Yavuz Sultan Selim’den Halife Abdülmecit’e Yedi İklimin Sultanları Osmanlı Halifeleri

Yavuz Sultan Selim’den Halife Abdülmecit’e Yedi İklimin Sultanları Osmanlı Halifeleri
Hasan Yılmaz
Hz. Peygamber’in vefatından itibaren halifelik İslam dünyasında Müslümanların siyasi hayatının merkezine oturttuğu en önemli konu olagelmiştir. Dört Halife, Emeviler ve Abbasiler döneminde halifelik her zaman siyasi bir kurum olarak merkezî bir yere sahip olmuştur. Daha sonra Abbasi halifesinin Memlûk koruyuculuğuna geçmesiyle her ne kadar halife siyasi ağırlığını yitirse de hilafet, Müslüman dünyasında her yönden önemini korumuştur. Yavuz Sultan Selim’in Memlûk Devleti’ne son verip halifeliği Türk dünyasına taşımasıyla da son halife Abdülmecit Efendi’ye ve bir yönüyle de günümüze kadar bu kurum, Türk siyasi hayatında çok önemli bir rol oynamıştır. Elinizdeki kitapta, Yükselme Dönemi’nin doruklarındayken hilafeti Osmanlı İmparatorluğu’nun bünyesine alan, çöküşle beraber padişahlıkla birlikte halifelik unvanını da kaybeden Osmanlı halifelerinin hayatlarına tanıklık edeceksiniz.

Hasan Yılmaz
Yavuz Sultan Selim’den Halife Abdülmecit’e. Yedi İklimin Sultanları Osmanlı Halifeleri

HALİFELİK
İslam dini, insanlığa gönderildiği dönemde kabile ve boylar hâlinde, dağınık bir şekilde yaşayan bir topluluğu devlet çatısı altında toplamış yegâne dindir. O devletin adı İslam Devleti, o devletin ilk başkanı Hz. Muhammed olmuştur. Arap Yarımadası’nda kurulmasından dolayı, bulunduğu coğrafyanın tarihsel, kültürel ve politik tecrübeleri de devletin kurumlarının, kurallarının oluşmasında etkili olmuştur.
Halife, Hz. Muhammed’in vefatından sonra Müslümanların dinî liderliğini yapmış kişilere verilen isimdir.
Halifelik sistemi sekiz dönemde incelenmektedir. Birinci dönem, dört halife devridir. Diğer dönemler ise çeşitli devletlerin bünyesindeki halifelikleri kapsamaktadır.
İhtilaflı olmakla birlikte toplam 132 halife görev almıştır. İlk halife 632’de görevi üstlenen Hz. Ebu Bekir, son halife ise 1924’te görevine son verilen II. Abdülmecit’tir
İslam tarihinde 661-750 yılları arasında 89 yıl hüküm süren Emeviler döneminde toplam on dört halife görev yapmıştır.
Kimi tarihçiler tarafından kabul edilmemekle birlikte Abbasi ihtilalinden kaçan Emeviler Endülüs’te hilafet iddiasını sürdürmüştür. Endülüs Emevi Devleti’nde 16 halife görev yapmıştır.
750-1258 yılları arasında toplam 508 yıl hüküm süren Abbasiler döneminde ise toplam otuz yedi halife görev yapmıştır.
İslam inancının Şia ekolüne mensup Fâtımî halifeleri ise 910-1171 yılları arasında görev yapmışlardır. Abbasiler ile çağdaş olan ve 161 yıl hüküm süren Fâtımîler devrinde on dört halife görev yapmıştır.
Abbasilerin yıkılmasından sonra, 1259-1517 yılları arasında Mısır’da egemenliği üstlenen Memlûkler döneminde on sekiz halife görev yapmıştır. 258 yıl hüküm süren Memlûkler döneminde halifelik makamı Abbasi soyundan gelenlerde kalmıştır.
Yavuz Sultan Selim’in Ridaniye seferinden sonra halifelik Araplardan Türklere geçmiş ve 1517-1924 yılları arasında Osmanlı Devleti’nde otuz halife görev yapmıştır.

HULEFA-İ RAŞİDİN VE HZ. HASAN DÖNEMİ


EMEVİLER DÖNEMİ




ENDÜLÜS EMEVİLERİ DÖNEMİ




ABBASİLER DÖNEMİ




FÂTIMÎLER DÖNEMİ




MEMLÛKLER DÖNEMİ




OSMANLILAR DÖNEMİ




HULEFA-İ RAŞİDİN VE HZ. HASAN DÖNEMİ


HZ. EBU BEKİR (632-634)

574 yılında Mekke’de dünyaya geldi. Anne ve babasının mensup olduğu Teym Kabilesi’nin soyu Mürre b. Kâ’b’da Hz. Peygamber’in soyu ile birleşir. Kaynaklarda “güzel, soylu, eski, azad edilmiş” anlamlarına gelen Atîk lakabıyla anılır. Atîk lakabıyla anılmasının nedeni de Hz. Peygamber’in, “Sen Allah’ın cehennemden azat ettiği kimsesin.” şeklindeki iltifatıdır.
Müslüman olmadan önceki esas adı Abdü’l Kâ’be’dir. İslam’ı kabul ettikten sonra, Hz. Muhammed onun adını Abdullah olarak değiştirmiştir. Arapçada “deve yavrusu” anlamına gelen Bekir adını verdiği bir çocuğu olmadığı hâlde kendisine Ebu Bekir künyesinin niçin verildiği konusunda yeterli bilgi yoktur.
Servetini Allah yolunda harcayıp eski elbiseler giydiği için “Zü’lhilâl”, çok şefkatli ve merhametli olduğu için “Evvâh” lakaplarıyla da anılmıştır. Ancak onun en meşhur lakabı Sıddîk’tir.
Hz. Peygamber’in vefatından sonra onun devlet yönetimi görevini üstlendiği için de “Halifetü Resulullah” unvanıyla anılmıştır.
Hz. Ebu Bekir de çağdaşlarıyla benzer bir hayat sürecinden geçmiştir. Mekke’nin doğası gereği gençliğinde elbise ve kumaş ticaretiyle uğraştı. İslam inancını benimsediğinde 40 bin dirhem kadar sermayesi bulunduğu, ticaret kervanlarıyla Suriye ve Yemen’e yolculuk yaptığı bilinmektedir. Hz. Muhammed’in, yirmi beş yaşındayken katıldığı Suriye kervanında o da bulunmuştur.
İlk evliliğini Kuteyle binti Abdüluzzâ adlı bir hanımla yaptı. Bu evlilikten oğlu Abdullah ile kızı Esma doğdu. Hz. Muhammed, tebliğ görevini üstlendiğinde ona ilk inananlardan biri Hz. Ebu Bekir oldu. Karısı Kuteyle İslamiyeti kabul etmeyince onu boşayıp Ümmü Rûmân ile evlendi. Ümmü Rûmân’dan Abdurrahman ile Ayşe dünyaya geldi. Ümmü Rûmân vefat edince Esma binti Umeys ile evlendi ve bu hanımından Muhammed adını verdiği bir oğlu oldu. Vefatından birkaç ay sonra da diğer hanımı Habibe binti Harice’den Ümmü Gülsüm adlı kızı dünyaya geldi.
Hz. Muhammed’in en yakın arkadaşı idi. İslam’ın Mekke’de yayılmasında Hz. Ebu Bekir’in, Kureyş’in ileri gelenlerinden biri olmasının etkisi büyük olmuştur. Mekke’deki birçok kişi, onun sayesinde Müslüman olmuştur. Bu kişiler arasında, cennet ile müjdelenen on kişiden Hz. Osman, Sa’d b. Ebu Vakkas, Talha b. Ubeydullah, Zübeyr b. Avvâm, Abdurrahman b. Avf ve Ebu Ubeyde b. Cerrah ile Osman b. Maz’ûn, Abdullah b. Mes’ud, Ebu Seleme el-Mahzümî, Halid b. Said b. Âs, Ubeyde b. Hâris, Habbâb b. Eret, Erkam b. Ebü’l-Erkam, Bilal-i Habeşi, Suheyb-i Rûmî gibi İslam tarihinin önemli isimleri vardır.
Mekke’de Müslüman olan köleleri, zayıf ve güçsüz kimseleri, yapılan ağır eziyetlerden büyük paralar ödeyerek kurtaran kişilerden biri de Hz. Ebu Bekir idi. İşkencelerden kurtardığı sahabiler arasında ezanı ilk okuyan Bilal-i Habeşi de vardır.
Onun servetini bu şekilde harcamasından rahatsız olan babası Ebu Kuhâfe, güçsüz ve zayıf köleler yerine güçlü kuvvetli kimseleri satın almasını tavsiye ettiği zaman babasına, satın aldığı kölelerden faydalanmayı düşünmediğini, bu hareketiyle Allah’ın rızasını kazanmayı umduğunu söylemiştir.
Araplar arasında soyculuk çok yaygın olduğu için aynı soydan olmak dostluk kurulmasını kolaylaştırırdı. Hz. Muhammed, Mekke’de insanları İslam’a davet ederken yanında çoklukla Hz. Ebu Bekir olurdu. Hz. Ebu Bekir soy ilmini iyi bildiği için Hz. Muhammed’in çeşitli kabile üyeleriyle kolayca dostluk kurmasına yardımda bulunurdu. Sözlü tarih denilebilecek neseb ve soy bilgisi, yani ensab, o dönemde bireyin toplum içindeki tüm hak ve yükümlülüklerini tesis ediyordu. Arapların o dönemde neseb konusunda diğer milletlerden çok ileri oldukları söylenir. Doğal olarak her kabilenin üyelerinin neseblerini takip eden bir nessabı bulunmakta ve kimi zaman önemli neseb kayıtları, kabilenin anlaşmalarının ve kayda değer olaylarının (ahbar) tutulduğu divana da yazılmaktaydı.
İslam’ın beşinci yılında, Kureyşliler’in Müslümanlara işkenceyi iyice arttırdıkları bir dönemde dayısının oğlu Hâris b. Halid ile Habeşistan’a gitmek üzere Mekke’den ayrıldı. Yolda karşılaştığı arkadaşı İbnü’d-Düğunne, Kureyş ileri gelenleri ile görüşerek, inancını kimseyle paylaşmaması şartıyla Mekke’de kalmasını sağladı. Ancak Ebu Bekir bu duruma daha fazla dayanamadı ve Kureyşliler’le yaptığı anlaşmayı bozdu. Bunun üzerine İbnü’d-Düğunne artık kendisini himaye etmeyeceğini söylese de Hz. Ebu Bekir sadece Allah’ın himayesine sığındığını belirterek Mekke’de oturmaya devam etti.

Hz. Muhammed’in Hicret Arkadaşı Oldu
Mekke’nin Müslümanlar için son derece tehlikeli hâle geldiği bir dönemde diğer Müslümanlar gibi o da Medine’ye hicret etmek istedi. Hz. Muhammed, ona acele etmemesini, Allah’ın kendisine bir arkadaş bulacağını söyleyince çok sevindi. Çünkü birlikte hicret edeceği arkadaşının Hz. Muhammed olduğunu anlamıştı. Onun peygamber ile yakınlığını, aynı günlerde kızı Ayşe’nin Hz. Muhammed ile evlenmesi pekiştirdi.
Aralarında geçen bu diyalogdan dört ay sonra Resul-i Ekrem, Kureyşliler kendisini öldürmeye karar verince Ebu Bekir’in evine gelerek Medine’ye hicret edeceklerini söyledi. O gece müşrikler tarafından evi kuşatılan Hz. Peygamber, yatağına Hz. Ali’yi yatırarak Ebu Bekir’le birlikte Sevr Mağarası’na doğru hareket etti. Resul-i Ekrem, kendilerini takip eden müşriklerin mağaranın ağzına kadar gelmesi üzerine korkuya kapılan Hz. Ebu Bekir’i teselli ederek onların kendilerine zarar veremeyeceğini söyledi. Daha sonra inen ve Ebu Bekir’in bu üzüntüsünü dile getiren ayette Allah’ın resulünün onu, “Üzülme, Allah bizimledir.” diye teselli ettiği belirtilmiştir. Hz. Ebu Bekir bu dostluğu nedeniyle edebî metinlerde mağara dostu, can yoldaşı olarak anılmıştır.
Hz. Ebu Bekir, Medine’ye hicret ettiğinde yanında 5000 dirhem parası vardı. Bu para ile yaptığı ilk işlerden biri Hz. Muhammed’in mescit yapılmasını uygun gördüğü arsayı satın almak oldu. Geçimini ticaret yaparak sağlayan Hz. Ebu Bekir, Mekke döneminde olduğu gibi Medine döneminde de Hz. Muhammed’in yanından hiç ayrılmadı. Komutanlığını Hz. Muhammed’in yaptığı bütün savaşlarda, ayrıca Hudeybiye Antlaşması ve veda haccı sırasında da onun yanındaydı.
Hz. Muhammed, Bedir Savaşı öncesinde onunla durum değerlendirmesi yaptı. Ebu Bekir, Hz. Muhammed için kurulan kumandanlık karargâhında onun yanında yerini aldı. Bu savaşta müşriklerin safında bulunan oğlu Abdurrahman ile savaşmasına Hz. Muhammed izin vermedi. Bedir’de alınan esirlere nasıl davranılması gerektiği konusunda Hz. Peygamber onun görüşüne uydu. Hz. Ebu Bekir, aynı zamanda Uhud Savaşı’nın Müslümanlar aleyhine gelişme gösterdiği anda vücudunu Hz. Muhammed’e siper eden ve yanından hiç ayrılmayan birkaç sahabiden biri idi.
Hicretin altıncı yılında Müslümanlar Mekke dışında bulunan Hudeybiye mevkisinde Kureyşli atlılarla karşılaştıkları zaman Hz. Muhammed yine onunla istişarede bulundu. Barış görüşmeleri esnasında, Kureyş elçisi Urve b. Mes’ûd’un Müslümanları hedef alan ve onların Hz. Muhammed’i bırakıp kaçacaklarını iddia eden hakaret dolu sözlerine sert tepki gösterdi. Hudeybiye Antlaşması üzerine nazil olan Fetih Suresi’ni en iyi anlayanlardan biri olarak umre yapılmadan Medine’ye dönme kararını bir türlü kabul edemeyen Hz. Ömer’i ikna etti.
İslam’ın yayılışında seriyyelerin büyük önemi vardı. Silahlı küçük birliklerle yola çıkan davet heyetleri, kabilelere İslam’ı tebliğ ediyordu. Seriyye denilen bu birlikler, gerektiğinde karşı taraf ile savaşa tutuşuyordu. Hz. Muhammed 628 yılının aralık ayında Necid bölgesine gönderdiği seriyyeye Ebu Bekir’i komutan tayin etti; o da Beni Kilâb ve Beni Fezâre kabilelerini yola getirerek Medine’ye döndü.
Ebu Bekir’in babası, Mekke’nin fethinden sonra Müslüman oldu. Müslüman askerler Mekke’ye girdiği zaman Ebu Bekir de doğruca babasının yanına gitti, onu Hz. Muhammed’in huzuruna getirerek Müslüman olmasını sağladı. Böylece sağlığında annesi, babası ve bütün çocukları Müslüman olan yegâne sahabi oldu.
Hz. Ebu Bekir, Huneyn Gazvesi ve Taif Muhasarası’na da katıldı. Tebük Seferi’nde Resulullah’ın kendisine verdiği en büyük sancağı taşıdı. Ordunun bu savaşa hazırlanması için bütün servetini Resul-i Ekrem’in emrine verdi. Hicretin dokuzuncu yılında bizzat hacca gitmeyen Hz. Muhammed, Ebu Bekir’i 300 sahabi ile hac emiri tayin etti. Bir yıl sonra da Hz. Muhammed ile birlikte veda haccına katıldı.
632 yılında, mayıs ayının son haftasında rahatsızlanan Hz. Muhammed, Müslümanlara yaptığı konuşmada, Allah’ın bir kulunu dünya ile kendi yanında olandan birini tercih etmekte serbest bıraktığını, o kulun da Allah’ın yanında olanı tercih ettiğini söylemesi üzerine Hz. Ebu Bekir kastedilen kişinin Resul-i Ekrem olduğunu anladı ve ağlamaya başladı. Resulullah onun susmasını istedi ve Ebu Bekir’in kapısı dışında mescidin avlusuna açılan bütün kapıların kapatılmasını emretti. Bunun sebebini açıklarken de İslamiyete ondan daha faydalı kimseyi tanımadığını, insanlar arasında bir dost edinecek olsa onu tercih edeceğini söyledi. Hastalığı namaza çıkamayacak kadar ilerleyince namazı Ebu Bekir’in kıldırmasını istedi.
Hz. Muhammed, pazartesi günü kendini iyi hissederek sabah namazı için mescide gitti ve namaz kıldırmakta olan Ebu Bekir’in yanında namaza durdu. Hz. Muhammed’in iyileşmesine bütün ashab gibi Hz. Ebu Bekir de çok sevindi. Namazdan sonra Hz. Muhammed’i ziyaret ederek, bir süreden beri uğramadığı evine gitmek için izin aldı. Birkaç saat sonra Hz. Muhammed’in vefat ettiğini öğrendi. Onun yattığı odaya girerek yüzünü açtı, alnını öptü ve daha sonra mescide geçti. Hz. Muhammed’in ölümünü kabul etmek istemeyen Hz. Ömer gibi şaşkınlık içindeki bir çok sahabiyi ikna eden ünlü konuşmasını yaptı.

Hz. Muhammed’in İlk Halefi Oldu
Hz. Muhammed’in vefatıyla birlikte yerine kimin geçeceği tartışmaları başladı. Bu tartışmalarda Medine kökenli Ensar ile Mekke kökenli muhacirden oluşan sahabilerin tutum farkları ortaya çıktı. Sakifetü Beni Saide denilen yerde toplanan ensarın Hz. Muhammed’in yerine kimin geçeceği konusunu görüştüklerini öğrenen Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer’le birlikte toplantının yapıldığı yere gitti. Burada yapılan tartışmalarda ensardan ve muhacirlerden ayrı ayrı temsilcilerin Hz. Muhammed’in yerine göreve getirilmesi tartışılıyordu. Hz. Ebu Bekir, Müslümanların birliğinin tek liderin arkasında toplanarak sağlanacağını söyledi. Onun adayı Hz. Ömer ve Ebu Ubeyde b. Cerrah oldu. Toplantıda hazır bulunan sahabiler onun halife olmasını uygun görerek Mescid-i Nebevi’de kendisine biat ettiler. Hz. Ebu Bekir, takip edeceği siyasetin genel esaslarını ortaya koyan meşhur hutbesinde Müslümanların en iyisi olmadığı hâlde onlara başkan seçildiğini ifade ederek doğru hareket ederse kendisine yardım etmelerini, yanlış davranırsa doğrultmalarını, Allah’a ve resulüne itaat ettiği müddetçe Müslümanların da kendisine itaat etmelerini istedi.
İslam Devleti, artık kendi tecrübesini oluşturmak zorundaydı. Hz. Muhammed’in vefatından sonra Arap coğrafyasında çeşitli çalkantıların meydana gelmesi kaçınılmazdı. Onun sağlığında peygamberlik iddiasında bulunan sahtekârların, vefatını takiben yeniden boy göstermeleri kaçınılmazdı. Ayrıca Hz. Muhammed, vefat etmeden önce, Mute Savaşı’nda şehit olanların intikamını almak üzere Suriye’ye göndermek üzere bir ordu hazırlamıştı. Hz. Ebu Bekir’in ilk işi, Üsame b. Zeyd’in komutasındaki bu orduyu sefere göndermek oldu. Sahabilerden bir kısmı ordunun sefere çıkmasını, mürtetlik hadiselerine sebep olabileceğini öne sürerek istememişti. Buna rağmen Ebu Bekir, 26 Haziran 632 tarihinde orduya hareket emrini verdi. Verilen görev için Suriye’ye kadar giden ordu, düşman birlikleriyle karşılaşmadan geri döndü. Dönüş yolunda, sahabeden bir kısmının kaygılarını gidererek, Hz. Muhammed’in vefatını fırsat bilip isyan eden kabilelere yeniden diz çöktürdü.

Mürtetler ve Sahte Peygamberlerle Uğraştı
Ebu Bekir’i, halifeliğinin ilk yılında en çok uğraştıranlar, mürtetler oldu. Peygamber olduğu iddiasıyla ortaya çıkanlar, İslam inancını bırakıp eski pagan inanışına dönenler, Ebu Bekir’in mücadele ettiği gruplar oldu. Arap Yarımadası’ndaki kabilelerin bir kısmı da Hz. Muhammed’in vefatını takiben devlet otoritesini tanımadıklarını ilan ettiler. Arabistan’ın değişik bölgelerinde yaşayan, henüz Müslüman olmuş bazı kabileler Medine’nin egemenliğini reddettiler. Bunların bir kısmı yalancı peygamberlere tabi olurken bazıları zekât vermeyeceklerini bildirdiler. Sahte peygamberlerle mücadele edilmesi konusunda sahabiler arasında itiraz eden olmazken, zekât vermek istemeyenlere ne yapılması gerektiği tartışma konusu oldu. “La ilahe illallah!” diyenlerle savaşmanın doğru olmayacağını savunan görüşler ortaya çıktı. Ebu Bekir, namaz ile zekâtı birbirinden ayrı ibadetmiş gibi görmek isteyenlerle savaşmanın şart olduğunu ve dinin tamamlandığını, dinin bazı esaslarının terk edilmesine izin vermeyeceğini söyleyerek Hz. Ömer’den yardım istedi. Onun kararlı tutumu kafalardaki kuşkuları giderdi. Ağustos-Eylül 632’de yüz kişilik bir süvari birliğinin başına geçerek Fezâre Kabilesi’nin zekâtına el koydu ve içlerinden Medine’ye saldırmak isteyenleri dağıttı. Aynı günlerde Medine ve çevresindeki kabilelerden gelen yardımcı güçlerle birleşerek peygamberlik iddiasında bulunan Tuleyha b. Huveylid üzerine silahlı güçler gönderdi. Halid b. Velid komutasındaki silahlı güçler, dönme hareketlerinin bastırılmasında ve bilhassa Tuleyha, Secah ve en ciddi sahte peygamberlik iddiasında bulunanlardan Müseylemetül Kezzâb’ın ortadan kaldırılmasında büyük başarı kazandı. Aynı şekilde Yemen, Bahreyn ve Umman’daki isyanlar da silahlı birliklerle bastırılıp, ayaklananların tekrar imana gelmeleri sağlandı.
Hz. Ebu Bekir, ilk büyük seferini Sasaniler’e karşı yaptı. Bu amaçla Sasaniler’in yönetiminde bulunan Fırat’ın aşağı taraflarındaki bölgelere ordu gönderdi. Halid b. Velid komutasındaki ordu, Basra Körfezi’ndeki önemli yerleşim merkezlerini fethetti. Daha sonra sefere devam ederek Suriye cephesini açtı.

İlk Yayılma Bizans Topraklarına Doğru Oldu
İslam Devleti, Hz. Muhammed’in sağlığında Bizans ile ilk defa Mute Savaşı ile karşılaşmıştı. Hz. Ebu Bekir de dönemin en güçlü devletlerinden biri olan Bizans’la çarpışmayı göze aldı. Bu amaçla 633 yılının sonbaharında her biri üç bin kişiden oluşan üç ayrı birlik oluşturup Suriye’ye gönderdi. Üç ayrı koldan yola çıkan ordular, önce Vâdilarabe’yi ele geçirdi. Daha sonra Filistin’deki Kaysariye ve Gazze şehirlerini fethetti. Bu sırada ayrı bir koldan yola çıkan Halid b. Velid, Şam yakınlarına ulaşıp 23 Nisan 634 tarihinde Mercirâhit karargâhındaki Bizans askerlerini yendi. Oradan Şam’ın güneyine doğru ilerleyen diğer komutanlar ile Busra şehrini ele geçirdi. Daha sonra 30 Temmuz 634’te Bizans’a karşı yapılan Ecnâdeyn Savaşı ile Filistin’in kapıları İslam Devleti’ne açıldı. Hz. Ebu Bekir, Filistin kapılarının açıldığı savaşın neticesini öğrendikten sonra, 23 Ağustos 634 tarihinde, altmış üç yaşında vefat etti.

634’te Vefat Etti
Kaynaklarda, orta boylu, zayıf yapılı, seyrek sakallı, keskin bakışlı, gür saçlı, sarıya çalan, güzel ve ince yüzlü olarak tasvir edilen Hz. Ebu Bekir, vefat etmeden önce yerine kimin geçeceğini, cenaze işlemlerinin nasıl yapılacağını vasiyet etmişti. Kendinden sonra halifenin Hz. Ömer olması konusunda da Hz. Osman’a ahitname yazdırmıştı. Cenazesinin Esma binti Umeys tarafından yıkanmasını ve eski elbiseleriyle kefenlenmesini de vasiyet etmişti. Cenaze namazını Hz. Ömer kıldırdı. Hz. Ömer, Hz. Osman, Talha b. Ubeydullah ve oğlu Abdurrahman tarafından kabre konuldu.
Vahiy kâtiplerinden olan Hz. Ebu Bekir, Hz. Muhammed’in sırrını saklamayı çok iyi bilir, yanında çok edepli davranırdı. Medine’ye elçiler geldiğinde onlara Hz. Peygamber’i nasıl selamlayacaklarını öğretir, huzurunda sükûnetle oturmalarını tembih ederdi. İslam öncesi dönemde Kureyş’in kan davaları ile ihtilaflarına bakmakla görevli olan Ebu Bekir, sosyal ilişkileri düzenlemeyi iyi bilirdi. İslam öncesinde Kâbe’deki putlara tapmayan, hanif inancıyla yaşayan kimselerdendi. Başta Kureyş olmak üzere Arap kabilelerinin tarihini çok iyi bilirdi ve ensab ilminin en yetkin âlimlerinden sayılırdı
Kur’an’ı ezbere bilir ve çok duygulu bir şekilde okurdu. Nitekim imamlık yapacak kimselerin Kur’an’ı en iyi bilen ve en güzel okuyanlardan seçilmesini tavsiye eden Hz. Peygamber, yerine namaz kıldırmakla sadece onu görevlendirmişti. Döneminde yaptığı en büyük hizmetlerden biri Kur’an-ı Kerim’i mushaf hâline getirmek oldu.
Hz. Ebu Bekir hadislerin rivayetine önem verir, Resul-i Ekrem’den bizzat duymadığı bir hadisi rivayet eden sahabilerden bunu Resulullah’ın söylediğine dair şahit getirmesini istediği olurdu.
Hz. Ebu Bekir ile Ömer “şeyhayn” diye anılmış, Kur’an ve sünneti çok iyi bildiği için Ebu Bekir’e “Şeyhülislam” unvanının verildiğini söyleyenler de olmuştur.

İlk Hazineyi Kurdu
Halife seçildikten altı ay kadar sonra evinde veya evinin yanında ilk defa beytülmal denilen devlet hazinesini kuran Hz. Ebu Bekir, buraya muhafız tayin edilmesini teklif edenlere de kilitli olduğu için korkuya gerek bulunmadığını söyledi. Esasen kendisi, ganimet ve fey denilen, Müslüman olmayan tebaadan alınan gelirleri sahabiler arasında eşit olarak hemen dağıttığı için beytülmalın korunmasına fazla ihtiyaç yoktu. Nitekim vefat ettiği zaman Hz. Ömer bazı sahabilerle beytülmala girdiğinde burada bir dirhemden başka bir şey bulamamıştır. İşlerinin çokluğu sebebiyle evini Medine’nin merkezine taşıdığında beytülmala Ebu Ubeyde b. Cerrah’ı, kaza işlerine Hz. Ömer’i, kâtipliğine Zeyd b. Sabit ile Hz. Osman’ı, hacibliğine azatlısı Şedîd’i, Medine’nin gece bekçiliğine de Abdullah b. Mes’ud’u tayin etti. Hilafeti döneminde devlet idaresinde büyük gelişmeler olmadığı için yeni müesseselere ihtiyaç duyulmadı.
Halife olduktan sonra eski mesleği olan ticaretle uğraşmasını uygun görmeyen Hz. Ömer ile Ebu Ubeyde b. Cerrah, kendisine maaş bağlanmasına önayak oldular. Devlet işlerinde Hz. Muhammed’den intikal eden mührü, özel işlerinde ise “Ni’me’l-kâdiru Allah” veya “Ab-dün zelîl li-rabbin celil” ibaresini taşıyan mührü kullandı.

İlk Halife Tartışması Hiç Bitmedi
Ebu Bekir, Hz. Muhammed’in halefi olması sebebiyle sahabiler tarafından kendisine “halife” denmesine itiraz etmemiş, fakat “halifetullah” unvanını uygun görmemiştir. Sünni ilim adamları, onun Müslümanların en faziletlisi ve hilafet makamına en uygun sahabi olduğunda ittifak etmiştir. Buna karşılık Şiiler, Hz. Peygamber’in vefatından sonra Hz. Ali’nin halife olmasıyla ilgili ilahi emir bulunduğunu, Ebu Bekir’in bu emre uymadığını ve Resulullah’ın cenazesi daha ortada iken hilafeti Hz. Ali’den gasp ettiğini ileri sürmüşlerdir. Sünni kaynakların ittifakla belirttiğine göre Hz. Ebu Bekir, Resul-i Ekrem’in cenazesiyle meşgul olurken ensarın emir seçmek üzere toplandığını öğrenip oraya gitmiş, tek bir halife etrafında birleşmek gerektiğini belirterek Hz. Ömer ile Ebu Ubeyde b. Cerrah’ı aday göstermiş, fakat sahabiler onun Resulullah’a olan yakınlığını dikkate alarak kendisini halife seçip biat etmişlerdir. Hz. Ali’yi halifeliğe daha uygun gören Haşimoğulları’ndan bir grup, sadece bir gün gecikmeyle biat etmişlerdir. Hz. Ali’nin ise Fedek arazisi sebebiyle Hz. Ebu Bekir’e dargın olan hanımı Hz. Fatma’yı üzmemek için onun vefatına kadar biat etmeyi ertelediği ve hilafet meselesinin çözümünün kendisi dışında cereyan ettiği için kırgınlık duyduğu ileri sürülmüştür. Gerçekten de Hz. Ali, Ebu Bekir’e, halife olduktan altı ay sonra, Hz. Fatma vefat edince biat etmiştir. Bununla beraber hiçbir zaman kendisinin halife olmasıyla ilgili bir nastan söz etmediği gibi Ebu Bekir’e biat ettikleri için sahabeye gücendiğini ima bile etmemiştir. Esasen Hz. Ali’nin hilafetine dair bir nas bulunsaydı, başta kendisi olmak üzere diğer sahabiler de bu konuda kesinlikle sessiz kalmazlardı. Öte yandan Şiilerin, Hz. Ali’nin nassa rağmen Hz. Ebu Bekir’e biat etmesindeki çelişkiyi ortadan kaldırmak için onun takiye yaptığını veya İslamiyetin gelişmesine engel olmamak için biat etmek zorunda kaldığını söylemeleri de inandırıcı görünmemektedir. Sünniler, Hz. Osman halife olduğunda İslamiyetin bir yandan Buhara’ya, öte yandan Kuzey Afrika’ya kadar ulaştığını, Hz. Ali’nin böyle bir düşünceye sahip olduğu takdirde özellikle Hz. Osman’a biat etmemesi gerektiğini söylemişlerdir. Hz. Ali’nin, Hz. Ömer ve Osman’a biat etmesi ve çocuklarına onların adlarını vermesi de hilafet konusunda hakkının yenildiği düşüncesine sahip olmadığına delil gösterilmiştir.
Diğer taraftan Şiiler Hz. Ebu Bekir’i, Fedek arazisi konusunda Hz. Fatma’yı üzdüğü, dinî konuları yeterince bilmediği, Hz. Ömer’i kendi yerine halife tayin ettiği gibi iddialarla tenkit etmişlerdir. Hâlbuki Ebu Bekir, Fatma’yı şahsi kanaati sebebiyle üzmemiş, peygamberlerin miras bırakmayacağını ifade eden hadise göre hareket etmiştir. Onun dinî konuları yeterince bilmediği iddiası bazı uydurma rivayetlere ve zoraki yorumlara dayanmaktadır. Hz. Ebu Bekir, yıllarca Resulullah ile birlikte bulunmuş bir kişi olarak ortaya çıkan meselelere ya şahsi bilgi ve ferasetiyle ya da ileri gelen sahabilerle istişare etmek suretiyle çözümler getirmiştir. Kendi yerine Hz. Ömer’i halife tayin etmesi de bu istişarelerin bir sonucudur. Esasen Hz. Ömer’in başarılı yönetimi bu tayinin ne kadar isabetli olduğunu göstermektedir.

HZ. ÖMER (634-644)

584 yılında Mekke’de doğdu. İslam öncesi hayatına ilişkin detaylı bilgi olmamakla birlikte gençliğinde babasının develerini güttüğü, içkiye ve kadına çok düşkün olduğu, iyi ata bindiği, iyi silah kullandığı ve pehlivan yapılı olduğu bildirilmiştir. Pek çok Arap gibi köken ve akrabalık ilişkilerini iyi bilen, şiire meraklı bir kişi idi. Okuma yazmayı bilen, güzel konuşmaya özen gösteren bir insandı. Mekke’nin sosyal yaşantısına uygun olarak ticaret yaptığı, bu maksatla Suriye, Irak ve Mısır’a gittiği, Kureyş Kabilesi adına elçilik görevinde bulunduğu bilinmektedir.
İslam’ın ilk yıllarında Kureyş’in diğer putperestleri gibi Müslüman olan kişilere karşı düşmanca tavırlar sergileyen Hz. Ömer, 616 yılında Müslüman oldu. Onun Müslüman olmasına ilişkin birkaç rivayet vardır. Kuvvetli rivayete göre onun Müslüman olmasına kız kardeşi vesile olmuştur. Hz. Muhammed’in amcası Hamza’nın Müslüman olması sebebiyle büyük bir öfkeyle evinden çıkıp Hz. Muhammed’i öldürmeye giderken yolda karşılaştığı Nuaym b. Abdullah’tan, kız kardeşi Fatma ile kocası Said b. Zeyd’in Müslüman olduğunu öğrenince onların evine gider. Onları Kur’an okurken bulan Ömer, okuduklarını kendisine vermelerini istemiş, ancak bu isteği reddedilince kız kardeşini ve eniştesini dövmüş ve kardeşi, kendilerine Kur’an öğreten ve Ömer’den saklanan Habbâb b. Eret’i de çağırarak Müslüman olduklarını Ömer’in yüzüne karşı haykırmıştır. Onların korkudan azade bir şekilde, cesaretle inançlarını haykırmalarından etkilenen Ömer, o anda Müslüman olmaya karar verir ve kendisini Hz. Muhammed’e götürmelerini ister. Hz. Ömer’in Müslüman oluşunun, Hz. Muhammed’in, “Ya Rabbi! İslamiyeti Ömer b. Hattâb veya Amr b. Hişam (Ebu Cehil) ile teyit et.” şeklindeki duasının bir tezahürü olduğu belirtilmektedir. O, İslam’ı kabul eden kırkıncı kişi olunca Müslümanlar ilk defa Kâbe’de toplu olarak namaz kıldılar.
Hz. Ömer’in Müslüman olması Mekkeli müşriklerin moralinin bozulmasına neden oldu. O, malıyla ve gücüyle her zaman İslam’a inananların sayısını arttırmaya çalıştı. Müslümanlar Medine’ye hicret etmeye başlayınca Ömer de yanında ağabeyi Zeyd, karısı ve oğlu Abdullah başta olmak üzere akraba ve arkadaşlarından oluşan yirmi kişilik bir kafileyle Mekke’den ayrılıp Kuba’ya gitti. Hz. Muhammed’in hicret etmesinden sonra birçok muhacir gibi Kuba’da oturmaya devam eden Ömer, gün aşırı Medine’ye giderek Hz. Muhammed ile görüşürdü.
Hz. Ömer, seriyye olarak adlandırılan, İslam’ı yayma ve Medine’nin otoritesini kabul ettirme seferlerinin dışında Hz. Muhammed’in çevresinden hiç ayrılmadı. Komutanlığını Hz. Muhammed’in yaptığı bütün savaşlarda, Hudeybiye Antlaşması, kaza umresi ile veda haccında bulundu.
Hz. Muhammed, Hayber Kalesi’nin fethedilmesinden sonra, 628 yılının aralık ayında Hevâzin Kabilesi’ne karşı gönderdiği otuz kişilik askerî birliğin başına Hz. Ömer’i komutan atadı. Mekke’nin fethinden sonra erkeklerden biat alan Hz. Muhammed, kendisi adına Kureyşli kadınlardan biat almasını ona emretti. Öte yandan Kâbe’deki resimleri yok etme görevini de o yaptı. 630 yılında Bizans’a karşı Tebük Seferi’ne çıkan ordunun ihtiyaçları için mallarının yarısını bağışladı.
Hz. Peygamber, rahatsızlığı sırasında oluşturduğu orduya Üsame b. Zeyd’i kumandan tayin etti ve Ömer’i onun emrinde görevlendirdi. Mayıs 632’de namaza çıkamayacak kadar rahatsızlığı artınca namazı Hz. Ebu Bekir’in kıldırmasını emretti.
Hz. Muhammed, hastalığının şiddetlendiği bir sırada kâğıt ve kalem getirilip söyleyeceklerinin kaydedilmesini istemişti. Hz. Ömer’in de aralarında bulunduğu sahabeden bazı kişiler buna gerek olmadığını, Hz. Muhammed’in rahatsızlığının şiddetlenmesi yüzünden böyle bir talepte bulunduğunu, Allah’ın kitabı ve Hz. Muhammed’in sünnetinin yeterli olduğunu söylemiş, bazıları ise aksi kanaat belirtmişti. Bunun üzerine Hz. Muhammed, yanında tartışmamalarını söyleyerek kendisini yalnız bırakmalarını istemiştir. Tarihe “Vasiyetname” veya “Kırtâs Vakası” diye geçen bu olay bilhassa Şiiler tarafından Hz. Ömer aleyhine kullanılmıştır.
Hz. Muhammed’in ahirete göç etmesi sahabiler arasında büyük bir kedere yol açmış, Hz. Ömer, Mescid-i Nebevi’de, “Resulullah ölmemiştir! Allah onu muhakkak ki tekrar gönderecek ve böyle söyleyen kimselerin ellerini ve ayaklarını kestirecektir!” sözleriyle duygularını ifade etmiş, onu sakinleştiren kişi Hz. Ebu Bekir olmuştur.
Hz. Muhammed’in vefatının ardından ilk halife seçiminde de Hz. Ömer etkili olmuştur. Halife seçimi için ensarın Sakifetü Beni Saide’de toplanarak halife seçimi konusunu görüştüğünü öğrenen Ömer, yanına Ebu Bekir ile Ebu Ubeyde b. Cerrah’ı da alıp oraya gider. Hz. Ebu Bekir onlara Ömer’i veya Ebu Ubeyde’yi halife seçmelerini önerir. Ancak Ömer ve Ebu Ubeyde, o varken bu görevi üstlenemeyeceklerini belirterek Ebu Bekir’e biat ederler. Hz. Ömer ertesi gün Mescid-i Nebevi’de bir konuşma yaparak Müslümanlardan Kur’an-ı Kerim’e sarılmalarını ve Ebu Bekir’e biat etmelerini ister.

İslam’ın İlk Kadısı Oldu
Hz. Ömer, Hz. Ebu Bekir’in hilafeti döneminde ona müşavirlik ve kadılık yaptı. Halife olunca Üsame b. Zeyd kumandasındaki orduya hareket emri veren Ebu Bekir, Ömer’in Medine’de kalmasını istedi ve bunun için Üsame’den izin aldı. Peygamberlik iddiasında bulunanlarla savaşma konusunda bir ihtilaf olmamasına rağmen zekât vermek istemeyen kabileler hakkında ashap arasında farklı görüşler ortaya çıktı. “La ilahe illallah!” diyenlerle savaşmanın doğru olup olmayacağı hususunda Hz. Ömer’in başlattığı tartışma, Hz. Ebu Bekir’in namaz kılmayı kabul edip zekât vermek istemeyenlerle savaşmanın şart olduğu konusunda farklı düşünenleri ikna etmesiyle son buldu.
Hz. Ömer, Medine’ye saldırmak isteyen asilerin dağıtılmasını sağlayanlar arasında yer aldı. Peygamberlik iddia eden Tuleyha b. Huveylid’in üzerine bizzat yürümeye hazırlanan halifeyi, Hz. Ali ile birlikte bu kararından vazgeçirdi ve ordunun başına Halid b. Velid’in getirilmesini sağladı.
Halife seçildikten sonra ticaret yaparak geçimini sağlamaya çalışan Hz. Ebu Bekir’e maaş bağlatan da o oldu. Ebu Bekir’in müellefe-i kulûbdan iki kişiye tahsisat ayırmasına karşı çıkarak artık onlara ihtiyaç kalmadığını söyledi. Sahte peygamber Müseyleme ile 632 yılında yapılan Akrabâ Savaşı’nda hafız sahabelerden bir kısmının şehit düşmesi üzerine Kur’an’ın toplanması konusunu Hz. Ebu Bekir’e açtı. Resul-i Ekrem’in yapmadığı bir işi yapma hususunda tereddüt gösteren halifeyi ikna edip vahiy kâtiplerinin yazdığı, dağınık hâldeki ayet ve surelerin Zeyd b. Sabit başkanlığında bir heyet tarafından bir araya getirilmesini sağladı. Hz. Ebu Bekir, Medine’den ayrıldığında ve hastalandığında kendisine vekâlet etti; 633 yılı hac mevsiminde emir-i hac olarak görevlendirildi. Hz. Ebu Bekir namaza çıkamayacak derecede hastalanınca imamlık görevini Ömer’e bıraktıktan sonra kendinin ardından Ömer’in halife olması için Abdurrahman b. Avf, Said b. Zeyd, Osman b. Affân, Üseyd b. Hudayr gibi sahabilerle değerlendirme toplantısı yaptı. Yaptığı görüşmeden sonra Hz. Osman’ı çağırdı ve kendisine bir belge yazdırıp mühürledi. Daha sonra Ömer ile Osman’ı yanına alıp Mescid-i Nebevi’ye giderek halka hitap etti ve “Sizin için halife seçtiğim kişiye razı olur musunuz? Bir yakınımı tayin etmedim. Allah’a and olsun ki bütün dirayetimle düşünüp taşındım ve Ömer b. Hattâb’ı uygun buldum; onu dinleyin ve ona uyun.” diye çağrıda bulundu ve halk onun davetine olumlu tepki verdi.

Devletin Sınırlarını Hızla Genişletti
23 Ağustos 634’de biat alan Hz. Ömer, ilk iş olarak bin kişilik bir askerî birlik kurarak Irak cephesinde Sasaniler’le çarpışan İslam ordusuna yardım gönderdi. Sasaniler’e karşı arka arkaya zafer kazanan İslam orduları, hızla sınırlarını genişletmeye başladı. Devletin sınırlarının genişlemesine paralel olarak, fethedilen toprakların güvenliği için karargâh şehirlere ihtiyaç duyuldu. Bu aşamada Kufe ve Basra’yı ordu merkezi olarak kurdurdu. Irak topraklarında tahkimatını tamamlayan İslam orduları, Sûs, Huzistan ve Musul’u da ele geçirerek Irak topraklarının tamamında egemenlik kurdu.
Aynı dönemde Suriye topraklarında da Bizans’a karşı cepheler açıldı. Hz. Ebu Bekir döneminde kazanılan Ecnâdeyn zaferinden sonra Hz. Ömer devrinde yapılan Fihl Savaşı’nda Müslümanlar Bizans kuvvetlerine büyük kayıp verdirdiler. Daha sonra yürütülen seferlerle Ba’lebek, Humus ve Hama şehirlerini İslam topraklarına kattılar. Müslümanlara karşı süratle tedbir alma ihtiyacı duyan Bizans İmparatoru Heraklios, Hristiyan Arapların ve Ermenilerin de desteğini alarak ordusunu Yermük Vadisi’nde topladı. Müslümanlar, 636 yılında yapılan Yermük Savaşı’nda Bizans ordusunu ağır yenilgiye uğrattı. Bu zaferle birlikte Bizans’ın Suriye’deki egemenliği sona erdi. Şeyzer, Kınnesrın, Halep ve daha sonra Antakya, Urfa, Rakka ve Nusaybin şehirleri Müslümanların eline geçti.
Hz. Ömer için en önemli hedeflerden biri de Kudüs idi. Çünkü Kudüs, Müslümanların kıblesiydi. Bu nedenle Filistin bölgesinde İslam toprağı olmayan yer bırakmak istemiyordu. Hz. Muhammed’in vefatından sadece dört yıl sonra İslam orduları Kudüs’ün kapısına dayandı. Patrik Sophronios şehrin anahtarlarını o sırada inceleme ve görüşmelerde bulunmak için Suriye’ye gelen ve Cabiye’de bulunan Hz. Ömer’e teslim etmek istediğini belirtti. Halife bizzat Kudüs’e giderek halka aman verip kendileriyle bir antlaşma yaptı. Daha sonra Filistin’in sahil şehirleri başta olmak üzere diğer yerleşim yerleri fethedildi. Kıbrıs’ın fethi, askeri güçlükler dikkate alınarak ertelenirken, Mısır’ın fethedilmesiyle coğrafi bütünlüğün sağlanması hedeflendi. Mısır’ın fethi üç yıl sürdü. Böylece Irak, İran, Azerbaycan, Suriye, Filistin ve Mısır, Medine’den yönetilir hâle geldiler.

Toplumsal Zenginlik Arttı
Yapılan savaşlarda elde edilen ganimetler ve ele geçirilen toprakların halklarından alınan vergiler devletin zenginliğini büyük ölçüde arttırdı. Gelirlerin artmasına paralel olarak bu gelirlerin nasıl değerlendirileceğine ilişkin ilkelerin de belirlenmesi gündeme geldi. Bu amaçla 637 yılının Mart ayında Suriye’nin Cabiye şehrinde bütün valilerini toplayan Hz. Ömer, gelirlerin paylaşımında göz önünde bulundurulacak esasları ortaya koydu ve Müslümanların gayrimüslimlerle münasebetlerinde dikkat edecekleri konuları hatırlattı.
638 yılında Kudüs yakınlarındaki Amvas köyünde çıkan ve buradan Suriye’ye hızla yayılan veba salgını, o dönemin en büyük felaketine dönüştü. Yirmi beş bin insanın hayatını kaybettiği bu salgın, Hz. Ömer’e halifelik görevinin en zor günlerini yaşattı.
641 yılında Hayber Kalesi ve çevresinde önemli düzenlemeler yaptı. Öncelikle Yahudileri Arap Yarımadası’nın dışına çıkartan Hz. Ömer, daha sonra onlardan alınan toprakları sahabiler arasında taksim etti. Bu taksimatta da toprağın barış veya savaş yoluyla alınması ilkelerini gözetti. Topraklardan beytülmal hissesi olarak Hz. Muhammed’in eşlerine düşen paylar konusunda kendilerini serbest bıraktı. Hz. Muhammed’in eşlerinin bir kısmı toprak istedi, bir kısmı da toprağın gelirini almaya karar verdi.
Hayber toprakları gibi Fedek toprakları da Hz. Muhammed döneminde alınmıştı. Toprakların yarısı Hz. Muhammed’e aitti. Hz. Ömer, önce bu toprakların fiyatını tespit ettirdi. Daha sonra Fedek topraklarının yarısının bedelini Fedek Yahudilerine ödeyerek onları da Arabistan toprakları dışına çıkarttı. Aynı tarihte Necranlı Hristiyanları da Kufe taraflarındaki Necraniye’ye gönderdi ve mallarını satın alarak mağdur olmalarını önledi. Ayrıca gittikleri yerde kendilerine geniş topraklar verilmesini, bu topraklardan bir süre vergi alınmamasını valilerine emretti.

Yoktan Bir Sebeple Öldürüldü
Hz. Ömer, 644 yılında adalet arayan Ebu Lü’lüe adında bir kişi tarafından öldürüldü. Ebu Lü’lüe, efendisi ve Basra eski valisi Mugire b. Şu’be’nin kendisinden fazla ücret aldığını ileri sürerek Hz. Ömer’e şikâyette bulundu. Hz. Ömer, Ebu Lü’lüe’nin şikâyet ettiği konuyu incelediğinde Mugire b. Şu’be’nin demircilik, marangozluk ve nakkaşlık yaptığını, bu nedenle aldığı ücretin fazla olmadığını tespit ettiğini söyledi. Efendisini şikâyetten sonuç alamayan Ebu Lü’lüe, bunun üzerine ertesi gün sabah namazında Hz. Ömer’i hançerledi ve olay yerinde intihar etti.
Hz. Ömer, ölüm döşeğinde iken yerine birini bırakması önerildi. O da cennet ile müjdelenen sahabilerden altı kişilik bir heyet toplanmasını ve aralarından birini halife seçmelerini tavsiye etti. Oğlu Abdullah’ı da halife seçilmemek şartıyla bu heyete dâhil etti. Heyet, yaptığı değerlendirme sonucunda Hz. Osman’ı üçüncü halife olarak seçti. Hz. Ömer, 3 Kasım 644’te vefat etti.
Uzun boylu, gür sesli ve cüsseli bir kişi olan Hz. Ömer, yaşamı boyunca çok sayıda kadınla evlendi. İlk evliliğini Zeyneb binti Maz’ûn el-Cumahiyye ile yaptı. Abdullah ve Hafsa, bu evlilikten doğan çocuklarıdır. Cahiliye döneminde evlendiği Müleyke binti Amr ve Kureybe binti Ebu Ümeyye’yi İslamiyeti kabul etmedikleri için müşrik kadınlarla evlenmeyi yasaklayan ayet doğrultusunda boşadı. Başka evlilikler de yapan Hz. Ömer son evliliğini, Hz. Muhammed ile akrabalık kurmak amacıyla 638 yılında Hz. Ali ve Fatma’nın kızı Ümmü Gülsüm ile yaptı.
Allah’ın cennet ile müjdelediği on sahabeden biri olan Hz. Ömer, aynı zamanda vahiy kâtipliği de yaptı. Kızı Hafsa’yı 625 yılında Hz. Muhammed ile evlendirerek onunla dostluğunu pekiştirdi.
Hz. Ömer’in en meşhur lakabı “hak ile batılı birbirinden ayıran” anlamında “Faruk”tur. Emir el-Mü’minin tabiri ilk defa onun için kullanılmıştır. Sünni âlimler, onun Hz. Ebu Bekir’den sonra Müslümanların en faziletlisi ve hilafet makamına en uygun sahabi olduğunda ittifak etmiştir. Şii âlimler ise Hz. Ömer’in, Ebu Bekir ile birlikte, Hz. Muhammed’in cenazesi henüz ortada iken hilafeti Hz. Ali’den gasp ettiğini ileri sürmüşlerdir. Şii din bilginlerinin iddialarının aksine Hz. Ali, Hz. Ömer’in halifeliğine ilk gün biat etmiş ve onun yardımcısı olmuştur. Hz. Ömer de “Ali olmasaydı Ömer helak olurdu.” diyerek aralarındaki güveni ifade etmiştir.
Kadınlara karşı çok sert olan Hz. Ömer, halifeliği döneminde adalete verdiği önem ile tarihteki yerini almıştır. Hz. Ebu Bekir döneminde edindiği tecrübeden kendi halifeliği döneminde fazlasıyla yararlanmıştır. Hz. Ayşe’nin, “Ömer anılınca adalet anılmış olur, adalet anılınca Allah anılmış olur, Allah anılınca da rahmet iner.” dediği rivayet edilmiştir. Görev yaptığı müddetçe devlet hazinesinden, ihtiyacından fazlasını almamaya özen gösteren Hz. Ömer, kul hakkına riayet konusunda büyük titizlik göstermiştir. O, kendisinden sonra gelecek halifeye, zimmilerin hukukuna riayet edilmesini ve onlara verilen sözlerin tutulmasını vasiyet ederek kul hakkı konusundaki titizliğini göstermiştir.
Hz. Ömer toplumu ilgilendiren konularda toplumun görüşüne başvururdu. Bu amaçla halkı Mescid-i Nebevi’ye çağırır, iki rekât namaz kılındıktan sonra minbere çıkıp konuyu halka açardı. Halkın soru sormasına ve haklarını aramasına imkân tanır, kendisinin eleştirilmesini isterdi. İyiliği emretmek, kötülüklerden sakındırmak anlamına gelen ve İslam’ın en temel öğretilerinden olan “emri bi’l-ma’rûf nehiy ani’l-münker” esasına bağlı kalarak halifelik vazifesini yerine getirmekte çok büyük dikkat gösteren Hz. Ömer bütün emir ve yasakları önce kendi şahsında ve ailesinde uygulardı.
Toplumun her ihtiyacını yakından takip eden Hz. Ömer, divan defterlerini yanına alarak Medine çevresindeki insanların ihtiyaçlarını, evlerine gidip kendi eliyle verirdi. Gündüzleri çarşı pazarda, geceleri de Medine sokaklarında dolaşıp asayişi kontrol eder, ihtiyaç sahiplerini gördüğünde kendisi beytülmaldan yiyecek taşırdı. Her cumartesi günü Medine’nin dışında Âliye yöresine gider, ağır işlerde çalıştırılan kölelerin yükünün hafifletilmesini sağlardı. Öte yandan hayvanlara fazla yük taşıtılmasına izin vermezdi. Valilerine yazdığı mektup ve emirnamelerden birer nüshanın saklanmasını istediğinden, İslam Devletinde Divanü’l-inşa denilen arşivin de ilk kurucusu odur.
Züheyr, Nâbiga ve Abde gibi Arap coğrafyasının ünlü şairlerinin şiirlerini gençliğinden beri dikkatle dinlediği bilinen Hz. Ömer’in bunları okuduğu, birçoğunu ezberlediği, halifeliği döneminde kabilelere ait divanların derlenmesini istediği bilinmektedir. Onun bu şiirlerden bestelenmiş şarkıları dinlemeyi sevdiği ve “Şarkı, yolcunun azığı cümlesindendir.” dediği nakledilmektedir.
Kur’an-ı Kerim’in mushaf hâline getirilmesi hususunda Hz. Ebu Bekir’i ikna eden Hz. Ömer, bütün İslam beldelerinde valilere, cami ve mekteplerde eğitim ve öğretime Kur’an’la başlanmasını emretmiş, bu maksatla çeşitli vilayetlere Medine’den bazı sahabileri göndermiş, onlara maaş bağlamıştır.
Hz. Ömer hadislerin rivayetine çok dikkat eder, Resul-i Ekrem’den bizzat duymadığı bir hadisi rivayet eden sahabilerden bunu Resulullah’ın söylediğine dair şahit getirmelerini isterdi. Bunun nedeni, Hz. Muhammed adına yalan söylenmesinin önünü kesmek idi. Kendi döneminde hadisleri bir araya getirmeyi düşünen Hz. Ömer, bu konu etrafında hayli düşünüp sahabilerle istişare ettikten sonra, “Size bir sünnet kitabı yazmaktan bahsetmiştim. Fakat sonradan düşündüm ki sizden önce ehlikitap, Allah’ın kitabından başka kitaplar yazmış ve o kitaplar üzerine düşerek Allah’ın kitabını terk etmişti. Yemin ederim ki Allah’ın kitabını hiçbir şeyle gölgelemem!” diyerek bundan vazgeçtiği rivayet edilir. Diğer taraftan onun Irak yöresinde görevlendirdiği Karaza b. Kâ’b’a, gittiği yerde az hadis rivayet etmesini istediği ve insanları Kur’an okumaktan alıkoymamasını söylediği ve çok hadis rivayet eden birkaç sahabinin Medine dışına çıkmasını yasakladığı kaydedilir. Bazı kimselerin rivayette gevşeklik göstermesi yüzünden peygamberin sözlerini yanlış anlaması muhtemel kişilerden hadis alınmasına da karşı çıkmıştır. “Kütüb-i Sitte”de rivayet ettiği 539 hadis bulunmaktadır; bunların çoğu fıkha dairdir. Buhari ve Müslim’in eserlerinde toplam 81 rivayeti yer alır. Buhari ve Müslim bunların 26’sında ittifak etmiş, Buhari 34, Müslim 21 hadisi ayrıca eserine almıştır. Diğer hadis kitaplarında da rivayetlerine yer verilmiştir.
Hz. Ali’nin teklifi üzerine Nisan 637’de hicri takvimin kullanılmaya başlanmasını kabul etmiş ve hicri takvimin ilk ayı olarak muharrem ayı kabul edilmiştir. Onun devlet idaresindeki dirayetini gösteren bu uygulamalara kaynaklarda geniş yer verilmiş ve bunlar bazı teliflere konu olmuştur.

Vergi ve Toprak Sistemini Düzenledi
Hz. Ömer döneminin başlarında Müslüman olmayanlardan alınan cizye, Medine’deki Müslümanlara dağıtılmaya devam edildi. Ayrıca ticaret mallarına vergi konuldu ve yeni fethedilen toprakların dağıtılmamasına, bu topraklardan alınan haraç vergisinin vakıf olarak kalmasına karar verildi. Bu toprakların gelirlerinin de Haşr Suresi’nin 7 ila 10. ayetleri gereğince bütün Müslümanlara dağıtılması için 636 yılında divan teşkilatı kuruldu. Aynı dönemde nüfus kayıt sistemi de oluşturuldu. Böylece Medine’den başlanarak Kufe, Basra, Suriye ve Mısır’da yaşayan bütün Müslümanlar, üç kişilik bir heyet tarafından divan defterlerine kaydedilerek, Hz. Peygamber’in mensup olduğu Kureyş Kabilesi’nin Beni Haşim kolundan hareketle beytülmal denilen hazine gelirlerinin harcamaları bir sisteme bağlandı. Divan defterlerinde ayrıca kimlere hangi miktarda yardım yapılacağı da kayda alındı. Yapılacak yardımlarda, kişinin ne zaman Müslüman olduğu, Müslümanlığa yaptığı hizmetler ve Hz. Muhammed’e yakınlığı gibi ölçütler dikkate alındı. Medine’de Hz. Ömer’in, taşrada ise valilerinin dağıttığı yardımlardan yararlanmanın öncelikli şartı Müslümanlarla bütünleşmek ve cihada katılmak idi. Aksi takdirde yardım yapılmıyordu.
Hz. Ömer, fetihle ele geçirilen toprakları eski sahiplerine bırakmıştır. Bu topraklarda tarıma devam edilmesini, arazilerin ekilip verimli hâle getirilmesini, üç yıl üst üste ekilmeyen toprakların geri alınmasını istemiş, ziraatın gelişmesi için tedbirler almış, kıraç bir araziyi tarıma elverişli hâle getiren kişinin bu toprağın sahibi olacağını belirtmiştir.
Devletin, Müslüman olmayanlardan aldığı vergi karşılığında onları koruma yükümlülüğü söz konusu idi. 630 yılında gönderilen cizye ayeti, geniş bir coğrafyada yaşayan Yahudi, Hristiyan ve Mecusiler gibi gayrimüslim halka uygulanmıştır. Ayrıca çocuklardan, kadınlardan, fakirlerden, mabet gelirleriyle geçinen din adamlarından ve sonradan Müslüman olanlardan da cizye alınmamıştır. Devletin koruma görevini yerine getiremediği durumlarda toplanan vergi iade edilmiştir. Bunun bir örneğini, Suriye Valisi Ebu Ubeyde b. Cerrah vermiştir. Humus halkını Bizans’a karşı koruyamayacağını anlayan vali, şehri terk etmek zorunda kaldığında, halktan topladığı cizyeyi iade etmiştir. Aynı uygulama Suriye’nin diğer şehirlerinde de yapılmıştır. Bu durum, halkın Bizans’a karşı Müslümanlara yardım etmesine yol açmıştır.
Cizye miktarı kişilerin ve bölgenin gelirine göre belirlenmiştir. Örneğin Irak’ta 12, 24 ve 48 dirhem, Suriye ve Mısır’da önceleri 20 dirhem, sonraları 40 dirhem ile bir miktar yiyeceği kişi başı yıllık vergi miktarı olarak kararlaştırmıştır. Bazı yerlerde de halktan ayrı ayrı vergi toplamak yerine, yıllık olarak müşterek cizye alınmıştır. Cizye ödemek istemediklerini söyleyen Hristiyan Beni Tağlib Kabilesi’nden bu vergi yerine iki kat zekât vermeleri istenmiştir. Cizye miktarları, o bölgede geçerli olan para birimiyle belirlenmiştir. Vergiler bazı durumlarda hurma veya buğday olarak toplanmıştır.
Fethedilen veya eski sahiplerine bırakılan ekilebilir arazilerden yılda bir kez mutlaka vergi alınmıştır. Böylece toprakların boş bırakılarak verimin düşürülmesi engellenmiştir. Tarıma uygun olmayan arazilerden ve yerleşim yerlerinden ise haraç alınmamıştır. Bu çerçevede Osman b. Huneyf ile Huzeyfe b. Yemân’ın sorumluluğunda arazi tespiti ve ölçümü yaptırılmıştır. Tarıma uygun olmayan yerlerin hesaba katılmadığı tahrir işlemleri sonucunda Irak’ta 36 milyon cerîb (bir cerîb 1366 m
’dir) yani 49.176 km² arazi kayıt altına alınmıştır. Hz. Ömer, parada olduğu gibi ölçüde de mahallî hesaplama birimlerini esas almıştır. Irak ve Suriye’de cerîbi esas alırken (1 cerîb=1366 m²), Mısır’da feddanı (1 feddan=4200 m²) esas almıştır. Aynı şekilde vergi miktarlarının belirlenmesinde toprakların verimliliği, sulanabilirliği, tüketim merkezlerine ve pazarlara olan yakınlığı, ürünün cinsi gibi değişkenler dikkate alınmıştır. Bu arada vergi gelirlerinin adil bir şekilde toplanması için halktan güvendikleri bir kişi tespit etmeleri istenmiş, bu kişilerin işlemleri de her yıl Medine’ye davet edilen on kişiye sorulmuştur.
Hz. Ömer, Medine merkezli devletin sınırlarını sürekli genişletirken, sistemi de Kur’an’ın koyduğu ölçüleri ve Hz. Muhammed’in uygulamalarını esas alarak baştan başa kurgulamıştır. Devleti komutanlar ve valiler eliyle yönetmiştir. Hz. Ömer fethedilen yerleşim yerlerinde öncelikle cami yaptırılmasını emretmiş, bazen de fethedilen şehirlerdeki eski mabetleri tamamen veya kısmen camiye çevirtmiştir. Diyarbakır’daki Ulu Cami buna bir örnektir. Keza Şam’ın ortasında bulunan Yuhanna Kilisesi’nin yarısı Hristiyanlara bırakılmış, yarısı camiye dönüştürülmüştür. Kudüs gibi barış yoluyla ele geçirilen yerlerde ise eski mabetlere dokunulmamıştır. Burada Mescid-i Aksa’nın yeri tespit edilmiş ve buraya büyük bir cami yaptırılmıştır. Ayrıca ele geçirilen topraklarda yaptırılan camilerin yanına vali evi ve çarşı inşa edilmiştir. Fethedilen topraklarda kolonisazyon çalışması yapılmış ve ele geçirilen şehirlere Arabistan’ın çeşitli yerlerinden gelerek savaşa katılan askerler ve aileleri yerleştirilmiştir. Oluşan mahallelerde mescitler açılmış, böylece iki ayrı şehir profili ortaya çıkmıştır. Kudüs, Şam, Antakya ve İskenderiye gibi gayrimüslimlerin de yaşadığı şehirler dinlere göre mahallelere bölünürken; Basra, Kufe ve Fustat gibi yeni kurulan şehirlere; Arap Yarımadası’ndan fütuhat için gelen Müslüman Araplar, kabileler hâlinde yerleştirilmiştir.
Hz. Ömer, bir valiyi görev yerine gönderirken günümüzde mal beyanı dedikleri şekilde servetlerini tespit ettirir, görevi esnasında servetlerinde aşırı artış olanların durumlarını araştırtır, artan miktarın gayrimeşru yoldan elde edildiğine hükmederse bu valilerin servetlerinin bir kısmına el koyardı. Bu noktada, bütün görevlileri sıkı bir teftişe tabi tutardı. Bu konuyla ilgili olarak Medine kökenli Müslümanlardan Muhammed b. Mesleme’yi görevlendirirdi. Ayrıca teftiş maksadıyla tanınmayan kimseleri gizlice vilayetlere göndermekteydi.

Savaş Hukukunu Uygulardı
Kurumsal yapısı yeni yeni oluşan İslam Devleti’nde savaş öncesi, savaş esnası ve sonrasında nasıl davranılacağını belirleyen kuralları da Hz. Ömer temellendirmiştir. Savaş onun son tercihi idi. Savaştan önce karşı taraf ile iletişim kurularak onlara elçi heyeti gönderilmesini ve giden heyetin onları İslam’a davet etmesini kurala bağlamıştır. Karşı tarafın Müslüman olmayı kabul etmemesi durumunda cizye ödemelerinin teklif edilmesini, bu teklifi de kabul etmemeleri durumunda aralarındaki sorunun savaş yoluyla çözüleceğinin bildirilmesini istemiştir.
Ayrıca savaş esnasında kadınlara tecavüz edilmemesini, katliam yapılmamasını, kadın ve çocuklara dokunulmamasını emretmiştir. Verdiği emirlerin ordu tarafından uygulanıp uygulanmadığını takip edebilmek ve ayrıca ordu komutanlarına süratli bir şekilde haber ulaştırabilmek için yollara menziller yaptırmıştır. Bu menzilleri aynı zamanda valilerinden düzenli rapor almak için de kullanmıştır.
Hz. Ömer döneminde ordunun ihtiyacı merkezden karşılanıyordu. Aynı dönemde askerlerin adlarının divan defterlerine yazılması işlemi de başlatıldı. Böylece zorunlu askerlik ve düzenli orduların kurulması sağlandı.
Onun döneminde yapılan bir önemli iş ise tarım arazilerinin sulanması için bentler ve kanallar inşa edilmesi olmuştur. Böylece kurak dönemlerde tarlaların sulanması sağlanarak rekolte düşüklüğünün önüne geçilmeye çalışılmıştır.
İslam tarihinde ilk hapishane Hz. Ömer zamanında kurulmuş ve bunun ardından ceza çeşitleri ve miktarlarında da değişiklikler yapılmıştır.

Adalet Onun Alametifarikası Olmuştur
Hz. Ömer, Hz. Ebu Bekir döneminde kadılık görevini yürütürken, kendi döneminde de kadılık görevini düzenledi. Önceleri valiler tarafından yürütülen bu görev için Basra, Şam, Filistin, Humus, Ürdün, Mısır ve Bahreyn’e, kendine doğrudan bağlı kadılar tayin etti. İslam tarihinde siyasi ve idari birçok uygulamayı ilk defa hayata geçiren Hz. Ömer , Ebu Musa el-Eş’arî’ye gönderdiği İslam hukuku ve yargılama usulüyle ilgili mektubu ve kendisine intikal eden davaları çözmede takip ettiği usül ile hukukta birçok yeni prensibi hayata geçirmiş, yargılama usulünün temellerini atmıştır.
Hz. Ömer, İslam fıkhı tarihinde önemli bir yere sahiptir. Hz. Muhammed’in çevresinde oluşan meclislerde ileri sürdüğü isabetli görüşleri nedeniyle Hz. Muhammed tarafından iltifatla karşılanmıştır. Yirmiye yakın meselede vahyin onun görüşlerine uygun biçimde gelmesi nedeniyle kendisi için “muvâfakâtü Ömer” tabiri kullanılmıştır. Böylece Allah’ın hükümlerinin ruhunu kavrama konusundaki özelliği vurgulanmak istenmiştir.
Fıkıh tarihinde en çok fetva veren yedi sahabeden biri olarak bilinen Hz. Ömer, bir konu hakkında yargı yürütürken önce Kur’an’a, sonra sünnete, ardından da kendi görüşüne başvururdu. Hz. Ömer, sünneti ikinci hüküm kaynağı olarak kabul edip hüküm yürütmede sünnete başvurmasına rağmen çok sayıda hadis rivayet edilmesine taraftar olmamış, değişik bölgelere gönderdiği irşat heyetlerine, Kur’an eğitimine öncelik verip çok fazla hadis rivayet etmemelerini telkin etmiş ve bu arada çok hadis rivayet eden bazı sahabileri de uyarmıştır. Onun bu davranışı, hadis rivayeti konusunda kötü niyetli kişilerin hadis uydurma teşebbüslerini önlemek, Kur’an eğitiminin yerleşmesini sağlamak ve Kur’an ile sünnetin birbirine karıştırılmasını önlemek gibi gerekçelerle açıklanmıştır. Hz. Ömer çoğu fıkhi konularla ilgili olmak üzere beş yüzün üzerinde hadis rivayet etmiştir. Hz. Ömer’in rivayet ettiği hadisleri Ebu Bekir, “En-Neccâd Müsnedü Ömer b. el-Hattâb” ve İbn Şeybe, “Müsnedü emîri’l- mü’minîn Ömer b. el-Hattâb” adlarıyla bir araya getirmiştir.
Kur’an ve sünnette hükmü bulunmayan yeni konuları İslam fıkhında rey denilen ilke uyarınca kendi görüşüne başvurarak hükme bağlayan Hz. Ömer, Ebu Musa el-Eş’arî’ye ve Kâdî Şüreyh’e gönderdiği mektuplarda onları da kendi görüşleriyle karar oluşturmaya teşvik etmiştir. O devirde rey, kitap ve sünnette hükmü açıklanmayan meselelerin naslardan çıkarılan prensipler ışığında çözüme kavuşturulması anlamında kullanılıyordu. Reye verdiği önem sebebiyle Hz. Ömer’in “ehl-i rey’’ adıyla bilinen fıkıh ekolünün oluşmasında çok etkili olduğu kabul edilir. Irak’ta ortaya çıkan bu ekole Hz. Ömer’in etkisi, onun en yakın müşavirlerinden Hz. Ali ve Abdullah b. Mes’ud vasıtasıyla olmuştur.
Onun, Kur’an ve sünnette hüküm bulamadığı konularda Hz. Ebu Bekir’in görüşüne başvurduğu, bununla birlikte her zaman onunla aynı görüşü paylaşmadığı bilinmektedir. Nitekim Hz. Ebu Bekir, kendisinden sonra halife olacak kişiyi veliaht tayin etmek suretiyle belirlemeyi uygun gördüğü hâlde Hz. Ömer halife olacak kişinin seçimini şura meclisine bırakmıştır. Hz. Ömer’in başta Hz. Ali olmak üzere, Osman, Abdurrahman b. Avf, Muâz b. Cebel, Übey b. Kâ’b ve Zeyd b. Sabit gibi sahabenin ileri gelenlerinden oluşan bir istişare meclisi bulunmaktaydı. Şura içtihadı yoluyla ortaya çıkan ihtilafsız hükümler bütün Müslümanların uyduğu kurallar olarak kabul görmüştür. Kendi görüşü ile ulaştığı kararlardan gerektiği zaman dönmekten çekinmeyen Hz. Ömer bu konuyu Ebu Musa el- Eş’arî’ye gönderdiği mektupta şöyle ifade etmiştir:
“Bugün verdiğin, daha sonra tekrar düşünüp yanlış olduğunu anladığın bir hüküm seni hakka dönmekten alıkoymasın.”
Fıkıh tarihinde ehl-i rey yanında, ehl-i hadis adı verilen ekolün gelişiminde de Hz. Ömer’in katkısı olmuştur. Sahabe nesli müctehitlerinin başında Hz. Ömer bulunduğu için onun hem kendi döneminde hem de sonraki dönemlerde yaşayan farklı ekollere mensup müctehitler üzerindeki tesirleri derin olmuştur. Bazı fakih sahabiler, Hz. Ebu Bekir ile Ömer’in ittifak ettiği görüşleri diğer sahabilerin görüşlerine tercih etmiştir. Fıkıh usulünde de Hz. Ebu Bekir ve Ömer’in görüşlerinin hüccet olup olmadığı üzerinde durulmuş ve farklı görüşler ortaya konmuştur.

Teravih Namazı Onun Döneminde Camide Kılınmaya Başlandı
635 yılında Mescid-i Nebevi’de ilk defa cemaatle teravih namazı kılınmasını emreden de Hz. Ömer olmuştur. Namaz için kadın ve erkeklere iki ayrı imam tayin etmiştir. Mescid-i Haram’ı da çevredeki bazı evleri istimlak ederek genişletmiş, etrafını göğüs hizasında bir duvarla çevirtmiş, meşalelerle aydınlatmış ve bazı rivayetlere göre sel sularının Kâbe’nin duvarına kadar sürüklediği Makam-ı İbrahim’i eski yerine koydurtmuştur.
638 yılında yaptığı umre sırasında Mekke-Medine arasındaki su kaynaklarında misafirhane yapmak, yeni kuyular açmak ve mevcutları temizlemek isteyen kabilelere, hac ve umre yolcularının öncelikle faydalanmaları şartıyla izin vermiş, Şam-Hicaz arasında da benzer tedbirleri almıştır. Medine’de bir misafirhane yaptırmış, ayrıca Kufe-Hire arasındaki bir konağın misafirhane olarak kullanılmasını istemiştir.
Aynı dönemde çocukların eğitimi için öğretmenler görevlendirmiş ve çocuklara Kur’an-ı Kerim, okuma yazma ve Arap dilinin kurallarının yanında, ensab bilgisi, şiir, darbımesel, yüzme, binicilik ve atıcılığın öğretilmesini istemiş, bu konuda valilere emirler göndermiştir. Ayrıca Kur’an-ı Kerim öğrenen çocuklara beytülmaldan maaş bağlamıştır. Onun döneminde eğitim öğretim hizmeti açısından köle veya hür ayrımcılığı yapılmamıştır.
O dönemde Müslüman olmayanların inançlarına saygı gösterilmiş, Mecusilerin ateşgedeleri, Hristiyanların kiliseleri, Yahudilerin havraları korunmuştur. Diğer taraftan Hz. Ömer, Müslüman olmayanların uyacakları bazı esasları da belirlemiştir. Buna göre gayrimüslimlerin bellerine, kilise rahiplerinin taktıkları kuşak gibi zünnar takmaları, başlarına çizgili başlık giymeleri emredilmiştir. Müslümanlar ile gayrimüslimlerin sokakta ayırt edilmesi için bu zorunluluk getirilmiştir.

HZ. OSMAN (644-656)

577 yılında Taif’te doğdu. Emevi Kabilesi’ne mensuptur. Babası Affan, Mekke’nin en zengin tüccarlarındandı.
O da Mekkeli birçok genç gibi ticaretle gençlik yıllarında tanıştı. Babasının da zenginliği nedeniyle işlerini büyüterek Mekke’nin sayılı zenginleri arasına girdi. Hz. Ebu Bekir’in daveti ile İslam inancını benimseyen ilk on Müslüman’dan biri oldu. Mekke’nin ileri gelenlerinden olması nedeniyle onun İslam’a geçmesi Mekke’de büyük yankı uyandırdı. Onun Müslümanlığı benimsemesine, tıpkı Hz. Muhammed’in amcası Ebu Leheb gibi amcası Hakem b. Ebü’l-Âs karşı çıktı. Ellerini bağlayıp eski inancına dönene kadar çözmeyeceğini söyleyen amcasına kararlılıkla direndi. Sonunda amcası ellerini çözmek zorunda kaldı. Annesi de aynı şekilde onun Müslüman olmasından büyük rahatsızlık duydu. Annesinin uğraşları da sonuç vermedi. İnancında sebat eden Hz. Osman, 615 yılında Hz. Muhammed’in kızı Rukiyye ile evlendi ve aynı yıl eşiyle birlikte Habeşistan’a hicret etti. Habeşistan’da bir yıl kalan Hz. Osman, daha sonra Medine’ye hicret etti.
Sahip olduğu mal varlığını İslam’ın yayılması için harcayan Hz. Osman, Medine’ye hicret ettikten sonra muhacirlerin ev sahibi olmaları için maddi yardımlarda bulundu. Hz. Muhammed, Medine döneminde onu, evinde misafir kaldığı ensardan Evs b. Sabit ile kardeş ilan etti ve Medine’de muhacirlere ev yapmaları için yer tahsis ettiğinde ona Mescid-i Nebevi’nin, kendisinin girip çıktığı kapısının karşısına düşen arsayı verdi. Hz. Osman, eşi Rukiyye’nin hastalığı nedeniyle Bedir Savaşı’na katılamadı. Savaşın kazanıldığı haberi Medine’ye ulaştığı gün Rukiyye vefat etti. Hz. Muhammed, onu da Bedir Savaşı’na katılan Müslümanlardan sayarak kendisine ganimetten pay verdi. Daha sonra da onu 624 yılında diğer kızı Ümmü Gülsüm ile evlendirdi. Ümmü Gülsüm de 630 yılında vefat etti.
Hz. Muhammed, 624 yılında Gatafanoğulları Kabilesi’ne karşı Zuemer Gazvesi’ne ve Enmar, Salebeoğulları kabilelerine karşı 625 yılında Zatürrika Gazvesi’ne gittiğinde Medine’de yerine vekil olarak Hz. Osman’ı bıraktı. Hz. Osman, 628 yılında imzalanan Hudeybiye Antlaşması öncesinde onun elçisi olarak Mekke’ye gitti. Kureyş liderlerinin, istediği takdirde Kâbe’yi ziyaret edebileceğini söylemeleri üzerine Hz. Peygamber’e izin verilmediği sürece kendisinin de ziyaret etmeyeceğini bildirdi. Kâbe ziyaretine müsaade edilmesini sağlamak için görüşmelerini ısrarlı bir şekilde sürdürdü. Dönüşünün gecikmesi üzerine kendisini bekleyen Müslümanlar arasında öldürüldüğü şayiası yayılınca Hz. Muhammed, sahabelerden, müşriklere karşı savaşa girmek şartıyla biat aldı. Biat sırasında, “Osman, Allah ve resulünün emrini yerine getirmek için gitmiştir.” deyip sağ elini sol elinin üzerine koyarak onun adına biat ettiğini gösterdi. Hz. Osman, 630 yılında çıkılan Tebük Seferi sırasında ordunun silahlandırılması için başlatılan yardım kampanyasında en büyük yardımı yaptı.

Üçüncü Halifelik Şerefine Erişti
Hz. Muhammed’e gönderilen Kur’an ayetlerini kaleme alan vahiy kâtiplerinden olan Osman, Hz. Ebu Bekir döneminde de onun kâtipliğini ve müşavirliğini yaptı.
Hz. Ömer, Mescid-i Nebevi’de adalet arayan Ebu Lü’lüe tarafından ağır bir şekilde yaralandığında Allah tarafından cennetle müjdelenenlerden Hz. Osman, Hz. Ali, Hz. Abdurrahman b. Avf, Hz. Sa’d b. Ebu Vakkas, Hz. Talha b. Ubeydullah ve Hz. Zübeyr b. Avvâm’ı, üç gün içinde aralarından birini halife seçmek üzere görevlendirmişti. Hz. Ömer’in vefatından önce başlayan değerlendirme, onun ölümünden sonraya ertelendi. Hz. Ömer’in vefatından sonra yapılan ikinci toplantıya, Medine dışında olması nedeniyle Talha b. Ubeydullah katılamadı. Halifelik talebinden feragat ederek görüşmelere hakemlik eden Abdurrahman b. Avf, üyelerin her biriyle ayrı ayrı, uzun görüşmeler yaptı. Ayrıca Medine halkının ileri gelenlerinin de görüşlerini aldı. Medine’de bulunan vali, komutan ve kabile reisleriyle istişarede bulundu. Üç gün süren bu değerlendirmenin ardından, dördüncü gün sabah namazından sonra kararını açıklamak üzere halkı Mescid-i Nebevi’ye davet etti. Önce Hz. Ali’yi, daha sonra Hz. Osman’ı yanına davet edip ikisinden de Allah’ın kitabına ve peygamberin sünnetine uyma, ayrıca Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’in siyasetini takip etme konularında güvence istedi. Hz. Ali’nin “Gücümün ve bilgimin yettiği kadar…” şeklindeki cevabına karşılık Hz. Osman’ın tereddütsüz cevabı üzerine Hz. Osman’ı halife ilan ettiğini açıklayıp ona biat etti. Daha sonra Hz. Ali ve mescitte bulunanlar da ona biat etti.

İslam Toprakları Genişlemeye Devam Etti
Hz. Osman’ın döneminde İslam orduları fetihlerini sürdürdü. Horasan’ın bir kısmı, Hamedan ve Kirman başta olmak üzere; Merv’e kaçan Sasaniler’in son hükümdarı Üçüncü Yezdicerd’in 651 yılında öldürülmesiyle İran toprakları tümüyle ele geçirildi. Aynı yılın ikinci yarısından sonra Ahnef b. Kays, Kirman üzerinden Horasan’a girerek tarihte Toharistan olarak geçen günümüzde Afganistan toprakları içinde kalan bölgeyi ele geçirdi. Onu gönderen Basra Valisi Abdullah b. Âmir de Nişabur’u alarak devletin sınırlarını Hazar Denizi’ne kadar genişletti. Bugünkü Afganistan sınırları içinde kalan bazı şehirler kısa süre içinde zapt edildi. Aynı dönemde Ermenistan, Gürcistan, Dağıstan ve Azerbaycan toprakları da ele geçirildi. Erdebil merkez olmak üzere Azerbaycan’ın çeşitli şehirlerine birlikler yerleştirildi.
İslam Devleti’nin enerjisinin yoğunlaştığı bu dönemde Mısır’dan sonra Kuzey Afrika’da fetihlere devam edildi. 646 yılında Amr b. Âs’ın yerine Mısır’a vali tayin edilen Sa’d b. Ebu Serh, tarihte İfrikiye olarak anılan Tunus’a kadar uzanan Kuzey Afrika topraklarını fethetti. Daha sonra da iç kesimlere yönelen İslam orduları, bugünkü Sudan’a kadar uzanan Afrika topraklarını ele geçirip, burada kurulu bulunan Makarra Krallığı’nı egemenliği altına aldı.
Devletin sınırları Akdeniz kıyılarına dayandığında İslam dünyası denizcilikle de tanıştı. Bizans’tan ele geçirilen tersanelerden yararlanılarak donanma oluşturuldu. Böylece daha önce Hz. Ömer’i ikna edemeyen Şam Valisi Muaviye, Hz. Osman’ın izniyle 649 yılında Kıbrıs’ı vergiye bağladı. 650 yılında da Suriye sahillerine yakın Arvâd Adası alındı. İki yıl sonra Akdeniz’i bir Arap denizi hâline getirmek için Sicilya ve Rodos adalarına seferler düzenlendi. Daha önce barış yoluyla vergiye bağlanan Kıbrıs Adası, vergisini ödememesi nedeniyle 654 yılında savaş yoluyla ele geçirildi ve adaya on iki bin asker yerleştirildi. Bu dönemde İslam Devleti en büyük deniz zaferini Bizans donanmasına karşı kazandı. Beş yüz gemilik Bizans donanmasına karşı iki yüz gemilik İslam Devleti donanması Antalya’nın Finike ilçesi açıklarında “Zâtü’s-savârî’’ diye anılan büyük bir zafer kazandı. Böylece Akdeniz’in doğusu İslam Devleti’nin kontrolüne geçti.
Kazanılan savaşlar ve genişleyen topraklar toplumdaki refahı arttırdı. Artan refah, beraberinde paylaşım kavgasını da getirdi. Bu nedenle Hz. Osman’ın yönetiminin ilk altı yılı sakin geçerken, ikinci altı yıllık devresinde sıkıntılar yaşandı. 650-656 yıllarını kapsayan ikinci dönemde halkta hoşnutsuzluklar başladı. İslam’daki siyasi ayrışmalara neden olan olaylar da bu şikâyetlerle başladı.

Nepotizm ve Kabile Asabiyesi Felaket Getirdi
Hazreti Osman’ın halifeliğinin ilk yıllarında devlet, fetihler yoluyla süratle zenginleşirken, halifeliğinin son yıllarında ise ekonomik krizle boğuşmak zorunda kalmıştır. Hızlı zenginleşme, adil paylaşım tartışmalarını başlatmıştır. Hızlı zenginleşmenin ardından yaşanan ekonomik krizden en fazla askerî garnizonların bulunduğu Kufe, Basra ve Mısır etkilendi. Hz. Osman devri, İslam tarihinde nepotizm tartışmalarının başladığı dönem olmuştur. Bu durum ayrı bir şikâyet konusu teşkil etmiştir. Kendi kabilesinden olan Muaviye’yi Şam’a vali atayan, Humus, Kınnesrin ve Filistin vilayetlerini de ona bağlayarak yetkilerini genişleten Hz. Osman, daha sonra Kufe ve Mısır valiliklerine de kardeşlerini getirmiştir. Basra valiliği görevine ise İslam akaidinde Eş’ari ekolünün kurucusu olan Ebu Musa el-Eş’ari’nin yerine dayısının oğlunu atamıştır. Amcasının oğlu Mervan b. Hakem’e de devlet kâtipliği görevi vermiştir. Böylece devletteki bütün idari kadrolar Ümeyyeoğulları’nın eline geçmiştir. Bu durum başta Hz. Ali olmak üzere pek çok sahabi tarafından eleştiri konusu olurken, Kureyş Kabilesi içinde Emevioğulları-Haşimoğulları rekabetini ateşledi. Aynı şekilde Kureyş Kabilesi’nden olmayan Arabistan’daki diğer kabileler tarafından da Kureyş’in devletteki hükümranlığı olarak değerlendirildi. Böylece Arapların içinde sönmeye yüz tutan kabile asabiyesi gün yüzüne çıkmış oldu.
Hz. Osman’a ilk karşı çıkan şehir Kufe oldu. Hz. Osman’ın kardeşi olan Kufe Valisi Velid b. Ukbe, 651 yılında bir cinayetin faillerine, İslam hukukuna dayanarak kısas uyguladı. Bu nedenle katillerin yakınlarının hedefi hâline geldi. Valiyi içki içmekle itham eden bu kişiler, iddialarını halifenin huzurunda ispat ederek onun görevden alınmasını sağladılar. Bülbülün çektiği dili belasıdır misali, yeni Vali Said b. Âs da bir mecliste, “Irak toprakları Kureyş’in bahçesidir.” sözüyle toplumdaki kabilecilik asabiyesini iyice körükledi. Meclistekilerden Eşter en-Nehaî, “Allah’ın bize kılıçlarımızla ihsan etmiş olduğu bu araziler nasıl Kureyş’in çiftliği oluyor?” diyerek fitili tutuşturdu. Tartışmalar 654 yılında isyan boyutuna ulaşınca elebaşları, halkı isyana kışkırtma suçlamasıyla Hz. Osman’ın emri doğrultusunda Şam Valisi Muaviye’nin huzuruna gönderildi. Muaviye, bu kişileri Humus’a sürgün etti. Daha sonra bağışlayarak Kufe’ye dönmelerine izin verdi. Ancak kışkırtıcı eylemlerini arttırarak devam ettirdiler. Irak’ın ikinci büyük garnizon kenti Basra da Kufe’den etkilendi. Orada da Hz. Osman aleyhinde faaliyetler yankı buldu. Şam’da ise İslam’ı ilk kabul eden sahabilerden olan Ebu Zer, Vali Muaviye’nin devlet harcamalarındaki lüks ve şatafatına karşı yönelttiği eleştirileriyle zenginler aleyhine bir hareket başlattı. Halifeliğin dünya mallarına iktidar olma aracına dönüşmesinden endişe ettiğini belirten Ebu Zer, Muaviye’nin şikâyeti üzerine Hz. Osman tarafından Medine’ye çağrıldı. Ebu Zer eleştirilerini Hz. Osman’ın huzurunda devam ettirince, Mekke ve Medine arasında kalan Rebeze Çölü’ne sürgün edildi.
Hz. Osman’a karşı muhalefetin merkezlerinden biri de Mısır oldu. Muhalefetin liderliğini, Hz. Osman’ın koruması altında yetişen ve istediği valilik görevine atanmayan Muhammed b. Ebu Huzeyfe ile Hz. Ali’nin koruması altında yetişen Muhammed b. Ebu Bekir yürüttü.
Hz. Osman döneminde ortaya çıkan muhalefetin boyutlarını genişleten ise Hicaz’da ortaya çıkan Abdullah b. Sebe oldu. Abdullah b. Sebe de Kufe, Basra ve Mısır’daki muhalif gruplara gönderdiği mektuplarda Hz. Osman’ı ve valilerini ağır bir şekilde eleştirip, İslam’ın kurallarını çiğnemekle suçluyordu. Abdullah b. Sebe tarafından gönderilen bu mektuplar, açık alanlarda halkın huzurunda okunarak ahali isyana çağrılıyordu. Abdullah İbn-i Sebe’nin ortaya attığı bir önemli iddia ise Hz. Ali’nin, Hz. Muhammed’in vasisi olduğu idi. Halifeliğin Hz. Ali’nin hakkı olduğunu iddia eden Abdullah b. Sebe, halifeliğin Hz. Osman’dan alınıp Hz. Ali’ye verilmesi gerektiği görüşünü yaydı.

Valilerin Yanıltması, Muhalefeti Arttırdı
Hz. Osman’ın atadığı valilerin uygulamaları ve fethedilen toprakların zenginliklerinin Kureyş Kabilesi’ne tahsis edilmesi, muhalefetin öfkesini iyice arttırdı. Dedikodular artınca Hz. Osman müfettişler göndererek şikâyetleri yerinde inceletti. Daha sonra, 654 yılında hacdan dönerken valilerini Medine’ye çağırarak onlarla bir toplantı yaptı. Valiler, şikâyetlerin bir tertip olduğunu, endişe edilecek bir durum olmadığını söylediler. Hz. Osman, gelişen olayların önüne geçmek için;
– Muhaliflerin cihat ile meşgul edilmesini,
– Muhaliflerin elebaşlarının öldürülmesini,
– Muhalif liderlerin gönüllerinin mal verilerek alınmasını,
– Muhalefet edenlerin elebaşlarının askere alınmasını,
– Kufe’de önde gelen bazı kişilerin ödeneklerinin kesilmesini emretti.
Ayrıca valilerine insanları fitneden uzak tutmaya çalışmalarını ve itidalli davranmalarını tavsiye etti.
Hz. Osman’ın düşündüğü bu önlemler sorunu daha da büyüttü. Bunun üzerine Muaviye, Hz. Osman’ı, kendisi için daha güvenli olduğunu düşündüğü Şam’a davet etti. Hz. Osman’ın kabul etmemesi üzerine kendisini korumak için asker göndermeyi önerdi. Hz. Osman, onun bu teklifini de kabul etmedi.
Hz. Osman’a karşı ilk önemli kalkışma, valilerin Medine’den dönüşleri sırasında Kufe’de oldu. Muaviye’nin izniyle Humus’taki sürgünden dönenlerden Eşter en-Nehaî ve arkadaşları, Cerea denilen yerde toplanıp Kufe’ye dönmekte olan Vali Said b. Âs’ın yolunu keserek şehre girmesini engellediler. Hz. Osman’dan, onu görevden alıp yerine Basra’nın eski valisi Ebu Musa el-Eş’ari’yi tayin etmesini istediler. Hz. Osman olayları yatıştırmak için bu teklifi kabul etti. Hz. Osman’ın bu kararı, diğer şehirlerdeki muhalifleri de cesaretlendirdi. Abdullah b. Sebe’nin liderliğindeki Mısır, Kufe ve Basra’daki gruplar, Hz. Osman’ı ve valilerini açıktan eleştirmeye başladılar. Sahabenin önde gelenlerinden Hz. Ali, Zübeyr, Talha ve Hz. Muhammed’in eşi Hz. Ayşe başta olmak üzere çok sayıda sahabinin ağzından yazdıkları mektuplarla onların da kendilerini desteklediğini yaydılar. Bütün şehirlere ulaşan bu mektuplarda insanlar cihat için Medine’ye davet edildi. Büyük etki gösteren bu mektuplar, muhaliflerin Medine’de de taraftar bulmasını sağladı. Böylece Hz. Osman’ı eleştirenlerin sayısı, destekleyenleri geçti. 656 yılının nisan ayında Mısır, Kufe ve Basra’dan üç ayrı grup, hacı kafileleri arasında Medine’ye geldi. Sayıları üç bini bulan bu gruplar Medine dışındaki üç ayrı noktada konakladı. Gönderdikleri iki temsilciyle Medine’nin güvenlik imkânlarını denetlediler. Ayrıca Hz. Ali, Talha, Zübeyr ve Hz. Muhammed’in eşleriyle görüşerek valilere ilişkin şikâyetlerini aktardılar. Öte yandan Hz. Osman ile görüşmek istediklerini söylediler. Fakat bu isteklerini kabul ettiremediler. Bunun üzerine şehir dışındaki yerlerine döndüler. Bir süre sonra Mısır’dan gelen grup Hz. Ali’ye, Basra’dan gelen grup ise Talha’ya, Kufe’den gelen grup da Zübeyr’e temsilciler göndererek halifelik teklifinde bulundu. Gelişmelerden endişelenen Hz. Ali, oğlu Hasan’ı, Hz. Osman’a göndererek durumdan haberdar etti. Sahabinin ileri gelenleri de oğullarını Hz. Osman’ı korumakla görevlendirdiler.

Evi Kuşatılan Hz. Osman Valilerinden Yardım İstedi
Hz. Osman’ın koruma altına alınması, isyancıları kararından vazgeçirmedi. Sadece Hz. Osman’ın çevresindeki koruma kalkanını dağıtmak için bir taktik uygulamak zorunda kaldılar. Buna göre, önce bulundukları noktaları terk edip şehirlerine doğru yola çıktılar. Medine’den uzaklaştıktan birkaç gün sonra, 656 yılının nisan ayının son günlerinde beklenmedik bir anda geri dönüp, tekbirlerle Medine’ye girerek Hz. Osman’ın evini sardılar. Hz. Osman tarafından eski Mısır valisine yazılan ve muhaliflerin liderlerinin ölümle cezalandırılmasını emreden bir mektubu, dönüşlerine gerekçe olarak gösterdiler. Hz. Osman böyle bir mektup yazmadığını söylese de isyancıları ikna edemedi. Hz. Osman, bunun üzerine gizlice haber göndererek valilerinden yardım istedi.
Medinelilerin çoğu, kuşatmanın başından itibaren evlerine kapanıp mecbur kalmadıkça dışarı çıkmadılar. Kuşatma uzadıkça işsiz güçsüz takımı ve köleler de isyancılara katıldı. İsyancılar, yirmi gün ile altmış gün arasında değiştiği rivayet edilen kuşatmanın son on gününe kadar Hz. Osman’ın mescide çıkıp imamlık yapmasına göz yumdular. Bu esnada Hz. Osman ile her konuyu ayrı ayrı tartıştılar. Hz. Osman eleştirildiği her konuya ayrı ayrı cevap verdi. Bu konuşmalarından birinde Hz. Ali’nin tavsiyesine uyup, asilerin şikâyet ettiği bazı uygulamalarının hata olduğunu kabul ederek, Allah’ın kitabı ve Hz. Peygamber’in sünnetine uygun hareket edeceğine dair söz verdi ve sükûneti sağladı.
Hz. Osman’ın sakinleştirdiği ortamı geren ise devlet kâtipliği görevine getirdiği, amcasının oğlu Mervan oldu. Mervan’ın, Hz. Osman’ın izni ile yaptığı konuşma isyancıları öfkelendirdi. Bunun üzerine kuşatmanın son on gününde Hz. Osman’ın evinden çıkmasına izin vermediler. Ona, halifeliği bırakmadığı takdirde öldürüleceğini söylediler. İsteklerini kabul ettirmek için, abluka altındaki evine su gönderilmesini de yasakladılar. İsyancıların taleplerini kabul etmeyen Hz. Osman, kendisini korumak isteyenleri tehlikeye atmamak için onlardan silah kullanmamalarını istedi. O sırada Hz. Osman’ın evini korumak için yedi yüz kişinin toplandığı ve Hz. Osman’ın izin vermesi durumunda isyancılara boyun eğdirebilecekleri rivayet edilmiştir.
Hac mevsimi başladığında Hz. Osman’ın evini işgal eden isyancılar, hac mevsimi sona erdiğinde çok sayıda insanın Medine’ye geleceğini düşünerek bir an önce sonuç almak istediler. Onları acele etmeye sevk eden bir diğer neden ise Hz. Osman’ın yardım istediği valilerin gönderdiği askerlerin Medine’ye yaklaştığını haber almaları idi. Bu nedenle kuşatmanın son gününde sahabenin ileri gelenlerinin oğullarının koruduğu evin kapısını tutuşturdular. Havanın kararmasını fırsat bilen birkaç isyancı da bitişikteki evden içeri girerek 17 Haziran 656 tarihinde Kur’an okumakta olan Hz. Osman’ı öldürdü. Saldırganları durdurmak isteyen eşi Nâile binti Ferâfisa’nın parmakları kesildi. Ardından evini ve devletin hazinesini yağmalayan isyancılar, Hz. Osman’ın defnedilmesini de engellediler. Bu sebeple halifenin cenazesi, hanımı Nâile’nin gayretleriyle ancak akşam ile yatsı arasında, çok az kişi tarafından gizlice kaldırılabildi. Bir rivayete göre Hz. Osman’ın cenazesi üç gün sonra kaldırılabildi.
Cenazeye Hz. Osman’ın iki hanımının yanında 17 kadar erkeğin katıldığı, naaşının Cennet-ül Baki’nin bitişiğindeki Haşşükevkeb denilen yere defnedildiği bildirilmektedir. Bu alan Muaviye zamanında Cennet-ül Baki Mezarlığı’na katılmıştır. Diğer yandan Şam, Kufe ve Basra’dan gönderilen askerlerin de Hz. Osman’ın ölüm haberini aldıktan sonra Medine’ye ulaşmadan geri döndükleri bildirilmiştir.

Fetihlerin Durması İsyanı Ateşledi
Esasında Hz. Osman’ın yönetimine yapılan itirazların hepsi birer bahanedir. İsyanın esas nedeni, devletin savaşlardan elde ettiği ganimet gelirlerinin azalmasıdır. Ganimet gelirlerinin azalması, Kufe, Basra ve Mısır’da yaşayan askerî sınıfın maaşlarının ödenmesinde sorun yarattı. Hızlı zenginleşmenin devamında gelen ekonomik buhran, hazine giderlerinin kısılmasına ve askerlerin maaşlarında kesintiye gidilmesine yol açtı. Şehitlik veya gazilik yerine ganimet için cephelere koşan askerler, gelirlerindeki azalmanın hesabını sormaya başladılar. Aynı dönemde valilerin yanı sıra sahabenin ileri gelenlerinden bazılarının büyük servetler edinmesi de kıskançlıkları körükledi. Bu gelişmeler İslam öncesi Arap kabilecilik asabiyesini tahrik etti. Fetihlerde büyük rol üstlenen Bekir, Abdülkays, Rebia, Ezd, Kinde, Temîm, Kudâa gibi Arap kabileleri, Medine’de yönetimi elinde tutan muhacirlere karşı hareket başlattılar. Hz. Osman’ın şehadeti ile sonuçlanan isyan, esasında Arap kabilelerinin Kureyş kabilesine bir isyanıdır. Abdullah b. Sebe gibi Müslümanlar arasında ihtilaf yaratmak isteyen kişiler de bu ortamı kendi lehlerine çevirmişlerdir.
Hz. Osman, Hz. Muhammed’in kızı Ümmü Gülsüm’ün 630 yılında vefatından sonra altı evlilik daha yaptı. Bu evliliklerinden dokuz oğlu, yedi kızı oldu. Hz. Muhammed onun için, “Her peygamberin cennette bir arkadaşı vardır. Benim cennetteki arkadaşım da Osman’dır.” demiştir.
Cennetle müjdelenen on sahabiden biri olan Hz. Osman, kibar ve alçak gönüllü bir kişiliğe sahip olmanın yanında malını mülkünü İslam toplumunun refahı ve savunması için sarf etmeyi görev bilen, cömert bir insandı.

HZ. ALİ (656-661)

600 yılında Mekke’de doğdu. Hz. Muhammed’in amcası Ebu Talib’in en küçük oğludur. Beş yaşından itibaren Hz. Muhammed ile birlikte büyümüştür. İslam dini vahyedildiğinde henüz on yaşında olmasına rağmen Hz. Muhammed’e ilk inananlardan biridir. Çocukluğunda puta tapmadığı için İslam’ın sonraki dönemlerinde “Kerremallahu Veçhe” duasıyla anılmıştır.
Çocuk denecek yaşta Müslüman olması nedeniyle İslam’ın ilk yıllarında Mekke’deki diğer Müslümanlara uygulanan baskı ve şiddete maruz kalmamıştır. Hz. Muhammed’in Medine’ye hicret etmesi sırasında canını feda etmeyi göze alarak müşrikleri oyalamak ve onları gözetlemek maksadıyla Mekke’de kalmıştır. Hz. Muhammed Mekke’yi terk ederken, geceyi onun yatağında geçirerek onun, evde olduğu izlenimini uyandırmıştır. Hz. Muhammed hicreti tamamladıktan sonra, onun kendisine bıraktığı emanetleri sahiplerine iade edip, Hz. Muhammed’in kızı ve yeğeni Fatma ile annesi Fatma’yı da yanına alarak Mekke’den ayrılmış ve Kuba’da Hz. Muhammed’e yetişmiştir.
Hz. Muhammed, Mekkeli muhacirlere ekonomik ve sosyal himaye sağlamak amacıyla Mekkeli ve Medineli Müslümanlar arasında kardeşlik tesis ederken, Hz. Ali’yi kendisine kardeş ilan etmiştir. 624 yılının son ayında Hz. Muhammed’in kızı Fatma ile evlenerek, Hz. Muhammed’in günümüze kadar ulaşan soyunun babası olmuştur. Hz. Ali’nin bu evlilikten Hasan ve Hüseyin ile Zeyneb ve Ümmü Gülsüm adlı çocukları olmuştur. Bir de adını Muhsin koyduğu ölü bir çocuğu doğmuştur. Hz. Ali, Hz. Fatma sağ iken başka kadınla evlilik yapmamıştır. Fatma’nın vefatından sonra yaptığı evliliklerinden çok sayıda çocuğu dünyaya gelmiştir.
Hz. Ali, İslam tarihinin dönüm noktaları olan Bedir, Uhud, Hendek savaşlarına, Hayber Kalesi’nin fethine katılmış ve bu savaşlarda Hz. Muhammed’in sancaktarlığını yapmıştır. Müslümanların yenilgisi ile sonuçlanan Uhud Savaşı’nda ve Mekke’nin fethinden sonra Müslümanlarla Havazin müşrikleri arasında meydana gelen Huneyn Gazve’sinde çeşitli yerlerinden yaralar almıştır. Hayber Kalesi’nin fethinde büyük cengaverlik göstermiş ve Yahudilerin kaleden çıkartılmasında en büyük paya sahip olmuştur. Medine’nin 140 kilometre dışında bulunan ve Beni Sa’d Kabilesi’nin yaşadığı Fedek’ten Yahudilerin kovulması için 628 yılında yapılan seferde ve Hz. Muhammed’in vefatından sonra eski inançlarına dönerek bozgunculuk yapan Yemen halkına karşı düzenlenen seferlere komutanlık yaptı. Yemen’e yaptığı sefer sonrasında Beni Hemdân Kabilesi’nin Müslüman olmasını sağlamış, Tebük Seferi sırasında Hz. Muhammed’in vekili olarak Medine’de kalmıştır.

Hudeybiye Antlaşması’nı Kaleme Aldı
Hz. Muhammed’in vahiy kâtipliğini de yapan Hz. Ali, 628 yılının mart ayında Mekkeli müşrikler ile Medineli Müslümanlar arasında imzalanan Hudeybiye Antlaşması’nı yazmıştır.
Çocuk yaşta Müslüman olması nedeniyle hiçbir zaman putlara tapınmayan Hz. Ali, insanların kalbinde simgesel bir yeri olan putların kırılmasında etkin bir rol üstlenmiştir. Arap coğrafyasının İslamlaşmasında büyük katkısı olan Hz. Ali, Evs, Hazrec ve Tay kabilelerinin taptıkları putları kırmakla kalmamış, Mekke’nin fethinden sonra da Kâbe’deki putları imha etme görevini üstlenmiştir. 631 yılında Hz. Muhammed’e vekâleten hac emiri olarak tayin edilen Hz. Ebu Bekir’e Mina’da yetişip o sırada inmiş bulunan Tevbe Suresi’nin ilk yedi ayetini okumuştur. Gönderilen ayetlerde müşriklerle Müslümanların 631 yılından sonra hacda bir arada bulunamayacağı ve hiç kimsenin Kâbe’yi çıplak tavaf edemeyeceği bildirilmiştir.

Hz. Muhammed’e Son Görevini Yaptı
Hz. Muhammed’in vefatında, cenazesinin yıkanmasından defin işlemlerine kadar en yakınında bulunan Hz. Ali’nin gönlü, ilk halife seçimi sırasında kırıldı. Onun bu kırgınlığı İslam tarihinin daha sonraki dönemlerinde yaşanan ayrışmanın da karinesi olarak kullanıldı. Hz. Ali, Hz. Ebu Bekir halife olarak seçildikten altı ay sonra, eşi Hz. Fatma’nın vefat etmesinin ardından ona biat etti.
Onun geç biat etmesi, İslam dünyasında Sünni ve Şii şeklinde meydana gelen ayrışmanın da tartışma konularından biri oldu. İlk halifenin kim olması gerektiği tartışması, yüzlerce yıl İslam dünyasını meşgul etmiştir.

Hicri Takvim Fikri Ona Aittir
Hz. Muhammed’in amcası Ebu Talib’in oğlu olan Hz. Ali, ortaya yakın kısa boylu, koyu esmer tenli, iri, siyah gözlü, gür sakallı, gülümserken dişleri görünen, güzel bir insandı. Kendisine Hz. Peygamber tarafından verilen “Ebu Türâb” lakabından başka, “El-Murtaza” ve “Esedullah” gibi lakapları vardır.
Hz. Ebu Bekir’in halife seçilmesi üzerine Medine’de pasif bir konuma çekilmeyi tercih etmiştir. Hz. Ömer ve Hz. Osman dönemlerinde devlette hiçbir görev üstlenmemiş, yapılan fetihlere de katılmamıştır. Sadece Hz. Ömer’in Filistin ve Suriye’ye yaptığı seyahat sırasında, Medine’de askerî vali olarak kalmıştır.
Hz. Muhammed vefat ettikten sonra Medine’de oturmaya devam eden Hz. Ali, kendini dinî ilimlere adamıştır. Kur’an ve hadis konusunda sahip olduğu ilmî yetkinliği nedeniyle hem Hz. Ebu Bekir hem de Hz. Ömer hukuki konularda sık sık onun görüşüne başvurmuştur.
Müslümanların kullandığı Hicri takvim fikri ona aittir. İslam tarihiyle bağlantılı şekilde tasarlanacak olan takvimde, Hz. Muhammed’in Mekke’den Medine’ye hicretinin esas alınması fikrini o teklif etmiş ve kabul edilmiştir. Hz. Ömer’in vefatından sonra Hz. Osman’ı halife olarak seçen heyetin ilk üyesi Hz. Ali olmuştur.

Ebu Zer’in Eleştirilerine Katıldı
Hz. Osman dönemi sıkıntılı bir dönem olmuştur. Yeni devletin süratli bir şekilde büyümesi ve zenginleşmesi iktisadi, siyasi ve sosyal sorunları beraberinde getirmiştir. İdari uygulamalardan yakınan birtakım insanlara katılmasa da Hz. Ali onların eleştirilerini zaman zaman Hz. Osman’a iletmiştir. Hz. Osman’ı, akrabalarını başta valilik görevi olmak üzere devlette idari görevlere getirmek gibi bazı icraatlarda bulunmakla ve özellikle şeri cezaların tatbik edilmemesi sebebiyle Kur’an ve sünnetten uzaklaşmakla suçlamıştır. Sarhoş olarak namaz kıldıran Kufe Valisi Velid b. Ukbe’yi ancak ısrar karşısında cezalandırması, hac sırasında Mina’da seleflerinin aksine namazı iki yerine dört rekât kıldırması, Şam Valisi Muaviye b. Ebu Süfyan’ın icraatını açıktan tenkit ettiği için Ebu Zer el-Gıfari’yi Mekke ile Medine arasında kalan Rebeze Çölü’ne sürmesi gibi konulardan dolayı Hz. Ali onu eleştirmiştir. Hz. Ali ile Hz. Osman arasındaki ihtilafı derinleştiren ise Ebu Zer el-Gıfari’nin sürgüne gönderilmesi olmuştur. Ebu Zer’i eleştirilerinde haklı bulan Hz. Ali, Hz. Osman’a rağmen Ebu Zer’i oğullarıyla birlikte Medine’den yolcu etmiştir.

656’da Halife Seçildi
Hz. Osman’a karşı oluşan muhalefette, Hz. Ali ile birlikte Talha ve Zübeyr gibi sahabenin önde gelenlerinin eleştirilerinin etkisi olmuştur. Buna rağmen muhaliflerin Medine’ye gelerek Hz. Osman’ı makamından indirmeye çalışmalarına da en fazla Hz. Ali karşı çıkmıştır. Olayların önünü alamayınca Hz. Osman’ı korumak için oğulları Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin’i onun evinin önüne nöbetçi olarak bırakmıştır. Basra, Kufe, Şam ve Mısır’dan beklenen ordu birlikleri gelmediği için Hz. Osman, Medine’deki evinde korunamamıştır.
Hz. Osman’ın 656 yılında şehit edilmesi, Müslümanlar arasında büyük bir ayrışmaya neden oldu. Ümeyyeoğulları Ailesi’ne mensup olan Müslümanlar, Medine’yi terk ederek şehri isyancılara bırakmışlardır. Ümeyyeoğulları’nın terk ettiği Medine’de devleti başsız bırakmamak için sahabeden Abdullah b. Ömer, Sa’d b. Ebu Vakkas, Mugire b. Şu’be, Muhammed b. Mesleme ve Üsame b. Zeyd’den oluşan bir heyet mescitte toplanarak 17 Haziran 656 tarihinde Hz. Ali’yi halife olarak seçmiştir.

Hz. Osman’ı Kim Öldürdü?
Hz. Osman’ı kimin öldürdüğü sorusu cevapsız kalınca İslam tarihindeki büyük kırılma ivme kazandı. Sayısı üç bini geçen grup, “Osman’ı hepimiz öldürdük!” diye bağırıyordu. Hz. Ali’nin de üç bin kişiyi cezalandıracak gücü yoktu. Bu durumda isyancılara karşı eli kolu bağlı idi. Bu nedenle bir süre ortalığın yatışmasını bekledi. Zira kendisine Medine dışındaki şehirler biat etmemişti. Hz. Osman’ın yeğeni ve Şam valisi olan Muaviye, kendisini Hz. Ali’ye biat etmeye davet etmek için gelen elçiye ret cevabı vermiş ve gerekçe olarak da Hz. Ali’yi, Hz. Osman’ın katillerinin iş birlikçisi olarak gördüğünü ve Hz. Osman’ın kanını dava edeceğini söylemişti. Biat etmeyen sadece Muaviye değildi. Hz. Muhammed’in eşi ve Hz. Ebu Bekir’in kızı olan Hz. Ayşe de biat etmedi. Dört ay sonra sahabenin ileri gelenlerinden Talha ve Zübeyr de Hz. Ayşe’nin yanında yer aldı.

İlk Nefret Tohumu Cemel Vakası’nda Ekildi
Cahiliye döneminin asabiyesini hortlatan bu süreçte tekrar Mekke’ye dönen Ümeyyeoğulları da Hz. Ali’nin karşısında yer aldı. Bu nedenle Hz. Ali öncelikle Basra’dan biat almak üzere süratle asker topladı. Böylece Hz. Muhammed’in vefatının üzerinden geçen yirmi dört yıllık süreçte Müslümanlar bölünmekle yüz yüze geldi. Zira Hz. Ayşe de yandaşlarıyla birlikte, Basra üzerine yürüyen Hz. Ali’nin karşısına çıktı. İslam tarihinin en hazin çarpışması 9 Aralık 656 tarihinde Hureybe bölgesinde meydana geldi. Tarihe Cemel Vakası olarak geçen savaşı Hz. Ali kazanırken, kaybeden Müslümanlar oldu. İslam’ın hafızası niteliğindeki sahabenin ileri gelenlerinden Talha ve Zübeyr’in de aralarında bulunduğu çok sayıda sahabi bu savaşta öldü. Savaşta ölenlerin defin hizmetlerini kendisi yürüten Hz. Ali, Hz. Ayşe’yi de hanımlarının eşliğinde Medine’ye gönderdi. Savaş meydanında ele geçirdiği ganimeti ve hazinedeki paraları ordusuna dağıtan Hz. Ali, daha sonra kendisine karşı gelenleri biat ettirmek için harekete geçti.

Yedi Ay Sonra İkinci Savaş Başladı
Müslümanların birliğini ortadan kaldıran ikinci savaş ise Şam Valisi Muaviye’nin, Hz. Ali’nin halifeliğini tanımamakta ısrar etmesi üzerine meydana geldi. Cemel Vakası’ndan sonra Şam Valisi Muaviye’yi tekrar biat etmeye davet eden Hz. Ali, bu davetinden de sonuç alamayınca devletin birliğini sağlamak için tekrar ordusuyla Şam’ın üzerine yürüdü. Böylece iki ordu, Cemel Vakası’ndan yedi ay sonra, 657 yılının haziran ayında Sıffîn mevkisinde karşı karşıya geldi. Hz. Ali ve Muaviye’nin ordularının çatışması üç ay sürdü. Bu sürede iki taraf da birbirine üstünlük sağlayamadı. Savaşın en şiddetli anı, 27-28 Temmuz 657 gecesinde yaşandı. Leyletü’l Herîr denilen gece, ordular sabaha kadar birbirlerine kılıç salladılar. O gece orduları çözülmeye yüz tutan Muaviye savaş meydanından kaçmaya karar verdi. Muaviye’nin imdadına ise Mısır’ı fetheden komutan Amr b. Âs yetişti. Üç ay birbirine kılıç sallayan taraflar arasındaki sorunu gidermek için Amr b. Âs Kur’an’ın hakemliğine başvurulmasını önerdi. Bunun üzerine Muaviye, Hz. Osman döneminde çoğaltılıp vilayetlere iletilen Kur’an’ın Şam’a gönderilen nüshasını beş mızrağın ucuna bağlatarak taşıttı. Muaviye’nin askerleri de koyunlarında taşıdıkları Kur’an sayfalarını mızraklarının ucuna bağlayarak, “Ey Iraklılar! Savaşı bırakalım; Allah’ın kitabı aramızda hakem olsun!” diye çağrıda bulundular. Bu hareket Hz. Ali’nin ordusunda beklenen etkiyi hemen gösterdi. Yapılanın bir hile olduğunu ifade etmeye çalışsa da kimse Hz. Ali’ye kulak vermedi. Bunun üzerine Hz. Ali, Amr b. Âs’ın, Kur’an’ın hakemliğine başvurulması önerisini kabul etmek zorunda kaldı. Hz. Ali, Ebu Musa el-Eş’ari’yi, Muaviye de Amr b. Âs’ı hakem seçti.

Hakem Olayı’ndan Haricilik Doğdu
Ebu Musa el-Eş’ari ve Amr b. Âs, 31 Temmuz ila 4 Ağustos günleri arasında yaptıkları değerlendirmeler sonunda Hz. Ali ile Muaviye’yi, aralarındaki ihtilafları Allah’ın kitabı ve gerektiğinde de Hz. Muhammed’in sünneti ile çözmeleri şartıyla anlaştırdılar. Yetmiş bin Müslüman’ın savaş meydanında kaldığı Sıffîn Savaşı’nın sonunda hakemlerin iki taraf için de verdikleri karara, Hz. Ali’nin saflarında çarpışan Temimlilerden bazıları, “La hükme illa lillah!” sloganıyla itiraz ettiler. Hz. Ali’yi, hakem tayin etmek suretiyle günah işlemekle suçladılar. Günahından arınmak için tövbe etmesini ve Kur’an’ın emrine uygun hareket ederek Muaviye ve taraftarlarını Allah’ın emrine itaat ettirinceye kadar onlarla savaşmasını istediler.
Temimlilerin bu isteğini savaşın başında yerine getirmesine rağmen kendisinin dinlenmediğini söyleyen Hz. Ali, hakem tayin edilmesinden sonra varılan anlaşmadan dönemeyeceğini söyledi. Hz. Ali’ye kendi yorumlarını benimsetemeyen, çoğunluğu Temim Kabilesi’nden olan on iki bin kadar asker, Hz. Ali ile Kufe’ye dönmeyerek bugün Irak topraklarında kalan Kufe şehri yakınındaki Harura’ya çekildiler. Kendisine katılmayan grubu ikna etmek için Harura’ya giden Hz. Ali, burada altı bin kişilik bir grubu ikna ederek beraberinde Kufe’ye götürdü. Kalan dört bin kişilik grup ise Nehrevan’a giderek tarihe Hariciler olarak geçen ekolün nüvesini teşkil ettiler.

Nehrevan Savaşı ve İçinden Çıkılamayan Ayrışma
Ümeyyeoğulları’nın biat etmemesinden ötürü başlayan ayrışma, Haricilik hareketinin başlamasıyla sonuçlanınca Hz. Ali’nin uğraşması gereken bir başka sorun daha ortaya çıkmış oldu. Muaviye ile aralarındaki görüş ayrılığını gidermek için belirlenen hakemler de ilk toplantılarını 658 yılının şubat ayında, Dumetülcendel denilen, Suriye-Irak yolu üzerindeki mevkide yaptılar. Toplantı sonunda, Hz. Osman’ın halifeliği süresince öldürülmeyi gerektirecek bir icraat yapmadığı ve haksız yere öldürüldüğü görüşünü açıkladılar.
Hakemlerin kararlarını açıkladıkları günlerde, Hz. Ali de devletin birliğini sağlamak amacıyla Muaviye’yi kendine biat etmeye zorlamak için yeniden asker toplamaya başladı. Bu amaçla Nehrevan’da toplanan Haricileri de kendisine katılmaya davet etti. Aynı günlerde Hariciler, sahabeden Abdullah b. Habbâb ve hamile karısını, kendileriyle aynı görüşü paylaşmadıkları gerekçesiyle katlettiler. Bu durum, Hariciliğin bir asayiş sorunu yarattığını ortaya koydu. Bunun üzerine Hz. Ali, önce Haricilik sorununu ortadan kaldırmak için askerlerini Nehrevan üzerine yürüttü. 17 Temmuz 658 tarihinde yapılan savaşta Hariciler’in önemli bir bölümü hayatını kaybetti.
Tabii Nehrevan’da elde edilen bu sonuç, Harici sorununu gidermeye yetmedi. Hz. Ali, Nehrevan Savaşı’ndan sonra Şam’ın üzerine yürümek için ordusuyla Nuhayle denilen mevkide konakladığı esnada, Kufe’de yaşayan ve ehl-i Nuhayle denilen, sayıları iki bini bulan Harici topluluğunu kendisiyle birlikte hareket etmeye davet etti. Hariciler ise Hz. Ali’yi Kur’an hükümlerine uymadığı için küfre girmekle itham ederek onun ordusuna karşı kılıç çektiler. Yapılan savaşta büyük çoğunluğu öldürüldü. Savaş alanından kurtulanlar ise Mekke’ye kaçtı.
Arka arkaya gelen savaşlar, Hz. Ali’nin ordusunda da bıkkınlık ve yorgunluk meydana getirdi. Şam’a hareket etmek üzere topladığı ordusundaki isteksizlik Hz. Ali’yi kararından vazgeçirerek Kufe’ye dönmek zorunda bıraktı.

Hz. Ali’yi Halifelikten Azlettiren Hile
Hakemler ikinci toplantılarını 659 yılının ocak ayında Ezruh’ta yaptılar. Toplantı sonunda Hz. Ali’nin ve Muaviye’nin görevlerinden azledilerek, yerlerine gelecek kişinin bir heyet tarafından belirlenmesine karar verdiler. Varılan bu kararı ilk açıklayan Ebu Musa el-Eş’ari, Hz. Ali’yi halifelik görevinden azlettiğini açıkladı. Amr b. Âs’ın da Muaviye’yi azlettiğini açıklaması beklenirken, o beklenmedik bir şey yaptı ve Muaviye’yi halife tayin ettiğini açıkladı. Ebu Musa el-Eş’ari, Amr bin Âs’ın kendisine oynadığı oyuna karşı çıksa da durum değişmedi ve İslam Devleti’nde ihtilaf içinden çıkılması güç bir hâl aldı. İslam dünyasındaki siyasi ve sosyal huzursuzluklar bu olaydan sonra iyice arttı. Devletin dikkati iç sorunlara yönelince fetihler de bir süre durmak zorunda kaldı.

O da Zehirli Bir Hançerle Öldürüldü
Halkın bir kısmı Hz. Ali’ye biat ederken, bir kısmı da Muaviye’ye biat etti. Böylece Şam ve Kufe’de iki ayrı devlet merkezi ortaya çıktı. Kendisine karşı oynanan oyuna öfkelenen Hz. Ali, Muaviye’ye karşı yeni bir sefer hazırlığı yapmak istese de halktan yeterli desteği göremedi. Buna rağmen kırk bin kişilik bir ordu meydana getirerek Şam üzerine yürüme kararı aldı.
O, devletteki çift başlılığı ortadan kaldırmak ve Müslümanları tek bayrak altında toplamak için hazırlık yaparken, ona karşı intikam hırsıyla yanıp tutuşan Harici Abdurrahman b. Mülcem tarafından sabah namazını kılarken zehirli bir hançerle ağır şekilde yaralandı. Bu suikasttan iki gün sonra, 28 Ocak 661 tarihinde Hz. Ali hayata gözlerini kapadı. Kur’an ve sünneti en iyi bilenlerden biri olan ve halife seçildiği andan itibaren Ümeyyeoğulları ve Hariciler ile mücadele etmek zorunda kalan Hz. Ali’nin naaşı, günümüzde Necef olarak bilinen Kufe şehrinde toprağa verildi.

HZ. HASAN (661-669)

1 Mart 625’te Medine’de doğdu. Babası ona Harb adını koymayı düşünmüşse de Hz. Peygamber, ona cahiliye döneminde bilinmeyen Hasan adını ve Ebu Muhammed künyesini vermiş ve kulağına bizzat ezan okumuştur.
Hulefa-i Raşidin dönemi yaygın kaynaklarda Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali’den ibaret sayılsa da bazı Sünni âlimler tarafından, babasının şehit edilmesinden halifelik görevini Ebu Süfyan’ın oğlu Muaviye’ye devrettiği güne kadar geçen 4 ay 3 günlük süre nedeniyle Hulefa-i Raşidin’in beşincisi ve sonuncusu olarak kabul edilir.
Hz. Hasan, yaşı küçük olması nedeniyle kardeşi Hüseyin gibi ilk halife döneminde cereyan eden önemli olaylarda fiilen yer almamıştır. Çocukluğunu dedesi Hz. Muhammed’in yanında geçirmiştir. Hz. Osman’ın halifeliği sırasında kardeşiyle birlikte, Said b. Âs’ın komutasındaki ordu ile Horasan seferine katılmıştır. Medine’yi kuşatan isyancılara karşı Hz. Osman’ı korumak için iki ay süreyle evinde nöbet tutmuş ve evine su taşımıştır.
Babası Hz. Ali halife seçildiğinde, Zübeyr b. Avvam ve Talha b. Ubeydullah gibi sahabelerin bu seçime karşı çıkması nedeniyle babasının elçisi olarak Kufelileri biate ikna etmek için Ammar b. Yasir ile birlikte Kufe’ye gitti.
Müslümanların kendi aralarında cereyan eden ilk savaşlar olan Cemel Vakası’nda ve ayrıca Sıffîn Savaşı’nda babası ile birlikte kılıç salladı. Hz. Ali’nin 28 Ocak 661’de şehit edilmesinin ardından Kufeliler ona biat etti. Hz. Hasan, halktan biat aldıktan sonra Kufe Mescidi’nde halka hitap ederken, Hz. Muhammed’e olan yakınlığını hatırlatmıştır.
Kufelilerin Hz. Hasan’a biat etmesi, Muaviye’yi çok rahatsız etti. Kufelilerin desteğini almak için büyük bir çaba gösteren Muaviye, Suriye, Filistin ve el-Cezire’den topladığı askerleri Abdullah b. Âmir’in emrine vererek onlara Kufe üzerine yürümelerini emretti. Kendisine karşı başlatılan saldırı hazırlığını öğrenen Hz. Hasan da ordusu ile birlikte bugünkü Bağdat’ın 30 kilometre doğusunda kalan Dicle Nehri kıyısındaki Medain şehrine doğru yola çıktı. Bu sırada, aradaki anlaşmazlığı barış yoluyla ortadan kaldırmak için karşılıklı mektuplar gönderildi. Ancak bu yazışmalar anlaşmazlığı daha da derinleştirdi.
Hz. Hasan, Abdullah b. Âmir’in emrindeki orduyla çarpışmak için Medain’e hareket ettiği esnada, Muaviye de ordusuyla birlikte Musul’a hareket ederek orada konakladı. Hz. Hasan da on iki bin kişilik bir birliği Ubeydullah b. Abbas’ın emrine vererek Muaviye’ye karşı gönderdi. Bu arada, konakladığı Medain şehrinde ordusunun savaşa karşı isteksiz olduğunu gördü. Onlara karşı bir konuşma yaparak, askerlerinin hiçbirinin savaştan hoşlanmadığını bildiğini ve kendisinin de askerlerinin istemediği bir durumla karşı karşıya kalmalarına razı gelmeyeceğini söyledi. Onun yaptığı bu konuşma ordu içindeki Harici grupta büyük bir tepkiyle karşılandı. “Hasan da babası gibi küfre düşmüştür!” diyen bu grup, Hz. Hasan’ın üzerine yürüyerek elbiselerini çekiştirdi. Öldürülme tehlikesiyle karşı karşıya kalan Hz. Muhammed’in torunu, Rebia ve Hemdan kabilelerine mensup sadık adamlarının yanına sığınarak canını kurtardı. Ordu içinde sükûneti sağladıktan sonra da Medain’e doğru harekete geçti. Ancak Harici grup, Medain yolunda rahat durmadı ve Hz. Hasan, Cerrah b. Sinan el-Esedî tarafından kılıç darbesiyle yaralandı.

Hz. Hasan’ın Yaralanması Muaviye’nin İşine Yaradı
Hz. Hasan’ın, babasını şehit eden Haricilerin kılıcıyla yaralanması Muaviye’nin işine yaradı. Bir yandan bu haberi etrafa yayan Muaviye, diğer yandan El-Anbar’da Ubeydullah b. Abbas komutasındaki öncü birliği kuşattı. Eş zamanlı olarak Muaviye’nin birliklerinin komutanı Abdullah b. Âmir de Medain’e giderek, Dicle kıyısında konuşlanan Hz. Hasan’ın ordusunun karşısında mevzilendi. Onlara, Muaviye’nin de El-Anbar’ı işgal ettiğini haber verdi. Muaviye’nin savaş yapmak istemediğini söyleyen Abdullah b. Âmir, barış için Hz. Hasan’ın kendisi de dâhil olmak üzere tüm askerlerin kendilerine sığınmalarını şart koştu. Abdullah b. Âmir’in bu sözleri, Hz. Hasan’ın ordusunda çözülmeye neden oldu. Askerlerindeki tereddüt Hz. Hasan’ı Medain’e dönmeye mecbur etti. Medain’de Abdullah b. Âmir’e haber gönderen Hz. Hasan, halifelik beratını Muaviye’ye teslim etmek için altı şart ileri sürdü.
Hz. Hasan’ın ileri sürdüğü şartlar şunlardı:
1- İntikam için Iraklılardan hiç kimse tutuklanmayacaktır.
2- Milliyetine bakılmaksızın herkes emniyet içinde olacaktır.
3- İşlenmiş suçların tamamı affedilecektir.
4- Ahvaz’ın haracı yıllık olarak kendisine ödenecektir.
5- Kardeşi Hüseyin’e iki milyon dirhem verilecektir.
6- Haşimoğulları’na da Ümeyyeoğulları’na gösterilen yakınlık gösterilecek ve aynı ihsanlarda bulunulacaktır.
İbnü’l Esîr, Hz. Hasan tarafından ileri sürülen bu şartlara, Hz. Ali’ye küfür etmemeyi de ekledi.

Nihayet Müslümanlar Yeniden Birlik Oldu
İleri sürülen altı şartı, Abdullah b. Âmir, Muaviye’ye iletti. Muaviye, altı şartı da uygun buldu ve kendi elleriyle bir zabıt hazırlayıp üzerini mühürleyerek Hz. Hasan’a gönderdi. İleri sürdüğü şartların kabul edilmesi üzerine Hz. Hasan, anlaşmayı Kays b. Sâ’d’a bildirerek yetkilerini Muaviye’ye devretmesini ve Medain’e dönmesini emretti. Kays b. Sâ’d, Muaviye’nin halifeliğini kabul etmek istemediği için beraberindeki dört bin askeri, kendisiyle birlikte Muaviye’ye karşı savaşa çağırdı. Askerler savaşmak yerine Hz. Hasan’ın çağrısına uymayı tercih ettiler.
Hz. Hasan’ın kararına Hz. Hüseyin de karşı çıktı. Buna rağmen Hz. Hasan kararından dönmedi ve adamları ile birlikte Medain’i terk ederek Kufe’ye çekildi. Daha sonra Kufe’ye gelen Muaviye’ye, 661 yılının eylül ayında vardıkları anlaşmayı sözlü olarak yeniden onaylattı. İslam tarihinde bu yıl, Birlik Yılı olarak kabul edildi.
“Mücteba”, “Taki”, “Zeki” ve “Sıbt” lakaplarıyla tanınan Hz. Hasan, halim selim, cömert, sakin, vakarlı, siyaset ve fitneden kaçınan bir yaradılışa sahipti. Kısa bir süre halife unvanını taşıdıktan sonra hilatini Muaviye’ye devrederek, ailesiyle birlikte Kufe’den Medine’ye göç etti ve yaşamının kalan kısmını Medine’de geçirdi. Onu öldüren ise Hz. Hasan’ın eşlerinden Ca’de binti Eş’as b. Kays oldu. Ca’de binti Eş’as, Yezid ile evlendirileceği sözüne kanarak Hz. Hasan’ı zehirleyip öldürdü. Hz. Hasan’ın naaşı, vasiyetine uygun şekilde Cennet-ül Baki Mezarlığı’nda Hz. Fatma’nın yanına defnedildi.
Hz. Muhammed’den on üç hadis rivayet ettiği tespit edilen Hz. Hasan, yaşadığı dönemde çok boşayan anlamına gelen “Mıtlak” lakabıyla da anılmıştır. Yüze yakın evlilik yaptığı ileri sürülse de hayatına ilişkin tez çalışması yapan Bâkır Şerif el-Kureyşî, onun on üç evlilik yaptığını belirlemiştir. Evliliklerinden on iki çocuğu olsa da bazı kaynaklarda yirmi iki çocuğu olduğu da nakledilmiştir. Hz. Muhammed’in soyunun devamını sağlayan Hz. Hasan’ın çocuklarının bilinen isimleri şöyledir:
Zeyd, Hasan, Kasım, Ebu Bekir, Abdullah, Amr, Abdurrahman, Hüseyin, Muhammed, Yakub, İsmail ve Talha. Soyu Hasan el-Müsennâ ve Zeyd adlı çocuklarından devam etmiştir. Hz. Hasan’ın soyundan gelenlere “şerif” unvanı verilmiştir. Tarihte soylarının Hz. Hasan’a uzandığını iddia eden aileler tarafından İdrisîler, Ressiler ve Sa’diler adıyla devletler kurulmuştur. Günümüzde de Filâlîler Hanedanı ile Fas’ta ve Haşimiler Hanedanı ile Ürdün’de Hz. Hasan’ın soyundan gelen aileler etkilidir.
Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin bütün İslam dünyasında olduğu gibi Türkler arasında da Hz. Muhammed’in torunları sıfatıyla çok sevilip sayılmış, adları çocuklara verilen en yaygın isimler arasında yer almıştır.
Şia kültüründe Hz. Hasan’ın ayrı bir yeri vardır. Hz. Ali tarafından tayin edilmiş ikinci imam ve on dört “masum-u pak’’ın dördüncüsü olarak kabul edilip, kendisine birçok keramet atfedilmiştir. Bugün İran ve Irak gibi Şiilerin yaşadığı yerlerde, Hz. Hüseyin için muharrem ayının ilk on bir gününde yapılan taziye ayinleri kadar gösterişli olmamakla beraber, kameri aylara göre 28. Safer günü hem Hz. Muhammed’in hem de Hz. Hasan’ın vefatı münasebetiyle dinî törenler yapılmaktadır

OSMANLI HALİFELERİ





I. SELİM (YAVUZ SULTAN SELİM) (1512-1520)

Halifelik unvanını Osmanlı Devleti’ne kazandıran I. Selim, 1470 yılında babası II. Bayezid’in sancakbeyi olarak bulunduğu Amasya’da doğdu. Adı Selim olsa da sert mizacı, cesareti ve ataklığı sebebiyle “Yavuz” lakabıyla anılmıştır. On yaşlarında iken dedesi Fatih Sultan Mehmet tarafından kardeşleri Ahmet, Korkut, Mahmut, Alemşah ve amcası Cem’in oğlu Oğuz Han ile birlikte İstanbul’a çağrıldı ve sünnet ettirildi. Sünnet töreninin ardından babasının yanına dönen Selim bir süre daha Amasya’da kaldı.
Babası II. Bayezid, tahta çıkmak üzere İstanbul’a gittiğinde o bir süre daha Amasya’da kaldıktan sonra, 1487 yılında şehzade olarak Trabzon sancağına gönderildi. Trabzon’da 24 yıl sancakbeyliği yapan I. Selim, burada devlet yönetimine ilişkin önemli bir deneyim kazandı. Trabzon’da iken özellikle Gürcü prensliklerinin ve Safevî Devleti’nin faaliyetlerini yakından takip etti. Babası II. Bayezid ise Batı’dan gelen tehditleri dikkate alarak doğu sınırlarında sorunla karşılaşmamak için Şah İsmail’in sınır boylarındaki hareketleri karşısında oğlunu fevri hareket etmemesi için uyardı.
I. Selim, 1508 yılında Gürcistan’a yaptığı bir seferde büyük başarı kazandı. II. Bayezid de oğlunun zaferini takdir etti.

Gözü Hep Safevîler’in Üzerindeydi
I. Selim’i doğu seferlerine çıkartan temel neden, uzun süre Trabzon’da şehzadelik yapması oldu. Trabzon’da bulunduğu 24 yıllık sürede bütün dikkatini Şah İsmail üzerinde yoğunlaştırdı. Daha 1501 yılında sınır hattındaki kalelerin tamir edilip sahillerin emniyeti için gemi sağlanmasının gerekliliğini vurgularken Şah İsmail’in hareketleri ve Şirvan’daki durum hakkında devlet merkezine raporlar gönderdi. Babasından aldığı onay doğrultusunda İspir ve Bayburt’a sefer düzenleyip Osmanlı topraklarına katarak Erzurum’a kadar olan yerlerin güvenliğini sağlamaya çalıştı.
Safevî Devleti Hükümdarı Şah İsmail’in, 1507 yılında Dulkadiroğulları’nın üzerine yürümesi ve bir komutanını Trabzon sınırlarına yollaması üzerine sancağının askerlerini toplayarak Erzincan’a kadar ilerledi ve Şah İsmail’e gözdağı verdi. I. Selim’in meydan okumasına karşılık veren Şah İsmail de 10 bin kişilik bir kuvveti Erzincan’a yollayınca iki ordu Erzincan yakınlarında karşılaştı. Yapılan savaşta Safevî ordusu büyük bir hezimete uğradı.
I. Selim, Trabzon’daki Türk nüfusun yoğunlaşmasına büyük önem verdi. Bu amaçla, Şah İsmail’in Tebriz ve çevresinde uyguladığı Şiileştirme baskılarından kaçan Türkleri, Trabzon bölgesine yerleştirdi.
Annesi Ayşe Hatun, vefat ettiği 1506 yılına kadar yanında kaldı. Oğlu Süleyman da onun Trabzon’daki şehzadeliği sırasında dünyaya geldi. Yine burada doğan oğlu Salih ve kızı Kamerşah küçük yaşta vefat etti.

Oldubittiyi Kabullenmedi
Babasının sakin kişiliğinin devlete dönük tehditleri artırdığını gözlemleyen I. Selim, Amasya sancağında bulunan abisi Ahmet’in veliaht olarak öne çıkmasından duyduğu rahatsızlık sebebiyle, tahtı ele geçirmek için açıktan mücadele etmeye başladı. Trabzon sancağında kazandığı zaferler nedeniyle halk arasında ünü yayılan I. Selim, gaza isteyen ordunun da ümidi olarak öne çıktı. İktidar mücadelesini Trabzon’dan sürdürmek istemeyen I. Selim, kabul edilebilir gerekçeler öne sürerek İstanbul’a yakın bir sancağa gelmek istediğini bildirdi. Babasının kabul etmemesi üzerine, oğlu Süleyman için sancak beyliği istedi. Eskişehir veya Giresun-Kürtün-Şiran bölgesinin sancak beyliği olarak verilebileceği haberini alınca babasının kendisini tahtın vârisi olarak düşünmediğini anladı. Abisi Ahmet ile ilişkilerinin giderek gerildiği bir dönemde, II. Bayezid, torunu Süleyman’a, oğlu Selim’in isteği doğrultusunda 6 Temmuz 1509’da Kefe sancağını vermeyi kabul etti. Selim için darbe yapmaktan başka çıkar yol görünmüyordu. Babasının hastalığının arttığı haberlerini alınca abisi Ahmet’e karşı inisiyatif ele geçirmek için izinsiz bir şekilde 1510 yılında oğlu Süleyman’ın yanına Kefe’ye gitti. Bu arada kardeşi Korkut Manisa’ya, abisi Ahmet de Ankara’ya geldi.
Kefe’ye izinsiz gitmesi İstanbul’da büyük yankı uyandırdı. Selim, sancağına dönmesi için nasihat etmek üzere babası tarafından gönderilen ulemadan Sarıgörez Nurettin Efendi’yi dinlemedi ve ona amacının babasını bizzat görmek olduğunu, bu sebeple İstanbul’a gitmek istediğini söyledi. Bu arada kendisine Rumeli yakasında bir sancak verilmesi talebinde de bulunmuştu. Onun buradan ayrılmayacağını anlayan II. Bayezid vezirlerle görüşerek Menteşe sancağını verdiyse de Selim bunu kabul etmeyip Silistre sancağını istedi. Ardından babasının elini öpmek amacıyla hareket ettiğini bildirip Kefe’den Akkirman’a geldi fakat şehre alınmadı; burada durmayarak Haziran 1511’de Kili civarına ulaştı. Kendisiyle birlikte hareket eden kuvvetlerin sayısı 3000’e ulaşınca Edirne’ye doğru yola çıktı. Çukurçayır denilen yerde babasıyla karşı karşıya geldi. Babasından, hayatta bulunduğu müddetçe şehzadelerden herhangi birini saltanat makamına geçirmeyeceğine dair söz aldı. Selim, aldığı söz üzerine Edirne’den ayrılıp Semendire’ye hareket etti.

Şehzade Ahmet’i, Şahkulu İsyanı Gözden Düşürdü
Şah İsmail’i kurtarıcı olarak gören Alevi Türkmenler tarafından 1511 yılında Antalya’da Şahkulu liderliğinde başlayan isyan, Kütahya’ya kadar yayılmıştı. Şehzade Ahmet, asiler karşısında başarısız olmuş, I. Selim de Semendire’ye doğru yola çıkmıştı. Eski Zağra’ya geldiğinde abisi Ahmet’in İstanbul’a çağrıldığını haber aldı ve Semendire’ye gitmekten vazgeçip, Edirne’ye döndü. Daha sonra İstanbul’a doğru giden babasını Çorlu’da yakaladı. Burada babasının kuvvetleriyle girdiği mücadeleden sonuç alamayınca 3 Ağustos 1511’de Kefe’ye dönmek zorunda kaldı.
I. Selim’in Kefe’ye çekilmesi üzerine, İstanbul’da ordu ayaklandı. Yeniçeriler Şehzade Ahmet’i istemediklerini ve I. Selim’i tahtta görmek istediklerini açıkça ilan ettiler. Ordunun yaptığı gösterilerden çekinen Şehzade Ahmet, Üsküdar’da beklemek zorunda kaldı. Bunun üzerine II. Bayezid, Mart 1512 tarihli emirle onu “Asakir-i Mansûre Serdarlığına” getirdiğini belirtip İstanbul’a çağırdı. Bu unvan, I. Selim’e hükümdarlık yolunu açtı. Bunun üzerine, I. Selim, İstanbul’a gelip Yenibahçe’de kendisi için hazırlanan çadıra indi. II. Bayezid, divan üyelerinin ve ordunun da baskısıyla tahtında fazla oturamadı ve oğlu lehine feragat etmek zorunda kaldı. Böylece I. Selim 24 Nisan 1512’de tahta çıktı.

II. Bayezid, Dimetoka Yolunda Vefat Etti
Hükümdarlık mührünü oğluna bırakmak zorunda kalan II. Bayezid, İstanbul’dan ayrılıp Dimetoka’ya giderken yolda hayatını kaybetti. Bu durum I. Selim’in hükümdarlıkta daha rahat hareket etmesini sağlarken kardeşleri Ahmet ve Korkut da Manisa ve Konya’da hükümdar gibi hareket etmeye başladılar. I. Selim, kardeşlerine karşı tek otorite olabilmek için oğlu Süleyman’ı Kefe’den çağırıp İstanbul’u ona emanet ettikten sonra 18 Temmuz 1512’de Anadolu’ya geçti. Abisi Ahmet, önce Ankara’ya çekildi, oradan da Amasya ve Darende’ye geçti. Kış mevsimini Bursa’da geçiren I. Selim, burada Şehzade Mahmut’un oğulları Musa, Orhan, Emir ile Alemşah’ın oğlu Osman ve Şehinşah’ın oğlu Mehmet beyleri saltanatın bekası gerekçesiyle ortadan kaldırdı. Ardından Manisa’da bulunan kardeşi Korkut’u yakalatıp öldürttü. Böylece karşısında sadece abisi Ahmet ve oğulları kaldı.
Şehzade Ahmet, 1513 yılının Şubat ayında, yanına topladığı askerle Bursa üzerine yürüdü. 15 Nisan 1513’te Yenişehir Ovası’nda yapılan savaşı kaybeden Şehzade Ahmet, yakalanarak öldürüldü. Böylece Osmanlı’nın tek egemeni Yavuz Sultan Selim oldu.

Tek Tehdit Safevîler Kaldı
Osmanlı Devleti’nde otoritesini sağlamlaştıran Yavuz Sultan Selim, Anadolu’da sık sık isyanlara neden olan Şah İsmail propagandasını sona erdirmek için Şah İsmail üzerine yürüme kararı aldı. Zira Sünni ve Şii geriliminin iki ülke ilişkilerinde tansiyonu yükseltici bir etkisi vardı. I. Selim, öncelikle Şah İsmail’in propagandasını yapanları tespit ettirip Mora Yarımadası’na ve Rumeli’ye sürgün ettirdi. Bu arada Şah İsmail taraftarları da Anadolu’yu terk edip İran’a gitti.
Yavuz Sultan Selim’i Şii tehdidi konusunda harekete geçiren bir önemli neden de kendisine gelen raporlar oldu. Devletin doğu sınırlarında tehdit algısına neden olan bu raporlar, Yavuz Sultan Selim’i, Safevîler üzerine harekete geçirdi.
Öncelikle Şah İsmail’in İslam yolundan saptığını belirterek din adamlarından fetva aldı. Ardından Safevîler’e karşı ticari bir ambargo başlatarak İran’ın Batı’ya ipek satışını engelledi. Bunun yanında sınırları kapatarak karşılıklı ticareti de yasakladı. Daha sonra da 20 Mart 1514’te sefere çıktı. İzmit’ten hareket edip Konya, Kayseri ve Sivas güzergâhını takip ederek 13 Temmuz’da Safevî sınırlarına ulaştı. Bu esnada Şah İsmail ile karşılıklı mektuplaştı. Sefere çıktığında lojistik ihtiyacını gidermekte güçlükler yaşayan Yavuz Sultan Selim, bu zorluğu İran topraklarına girdiğinde daha fazla hissetti. Uzun süre yol alınmasına karşılık Safevî ordusu ile karşılaşmamak orduda moral bozukluğuna yol açarken, açlık ve yorgunluk da gerilimi giderek yükseltti. Sinir savaşına dönen bu süreçte, Yavuz Sultan Selim, vezirlerin geri dönme tekliflerini geri çevirdi. Hatta geri dönme yanlısı olan Karaman Beylerbeyi Hemdem Paşa’yı idam ettirdi. Böylece muhaliflere gözdağı vermiş oldu. 14 Ağustos’ta da yeniçeriler isyan ettiler. Yavuz Sultan Selim etkili sözlerle onları zorlukla yatıştırdı. Bunda, o sırada gelen bir casusun Şah İsmail’in Hoy’a doğru ilerlemekte olduğu haberini getirmesi etkili olmuştu. Sonunda Çaldıran Ovası’nda iki taraf karşı karşıya geldi.
23 Ağustos 1514 Çarşamba günü yapılan savaşta, Şah İsmail’in ordusu bozguna uğrarken Osmanlı kuvvetleri 6 Eylül 1514’te Tebriz’e girdi. Dokuz gün kaldığı Tebriz’de adına cuma hutbesi okutan Yavuz Sultan Selim, İstanbul’un kültür ve sanat hayatını zenginleştirmek için sayıları 1000’e ulaşan sanatçıyı beraberinde İstanbul’a götürdü. Dönüş sırasında Bayburt ve Kiğı kaleleri de Osmanlı Devleti’ne teslim oldu. Kışı Amasya’da geçiren Yavuz Sultan Selim, Safevîler’e karşı ertesi yıl yeniden sefere çıkmak niyetindeydi.
19 Nisan 1515’te Safevîler’in elindeki Kemah üzerine yürüyen Yavuz Sultan Selim, bir aylık bir kuşatmadan sonra burayı fethederek Sivas’a hareket etti. İkinci hedef olarak Şah İsmail ile iş birliği yapan Dulkadiroğlu Alâüddevle Bey’i seçti. Anne tarafından Yavuz Sultan Selim’in dedesi olan Alâüddevle, Rumeli Beylerbeyi Hadım Sinan Paşa kuvvetleri karşısında bozguna uğradı ve savaşta hayatını kaybetti.

Diyarbakır ve Çevresini Osmanlı Topraklarına Kattı
Bu arada Diyarbakır ve çevresini Osmanlı topraklarına katmak için padişah, Tarihçi İdris-i Bitlisî’yi bölgeye göndererek civardaki Sünni/Şafii aşiretlerini Safevîler’e karşı örgütlemeye çalıştı, yerel Kürt beylerini kendi tarafına çekti. Bıyıklı Mehmet Bey de bölgedeki faaliyetleriyle öne çıktı, Âmid’i (bugünkü Diyarbakır Kalesi) ele geçirdi. Fakat Safevîler’in bölgedeki emiri, Karahan kuvvetlerini toplayarak Osmanlılar’a karşı yıpratıcı bir mücadeleye girişti. Yavuz Sultan Selim, İstanbul’da ve daha sonra gittiği Edirne’de doğudan gelen haberleri dikkatle izlerken bir taraftan da yeni bir doğu seferi için ciddi hazırlıklar yaptı. Ayrıca İstanbul’daki tersaneyi genişleterek deniz harekâtı için uygun hâle getirmeye çalıştı ve donanmayı yeni baştan düzenletti.
Yavuz Sultan Selim 10 Nisan 1516’ya kadar Edirne’de kaldı. Daha sonra İstanbul’a geçerek Mısır seferine çıkmak için orduyu yeniden düzenledi. Sık sık topladığı divanların tek konusu Safevîler’e karşı çıkılacak seferde Memlûk Sultanlığı’nın nasıl hareket edeceği idi. Çoğu defa divanda gerekli tedbirleri almadıkları gerekçesiyle paşalara kızdı, Safevî elçisi dolayısıyla çıkan tartışmalarda divanı terk etti, bazen de toplantılara hiç katılmadı. Sonunda 19 Mart 1516 tarihinde yapılan divanda şark seferi resmen duyurularak gerekli hazırlıkların yapılması kararı alındı.
Yavuz Sultan Selim, son ana kadar Safevîler üzerine yürüyeceği izlenimi verdi. Bu durum, Osmanlı ordusu Memlûk topraklarına ayak bastığında ancak anlaşıldı.
Yavuz Sultan Selim, Safevîler üzerine sefer düzenleyeceği izlenimi verdiği için 30 Temmuz’da Yavuz Sultan Selim hedefini Memlûk sultanı ve Halep olarak resmen ilan etti. 6 Ağustos’ta Malatya Ovası’ndan ayrılarak Halep’e yöneldi. İki gün sonra orduyu savaş düzenine soktu, Kansu Gavri’ye sert üsluplu yeni bir mektup gönderip savaşa davet etti.
Ağustos’ta Antep dışında konakladı ve burada kaldığı üç gün zarfında Memlûk sultanının hareketlerini izletti. Nihayet 24 Ağustos’ta Mercidabık Ovası’nda yapılan savaşta ateşli silahların da rolüyle Memlûk ordusu dağıldı.
Savaştan sonra 28 Ağustos’ta Halep’e gelen Yavuz Sultan Selim, bu şehirde 17 gün kaldı. Bu süre içinde esir aldığı Abbasi Halifesi Mütevekkil Alellah ile görüştü. Ele geçirdiği toprakların idari planlamasını yaptıktan sonra gelecek hedeflerini belirledi ve Memlûk Devleti’nin yeniden toparlanmasına fırsat vermemek için Şam’a yürüme kararı aldı. 27 Eylül’de Şam’a ulaşmasına karşılık, 12 gün boyunca şehrin dışında bekledi ve yapılan hazırlıklardan sonra büyük bir törenle şehre girdi.

Kahire Üzerine Yürüme Kararı Aldı
Şam’da yaptığı değerlendirmelerde Memlûkler’in yeniden toparlandıklarını ve Tomanbay’ı hükümdar seçtiklerini haber alınca Kahire üzerine yürüme kararı aldı. Ancak bu kararını divan üyelerine kabul ettirmekte güçlük çekti. Divan toplantısında huzurunda sert bir tartışma yapan Anadolu beylerbeyi Zeynel Paşa ile Anadolu Defterdarı Zehrimar Kasım Efendi’yi azletti. Tomanbay’a mektup gönderip teslim olması yönünde öğüt verdi. Memlûk tarihçisi İbn İyaz, Yavuz Sultan Selim’in gönderdiği mektupta, padişah adına hutbe okutmak, para bastırmak ve haraç ödemek şartıyla Tomanbay’a Mısır’dan Şam’a kadar olan yerlerin idaresini bırakma sözü verdiğini kaydetmiştir.
Yavuz Sultan Selim, yanında 12 bin kişilik bir kapıkulu askeri olmasına rağmen Tomanbay’ın teslim olmayacağı haberini aldıktan sonra Kahire üzerine yürümek için hazırlıklara başladı. Macarlarla yapılan barış anlaşmasının yenilenmesi ve Şah İsmail’in de Tebriz de bulunduğu haberlerini alan Yavuz Sultan Selim, havanın da uygun olmasıyla 15 Aralık’ta Şam’dan hareket etti. 30 Aralık’ta Kudüs’e girerek Mescid-i Aksa’da akşam, Kubbetü’s Sahra’da yatsı namazını kıldı. Bu sırada yağan yağmurlar, çölü aşmasını kolaylaştırdı. 2 Ocak 1517’de Gazze’ye giren Yavuz Sultan Selim, bir hafta kaldığı bu şehirde savaş için son hazırlıklarını yaptı.
9 Ocak’ta Gazze’den ayrılan Yavuz Sultan Selim 11 Ocak’ta Ariş mevkisine ulaştı, burada su sıkıntısı çekildi ancak 16 Ocak’ta Salihiye’ye gelindiğinde susuzluk korkusu kalmadı. Kahire’ye yaklaştığında Tomanbay’ın Kahire surları önündeki Mukattam Dağı’ndan itibaren Nil’e kadar bir hendek kazdırıp savunma mevzileri oluşturduğunu öğrendi. Tomanbay, bu mevzilere toplar yerleştirerek Yavuz’u Kahire’ye yaklaşmadan durdurmayı planlıyordu. Ancak Yavuz’un bu mevzilerin arkasından dolaşması Tomanbay’ın toplarını işlevsiz hâle getirdi. 22 Ocak’ta yapılan Ridaniye Savaşı’ndan sonra Afrika kapıları tümüyle Osmanlı Devleti’ne açıldı.
Osmanlı kuvvetleri 24 Ocak’ta Kahire’ye girerken Yavuz Sultan Selim, şehirde asayiş sağlanana kadar dışarıdaki ordugâhından ayrılmadı. Bu sırada Osmanlı kuvvetleri büyük direnişle karşılaştı. Topladığı kuvvetlerle 27-28 Ocak 1517 tarihinde Kahire’ye giren Tomanbay, Kahire halkının da desteğiyle Osmanlı birliklerini zor durumda bıraktı. Bunun üzerine Yavuz Sultan Selim de şehirdeki ordu birliklerinin başına geçmek zorunda kaldı. Şehirdeki direniş üçüncü günde ancak kırılabildi. Buna rağmen Tomanbay yakalanamadı.
Yavuz Sultan Selim, Ridaniye’de kazanılan zaferden ancak 22 gün sonra Kahire’ye girebildi. Bu arada Tomanbay’ın yakalanmamış olması büyük bir tehdide dönüştü. Bunun üzerine 15 Mart’ta onu yakalamak için peşine düştü ve 30 Mart’ta yakalayabildi. İki hafta kadar Tomanbay’a iyi davranan Yavuz Sultan Selim, Mısır’da kesin hâkimiyet kurmasının yolunun Tomanbay’ın idam edilmesinden geçtiğini düşünerek 13 Nisan’da halkın gözü önünde onu idam ettirdi. Böylece Kahire’de tam anlamıyla egemenlik kurdu. Mısır valiliğini önce Yunus Paşa’ya havale ettiyse de 29 Ağustos’ta bu göreve Hayır Bey’i getirdi.

Halifeliği İstanbul’a Getirdi
Kahire’de 10 Eylül’e kadar kalan Yavuz Sultan Selim bu süre zarfında daha çok Nil’in ortasındaki Ravza Adası’nda ikamet etti, burada bir köşk yaptırdı, pencerelerindeki Arapça şiirleri bizzat kaleme aldı. Burada iken kendisine karşı bir suikast girişiminde bulunuldu. Yine bir gün sandaldan sahile çıkarken Nil Nehri’ne düştü ve güçlükle kurtarıldı. Bu arada gelişi geciken ve zorlukla İskenderiye’ye ulaşabilen donanmayı görmek için 28 Mayıs 1517’de İskenderiye’ye kadar gitti, şehri dolaşıp avlandıktan sonra 12 Haziran’da Ravza Adası’na döndü. Burada iken Mekke şerifinin oğlu Ebu Nümeyy’i kabul etti ve 6 Temmuz 1517’de Haremeyn’in himayesini resmen üstlendi.
Yavuz Sultan Selim, İstanbul’a dönerken içlerinde Abbasi Halifesi Mütevekkil Alellah ve yakınlarıyla Kansu Gavri’nin oğlu Muhammed’in bulunduğu bazı önde gelen kimseleri, Mısırlı din bilginlerini, sanatkârları, bir kısım tacirleri, mukaddes emanetleri ve ele geçirilen malzemeleri de beraberinde götürdü.

İki Yıl Bir Ay Sonra İstanbul’a Döndü
Geldiği yolu takip ederek Kahire’den İstanbul’a dönen Yavuz Sultan Selim, Şam’da Muhyiddin Arabî’nin mezarını buldurarak türbe, yanına cami ve tekke yaptırdı. Beyrut ve Sayda taraflarındaki İbn Haneş isyanıyla ilgilendi ve Şam bölgesinin beylerbeyliğini Canbirdi Gazali’ye verdi. 22 Şubat 1518’de Halep’e geldiğinde bazı rivayetlere göre Şah İsmail meselesini halletmek için hazırlıklar yapmaya başlamış ve iki ay kadar burada kalmışsa da yeniçerilerin baskısı yüzünden İstanbul’a dönmek zorunda kalmıştır.
İki yıl bir ay süren seferden sonra 25 Temmuz 1517 tarihinde Topkapı Sarayı’na giren Yavuz Sultan Selim, buna rağmen İstanbul’da fazla kalmadı ve bir hafta kaldıktan sonra Edirne’ye gitti. Edirne’de kaldığı sürede çeşitli ülkelerden gelen elçileri kabul etti. Uzun müddet av partileri düzenletti. Yanına getirttiği oğlu Süleyman ile görüştükten sonra onu Manisa’ya yolladı. Burada kaldığı süre içinde bir yandan bölgeyi dolaşırken, diğer yandan Avrupa’da papanın önderliğinde gelişen yeni bir haçlı seferiyle ilgili hazırlıkları dikkatle izledi. Mısır seferi sırasında Macarların Osmanlı sınırlarına yönelik niyetleri konusunda sınır boylarındaki beylerden çeşitli haberler alınmıştı. Ancak haçlı seferi kararının fiiliyata geçirilmesi çeşitli problemler yüzünden mümkün olmadı.
1519 yılının Nisan ayına kadar Edirne’de kalan Yavuz Sultan Selim, Avrupa devletlerinin haçlı ittifakı arayışlarına karşı yeni bir sefer için hazırlığı başlattı. İstanbul’a döndüğünde donanmanın hazırlıklarını yakından takip etti. Tarihçiler, bu hazırlığın sebebinin Rodos Adası’nın fethedilmesi olduğunu kaydetmişlerdir. Bir kısım tarihçi de İran’a sefer yapmak amacını taşıdığını belirtmiştir. Ancak toplanan danışma meclisinde Rodos’a sefer yapılması uygun görülmedi. Danışma meclisinde Anadolu’daki karışıklıklar nedeniyle Şah İsmail’e karşı yürümenin daha öncelikli olduğu yolunda fetva çıktı. Yavuz Sultan Selim bu duruma öfkelenerek seferden vazgeçti ve Edirne’ye gitmek için 18 Temmuz 1520’de İstanbul’dan ayrıldı.
Yavuz Sultan Selim, sırtında çıkan bir büyük ur yüzünden Çorlu’dan ileri gidemedi; hekimlerin müdahalesine rağmen hastalığı giderek ağırlaştı ve iki ay kadar burada ümitsiz bir tedavi gördükten sonra 21-22 Eylül 1520 gecesi sabaha karşı vefat etti.
Ölümü oğlu Süleyman’ın Manisa’dan İstanbul’a gelişine kadar gizli tutuldu. 1 Ekim’de İstanbul’a getirilen naaşı oğlu ve devlet adamları tarafından şehir girişinde karşılandı ve Fatih Camii’ne indirildi. Burada kılınan namazdan sonra bugünkü türbesinin bulunduğu Mirza Sarayı denilen yerde (Sultanselim) defnedildi. Üzerine geçici olarak bir çadır kuruldu, daha sonra oğlu Süleyman tarafından buraya bir türbe ve cami yaptırıldı.

8 Yıl Hükümdarlık Yaptı
8 yıl hükümdarlık görevini yürüten Yavuz Sultan Selim dönemi, Osmanlı Devleti tarihinde bir dönüm noktası olmuştur. Özellikle doğuya yaptığı seferler ve aldığı tedbirler, yaptığı düzenlemeler sadece dönemini değil, günümüz tarihini de etkilemiştir.
Şii tehdidine karşı Sünni anlayışı öne çıkarması, toplumsal kutuplaşmayı derinleştirirken Memlûk Sultanlığı’na son verişi ile de İslam dünyasını tek bir bayrak altında toplama idealinin bir adımını teşkil etmiştir. Böylece Osmanlı Devleti halifeliğin vârisi hâline gelmiştir.
İstanbul’da iken Ayasofya’da düzenlenen bir törenle hilafeti halifeden devraldığı rivayetini tarihçiler şüpheli bulmaktadırlar. Yavuz Sultan Selim’in İslam dünyası üzerinde bütünleştirici bir lider sıfatını haiz olması dönemin bazı kaynaklarınca “hilafet tahtının sultanı” şeklinde anılmasına yol açmıştır. Resmî belgelerde, Mekke ve Medine’nin koruyucusu (hadimü’l-haremeyn) unvanıyla anılmıştır.
Batılı kaynaklarda daha çok merhametsizliği, kan dökücülüğü ile tasvir edilmişse de bazı elçilik raporlarında Yavuz Sultan Selim’in adaleti öne çıkartılmıştır. Âlimlerle sohbet etmeyi ve siyasi meselelerde bunların ve diğer devlet adamlarının görüşlerini almayı prensip edindiği anlaşılan Yavuz Sultan Selim’in çok okuduğu ve tarihe büyük merakı olduğu, Farsçayı çok iyi bildiği, Arapçaya ve Tatar lehçesine de aşina olduğu ifade edilir. Farsça şiirlerini ihtiva eden divanı basılmıştır. Türkçe şiirlerine de bazı tezkirelerde rastlanır.
Sohbet meclislerinde takdir ettiği âlimler arasında Zenbilli Ali Efendi, Kemalpaşazade, İdris-i Bitlisî, hocası Halimî Çelebi’nin başta geldiği, Tacizade Cafer Çelebi, Ahi Benli Hasan ve Revanî gibi şairlere değer verdiği bilinmektedir.
Halk arasında ismi, gözü pekliği ve sertliğinden ilhamla “Yavuz” şeklinde anılan bir padişah olarak adı türlü menkıbelere ve hikâyelere konu olmuştur. Hakkındaki menkıbelerin bazıları bir kısım yazarlarca tarihî bir gerçek şeklinde algılanıp nakledilmiştir. Bunların çoğu, onun diğer padişahlarla mukayese edilemeyecek ölçüde farklı tavırlarından kaynaklanmış olmalıdır.
Adı bilinen tek hanımı Hafsa Sultan’dır. Ayrıca Ayşe Hatun isimli birinden daha söz edilir. Kızları Beyhan Sultan, Fatma Sultan, Hafsa Sultan, Hatice Sultan, Şah Sultan, Hanım Hatun’dur. Bazı kaynaklarda Trabzon, Edirne, Şam ve Kahire’deki imar hareketleri dışında İstanbul’da kendi adını taşıyan caminin temellerini attırdığı, ancak tamamlatamadığı, tersaneyi genişlettiği, Sirkeci ile Sarayburnu arasında sahilde bir köşk yaptırdığı kaydedilir.

I. SÜLEYMAN (KANUNİ SULTAN SÜLEYMAN) (1520-1566)

6 Kasım 1494 tarihinde Trabzon’da dünyaya geldi. Döneminde Batılı yazarlar tarafından “Muhteşem” ve “Büyük Türk” unvanlarıyla anılan Sultan Süleyman için Kanuni sıfatı ilk defa çağından yüz yıl sonra kullanılmıştır. Bugün isminden çok Kanuni unvanıyla tanınırsa da bu sıfat ilk defa 18. yüzyılda Dimitrie Cantemir’in Osmanlı tarihinde geçmiş, 19. yüzyılda Osmanlı tarihçileri tarafından benimsenerek yaygınlık kazanmıştır.
Çocukluğu Trabzon’da geçti. Evliya Çelebi’ye göre Trabzon’da iken sütkardeşi Kadı Ömer Efendi’nin oğlu Yahya ile birlikte bir Rum’dan kuyumculuk öğrendi. Amcası Ahmet tarafından dedesi II. Bayezid’in baskı altında tutulması nedeniyle, 10 yaşında çıkması gereken sancak beyliğine 15 yaşına geldiğinde babası Şehzade Selim’in sitemi üzerine Temmuz 1509’da Kefe sancak beyi olarak çıkabildi.
I. Süleyman, Kefe’de kaldığı dönemde babasının iktidar mücadelesine tanık oldu. Babasının 1512’de tahta çıkması, ona da hükümdarlık yolunu açtı. I. Selim’in hükümdarlık payesini elde etmesinden kısa süre sonra İstanbul’a çağrıldı. Babası, amcalarıyla iktidar mücadelesi yaparken onun yardımcısı olarak bir süre İstanbul’un korumasını yürüttü. Yavuz Sultan Selim, kardeşlerini bertaraf ettikten sonra, Nisan 1513’te Süleyman’ı Manisa’ya sancak beyi olarak gönderdi.
Tahta çıkacağı 1520 yılına kadar Manisa’da kalan Şehzade Süleyman, babasının doğuya ve Mısır’a yaptığı seferler sırasında tahta vekâlet ve muhafaza göreviyle Edirne’de de görev yaptı.
21-22 Eylül 1520 tarihinde Yavuz Sultan Selim’in vefat etmesi üzerine, I. Süleyman’ın Manisa günleri sona verdi ve Başvezir Pîrî Mehmet Paşa’nın gönderdiği haber üzerine İstanbul’a hareket etti. 30 Eylül 1520’de İstanbul’da tahta çıktı ve ertesi gün babasının naaşını karşılamak için Edirnekapı’ya kadar gitti.

Divandaki Vezir Sayısını Dörde Çıkarttı
Sultan Süleyman’ın tahta çıktıktan sonra ilk işi, eski lalası Kasım’a vezirlik payesi vermek oldu. Pîrî Mehmet Paşa, Mustafa Paşa ve Ferhat Paşa ile birlikte divandaki vezir sayısı dörde yükselmiş oldu.
Sultan Süleyman’ın tahta çıktıktan sonraki ikinci önemli işlerinden biri de Şah İsmail ile çekişmesinden dolayı, Tebriz ve Kahire’yi ele geçirdikten sonra buralardan sürülen yaklaşık 800 kadar sanatkâr ve ileri gelenin memleketlerine dönmelerine izin vererek önemli bir sosyal yarayı tedavi etti. Ayrıca İran ile yapılan ipek ticareti üzerindeki yasağı kaldırdı, bundan dolayı mallarına el konulan tüccarların zararlarını karşıladı.

Son Halife Mütevekkil Alellah’ı Mısır’a Gönderdi
Kamu görevi yapan idarecilerin denetimine büyük önem veren Sultan Süleyman’ın tarihe geçen bir başka icraatı da babası tarafından Kahire’den İstanbul’a getirilen son Abbasi halifesi Mütevekkil Alellah’ı ülkesine göndermek oldu. Böylece bir bakıma halifeyi önemsizleştirdi. Mısır’ın da bir Osmanlı mülkü olması nedeniyle Mütevekkil Alellah’ın Kahire’ye gitmesinden hiçbir endişe duymadı.
Çünkü halifelik müessesesi yetkisini iktidardan alan bir müessese idi. Nitekim hükümdarlık yaptığı süreçte, bütün Müslümanların tek sultanı ve halifesinin Sultan Süleyman olduğu fikri yaygınlaştı.

İlk İsyanı Şam Beylerbeyi Çıkarttı
I. Süleyman, hükümdarlığının ilk isyanı ile tahta çıkışından iki ay sonra karşılaştı. Babası Yavuz Sultan Selim tarafından Şam beylerbeyiliğine getirilen eski Memlûk emiri Canbirdi Gazali, Osmanlı Devleti’ne karşı isyan etti. Safevîler’in destek vermesi durumunda büyük tehdide dönüşebilecek isyan, Ocak 1521’de bastırıldı. İsyanın kısa sürede bastırılması, I. Süleyman’ın hükümdarlığını perçinledi.

Tahrir Kayıtları İsyanlara Neden Oldu
Yavuz Sultan Selim döneminde İslam dünyasını tek devlet çatısı altında birleştirme hedefine büyük ölçüde ulaşılırken Kanuni Sultan Süleyman döneminde hedef yeniden Batı oldu. Batı’da ilk sefer Belgrat’a yapıldı. Ardından Rodos ve Macaristan seferleri düzenlendi. 1526 ve 1529 yıllarında Macaristan’a düzenlenen ve Viyana’ya kadar uzanan seferler sırasında devletin kaynaklarının tespitini gündeme getirdi. Tahrir denilen bilgi kayıt sistemi ile Osmanlı topraklarında vergiye esas olan varlıklar kayıt altına alındı. Ancak kazanılan zaferlere rağmen, halk kayıt altına alınmaktan dolayı pek memnun kalmadı.
Safevî Devleti’nin siyasi-dinî propagandaları da halktaki memnuniyetsizliği körükledi. Sıkı denetimden hoşlanmayan konargöçerlikle geçinen halk arasında isyanlar patlak verdi. Bu isyanlar daha çok Maraş, Adana, Konya, Mersin, Niğde gibi Toros eteklerinde yaşayan Türkler tarafından gerçekleştirildi.

Belgrat Zaferi Hedef Büyüttürdü
Kanuni Sultan Süleyman, Belgrat’a yaptığı ilk seferde kazandığı zafer ile devletin batıdaki hedeflerini büyüttü. Amacı, Belgrat’ı alarak devletin Batı’daki varlığını tahkim etmekti. Aynı dönemde Batı’da hanedanlar arasında çekişmeler söz konusuydu. Belgrat’a hâkim durumdaki Macarlarda dokuz yaşında tahta çıkan II. Layoş henüz otoritesini hissettirecek bir durumda değildi.
Yapılan seferlerin coğrafyanın mamur hâle getirilmesinde büyük yararı oluyordu. Nitekim Belgrat seferinde de ordunun güzergâhındaki yolların bakımı, nehir geçişlerinde köprüler yapıldı. 7 Temmuz 1521’de kazanılan zaferden sonra Kanuni Sultan Süleyman, 18 gün Belgrat’ta kaldı.
Kanuni’nin Belgrat zaferinden duyduğu sevinci, oğulları Murat ile Mahmut’un vefat haberlerini alması gölgeledi.
Rodos’un ele geçirilmesinden sonra Kanuni, büyük dedesi Fatih Sultan Mehmet’in yarım kalan projesini gerçekleştirmek istedi. Bu amaçla, İtalya’ya yönelik planlarının ilk ayağı olan Korfu seferine çıktı. Fakat Roma’yı, dolayısıyla Hristiyanlığın kalbini ele geçirme hülyası sonuçsuz kaldı. Böylece Otranto’ya asker çıkarmayı başaran fakat vefatı nedeniyle amacına ulaşamayan Fatih Sultan Mehmet gibi, Kanuni de İtalya seferinden sonuç alamadı.

Rodos’u Ele Geçirdi
Mısır’ın Osmanlı toprağı olmasından sonra Kahire-İstanbul deniz yolu hattında bulunan Rodos Adası’nın ele geçirilmesi büyük önem taşıyordu. Bu sefer için gerekli donanma Yavuz Sultan Selim tarafından hazırlatılmıştı. 4 Haziran 1522’de çıkılan sefer, 20 Aralık 1522’de adanın Osmanlı toprağına katılmasıyla sona erdi.
Kazanılan zaferden sonra Cem Sultan’ın Rodos’ta yaşayan oğlu bulunup katledilirken eşi ve kızları İstanbul’a gönderildi.
Kanuni Sultan Süleyman, Rodos seferi dönüşünde çocukluk arkadaşı İbrahim Paşa’yı (Makbul İbrahim Paşa) başvezirliğe getirdi. Başvezirlik görevini bekleyen ikinci vezir Ahmet Paşa, Mısır beylerbeyi unvanıyla İstanbul’dan uzaklaştırılınca devlet beklemediği bir krizle karşı karşıya kaldı. Kanuni Sultan Süleyman, kız kardeşi Hatice Sultan’ı İbrahim Paşa ile evlendirdiği sırada, Ahmet Paşa, Kahire’de isyan bayrağını dalgalandırıp adına hutbe okuttu. Bu isyan, İbrahim Paşa tarafından bastırılsa da devletin bozulan teamülleri gereği uzun süre divanda huzursuzluk devam etti.
İbrahim Paşa’nın Mısır’da Osmanlı düzenini oturtmaya çalıştığı sırada Avrupa devletleri arasındaki mücadele de iyice kızışmıştı. 1525 yılında Alman kralı Şarlken’e esir düşen Fransa Kralı I. François’i kurtarmak isteyen annesi, Kanuni Sultan Süleyman’a mektup yazarak yardım talebinde bulundu. Fransa’dan gelen bu mektup, yeni bir Macaristan seferi için fırsat oldu.
Macaristan seferi Kanuni için son derece önemliydi. Önündeki ilk hedef Macaristan’ın başkenti Budin idi. Budin’in ele geçirilmesi durumunda Habsburg Hanedanı ile komşu olunacaktı. Bu da Osmanlı Devleti’ni dünyanın en güçlü devleti yapacaktı. Kanuni Sultan Süleyman, bu nedenle Fransa kralına yardım etme sözü verdi.
23 Nisan 1526’da yola çıkan Kanuni, 29 Ağustos 1526’da haçlı ittifakıyla Mohaç Ovası’nda karşılaştı. Tarihin en kısa süren meydan savaşında Macar kralı hayatını kaybederken, Macar Krallığı da tarihe karıştı. Böylece 11 Eylül 1526’da Kanuni, Budin’e girdi. Osmanlı ordusunun Budin’e girişinde büyük yağma yaşandı. Çıkan yangında şehrin önemli biri bölümü yandı.
21 Eylül’e kadar Budin’de kalan Kanuni, bir süre de Peşte’de kaldıktan sonra İstanbul’a döndü. Dönerken, Peşte’de bulunan kral sarayındaki eşya ve heykellerin gemilere yüklenerek İstanbul’a gönderilmesini emretti. Ayrıca şehrin Yahudi halkını da İstanbul’a gönderdi.

Kalender Şah İsyanı Çıktı
Kanuni, Macaristan seferinden dönerken Anadolu’da Safevî yanlısı Kalender Şah isyanı çıktı. Bu isyan İbrahim Paşa’nın Anadolu’ya düzenlediği sefer ile bastırıldı. Ancak çıkan isyanlar Kanuni’yi endişelendirdi. İsyanların iktisadi nedenlerden çok, Safevîler’in propagandasıyla çıktığına inanan Kanuni, doğu seferine çıkmayı planlasa da Habsburg Hanedanı’nın siyasi tutumu onu ihtiyatlı davranmaya sevk etti. Çünkü Macar Kralı II. Layoş’un vâris bırakmadan Mohaç’ta hayatını kaybetmesiyle Habsburg Hanedanı Macar krallığında veraset iddiasında bulundu. Habsburg Hanedanı’nın iddiasına karşılık, Macar soyluları Erdel bölgesinin beyi olan Yanoş Zapolya’yı 10 Kasım 1526’da kral seçti.

Viyana Seferine Çıktı
Macar soyluları tarafından seçilen Zapolya’nın krallık unvanını, kendine tabi olmayı kabul etmesi şartıyla Osmanlı Devleti de tanıdı. Ancak Habsburg Hanedanı tarafından desteklenen Ferdinand, 23 Eylül 1527’de Zapolya’yı Budin’den çıkarınca yeni bir Macaristan seferine ihtiyaç duyuldu.
Kanuni Sultan Süleyman öncelikli olarak Budin’in kurtarılmasını ve Zapolya’nın desteklenmesini düşünüyordu. 10 Mayıs 1529’da sefere çıkan ordu, kötü hava şartları nedeniyle güçlükle yol aldı, Ağustos ayının ortalarında Mohaç Ovası’na ulaştı. Ağustos ayının sonlarında kuşatma altına alınan Budin, 8 Eylül’de tekrar ele geçirildi. 14 Eylül’de de Zapolya’ya yeniden krallık tacı giydirildi. Ardından Avusturya topraklarına sefere çıkıldı ve 27 Eylül 1529’da Viyana önlerine ulaşıldı. Viyana 17 gün kuşatma altında tutuldu. Ancak mevsim şartlarının kötüleşmesi ve alınsa dahi elde tutmanın güç olacağı düşüncesiyle kuşatmaya son verilerek geri dönüldü. Nitekim erken gelen kış nedeniyle ordu dönüş yolunda büyük zorluklar çekti. Viyana seferinden istenilen sonucu alamayan Kanuni, saraydaki moral bozukluğunu gidermek için 18 Haziran 1530’da başlayan ve haftalarca süren şenliklerle oğulları Mustafa, Mehmet ve Selim’in sünnet düğünlerini yaptırdı. Törenlerde, kazanılan zaferlerin nişanları sergilendi. Ele geçirilen büyük çadırlar, eşyalar ve Budin’den getirtilen heykeller meydanda sıralandı.
Tabii, Macaristan topraklarındaki hâkimiyet mücadelesi, Avusturya ile Osmanlı ilişkilerini hep gergin tuttu. Habsburg Hanedanı Kralı V. Şarl, Avrupa’nın tek egemeni olmak iddiası taşıyordu. Bu nedenle Osmanlı Devleti’ne karşı sürekli ittifak arayışına girişiyordu. Kanuni Sultan Süleyman da V. Şarl’ın tehdidini savuşturmak için 25 Nisan 1532’de yeni bir Avrupa seferine çıktı. Avusturya ordusu ile karşılaşmadığı bu seferde Osmanlı ordusu Gratz’a kadar ilerlerken herhangi bir çarpışma yaşanmadı. Tarihe Alman Seferi olarak geçen bu sefer, Avrupa topraklarında Osmanlı hâkimiyetini pekiştirme amacı taşıyordu. Bu seferden sonra Macaristan’ın statüsü önemli ölçüde çözüme kavuşmuş oldu.

Akdeniz’de Güçlü Bir Donanmaya İhtiyaç Duyuldu
Karada Osmanlı ordusunu yenecek güç kalmazken denizlerde hâlâ Avrupa devletlerinin hâkimiyeti devam ediyordu. Nitekim Andrea Doria idaresindeki haçlı donanması, Mora sahillerine gelerek Koron’u almış, Patras ve İnebahtı’ya çıkarma yaptı. Bu durum Akdeniz’de Osmanlı donanmasının güçlendirilmesi ihtiyacını doğurdu. Bu dönemde Kanuni, Akdeniz’in meşhur korsanı Barbaros lakaplı Hayrettin Reis’i, donanmanın başına getirdi.

Şia Tehdidine Karşı Halifeliğe Sarıldı
Yavuz Sultan Selim döneminde Osmanlı Devleti’nin sınırları Tebriz’e kadar genişletilse de Şiilik sorunu ortadan kaldırılamamıştı. Safevî dailerinin Türkmenler üzerindeki etkisi devam ediyordu. Devlet güvenliğini tehdit eden bu duruma karşı dinî ve siyasi alanda da önlem alınması gerekiyordu. Şiileşme tehdidine karşı Kanuni, kendini İslam’ın koruyucusu gibi görüyordu. Nitekim Başvezir Lütfi Paşa tarafından kaleme alınan halifelik risalesinde yüzyılın imamı ve halife unvanlarıyla nitelendirilmiştir. Türkmenlerin Şiileştirilmesi tehdidine karşı, Hanefilik devletin temel doktrini olarak benimsendi. Hazırlanan veya mevcut olan kanun derlemelerinde örfi uygulamalar şeri zeminde izah edilmeye başlandı. Bu arada zındıklıkla suçlananlara takibatlar arttı.
Kanuni Sultan Süleyman, bu sorunu tamamen ortadan kaldırmak için Safevîler’e ağır bir darbe indirmeye karar verdi. Bu amaçla 21 Ekim 1533’te İbrahim Paşa’yı İran üzerine gönderdi. Bu arada annesi Hafsa Sultan’ı 19 Mart 1534’te, Şeyhülislam Kemalpaşazade’yi de 16 Nisan 1534’te kaybedince büyük sarsıntı geçirdi. Bu nedenle İran seferine ancak 11 Haziran 1534’te çıkabildi.
Tebriz’e giderken Kütahya, Konya, Kayseri, Sivas, Erzincan, Erzurum güzergâhını takip etti. Gittiği şehirlerde konaklayan ve kutsal yerleri ziyaret edip, ziyaretçileri kabul eden, Özbek ve Şirvan Şah’ın elçilerinden itaat alan Kanuni Sultan Süleyman, 28 Eylül 1534’te Tebriz önlerinde şehir halkı tarafından karşılandı.
Bir süre Tebriz’de kalan Kanuni, daha sonra Bağdat’a yöneldi. Mevsim şartlarının yarattığı zorluklar nedeniyle ağır toplarını ve sefer arabalarını hareket ettirmekte zorlansa da ordusuyla 30 Kasım 1534’te Bağdat’a girdi. Buradayken ilk iş olarak özellikle arayıp buldurduğu İmam-ı Azam’ın türbesini ziyaret etti, eski harabeleri dolaştı, şehir halkının incitilmemesi için emir verdi ve kışı burada geçirdi. Dört ay Bağdat’ta kalan Kanuni, bu süre zarfında şehri imar ettirdi ve İmam-ı Azam’ın türbesini yaptırdı. Ayrıca Abdülkadir-i Geylani’nin mezarı üzerine bir türbe, etrafına medrese, tekke hücreleri ve imaretle yanına bir cami inşa ettirdi. Necef ve Kerbela’ya gitti, Hz. Ali ve Hz. Hüseyin makamlarını ziyaret edip onların soyundan gelenlere altın dağıtarak Safevîler’e karşı dinî bir mesaj verdi.

Yeniden Tebriz’e Döndü
Şiilerin gönlünü almak için bütün kutsal mekânları tamir ettiren Kanuni, Safevî ordusunun Van’a saldırdığı haberini alınca 21 Nisan 1535’te yeniden Tebriz’e yöneldi. 24 gün Kerkük’te kalan Kanuni, 3 Temmuz 1535’te Tebriz’e ulaştı. İki ay kadar Şah Tahmasb’ı yakalamak için Tebriz çevresinde dolaşıp 27 Ağustos’ta İstanbul’a dönmek için Tebriz’den ayrıldı.
Kanuni, İstanbul’a dönerken Ahlat, Diyarbekir, Urfa, Halep, Antakya, İskenderun, Adana güzergâhını takip etti. 1536 yılının başlarında İstanbul’a ulaşan Kanuni, düzenlediği seferlere rağmen Safevîler’in kolaylıkla ortadan kaldırılamayacağını anladı. Düzenlenen Irakeyn seferinin tek kazancı, Bağdat’ın ele geçirilmesi ve Basra hâkiminin Osmanlılara itaat etmesi oldu.
Bu arada Kanuni’nin İran seferinden döndüğü yıl, Topkapı Sarayı hüzünlü olaylara sahne oldu. Kanuni, saray içi hizipleşmeler nedeniyle giderek daha da katılaştı. Bu nedenle şehzadeliğinden beri yakınında bulunan Başvezir İbrahim Paşa’yı idam ettirdi. Verdiği bu karar Kanuni’de büyük sarsıntıya yol açtı.

Korfu Seferine Çıktı
Safevîler’e karşı düzenlediği seferden istediği sonucu alamayan Kanuni, aynı zamanda eniştesi olan Başvezir İbrahim Paşa’yı idam ettirmenin acısını da unutmak için yedinci büyük seferini Korfu üzerine yaptı. Bu seferde Fransa ve Osmanlı ordusu ilk defa denizde ittifak kurdu.
Kanuni, 17 Mayıs 1537’de İstanbul’dan ayrılırken yanında Hürrem Sultan’dan olma oğulları Şehzade Mehmet ile Selim’i de götürdü. Ancak çıkılan bu seferden sonuç alınamadı. Bunun üzerine 15 Eylül’de tekrar İstanbul’a döndü.
Arka arkaya uğradığı hüsranların izini silmek isteyen Kanuni, 8 Temmuz 1538’de Osmanlı Devleti’ne bağlı olan Boğdan’da çıkan iktidar sorununu çözmek için yola çıktı. 16 Ağustos’ta bugünkü Romanya sınırlarında kalan Babadağ’a giden padişah buradaki Sarı Saltuk Baba Türbesi’ni ziyaret etti. Avcılığa düşkünlüğü ile bilinen Kanuni, bir süre Babadağ’da avlandıktan sonra 15 Eylül’de Boğdan’ın başşehri Suceava’ya girdi. Asi Voyvoda Petru Rareş kaçmak zorunda kaldı, böylece Boğdan meselesi halledilmiş oldu. Aynı seferde Moldova kıyıları da ele geçirildi. Akkerman’dan Lviv’e uzanan yolların kontrolü sağlandı.
Kanuni Boğdan seferinde olduğu sırada, Barbaros Hayrettin Paşa’dan da Preveze’de kazanılan büyük zafer haberi geldi. 28 Eylül 1538’de kazanılan bu zafer ile Andrea Doria’nın amiralliğindeki haçlı donanması Akdeniz sularına gömüldü ve Akdeniz Türk gölü hâline geldi.
Bu zaferin ardından Venedik ile olan çatışmalara son veren antlaşma imzalandı. Ege adalarının statüsü belirlendi.

Topkapı Sarayı’ndan Kaçmaya Başladı
Kendisi seferde iken saray içi çekişme ve entrika haberlerinden bunalan Kanuni, Boğdan seferinden döndükten sonra, kış mevsimlerini Edirne’de geçirmeye başladı. Ayrıca İstanbul’da iken Kocaeli’ye kadar uzanan ormanlarda avlar düzenledi. Bir ara Bursa’ya gitti ve ecdadının türbelerini ziyaret etti, oradan Gelibolu’ya geçti, yine avlanarak Eylül 1539’da İstanbul’a döndü.

Zapolya Ölünce Macaristan’ı İlhak Etti
Macar Kralı Zapolya’nın 20 Temmuz 1540’ta ölmesi Macaristan’da hükümdarlık mücadelesine neden oldu. Macar tahtının kendi hakkı olduğunu savunan Ferdinand, Zapolya ölünce kendini hükümdar ilan etti. Kanuni, Ferdinand’ın oldubittisini reddetse de Ferdinand, Mayıs 1541’de Budin’i kuşatma altına alınca Kanuni Sultan Süleyman yeniden Macar seferine çıkarak 26 Ağustos 1541’de Budin önlerine vardı. Bu seferde Macaristan bağlı krallık olmaktan çıkartıldı ve Budin doğrudan doğruya Osmanlı beylerbeyilik merkezi oldu. 2 Eylül’de padişah Budin’e girdi, buranın artık bir Osmanlı şehri olduğunu ifade eden sembolik törenler icra ettirdi ve idaresi için tayinler yaptı. Ardından, Budin merkezli eski Macar topraklarını kendi hâkimiyeti altında birleştirme stratejisini yürürlüğe koydu. Bu harekât bütün Osmanlı ülkesine bir fetih olarak duyuruldu.
Kanuni, Macaristan seferinden döndükten sonra Ferdinand boş durmadı ve dengeleri kendi lehine değiştirmek için girişimlerde bulundu. Bu nedenle 1542 yılında yeniden Macaristan seferine çıkma gereği duydu. Çünkü Habsburg Hanedanı Macaristan’ı topraklarına katma emelinden vazgeçmemişti. Bu nedenle oğlu Bayezid’i de alarak Budin beylerbeyiliğini sağlamlaştırmak için sefere çıktı. Bu sefer sonunda Peç, Şikloş ve Estergon kalelerini Osmanlı topraklarına kattı. Böylece Budin’in güvenlik çemberi daha batıya kaydırıldı.
Kanuni’nin elde ettiği zaferi gölgeleyen ise Manisa’da şehzadelik yapan oğlu Mehmet’in 6 Kasım 1543’te vefat etmesi oldu.
Osmanlı İmparatorluğu’na en muhteşem dönemini yaşatan Kanuni Sultan Süleyman, fırsat buldukça oğullarının şehzadelik yaptıkları şehirleri de ziyaret ediyordu. Nitekim kendi yerine düşündüğü oğlu Selim’i de 1544’te Manisa’da ziyaret etti. Bu arada büyük oğlu Mustafa’yı da iyice gözden çıkarmıştı. Damadı Rüstem’i de 2 Aralık 1544’te başvezirliğe getirdi. Rüstem Paşa’nın başvezir olması, saray içi iktidar mücadelesinde karısı Hürrem’i çok güçlendirdi. Diğer yandan Budin’in ardından Yemen de beylerbeyiliği yapılarak doğrudan İstanbul’a bağlandı.

Yeniden İran’a Yöneldi
Uzun süre dikkatini batıya veren Kanuni, İran’la bir türlü çözülemeyen sorunların üzerine gitmek için tekrar harekete geçti. Şah Tahmasb’ın kardeşi Elkas Mirza’nın Osmanlı topraklarına sığınması üzerine, Kanuni bu fırsatı yakaladığını düşündü. Şah Tahmasb’ın Şirvan’ı sıkıştırması, Sünni halkın müracaatları, Özbeklerin yardım istekleri İslam dünyasının koruyucusu olma, hilafet anlayışının kuvvetlenmesi gibi sebeplerle birlikte padişahı ilerlemiş yaşına rağmen yeni bir doğu seferine çıkmaya mecbur bıraktı.
İstanbul’dan yola çıkmadan önce Elkas Mirza ile genel bir değerlendirme yaptı ve 29 Mart 1548’de İstanbul’dan hareket etti. Adilcevaz ve Hoy üzerinden 27 Temmuz 1548’de Tebriz’e ulaşan Kanuni, 1 Ağustos’a kadar bu şehirde kaldı. Onun Tebriz’de bulunduğu dönemde ilk seferde olduğu gibi Şah Tahmasb yine Kanuni’nin karşısına çıkmadı.
Bu arada Tebriz’den dönüşte Başvezir Rüstem Paşa’yı Van Kalesi’ni almakla görevlendirdi. Van, 24 Ağustos 1548’de ele geçirildikten sonra şehir, beylerbeyilik merkezi yapıldı.
Kanuni, İstanbul’a dönmek için mevsimin uygun olmaması nedeniyle kışı geçirmek üzere 29 Eylül 1548’de Diyarbakır’a gitti. Orada iki ay kaldıktan sonra Halep’e geçti. Altı ay kadar burada kaldı ve bu müddet zarfında Yemen’den gelen başarı haberlerini aldı. Bu arada Şah Tahmasb, Erciş, Ahlat, Adilcevaz yöresini yağmalayıp Kars Kalesi’ni inşa eden Osmanlı askerlerini katletmişti. Buna karşılık padişah, Kum ve Kaşan’a kadar olan yerleri yağmalamak ve tahrip etmek için Elkas Mirza’yı gönderdi. Elkas emrindeki kuvvetlerle Şiraz’a kadar uzandı, Van Beylerbeyi İskender Paşa Hoy’u ele geçirdi, Vezir Kara Ahmet Paşa Gürcistan harekâtıyla görevlendirildi. Elkas’ın gönderdiği çok kıymetli hediyeler, tezhipli kitaplar ve değerli kumaşları ondan gelen haberlerle birlikte alan padişah ayrıca oğlu Şehzade Bayezid’i yanına çağırdı, onunla uzun süreli av şenliklerine katıldı, bu vesileyle Hama’ya kadar gitti. Sefer mevsimi geldiğinde yeniden Diyarbekir’e hareket etti ve Safevîler’e karşı yapılan harekâtı izledikten sonra askerin de baskısı üzerine İstanbul’a dönmeye karar verdi.
Kanuni, ikinci İran seferinden de istediği sonucu alamayınca sınır boylarında Safevîler’e karşı askerî tedbirleri artırma kararı aldı. Nitekim bu maksatla Hakkâri de Van, beylerbeyiliğine bağlandı.

1550’den Sonra Yaşlılık Belirtileri Başladı
Kanuni, Edirne’yi İstanbul’dan daha çok seviyordu. Bu nedenle, Edirne Sarayı’nda kalmak daha çok hoşuna gidiyordu. İran seferinden planladığı sonucu alamamanın da etkisiyle, İstanbul yerine Edirne’ye gitmeyi tercih etti.
56 yaşına geldiğinde kendini yorgun hissetmeye başladı. Oğulları arasında iktidar çekişmesine paralel, Hürrem Sultan ve Rüstem Paşa’nın da Kanuni üzerindeki nüfuzları çok artmıştı. En büyük kaygısı dedesi II. Bayezid’in akıbetine uğramaktı. Nitekim Katarolu Vicento Buchia, İspanya Sarayı’na yolladığı bir mektupta padişahı hayli sinirli ve üzgün diye anlatmış, melankolik bir ruh hâli içinde bulunduğunu belirtmiş, Hürrem Sultan’ın onu mutlu edip sakinleştirmek için afyonlu ilaçlar hazırladığını ifade etmişti. Nitekim 1551 tarihli raporlarda padişahın Hürrem Sultan’ın devlet işlerine müdahalesine karışmadığı ve onun etkisiyle donanmayı damadı Rüstem Paşa’nın kardeşi Sinan Paşa’ya emanet ettiği bilgileri yönetimin durumu hakkında bir fikir verir.

Oğlu Mustafa’yı Boğdurdu
Osmanlı Devleti’ni batıda Avusturyalılar, doğuda ise Safevîler yıpratmaya çalışıyordu. Osmanlı’ya kaptırdığı toprakları almak isteyen Avusturyalılar, sınır boylarında saldırılar düzenliyorlardı. Bunun için Macaristan’a yeni bir sefer yapılması söz konusu idi. Ancak Kanuni Sultan Süleyman, ordunun başına geçmedi. Zira doğudaki Safevîler’in saldırısı daha tehdit ediciydi. Aynı şekilde Amasya’daki oğlu Mustafa’nın babasının yerine geçeceği söylentileri de çok yayılmıştı. Mustafa da çevresinin beklentilerini doğrular nitelikte davranışlar sergiliyordu. Babasının hasta olduğunu, devleti yönetebilecek durumda olmadığını o da düşünüyordu. Kardeşlerinin en büyüğü olması nedeniyle tahtın kendi hakkı olduğuna inanıyordu. Bu durum, onu devre dışı bırakmak ve oğullarından birine taht yolunu açmak isteyen Hürrem Sultan ile Rüstem Paşa ekibinin işine geldi ve padişah oğlunu tamamen gözden çıkardı.
Yeni bir İran seferine çıkmak için 28 Ağustos 1553’te İstanbul’dan ayrılan Kanuni Sultan Süleyman öncelikle Mustafa’yı hedef aldı. Yol esnasında sürekli şekilde Mustafa aleyhtarlarının olumsuz propagandalarıyla çeşitli dedikodular kulağına geliyordu. Yanında hastalıklı oğlu Cihangir de vardı. 8 Eylül’de Yenişehir’e vardığında, diğer oğlu Bayezid tarafından karşılandı. 4 Ekim’de Konya Ereğlisi mevkisinde iken Şehzade Mustafa babasının yanına geldi, ertesi gün babasının huzuruna çıkmak için otağa girdiğinde karşısında cellatları buldu. Kanuni, halk ve yeniçeriler tarafından çok sevilen Mustafa’nın katlinin doğuracağı tepkileri dengelemek için İran seferine hız verdi.
Sefer yolunda Başvezir Rüstem Paşa’yı da azleden ve yerine Kara Ahmet Paşa’yı getiren Kanuni Sultan Süleyman, 8 Kasım 1553’te Halep’e ulaştı. Fakat buraya ulaştıktan 19 gün sonra da oğlu Cihangir’i kaybetti. İki oğlunu arka arkaya kaybetmek, Kanuni’nin yaşama keyfini yitirmesine neden oldu. Buna rağmen Safevîler üzerine yürüme iradesini kaybetmedi.
Beş ay Halep’te kalan Kanuni, 12 Mayıs 1554’te Diyarbakır’a ulaştı. Burada büyük harp divanını topladı, askerin moralini düzeltmek için konuşmalar yaptıktan sonra Kars’a yöneldi ve burada Safevîler’e savaş ilan etti. 13 Temmuz’da, bugün Ermenistan’ın başkenti olan Erivan’a gitti ve etrafı tamamen tahrip ettirdi. Oradan 28 Temmuz’da Nahçıvan’a geçti ve burayı da tahrip ettirdi.
Kanuni’nin amacı, Safevîler’in Osmanlı topraklarında yaptıkları yağma ve tahribatların öcünü almaktı. Bu arada Çoruh Vadisi’nden Kerkük’e kadar uzanan güzergâhta da önemli başarılar kazanıldı. Ancak mevsim kışa denk geldiği için İran seferine, 1555’te devam etmek üzere ara verdi. Kışı da İstanbul’a dönmeyerek Amasya’da geçirdi.

Safevîler’le Barış Yapıldı
Kanuni’nin Amasya’da kaldığı 7 aylık dönemde, devletin merkezi de Amasya oldu. Elçi kabullerini burada yaptı. Anlaşmaları burada imzaladı. Safevî Hükümdarı Tahmasb da elçi Kemaleddin Ferruhzad Bey’i göndererek, barış teklifinde bulundu. 1 Haziran 1555’te Osmanlı-Safevî anlaşması imzalandı. Barış anlaşmasının hükümlerinde dinî sorunlar ön planda tutuldu. Kanuni, Tahmasb’a gönderdiği mektupta da Safevîler’den müfrit Şiilerin Hz. Aişe’ye ve üç halifeye karşı olan küfürlerinin yasaklanmasını beklediğini ifade etti. Bu anlaşma ile Osmanlı-Safevî sınırları da belirlendi.
Bu arada Şehzade Mustafa’nın boğdurulması, bazı meczupları da harekete geçirmişti. Kanuni, İran seferindeyken Selanik taraflarında Şehzade Mustafa olduğunu iddia eden biri de çıkmıştı. Tarihte kendisine Düzmece Mustafa denilen bu kişi, kendisinin şehzade olduğuna inanan kişileri de etrafında toplamıştı. Kanuni, Düzmece Mustafa isyanını ancak İran seferinden döndükten sonra bastırabildi.

Gut Hastalığından Çok Çekti
Kanuni, hükümdarlığının son on yılında, gut hastalığı olarak da bilinen nikris hastalığından çok sıkıntı çekti. Bazı tarihçiler, Kanuni’nin bu hastalığı nedeniyle Hürrem Sultan’a daha çok bağlandığını ileri sürmüşlerdir. Hatta 29 Eylül 1555’te Kara Ahmet Paşa’yı idam ettirerek yerine tekrar Rüstem Paşa’yı getirmesinde de Hürrem Sultan’a duyduğu bağlılığın etkisi olduğu ileri sürülmüştür. Böylece devlet işlerinde yine Hürrem Sultan, Mihrimah Sultan ve Rüstem Paşa ekibi öne çıkmıştır.

Süleymaniye Camii 1557’de Tamamlandı
Kanuni’ye hükümdarlık onurunu yaşatan en önemli çalışmalardan biri de Süleymaniye Camii’nin açılışı oldu. İnşaatı altı yıl süren Süleymaniye Camii 7 Haziran 1557’de ibadete açıldı. Açılışta Şah Tahmasb’ın elçisi de hediyeleriyle hazır bulundu.
Açılıştan iki ay sonra Kanuni tekrar Edirne’ye döndü. Ancak Hürrem Sultan’ın yakalandığı şiddetli hastalık nedeniyle 1558 yılı Şubat ayında tekrar İstanbul’a geldi. Hürrem Sultan, Nisan ayının ortalarında hayatını kaybetti. Kendisi için büyük bir dayanak olan Hürrem Sultan’ın vefatı, Kanuni’de büyük bir kedere yol açtı. Bu arada oğulları Beyazıt ve Selim arasındaki hükümdarlık mücadelesi de Kanuni’yi devletin geleceğiyle ilgili endişeye sevk etti. Bu nedenle çıkmayı planladığı Macaristan seferini erteledi.

Toplumsal Kriz Baş Gösterdi
Devlet dışarıda zaferler kazanırken içerideki sorunlar da giderek birikti. 1550’li yıllardan itibaren artan sosyal ve ekonomik sorunlar, uzun vadede ortaya çıkacak sosyal krizin de ilk belirtileri oldu. Ayrıca padişahın uzun saltanatı giderek hem halk hem de devlet kademeleri arasında tekdüzelikten kaynaklanan, içten içe alevlenen ancak henüz parlamayan bir bıkkınlığa yol açmıştı. Yeni bir başlangıç beklentisinin kamuoyu üzerinde etkili olduğu, Şehzade Mustafa’nın idamından sonra meydana gelen Düzmece Mustafa hadisesinde kendini göstermişti. Öte yandan tasavvufi çevrelerde de merkeze karşı muhalefet arttı. Bu dönemde yazılan bir risalede toplumun bozuk yapısına, adaletsizlik, rüşvet ve zayıflamış dinî inanca vurgu yapılır. Birgivî’nin benzer görüşleri padişahın çevresini ve sarayı etkilemiş görünmektedir. Nitekim daha katı bir Sünni anlayışın temsilcisi olarak kendini görmekte olan padişah da bu karışık yıllarda sert bir dinî anlayışın takipçisi oldu. Etrafındaki eğlence takımını dağıttı, çalgıları parçalattı, altın ve gümüş tabakları ortadan kaldırdı, genel olarak şarap üretme ve içme yasağı getirdi. Beş vakit namazın cemaatle kılınması için 1546’da yayımladığı ferman da bu konuda takındığı tutumu anlamakta belirleyicidir.

Şehzade Bayezid, İran’a Kaçmak Zorunda Kaldı
Kanuni, kendinden sonra Selim veya Bayezid’in hükümdarlığı konusunda tarafsız kalmayı tercih etti. Hatta onlara eşit mesafede olduğunu göstermek için kendilerini bulundukları yerden daha iç bölgelere yolladı. Selim Konya’nın, Bayezid Amasya’nın yolunu tuttu. Bu durum aslında gizli bir tercihin de habercisiydi. Bayezid, Kütahya’dan Amasya’ya uzaklaştırılmasını kabullenmedi, bunu kendi yerine ağabeyinin tercih edilmesine yordu. Padişah, meselenin halli için Bayezid’e dördüncü vezir Pertev Paşa’yı yolladıysa da şehzade nasihat dinleyecek durumda değildi. Oğlundan çok ağır ve tehdit dolu bir mektup alan padişah giderek Selim’e temayül etti. Ona gönderdiği üçüncü vezir Sokollu Mehmet Paşa’nın söylediklerine yumuşak başlılıkla itaat eden Şehzade Selim babasının takdirini kazandı. Bayezid durumun tamamen kendi aleyhine döndüğünü anlayınca “yevmlü” denilen tüfekli asker toplamaya başladı. Selim de babasının direktifleri doğrultusunda askerî hazırlıklarını sürdürüyordu. İki kardeşin 30 Mayıs 1559 yılında Konya ovasında yaptıkları savaş Bayezid’in aleyhine sonuçlandı. Savaşı kaybeden Bayezid Amasya’ya çekildi.
Kanuni, oğlunu cezalandırmak amacıyla ordusuyla üzerine yürümek için 5 Haziran 1559’da Üsküdar’a geçtiğinde durumu haber alan Bayezid, İran’a kaçtı. Bunun üzerine Kanuni, tekrar saraya döndü. Ancak Şah Tahmasb’dan önemli tavizler vererek oğlunun iadesini istedi. Tahmasb, yüklü miktarda para ve Kars Kalesi karşılığında Bayezid’i iade etti. Şehzade 23 Temmuz 1562’de oğullarıyla birlikte idam edildi, cenazeler Sivas’a getirilip defnedildi.

Temel Hobisi Avcılıktı
Kanuni Sultan Süleyman, 1560’tan itibaren yaşlılığı ve hastalığının etkisiyle daha sakin bir hayatı tercih etti. Bayezid’i idam ettirdikten sonra İstanbul’da daha çok vakit geçirmeye başladı. Gününün çoğunu avda geçiriyordu. Av düşkünlüğü ata binemeyecek duruma gelinceye kadar sürdü. Hatta 21 Ağustos 1563’te çıktığı bir av sırasında, yakalandığı sağanak yağmur şiddetli sel meydana getirince Yeşilköy yakınlarındaki İskender Çelebi Bahçesi’nde sel sularına kapılmış ve ölümden son anda kurtarılmıştı. Geçirdiği bu tehlike sonrasında da İstanbul’daki su kemerlerini tamir ettirdi.
Çağının diğer hükümdarları gibi avlanma vesilesiyle ihtişamını halka göstererek bunu bir meşruiyet aracı hâline getirmiştir. Gerek bu vesileyle gerekse uzun seferleri dolayısıyla imparatorluğunun çeşitli bölgelerini tanıdı. Doğuda ve batıda pek çok yeri gördü, şehir ve kasabaları dolaştı. Bu bakımdan o, imparatorluğunu bizzat gezerek tanımış son Osmanlı padişahı oldu.
Bu arada Rüstem Paşa’nın 1561 yılında vefatından sonra Kanuni’nin yanında sadece çok sevdiği kızı Mihrimah Sultan kalmıştı ve onun sözüne büyük önem verir olmuştu. Kanuni’yi İstanbul’daki sakin hayatından çekip alan ise 1565’te uğranılan Malta bozgunu oldu. Bu bozgun Osmanlı’nın batıdaki imajında büyük tahribata yol açtı. Kanuni Sultan Süleyman bunun kötü izlerini gidermek, ayrıca tebaaya hâlâ iktidarın ve gücün kendi elinde bulunduğunu göstermek istedi. Zira halk Selim ile Bayezid’in iktidar mücadelesinden ve Malta kuşatmasından olumsuz etkilenmişti. Bu olumsuzluğu sufi çevrelerin söylentileri de besledi. Kanuni, devletin geleceği adına tehlikeli bulduğu bu söylentiyi boşa çıkartmak için, Sokollu Mehmet Paşa ile bir savaş planı yaptı. Hedef Zigetvar ve Eğri kaleleri idi.
1 Mayıs 1566’da İstanbul’dan yola çıkan ordu, Haziran’ın sonlarında Belgrat’a ulaşabildi. Osmanlı Devleti’ne bağlı olan Erdel Kralı Yanoş Sigismond’u Belgrat’ta kabul etti. Ardından ordusuyla Zigetvar’a hareket ederek kuşatma emrini verdi. Kuşatma sırasında Kanuni’nin otağı da şehrin kuzeyinde yüksekçe bir yere kuruldu. Bu sırada Kanuni’nin hastalığı şiddetini artırdı. Kuşatma devam ederken 6-7 Eylül 1566 gecesi hayata gözlerini yumdu. Ölümü askerden gizlendi. Sıcaktan kokmaması için iç organları çıkarılıp cesedi tahtın altına geçici olarak defnedildi.
Kale fethedildikten sonra da Kanuni’nin vefatı gizlendi. İstanbul’a dönmek için yola çıkıldığında cesedi 42 gündür gömülü kaldığı topraktan gizlice çıkartılarak taht arabasına konuldu ve yolculuk esnasında padişah yaşıyormuş gibi davranıldı. Nihayet daha önce kendisine haber gönderilen yeni padişah II. Selim’in Belgrat’a gelişi üzerine vefat haberi resmen ilan edildi. İstanbul’a ulaşıldığında cenaze merasimi üçüncü defa 23 Kasım’da Süleymaniye Camii’nde yapıldı, Şeyhülislam Ebussuud Efendi’nin kıldırdığı cenaze namazının ardından cami yanındaki türbesine defnedildi.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/hasan-yilmaz/yavuz-sultan-selim-den-halife-abdulmecit-e-yedi-iklimin-sulta-69428476/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
Yavuz Sultan Selim’den Halife Abdülmecit’e Yedi İklimin Sultanları Osmanlı Halifeleri Hasan Yılmaz
Yavuz Sultan Selim’den Halife Abdülmecit’e Yedi İklimin Sultanları Osmanlı Halifeleri

Hasan Yılmaz

Тип: электронная книга

Жанр: Религиоведение, история религий

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Hz. Peygamber’in vefatından itibaren halifelik İslam dünyasında Müslümanların siyasi hayatının merkezine oturttuğu en önemli konu olagelmiştir. Dört Halife, Emeviler ve Abbasiler döneminde halifelik her zaman siyasi bir kurum olarak merkezî bir yere sahip olmuştur. Daha sonra Abbasi halifesinin Memlûk koruyuculuğuna geçmesiyle her ne kadar halife siyasi ağırlığını yitirse de hilafet, Müslüman dünyasında her yönden önemini korumuştur. Yavuz Sultan Selim’in Memlûk Devleti’ne son verip halifeliği Türk dünyasına taşımasıyla da son halife Abdülmecit Efendi’ye ve bir yönüyle de günümüze kadar bu kurum, Türk siyasi hayatında çok önemli bir rol oynamıştır. Elinizdeki kitapta, Yükselme Dönemi’nin doruklarındayken hilafeti Osmanlı İmparatorluğu’nun bünyesine alan, çöküşle beraber padişahlıkla birlikte halifelik unvanını da kaybeden Osmanlı halifelerinin hayatlarına tanıklık edeceksiniz.

  • Добавить отзыв