Emeviler ve Emevi Halifeleri
Hasan Yılmaz
Emeviler Dönemi, İslam tarihinde önemli bir yere sahiptir. Bu dönemde İslam tarihinde ilk defa bir hanedan iktidarı kurulmuş, fetihler yaygınlaşmış, İslam coğrafyası alabildiğine genişlemiş, sanatta ve mimaride yeni tarzlar benimsenmiş, çeşitli medeniyetlerle temas edilmiş ve en önemlisi de halife imajında çok önemli değişiklikler olmuştur. Emeviler’in daha halifelik unvanını elde ettiği ilk andan itibaren dinî anlayışta, özellikle yönetim biçiminde yeni uygulamalara gidildiği, böylece İslami düşünce üzerinde bu hanedan devletinin derin izler bıraktığı da bir gerçektir. Günümüzde hâlâ birer tartışma konusu olan bu izlerin mahiyetini anlamak, ancak Emevi halifelerinin hayatlarını, yönetim biçimlerini ve dönemlerinin siyasi-sosyal olaylarını doğru anlamakla mümkündür.
Hasan Yılmaz
Emeviler ve Emevi Halifeleri
HİLAFET
Allah’ın insanlara gönderdiği son peygamber olan Hz. Muhammed’in (s.a.v.) ölümünden sonra Müslümanların dinî liderliğini yapmış kişiler halife olarak adlandırılmıştır. “Birini temsilen yerine geçmek, bir kimseden sonra gelip onun yerini almak” anlamına gelen halifelik, İslam tarihinin en çok tartışılan kavramlarındandır. Hz. Muhammed’in (s.a.v.) vefatının ardından halifelik kavramı üzerine başlayan tartışmalar, günümüzde de devam etmektedir. Tartışmanın nedeni, kavrama yüklenen anlamlardır.
Halifelik, sekiz döneme ayrılmıştır. Birinci dönem, Dört Halife ve Hz. Hasan Dönemi’dir. Diğer dönemler de halifelerin bulunduğu devletleri kapsayan yedi dönemdir.
Toplam 132 Halife Bulunmaktadır
İlk halife Hz. Ebu Bekir, son halife İkinci Abdülmecit’tir. Halifelik Türkiye Cumhuriyeti tarafından 1924 yılında kaldırılmıştır.
Lider, önder veya imam da denilen halifeye, Hz. Ömer döneminden itibaren “emîr-ül müminin”; halifelik makamına da namaz kıldıran imamın makamından ayırt etmek için “büyük imamlık” anlamında “imamet-i kübra” denilmiştir.
Hadislerde hilafet kavramıyla birlikte lider, yönetici, önder, devlet başkanı anlamlarında halife, imam, emîr sıfatlarının da yer aldığı görülür. Değişik kaynaklarda yer alan hadislerde, yönetimi adil devlet başkanları övülmüş, kıyamet günü Allah tarafından gölgelendirilmek suretiyle mükâfatlandırılacakları belirtilmiş ve kötü devlet başkanları eleştirilmiştir. Devlet başkanı, halkından sorumlu kılınmış ve yönettiği kişilerin ağırlığını taşıdığı ifade edilmiştir.
Müslüman toplumlarda devlet başkanlığına hilafet denmesi, halifenin -risalet görevi hariç- Hz. Peygamber’in yerine geçerek onun dünyevi otoritesini temsil etmesi, yeryüzünde dinin hükümlerini uygulamak, dünya işlerini düzene sokmak üzere Allah’ın yeryüzündeki hâkimiyetini veya bütün müminlere ait olan hilafet ve yetkiyi temsil etmesi gibi sebeplerle açıklanır. Dolayısıyla bu makamdaki kişiye “halifetül Resulullah” da denilmiştir. İlk dönemlerden itibaren halifenin “halifetullah” diye anılması eğilimlerine rastlanırsa da halifeye âdeta ilahi bir yetki ve vekâlet atfeden böyle bir adlandırma, İslam âlimleri tarafından hiç kullanılmadığı gibi kamuoyunda da kabul görmemiştir.
Hz. Muhammed (s.a.v.), sadece vahdet inancını tebliğ etmemiş, aynı zamanda bir devlet kurmuştur. Bu nedenle bir devrimci gibi hareket etmiş ve İslam’ı tebliğ ettiği insanlar için bir düzen oluşturmuştur. Onların hukuki sorunlarını çözmüş, ahlaki bakımından onlara örnek olmuş, siyasi birliğin tamamlanmasından sonra devlet başkanlığı ve ordu komutanlığı görevlerini üstlenmiştir. Bu nedenle Müslümanlar, devlet başkanlığına ilişkin teorik bilgileri ve pratik uygulamalarında Hz. Muhammed’i (s.a.v.) esas almışlardır. Bir kısım İslam bilginleri, toplumun adli ve idari işlerini görmekle yükümlü gördükleri devlet başkanına dinî bir kimlik atfetmişlerdir. Devlet başkanından, adaletli olması, işlerini danışma usulüyle görmesi, İslam’ın emir ve yasaklarına uygun davranması beklenmiştir. Bu beklentilere ilişkin örnekler, Hz. Muhammed’in (s.a.v.) uygulamalarından alınmıştır.
Halifeliğe ilişkin ilk tartışmalar, Hz. Muhammed’in (s.a.v.) henüz hayata gözlerini kapadığı günlerde başlamıştır. Tartışmanın başlangıcı halife seçiminin yöntemi üzerine olmuştur.
Hz. Muhammed (s.a.v.) vefat ettiğinde devlet başkanı olarak onun uygulamaları dışında, Arap toplumunun deneyimlediği mutlakiyetçi yönetim örnekleri vardı. Toplumun ileri gelenlerinin bir araya gelerek içlerinden en uygun kişiyi devlet başkanı seçmesi, dönemin çok ilerisinde bir uygulama idi. Emîr-ül müminin denilen halifenin yönetimini halkın tanıması, İslam’ın kaidelerini çiğnemesi durumunda görevinden azledilmesi, daha önce örneği görülmemiş bir uygulamaydı. Kişisel olarak Allah’a karşı sorumlu olsa da toplum, halifeye ilahi bir güç atfetmiyordu. Devlet başkanının yetkileri, dönemine göre son derece sınırlı idi. Demokratik standartları yüksek olan bu sistemde, layık olan kişinin göreve getirilmesi esas alınıyordu. Halifenin hakkı üstün tutması, adalete uygun yönetmesi, olmazsa olmaz şartlardandı. Haksızlıklara karşı ilk önce halife sorumlu görülüyordu.
Halife seçimi, İslam hukukçuları arasında her zaman tartışma konusu olmuştur. İslam kamu hukuku doktrinine göre, toplumun en bilgili, faziletli, saygın ve yetenekli kişisinin halife olması ve böyle kişilerin halife olmasını sağlayacak tedbirlerin alınması gerekiyordu. Halifenin danışma yoluyla, Müslümanların bilgili, seçkin ve saygın temsilcilerinden oluşan kurul tarafından seçilmesi yöntemi üzerinde özellikle durulmuştur.
İslam hukukçuları, kendi dönemlerinin siyasi ve toplumsal yapısından hareketle, Dört Halife ve Hz. Hasan Dönemi’nin uygulamalarını dikkate alarak halifenin hak ve yetkileri, görevleri, görev süresi ve azli, danışma meclisi ile ilişkileri, devletin temel organları ve yapısı gibi konularda görüşlerini oluşturmuşlardır.
Halifeye “Allah’ın halifesi” veya “Allah’ın yeryüzündeki gölgesi” denmesi esasında bir illüzyon idi. Halifelerin “peygamberin halifesi”, “imam”, “müminlerin emîri” vb. diye anılmaları, egemenliğin kaynağının ümmet olduğunu vurgulama amacını taşıyordu. Bundan dolayı İslam düşüncesinde devlet başkanının mutlak bir yetkisi yoktur. Dört Halife ve Hz. Hasan Dönemi’nden sonra devlet başkanlığı görevini üstlenen yöneticilere mutlak yetki öngören yönetim biçimleri, İslam’ın öngördüğü yönetim biçimleri değildir.
Egemenlik yetkisinin kim veya kimler tarafından nasıl kullanılacağı tarih boyunca tartışılan bir konu olmuştur. Müslümanların tek bir devlet veya yöneticinin bayrağı altında birleşmeleri, her toplumun kendi imkânları ölçüsünde, kendi siyasi ve sosyal şartları içinde karar vereceği bir husustur.
Halife kavramı, ilk defa Hz. Ebu Bekir’den sonra kullanılmaya başlansa da daha sonraki pratikler çerçevesinde hilafet kavramı ve kurumunda, tarihin akışı içinde birbirinden çok farklı uygulamalara tanıklık etmiştir.
İlk Halife Nasıl Seçildi?
Hz. Muhammed (s.a.v.), kendinden sonra kimin devlet başkanlığı görevini üstleneceğine ilişkin bir işaret vermemiştir. Ona rağmen, onun bazı davranışları üzerine yapılan yorumlar kendisinden sonra yerine kimin geçeceği tartışmalarını başlatmıştır. Bu tartışmalar henüz Hz. Muhammed (s.a.v.) toprağa verilmeden başlamıştır. Yapılan tartışmalarda yer yer kabile ve akrabalık bağları öne geçmiştir. İlk tartışma halifenin ensardan mı muhacirlerden mi olacağı üzerine gerçekleşmiştir. Ensardan bazıları Sakifetü Beni Saide’de toplanarak Hazrec kabilesi başkanı Sa’d b. Ubade’ye biat etmek istediler. Ancak ilk Müslümanlardan ve Hz. Muhammed’in (s.a.v.) hicret sırasında yol arkadaşı olan Hz. Ebu Bekir, yapılan toplantıyı haber alıp, Hz. Ömer ve Ebu Ubeyde b. Cerrah’ı da yanına alarak toplantının yapıldığı yere giderek toplantının seyrini değiştirdi. Yapılan tartışmalarda Medine kökenli sahabeler, Müslümanların en zor günlerinde kendilerinin onlara nasıl sahip çıktıklarını öne sürerken Mekke kökenli sahabeler, Kureyş kabilesinin Araplar arasındaki nüfuz ve otoritesini gerekçe gösterdiler. Haşimî sülalesinden olan sahabeler ise Hz. Muhammed (s.a.v.) ile akrabalık bağının esas alınmasını istediler.
Yapılan tartışmalardan sonra Hz. Ebu Bekir’e biat edildi. Belli sayıdaki sahabe tarafından Hz. Ebu Bekir’e yapılan bu biate “özel biat” anlamına gelen “el-beyatü’l-hassa” denilmektedir. Daha sonra Mescid-i Nebevi’ye giden Hz. Ebu Bekir’e burada bütün Medineliler biat ettiler ve buna da “halk biati” anlamına gelen “el-beyatü’l-amme” adı verildi. Sa’d b. Ubade, Hz. Ebu Bekir’e ömrü boyunca biat etmedi fakat aleyhinde de herhangi bir faaliyette de bulunmadı.
Sakifetü Beni Saide’de toplantı sürerken Hz. Peygamber’in cenazesinin yıkanmasıyla meşgul olduğu için görüşmelere katılamayan ve Hz. Fatıma’nın vefatına kadar da bu işle ilgilenmeyen Hz. Ali başta olmak üzere Abbas, Zübeyr b. Avvam, Utbe b. Ebu Leheb, Ebu Zer El Gıfari, Ammar b. Yasir, Übey b. Kâ’b ve Selman-ı Farisi gibi sahabeler, Hz. Ebu Bekir’e daha sonra biat ettiler.
İlk halife seçiminde uygulanan yöntem, daha sonraki dönemlerde göreve getirilen halifenin kamuoyu nezdinde meşruiyet kazanabilmesinin şartı ve gerekçesi olarak görülmüştür.
Tarihsel Ayrışma Halifelik Seçimine Dayanıyor
İlk halife kim olmalıydı? Bu sorunun cevabı günümüze kadar uzanan Sünni-Şii ayrışmasının temel nedenlerinden birini teşkil etmiştir. Hz. Ali, seçimden sonra Hz. Ebu Bekir’e biat ettiği gibi halifeliğin kendi hakkı olduğuna dair hiçbir iddiada bulunmamıştır. Hz. Ebu Bekir’in seçiminde, yaşı, tecrübesi, Kureyş kabilesine mensup olması, Hz. Muhammed’in (s.a.v.) yakın arkadaşı ve aynı zamanda kayınpederi olması etkili olmuştur.
Hz. Ebu Bekir, Abdurrahman b. Avf, Hz. Osman ve Üseyd b. Hudayr gibi bazı sahabelerin görüşlerini alarak kendisinden sonra Hz. Ömer’in halife olmasını vasiyet etmiş ve vasiyetini Hz. Osman’a yazdırmıştır. Bu uygulama, daha sonraki dönemlerde saltanat sistemine geçişte bir dayanak olarak gösterilmiştir.
Hz. Ömer ise vefatından sonra kimin halife olacağına, belirlediği altı kişilik heyetin karar vermesini istemiştir. Bu heyet de kendi içinden Hz. Osman’ın halifeliğini uygun görmüştür. Bu uygulama da daha sonraki dönemlerde halifenin, yeterlilik sahibi seçkin kişiler tarafından seçilmesi fikrine dayanak teşkil etmiştir.
Halifenin hangi durumlarda görevden azledileceğine ilişkin tartışmalar da dayanağını Hz. Osman’ın uygulamalarında bulmuştur. Hz. Osman’ın devlet hizmetinde yakınlarını gözetmesi, liyakat sorunu olan kişileri göreve getirmesi gibi uygulamaları, Müslümanlar arasında memnuniyetsizlik yaratmış, göreve getirilişinin altıncı yılında kendisine karşı güçlü bir muhalefet oluşmasına neden olmuştur. Görevi bırakması yönündeki çağrıları dikkate almaması, şehadeti ile neticelendikten sonra, halifenin görevini yerine getirirken kusur işlediğinde görevinden alınıp alınamayacağı, isyan ve siyasi muhalefet gibi tartışmalara dayanak teşkil etmiştir.
Hz. Osman’ı şehit edenler, yerine Hz. Ali’nin geçmesinde ısrar etmişlerdir. Ancak Hz. Osman’ın şehit edilmesiyle birlikte sahabeler arasına derin ayrılıklar girmiştir. Bu ayrılığı bahane eden Ebu Süfyan’ın oğlu Muaviye, Şam valisi iken başlattığı iktidar mücadelesi ile Müslümanlar arasında kanlı bir dönem başlatmıştır.
Hz. Ali, uğradığı suikast sonrasında ölüm döşeğinde son nefesini vermek için beklerken kendisinden sonra gelecek kişinin kim olacağını söylememiştir. Yöneltilen sorulara, “Sizi Resulullah’ın bıraktığı gibi bırakıyorum. Allah sizi onun vefatından sonra birleştirdiği gibi birleştirir.” cevabını vermiştir. Büyük oğlu Hz. Hasan’a biat edilmesi konusu sorulduğunda “Bunu size ne emrederim ne de yasaklarım; siz daha iyi bilirsiniz.” dediği rivayet edilmiştir.
Muaviye’nin Şam’da isyan ettiği bir dönemde bir kısım Müslümanlar, Kays b. Sa’d’ın girişimiyle Kufe’de bulunan Hz. Hasan’ı meşru otorite kabul etmişlerdir. Ancak Şam Valisi Muaviye, yaptığı baskı ve zulüm ile Hz. Hasan’ı halifelik görevinden hileyle vazgeçirerek 661 yılında görevi kendisine devretmeye zorlamıştır.
Hz. Hasan’ın halifelik görevini 661 yılında Muaviye’ye devretmesiyle birlikte İslam tarihinde Emeviler Dönemi başlamıştır. Kendisine daha önceki halifelerin kullanmadığı, “Allah’ın halifesi” anlamına gelen “halifetullah” unvanını uygun gören Muaviye, İslam tarihinde saltanat dönemini başlatmıştır.
Muaviye’nin siyasi ve askerî mücadele sonunda halifelik makamını ele geçirmesi, sistemin özünde büyük bir değişikliğe yol açmıştır. Kendinden sonra oğlu Yezid’i veliaht ilan eden Muaviye, hükümdarlığı aile mülküne çevirmiştir.
Seçim ve biat ilkesini uygulamak yerine, oğlu Yezid’in veliahtlığını garantiye almak için kurduğu düzeni devam ettirecek seçiciler kurulu oluşturan Muaviye, biat edip etmeme konusunda da bunu kişilerin tercihine bırakmamış ve zorunlu biati uygulamaya koymuştur. Emevi Dönemi’yle birlikte İslam tarihinde seçimle liyakat sahibi kişilerin devlet başkanlığı görevine getirildiği dönem tamamen kapanmıştır.
İslam toplumlarında tarihsel husumetin kaynağı da biatin iradi olmaktan çıkartılmasına dayanmaktadır. Yezid’e biat etmeyi reddeden Hz. Hüseyin, Medine’den Mekke’ye gitmiş ve bu durumu öğrenen Kufeliler onu şehirlerine davet edip kendisine halife olarak biat edeceklerini bildirmişlerdir. Hz. Hüseyin de Müslim b. Akil’i gönderip Kufelilerin biatini almış fakat kendisi Irak’ın Kufe şehrine gidemeden Fırat kıyısında, Kerbela mevkisinde şehit edilmiştir.
Muaviye’nin aldığı kararlar, İslam toplumunda kayıtsız şartsız kabul görmemiştir. Muaviye’nin, oğlu Yezid’i veliaht tayin etmesine karşı gelen kişilerden biri Abdullah b. Zübeyr olmuş ve emîr-ül müminin unvanıyla kendi halifeliğini ilan etmiştir. Aynı dönemde başka kişiler de halifelik iddiasında bulunmuşlardır. Fakat Emevi Hanedanı, bu kişilerin muhalefetini kanlı bir şekilde bastırmıştır. II. Muaviye’nin çocuğu olmadığı için, iktidar aynı aile içinde Süfyanilerden Mervanilere geçmiş ve sistem aynen devam etmiştir.
Emeviler Dönemi’yle birlikte devlet yönetiminde kitap ve sünnet tali kaynağa dönüşmüş, gelenekler ve kabile taassubu ön plana geçmiştir. Bu uygulamalara karşı zaman zaman muhalif hareketler örgütlenmeye çalışsalar da Emevi egemenliğinin zırhı delinememiştir. Şam’da yaşayan âlimlerin dışında, Irak, Mekke-Medine, İran ve Mısır bölgesinde yaşayan âlimlerin büyük çoğunluğu, halifelik makamının Hz. Ali evlatlarına ait olduğunu savunmuşlar ve Emevi yönetimine muhalefet etmişlerdir.
Yapılan bu muhalefet doksan yılda ancak sonuç vermiş ve İmam Muhammed b. Ali’nin başlattığı ayaklanma sonunda Emevi Hanedanı yıkılmış ve yerine Abbasiler geçmiştir. Abbasiler’in egemenliği ile birlikte İslam devletinin yönetim merkezi Şam’dan önce Kufe’ye, oradan da Ebu Cafer El Mansur döneminde Bağdat’a kaymıştır.
Saltanat sistemi, Abbasiler Dönemi’nde de genel yönetim sistemi olmuştur. Emeviler gibi Ehl-i Beyt’in kanını döken hanedanı devirmelerinden ötürü Abbasiler, halk tarafından hoşgörü ile karşılanmıştır. Aynı şekilde soylarının Hz. Muhammed’in (s.a.v.) amcası Abbas’a dayanması nedeniyle de meşruiyetlerini pekiştirmişlerdir. Örneğin, Abbasi halifesi Memun, kendisine Ehl-i Beyt soyundan Ali El Rıza’yı veliaht tayin etmek istemiştir. Ancak saray mensuplarının tepkisiyle karşılaşmıştır.
Türklerin Bağdat yönetiminde mevki sahibi olmaları ise Halife Memun’un ölümünden sonra kardeşi Mutasım döneminde olmuştur. Türklerin desteğiyle halifelik makamına geçen Mutasım, ordunun büyük bir kısmını Türklerden meydana getirdiği gibi 836 yılında Samarra şehrini kurarak devletin merkezini bu şehre taşımıştır.
945 yılı, Abbasi halifeliği için en sıkıntılı yıl oldu. 10. yüzyılın ikinci çeyreğinden 11. yüzyılın ikinci yarısının başlarına kadar İran’ın güneyinde hüküm süren Şia inanışının savunucusu Büveyhoğulları, 945 yılında Bağdat’ı işgal ettiler. Bu işgal ile birlikte Abbasi yönetimi için yeni bir dönem başladı, Abbasi halifeliği Şii egemenliği altına girdi. Büveyhoğulları, yüz yılı aşkın bir süre egemenliklerini sürdürdükleri Bağdat’ta, Abbasi halifeliğini sembolik düzeye indirdiler. Siyasi egemenliği ele geçirmelerine karşılık, dinî otoriteye dokunmayan Büveyhoğulları’nı, Bağdat’tan çıkartan ise Büyük Selçuklu Devleti’nin hükümdarı Tuğrul Bey oldu. 1055 yılında Bağdat’a giren Tuğrul Bey, böylece Abbasi halifeliğini de himayesi altına aldı.
Siyasi Otorite ile Dinî Otorite Tuğrul Bey ile Ayrıldı
Tuğrul Bey, 1058 yılında Kuzey Irak’taki Şii egemenliğine son verdikten, Musul’da Fâtımî halifesi adına hutbe okutan Arslan Besasiri’yi de dize getirdikten sonra, görkemli törenlerle Bağdat’a girdi. Halife Kaim Biemrillah, zulmü ortadan kaldırıp adaleti yeniden tesis etmesi nedeniyle Tuğrul Bey’e şükranlarını dile getirdikten sonra onu çok değerli bir taç ile taçlandırdı, hilatler giydirdi, kılıç kuşattı ve “doğunun ve batının hükümdarı” anlamında “melikü’l-meşrik ve’l-mağrib” diye hitap ederek kendisine çeşitli sancaklarla, bazı ayrıcalıkları tanıdığı bir ahitname verdi. Daha sonra “Rüknüddîn” ve halifenin ortağı anlamına gelen “kasîmü emîr-ül müminin” unvanları ile saygı gösterisinde bulundu. Ayrıca topraklarının idaresini ve buralarda yaşayan halkın korunmasını da ona bıraktığını belirtti. Bu husus, bazı araştırmacılar tarafından halifenin dinî-manevi, sultanın ise dünyevi iktidarı temsil ettikleri şeklinde yorumlanırsa da İslam dininde böyle bir ikili sistem öngörülmemiştir.
Tuğrul Bey, aldığı unvan ve üstlendiği görevlerle yetki sınırlarını genişletirken halifenin yetki sınırları daraldı. Böylece halifelik bir unvana ve temsilî bir göreve indirgendi. Meşru hükümdarın adının hutbelerde okunması, bu olaydan sonra genel uygulamaya dönüşürken hükümdarlık makamı tarafından yapılan işlemlere meşruiyet kazandıran bir işlev de gördü. Devlet yönetimi, ekonomik, sosyal ve siyasal kararlar almak, orduyu yönetmek halifenin görevi olmaktan çıktı. Buna rağmen, hükümdarlar, halifelik makamını incitmemeye büyük ölçüde dikkat ettiler.
Büyük Selçuklu Devleti döneminde Abbasi halifeleri, kendilerine biçilen sembolik rolü benimserken Sultan Sencer’den sonra yeniden eski nüfuzlarına kavuşmak istediler.
Abbasi halifeleri de kendilerinden önceki Emevi halifeleri gibi halka gösteriş yapmayı sevmelerinin yanında onlara karşı dindar görünmeye de özen gösteriyorlardı. Abbasi Ailesi’nin mülkü gibi görülen halifeliğin gücüne ilahi bir gizem katmak için unvan olarak “halifetullah” ve “zillullah-ı fil arz” yani “Allah’ın yeryüzündeki gölgesi” unvanını yaygın şekilde kullanmaya başladılar. Devletin zenginleşmesine ve egemenlik sınırlarının genişlemesine paralel olarak Abbasi halifelerinin debdebesi de arttı.
Abbasiler Dönemi’nde, vezirlik kurumu tesis edildi. Vezir, halifeden sonra gelen en önemli icra makamı olması nedeniyle geniş yetkilere sahipti. Tefviz vezirliği denilen, mali ve idari hususlarda yetkisini kullanmasına izin verdiği bazı vezirler, halifenin mührünü taşırlardı. Aynı şekilde halifeler, hacip denilen korumalar tarafından korunurdu. Görüşmelerde protokol kurallarını uygularlar ve bu görüşmeleri belli saatlerde özel salonlarda yaparlardı.
Abbasi Devleti’nin ordu teşkilatı beş ayrı koldan meydana geliyordu. Bu kollardan birine “hares el-halife” deniliyordu ve Bağdat’ta muhafız birliği olarak duruyordu.
Abbasi halifeleri, adli yetkilerini kadılar vasıtasıyla paylaşıyordu. Devletin ilk dönemlerinde eyaletlerdeki kadılar valiler tarafından atanırken daha sonra merkezden atanmaya başladılar. Ancak bu düzenleme Harun Reşid döneminde değiştirildi. Kadıların kadısı veya kadıların başı anlamına gelen ve hukuk işlerini yürüten kadıların başı olan kâdılkudâtlık müessesesi kadı tayinleri ile yetkilendirildi.
Süslü Giyinmeyi Severlerdi
Halifeler, giyim kuşamda İran tarzı giysileri tercih ederlerdi. Bellerine değerli taşlarla süslü kuşak, başlarına siyah bir külah üzerine sarık sararlardı. Valiler ve diğer ileri gelenler de halifelerin giyim tarzını benimserlerdi.
Tören kıyafetleri, günlük kıyafetlerinden farklı olurdu. Törenlerde siyah veya menekşe renginde uzun hırka giyerlerdi. Bayram namazlarını onlar kıldırırlardı.
Cuma ve bayram namazlarına, diğer törenlerde olduğu gibi bellerine siyah bir kuşak sarıp, üzerlerine siyah bir kürk giyip, ellerine Hz. Muhammed’in (s.a.v.) kılıcını alarak hilafet alayı ile giderlerdi.
Halifeler törenlerde Hz. Muhammed’in (s.a.v.), Şair Kâ’b b. Züheyr’e hediye ettiği hırkayı giyerlerdi. Bürde denilen hırka, Emevi Devleti’nin ilk hükümdarı Muaviye tarafından Şair Kâ’b’ın vârislerinden satın alınmış ve veraset yoluyla Abbasiler’e kadar ulaşmış, en sonunda Yavuz Sultan Selim tarafından diğer mukaddes emanetlerle birlikte İstanbul’a getirilmiştir.
Hz. Peygamber’in, üzerinde “Muhammed Resulullah” yazılı mührü de Hz. Osman dönemine kadar kullanılmış, bu mührün kaybolmasından sonra her halife kendi adına mühür kullanmıştır.
Halifeler, yüklendikleri sorumluluğa ilişkin en önemli işaret olarak “aneze” veya “kadib” de denilen asa kullanırlardı. Tahta çıkan bir halifeye Hz. Muhammed’in (s.a.v.) hırkası ve mühürle birlikte asa sunulurdu. Hz. Peygamber’e mahsus minberin yanında asası da özel ilgi görmüş ve ikisine birden “ûdeyn” adı verilmiştir. Bu semboller, halifeliğin meşruiyet göstergesi idi. Aynı zamanda iktidar işareti kabul edilen asaya, Fâtımî halifeleri de önem verirler ve düzenlenen törenlerde ellerinde taşırlardı.
Halife, Meşruiyetin Kaynağıydı
Abbasiler’in egemenliği döneminde birçok devlet ortaya çıksa da bu devletler Abbasi halifesinin manevi otoritesini tanıyorlardı. Bu nedenle, kendilerini halifenin hizmetinde kabul eden Sünni bir devletin meşruiyet kazanabilmesi için halife tarafından resmen tanınması gerekiyordu.
Halife, meşruiyetini halkın biat etmesinden alırdı. Dört Halife ve Hz. Hasan Dönemi’nde biat etmek kişinin iradesine bağlıydı. Emeviler Dönemi’yle birlikte biat, bağlılığını sunmak anlamında zorunluluğa dönüştürüldü. Özellikle Endülüs Emevi Devleti’nde, biat törenleri günlerce sürmüştür.
Öte yandan Hz. Ali’den sonra cuma namazında okunan hutbeye siyasi bir fonksiyon yüklenmiştir. İmamların okudukları hutbelerde, dönemin halifesinin adını anmak, o halifenin egemenliğini tanımak anlamına geliyordu. Yani devletin siyasi sınırları, okunan hutbelerle çiziliyordu. Siyasi bakımdan hutbenin bir önemi de halife ile sultan veya eyalet valileri ve mahallî hanedanlar arasındaki güç dengesinin bir işareti olmasıdır. Bir hükümdarın meşruiyet kazanması onun saltanatının halife tarafından tasdik edilmesine bağlı olduğundan hükümdarlar ülkelerinde halife adına hutbe okuturlardı. Abbasi halifelerinin güçlerini kaybettikleri günlerde, yeni ortaya çıkan devletlerin hükümdarları, kendi isimlerini de halifeninkiyle birlikte hutbelerde okuturlardı.
Dört Halife ve Hz. Hasan Dönemi’nden itibaren genellikle halifeler, namazlarda kendileri imamlık yapmışlar ve cuma günleri de hutbe okumuşlardır. Vilayetlerde ise bu iş valiler tarafından yürütülmüştür. Abbasi halifesi Razi Billah’tan sonra halifeler bu görevi nadiren yerine getirmişlerdir.
Bir devletin egemenlik işaretlerinden biri de para bastırmaktır. İslam devletinde ilk para Emevi halifesi Abdülmelik b. Mervan döneminde bastırılmıştır. Onun halifeliğine kadar İslam devletinde tedavüldeki para, Bizans ve Sasani devletlerinin paraları idi. Halife Mervan döneminde, üzerinde kendi adı bulunan yeni altın dinar ve gümüş dirhem bastırılmış ve bu uygulama daha sonraki dönemlerde devam etmiştir.
Endülüs’te kurulan Emevi Devleti’nin hükümdarları, III. Abdurrahman ile birlikte halife unvanını kullanmaya başlamışlardır. III. Abdurrahman, yarım yüzyıl süren hükümdarlığı döneminde, Fâtımî Devleti ile giriştiği siyasi nüfuz mücadelesinde Nasır Lidinillah unvanıyla halife kavramını etkili bir şekilde kullanmayı başardı. III. Abdurrahman, böyle yaparak devletini emîrlikten halifelik düzeyine çıkarıp 10. yüzyılda İslam dünyasında Abbasiler ve Fâtımîler’den sonra üçüncü bir denge unsuruna dönüştü.
Endülüs Emevi Devleti hükümdarı III. Abdurrahman’dan sonra oğlu II. Hakem, Mustansır Billah unvanıyla halifelik makamına oturdu. Endülüs Emevileri’nde halifelik unvanı, II. Hakem’le birlikte oturdu. Ondan sonraki dönemde halifeliğin otoritesinde ve etkinliğinde değişiklik meydana geldi. Bu durum İbn-i Ebu Âmir El Mansur’un öldürülmesine kadar devam etti. Hem siyasi iktidarı hem de orduyu kontrolü altında tutan Hâcib İbn-i Ebu Âmir, Mansur unvanından sonra 996 yılında da Melik El Kerim unvanını alarak, halifenin otoritesine ortak oldu ve hutbelerde onun adından sonra kendi adını okutmaya ve resmî yazıları kendi imzasıyla göndermeye başladı.
Endülüs Emevileri, İspanya’daki Son Müslümanlar Değildi
1031 yılı, bugünkü İspanya sınırlarında kurulmuş olan Endülüs Emevi Devleti’nin ortadan kalktığı yıl olmuştur. Endülüs Eme-vi Devleti’nin yıkılışı, İspanya topraklarındaki İslam hâkimiyetinin sonunu getirmemiştir. Bundan sonra da o coğrafyada yine Sünni devletler kurulmuştur. Merkezleri bugünkü Fas olan Murabıtlar Devleti bunlardan biridir. Hristiyanlara karşı kazandığı zaferlerle meşhur olan Yusuf b. Taşfin, bugünkü Fas ve İspanya’yı ele geçirerek Murabıtlar Devleti’ni kurmuştur.
Murabıtlar’ın Mağrip ve Endülüs’ü ele geçirmesi, özellikle IV. Alfonso’ya karşı Zellaka Savaşı’nı kazanması üzerine, Abbasi halifesi Muktedi Biemrillah tarafından 1086 yılında Yusuf b. Taşfin’e bir menşur gönderilerek kendisine “emîr-ül müslimin” unvanı verildi.
Murabıtlar emîr-ül müslimin unvanını benimseyerek hükümdarlıklarının mahallî kimliğini kabul ettiler. Aynı şekilde Abbasiler’i met-bu sayarak halife altında bir unvana itiraz etmediler.
12. yüzyılın ilk yarısında yıkılan Murabıtlar Devleti’nin ardından İspanya’da hüküm süren bir başka İslam devleti Muvahhidler olmuştur. Muvahhidler, Abbasi Devleti’ne bağlılığı reddederek emîr-ül müminin unvanını kullanmışlardır.
Murabıtlar Devleti’ni yıkan Muvahhidler Devleti’nin kurucusu Abdülmümin El Kûmî, hocası ve hareketin lideri Muhammed b. Tûmert El Mehdi’nin ölümünden sonra 1133 yılında halife ilan edildi.
Muvahhidler’in yıkılmasından sonra yerlerini, 1228 yılında bugünkü Tunus topraklarında tarih sahnesine çıkan Hafsîler aldı. Muvahhidler’in iktidarına son veren Hafsî Hanedanı’nın kurucusu Emîr Ebu Zekeriyya’nın oğlu Muhammed, 1252 yılında Mustansır Billah lakabını ve emîr-ül müminin unvanını kullanmaya başladı. 1258 yılında Bağdat’ın Moğollar tarafından ele geçirilip halifenin otoritesini kaybetmesi üzerine, Mekke şerifi kendisine Abbasi halifesinin vârisi olduğunu belirten bir berat gönderdi. Böylece başlangıçta emîr ve sultan denilen Hafsî hükümdarları nüfuzlarını genişletince halife ve emîr-ül müminin unvanlarını da taşımaya başladılar ve adlarına hutbe okutup para bastırdılar.
Fas merkezli olmak üzere bugünkü Kuzey Afrika topraklarında Hafsîler’in çağdaşı bir başka devlet de Meriniler olmuştur. Meriniler de Murabıtlar gibi emîr-ül müslimin unvanını kullanarak Abbasi halifesine bağlı kalmışlar, İslam dünyasında meydana gelen otorite boşluğundan yararlanarak 14. yüzyıldan itibaren de emîr-ül müminin unvanını kullanmışlardır.
Fâtımîler de Halifelik İddiasında Bulundu
İslam dünyasında Sünni İslam inancının en önemli rakibi Şii inanışına mensup Müslümanlar olmuşlardır. Şii inanışını benimseyen Müslümanların tarihteki en önemli devletlerinden biri de Fâtımî Devleti’dir. Fâtımî Devleti Ubeydullah El Mehdi tarafından 909 yılında İfrikiye denilen bugünkü Tunus coğrafyasında kurulmuş, egemenliğini daha sonra Suriye’ye kadar genişletmiştir. Endülüs Emevi Devleti’nin halifelik iddiasında bulunmasına neden olan da Fâtımîler olmuştur. Fâtımî halifeliği, Şiiliğin İsmailiye kolunun anlayışını esas almıştır; Abbasi ve Endülüs Emevileri hilafetleriyle rekabetinin temelinde de bu husus yatmaktadır.
Fâtımîler’de halife günahsız kabul edilerek ona kutsal bir kimlik atfedilmiştir. Böylece halifelere mutlak itaatin gerektiği anlayışı benimsenmiştir. Abbasiler’de olduğu gibi Fâtımîler’de de halifeye biat şartı vardı. Ancak bu biat seçime değil, itaate ilişkindi. İmam olarak devletin başı ve bütün bilgilerin kaynağı olan halife, şeriatı da yorumlardı. Halife, Allah dostu anlamında veli kabul ediliyordu. Bundan dolayı velayet de imanın esaslarından biri hâline gelmişti.
Fâtımîler’in döneminde Sünni dünyasında Abbasiler ve Endülüs Emevileri olmak üzere iki önemli hükümdarlık vardı. Fâtımî halifesi Muiz Lidinillah, Endülüs Emevi Devleti’nin en güçlü hükümdarı III. Abdurrahman’dan 958 yılında gelen ve aralarındaki anlaşmazlığın barış yoluyla çözülmesini isteyen mektubu, Abdurrahman’dan emîrül müminin diye söz edildiği için geri çevirmiş, halifeliğin kendilerinin hakkı olduğu iddiasıyla kendilerine karşı halifelik iddiasında bulunan kişilerle savaşmaları gerektiğini söylemiştir.
Şiilerin İsmailiye kolu, Fâtımî Devleti ile halifelik iddiasında bulunurken İmamiye kolu Mehdi’nin gelişini beklemiştir. Şiilerin diğer bir kolu olan Zeydîler ise Hz. Hasan’ın soyuna mensup imamların yönetiminde, 9. yüzyılın ortalarında Arabistan’da ve aynı yüzyılın sonlarına doğru Yemen’de iki ayrı devlet kurmuşlardır. Bunlardan daha uzun süre yaşayan Yemen Zeydî Devleti’nin kurucusu Yahya b. Hüseyin, halifeler gibi Hadi ilel-Hak lakabını ve emîr-ül müminin unvanını almıştır. Zeydîlere göre imam masum değil fakat müçtehittir. Ona mutlak itaat söz konusu olmayıp Kur’an ve sünnetten ayrıldığı zaman peşinden gitmek gerekmez. Ayrıca liderlik görevinin babadan oğula geçmesi şartı yoktur, liderin Hz. Ali soyundan gelmesi yeterlidir. Yine onlara göre Hz. Peygamber tarafından ismen olmasa da vasfen tavsiye edilen Hz. Ali kendisinden önceki üç halifeden daha faziletlidir. Bununla birlikte çok faziletli olanın yerine daha az faziletli kişilerin liderliğini de uygun görerek ilk üç halifeyi meşru sayarlar.
Moğol istilası, Abbasi halifeliğinde üç yıl süren bir fetret devri yaşattı. 1258-1260 yıllarındaki bu karanlık dönemi sona erdiren, Ayn Calut Savaşı’nda Moğolları yenmeyi başaran Sultan Baybars oldu. Bu dönemden sonra halifelik, hükümdarlara meşruiyet kazandırma aracına dönüştü.
Sultan Kutuz’u öldürüp Memlûk tahtına geçmeyi başaran Sultan I. Baybars, Moğolların Bağdat’ı tahribi sırasında, Şam’a giden son Abbasi halifesi Mustasım Billah’ın amcası Ebul Kasım Ahmed’i, halifelik müessesesini canlandırmak amacıyla Kahire’ye davet etti. Baybars tarafından törenle karşılanan Ebul Kasım Ahmed’in Abbasi Hanedanı’na mensubiyetini gösteren ve Hz. Muhammed’in (s.a.v.) amcası Abbas’a kadar uzanan şeceresi ilim adamları, devlet büyükleri ve kadılardan oluşan bir heyetin huzurunda okundu ve Kâdılkudât Taceddin Abdülvehhab b. Bintü El Eaz tarafından onaylandı; arkasından da kendisi Mustansır Billah lakabıyla 9 Haziran 1261’de halife ilan edildi ve halktan biat alındı. Böylece Abbasi halifeliği üç yıllık bir aradan sonra Kahire’de yeniden kurulmuş oldu.
Mısır Dönemiyle Birlikte Halifeler, Hükümdarın Gölgesinde Kaldı
İsmen halife olmakla birlikte gerçekte yetkileri bulunmayan Mısır’daki Abbasi halifelerinin adları sikke ve hutbelerde Memlûk sultanlarıyla birlikte anılıyordu.
Bununla birlikte Kahire’deki Abbasi halifeleri, İslam dünyasında manevi nüfuzlarını devam ettirmişlerdir. Günümüzde devletlere BM’nin kazandırdığı meşruiyeti, o dönemde İslam dünyasında halifelik makamı sağlıyordu. Halifeler, iktidarı devralan veya yeni devlet kuran bazı Müslüman hükümdarlara, menşur denilen özel berat gönderiyor ve bu şekilde halifeden menşur alan devletler de İslam dünyasında daha fazla tanınma imkânı bulmuş oluyorlardı. Örneğin, Yıldırım Bayezid Niğbolu’da zafer kazandıktan sonra I. Mütevekkil Alellah’tan sultan unvanını almıştı. Osmanlı Devleti’nde hükümdarlar devletin kurulduğu tarihten itibaren sultan unvanını kullanmalarına karşılık, Mısır’daki Abbasi halifesinin menşuru ile İslam dünyasındaki itibarları daha çok arttı. Halifeler, kişilik özelliklerine ve siyasi konjonktüre uygun davranıyorlardı. Genellikle hükümdarın gerisinde kalmakla birlikte, Mısır Abbasi halifeleri fırsat bulduklarında siyasi olaylara da dâhil olmak istiyorlardı. Mesela 1412 yılında Sultan Nasır’ın ölümü üzerine Halife Adil kendisini sultan ilan etmiş ancak üç gün sonra Müeyyed Şah tarafından makamından indirilerek öldürülmüştür.
Siyasi Nüfuz Alanı Genişleyince Halifeliğe Yeni Tanım Getirildi
İslam egemenliğinin İspanya’dan Orta Asya’ya kadar geniş bir coğrafyaya yayılmasıyla birlikte değişik zamanlarda ve yerlerde bazı sultanlar kendi topraklarında halife unvanını kullanmaya başladılar. Bu nedenle halifelik bir hükümranlık ifadesi olarak değerlendirilerek konunun İslam fıkhındaki yeri sorgulanmaya başlandı. Bu çerçevede, “Hakka riayetle adaleti yerine getiren ve şeriatı uygulayan sultanlar kendi ülkelerinde halife sıfatını kullanabilirler.” şeklinde yorumlar yapıldı. Osmanlı Devleti padişahları da bu yoruma dayanarak, I. Murat’tan itibaren halife unvanını kullanmışlardır. Yavuz Sultan Selim’in Mısır ve Hicaz’ı fethetmesinden sonra halifelik mührünü almasıyla halifelik hukuken de Osmanlılar’a geçmiş oldu.
Halife unvanını Osmanlı padişahlarının kullanmasıyla ilgili en çok yapılan tartışmalardan biri, padişahların Kureyş soyuna mensup olup olmadıkları üzerine olmuştur. Bu soru ilk defa Kanuni Sultan Süleyman döneminde sorulmuş, aynı dönemde Sadrazam Lütfi Paşa, Halasü’I-Ümme fi Ma’rifeti’I-Eimme adlı eserinde, böyle bir şart bulunmadığını, Kanuni Sultan Süleyman’ın bütün Müslümanların imamı olduğunu belirtmiştir.
Osmanlı Devleti’nin, Hicaz ve Mısır’ı ele geçirmesiyle birlikte İslam dünyasındaki saygınlığı arttı. Bu fetihten sonra Hindistan, Orta Asya ve Uzak Doğu’dan İstanbul’a gönderilen mektuplarda padişaha, halife unvanı ile hitap edilmiştir. Kanuni Sultan Süleyman da saltanat koltuğuna oturduğunda Mekke emîrine gönderdiği mektupta Allah’ın kendisini saltanat ve hilafet tahtına çıkardığını yazmış, emîr de cevabi mektubunda bunu tekrarlamıştır.
Osmanlı Devleti’nin yükselme dönemlerinde halifelik unvanının üzerinde fazla durulmamakla birlikte, özellikle Rusların güneye inmek için Osmanlılar’la yaptıkları savaşlar sırasında, bu müessese siyasi bir nüfuz aracı olarak sık kullanılmaya başlamıştır. Bu konuda 1774 yılında imzalanan Küçük Kaynarca Antlaşması bir dönüm noktası olmuştur. Bu anlaşma, Batılı bir devletin Osmanlı padişahlarını bütün Müslümanların halifesi sıfatıyla tanıdığını gösteren ilk resmî belgedir. Rusların bu kabulü, halifelik müessesesinin tarihî devamlılığını göstermesi açısından önemli sayılmıştır.
Diğer yandan Kırım, Osmanlı Devleti’nden özel bir hukuk ile ayrılan ilk İslam toprağı olmuştur. Osmanlı Devleti, kendi egemenliğinde olan bir İslam toprağını ilk defa Kırım’da gayrimüslim bir devlete terk etmiştir. Ancak Osmanlı Devleti daha önce olduğu gibi 1783’ten sonra da hilafet hukuku çerçevesinde Kırımlı Müslümanlarla ilgilenmeyi sürdürmüştür. Örneğin 1782’de İspanya ile bir antlaşma imzalanırken İspanyolların, Kuzey Afrika Müslümanları kendilerine karşı Babıâli’den yardım istediklerinde yardım yapılmaması şartını ileri sürünce Osmanlı Devleti, “cihet-i câmia-i hilafet” sebebiyle onlara yardım etmenin farz olduğunu ileri sürerek bu talebi kabul etmemiştir.
Batılı devletler de Osmanlı padişahlarının bütün Müslümanların halifesi anlamına gelen “âlemşümul halife” olduklarını kabul etmişlerdir. İngilizler, kendilerine karşı Fransızlarla iş birliği yapmasından kuşkulandıkları Hindistan’daki Meysûr Sultanı Tîpû’ya öğüt vermesi için III. Selim’den mektup yazmasını istemiştir, padişah da bunu yapmıştır. Osmanlı hükümdarlarındaki bu anlayış, 19. yüzyılda daha da artmıştır. 1819’da İstanbul’a bağlılık mektubu gönderen Buhara Hanı Haydar Şah’a gönderilen mektupta, Osmanlı padişahının hadimü’l-haremeyn ve halife sıfatıyla bütün Müslümanların sığınacakları merci olduğu, dolayısıyla Haydar Şah’ın ayrıca biatine ihtiyaç bulunmadığı belirtilmiştir. 1850’de Hollandalılara karşı yardım talebinde bulunan Açe Müslümanlarına mektup gönderen Padişah Abdülmecit, II. Selim döneminden beri devam eden Osmanlı Devleti himayesinin kendi döneminde de devam edeceğini teyit etmiştir.
Tanzimat’la Birlikte Hilafet Kurumu Hükümdarlıkla Bütünleştirildi
Osmanlı Devleti’nde Tanzimat Fermanı’nın ilanından sonra geleneksel hilafet anlayışında değişikliğe gidildi. Böylece, daha önce İslam’ın hizmetkârı ve devletin başkanı olarak görülen halifeye, devletin bütün unsurlarını birleştiren ve hepsine eşitlik ilkesi çerçevesinde hizmet veren bir hükümdar gözüyle bakılmaya başlanmıştır. Bu durumda halifeliğe Müslümanların dinî başkanı anlamı yüklenmiştir. Padişahlık unvanı da padişahın devletin bütün unsurlarını yönetmesi nedeniyle siyasi bir kimlik olarak görülmeye başlayınca da hukuki bir ayrışmaya neden olan bu ayırım sonucunda, halifelik unvanı ruhani bir liderlik şeklinde algılanmaya başlanmıştır. Tanzimat Dönemi’nde Osmanlı hilafet anlayışı 1876’da ilan edilen Kanun-i Esasi’nin 3. maddesinde ifadesini bulmuştur. O ifade şöyledir:
“Zât-ı Hazret-i Pâdişâhî hasbe’l-hilafe dîn-i İslam’ın hâmîsi ve bi’l-cümle tebea-i Osmâniyye’nin hükümdarı ve padişahıdır.”
Kanun maddesinde geçen himaye manevi ve dinî nüfuzu ifade etmekle birlikte, uygulamada bu ayrıma her zaman riayet edilmemiştir. Mesela 1873’te Sultan Abdülaziz zamanında Osmanlı Devleti’nin himayesine girmek isteyen Doğu Türkistanlı Yakub Han’ın yardım talebi kabul edilmiş ve kendisine askerî yardım gönderilmiştir. Aynı şekilde, II. Abdülhamit döneminde, Hollanda’nın sömürgesi Cava Adası’ndaki Müslümanlardan topladığı haksız vergi için Osmanlı konsolosları Hollanda hükûmetine başvurmuş ve Padişah II. Abdülhamit de bu başvuruyu onaylamıştır. Yine Ermenilerin saldırısına uğrayan Kafkasya Müslümanları için Rusya nezdinde girişimlerde bulunan da Osmanlı Devleti olmuştur.
II. Abdülhamit, Halifeliği Yeniden Evrensel Güce Dönüştürdü
Osmanlı Devleti’nde halifelik unvanının en etkin hâle geçtiği dönem, II. Abdülhamit dönemi oldu. Osmanlı Devleti’nin zayıflamasına paralel, Avrupa ülkelerinin iç işlerine müdahalesinin arttığı bir dönemde II. Abdülhamit tahta geçti. Aynı zamanda bu dönemde Rusya ile büyük savaşa hazırlanılıyordu. II. Abdülhamit, daha saltanatının başlarında Osmanlı hilafet iddialarını hem teoride hem pratikte kuvvetlendirme gereği duydu. II. Abdülhamit’i hilafet kurumunu etkin bir şekilde kullanmaya iten, Avrupalı devletlerin bir kısım sömürgelerinin halkının Müslüman olması idi. Hindistan’daki, Orta Asya’daki Müslümanları “ittihad-ı İslam” fikrine davet etmek, devlet üzerindeki yabancı baskısını azaltmaya dönük bir siyasete dönüştürüldü. Bu dönemde halifelik unvanı, devletler arası rekabette bir koz olarak çok önemli bir fonksiyon icra etti.
Osmanlı hilafetinin meşruluğu dört esasa dayanıyordu:
1) İlahi iradenin tecellisi.
2) Ecdattan miras kalması.
3) Siyasi ve askerî güç sahibi olarak ilayı kelimetullah için fütuhatta bulunmak.
4) Bilginler, devlet adamları, askerler ve halkın onaylaması ve biat etmesi.
Osmanlı Devleti döneminde halifenin, Kureyş kabilesinden olması şartına itibar edilmemiştir. Emeviler ve Abbasiler döneminde yapılan bu yorumun Hulefa-i Raşidin Dönemi ile sınırlı olduğu belirtilmiştir. Halifelik müessesesini savunan Cevdet Paşa’ya göre sa-habelerin çoğunluğunun halifenin Kureyş’ten olmasını istemesinin nedeni, Kureyş kabilesinin dönemi itibarıyla Araplar arasında sahip olduğu itibardır.
Bir kısım din bilginlerine göre, halifelik gibi devlet başkanlığı da din ve dünya işlerinde “riyaset-i umumiye” demektir ve bu şekilde Müslümanların işlerini üstlenen kişiye “imam el müslimin” denir. Halifelik, Müslümanlar arasında ittihadı tesis eden bir kurumdur ve ancak güçle ayakta durabilir. Hükümdara itaat etmek ise farzdır. Bu nedenle Osmanlı padişahlarının hilafetleri meşru kabul edilip onlara itaat etmeyenler asi kabul edilir. Cevdet Paşa, halifelik ve sultanlığın tek kişide toplanması gerektiğini savunmuştur. Ona göre Abbasiler Dönemi’nde ruhani bir hüviyete bürünen halifeliğe, Yavuz Sultan Selim asli kimliğini kazandırmıştır. II. Abdülhamit’in halifelik anlayışı da Cevdet Paşa’nın fikirlerine göre şekillenmiştir. Cevdet Paşa’ya göre, halife ulülemrdir ve ona itaat Allah ve resulüne itaat anlamına gelmektedir.
Ahmet Mithat Efendi, padişahın isteği üzerine hazırladığı raporunda Allah’ın halifeye insanlığın üstünde bir makam verdiğini, Allah ve resulüne itaat emredildiği gibi halifeye de itaatin farz olduğunu, bu emre karşı gelenlerin mürtet kabul edileceğini ve büyük günah işledikleri gerekçesiyle öldürülebileceklerini belirtmiştir. II. Abdülhamit, halifelik müessesesi üzerinde son derece hassas davranmış ve bu kuruma yönelen her türlü tehdide karşı tedbir almıştır.
Devletin ekonomik ve askerî yönden zayıfladığı dönemde halifelik müessesesini canlandıran II. Abdülhamit’e karşı başta İngilizler olmak üzere bazı Avrupalılar, karşı propaganda başlatmışlardır. Sömürgeleri olan Müslümanlar üzerinde onun gösterdiği tesiri kırmak için Abdülhamit’in Kureyş soyundan gelmediği iddiasını yayarak onun gerçek halife sayılamayacağını ileri sürüp çok sayıda broşür dağıtmışlardır. Hazırladıkları özel ekiplerle, hac mevsiminde karşı propaganda yaptırmışlar ve İslam dünyasından saygın kişileri ülkelerine davet ederek onları etkilemeye çalışmışlardır.
İngiltere’nin asıl hedefi, Araplar arasından bir halife çıkartarak Osmanlı Devleti’nin Müslümanlar üzerindeki dinî nüfuzunu zayıflatmaktı. Aslında İngiltere’nin halifelik unvanı ile ilgilenmesi 18. yüzyılın sonlarında başlamıştı. 1870’lerde İngiltere-Osmanlı ilişkilerinde meydana gelen soğukluk ve İngiltere’nin Müslüman sömürgelerinde ortaya çıkabilecek direnişlerin halifelik çevresinde güçlenmesi ihtimali İngilizleri bu kurumun manevi nüfuzu hakkında korkuya düşürdü. İngilizlerin halife adayı Mekke emîri idi, bu nedenle Osmanlı hilafetinin meşru olmadığı yönünde basında yayınlar yapmaya başladılar. Aynı şekilde, siyasetçiler ve devlet adamları da Osmanlı hilafetinin bir meşruiyetinin bulunmadığı yönünde beyanatlar verdiler. İngilizler bu iddialarını şu gerekçelere dayandırıyorlardı:
1) Osmanlılar’ın hilafet iddiası, İslam dünyasının tamamı tarafından kabul edilmiş değildir.
2) Osmanlılar Kureyş soyundan gelmemektedir.
3) Osmanlılar halifeliği biatle değil, zorla ele geçirmişlerdir.
Bu propagandalar süreç içinde etkisini göstermiş ve Araplar arasında hilafetin kendilerine iade edilmesini savunan hareketler de ortaya çıkmıştır. Etkisi sınırlı da olsa yaşanan bu propaganda savaşı 1916’daki Şerif Hüseyin İsyanı’nda rol oynamıştır.
İkinci Meşrutiyet Dönemi’nde, halifelik dış siyasette bir güç olarak kullanılmaya, iç siyasette ise etkisi sınırlandırılmaya çalışılmıştır. Padişahın yetkilerinin sınırlandırılmasına paralel başlayan tartışmalarla birlikte ortaya çıkan yeni hukuki duruma ilişkin şu görüşler ortaya konulmuştur:
1) Halifelik, Müslümanlar tarafından verilmiş bir vekâlettir. Dolayısıyla halifenin millet üstünde değil, milletin halife üzerinde hâkimiyeti vardır.
2) Halife seçimle gelmiş bir yönetimde hükûmet başkanı makamında olup hak ve yetkileri sadece yürütme organı ile sınırlıdır. Yasama ve yargı gücü başka organlara aittir.
31 Mart Olayı’nın ardından, II. Abdülhamit’in tahttan indirilmesinden dört ay sonra, 22 Ağustos 1909’da kabul edilen kanun ile halifenin hak ve yetkileri sınırlandırıldı. Fakat aynı süreçte Trablusgarp’ın İtalyanlar tarafından işgal edilmesi, Balkanlar’da patlak veren isyanlar Osmanlı Devleti’ne halifeliğin siyasi nüfuzunu kullanma ihtiyacı hissettirdi. İttihat ve Terakki yönetimi, gösterilen tepkileri de dikkate alarak Müslüman kamuoyunun desteğini alabilmek amacıyla tekrar hilafet kurumunun önemine atıflarda bulundu. İslam dünyasının bağımsız tek Müslüman devleti olması nedeniyle, bütün Müslümanlar halifeliğin kaderiyle kendi kaderlerini bir görmeye başladılar. O dönemde, dünya Müslümanlarının hilafetten başka sığınacakları bir merci bulunmadığından Osmanlılar’ın el birliğiyle güçlendirilmesi ortak bir sorumluluktu.
Halifeliği, günümüzde de tartışma konusu hâline getiren, Osmanlı Devleti’nin siyasi birliğini sağlamak için kullanılan söylem olmuştur. Abbasiler’in son dönemlerinde yaptıkları gibi, 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’yla başlayan bu siyasi söylem, Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı sürecinde yoğunlaştırılarak kullanılmıştır. Halkın maneviyatını yüksek tutmak, yedi düvele karşı verilen savaşta İslam dünyasının desteğini almak, İngiliz, Fransız ve Rusların yönetimi altındaki Müslüman halkları kışkırtmak amacıyla kullanılan bu söylem, süreç içinde dinî bir derinlik kazanmış ve birlik fikrinin merkezine oturtulmuştur. Ancak buna rağmen, savaş yıllarında sömürge durumunda olan İslam ülkelerinde, beklenen tepki görülmemiştir. Aksine İngiltere’nin Araplara yönelik propagandası sonuç vermiş ve Şerif Hüseyin Osmanlı Devleti’ne isyan etmiştir.
İngilizler, verdikleri sözlerin aksine, isyan ederek Osmanlı Devleti’nden ayrılan Şerif Hüseyin’e Birinci Dünya Savaşı bitene kadar hilafet meselesini gündeme getirmemesini tavsiye etmişlerdir. Birinci Dünya Savaşı bitiminde ise halifelik çekişmesine karışmak istemediklerini Şerif Hüseyin’e bildirmişlerdir. Şerif Hüseyin, kendisine verilen halifelik sözünü 1923’te Lozan masasında gündeme getirmiştir. Ancak İngilizler, halifelik sözünün 1914 şartlarında verildiğini belirterek sözlerini tutmaktan imtina etmişlerdir. İngilizleri halifeliği Şerif Hüseyin’e vermekten vazgeçirten ise Hindistan’da başlayan Hilafet Hareketi idi. İngilizler, Birinci Dünya Savaşı sırasında, Hindistan Müslümanlarının tepkisini kırmak için Şerif Hüseyin’e verdikleri sözün aksini Hindistan Müslümanlarına vermişlerdi. Hindistan Müslümanlarına Osmanlı hilafetine ve mukaddes bölgelerdeki hâkimiyetine halel gelmeyeceğini taahhüt etmişlerdi. İngilizlerin bu sözlerini tutmayacakları Sevr Antlaşması ile görülmüştü. Bunun üzerine Hint Müslümanları, Osmanlı hilafetinin hukukunu korumak üzere büyük bir eylem başlattılar. Hindistan Hilafet Hareketi denilen bu eylem, aynı zamanda Anadolu’da başlayan Millî Mücadele’nin de dışarıdaki en büyük destekçisi oldu. Bu süreçte, halifelik müessesesi siyasi kimliğiyle daha ön plana çıktı.
Halifeliğin akıbetini belirleyen süreç ise Anadolu’da başlayan Kurtuluş Savaşı oldu. Savaş süresince İstanbul’u işgal altında tutan İngiliz kuvvetleri, halifelik müessesesini de Kurtuluş Savaşı aleyhine kullanmaya çalıştı. Bu süreçte, Ankara’da kurulan yeni meclis, padişah-halifenin durumunun “padişah ve halife cebir ve ikrahtan azade olduğu zaman” ele alınacağını açıkladı.
Son Halife Abdülmecit
Millî Mücadele’nin zaferle sonuçlanmasından sonra Lozan Konferansı’na katılacak Türk heyetinin tespiti, Ankara ve İstanbul’da mevcut iki hükûmetten kaynaklanan iki başlılığın sıkıntılarını gündeme getirdi. İngilizler, konferansa hem Ankara hem İstanbul hükûmetinden temsilci çağırdılar. Ancak ülkenin iki başlılıktan kurtarılması gerektiğine inanan TBMM hükûmeti, 1 Kasım 1922’de saltanatı ve hilafet makamlarını birbirinden ayırarak saltanatı kaldırdığını ilan etti. Halifelik müessesesi ise yapılan müzakereler sonunda sadece dinî içerikli bir kurum olarak kabul edildi. Türkiye Büyük Millet Meclisinin bu kararından endişeye kapılan Padişah Vahdettin 16-17 Kasım 1922 gecesi bir İngiliz gemisiyle Anadolu’yu terk etti.
Son derece sancılı sonuçlar doğuran bu değişim döneminde, veliaht Abdülmecit Efendi ile görüşülerek kendisinden saltanat iddiasında bulunmayacağına dair bir belge alındı. 19 Kasım’da yapılan oturumda, hilafet makamını terk eden Vahdettin’in yerine Abdülmecit Efendi’nin halife seçildiği belirtildi. Aynı gün Abdülmecit Efendi’nin bir halife olarak nasıl davranması gerektiğini belirleyen bir de çerçeve hazırlandı. Buna göre Abdülmecit Efendi sadece “halife-i müslimin” unvanını kullanacak, bu unvana başka sıfatlar eklenmeyecekti. Ayrıca İslam dünyasına hitap eden bir beyanname hazırlayarak onaylanmak üzere Ankara’ya gönderecekti. Bu beyannamede Abdülmecit Efendi halife seçilmesinden dolayı duyduğu memnuniyeti ifade edecek, bu arada Vahdettin’in davranışı tenkit edilecek, Türk devleti ve Büyük Millet Meclisinin bütün İslam âlemi için çok hayırlı ve faydalı olduğu belirtilecek, Türk hükûmetinin hizmetlerinden takdirle bahsedilecekti ve halife siyasi sayılabilecek başka hiçbir beyanda bulunamayacaktı.
Abdülmecit, kendisine önerilen halifeliği kabul ederken Ankara ile temasa geçerek, “halife-i müslimin ve hadimü’l-haremeyn eşşerifeyn” unvanını kullanmasına izin verilmesini istedi. Ayrıca cuma selamlığında önceki halifelerin yaptığı gibi hilat giymek, Fatih Sultan Mehmet gibi sarık sarmak isteğini de ifade etti. Bununla beraber, İslam dünyasına bir beyanname yayımlamak istediğini, beyannamede Vahdettin’den söz etmeyeceğini bildirdi. Abdülmecit’in isteklerinden Fatih Sultan Mehmet gibi sarık sarması kabul edilmedi. İslam dünyasına bulunacağı beyanda da Vahdettin zamanında yaşanan olumsuzluklardan bahsetmesi istendi. Abdülmecit, birkaç gün sonra açıklamasını yayımladı. Ankara’nın uyarısını dikkate almadan şaşaalı bir törenle halifeliği üstlendi. Yeni süreç, taraftarları ve karşıtları açısından TBMM’de tartışmalara neden oldu.
Halifelik Nasıl Kaldırıldı?
TBMM’nin yeni üyelerinin belirleneceği seçimlerin yaklaştığı bir dönemde Atatürk, 13 Ocak 1923’te yurt gezisine çıktı. Amacı, halifelik müessesesi hakkında halkın nabzını tutmaktı. Onun Ankara’dan ayrılmasından bir gün sonra Karahisar-ı Sahib Mebusu Hoca Şükrü Efendi, Hilafet-i İslam ve Büyük Millet Meclisi başlıklı bir risale dağıttı. Risalede halifeliğin kaldırılmasının kabul edilemeyeceği belirtiliyordu. İslam dünyasına sabır tavsiye edilen risalede, halifenin dinî sorumluluklarının yanında, devlet görevlerinin de olduğu ve şartların normale dönmesi durumunda halifenin bu görevlerini yerine getirebileceği belirtiliyordu. Atatürk, durumu İzmit’te haber aldı ve buradaki basın toplantısında gerektiği takdirde halifeliğin de kaldırılacağını söyledi.
Diğer yandan aynı günlerde Lozan’da da barış konferansı başlamıştı. Lozan’da takip edilecek yöntem konusunda tartışmalar yaşanırken üzerinde en çok durulan hususlardan biri de halifelik konusu idi. Meclisin mevcut tablosu, ülke yönetiminde köklü reform yapmaya müsait değildi. Ankara yönetimi, büyük zaferi taçlandıracak reformları yapabileceği yeni bir meclis tablosuna ihtiyacı olduğuna karar verdi. Bunun üzerine, Meclisin 15 Nisan 1923’te gerçekleştirilen son oturumunun ardından 28 Haziran 1923 tarihinde seçimlere gidildi ve 24 Temmuz 1923’te imzalanan Lozan Antlaşması, yeni oluşan parlamentonun 11 Ağustos 1923’teki ilk toplantısında onaylandı.
29 Ekim 1923’te cumhuriyet ilan edildi. Bundan sonra sıra sosyal, ekonomik, hukuki, siyasi ve kültürel reformlara gelmişti. Bu dönemde gündemin ilk maddesi hilafet tartışmaları oldu. Halife taraftarları ve karşıtları oluştu. Bu durum, yeni kurulan cumhuriyete zarar vermeye başladı. Halifelik tartışması, İstanbul-Ankara arasında iktidar savaşına dönüştü. Bu bölünmüşlük TBMM üyeleri içinde de ayrışmaya neden oldu. Rauf Bey, Kâzım Karabekir Paşa, Ali Fuat Paşa, Refet Paşa ve Adnan Adıvar gibi Atatürk’ün yakın çevresindeki arkadaşlarının Abdülmecit Efendi’yi İstanbul’a ziyarete gitmelerinin kamuoyunda yankıları oldu. Halifelikle atılacak adıma ilişkin en somut mesaj 22 Kasım 1923’te İsmet İnönü tarafından verildi. İnönü, Cumhuriyet Halk Fırkası genel başkanlığına seçildiği toplantıda yaptığı konuşmada, “Tarihin herhangi bir devrinde bir halife, zihninden bu memleketin mukadderatına karışmak arzusu geçirirse o kafayı behemehâl koparacağız!” dedi.
Halifelik kurumunun geleceğine ilişkin İslam dünyasında da beklentiler söz konusuydu. Londra’da bulunan Ağa Han ve Seyyid Emir Ali, Başbakan İsmet İnönü’ye gönderdikleri mektupla, Hindistan Müslümanlarının halifelik kurumunun devamını istediklerini ifade ettiler. Onlara göre, halifenin saygınlığını kaybetmesi, İslam’ın zayıflamasına yol açabilirdi. Tabii Ağa Han ve Seyyid Emir Ali, başbakana gönderdikleri mektubu basına da ulaştırmış; mektup, 5 Aralık 1923 tarihinde İstanbul gazetelerinde yayımlanmıştı. Mektubun basın yoluyla kamuoyu ile paylaşılması Ankara tarafından İngilizlerin bir komplosu olarak değerlendirildi. 8-9 Aralık gecesi TBMM Genel Kurulunda yapılan gizli oturumda İstanbul’a İstiklal Mahkemesi’nin kurulmasına karar verildi. İstanbul basınının etkili gazeteleri Tanin, İkdam ve Tevhid-i Efkâr’ın sahipleri ve sorumlu müdürleri, Vatana İhanet Kanunu’na muhalefet etmekle suçlanarak tutuklandılar.
Aynı şekilde Halife Abdülmecit’in, yeni süreci kendi lehine çevirmeye dönük girişimleri, Atatürk ve İnönü’de rahatsızlık yarattı. Halife Abdülmecit’in padişah gibi davranmaya başlaması, halifelik bütçesinin arttırılmasını ve resmî heyetlerin kendisini ziyaret etmelerini istemesi bardağı taşıran son damla oldu. Cuma alayları düzenlemesini, paralel bir iktidar gibi yabancı devlet temsilcileri ile görüşmeler yapmasını Ankara, Türkiye Cumhuriyeti’nin istikbaline tecavüz olarak değerlendirdi. 1924 yılının Şubat ayını İzmir’de geçiren Atatürk, burada ordu komutanları ve basın mensuplarıyla toplantılar düzenleyerek onlardan hilafetin kaldırılması konusunda destek istedi ve genel olarak bu desteği aldı. Ancak Hüseyin Cahit ve Velid Ebüzziya gibi yazarlar hilafet yanlısı tutumlarını devam ettirdiler.
Kamuoyunda bu tartışmalar yapılırken 3 Mart 1924 günü Halk Fırkası grubunda alınan karar doğrultusunda Urfa Mebusu Şeyh Saffet Efendi ve elli üç arkadaşı, halifeliğin kaldırılmasına dair 12 maddeden oluşan bir kanun teklifi verdiler. Teklif aynı gün okundu ve müzakere edildi. Uzun tartışmalara sahne olan görüşmeler sonunda teklif kabul edildi. Son halife Abdülmecit Efendi, aynı gece ailesiyle birlikte Çatalca İstasyonu’ndan trene bindirilerek yurt dışına gönderildi. Kabul edilen kanun çerçevesinde Osmanlı Hanedanı üyeleri de 10 gün içerisinde yurt dışına sürgün edildi.
1292 Yıllık Bir Kurumun Kaldırılması Sancılı Oldu
İmparatorluktan ulus devlete geçişin en sancılı konularından biri olan halifelik kurumunun statüsü günümüzde de tartışma konusudur. Başlangıçtaki statüsünden bağımsızlaşarak ruhani bir misyona bürünen kurumun istikbaline ilişkin alınan karar, yapılan tartışmaları derinleştirmiştir.
Hz. Muhammed’in (s.a.v.) vefatından sonra 1292 yıl İslam dünyasında belirleyici bir güce sahip olan halifelik kurumunun kaldırılmasına ilişkin gerekçeler şöyle sıralanmıştır:
1) Ankara’daki iktidar, otoritesini halife ile paylaşmak istememiştir.
2) Halifelik kurumunun, başkenti Ankara olan Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna karşı olanların buluşma adresi olması istenmemiştir.
3) Halifelik, yeni devletin planladığı lâdinî içerikli reformlarının önünde bir engel olarak görülmüştür.
4) Hilafetin kaldırılmasıyla yeni Türkiye’nin İslam birliği hedefi olmadığı mesajı verilmek istenmiştir.
Tabii 1292 yıllık bir müessesenin kaldırılması İslam dünyasında büyük şaşkınlığa yol açtı. Hindistan’da ve Mısır’da Türkiye’nin kararı şiddetle kınanarak çözüm arayışlarına başlandı ve Ankara hükûmetinden bu kararı gözden geçirmesi istendi. Ankara hükûmeti kararından geri adım atmayınca da Atatürk’ten halife unvanını alması talep edildi. Bu önerinin de kabul görmemesi üzerine, İslam dünyasının değişik yerlerinde yeni halife adayları ortaya çıktı.
Son padişah Vahdettin ile birlikte son halife Abdülmecit Efendi’den başka Mekke Şerifi Hüseyin, Afgan Kralı Emanullah Han, Fas Kralı Yusuf, Yemen İmamı Yahya’nın isimleri yeni halife olarak ortaya atıldı. Başlardaki tercih, Abdülmecit Efendi’nin halifeliğinin devam etmesi şeklindeydi. Abdülmecit Efendi de İsviçre’de yaptığı açıklamalarla bu çabalara destek verdi. Bir kongre düzenleyerek çabasına destek arayışına girişti. Bu amaçla bir bildiri hazırlayıp, halife unvanıyla imzalayıp İslam dünyasına duyurdu. Onun bu girişimine Türkiye sert tepki gösterdi. O ise yaptığı açıklamada, “Bildirim Türkiye’ye karşı değildir, bana biat etmiş olan Müslümanlara karşı bir görevim vardı; yoksa şahsen düçar olduğum feci haksızlığı vatana olan büyük sevgimle unuturum!” şeklinde cevap verdi. Ancak kendisi sürgünde bulunduğu, yardımlarla geçindiği ve kararını destekleyecek siyasi güçten mahrum olduğu için kısa sürede gündemden düştü.
Abdülmecit Efendi’nin toplamayı başaramadığı Hilafet Kongresi 1926’da Kahire’de yapıldı. Mısır Kralı Fuad’ın amacı, kendisini halife ilan ettirmekti. Bu amaçla kongreyi önce 1925’te toplamak istemiş, birkaç defa erteledikten sonra 1926’da toplayabilmişti. Gelen tepkiler ve katılımın yetersizliği nedeniyle hilafet konusu bütün boyutlarıyla ele alınamadan kongre sona erdi. Bu kongreden beş yıl sonra 1931’de Kudüs’te ikinci kongre yapıldı. Kongreye Abdülmecit Efendi de katıldı ve halifelik iddiasını devam ettirdi. Türkiye ise gelişmelere sert tepki gösterdi. Kongre, katılımcılar arasında çıkan uzlaşmazlık nedeniyle karar alamadan dağıldı.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/hasan-yilmaz/emeviler-ve-emevi-halifeleri-69428428/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.