bana “Sen şimdi bize üye oldun.” dedi. Dinleyenler arasında Ticaniler de vardı. Şimdiki cemaat gibi o zaman da Ticaniler çok yaygındı. O zaman, dinleyenler arasında yaşlı başlı Ülkücüler de vardı. Ali Bilir orada, benim Genç Ülkücüler Teşkilatına üye olmam için çok ısrar etti. İnat ettim “Olmam!” dedim. Konuyu değiştirip ihtiyaçlara değindi. Derneğin aidat ile ayakta durduğunu söyledi. Ben de cebimdeki 20 TL’yi verdim. Aidat kestiler, “Şimdi oldun.” dediler. Yine “Olmam!” dedim. O kadar ısrar ettiler ki kabul etmeyeceklerini düşünerek yapamayacakları bir işi söyledim; duvarda Türkeş’in resmi asılıydı. “Şu çirkin adamın resmini indirirseniz ben üye olurum.” dedim. Artık işi gıcıklığa vurdum. Aralarında yetiştirme yurdundan gelmiş, “Güven” dergisinde yazan Vehbi adındaki arkadaş, “Olmazsa olmasın!” dedi. Ali Bilir gitti, “Yeter ki sen üye ol, ben bu resmi indiririm.” dedi ve resmi indirdi. İndirince ben lafımı yemedim ve teşkilata üye oldum.
Ali Bilir’in sizi üye yapmak için ısrar etmesinin nedeni ne? Sizde ne gördü?
Ali Bilir, Sincan Lisesinin benden önceki mezunlarındandır. O bölgeye ülkücülük mayasını çalan adamdır. Bir inatla Ülkü Ocakları’na üye olduktan sonra, indirttiğim resmi kendim astım.
Ali Bilir ile sonraki dönemde çok iyi arkadaş olduk. Birlikte ocağa insan kazandırma teknikleri geliştirirdik. Ocağa yeni gelen kişileri kazanmak için soğuk kış gecelerinde danışıklı tartışmalar yapardık. Birimiz sağcı olur, birimiz solcu olur tartışırdık. Gelen kişinin yenen fikri desteklemesi için danışıklı bir tartışma yapardık. Doğrudan doğruya propaganda yapmak yerine, öyle bir enstantane yaratıyorduk. Tabii galip gelen fikir, ülkücülük olurdu mutlaka.

Ülkü Ocakları, Kültür Merkezi miydi?
Sizin uzaktan gördüğünüz Genç Ülkücüler Teşkilatı, o dönem bir kültür ocağı gibiydi değil mi? Yaptığınız kültürel bir faaliyetti sanırım. O yıllarda da racon kesme yöntemleri var mıydı?
Racon kesmek ne?


Şimdi genç Ülkücülere öğretiyorlar ya! Böyle şekilli yürümek, bıyık sarkıtmak, tespih çekmek, siyah takım elbise giymek gibi…
Onlar ne öyle! Ben hâlâ öğrenemedim onları. O zaman biz racon kesmenin ne olduğunu bilmezdik. Onları şimdi görüyoruz, duyuyoruz tabii. O zaman insanlar çocuklarını eğitilsin, adam olsun diye getirip ocağa teslim ederlerdi.
Peki siz hangi kültürel kaynaklardan besleniyordunuz o yıllarda?
Aslında biz bir yerden beslenmiyorduk. Kendi kendimize besleniyorduk. Mesela Etimesgut’ta daha sonra ülkücü teşkilatı şöyle büyüttük: Önce büyük bir açık hava sinemasını kiralayıp iki katlı bir binayı merkez teşkilatı yaptık. Duvarlarla çevrili açık alanda da konferanslar düzenledik. Tiyatro kolumuz bile vardı. Zaten açık hava sinemasının sahnesi de var. Orada amatörce tiyatro sahnelerdik.
Bu arada Ankara ile yani Ülkü Ocakları Genel Merkezi ile bir etkileşiminiz var mı?
O dönemde henüz Ankara ile bir etkileşimim yok. Biraz daha bağımsız şekilleniyorum orada. Açık hava sinemasında salı akşamları edebiyat sohbetleri yapardık. Her Türk genci Yahya Kemal’den, Mehmet Akif’ten, Faruk Nafiz’den, Mehmet Emin Yurdakul’dan mutlaka birer şiir ezbere bilmelidir. Bu şairlerden bir şiir okumadıkça Türk genci sayılamaz. O yüzden salı akşamları edebiyat sohbetlerimizde “Safahat” gibi klasiklerimiz mutlaka okunurdu. Salı akşamları aynı zamanda eski Türk edebiyatını da Osmanlı Dönemi edebiyatını da Cumhuriyet Dönemi edebiyatını da okuyorduk. Aynı zamanda okunması gereken kitaplar tavsiye edilirdi. Kitap değişimi sağlanırdı. Oralar zengin kütüphaneler ve eğitim yuvalarıydı. Zaten teşkilat dediğin kütüphanedir. Türklüğü içinde bulunduğu durumdan kurtaracak, bahtı kara maderini değiştirecek, Mehmet Akif’in “Asım nesli” dediği yeni nesiller yetiştirecek, Kur’an’ı asrın idrakine söyletecek bir nesil yetiştirmeyi düşünüyorduk.
Bu arada perşembe akşamları dinî sohbetler yapılırdı. Bir din adamını çağırırdık. Bize tefsir okur ya da dinî bilgiler, ilmihâl bilgileri verirdi. Cumartesi günleri Ankara’dan bir seminerci getirtirdik. Pazar günü de içimizden birine, cumartesi günü dinlediğimiz seminer konusunda seminer verdirtirdik. Bunun nedeni de arkadaşlarımızın dinlediği konuyu anlayıp anlamadıklarını tespit etmek idi. Seminer veremeyeceğini söyleyen kişiyi de alır, ona metin yazar ve kürsüye çıkartırdım. Herkes mutlaka seminer vermeyi bilecekti. Bir semt düşünün ki o zaman bizim bir kültür merkezimiz var ve semte bağlı 30 Ağustos Mahallesi’nde, Şeker Mahallesi’nde ve İstasyon’da üç tane şubemiz, yani kütüphanemiz vardı. Kütüphanenin bir köşesinde çay ocağı var, yanında kitaplık var. Orada gençler sohbet eder, kitaplar okurlardı.
Bunları 17 yaşında bir genç yapıyordu değil mi?
Evet. Bu teşkilatta tiyatro kolumuz, hanımlar kolumuz, memurlar kolumuz, işçiler kolumuz vardı. Çünkü orası işçi muhiti idi. Şeker fabrikasının yanı sıra, askerî hava üssü vardı. Traktör fabrikası vardı. Etimesgut bir sanayi şehri idi. Geniş bir tarım ve sanayi kasabası. Bir genel merkez gibi örgütlenmiştik. Memurlar kolumuzda astsubaylar vardı. Etimesgut’taki hava lojmanlarındaki subaylar, astsubaylar da gelirdi ocağımıza.
Ocaktaki işçiler kolumuz bir ara o kadar başarılı oldu ki Şeker İş Sendikasının kongrede Sadık Şide’yi devirip sendikayı ele geçirecek düzeye geldik. Tabii Ankara’dakiler bizim Etimesgut’taki ilişkilerimizi bilmedikleri için Sadık Şide’den bürolarına bir mobilya hediyesi almışlar. Aldıkları bu hediye karşılığında Şeker Fabrikasının sinema salonunda yapılan kongrede bizim adayımıza karşı Sadık Şide’yi destekleyerek bizi sattılar.
Etimesgut’ta bir genel merkez gibi çalıştık. Hatta “Etimesgut’un Sesi” diye bir gazete çıkardık. Ben liseyi bitirip 1973-74 döneminde üniversiteye girdiğim senenin yazında D grubu işçi statüsünde Şeker Fabrikasında vagon kantarında çalışmaya başladım. Sincan’a doğru, in cin top oynayan bir yerde vagon kantarı vardı. Orada kantarın yanında, içinde sobası olan küçük bir de kulübemiz vardı. Geceleri orada giren pancarı, çıkan melas ve küspe vagonlarını tartardım. Akşam 7, sabah 7 arası çalıştığım için aldığım maaş babamdan yüksekti. Bizim maaşımızı gece mesaisi gibi hesapladıkları için 1500 lira idi. Babam o zaman 1200 lira alıyordu. Biz orada Selahattin adında Alevi kökenli Sivaslı arkadaşımla çalışırdık. Onunla birlikte silah talimi de yapardık. Issız bir yer olduğu için gelen giden olmaz, silah sesini kimse duymazdı. Selahattin, Atsızcı bir arkadaştı. Onunla birlikte orada dergi de hazırlardık. O zaman Atsız’ın “Ötüken” mecmuasından Ankara’ya 50 tane getirtiyordum. Dergiden ancak 5 adet satabiliyordum. 45 dergiyi bedava dağıtıyordum. Ama Atsız’a 50 dergi parası gönderiyordum. Hatta “Ötüken”de de bir şiirim yayımlandı. Ondan sonra Nurettin Topçu’nun “Hareket” dergisini alır ve dağıtırdım. Onun dergisinde de bir şiirim yayımlandı. Ayrıca Üstat Necip Fazıl’ın “Büyük Doğu” dergisini de takip ediyorduk.






Şimdi bir yanda Türk ülküsünü anlatmaya çalışıyor ve legal zeminde sesinizi kitlelere duyurmaya çalışıyorsunuz. Diğer yanda ise silah talimi yapıyorsunuz? Neden silah edinme gereği duydunuz? Türkiye yavaş yavaş terörize olduğu için mi?
Silahı kendi paramızla almıştık. Kış gecelerinde o zamanlar vagon kantarının olduğu yere kurtlar bile gelirdi. Biz de biraz da gençlik merakıyla silah almıştık. Ama asıl gerekçesini ileride anlatacağım. O zaman bir çatışma ortamı filan yoktu.
Ben üniversiteye girdiğim sene, aynı zamanda Etimesgut Büyük Ülkü Derneğine başkan seçildim. Dolayısıyla üzerimdeki sorumluluğa paralel, faaliyetlerimiz de arttı. Şeker Fabrikasında kazandığım ilk maaşım ile ispirtolu bir teksir makinesi ile Olivetti marka daktilo aldım. Şimdiki gibi fotokopi filan yoktu tabii. Mumlu kâğıdı Olivetti daktiloda dizer, sonra teksirle çoğaltırdım. Afişlerimizi ve dergimizi de bu iptidai matbaada kendimiz yapardık.

Batılı Yaşam Tarzında KİT’lerin Etkisi Oldu mu?
Yaşayan bir toplum ve duyarlı, dinamik bir gençlikten söz ediyorsunuz. Demek ki günümüzde toplum olarak çok da ileriye evrilmemişiz.
Geri mi evrildik, ileri mi evrildik, bilemem. Ancak o zaman Şeker Şirketinin orkestrası vardı ve akşamları caz müziği çalardı. Bugün Türkiye’de çok nadir yerde caz müziği çalınır. Havuzlu bahçemiz vardı. Dünya şampiyonları yetiştiren güreş takımımız vardı. Her şeker fabrikasının bir futbol takımı vardı. Normalde Şeker Fabrikasının lojmanları halktan kopuk değildi. Ankara’da ve Erzincan’da yerleşke içerisindeydi. Turhal’da duvar içerisinde değildi, sadece sınır belliydi. Yolun sol tarafı, Pancar, Akasya, Şeker Sokağı, sağ tarafı da Nurkavak Sokağı idi. Nurkavak Sokağı’nda müdürler oturuyordu. Balolar orkestra orada olurdu.
Türkiye’deki KİT’ler, toplumu Batılılaştırma yönünde, aynı zamanda modern hayatı taşıma noktasında önemli fonksiyonlar icra ettiler. Hem modern tarımı öğrettiler, aynı zamanda burada yaşayan bürokratik çevreyi de yaşam standardı bakımından yükselttiler. Ben koloninin içerisinden biri olarak, hep koloninin dışına kaçardım. 30 Ağustos Mahallesi’ne, gecekondu mahallelerine giderdim. Ben onlarla arkadaşlık yapardım. Fakat sonradan gördüğüm, koloni dışındakiler koloniye girmek için can atarlarmış. Bunu aynı zamanda genel ülkücülük eleştirisi için de söyleyebilirim. Bu gerçekte 1000 yıllık terkibimizi sürmek bir aristokrat kimliği olması icap ederken (Üstat Necip Fazıl’da olduğu gibi) sonradan varoşların, gecekonduların talepkârlarının merkezden nemalanma kültürü olarak yansıdı. Siyaset; milliyetçi, solcu, İslamcı iktidarların merkezde konuşlanışı, onlara yönelik çevresel talepleri merkezde emme sanatı oldu. Çevredeki insanlar hayatlarını daha güzelleştirmek için meğerse o sevdada imişler. Asıl dertleri, İslamcılık, sosyal demokratlık, ülkücülük değil, kendi sosyal statülerini düzeltmek amacıyla kendileri o koloniye girmek istiyorlarmış.
Koloninin içerisinde kendi benzeşlerinizi bulamıyor muydunuz?
Koloni içinde benzeşlerim vardı ve onlarla da arkadaşlık yapıyordum. Ama dışarıda da arkadaşlarım vardı.
Dışarıya çıkmak kalabalıklaşmak, kendini ifade etmek, oraları fethetmek arzusundan kaynaklanmıyor mu? Çünkü artık ülkücü oldunuz.
Bu ağır bir ifade olur ama doğru. Mesela Etimesgut-Sincan arasında dolmuş şoförlüğü yapanlar vardı. Bunları mutlaka kazanmamız lazım diye bakardık. Ankara’da kurtarılmamış mahalleler vardı, Tuzluçayır, Gazi Mahallesi gibi. Buraların solun elinden kurtarılması lazımdı. Gazi Mahallesi devrimci solun elindeydi ve oradan trenle gelip Etimesgut, Sincan’ı ele geçirmek isterlerdi. Biz de orada hâkimiyet kurmaya çalışırdık. Bu arada da bu hâkimiyet için dolmuşçuların kabadayı gücüne ihtiyacımız vardı. Ben de onların kabadayı gücünü kazanmak için onların şarap içtikleri ortama gittim. Serde delikanlılık olduğu için istemeye istemeye ben de onlarla beraber bol fındık ve fıstıkla beraber hadi bir bira içeyim dedim. Hayatımda ilk ve tek içtiğim alkol odur. Gittiğim o akşam bu dolmuş şoförlerinin hepsini ülkücü yaptım. Onlar daha sonra beni beğenmemeye başladılar. Çünkü onların çoğu daha sonra Adıyaman Kahta’nın müridi oldular.
Bir akşam adamların şarap ortamlarında sohbet ettin ve adamlar ülkücü oldu. Ülkücü olmak nasıl oluyordu? Bir akşamda ülkücü olmak mümkün müydü?
Ülkücü çok kolay olunuyordu. Bak nasıl olunuyordu anlatayım; Ali Bilir ile Dışkapı’da Modern Çarşı’ya gittik. 5 liraya bir tane şampiyonlara verilen küçük bir kupa aldık. Kupanın üzerine “Büyük Ülkü Derneği 1974 Bahar Kupası Şampiyonu” diye yazı yazdırdık. Daha sonra Etimesgut’ta bahar kupası futbol turnuvası yapılacağını afişlerle duyurduk. Meslek gruplarından, mahallelerden 16 takım müracaat etti. Erzurum Mahallesi, Çankırı Mahallesi, 30 Ağustos Mahallesi, Şekerspor, Elmasspor gibi takımlar müracaat etti. Ya da bu isimlerle takımlar kuruldu. Her takımda 16 oyuncu oldu. 16 takım ve 16 sporcu ne demek? 256 insan turnuvada yarışmacı oldu demek. Bunlar eleme usulü maçlar yaptılar. Bütün yaz bu maçlarla geçti. Hemen her gün bir maç yapılıyordu. Nereden baksanız her maçı en az 50 kişi seyrediyordu. Maçtan sonra da katılan sporculara “Ocakta bir çay içelim arkadaşlar.” diyorduk. Gelen 50-100 kişi ile sohbet ediyor, onlara kitap tavsiye ediyor, onların dertleriyle ilgileniyorsun. Böylece bir tanışma ve kaynaşma ortamı yaratmış oluyorduk. Hemen hemen yakın yaşlarda insanlar olduğumuz için kaynaşmamız da kolay oluyordu. Dolayısıyla bir şey demeden bunların hepsi ülkücü oldu. Bunlara ayrı bir şey dememize gerek yoktu. Çünkü hepsi Çankırı’dan Çorum’dan, Erzurum’dan, Yozgat’tan vatan çocukları. Hepsi bu toprağın çocuklarıydı. Ülkücülükte bu toprağın fikriyatıdır. Alpaslan, Fatih, Atatürk… Hepsi aynıdır. Ülkücülük de hepsini meczetmiş bir fikirdir. Hepsi aynı fikirde toplandılar.


Lise Futbol Takımı

Her şey yolunda gitti mi?
Hayır. Biz Etimesgut’ta bu faaliyetleri yaparken dışarıdan işgal güçleri gelmeye başladılar ve bizim için mücadele yılları başladı. İşgal güçleri Gazi Mahallesi’nden geliyordu. 1974 yılına kadar gayet sakin giden olaylar, 1974 yılındaki genel af ile birlikte hareketlendi. Cezaevinden çıkan eski ve tecrübeli solcular, mahallelere yayılmaya başladılar. Etimesgut bir işçi muhiti idi. Aynı zamanda gecekondu mahallesi. Sol söylem burada tutabilir. Orayı ele geçirmek için dışarıdan devrimciler gelmeye başladılar. Mahallede sol örgütlenme için uygun bir vasat vardı. Sınıfsal olarak Marksizm burada neşv-ü nema bulabilir arzusuyla sol gruplar Etimesgut’a geldiler. Kızlı erkekli gruplar sabahtan trene binip Etimesgut’a geliyorlar, akşama kadar afiş asıyorlar, bildiri dağıtıyorlar ve saat 16.00 treni ile Gazi Mahallesi’ne dönüyorlardı. Normal banliyö treni Sincan’a kadar giderdi. 16.00 treni ise Etimesgut’tan kalkardı. Bunlar bütün mahalleleri gezip bildiri dağıttıktan sonra, 16.00 trenine doluşup giderlerdi. O zaman onların karşısına bir güç çıkması gerekiyordu ama bizim gençler çıkamıyordu. Ayrıca korkutmak da lazımdı. Yoksa mahalleyi ele geçireceklerdi. Ama neyle korkutacaktık!

Silahı Cesurlar mı Taşır?
Evet belli ki kavga ile henüz tanışmamışsınız. Ütopik bir ideolojik ortam var. Belki de liseli olmanın toyluğundan. Peki, o dönemde hiç solcularla çatışmadınız mı?
Ben 1973 yılının sonunda üniversiteyi kazanınca, başkanlık görevini bir yıl daha devam ettirdim. Benimle beraber Etimesgut Sanat Okulunda okuyan Yılmaz ve Beşevler’de erkek sanat okulunda okuyan Ramazan diye iki arkadaşım daha vardı. Şimdi Şeker İş Sendikasının başkanı olan Ramazan, o zaman 14 yaşında idi. İşte ben, Yılmaz, Gürbüz, Erdoğan, Ramazan ve birkaç arkadaş daha bunların karşısına çıkardık. Ama o zaman henüz kavga tecrübemiz yoktu. Hep eğitim çalışması yaptığımız için hiç siyasi çatışma yaşamamıştık. İlk defa bu grupla karşı karşıya gelecektik. Onlar 100 kişilik grup ile dolaşıyorlar ve silahları da var. Ne lazım? Silah lazım. Gidip 2000 liraya Kırıkkale marka bir tabanca aldık. Onlar mahallelerde bildiri dağıtıp propaganda yaparken bizim ocakta moralimiz bozuluyordu. Silahı alıp ocağa girdim, moral yükseltmek için çıkardım silahı masaya koydum. “Korkmayın bir şey yapamazlar!” demek için koydum masaya. Kuruçay’da av tüfeği filan kullanmıştım ama tabanca hiç kullanmamıştım. Bunu böyle söyledim ama sonra da düşündüm: “İçimizde ajan olabilir ve polise ihbar edebilir.” Çıkarken silahı saklayacak bir yer aradım. O nedenle sinema salonundan herkesten sonra çıktım. Çıkar çıkmaz da silahı zula bir yere sakladım. Gerçekten de aramızda polis muhbiri varmış. Biz daha sinema salonunun dış duvarını dönerken istasyon tarafından polisler gelip önümüzü kestiler ve arama yaptılar. Silahı bulamayınca ispiyoncunun beceriksizliği ortaya çıktı. İşte bizim karşılarına çıkmaya hazırlandığımız kızlı erkekli o grubu bir gün Etimesgut’un gecekondu mahallesinin kadınları tencere tavalarla kovalamıştı.
İspiyoncunun kim olduğunu tahmin edebildiniz mi?
Tahmin ettik. Bizim tahminlerimiz daha sonra genel merkezde üstlendiğimiz görevlerde de devam etti. O hissikablelvuku, teşkilatçılığımızda da yansıdı ve Muhsin Başkan’la aramıza girmiş MİT ajanlarını çok güzel deşifre ederdik. İspiyoncuyu görünce yüzünden anlardık.

ÜNİVERSİTE GENÇLİĞİ NEDEN AYRIŞTIRILDI?
70’li yılların başında, Türkiye’de ideolojik kamplaşma yoğunlaştı. Kitlesel terör eylemleri olmasa da üniversite gençliğinin enerjisi birikmeye başladı. Siz de 1974 yılında Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi öğrencisi oldunuz. Aynı zamanda Etimesgut Büyük Ülkü Derneğinin de başkanlığını sürdürüyorsunuz. Okul ile dernek başkanlığını birlikte yürüttünüz.
Evet, Etimesgut Büyük Ülkü Derneğinin başkanlığını yaparken, Ziraat Fakültesine devam ediyordum. Evim uzak düşer diye Yıldırım Beyazıt Öğrenci Yurdunda kalıyordum. Ziraat Fakültesi ile Veterinerlik Fakültesi yan yana idi. Veterinerlik Fakültesinde de Ali Batman, Ramiz Ongun, Muhsin Yazıcıoğlu, dayı dediğimiz bizden birkaç sınıf önde olan bir arkadaşımız, Özcan Aydın filan vardı. Hayatımın daha sonraki yıllarında yol arkadaşım olacak Yıldırım Bölge Ülkücüleri ile yurtta tanıştım.
Aileniz Etimesgut’ta olmasına karşılık siz yurtta kalıyorsunuz. Neden?
Yıldırım Beyazıt Yurdu, okulun bulunduğu Dışkapı’daki yerleşkenin içinde. Etimesgut’a gidip gelmek bugünkü gibi kolay değildi. Yurtta kalmak daha rahattı. Yurdun bir tarafı kız yurdu, bir tarafı erkek yurdu. Biz de okuldan sonra yurdun kantininde oturuyorduk. Okul bizim elimizdeydi ve komünistler ele geçirmeye çalışıyorlardı. Okulun amfileri dağınıktı; kültür teknik amfisi Keçiören yolunda, makine amfisi Aydınlıkevler yolundaydı. Komünistler 200-300 kişi otobüslerle gelip okulu basıyorlardı. O yüzden “Komünistler geldi okulu bastı.” diye haber gelince biz kantinden koşup okulu kurtarıyorduk. Böyle bir mücadele ortamı vardı okulda.
Potansiyel enerjisi yüksek bir ortam.
Fakülte birinci sınıfta, henüz polis araya girmemiş iken solcu ve sağcı öğrenciler olarak tartışırdık. Fikrî tartışmalar yapardık. Marksizmi yanlışlayan görüşlerimizi söylerdik. Onlar da bizi eleştirirlerdi. Yani, üniversitelere polis girmeden önce siyasi gruplar tartışırlardı. 1974-1975 yılları tartışma ile geçti. Mesela 1976 yılının Aralık ayında öldürülen DHKP/C üyesi Aynur Sertbudak benim sınıf arkadaşımdı. Biz Aynur ile siyasi tartışma yapardık. Ama 1974 yılında çıkartılan affı takiben 1975 yılından sonra amfilerde ve okullarda olaylar başlayınca, polis duvar gibi araya girdi. Polis araya girince, diyelim ki sen bir tarafta kaldın solcu oldun, ben bir tarafta kaldım sağcı oldum. İkimiz aslında benzer insanlardandık.
Böylece gruplar arasındaki etkileşim ve diyalog koptu.
Birbiriyle tartışan, münazara yapan insanların arasına polis girince karşılıklı kampların insanları oldular. Sağcılar bir tarafta, solcular bir tarafta kaldı. Gruplara düşen Türkiye gençliği, o gruplar tarafından siyasi malzeme olarak kullanıldı. Öğrenciler zorunlu olarak kamplara sürüklendi. Şüphesiz bu sadece polise yüklenecek bir hata değil. Bütün örgütler gençlikten enerji devşirmek için zaten bir çalışma yapıyorlardı. Ama bu fikrî bir çalışma olabilirdi. Ne zaman ki polis araya girdi, gruplar arası çatışma keskinleşti. Gruplar da kendi adamlarını kaybetmemek için bu keskinleşmeyi derinleştirdiler. Her taraf örgütün elinde idi. Örgüt içinde yükselme, başka sosyo-psikolojik faktörler gençlikte başka saiklerle biçimlenmeye başlandı. Yani devrimci önderler, ülkücü abiler, akıncı örgütlenmeler gençleri biçimlendirmeye başladı.
Sürecin sizi nereye götürdüğünü o zaman itibarıyla anlayabilecek durumda değildiniz tabii…
Anlayabileceğimiz bir şeydi. Neden anlamayalım. Ama şefleri nerelere bağlıydı, bugünkü mesele neyse o zaman da geçerli olabilir.
Polisin araya bilinçli bir şekilde girdiğini düşünebiliyor muydunuz?
Polisin de bilinçli bir şekilde girdiğini zannetmiyorum.


Bu yorumu sonradan yaptınız.
O zaman da yaptık. Çünkü benim bazı arkadaşlarım vardı, öbür tarafta kaldı. Onlarla diyaloğu devam ettirmek isterdim, ettiremedik. Vatan çocuklarından bir kısmı devrimcilerin yanında, kimisi komünist örgütlerin içerisinde yer aldılar.
Bu tarafa da hasbelkader düşen oldu mu?
Olmaz mı? Sosyolojik bir şey, bu tarafa da düşer o tarafa da düşer. Dediğim gibi Aynur Sertbudak, DHKP-C’nin en hızlı üyelerinden benim sınıf arkadaşımdı. Hatta beraber peyzaj mimarisi tezi yazdık.
Yani diyaloğunuz vardı, konuşabiliyordunuz. O diyaloğunuz devam etseydi belki siz solcu olacaktınız ya da o kız ülkücü olacaktı.
Evet o kız DHKP-C üyesi olmayabilirdi, babası çok iyi bir insandı. Arada diyalog kesilince öyle bir ayrışma oldu. Bu ayrışmanın o dönemlerde bilinçli yapıldığı kanaatinde değilim. Ama üniversiteye polisin girmesiyle taraflar keskinleşti. Ayrıca taraflar da bu ayrışmayı keskinleştirdiler. Bu keskinleşme taraflara enerji sağlıyor. Sonra cenazeler oldu; cenazeleri kaldırırken güç gösterisi oluyor. Onların cenazesi 10 bin kişi, senin cenazen niye 5 bin kişi olsun; 10 bin kişi olması lazım. Ondan sonra kurtarılmış bölgeler oluşmaya başladı. Mesela SBF kurtarılmış bölge, orada devrimci bir öğrenci gelir kürsüyü işgal eder, “Ders bitmiştir, boykota gidiyoruz.” der. Yahut “şu cenazeye gidiyoruz”, “şu mitinge gidiyoruz” der ve bütün okulu sürü hâlinde oraya götürür. Gidenlerin hepsi devrimci mi? Hayır. Ama giderler. Diyelim ki Yıldırım Beyazıt bölgesinde de biz götürüyoruz. Amfiye çıkar bir arkadaşımız, “Yürüyüş var arkadaşlar, okulu boşaltıyoruz!” dediğinde herkes boşaltırdı.


Kızılcahamam’da yurt ve okul arkadaşlarıyla piknikte yarışma jurisi

Katılmamanın da müeyyidesi var tabii, dışlanmak ya da dayak yemek gibi.
E tabii.
Ve bu süreçte iyice keskinleştiniz.
Biz derken kim? Gençlik keskinleşir, kemikleşir. Ama kendimin keskinleşip kemikleştiği kanaatinde değilim hiçbir zaman.

ÜLKÜ OCAKLARININ TARİHİ ÜZERİNE

Günümüz Türkiye’si, dernek zengini. Her 70 kişiye bir dernek düşüyor. Kabaca 1 milyon dernekten söz ediliyor. Ama bunların içinde öyle dernekler var ki ülke çapında yankı uyandırabiliyor. Geçmişteki Ülkü Ocakları buna somut bir örnek. Siz de Ülkü Ocakları’nın mensuplarındansınız. Üniversiteye başladığınız yıllarda teşkilatçılığınız henüz yerel düzlemde devam ediyor. Ülkü Ocakları Genel Merkezi ile ilk ilişkiniz nasıl başladı?
Genel merkez ile ilişkim tavsiye üzerine başladı. Yıldırım Beyazıt Yurdunun kantininde otururken herhangi bir bildiri filan hazırlanması gerektiğinde hemen beni bulurlardı. Etimesgut’tan deneyimli olduğum için hemen orada bildirileri kaleme alırdım. Kalemimin kuvvetli olması nedeniyle beni genel merkeze tavsiye ettiler. Zaten Ankara Ülkü Ocağı’na geçmeden genel merkeze giden nadir kişilerden biriyim. Bu durumum 12 Eylül savcıları tarafından da çok sorgulandı. Savcı Nurettin Soyer, “Sen nasıl Ankara ocağında görev yapmadan genel merkeze geldin? Var bunda bir iş!” diye bir hışımla sormuştu.
Arada böyle bir hiyerarşi olması gerektiğini savcı biliyor muydu?
Aldığı ifadeler ve okuduğu metinlerden böyle bir hiyerarşi olması gerektiğini düşünüyor. Böyle bir hiyerarşi zaten gerekmiyor. Ama senin kurduğun gibi o da öyle kurmuştu o hiyerarşik bağı. Esasında genel teamül de öyledir. Dolayısıyla Selahattin Sarı’nın başkanlığı döneminde de genel merkeze gitmiş oldum.
Ülkü Ocağı’nda ilk başkan Selahattin Sarı mı?
Hayır. İlk başkan Aytekin Yıldırım. Siyasal Bilgiler Fakültesinde başkanlık yaptı. Fakat onunki mevzi kaldı. Genel merkez hâline İbrahim Doğan zamanında geldi. Biz daha 1969 yılında ortaokuldan liseye geçtiğimiz günlerde, yakın zamanda son görev yeri olan TBMM Sağlık Merkezinden emekli olan Dr. İbrahim Doğan zamanında başkanlık oluştu. İbrahim abiden sonra Muharrem Şemsek, Sami Bal, Ali Batman başkan oldu. Ali Batman ile birlikte ben de Demirtepe’de köprünün başında sekizinci kattaki genel merkezin yazılarını yazmaya başladım. O dönemde benim “Millet” gazetesinde de tefrikalarım çıkıyordu. Ali Batman’dan sonra Selahattin Sarı başkanlık görevini üstlendi. O zaman ben de genel eğitim sekreteri oldum. O dönemde Etimesgut ile Yenimahalle’nin çok sıkı iş birliği vardı. 2011 yılının Ekim ayında kaybettiğimiz 24. Dönem Ak Parti milletvekili rahmetli Harun Çakır da Yenimahalle Ülkü Ocağı başkanıydı. O da benimle beraber Ülkü Ocakları genel sekreteri oldu. Böylece Selahattin Sarı döneminde biz genel merkezi oluşturduk.


Yıldırım Beyazıt Yurdu kantininde arkadaşlarıyla

Üniversite kaçıncı sınıftasınız o zaman?
İkinci sınıfa geçmiştik. Yani 1975 yılında idi. Genel merkeze adım attıktan sonra da okula arada bir gittik. Genel merkeze gidince yaptığım ilk iş “Ülkü Ocakları Bülteni”ni bir dergi havasına getirmek oldu. O zaman “Hasret” dergisi çıkıyordu. Dergiyi ofset baskı ile çoğaltmaya başladık. İstanbul’da çıkan “Genç Arkadaş” dergisi vardı; Türkeş “Genç Arkadaş” dergisini yasakladı ve “Gidin kapatın!” dedi. Biz de kapatmak yerine İstanbul’daki arkadaşları ikna ederek dergiyi Ankara’ya taşıdık. Eğer o zaman Türkeş’in emrini doğrudan yerine getirmiş olsaydık, orada bir hizip yaratmış olacaktık.
“Genç Arkadaş”, bir edebiyat dergisi değil miydi?
Hayır, “Genç Arkadaş” tabloid boyda, siyasi bir dergi idi. O dönem “Genç Arkadaş”ta çalışanların çoğu daha sonra Anavatan Partisi’nden milletvekili oldu. O arkadaşları orada küstürmeden, dergiyi Ankara’da devam ettirdik. Burhan Kavuncu ve ben o dergide çok çalıştık. Burhan Kavuncu, ben, Muhsin Yazıcıoğlu, Ali Batman, Lokman Abbasoğlu, Mehmet Nezih Kemaloğlu, Nuri Öz, Muzaffer Şenduran, Haşim Akten, Ahmet Yeşil, Yağmur Tunalı, Beyaz Mehmet o dönemin fikriyatına katkı sağlayan isimlerdendi. O dönem biz TÖMFED’de (Töre Musiki Folklör Eğitim Derneği) bir eğitim çalışması başlattık. Dernekte müzik, resim, tiyatro gibi sanatsal faaliyetler yürütüyorduk. Ayrıca geceler düzenliyorduk. Gecelerimizde Necdet Tokatlıoğlu, Ali Şenozan, Ozan Arif ve diğer halk ozanları sahne alıyordu. Biz bu faaliyetlere katıldığımız gibi ocakta da eğitimlere katılıyorduk.
Bizim genel merkez faaliyetlerine yoğunlaştığımız dönemde, ideolojik çatışmalar arttı ve cenazeler çoğaldı. Her cenaze sonrasında ülkücü şehitler için afişler basıyorduk. Ayrıca onlar için dergiler çıkartıyorduk. O dönem siyasi kültürümüze miras kalan sloganlar ürettik.
Bu süreçte sol ile diyalog tamamen kesildi mi? Gruplar birbiri ile sadece çatışmak için mi karşı karşıya geliyordu?
Hayır, aynı dönemde TRT televizyonunda tartışma programlarına karşılıklı çıkıp konuşuyorduk.
TRT o zaman ekrana çıkartıyor muydu insanları ülkücü ve solcu ya da akıncı kimlikleri ile?
Tabii. O dönemde Ülkü Ocakları başkanları bildiri yayımlarlardı ve o bildiriler gazetelerde yayımlanırdı. O zaman önemli bir kuruluştuk. Üniversiteler çatışma alanı idi ama beraber TRT’ye çıkıp tartışmalar yapılırdı. Bu tartışmaların birine Mehmet Gül, diğerine de Ramiz Ongun çıktı ve solcu liderlerle tartıştılar. Sami Bal’ın Ülkü Ocakları genel başkanlığa seçildiği 1975 yılında “Esir Türkler Haftası” başlatıldı. O tarihe kadar bu hafta “Esir Milletler Haftası” olarak anılıyordu. 1955 yılında BM öyle bir hafta ilan etmişti. Biz de resmî olarak 30 kadar dış Türk dernekleri ile ocak önderliğinde Cumhurbaşkanlığını ziyaret edip Fahri Korutürk ile görüştük.


“Kanımız aksa da zafer İslam’ın!”

Sizi böyle bir faaliyet düzenlemeye iten sebep neydi? Bu faaliyeti düzenlemenizin görünen sebebi ne idi? O dönemde çok çarpıcı, toplumsal infiale yol açacak bir sürgün, soykırım gibi olay var mıydı?
Bulgaristan’da Türklerin sorunları var. Doğu Türkistan’ın Çin tarafından işgal edilmesi var. Aynı zamanda Kırım Türklerinin lideri Mustafa Cemiloğlu açlık grevi yapıyordu. Mart 1976’da “Hasret” dergisinin kapağını “Yıkılsın Kremlin” başlığıyla çıkarmıştık. Mustafa Cemiloğlu, Kırım’dan Özbekistan’a sürgün edilen Tatarların yurtlarına dönebilmesi için Moskova’da gösteri düzenledi. Mustafa Cemiloğlu’nu içeri attılar. Biz burada eylemler yaptık, Mustafa Cemiloğlu öldü diye açlık grevleri yaptık ve gıyabi cenaze namazı kıldık. Koyduğumuz tepkiler orada çok etkili olmuş. Daha sonra görüştüğümüzde Cemiloğlu, “Sizin Türkiye’deki tepkileriniz beni hapishanede çok rahatlattı.” dedi. Daha önce de ifade ettiğim gibi Atsız’ın “Ötüken”, Topçu’nun “Hareket”, Necip Fazıl’ın “Büyük Doğu” dergilerini takip ettiğimiz için Türk dünyasını yeni duymuş değildik. Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü de yayınlar yapıyordu. Onların yayınlarını da takip ediyorduk. Türk dünyasına zaten meyilimiz vardı. O sırada da BM tarafından 16-22 Temmuz günleri Esir Milletler Haftası olarak kutlanıyordu. Esir milletlere baktığımız zaman, sadece Türklerin esir olduğunu görüyorduk. Bu nedenle biz Ülkü Ocakları Yönetim Kurulu olarak karar aldık ve “Bundan sonra bu haftayı Esir Türkler Haftası olarak kutlayacağız.” dedik. O arada 30’u aşkın Türk dünyası dernekleri vardı. Bulgaristan Göçmenleri Derneği gibi, Doğu Türkistanlılar gibi, Kerkük Türkmenleri Derneği gibi 30’u aşkın yurt dışı Türkler derneği vardı. Doğu Türkistan Türklerinin sürgündeki ilk Cumhurbaşkanı İsa Yusuf Alptekin Türkiye’de yaşıyordu. Ben bu derneklerin hepsini Ankara’da topladım ve Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’ü ziyarete gittim.


Kırım Türkleri’nin lideri Mustafa Abdülcemil Kırımoğlu ile

Ülkü Ocakları Yönetim Kurulu olarak aldığımız karar doğrultusunda etkinlikler düzenledik. Ölüm oruçları tuttuk, açlık grevleri yaptık, geceler düzenledik, dergiler yayımladık, afişler astık, bildiriler dağıttık, sloganlar yazdık, gösteriler yaptık. Aynı yıl Ülkü Ocakları’nın ilk yayınlarından biri olarak “Esir Türkler” diye bir kitap yayımladım. Kitabı ben yazdım ama ismimi koymadım. Kitaptan 10 bin tane bastık ve dağıttık. O arada babamın ev almak için biriktirdiği paraya Muhsin Yazıcıoğlu ile el koydum. Mustafa Mit dönemin en yakın şahididir. O parayla matbaamızın ilk yatırımını yaptık. Maltepe’de Pars Matbaası’ndan entertip 3 kanal, 8,9 ve 10 punto dizgi yapabilen bir dizgi makinesi aldım. Akay Caddesi’ndeki Pars Matbaasına çok iş bastırmıştık. Patronları benimleortak da olmak istiyorlardı.
Bu esnada, babanızın yanında mı kalıyorsunuz? Yoksa ayrı bir ev tuttunuz mu?
Babam Şeker Fabrikasında çalıştığı için Etimesgut’ta oturuyor ama ben artık genel merkez yöneticisi olduğum için arkadaşlarla eve çıktım. Muhsin Yazıcıoğlu, Muharrem Şemsek’in genel başkanlığı zamanında genel başkan yardımcısı idi. Daha çok “Hasret” dergisinde çalışıyordu. Genel merkeze gidince ben de “Hasret” dergisinde çalışmaya başladım. Bu esnada içimizde bir de istihbarat teşkilatı kurduk.


Dergide herhangi bir ücret alıyor muydunuz? Yoksa meccanen mi yapıyordunuz bunca faaliyeti?
Kim verecek ücreti! Dergi zaten kendi dergimiz. 40 bin sattığımız dergi kendi masraflarını karşılıyordu. Biz “Hasret” ve “Genç Arkadaş”ı çıkartırken aynı zamanda dergi bürosunu özel istihbarat teşkilatı yaptık. Aslında rahmetli Türkeş meğerse bu şekilde üç tane istihbarat teşkilatı kurmuş. Biri bizim kurduğumuz teşkilattı. Bizim başımızda Yılmaz Şenyüz ve Sefa abi vardı. Sefa abi daha sonra rahmetli oldu. Bu arada Burhan Kavuncu, Mustafa Mit, Muhsin Yazıcıoğlu, Yılmaz Şenyüz, rahmetli Sefa ağabey, Hasan Çağlayan, ve daha birçok arkadaşla onlarca sol örgüt ve birkaç sağ örgütü takip etmek için masalar kurduk. Bunların dışında kızlar masası, üniversiteler masası, yurtlar masası, mahalleler masası, kütüphaneler masası, sosyal faaliyetler masası vb. çalışma grupları denebilecek masalarımız vardı. Öğrencilerden kimilerini o sol örgütlerin içine soktuk. Örgütlerde başkanlık düzeyine kadar yükselenler oldu. Mesela Siyasal Bilgiler Fakültesinin arkasındaki Cumhuriyet Yurdu, solcuların elindeydi. O yurdun başkanı bir ara bizim ajan oldu.


Yani Ülkücülerden sol örgütlere adam sızdırıyor ve o kişileri de örgüt içinde liderliğe kadar yükseltiyordunuz.
Mesela Muhsin Başkan bazen bana “Kurtuluş’tan haber gelmiyor.” diyordu. Ben de gizlice o yurda gidiyordum. Yurtta bir sürü silahlı solcu oluyordu. Tükürseler beni boğarlardı. O yurt başkanının odasına girer, onunla sabaha kadar tartışırdım. Tabii Marksist kültür egemen olduğu için arkadaş onlardan etkileniyor ve o tarafa kayıyordu.
O dönemde siz de Marksist öğretiyi okuyor muydunuz?
Biz okuyorduk ama, sol içindeki arkadaşlar daha çok okuyordu. Dolayısıyla o daha çok etkileniyordu. Senin hareketinde literatür eksikliği var. Çocuk mecburen onlardan yana dönüyor. O nedenle onunla sabaha kadar tartışıyorduk. Kendi uydurduğum ideolojik çerçeveye onu getirdikten sonra, birlikte gizlice sabah namazını kılardık ve sonra yurttan ayrılırdım. Yazık ki bizde Marksistler kadar literatür yoktu. Ama kendi kurduğum ideolojik çerçeveye arkadaşımı getirmeye çalışıyordum.
Aslında kendinizin hocası, kendinizin ideoloğusunuz.
Zaten bir şiirimde öyle diyorum; deniz anasına benzer ellerimizle kendi yolumuzu kendimiz aydınlatıyorduk. Şüphesiz eski birikimler var.
Ama hareketin kaderi bu. Çünkü 80’den sonra da benzer duyguları o dönemin ülkücü gençleri yaşadılar. Çünkü o gençlerin önünde onlara rehber olacak, onlara seminer verecek, onlara ders verecek insanlarla hiç karşılaşamadılar. Onların pek çoğu ya cezaevindeydi ya da hayat gailesiyle boğuşuyorlardı. Dolayısıyla bir şekilde kendilerine abilik yaptılar, arkadaşlık yaptılar. Onlar da kendi kendilerini yetiştirdiler. Daha da kötüsü, 80’li yılların ikinci yarısında kötü modeller çıktılar.
82-85 arası da değinilmesi gereken bir dönem. 85’lerden sonra her tarafta kötü modeller oldu. Her tarafta hareketler iğdiş edilince kötü modeller görünür oldu.
Fikir tu kaka yapılınca racon kültürü devreye girdi.
Bugünkü iktidarda eski Akıncılar söz sahibi olsa daha kaliteli işler yaparlar. Ya da devrimciler arasında tecrübeli eski devrimciler söz sahibi olsa daha sağlıklı sonuçlar çıkartırlar. Ama kuşaklar hep yıpratılıp çöpe atıldı. Tutunamayanlar neslimizin sembol kitaplarından oldu.
Çıkardığınız “Hasret”, “Genç Arkadaş” gibi dergilerin ülkücü hareketin ideolojik birikiminin oluşmasında ciddi bir etkisi oldu değil mi? Orada yazan insanlar da Ülkücülerin idolleri hâline geldiler.
Evet, ideolojik önderler, ideolojiyi tayin edenler, sloganları belirleyenler o sürecin yazarları idi. Mesela o zaman Muhsin Yazıcıoğlu’nun “İdeolojik Sistemler” diye bir yazı serisi vardı. O yazısında kapitalizm, komünizm eleştirisinden başlayarak bütün ideolojileri anlatıyor ve eleştiriyordu.
Siz o zaman konulara hâkim miydiniz? Sizinki de amatörce bir uğraşı sayılır. Daha büyük abileriniz ne iş yapıyordu? 40’lı, 50’li yaş kuşağından kimseler yok muydu?
Olmaz olur mu? Mesela Galip Erdem, Seyyid Ahmet Arvasi, Necip Fazıl Kısakürek, Erol Güngör, Mustafa Kafalı, Bahattin Ögel gibi büyüklerimiz, Türk kültürü, milliyetçilik gibi konularda eser veren insanlardı. Bizim de onlarla temasımız vardı. Özellikle de Ankara’dan benim çok temasım vardı. Sık sık İstanbul’a gidiyorum, Ahmet Kabaklı, Necip Fazıl, Seyyid Ahmet Arvasi, Cemil Meriç, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu, Mustafa Necati Sepetçi-oğlu ile görüşüyordum. Nurettin Topçu ve Nihal Atsız’a yetişemedim. Atsız ile sadece telefonla görüştüm. Bir de dergilerini dağıtıyordum. Topçu ile de 1975 yılında görüşmeye gidecektim ama kısmet olmadı o yıl vefat etti.
İstanbul’a gidişleriniz sağın ileri gelen kalemlerini seminere davet etmek için mi? Yoksa kendinizi aydınlatmak için mi?
Onlardan yazı alıyordum. Bazen röportaj yapıyordum. Ayrıca harekete kazandırmak için kandırıyordum. O esnada da boş zamanlarını sorgulayıp Ankara’ya seminer vermek için davet ediyordum.
Sadece kültürel çalışmalar mı yapıyordunuz? Ülkü Ocakları yönetimine ne zaman seçildiniz?
1977 yılındaydı. Biz ocakta kültürel faaliyetler yürütürken 1977 yılının başında Ülkü Ocakları Derneğine genel başkan seçilen Selahattin Sarı’nın dönemi bitmeden Ülkü Ocakları yönetiminde bir iç darbe yaptık. 1977 yılının Ekim ayında yapılan darbeyi “Hasret” dergisinin idare binasında gerçekleştirdik. Yani aynı zamanda istihbarat örgütü olan yerde yaptık. Mustafa Mit ve Muhsin Yazıcıoğlu da Sefa abiden ve Yılmaz abiden sonra bu örgütün ikinci ayağı. Üçüncü ayağında da ben ve Burhan Kavuncu var.
1977 yılının Temmuz ayında Ülkü Ocakları genel başkanı Selahattin Sarı, genel başkan yardımcısı da Mustafa Mit idi. Ben, genel eğitim sekreteriyim ve Burhan Kavuncu ile yayınlara birlikte bakıyorduk. Bizim Yönetim Kurulu toplantılarımız çok ciddi olurdu. Yönetimimizde 3 kız arkadaşımız vardı. Yönetim Kurulu toplantısını görevdeki altıncı ayını dolduran Selahattin Sarı açtı. Yanında da Mustafa Mit oturuyordu. Diğer üniversitelerin başkanlığını yapan arkadaşlar da var toplantıda. Her başkan kendi bulunduğu bölgenin sorunlarını dile getirdi. Konuşmalar öyle bir yere geldi ki ayağa kalktım; “Burada herkes kaldığı yurttan ve okuduğu okuldan bahsediyor. Hâlbuki biz Türkiye’yi yönetiyoruz. Sözde bu genel merkez Türkiye’ye layık değil. Ben istifa ediyorum.” dedim. Burhan Kavuncu kalktı, “Ben de istifa ediyorum.” dedi. Diğer Yönetim Kurulu üyeleri de istifalarını açıkladılar. En son Mustafa Mit de istifa etti. Selahattin Sarı, “Mustafa sen genel başkan yardımcısısın, niye istifa ediyorsun?” dedi. Mustafa Mit, “Ediyorum başkan.” dedi. Selahattin Sarı, “Sen istifa ediyorsan ben de istifa ediyorum.” dedi. Mustafa Mit de “Et o zaman.” dedi. Böylece hep birlikte istifa ettik.
Böylece Ülkü Ocakları Derneğinin yönetim kademelerini boşalttınız.
Evet. Ondan sonra Sivas’a gittik Muhsin Başkanı aldık geldik ve 31 Temmuz 1977’de yapılan 6. Olağan Kurultay’da genel başkanlığa seçildi.
Muhsin Yazıcıoğlu’nun size göre üstün yanı neydi ki Sivas’tan getirip başkan yaptınız?
Muhsin Yazıcıoğlu, Muharrem Şemsek’in 1973 yılında genel başkan olduğu dönemde, genel başkan yardımcılığı görevini yürütmüştü. Aslında onu genel başkan yapan da Mustafa Mit idi. Şimdi MHP’de kalan Mustafa Mit, en sıkı Muhsinci idi. İkisi de Şarkışlalı idi.
Muhsin Yazıcıoğlu’nun Ülkü Ocakları başkanlığında neler oldu?
Muhsin Yazıcıoğlu döneminde yaptığımız ilk değişiklik, ocağın yanındaki daireyi de tutarak genel merkezi genişletmek oldu. Aynı zamanda dernek içinde bir hiyerarşi oluşturduk. Daha önce küçük odada oturan genel başkanı büyük odaya aldık. Mobilyaları yeniledik. Bembeyaz bir makam odası takımı aldık. İnsanlar başkanla görüşmek için üç aşamadan geçmeye başladılar. Dışarıdan gelen kişiler, önce yeni binadaki bekleme salonuna alınıyordu. Oradan taşındığımız dairedeki nöbetçileri geçiyorlar ve ondan sonra büyük salonda oturan başkanla görüşebiliyorlardı. Dolayısıyla Ülkü Ocakları Derneği bir müessese hâline geldi.
Aynı dönemde Ülkü Ocakları hakkında yüzlerce dava açıldı. Bu davalarda da mahkemeye gidip en çok savunma yapan ben oldum. Ülkü Ocakları’nın daha fazla yıpranmaması için Ülkü Ocakları’nı Aydınlar Ocağı gibi bir dernek hâline getirmeye karar verdik. Zaten adliyeden gelen istihbarata göre de derneğin bu mahkemeler sonunda kapatılacağı yönündeydi. Bunun için Muhsin Yazıcıoğlu istifa edip Ülkücü Gençlik Derneğini kuracak, ben de Ülkü Ocakları Derneği Başkanı olacaktım. Dolayısıyla burayı dergi çıkaran, fikrî tartışmalar yapan Aydınlar Ocağı’na benzer entelektüel bir ocak yapıp ismini yavaş yavaş yumuşatacaktık. Çünkü mahkemeden bize gizli olarak ocağın kapatılacağına dair gelen haber üzerine biz Ülkü Ocakları Derneğini bir gecede Ülkücü Gençlik Derneğine çevirdik. Bütün derneklerimizdeki levhalar bir gecede değişti. Bütün teşkilatı bir gecede değiştirdik. Bu değişimde Haşim Akten’in çok emeği var. O, genel sekreterdi ve çok çalışmıştı. Ben de Ülkü Ocakları genel başkanı oldum. Muhsin Yazıcıoğlu da Ülkücü Gençlik Derneği genel başkanı oldu. Ülkü Ocakları genel başkanlığı döneminde zamanımızın önemli bir bölümü mahkemelerde ifade vermekle geçiyordu. Ülkü Ocakları’nı genel merkezden ibaret Aydınlar Ocağı gibi bir kuruluş yapmak üzereyken mahkeme kararıyla Ülkü Ocakları kapandı. Ama kapanma kararı da net olmadı. Dolayısıyla en son Ülkü Ocakları genel başkanı benim. Benimle birlikte Ülkü Ocakları Derneği kapandı. Sonra Ülkücü Gençlik Derneğinde Muhsin Yazıcıoğlu devam etti. Muhsin Yazıcıoğlu’ndan sonra ÜGD’de başkanlığı Şefkat Çetin, ondan sonra Hasan Çağlayan, daha sonra Yaşar Yıldırım aldı. Yaşar’ınki ÜYD idi. Ondan sonra da ihtilal oldu.
Tabii Muhsin Yazıcıoğlu’nun genel başkanlığı döneminde dergileri de müessesenin yayın organı gibi çıkartmaya başladık. O arada ben de babamın ev alacağı 135 bin lira ile matbaa kurdum.
O zaman için iyi para?
Evet, o zaman o para ile Çankaya’dan ev alınırdı. En büyük tek banknot 1000 lira idi. O zaman Muhsin Başkan’la ve bekâr evimizdeki arkadaşlarla haftada bir, annemin yemeklerini yemek için Etimesgut’taki bizim eve giderdik. Bekâr olduğumuz için düzenli beslenemiyorduk. Arada sulu yemeği özlediğimizde bizim eve gidiyorduk. Bu arada kendi tuttuğumuz evimiz de vardı ama her zaman eve gitme imkânı bulamıyorduk. O nedenle en uygun yurt hangisi ise orada da kalıyorduk.
Yurtlara girip çıkmak öyle kolay mıydı? Bekçisi filan yok muydu?
Okullar gibi yurtlar da ideolojik gruplar tarafından paylaşılmıştı. Biz, kendi kontrolümüzdeki yurtlarda kalıyorduk. Yani Cumhuriyet Yurdu Dev-Yolcuların elindeydi, Site Yurdu da bizimkilerin elindeydi. Yüksek Öğretmen, Kütahya Yurdu, Konya Yurdu, Yıldırım Beyazıt, Şeker Yurdu, Adana Yurdu, Sivas Yurdu, Niğde Yurdu…


Yıldırım Beyazıt Yurdu

Yani yurtlar da paylaşılmıştı.
Tabii canım, 80’den önce yurtlar paylaşılmıştı. Her yurdun başkanı vardı, müdürü vardı, yöneticileri vardı. Yurtta kalanlar aynı zamanda mutlaka nöbete kalkarlardı. Askerde olduğu gibi sırası gelen gece bir saat iki saat nöbet tutardı. Yurtlar kurşunlanıyor çünkü. Nöbetçiler iki tane olur. Biri silahlı olur biri silahsız olurdu. Bazen silah bir yerde dururdu. Çünkü polis yurdu basar ve arardı. Yurtlarda silah yakalatmak ayıptı. Yurtlarda silah yakalatan adam görevden alınırdı. Polis bastı, silahı yakalatmadı. O başkan iyi başkandır.
İyi de her öğrenci silah kullanabiliyor muydu? Zira bazı insanlar naif olur. Yani bir eğitimden mi geçiyor bu insanlar silah kullanma konusunda.
Hayır kendiliğinden silah kullanmayı öğreniyor insanlar. Hayatın içinde pişer insanlar. Kendisine bir saldırı olduğunda eline silahı alır ve kullanır. Beyaz Anadol ile geçerken adam takır takır taradı. Sen de silahı alıyor ve karşılık veriyorsun.

Dergilerde İçerik Belirlemesi Nasıl Yapılıyordu?
Muhsin Yazıcıoğlu Veterinerlik Fakültesi öğrencisi. Siz ise Ziraat Fakültesi öğrencisisiniz. Okulunuz yakın ve aynı yurttasınız. Ya da aynı evdesiniz. Dolayısıyla aynı etkileşimin içerisindesiniz. Ülkü Ocakları genel merkezine birlikte geldiniz ve “Hasret” dergisi ile “Genç Arkadaş” dergisini de birlikte çıkarmaya başladınız. Muhsin Yazıcıoğlu’nun genel merkeze gelmesi süreci de sizinkine benziyor mu?
Ben Ali Batman zamanında yazı ve bildiri yazıyordum. Muhsin Yazıcıoğlu ise Muharrem Şemsek zamanında genel başkan yardımcılığı yaptı. Şemsek’ten sonra tekrar okula döndü. Okulda bir görevi yoktu ama bir isim yapmıştı zaten. Aynı zamanda dergide yazıları çıkıyordu. Dediğim gibi dergi aynı zamanda ocağın derin devleti gibiydi.
Yazılarınızda genellikle hangi temaları işlerdiniz?
Ekonomi, siyaset, sosyal konular, tasavvuf, din kültürü, tarım, sanayileşme, gecekondulaşma, şehirleşme gibi bütün temaları işlerdik.
Yani çok özgür yazabiliyor muydunuz? Çünkü yazmakta özgürlük önemli.
Derginin üçüncü sayfasındaki yazı genel merkezin tamimi gibidir. Teşkilatlar derginin üçüncü sayfasındaki yazıyı bir tamim gibi okurlar. Üçüncü sayfadaki yazı o haftaki gündemimizdir. Tartışma konularımız, yapacağımız işlerimiz o yazı ile duyurulur. Edirne’den Kars’a kadar yapacağımız iş o yazı ile belirlenir. O yüzden Edirne’den Kars’a kadar fikrî bir bütünlük vardı.
Kim yazardı üçüncü sayfa makalelerini?
Ben, Muhsin Yazıcıoğlu ve Burhan Kavuncu yazardık. Sonradan Mümtaz’er Türköne, Kemal Görmez ve Naci Bostancı da yazdı.
Bir denetim organı var mıydı?
Kendi kendimizi denetlerdik. Vicdanımız denetlerdi. Başka kimse bize karışmazdı.
Milliyetçi Hareket Partisi ile Ülkü Ocakları arasında organik bir bağ yok muydu?
Yoktu. Zaman zaman şikâyet olursa -ki Türkeş’e şikâyet edenler oluyordu- müdahale etmeye kalkardı. Ama Eğitimciler Kadrosu kurulmadan önce Türkeş doğrudan ocak başkanına söylerdi. Ocak başkanı da ya söyler ya söylemez, durumu idare ederdi. MHP’de Eğitimciler’in kurulmasının sebebi Ülkü Ocakları’nın Eğitimciler Grubu kurmasıdır. Muhsin Yazıcıoğlu Ülkü Ocakları başkanı olunca biz birlikte bir atılım yaptık. Aslında eğitim işi Selahattin Sarı zamanında başladı. Şimdi bir üniversitede rektör yardımcısı olan Selahattin Sarı’yı çok severim. Naif, yumuşak huylu, sarışın, iyi niyetli, İngilizce bilen bir kişi idi Sarı. Eğitimci bir kişiliğe sahipti. Onun döneminde eğitime ağırlık verildi. Fakat o dönemde olaylar arttığı için genel merkez olayların peşi sıra gidecek durumda değildi. Bu nedenle Muhsin Yazıcıoğlu’nu getirmeye karar verdik. Bu kararı biz mi verdik, Türkeş mi verdi o hâlâ belli değil. Muhsin Yazıcıoğlu’nu getirme kararını biz kendimiz verdik gibi yapıyoruz ama bizi de bu noktaya iten Mustafa Mit de belki Türkeş ile görüşüp böyle bir kararı uygulamıştır. Onu da hâlen bilmiyorum.
Bugün biz yaptık zannediyoruz ama belki Türkeş, Selahattin Sarı’yı uzaklaştırmak istemiş olabilir. Sonraki duyumlarımızda Selahattin Sarı’nın ev arkadaşlarından birinin MİT’e hizmet ettiğini duyduk. Bu nedenle onun da görevden istifa ettirildiği yorumları yapıldı. Sarı’nın kendisi değil de aynı evi paylaştığı arkadaşlarından birinden şüphelenildiği için Türkeş’in bu değişikliği istediği bilgisine ulaştık. Ama biz kendimiz yaptık zannediyoruz.
Bir şekilde MİT’in ocağı dinlemesinden kurtulmak için böyle bir değişiklik yapmışsınız gibi.
İşte o değişiklik ile biz hem TÖMFED’de hem sosyal faaliyetlerde bir atılım yaptık. Özel bir grup kurduk ve ilk seminerci olarak Galip ağabeyi (Galip Erdem) çağırdık. Bu arada ben Seyyid Ahmet Arvasi’yi İstanbul’dan getiriyordum. Bizim yaptığımız bu eğitimleri öğrenen Türkeş, aynı zamanda ocakları toparlamak için (Çünkü olaylar da çığırından çıkmaya başlamıştı. Her gün 20’ye yakın ölümle sonuçlanan olaylar başladı.) haklı olarak ocakları denetlemek için ocağın üstünde bölge başkanı pozisyonunda eğitimciler ihdas etti. Bu arada hükûmet ortağı olunca eğitimcilerin finansmanı da ayarlandı. MHP’nin koalisyon ortağı olarak girdiği İkinci Millî Cephe hükûmetinde Gümrük ve Tekel bakanı Gün Sazak Bey’di. 30 kişilik Eğitimciler Grubu Gümrük ve Tekel Bakanlığında görevlendirilecek ve maaşlarını o bakanlıktan alacaklardı. Hem memur olacaklar hem altlarında arabaları olacaktı. Bunlar ocak başkanlarının üstünde bir abi gibi, bir hoca gibi çalışacaklar, eğitim işlerini kontrol edeceklerdi. Tabii işler her zaman planlandığı gibi yürümüyordu. Bu eğitimcilerden bazıları zaman zaman ocağın işlerine müdahale etmeye kalkıştılar. Bazıları haklı olarak kalkıştılar, bazıları şahsi olarak ocak başkanıyla yarıştılar.
Ülkü Ocakları’nda ilk eğitim işini biz başlattığımız için Türkeş’in kurduğu Eğitimciler Kadrosu’nda Burhan Kavuncu, Muhsin Yazıcıoğlu ve ben de vardım. Hatta ilk semineri Türkeş verdi. İlk seminere Burhan geç kaldığı için Türkeş onu yarım saat tek ayak üstü bekletti.
Bu noktayı biraz daha açar mısınız? Yani Türkeş ilk semineri nerede verdi? Kimler vardı seminerde? Daha sonra o süreç nasıl işledi? Siz Türkeş ile ilk ne zaman tanıştınız?
Ben Türkeş ile 1974 yılında tanıştım. Yani 17-18 yaşında bir öğrenci idim. O zaman ben Etimesgut Ülkü Derneği başkanıydım. Bizim Çankaya’da da Büyük Ülkü Derneğimiz vardı. Bu derneğin büyük bir salonu vardı. Türkeş, bu dernekte bize seminer verirdi. İlk semineri bugün gibi hatırlıyorum. “Türk Töresi, Büyüklere Saygı, Küçüklere Sevgi” idi konusu. İlk seminer Çankaya Küçükesat’ta yerin altında bir apartman dairesinde idi. Gece kulüpleri gibi, daireye bir merdivenle iniliyordu. O dernekte Türkistanlı bir dede bulunurdu. Ayrıca Yazar Lütfi Oflaz vardı. Daha sonra “Aydınlık” gazetesine geçti. O da oranın müdavimiydi. Türkeş ilk seminerini orada verdi. Ondan önce de 16 sayfalık “9 Işık” diye bir broşür elden ele dolaşırdı. İlk okuma kitaplarımız… Tabii kendi ailelerimizden gelen okumalarımız var. Ziya Gökalp, Mehmet Akif, Nurettin Topçu, bazı Doğu ve Batı klasiklerini biz aileden okuduk. O siyasi hareket döneminde 73-74 döneminde okuduğumuz ilk kitap, Kurt Karaca’nın “Milliyetçi Türkiye”, bir de -o senelerde yayımlandı sanıyorum- Tahsin Ünal’ın Tarım Kentleri idi. Bu kitaplar temel kitaplar olarak kütüphanemizde okunuyordu.
Seminerler nerede veriliyordu?
Ülkü Ocakları’nın seminer salonları, mahallî ocaklar, yurtların kantinleri ve şubelerimizdi. Esasında uygun bulduğumuz her yer seminer mahalliydi. Talebe göre ocaklara seminerciler giderdi. Ben giderim, Lokman Abbasoğlu, Türkeş’in yeğeni Yaşar Türkiş (Soyadında bir harfi değiştirmişti. Şeker Şirketinde Yönetim Kurulu üyesiydi bir zamanlar.), Galip Erdem, Seyyid Ahmet Arvasi, Taha Akyol… Kimi isterlerse o giderdi. Ağzı laf yapan herkesten seminer isterlerdi. Dolayısıyla böyle seminerciler vardı. Ama eğitim işinin sistematik olması için MHP Genel Merkezi tarafından bu Eğitimciler Kadrosu kuruldu.
Ocaklarda eğitim verecek eğitimcilere önce Bayındır Sokak’ta dördüncü katta kiralanan bir dairede hizmet içi eğitim uygulandı. İlk semineri Türkeş kendisi verdi. Ondan sonra her konuda sırayla seminerler verildi. Beşerî münasebetleri Namık Kemal Zeybek verdi. Sosyal değişim seminerini Taha Akyol verdi. Seyyid Ahmet Arvasi, insan ve insan ötesi konusunu anlattı. Böylece hareketin temel prensiplerini anlatacak 30 kişi seminerler verdi. Seminerlere katılanlar, Anadolu’ya gittiklerinde aldıkları eğitimi kendi ocaklarında uygulayacaklardı. Temel hedef buydu.
Daha sonra bunlar Türkiye’ye yayıldılar, hayırlı işler de yaptılar. Eğitimci olarak Muhsin Yazıcıoğlu da bir maaş aldı. O zaman ona, “Paralı asker mi oldun? İade et o maaşı!” dedim. Benim o sözüm üzerine aldığı maaşı iade etti. Ocak terbiyesi liderler için gerçekten hayatlarına mihenk oldu.
İyi de Eğitimciler kurulurken Gümrük ve Tekel Bakanlığında istihdam edileceklerini söylemiştiniz. Maaş almaları doğal değil miydi?
Onlar Gümrük ve Tekel Bakanlığına yerleştiler. Maaşları ve arabaları oldu. O arabalarıyla dolaşmaları gerekiyordu ve dolaştılar. Böylece hayırlı işler de yaptılar. Ben başkana böyle dedim işte. Diğerleri için bir şey demedim. Ben sadece Muhsin Başkan’a yakıştırmadığım için iade etti. Biz ideolojik adamlarız. Diyorum ya, ben babamın ev alacağı para ile bir dizgi makinesi alarak bir matbaa ile ortak oldum. Daha sonra o matbaa büyüyünce Ahmetler’de Sivas Yurdunun altında Hasret Matbaası’na dönüştü. Ofset tesislerimiz oldu. Hamamönü’nde cadde üstündeki Yapıcıoğlu Apartmanı’nda ofisimiz oldu. Burçak Lokantasını açtık. Yayınevi kurduk ve kitap çıkardık. Daha sonra Sedaş Holding olduk. Açtığımız her kuruluşu ayrı ayrı şirketleştirerek holdingleştik.
Holdingin yönetim kurulu başkanı kimdi?
İstihbaratın başında olan Yılmaz Şenyüz’dü. Yönetim kurulu üyeleri de benimle birlikte Şefkat Çetin, Hasan Çağlayan, Mustafa Mit, Muhsin Yazıcıoğlu idi. Başkanlar aynı zamanda gizli yönetim kurulu üyesi idi. Şirketin ilk nüvesini babamın Çankaya’dan ev alacağı birikimi teşkil etti. Ama sonradan büyüdü koca holding oldu. Holding olmasında Vedat Şendil’in emeği çok.
Peki holdingleşince senin şirketteki hissen ne oldu?
Ne saçma soru! Böyle kapitalist kavramlara ne ihtiyacımız var? Şirkette hissem mi var ki! 12 Eylül İhtilali’nden sonra o öldü, uçtu gitti. Şirket yok oldu. Biz cezaevine girip geride bıraktıklarımız sahipsiz kalınca matbaa makineleri filan hepsi kayboldu.

Ülkücüler Türk Dünyasını Tanıyor muydu?
Ne kadar çalışkan bir entelektüel olduğunuzu hepimiz biliyoruz. Sizin onlarca insanın çabasına rağmen gördüğüm kadarıyla Ülkücülerin ufku Türkiye sınırlarının dışına çıkamadı. Nizam-ı âlem diyen bir hareketin mensupları, yerellikten öteye gidemediler. Ülkücülerin kendi hinterlantlarını yeterince tanımadıklarını düşünen bir insanım. Türk dünyasına ilişkin algılarının Nihal Atsız’ın romantizminin ötesine geçemediğini düşünüyorum.
Biz bu konuda çalıştık. Türkiye Yazarlar Birliği’ndeyken Türkçenin Uluslararası Şiir Şölenleri’nden tut, Türk dünyasıyla ilişkiler noktasında çalışmalar yaptık ama…
Ama çok romantik münasebetlerdi onlar.
Genel anlamda eskiden teşkilatlarında Kürşat’ın resmi olan Ülkücüler, ne yazık ki Türk dünyasına ilişkin bir proje geliştiremediler.
Yani Kürşat’ın 40 kişiyle Çin sarayını bastığını biliyor ama Horasan’ı Erzurum’un Horasan ilçesi zannediyor.
Türk dünyasına ilişkin gelecek projeksiyonu olmadı maalesef. Mevcudu okuma noktasında da bir projeksiyonu olmadı. Burada bir talihsiz dönem oldu, o da Azerbaycan’ın bağımsızlığını kazandığı dönem. Elçibey’in cumhurbaşkanı olduğu 90’lı yılların başında buradan Azerbaycan’a giden insanlar, orada Sovyetler’den artakalan cemiyeti kendilerine çok yabancı buldular. Yani el âlemin karısına kızına el uzatma mı dersin, Sovyet şehirlerinde yaşayan insanların seviyesini anlamamış buradaki birtakım magandalar, oradaki insanların hem kültürel değerlerini hem ekonomik değerlerini iğdiş ettiler. Yani burada 1000 dolara sattığı ürünü, oradan 100 dolara alanlar oldu.
Dahası buranın okumuşu gitmedi o tarafa. Nerede kopuk tayfa var, onlar gitti. Önce tacirler gitti.
Bunda siyasi hareketlerin büyük vebali var. Bu noktada 12 Eylül sonrasındaki MHP’nin, milliyetçi entelektüel seviyenin gelişmesinde tıkayıcı bir rolü olduğunu ifade etmek zorundayım.
“Biz ocak yönetimine geldiğimizde, Esir Milletler Haftası’nı, Esir Türkler Haftası’na çevirdik.” demiştin. Bunun için de Türkiye’de faaliyet gösteren yurt dışı Türklerin derneklerini organize ettiğini söylemiştin. Bu derneklerle 12 Eylül öncesinde temasınız hangi düzeyde idi?
İsa Yusuf Alptekin, Doğu Türkistan’ın ilk cumhurbaşkanı idi. Bizim faaliyetlerimize katılırdı. Biz ondan çok seminer dinledik.
Sizin de yurt dışında partner kuruluşlarınız var mıydı? Yurt dışı ile temasınız var mıydı?
Hayır yoktu. Kendi ulusal sınırlarımızı aşamamıştık. Aslında sınırlarımızı aşmışız da acı ama gülünç bir şekilde aşmışız. O da Frankfurter Allgemeine, Alman Hristiyan demokratları, Fransa’daki faşist örgüt başkanının bizi ziyarete gelişi gibi. Demek ki yurt dışında bu örgütlerin zaviyesinden algılanıyormuşuz.
Türk dünyasını, buraya gelen Türklerin anlattığı kadarıyla mı biliyordunuz?
Tabii. Nasıl olsun ki? Bir tarafta komünist Rusya, bir tarafta Mao’nun Çin’i. Hangisiyle temasımız olabilirdi? Öbür taraf İran idi. Ama duygusal ve kültürel olarak bağımız vardı. Gecelerimizde Azeri folklor ekibi oynar, Türkistan Türküleri söylenirdi.

Necip Fazıl’ın MHP ile İlişkisi Ne Zaman Başladı
Necip Fazıl ile temasın var. Ahmet Kabaklı’ya, Erol Güngör’e, Cemil Meriç’e gidiyorsun. Dönemin entelektüel insanları ile temastasın. Necip Fazıl’ın ülkücü hareket ile ilk kontağı bildiğim kadarıyla 1977 yılındaki MHP Kongresi ile oldu. Sizin Necip Fazıl’ı MHP ile tanıştırmada nasıl bir etkiniz oldu?
Şöyle; ben Necip Fazıl’ın “Büyük Doğu”sunu zaten okuyordum. Rahmetli Türkeş, beni eli kalem tutan, ağzı laf yapan kişilerden biri olarak değerlendiriyordu. O yüzden, bazı isimlerle diyalog kurmamı isterdi. Mesela Ermeni Kilisesi’nin başındaki adam, Türk Patrik Selçuk Erenerol, iki tane MİT’çi İsmail Kaya-balı, Cemender Arslanoğlu, İsmet Paşa döneminin CHP eski genel sekreteri Kasım Gülek, Necip Fazıl ve hatta 44 olaylarında tutuklanıp birlikte yargılandığı Prof. Dr. Reha Oğuz Türkkan’a gidip temasta olmamı söylemişti. Reha Oğuz Türkkan, Amerika’dan gelmişti ve Amerikalı gibi uzun saçları vardı. Benimle konuşurken merhum Türkeş’ten “Alparslan” diye bahsederdi. Ben de bizim Başbuğ dediğimiz bir insandan onun “Alparslan” diye söz etmesine hayret ederdim. Türkeş’in beni onlara göndermesinin nedeni, onların olumsuz etkisini önlemek ve harekete pozitif katkılarını sağlamaktı. Aynı zamanda gençliğe milliyetçi hareketin mazisini inşa etme noktasında ufuk göstermek istemiş olabilir.


Necip Fazıl Kısakürek, Alparslan Türkeş

Türkeş, Necip Fazıl’ı da aynı amaçla mı ülkücü harekete kazandırmak istiyordu?
Bunların hepsi farklı farklı kişilerdi. Bunların tepkilerini elemine etmek istemiş olabilir. Bütün eserlerini okumuş biri olarak Necip Fazıl’a ben de gitmek istiyordum. Erenköy’deki evine gittim. Orada bana “Ne içersin?” diye sorduğunda “İlaç kokulu çaydan.” dedim. “Ooo Neslihan, ilaç kokulu çaydan içecekmiş.” dedi. O ne söylerse ben kendi kitabından laflar söyledim. Böylece onu etkilediğimi düşündüm. Yaptığımız o ilk görüşmeden sonra Necip Fazıl ile ilişkilerimiz hep iyi oldu. Ne zaman İstanbul’a gitsem Ahmet Kabaklı’ya uğrar, Necip Fazıl’ı aratırdım. Eğer Erenköy’deki eve gel derse oraya giderdim. Eğer Cağaloğlu’ndaki “Büyük Doğu”nun iki odalı yazıhanesine gelmemi isterse oraya giderdim. Böylece temasımız devam etti.
Bu arada haftada bir “Tercüman” gazetesinde Ahmet Kabaklı’ya uğrardım. Bunu “Cemal Amca” şiirimde de yazdım. Oradan Türk Edebiyatı Vakfına geçip Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu’nu yorardım. İstanbul’un ahvalini ondan sorardım.
Niyazi ağabey akar destandan,
Ruh olup içime akar destandan, diye bir de şiir yazdım.
O dönemde Türk Edebiyatı Vakfında “Türk Edebiyatı” dergisi çıkartılıyordu. Biz Beşir Ayvazoğlu ile “Divan” dergisini çıkarmaya kalkıştığımızda Ahmet Kabaklı “Gelin ‘Türk Edebiyatı’nı çıkartın. Niye ayrı bir dergi çıkartıyorsunuz ki?” demişti. Ona rağmen biz “Divan”ı çıkardık.
Gerçekten de çıkardığımız dergiyi sonradan çok beğenmişti.
Öte yandan Erenköy’de Necip Fazıl’ın evinden ayrıldıktan sonra da Göztepe’de Cemil Meriç’in evine uğrardım. Onun yanından ayrıldıktan sonra da Erenköy’de Seyyid Ahmet Arvasi’nin evinde sabahlardım. O bizim arkadaşımız gibiydi. Sabaha kadar onunla sohbet ederdik.


Mustafa Çalık,Cemil Meriç ve Lütfü Şehsuvaroğlu

Gençleri seven biri olmalı ki size sabah namazına kadar tahammül ediyormuş. Pek çok edipte, şairde görülmeyen bir tevazu ve özveri.
Onunla, Necip Fazıl ile Cemil Meriç ile yaptığım sohbetin kritiğini yapardık.
19-20 yaşında bir gençsiniz ve dönemin entelektüel adamlarını ülkücü harekete kazandırmak için siz görevlendiriliyorsunuz. Bir gariplik yok mu? Sizin önünüzde başka büyüklerin olması lazım. Niye size ya da emsaliniz başka genç insanlara bu görev veriliyor da diğer büyüklere bu görev verilmiyor? Sizde ne gibi özellikler buldu Türkeş?
Biz Ülkü Ocağı’nın dergilerini çıkartıyoruz. Seminerler veriyoruz. Yani bizim yaşımız önemli değil ki. O 20 yaşlarındaki çocuk daha lider tabiatlıydı. Şimdi yaşım 57 ama daha çocuk tabiatlıyım.
Mutlaka olgun gençlerdiniz. Lakin ideolojik olarak kendinizi kifayetli görüyor muydunuz? Ya da entelektüel olarak yeterli donanımınız var mıydı?
Şöyle, yalnız başımıza kaldığımızda kendimizi kifayetli görmüyorduk. Yalnız biz teşkilatı temsil ettiğimiz için yazdığımız her yazı teşkilatı temsil ediyordu. Yazdığımız her orta sayfa yazısı talimat idi. Mesela “Genç Arkadaş”ın üçüncü sayfasındaki yazı hareketin Edirne’den Kars’a kadar ocak başkanlarının bir emir gibi okuması gereken not gibiydi. Bir de derginin orta sayfa yazıları vardı. Onlar daha kapsamlı olurdu. İdeolojik çözümlemeler olur. Kapitalizmin ne olduğu, sosyalizmin ne olduğu teşkilatın dikkate alacağı yazılar üçüncü sayfa başyazı, bir orta sayfa da geniş tahliller yer alırdı. Öbür taraftakiler yazarlarını bağlar. Diğer sayfalarda şehitlerden, haber değeri olan olaylardan örnek verilen metinlerdir. Bir de arka sayfa yazıları vardır ki o yazılar duygusaldır. İsteyen arka sayfayı kesip asabilirlerdi.
Biz Marksizmle uğraşan bir dernek olduğumuz için Marksizmi de tanımak, öğrenmek isterdik. Gecenin birinde sabaha kadar İmam-ı Gazali’nin kitaplarını okurken, kendi tarihimizdeki örnekleri Bahattin Ögel’in, Atsız’ın Erol Güngör’ün, Ziya Gökalp’in ve onlar gibi aydınların kitaplarını okurken, dönüp “Kapital”i de okurduk. Marksizmi eleştiren kitaplar da okurduk. Komünist dergilerin hepsini okurduk. Örgütlerin özel yayınlarını da okurduk. Hatta öyle ki örgütlerin kendi içlerinde birbirlerini öldürecek dereceye varıncaya kadarki gizli mücadelelerine de vâkıf olurduk. Suçlamalarında özel bilgilerine kadar okurduk. Bazen de ihtisaslaşırdık. Mesela 80’den sonra bizim hem ilahiyatçı hem de avukat olan arkadaşımız Ömer Kayır, bu işlerle ilgilenirdi. Ömer Kayır, 80’den önce de yanımıza geldi. Bizim İlahiyat Fakültesinden de arkadaşlarımız vardı. Onlar şimdi profesör oldu. Bazıları şimdi profesör olan arkadaşlarımız da bu işleri tetkik ederler, dinî yayınları takip ederlerdi.
Mümtaz’er Türköne, sol yayınları takip ederdi. Bütün sol örgütlerin ne yazıp çizdiklerine vâkıftı mesela. Gider araştırır ve bize de anlatırdı. Biz de ayrıca takip ederdik. Burhan Kavuncu’nun da sol örgütleri takip etmede özel yetenekleri vardır.
Bütün bu faaliyetleri yaparken, okul ne durumdaydı?
Okul yerinde duruyordu. Arada fırsat bulunca gidiyorduk.
Sizin zamanınızda okuldan atılma diye bir şey yoktu galiba.
Vardı da yoktu.

Necip Fazıl, MHP’ye Ne Kazandırdı?
Bu yazarların kitaplarını dergilerini ocak olarak alıp dağıtmanız da söz konusu oluyor muydu?
Tabii… Örneğin Necip Fazıl’ın “Doğru Yolun Sapık Kolları” kitabından 1000 tane alıp ocak olarak dağıtmıştık. Bu nedenle kendisine 18 bin 200 TL borcumuz vardı. Bir gün Ankara’dan İstanbul’a giderken muhasebeden 18 bin lirayı alıp zarfa koydum. Götürdüm, Cağaloğlu’ndaki “Büyük Doğu”nun bürosunda Necip Fazıl’a verdim. Biliyorsun, Necip Fazıl aristokrat tavırlı bir şairdi. Bizde aristokrat çıkması önemlidir. Üstat da sahip olduğu dil itibarıyla aristokrat sayılır. O yüzden birçok siyasi partinin yapamayacağını tek başına yapmıştır. Camide mahpus Müslüman’ı sokağa, üniversiteye taşımıştır. Üstat’ın fonksiyonu çok önemlidir. O da benim gibi Dulkadiroğulları’ndandır. Onunla tanıştığım ilk gün, Sivaslı olduğumu söylediğimde, “Hayır sen Maraşlısın.” dedi. “Şehsuvaroğlu, Dulkadiroğulları’ndandır. Ben de Dulkadiroğlu’yum.” dedi. Böylece bir başka sohbetimiz oldu. Üstat’ın üniversite gibi, siyasi parti gibi, bir örgüt başkanı gibi, bir radyo şefi gibi, bir yayın kurulu başkanı gibi, bir tekke gibi fonksiyonları gerçekten de o zaman ihtiyaç olan bir açılım sağladı. Bunu ne MTTB ne de MSP başarabilmişti. Bunu o aristokrat kimliği ile Necip Fazıl başardı. Fakat aristokrat olmakla birlikte ben ona 18 bin lira zarfa koydum götürdüm. Bir aristokrat zarfı açıp para saymamalıdır. Alıp çekmeceye atmalıdır. Bunun nitekim bir benzerini çok zengin bir iş adamı yaptı. Muhsin Başkan beni adamın evine gönderdi, ben de ondan bond çanta içinde 150 bin lira aldım, getirdim verdim. Başkan çantayı aldı bir kenara attı. “Saymayacak mısın?” dedim, saymadı. Üstat da 18 bini saydı. Saydıktan sonra, “Lütfullah, nerede bunun küsuratı?” dedi. Tabii daha önce muhatap olduğu akıncı gençlerden, MTTB’li gençlerden biri olsaydı, “Aman üstadım, yanlışlık oldu üstadım, yarın getiririm üstadım.” lafını duyardı. Ben parayı saymasına zaten bozulmuştum. O öfkeyle, “

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/hasan-yilmaz/ocak-sonmesin-diye-lutfu-sehsuvaroglu-kitabi-69428518/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
Ocak Sönmesin Diye – Lütfü Şehsuvaroğlu Kitabı Hasan Yılmaz
Ocak Sönmesin Diye – Lütfü Şehsuvaroğlu Kitabı

Hasan Yılmaz

Тип: электронная книга

Жанр: Зарубежная публицистика

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Türkiye Cumhuriyeti’nin toplumsal ve siyasal hayatının dönüm noktalarından biri olan 12 Eylül, öncesiyle ve sonrasıyla Türk siyasi tarihinde merkezî bir yere sahiptir. Şüphesiz bu dönemi diğer dönemlerinden ayıran itici kuvvet, idealist gençlerdir. 12 Eylül’e gelinirken “sağ”ı ve “sol”u şekillendiren bu gençler, sadece teorik düzlemde kalmamış ve düşüncelerini pratiğe geçirerek döneme damgalarını vurmuştur. “Kanımız aksa da zafer İslam’ın!” sloganının mucidi; Ülkü Ocakları’nın son genel başkanı; şiir, roman, deneme, biyografi ve araştırma inceleme türlerinde eserler vermiş üretken bir yazar olan Lütfü Şehsuvaroğlu, bu idealist gençlerden biri olarak dönemin en önemli tanıklarından biridir. Türk abide şahsiyetleri -özellikle de Necip Fazıl Kısakürek ve Muhsin Yazıcıoğlu- ile genç yaşlarından itibaren irtibat hâlinde olan Şehsuvaroğlu, söyleşi şeklinde hazırlanan bu kitapta, dönemin Türkçülük, İslamcılık, milliyetçilik fikrî akımlarını teorik ve pratik yönleriyle ortaya koyuyor, tespit ve tanıklıklarıyla günümüzdeki gelişmeleri de kapsayan bir yelpaze içinde Türk okuyucularına sunuyor.

  • Добавить отзыв