Abbasiler ve Abbasi Halifeleri
Hasan Yılmaz
750 yılında Horasanlı Ebu Müslim ve Abdullah bin Ali’nin yardımları sayesinde Emevi Hanedanı’nın hilafetten el çektirilmesiyle Abbasiler, İslam ve dünya tarihindeki yerlerini almışlardır. Hilafete geçen ikinci hanedan olan Abbasiler, beş asırdan fazla İslam halifeliğini uhdelerinde bulundurmuşlar; bu beş asırda İslam dünyasının büyük bir bölümüne egemen olmuşlardır. Abbasiler, Emeviler'den ayrı bir siyaset güderek Arap olmayanlara karşı hoşgörülü davranmışlar, böylece İslamiyetin yayılmasına büyük katkılarda bulunmuşlardır. Soyu Hz. Muhammed’in (s.a.v.) amcası Abbas'a dayanan hanedan, İslam sanat, kültür, siyaset, düşünce, edebiyat ve bilimine getirdiği yeniliklerle de tarihte kendilerine yer edinmişlerdir. Bu bakımdan, Orta Çağ dünyasında İslam medeniyetinin dünya siyaset, kültür ve uygarlığına nasıl bir katkıda bulunduğunu anlamak ve anlamlandırmak açısından Abbasiler’in tarihi ve Abbasi halifelerinin hayatı büyük bir ehemmiyet arz etmektedir.
Hasan Yılmaz
Abbasiler ve Abbasi Halifeleri
ABBASİLER
Adını Hz. Muhammed’in (s.a.v.) amcası Abbas’tan alan Abbasiler, ilk atalarının adından dolayı Haşimîler olarak da bilinmektedir.
Abbasiler’in yönetimi ele geçirmeleri İslam tarihinin önemli dönüm noktalarından biri olmuştur. Emeviler Dönemi’nin memnuniyetsiz kitleleri tarafından iktidara getirilen Abbasiler, iktidarları dönemindeki uygulamalarıyla dünya tarihini etkilemişlerdir.
Emeviler Dönemi’nde devletin sınırları İspanya’dan Çin’e kadar geniş bir coğrafyaya ulaşmıştı. Emeviler, ele geçirdikleri topraklarda, Hz. Muhammed (s.a.v.) ve Hulefa-i Raşidin Dönemi’ndeki uygulamanın aksine, Araplık unsurunu ön plana çıkardılar. Onlar, İslam’ı yaymak yerine, egemenliklerini yaymayı tercih ettiler. Böylece Hz. Muhammed’in (s.a.v.) mesajını bütün dünyaya ulaştırmayı amaçlayan İslam devletini, yavaş yavaş etnik unsura dayalı bir devlet hâline getirdiler.
Araplar, Emeviler Dönemi’nde imtiyazlı bir sosyal sınıf hâline geldiler. Arazi vergisinden muaftılar ve garnizon şehirlerde sadece onlar silah altına alınıyorlardı. Divana kaydedilen askerlerin büyük bir kısmı Araplardan meydana geliyor, her türlü tazminat ile fethedilen bölgelerden gelen ganimet ve paradan paylarının yanı sıra ayrıca aylık ve yıllık alıyorlardı.
Emeviler Dönemi’nde, Arap olmayan toplumlar, Müslümanlığı kabul etseler dahi ikinci sınıf insan muamelesi görüyordu. Mevali denilen bu insanlar, Araplarla eşit haklardan faydalanamıyorlardı. Müslüman olmalarına rağmen, devletin gelirlerinin arttırılması maksadıyla kendilerinden her türlü vergi -hatta gayrimüslimlerin ödedikleri bir vergi olan cizye bile- alınıyordu. Savaşlara piyade olarak katılmalarına karşılık, Arap süvarilerden daha az aylık ve ganimetten de daha az pay alıyorlardı. Emeviler’in eşitsizlik yaratan bu uygulaması sadece Ömer b. Abdülaziz döneminde terk edildi. Onun ölümünden sonra Emevi Hanedanı aynı uygulamayı devam ettirdi. İslam’ın eşitlik mesajına aykırı olan bu tutum, Emeviler’e karşı oluşan muhalefetin zeminini güçlendirdi.
Hz. Osman’ın şehit edilmesi ile başlayan ve Hz. Hüseyin ile birlikte ailesinden 72 kişinin şehit edilmesiyle zirve noktasına ulaşan karışıklıklar, Emeviler’e duyulan kini iyice artırdı. Uzlaşma ve diyalog yerine baskı ve şiddet yöntemlerini kullanan Emevi Hanedanı, kendisine karşı oluşan muhalefetin daha da güçlenmesine yol açtı. Muhalefetin mesajlarına en fazla kulak veren eyaletler Irak ve Horasan oldu. Özellikle mevali, Şiilerin görüşleri doğrultusunda Hz. Peygamber’in neslinden gelen meşru bir halife fikrini benimsedi. Böylece mevali ile Şiiler arasında Emevi iktidarına karşı bir ittifak oluştu.
Emeviler’e karşı oluşan ittifakın bir diğer kanadını da Hariciler teşkil etti. Hiçbir iktidara itaat etmeyen Hariciler, sürekli isyan hâlinde olmaları nedeniyle Şam’ın otoritesini büyük ölçüde sarstılar.
Asıl Bölen Kabilecilik Oldu
Emevi Hanedanı, Arap olmayan unsurlara karşı ayrımcılık yaptığı gibi, Araplar da kendi içlerinde kabile asabiyesinden kurtulamıyorlardı. Arap geleneklerinde, Arap kabileleri kuzey ve güney Arapları olmak üzere iki kısma ayrılıyordu. İslam’dan önce kabileler arasında, bitmeyen bir rekabet vardı. Bu rekabet, İslam dini ile birlikte uzunca bir süre kesintiye uğramıştı. Ancak devlet sınırları genişleyip yeni topraklar ele geçirilmeye başlandıktan sonra unutulmaya yüz tutan kabile asabiyesi yeniden gün yüzüne çıktı. Kuzey ve güney kabileleri arasındaki ilk gerilim Ebu Süfyan’ın oğlu ve Emevi Devleti’nin kurucusu Muaviye döneminde başladı. Devletin zayıf düştüğü dönemlerde şiddetlenen rekabet, nihayetinde Emevi Devleti’ni de yıkılışa götürdü.
Muaviye’nin veliaht olarak tayin ettiği ve kanlı iktidar çatışmasına neden olan Yezid’in ölümünden sonra baş gösteren halifelik mücadelesinde, kabile asabiyesi iyice gün yüzüne çıktı. İslam’dan önce Yemen’den Suriye’ye göç etmesinden dolayı güney kabilesi denilen Kelb kabilesi Emevi Ailesi’nden Mervan b. Hakem’i desteklerken kuzeyin yerleşik kabilelerinden olan Kays kabilesi de Abdullah b. Zübeyr’i destekledi. Kabileler arasında rekabette Emevi Hanedanı tarafsız kalmadı. Hanedan içi iktidar çekişmesinden dolayı, hilafeti ele geçiren her halife, bir kabilenin desteğini arıyordu. Halifeler böyle davranarak bütün bir toplumun değil de bir zümrenin temsilcisi olduklarını gösteriyorlardı.
Emevi Devleti’nin bir insan ömrü kadar kısa bir sürede yıkılmasının nedenlerinden biri de aile içindeki rekabettir. II. Velid’in halifelikten indirilmesi, aile içi çekişmenin en somut göstergesi olmuştur. Bu olayla birlikte, Suriye ikiye bölünmüştür. Bölünmeden dolayı son halife II. Mervan, başkent Şam’ı terk ederek devletin merkezini Harran’a taşımıştır.
Abbasiler’in Karşı Propagandası Yankı Buldu
Abbasi Ailesi tarafından yürütülen karşı propaganda, Emevi Hanedanı’nın yarattığı olumsuzluklardan kaynaklanan memnuniyetsizliğin halkta yankı bulmasına yol açmıştır. Ülke genelinde yaygın olan memnuniyetsizliği lehlerine çevirmeyi başaran Abbasiler, oluşan tepkiyi bir dalgaya çevirip Şam yönetimini ele geçirmeyi başarmışlardır.
Hz. Peygamber’in amcası Abbas ve onun oğlu Abdullah, sakin kişilikleri ile bilinen kimselerdi. Özellikle Abdullah ilimle meşgul olan bir kişiydi. Abdullah’ın oğlu Ali de babasının yolunu takip etmesine karşılık Emevi Halifesi I. Velid’in baskılarından kurtulmak için 714 yılında Şam’ı terk ederek hac yolu üzerinde bulunan Humeyme’ye gitmek zorunda kalmıştı. Onun Şam’ı terk etmesiyle birlikte Abbasi Ailesi de muhalif söylemlerini başlattı.
Esasında, Horasan’da Abbasi Ailesi’nin propagandasından etkilenmeye hazır bir kitle vardı. Zira Kerbela Olayı’ndan sonra Şiilerin Horasan’daki faaliyetleri hızlanmıştı. Aynı dönemde Şiiler, Hz. Ali’nin Havle isimli eşinden olan Muhammed b. Hanefiyye’nin oğlu Ebu Haşim’e biat etmişti. Ali’nin Şam’ı terk etmesi üzerine Ebu Haşim de Humeyme’ye giderek Abbasiler ile temasa geçti. Böylece Abbasi Ailesi ile Şiilerin teması başlamış oldu.
Abbasiler’in yer altı faaliyetlerine 718 yılında başladılar. Abbasi hareketini on iki nakîb ve bunlara bağlı yetmiş dâî büyük bir gizlilik içinde yürütüyordu. Kufe merkezli yürütülen faaliyetler nedeniyle Şam yönetimi Abbasi Ailesi üzerindeki baskısını artırdı. Bu nedenle Abbasiler, propagandalarını Horasan’da yoğunlaştırdılar.
Abbasi propagandistlerin halkı en çok etkileyeni Merv’de faaliyet gösteren Hidaş idi. Fikrini fanatikçe savunan Hidaş, yaptığı konuşmalarla geniş kalabalıklarda coşku yaratabiliyordu. Nitekim 736 yılında topladığı kalabalıkla büyük bir isyan başlattı. Ancak başarıya ulaşmayan bu isyan sonunda yakalanarak idam edildi.
Abbasi nakîb ve dâîleri kendilerini, Allah tarafından istenilen değişikliğin aracıları olarak tanıtıyorlardı. Kendilerinin Hakk’ın temsilcisi olduklarını ve batıla karşı mücadele ettiklerini söylüyorlardı. Halktan biat isterken kendileri adına değil, peygamber ailesinden ileride üzerinde ittifak edilecek bir şahıs adına istiyorlardı.
Abbasi Ailesi’nin lideri Muhammed b. Ali, 26 Ağustos 743 tarihinde Humeyme’de öldü. Yerine oğlu İbrahim geçti. İbrahim b. Muhammed, babasının ölümünün ardından faaliyetlerini Horasan üzerine yoğunlaştırdı. Kendi vekili olarak da Ebu Müslim Horasani’yi Horasan’a gönderdi. Türk kökenli olan Ebu Müslim, Abbasi Ailesi’ne intisap etmeden önce Kufe’de köle olarak yaşıyordu. 25 yaşındayken Abbasi hareketini yönetenlerin dikkatini çekti ve İmam İbrahim b. Muhammed’e onu kazanması tavsiye edildi. İbrahim, Ebu Müslim’i yanına alarak kendi fikirleri istikametinde yetiştirdi ve 747 yılında kendi vekili olarak Horasan’a gönderdi.
İhtilal Hazırlıkları Başladı
Tarihçilerin Horasan Spartaküsü dedikleri Ebu Müslim’in Horasan’a gidişiyle birlikte muhalefetin örgütlenmesi hızlandı. Aynı dönemde Emeviler Ailesi’nde hanedan içi çekişme yaşanırken Araplar da kabile taassubuyla birbirlerine düşmüşlerdi. Merv’den başlamak üzere Horasan şehirlerinde faaliyetlerini yoğunlaştıran Ebu Müslim Horasani, nihayet 15 Haziran 747 tarihinde Şii propagandistlerin önde gelenlerinden Süleyman b. Kesir’in köyü olan Sifezenç’te siyah bayrağı açtı. İsyanın merkezinde bir süre kalan Ebu Müslim, daha sonra Mahiyan’a geçti. Burada etrafına topladığı kalabalıkları silahlandıran Ebu Müslim, Emevi kuvvetleri Merv’i savunamayacak hâlde iken şehri işgal etti.
Başlayan isyana karşı koyacak kuvveti toparlayamayan Emeviler’in Horasan Valisi Nasr b. Seyyar, Nişabur’a çekilirken Merv, Mervürrûz, Herat, Nesa ve Ebîverd şehirleri de Ebu Müslim Horasani kuvvetlerinin eline geçti. Nişabur’da topladığı kuvvetlerle isyanı bastırmak isteyen Horasan Valisi Nasr b. Seyyar, bugünkü Meşhed şehri yakınlarında Kahtabe b. Şebîb kuvvetlerine yenildi. Bu yenilgi ile birlikte Haziran 748’de Emevi kuvvetleri Nişabur’u da boşaltmak zorunda kaldı.
Emevi Halifesi II. Mervan, isyanı bastırmak için ek kuvvetler gönderdi. Ancak bu kuvvetler de Kahtabe b. Şebîb karşısında yenilgiye uğradı. Böylece isyancılar bugünkü Tahran’ın yakınında bulunan Rey ve Hamedan şehirlerine kadar ulaştılar.
Ebu Müslim Horasani’nin başlattığı isyan dalgası 749 yılının ilkbaharında İsfahan’a ulaştı. Burada yapılan savaşı da kaybeden Nasr b. Seyyar komutasındaki Emevi ordusu, Irak’ı tamamen isyancılara terk etmek zorunda kaldı. İsyancılar 2 Eylül’de Kufe şehrini ele geçirdiler. Böylece yaklaşık 30 yıldır Kufe’de yer altı faaliyeti yürüten Şii propagandistler de özgür bir şekilde sokağa çıktılar.
Diğer yandan Horasan’daki ihtilal giderek yayılırken, Halife II. Mervan, Humeyme şehrinde bulunan İmam İbrahim’i yakalayarak Harran şehrinde hapsetti. İbrahim, Harran’da hapse atılınca kendisine veliaht olarak kardeşi Ebü’l Abbas’ı tayin etti.
Aynı günlerde isyanın meyvelerini toplamak için Ehl-i Beyt ile Abbasi Ailesi arasında bir rekabet başlamıştı. İsyancıların Kufe’yi ele geçirmesinden bir ay sonra, isyanın meyvelerini toplamak amacıyla Ebü’l Abbas, Kufe’ye geldi. Fakat burada pek sıcak karşılanmadı. Çünkü Ehl-i Beyt’in veziri unvanını taşıyan Ebu Seleme El Hallal, Hz. Ali’nin evlatlarını destekliyordu. Bu nedenle yeni halifenin seçimini bir oldubittiye getirmemek için Ebü’l Abbas’ı oyalamaya çalışıyordu. Ebu Seleme’nin taktiğini anlayan Ebu Müslim Horasani, 12 adamı ile birlikte Kufe’ye gelerek 28 Kasım 749 Cuma günü Ebü’l Abbas’a biat etti. Kufe Camii’nde biat alan Ebü’l Abbas, aynı gün cuma namazını kıldırmak için minbere geçti ve okuduğu ilk hutbede hâkimiyet hakkının Abbasi Ailesi’ne ait olduğunu ileri sürdü.
Şiiler Aldatıldılar
Abbasiler, isyanın başladığı andan itibaren Şiilerle ortak amaç peşinde koştukları izlenimi verdiler. Gerçek niyetlerini ise isyan amacına ulaştığında belli ettiler.
Kendini halife ilan eden Ebü’l Abbas, ilk iş olarak karargâhını, Şiilerin çoğunlukta bulunduğu Kufe’den Humeyme’ye taşıdı. Ardından Ebu Müslim Horasani’nin desteği ile Şiilerin en güçlü propagandistleri Ebu Seleme ile Süleyman b. Kesir ortadan kaldırıldı.
Ebü’l Abbas’ın halifeliğini ilan ettiği günlerde esasında Şam yönetimi yıkılmamıştı. İsyancı birlikler ile Emevi ordusu Büyük Zap Suyu kenarında 16 Ocak 750 tarihinde karşılaştı. 10 gün süren savaşı II. Mervan’ın kuvvetleri kaybetti. Bunun üzerine Mervan, kuvvetleriyle Harran’a çekildi. Ancak orada da tutunamadı. Peşine düşen kuvvetlerden kurtulmak için önce Şam’a, oradan Filistin’e kadar çekildi. Abbasi kuvvetlerinin takiplerini ısrarla sürdürmeleri üzerine Mervan kaçışını Mısır yönünde devam ettirdi. Nihayetinde Abbasi kuvvetleri, Mervan’ı Yukarı Mısır’ın Bûsîr köyünde kuşatmayı başardı. 5 Ağustos 750 tarihinde yapılan çatışmada II. Mervan hayatını kaybetti.
Ümeyyeoğulları Katledildi
Horasan’da baş gösteren mevali isyanı sonunda devrilen Ümeyyeoğulları’na karşı amansız bir takip başlatıldı. Emevi Devleti’nin kurucusu hanedan mensupları her yerde hunharca katledildi. Muaviye ve Ömer b. Abdülaziz’in mezarları hariç, diğer halifelerin mezarları açılarak kemiklerinden bile öç alındı.
Emeviler’e karşı girişilen cinayetlerin en büyüğü, Abdullah b. Ali’nin bulunduğu Suriye’de oldu. Abdullah, Ebûfutrus şehrinde ziyafete davet ettiği Emevi Ailesi mensuplarından 80 kişiyi yemek sırasında katlettirdi.
Abbasiler, iktidarı ele geçirene kadar hukukun peşinde oldukları tezini işlediler. İslam’ı Hz. Muhammed’in (s.a.v.) kendilerine ulaştırdığı şekilde uygulama sözünü verdiler. Yerlerini aldıkları Emevi halifelerinden farklı görünmek için çevrelerine dindar görünmeye çaba gösterdiler.
Birinci Abbasi halifesi Ebü’l Abbas El Sakafi, iktidarı ele geçirdikten sonra bir süre Fırat’ın doğu yakasında bulunan küçük Haşimiyye şehrini merkez yaptı. Daha sonra da merkez Enbâr şehrine taşındı.
İkinci Abbasi halifesi ve birçok bakımdan hanedanın gerçek kurucusu olan Ebu Cafer El Mansur, Sasani İmparatorluğu’nun eski başkenti Medain yakınında, Dicle Nehri kıyısında yeni bir şehir kurdu. Medinetüsselam adını verdiği şehir, aynı yerde bulunan eski bir İran köyünün adıyla Bağdat olarak tanındı.
Mevali ile Araplar Arasında Eşitlik Sağlandı
Abbasi ihtilalinin başarıya ulaşması ile önemli sosyal değişimler meydana geldi. İslam’ın eşitlik ilkesi, devletin halkına karşı tutumunda temel ilke oldu. Araplar ile Arap olmayan Müslümanlar arasındaki ayrımcılık ortadan kalktı.
Abbasiler’i iktidara taşıyan Horasan halkı, devletin yüksek makamlarına geldiler. İsyana önderlik eden Ebu Müslim Horasani, nüfuzunu artırdı. İlk Abbasi halifesinin onun gölgesinde kalması, ikinci Abbasi Halifesi Mansur’un öfkesine neden oldu. Nitekim hazırladığı bir komplo ile onu öldürttü. Ancak bununla Abbasi Devleti’ndeki mevali nüfuzu kırılamadı.
Bir görevde uzun süre kalınması, insanlarda mülkiyet duygusunu geliştiriyor olsa gerek. Tarihin hemen her devresinde karşımıza çıkan bu durumu Mansur döneminde vezirlik görevine getirilen Bermeki Ailesi de yaşadı. Uzun müddet vezirlik görevini yürüten Bermekiler, devlet içinde halife kadar kudret sahibi oldular. Abbasiler’i, Bermekiler’den kurtaran ise Harun Reşid oldu.
Arap-Fars Çekişmesi Türklere Yaradı
Abbasiler’e en parlak dönemini yaşatan Halife Harun Reşid’in ölümünden sonra devlet, oğulları Emin ve Memun arasındaki hilafet mücadelesine sahne oldu. İkisi arasındaki mücadelenin tarafları ise Arap ve Fars unsurları idi. Anne ve baba tarafından Arap olan Emin’i Araplar, annesi İranlı bir cariye olan Memun’u da İranlılar destekledi. Sonuç olarak Memun galip gelince Arapların Abbasi sarayındaki etkisi büyük ölçüde zayıfladı.
Memun, halifeliği döneminde Arap-Fars çekişmesinin yarattığı tehdide karşı bir denge unsuruna ihtiyaç duydu. Halifeliğinin ilk yıllarında Merv’de bulunduğu dönemde Türkleri yakından tanıma imkânı buldu. Arap ve Fars unsurların çekişmesinden kaygılanarak güvenebileceği bir kuvvet ve kadro arayışına girdi. Onun arayışına cevap verebilecek nitelikteki tek kuvvet Türklerdi. Bu nedenle, halifeliğinin son yıllarında Türkleri askerî birlikleri arasına almaya başladı. Tarihçiler, Memun’un halifeliğinin son yıllarında ordu içindeki Türklerin sayısının 8 bin ile 10 bin arasında olduğunu tahmin etmektedirler.
Memun’un ölümünden sonra yerine geçen kardeşi Mutasım döneminde de Abbasi Devleti içinde Türklere duyulan güven artmaya devam etti. Mutasım da ordu içindeki Türklerin ağırlığını artırırken Türk birlikleri için 836 yılında Samarra şehrini kurdu ve daha sonra kendisi de halifelik merkezini bu şehre taşıdı. Böylece yaklaşık 56 yıl sürecek Samarra Devri başlamış oldu.
Hilafet merkezinin de Samarra’ya taşınmasıyla birlikte, Türk komutanların saraya nüfuzları kolaylaştı. Halife Mütevekkil’den itibaren de halife seçiminde söz sahibi oldular. Türklerin ele geçirdikleri bu güçten rahatsız olan halifeler, zaman zaman bazı Türk komutanları ortadan kaldırsalar da Türklerin etkisinden kurtulamıyorlardı. Bunun üzerine halifelik merkezini 892 yılında yeniden Bağdat’a taşıdılar. Ancak bu değişiklik de halifelik müessesesini etki altında kalmaktan kurtaramadı.
Halife Mutazıd, sahip olduğu yetkileri kullanma konusunda irade gösterse de onun ölümüyle durum tekrar eski hâline döndü. Emeviler’in son döneminde olduğu gibi Abbasi Devleti de merkezî idareyi toparlamak için Halife Râzi döneminde 936 yılında -günümüzdeki başbakanlık kurumuna benzer- emîr-ül ümera kurumunu tesis etti. İlk emîr-ül ümera da Muhammed b. Raik El Hazari oldu. Ancak devlet iyice parçalandığı için halifenin iktidarı ancak Irak’ın sınırlı bir kesiminde etkili oldu.
Büyük Darbeyi Şiiler Vurdu
Abbasiler, tarihlerindeki en büyük darbeyi 945 yılında Şiilerden yediler. İran kökenli ve Şia’ya mensup Büveyhoğulları Hanedanı, 9. yüzyılın ortalarına doğru Fars, Huzistan, Kirman ve Cibâi bölgelerinde egemen hâle gelmişlerdi. Şiilerin Bağdat’ı işgal etmeleri üzerine, Abbasi Halifesi Mustekfi, Büveyhoğulları’ndan Muizzüddevle Ahmed’e emîr-ül ümeralık görevini vermek zorunda kaldı.
Büveyhoğulları Hanedanı, yüz yılı aşkın bir süre Bağdat sarayını yönettiler. Bu süreçte Abbasi halifeleri, Büveyhoğulları’nın kölesi durumuna düşerken askerî ve siyasi otoritelerini kullanamaz hâle geldiler. Abbasi halifelerini meşruiyetin kaynağı olarak gören Büveyhoğulları, istedikleri kişiyi halife yaparak halifeleri kuklaya çevirdiler. Uğradığı uzun işgal döneminde Bağdat, İslam dünyasının merkezi olmaktan çıkarken Abbasiler’in uğradığı ikinci yıkım da Kahire’den geldi. 11. yüzyılın ortalarında Büveyhoğulları’nın gücü kırılırken bu sefer de Türk kökenli komutanlardan Arslan El Besasiri tehlikesi ortaya çıktı.
Abbasi Devleti’nin krize girdiği dönemde Afrika’da Fâtımîler, Asya’da da Selçuklular güçlenmeye başlamıştı. Arslan El Besasiri, Türk olmasına rağmen Fâtımî dâîlerinin etkisinde kalmış bir komutandı. Büveyhoğulları’nın gücünün zayıfladığı dönemde Arslan El Besasiri, Bağdat camilerinde hutbeyi Fâtımî halifesi adına okutmaya başladı. Bağdat’ın Fâtımî egemenliğini tanıması anlamına gelen bu hareket üzerine Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey, 1055 yılında Bağdat’a girdi. Bağdat bu sefer de Selçuklular’ın nüfuzu altına girdi.
Abbasiler’in Kurtarıcısı Türkler Oldu
11. yüzyılın yükselen gücü olan Selçuklular, Bağdat ile birlikte Irak ve Suriye’de de Fâtımî nüfuzunu kırdılar. Aynı zamanda Şia anlayışına karşı Sünni anlayışı yaymak için fikrî mücadelede fonksiyonel olacaklarına inandıkları medreseler açtılar.
Büyük Selçuklu Devleti’ni Bağdat karşısında zayıflatan ise Türkler arasındaki iktidar kavgaları oldu. Türklerin iç kavgalarından Abbasi halifeleri faydalanmayı başardılar. Halife Nasır döneminde başlatılan maddi iktidarı ele geçirme mücadelesi, 1194 yılında Irak Selçuklu Sultanı Tuğrul’un, Harzemşah Sultanı Tekiş’e yenilince Büyük Selçuklular nüfuz sahalarını Harzemşahlar’a terk etmek zorunda kaldılar. Ancak Abbasi sarayı için bu sefer de Harzemşahlar tehdide dönüştü.
Moğolları Bağdat’a Abbasiler mi Davet Etti?
Bazı tarihçiler otuz dördüncü Abbasi Halifesi Nasır’ın, Harzemşahlar’ı Selçuklular’dan daha tehlikeli bulduğunu kaydetmişlerdir. Harzemşahlar’a karşı bir denge unsuru olarak daha uzak tehdit olan Moğollardan yardım istediği belirtilen Halife Nasır’ın amacı, Harzemşahlar’ı Moğollar ile sıkıştırmak ve Bağdat üzerindeki Harzemşah tehdidini gevşetmek idi. O dönemde Harzemşahlar’ın başına geçen Sultan Muhammed’in planı Abbasi halifeliğine son vermekti. Halife Nasır’ın planladığı gibi Moğol tehdidi Harzemşahlar’ın Bağdat’a yönelik planlarını gerçekleştirmeye fırsat vermedi.
Devlet Hızla Küçüldü
Emevi Devleti döneminde en geniş sınırlarına ulaşan Araplar, Abbasiler iktidara geldikten sonra büzüşmeye başladı. Abbasiler’den bağımsızlığını ilk ilan eden 756 yılında Endülüs Emevi Devleti oldu. Endülüs Emevilerini 758’de merkezi Fas’ın Sicilmase şehri olan Harici Midrariler, 777’de Batı Cezayir’de Rüstemîler, 789’da Fas’ta İdrisîler ve 800’de Tunus’ta Ağlebîler takip etti. 9. yüzyılın ortalarından itibaren de Abbasiler’in, Kahire’nin batısında hiçbir etkileri kalmadı.
9. yüzyıldan itibaren Abbasiler’in doğudaki sınırları da hızla daraldı. 819 yılından itibaren bugünkü İran’ın kuzeydoğusundan Ceyhun Nehri’ne kadar uzanan Horasan bölgesi ile Maveraünnehir denilen Ceyhun Nehri’nin doğusunda Samaniler, 821 yılında Horasan’da Tahinler, Bağdat’a şeklen bağlı kaldılar. 867’de Sistan bölgesinde Saffariler ortaya çıktı. Aynı şekilde 905 yılında Suriye ve El Cezire’de Hamdaniler bağımsızlıklarını ilan ettiler. Böylece, 9. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Abbasi Devleti’nin hüküm alanı, Bağdat ve çevresinden ibaret kaldı.
İsyanlar Coğrafyanın Kaderi Oldu
Emevi Devleti kurulduğu andan itibaren isyanlarla boğuştuğu gibi, Abbasi Devleti’nde de ilk zamanlarından itibaren türlü isyanlar yaşandı. Daha önce Ehl-i Beyt’in hakkı için isyan eden kitlelerin yerine 752 yılından itibaren Emevi Hanedanı’nın hakkı için isyan eden kitleler aldı. İlk isyan bastırılsa da Ümeyyeoğulları’nın bir gün geri döneceğine inanan kitleler zaman zaman ayaklandılar.
Öte yandan isyan eden bir diğer kitle de Şiiler idi. Kendilerini siyaseten aldatılmış hisseden Şiiler, Abbasoğulları’nın halifeliği ele geçirmesine itiraz ediyorlar ve hilafetin kendi hakları olduğunu savunuyorlardı. Şiilerin ilk isyanı 762 yılında Hz. Ali’nin oğlu Hasan’ın soyundan gelen Muhammed ve kardeşi İbrahim’in halifelik iddiasıyla harekete geçmeleriyle oldu. Bu isyan geniş yankı bulmadı, iki kardeş yakalanarak idam edildi.
İsyanı bir kültüre dönüştüren Şiiler, buldukları her fırsatta isyan etseler de sonuç alamadılar. Ancak bu isyanların en etkilisi, Ebu Müslim Horasani’nin düzenlenen bir komplo sonucunda 755 yılında öldürülmesi üzerine başladı. Abbasiler’e saltanatı ikram eden Ebu Müslim Horasani’nin öldürüldüğü haberi Horasan’a ulaşınca yakın adamlarından Sunbaz, Rey şehrini ele geçirerek Hamedan üzerine yürüdü. Ancak Abbasi kuvvetlerine karşı verdiği savaşı kaybederek Taberistan’a kaçsa da yakalanarak idam edildi.
Aynı tarihlerde İshak El Türkî de Maveraünnehir’de ayaklandı. Abbasi kuvvetleri iki yıl boyunca bu isyanı bastırmaya çalıştı. 757 yılında ise Herat, Badgis ve Sistan bölgesinde Üstazsis adlı birisi isyan çıkarttı. Bir yıl süren bu isyan da güçlükle bastırılabildi.
Peçeli İsyanı
Halife Mehdi zamanında eski İran dinlerini ihya etmek için daha birçok ayaklanma olmuştur. Bu isyanlardan en boyutlusu Peçeli anlamına gelen Mukanna İsyanı olmuştur. Toplumsal mülkiyet fikrini savunan Mukanna İsyanı, 789 yılında bastırılmıştır. Arka arkaya gelen bu isyanlar üzerine Abbasi Devleti, günümüzde kurulan özel müdahale birlikleri gibi divanü’z zenâdıka adıyla bir teşkilat kurmuştur.
Babek İsyanı Devleti Sarstı
Yapılan isyanların en geniş tabanlısı ise Nahcivan’da ortaya çıkmıştır. Dikkate değer askerî ve siyasi yetenekleri olan Türk komutan Babek, etrafına topladığı geniş kitleler ile 816 yılında isyan bayrağını açtı. Halka mülkiyet eşitliği sözü veren Babek, uzun süre isyanı devam ettirdi. Üzerine gönderilen birlikleri yenmesiyle bir halk kahramanına dönen Babek’in 22 yıl süren isyanı, bir Türk komutan eliyle sonlandırıldı. Abbasi Halifesi Mutasım, 837 yılında Türk kökenli komutanlarından Afşin’i, Babek’in üzerine göndererek isyanı bastırdı ve Babek’i de idam ettirdi.
Köleler de Eşitlik Talebiyle Ayaklandı
Abbasi yönetimine karşı başlatılan bir başka etkili isyan 869-883 yılları arasında oldu. Köle isyanı denebilecek isyana Zenc adında bir köle liderlik etti. Ekonomik ve sosyal taleplerde bulunan köleler, Basra bölgesinde tuzla ve çiftliklerde son derece ilkel şartlarda çalıştırılıyorlardı. Toplumsal bir yaraya dönen bu durumu siyasi bir harekete çevirmek isteyen Ali b. Muhammed adındaki Hz. Ali’nin soyundan geldiğini iddia eden kişi, eşitlik ve adalet getireceği sözüyle köleleri ayaklandırdı. Ayaklanma Irak’ın güneyine hızla yayıldı. Sosyal açıdan baskılanmış pek çok grup isyancılara destek verdi. Basra ve Vasıt’ı ele geçiren isyancılar, Bağdat’ı da tehdit etmeye başladılar. Abbasi halifeliğinde büyük paniğe yol açan bu isyan da çeşitli bölgelerden getirtilen takviye birliklerle bastırılabildi.
Karmatîler Mekke’yi Yağmaladılar
İsyanlar bastırılsa da isyanın beslendiği fikirlerin yayılmasının önüne kimse geçemiyordu. Abbasi Devleti kurulduğu andan itibaren büzüşmeye başlayınca 9. yüzyılın başlarında ortaya çıkan ekonomik sorunlar, sosyal sorunları da beraberinde getirdi. Kölelerin isyanı bastırılsa da Şii dâîleri tarafından propaganda edilen fikirler hızla yayıldı. 901-906 yılları arasında, Karmatîler adıyla bilinen bir gruba mensup ve Şii mezhebinin İsmaili koluna mensup çeteler, Suriye, Filistin ve El Cezire’yi yağmaladılar. Karmatî hareketi, Bahreyn’de çok tehlikeli bir şekilde taban buldu. O tarihte Bahreyn’in merkezi olan Ahsa’da 20 bin kadar silahlı kişinin yaşadığı söyleniyordu.
Karmatîler sahip oldukları kuvvetle önce kuzey yönüne ilerleyerek Kufe şehrini yağmaladılar. Daha sonra 929 yılının sonlarında Mekke’ye yöneldiler ve 12 Ocak 930’da şehri işgal ederek büyük bir katliam yaptıktan sonra Hacerülesved’i Ahsa’ya götürdüler. Hz. Muhammed (s.a.v.) tarafından Kâbe duvarına yerleştirilen ve Müslümanlar tarafından kutsiyet atfedilen Hacerülesved, 20 yıl sonra Abbasi Halifesi Muti Lillah döneminde tekrar yerine konuldu. Hatta bu taşı yeniden Kâbe’ye koymak için Muti Lillah’ın 30 bin dinar haraç verdiği de rivayet edilir.
İslam dünyasında dehşet saçan Karmatîlerin Bahreyn’deki hareketi 11. yüzyılın sonlarına kadar devam etti.
Düşman Olarak Bizans’a Yönelindi
Abbasiler Devri’nde devlet sınırları doğal sınırlarına ulaştığı için hedef olarak Bizans Devleti seçildi. Doğu ve batı yönünde ortaya çıkan sorunlara karşı, devletin sınırları kuzeybatı yönünde genişletilmeye çalışıldı. İhtilalden sonraki birkaç yıllık devre geçtikten sonra Anadolu’ya dönük küçük çaplı akınlara yeniden başlandı. Bizans Devleti’ne karşı en büyük sefer 782 yılında yapıldı. Abbasi Devleti içinde çıkan isyanları körüklemeye çalışan Bizans Devleti’ne ders vermek isteyen üçüncü Abbasi Halifesi Mehdi, oğlu Harun komutasındaki bir orduyu Bizans üzerine gönderdi. Üsküdar’a kadar giden Abbasi ordusu, Kraliçe İrene’yi yıllık vergi ödemek şartıyla barış yapmaya mecbur ederek geri döndü.
Halife Harun Reşid döneminde ise Tarsus’tan başlayarak Malatya’ya kadar uzanan sınır hattı yeniden düzenlendi. Kaleler tamir ettirilerek güçlendirildi. Buralara Arap nüfus yerleştirilerek Bizans’a yönelik seferlerde üs hâline getirildi.
Halife Memun halifeliğinin son zamanları olan 830-833 yılları arasında, Bizans’a karşı üç sefer düzenledi. Orta Anadolu’da bugünkü Bor’a 7 km. mesafede olan Kemerhisar kasabasının olduğu yerde bulunan Tyana şehrini ele geçirerek buraya Arapları yerleştirdi.
Abbasi Devleti döneminde Bizans’a karşı düzenlenen seferlerin en büyüğü Halife Mutasım tarafından yapıldı. 838 yılında büyük bir ordu ile Anadolu’ya giren Mutasım, Ankara üzerinden yürüyüp bugünkü Afyon’un Emirdağ ilçesine 13 km. mesafede olan Amorium şehrini ele geçirdi. Yapılan bu seferden sonra Abbasi Devleti’nin Bizans topraklarına dönük seferleri, eski hızını kaybetti. Bu durumun en önemli nedeni, devletin 9. yüzyılın ortalarından itibaren merkezî gücünü kaybetmesi idi.
Endülüs Emevileri’ne Karşı, Franklarla İş Birliği Yaptılar
Endülüs Emevi Devleti’nin 756 yılında Bağdat’tan bağımsızlaşmasının ardından Abbasiler, Endülüs Emevileri’ne karşı ittifak arayışına girdiler. Halife Harun Reşid ile Frank Kralı Şarlman arasında 9. yüzyılın başlarında karşılıklı çıkarlara dayalı ittifak kuruldu. Kral Şarlman, Abbasi Devleti’ni, kendi düşmanı Bizans Devleti’ne karşı müttefik olarak düşünürken Harun Reşid de Frankları, Endülüs Emevileri’ne karşı müttefik olarak görüyordu. Ortak çıkarlara dayalı bu ilişkiler, karşılıklı gönderilen elçiler ve hediyelerle geliştirildi. Hatta Harun Reşid’in gönderdiği hediyeler arasında dikkat çekici bir saat olduğu da Batılı tarihçiler tarafından kaydedilmiştir.
Öte yandan, Harzemşahlar’ın ortadan kaldırılmasından sonra Moğolların karşısında tek kuvvet olarak Abbasiler ve Anadolu Selçukluları kalmıştı. Moğollar Semerkant, Buhara, Taşkent, Harezm, Belh gibi şehirleri yerle bir ederek batıya doğru ilerlediler. Cengiz Han’dan sonra da Moğol istilası durmadı. Onun torunlarından Hülâgû, İran’da son mukavemetleri kırarak 1258 yılının Ocak ayında Bağdat önlerine gelerek şehri kuşattı. Barış girişimlerinden hiçbir olumlu sonuç alınamayınca son Abbasi Halifesi Mustasım, devlet erkânı ile birlikte teslim olmak mecburiyetinde kaldı. Hülâgû, teslim olanların hepsini idam ettirdi. 8. yüzyılın ikinci yarısından itibaren İslam dünyasının merkezi işlevini gören Bağdat talan edildi. Dünya tarihinde eşine az rastlanır katliamlara sahne olan şehirde, bütün medeni kurumlar yerle bir edildi. Vandalizmin sınırlarının tarif edilemediği bu katliamda, kütüphaneler yakılarak kitaplar Dicle Nehri’ne atıldı. Müslümanların ve insanlığın en önemli kültürel birikiminin yok edildiği bu tahribattan sonra, medeniyet başka coğrafyalarda yeşermek için fırsat aradı.
Moğol Vahşetine Baybars Son Verdi
Moğol vandalizmini durduran ise 1260 yılında Ayn-ı Calut’ta yapılan savaşta Moğol ordusunu yenen Memlûklü komutanı Baybars oldu. Baybars aynı yıl Memlûklü Sultanı Kutuz’u öldürerek kendisi tahta geçti. Sultan Baybars, Moğolların Bağdat’ta söndürdüğü ışığı, iki yıl sonra Kahire’de yeniden yaktı. Abbasiler’den Halife Zahir’in oğlu Ahmed’i, tahta geçtikten sonra Şam’dan Kahire’ye getiren Baybars, 9 Haziran 1261’de düzenlenen görkemli bir törenle onu halife ilan etti. Böylece Abbasi halifeliği üç yıl aradan sonra yeniden ihya edildi.
Halife olduktan sonra “El Mustansır” lakabını alan Ahmed, Sultan Baybars ile birlikte Bağdat’ı kurtarmak için aynı yıl Şam’a gitti. Fakat Baybars’ın Kahire’ye dönmek zorunda kalması üzerine, Moğol valisinin kuvvetleri karşısında zayıf kaldı ve yapılan savaşta öldürüldü. Baybars, bu olaydan kısa süre sonra yine Abbasi ailesinden Ahmed adlı başka birini “El Hâkim” lakabıyla halife ilan etti. Baybars, bu hareketiyle siyasi iktidarı için manevi bir destek kazanmış oldu.
Kahire’de Tören Halifeleri Dönemi Başladı
El Hâkim’den sonra Abbasi Ailesi’nden halifelik yapan kişiler, onun soyundan geldiler. Yetkileri olmayan bu halifelerin isimleri sikke ve hutbelerde Memlûklü sultanlarının isimleriyle birlikte anıldı. Halifeler sadece dinî maksatlarla vakfedilmiş mal ve mülkleri idare, yeni bir hükümdar tahta geçtiği zaman belli merasimleri icra ediyorlardı.
Kahire döneminden sonra halifeler, bazı Müslüman hükümdarlara hükümdarlık beratı gönderiyorlardı. İdari yetkileri olmadığı için siyasete karışamıyorlardı. Karışmak isteyenlere fırsat verilmiyordu. Nitekim 1412 yılında Sultan Nasır’ın ölümü üzerine Halife Âdil, kendisini sultan ilan etti, ancak sultanlığı üç gün sürdü. Sultan Müeyyed Şah tarafından makamından indirilerek öldürüldü.
Halifeler görevlerinde kalabilmek için sultanlar ile iyi geçinmek zorundaydılar. Sultanlarla iyi geçinmeyen halifeler görevlerinden alınıyor ve yerlerine yenisi atanıyordu. Yavuz Sultan Selim’in Mısır’ı fethedip halifelik mührünü elinden aldığı son Abbasi halifesi Mütevekkil de böyle bir durumdaydı.
Halife Allah’ın Vekili Yapıldı
Emeviler ile başlayan müstekbirleşme eğilimi, Abbasi halifelerinde de devam etti. Veliahtlık sistemi devam ettirilirken halifenin yetkilerinin kaynağı da ilahi bir temele dayanıyordu. Abbasi halifeleri, “Halifetullah” ve “Zillullah fi’l Arz” unvanlarını taşıyordu.
Emeviler Dönemi’nde müstekbirleşmeye başlayan halifelik kurumu, Abbasiler Dönemi’nde halktan iyice uzaklaştı. Halife sözde dinin bütün hükümlerine uymakla mükellef iken uygulama tam aksi yöndeydi.
Abbasi Devleti, merkeziyetçi bir karaktere sahipti. Eyaletler vali ve emîr tarafından idare edilirdi. Valiler, genel vali ve özel vali olmak üzere ikiye ayrılırdı. Valilerin otoritesi, kişisel yetenek ve başarıları, halifenin güçlü veya zayıf oluşu ve nihayet kendilerinin başşehire uzak veya yakın olmalarıyla doğrudan ilintiliydi.
Valiler, vezirlerin tavsiyeleriyle tayin edildiği için, vezirler görevden alınınca genellikle valiler de görevden alınırlardı. Valiler; orduları hazırlamak, stratejik yerlerde iskân edip her türlü ihtiyaçlarını sağlamak ve savaşa hazır bulundurmak, hukuki meselelerle, zekât ve vergi toplanmasıyla, ayrıca cihat ve ganimetlerin taksimiyle ilgilenmek, bidat ve hurafelerle mücadele etmek, cezaların infazını sağlamak, cuma namazlarında imamlık yapmak, hac işlerini düzenlemekle görevliydi.
Abbasiler Dönemi’nde, parlamenter sistemdeki başbakana benzer bir şekilde vezirlik kurumu tesis edildi. Vezir, halifenin vekili ve idari teşkilatın başı idi. Halifeden sonra gelen en önemli icra organı olması dolayısıyla geniş yetkilere sahipti. Zaman zaman “mezalim mahkemeleri”ne başkanlık eder, savaşlara karar verir, hazineden gerekli gördüğü harcamaları yapar, valileri atayabilir ve azledebilirdi.
Abbasiler’de; vezaret-i tefviz, vezaret-i tenfiz olmak üzere iki türlü vezirlik vardı.
Vezaret-i tefvizdeki vezirler tam ve sınırsız yetkilere sahiptiler. Halifenin naibi sıfatıyla hilafet mührünü taşıyorlardı. Bu durumun en somut örneği Harun Reşid ve oğullarının vezirliğini yapan Bermeki Ailesi’dir.
İkinci gruptaki vezirler ise sadece yürütme ile ilgili yetkilere sahip olup halifenin verdiği emirleri yerine getirmekle görevliydiler. Bu bakımdan yetkileri sınırlıydı. Bu gruptaki vezirler genellikle mahir kâtipler, basiretli ve parlak zekâlı kişiler arasından seçilirdi. Halifeler önemli işlerde ve tayinlerde onlara da danışırdı. Vezirler tavsiye ettikleri kişilerle aynı sorumluluğu taşırlardı.
Merkezî idare, devletin idari, mali, askerî, sosyal, mimari, eğitim gibi değişik alanlarında görevlendirilmiş vezirlerden oluşan bugünkü Bakanlar Kurulu’nun statüsünde olan vezirlerden meydana geliyordu.
Abbasi şehirlerinde asayiş hizmetlerini şurta teşkilatı yürütüyordu. Bu teşkilat ilk başlarda adalet hizmetleri ile asayiş hizmetlerini birlikte yürütüyordu. Daha sonra asayiş hizmetleri ile adli hizmetler birbirinden ayrıldı. Şurta teşkilatının başında nüfuzlu ailelerden sahibü’ş şurta denilen kişiler bulunurdu. Valiler tarafından atanan sahibü’ş şurtanın yanında her şehirde güvenlik hizmetini yürüten bir askerî birlik bulunurdu.
Saray çevresinde örgütlenen merkez teşkilatında en önemli görevlerden biri haciplik idi. Bugünkü koruma hizmetini yürüten ha-cipler, halifenin yakın korumalığını yapıyorlardı.
Abbasiler’in son dönemlerinde kurulan bir kurum da emîr-ül ümeralık idi. 936 yılında kurulan kurum, hanedan içi iktidar mücadelesine son vermeyi amaçlamıştı. Emîr-ül ümera geniş yetkilere sahip olup adı hutbe ve sikkelerde halifenin isminden sonra geçmekteydi. Büveyhoğulları Bağdat’ı işgal ettikleri zaman, onlara da emîr-ül ümera unvanı verilmiştir.
Devlet Zayıflayınca Eyaletler Bağımsızlaştı
Abbasi Devleti kurulduğunda başlıca eyaletler şunlardı:
– İfrîkıye (Tunus)
– Mısır
– Suriye
– Filistin
– Hicaz
– Yemame
– Basra – Sevad (Irak)
– El Cezire
– Azerbaycan
– Irâk-ı Acem (Cibal)
– Huzistan
– Fars
– Kirman
– Mukran
– Sicistan (Sistan)
– Kûhistan
– Kumis
– Taberistan
– Cürcan
– Horasan
– Harezm
– Fergana
– Şâş (Taşkent)
– Soğd (Buhara. Semerkant)
Bu eyaletlerin uzakta olanlarına genellikle hanedana mensup kişiler vali veya komutan olarak atanırdı. Ancak bu komutanlar zamanla kendileri Samarra’da oturup görevlerini yardımcıları eliyle yürütmeye başladılar. Merkezî otoritenin zayıflaması üzerine bu valiler veya yardımcıları bağımsızlıklarını ilan ettiler. Tunus’ta Ağlebîler, Kuzey Afrika’da Tolunoğulları ve İhşîdîler, Azerbaycan’da Sacoğulları, Horasan’da Tahirîler, Maveraünnehir’de Samaniler bu şekilde kurulmuşlardır.
Askerler Maaşlı İdi
Abbasi ordusu, daimî statüdeki muvazzaf askerler ile ücretli anlamına gelen murtazıka denilen askerlerden oluşmaktaydı. Yaptıkları hizmet karşılığında maaş alan bu askerlerin yanında, ganimetten pay almak için savaşa gönüllü katılan askerler de vardı. Bunlara mutatavvıa (gönüllü) denilirdi. Gönüllüler arasında bedeviler olduğu gibi köy, kasaba ve şehir halkı da vardı.
Abbasi ordusu beş gruptan oluşuyordu:
– Bağdat’ta bulunan ve doğrudan halifeye bağlı olan muhafız birliği.
– Büyük devlet adamlarının emrinde görev yapan birlikler.
– Vilayetlerde bulunan kuvvetler.
– Avasım ve suğur adı verilen sınır garnizonlarındaki birlikler.
– Yardımcı kuvvetler.
Türkler Ordu Sistemini Değiştirdi
836 yılında kendileri için Samarra şehrini kurduran Türklerin, Abbasi ordusuna girişiyle birlikte Abbasi ordu düzeninde değişikliğe gidildi ve Türklerdeki onlu sistem esas alındı. Buna göre orduda en küçük birlik 10 kişiden oluşmak üzere, 50, 100, 1000, 10.000 kişilik birlikler meydana getirildi.
İlk başta etnik bir koalisyon şeklinde olan Abbasi ordusunda zamanla Arapların etkisi azaldı ve Halife Memun devrinden itibaren ordudaki üstünlük yavaş yavaş Türklerin eline geçti. Bu durum Şia mezhebine mensup İran kökenli Büveyhoğulları’nın Bağdat’ı işgallerine kadar devam etti.
Abbasiler Dönemi’nde ordunun deniz gücü de kuvvetlendirilmeye çalışıldı. Bu amaçla kurulan tersanelerde, dönemin en güçlü donanmasına sahip Bizans’tan alınan ilhamla, daha büyük gemiler inşa edildi. Donanma komutanlarına emîrü’l-bahr denilirdi. Batı dillerindeki “amiral” kelimesinin kökeni de “emîrü’l”dür.
Kadıları Valiler Tayin Ediyordu
Abbasi halifeleri yargı yetkilerini fıkıh âlimleri arasından seçilen kadılar vasıtasıyla icra ederlerdi. Eyaletlerdeki kadılar, ilk başlarda valiler tarafından atanıyordu. Daha sonra halifeler yargı erkini valilerden bağımsızlaştırarak doğrudan kendileri atamaya başladılar. Harun Reşid döneminden itibaren de başkadılık teşkilatı kuruldu. Bu teşkilatın ilk başkadısı da İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin öğrencisi İmam Ebu Yusuf oldu. İmam Yusuf’tan sonra da kadılar Bağdat’ta oturan başkadı anlamına gelen kâdılkudât tarafından tayin edilmeye başlandı.
Abbasi Devleti’nin ilk dönemlerde her vilayette bir kadı bulunurdu. Kadılar halkın mensup olduğu fıkıh ekolüne göre fetva verirdi. Irak kadısı Hanefi mezhebine, Suriye ve Kuzey Afrika kadısı Maliki mezhebine, Mısır’daki kadı da Şafii mezhebine göre hüküm verirdi. Daha sonra her vilayete dört mezhebi temsilen kadılar tayin edildi.
Zaman zaman halifelerin kadıları kendi çıkarları doğrultusunda fetva vermeye zorlamaları sebebiyle bazı fıkıh âlimleri görev kabul etmemişlerdir. Bu nedenle de hayatlarını hapislerde geçirmişlerdir. Nitekim İmam-ı Azam Ebu Hanife, bütün zorlamalara rağmen Eme-vi ve Abbasi halifelerinin siyasi isteklerini yerine getirmemiş, yönetim anlayışını onaylamadığı Abbasi Devleti’nin ikinci halifesi Ebu Cafer El Mansur, onu Bağdat’ta hapsettirip işkence ettirmiş ve zehirleterek öldürtmüştür.
Abbasiler’in ilk dönemlerinde mahkemeler mescitte kuruluyordu. Kadılar duruşma sırasında siyah cübbe giyer, uzun bir başlık üzerine siyah sarık sararlardı. 9. yüzyılın sonlarında Halife Mutazıd Billah döneminde mahkemelerin mescitte kurulması uygulamasına son verilerek mahkemeler için ayrı binalar yapıldı.
Abbasiler’de Mezalim Mahkemeleri denilen kurumlar da vardı. Bu mahkemelerin başındakilere kâdı’l mezalim denirdi. Mezalim Mahkemeleri, nüfuz sahibi kişilerin zulüm ve haksızlıklarına mâni olmak amacıyla kurulmuştu. Nüfuzlu kişilerin davalarına kadılar bakmakta güçlük çekerdi. Mezalim Mahkemelerindeki duruşmalarda muhafızlar, kadılar, fıkıh bilginleri, kâtipler ve şahitlerden oluşan beş gruptan görevliler mutlaka bulunurdu.
İlk Yükseköğrenim Nizamiye Medreselerinde Yapıldı
İslam tarihinde camilerin, eğitim hizmetlerinin yürütülmesinde önemli bir fonksiyonu olmuştur. Camiler, ibadethane olmalarının yanı sıra, öğrenciler için de birer eğitim kurumlarıydı. Zengin kitap koleksiyonlarına sahip olan camiler bu önemli fonksiyonlarını Abbasiler’in ilk devirlerinde de sürdürmüşlerdir. Camilerin dışında yükseköğretim alanında ilk meşhur eğitim kurumu, Bağdat’ta kurulan Beytülhikme’dir. Bu kurum ilk başta bir tercüme merkezi olarak hizmet verdi. Daha sonar akademik çalışma yapılan, kütüphane hizmetleri verilen bir kuruma dönüştürüldü.
Abbasiler’de hizanetülhikme ve hizanetülkütüb denilen kütüphaneler de eğitim işlevi görüyorlardı. Ancak Abbasiler’de gerçek manada eğitim hizmetini veren kurum, Büyük Selçuklu Veziri Nizamülmülk’ün 1065-1067 yılları arasında Bağdat’ta kurduğu Nizamiye Medresesi’dir. İslam tarihinin ilk çekirdek üniversitesini oluşturan Nizamiye Medresesi’nde öğrencilerin yeme, içme ve barınma ihtiyaçları ücretsiz karşılanırdı.
Nizamiye Medresesi Avrupa’da kurulan ilk üniversitelere de örnek olmuştur. Nizamülmülk’ün gayretleriyle kurulan bu ilk medreseyi diğerleri takip etmiş ve XII. yüzyılda Bağdat’taki medrese sayısı 30’a ulaşmıştır. Halife Mustansır tarafından 13. yüzyılın ikinci çeyreğinde kurulan Mustansıriyye Medresesi’nde de dört mezhep için ayrı ayrı eğitimler verilmiştir. Medresenin her bölümünde bir müderris ve yetmiş beş öğrenci vardı. Medresede ayrıca bir doktor, bir kütüphane, hamam ve aşevi bulunuyordu. İslam dünyasında aydınlanmanın lokomotifi olan bu medreseler, 1258’deki Moğol istilasında yok edildi. Böylece Mezopotamya’nın ışığı, yüzlerce yıl yanmamacasına söndürüldü.
Dünya Medeniyetine Hizmet Edildi
Avrupa’nın Orta Çağ karanlığından kurtuluşunda Mezopotamya’da Bağdat, Endülüs’te Kurtuba, Mısır’da Kahire, Suriye’de Şam olmak üzere, İslam dünyasında yapılan çalışmaların büyük etkisi oldu. İslam dünyasında çeşitli kurumlar ve ilimler bu devirde şekillenerek zamanla modern Avrupa medeniyetinin doğmasına da tesir etti.
İslam dünyasında filoloji, din, sosyal bilimler ve fen bilimleri alanındaki ilk çalışmalar Emeviler Dönemi’nde başladı. Bu çalışmalar Abbasiler Dönemi’nde sistematize edilerek, ayrı birer bilim disiplinine dönüştürüldü.
Abbasiler Dönemi’nde, Arap dili ve edebiyatı alanında önemli çalışmalar yapıldı. Önceleri Kur’an-ı Kerim ve hadisin inceliklerini anlamak gayesiyle başlayan filolojik ve edebî araştırmalar, zamanla müstakil birer ilim dalı hâlini aldı. Sözlü kültür derlemelerine ilişkin ilk çalışmalar Abbasiler Dönemi’nde başlatıldı. Şiir, şiir türleri, kompozisyon ve hikâye, sözlük çalışmaları ve dil (nahiv) alanında önemli derlemeler yapıldı.
Abbasiler Dönemi’nde hukuk çalışmalarına da ağırlık verildi. Toplumsal gelişmeye ve coğrafi genişlemeye paralel ortaya çıkan pek çok soruna bu dönemde çözüm arandı. Aranan çözümlere ilişkin verilen hukuki cevaplar, günümüzde de varlığını sürdüren hukuk ekollerinin ortaya çıkmasını sağladı. Bunun sonucunda Irak’ta Hanefi mezhebi, Hicaz’da Maliki mezhebi, Kahire’de Şafii mezhebi ve hadisçi kimliği daha baskın olan Ahmet b. Hanbel’in kurduğu Hanbeli mezhebi ortaya çıktı. Günümüze kadar gelen bu mezheplerin yanı sıra, bugün taraftarı bulunmayan Davud b. Ali’nin Zahiriyye mezhebi ile Evzai, Süfyan es-Sevri ve Taberi’nin mezhepleri ile Sünni olmayan diğer fıkıh ekolleri de bu dönemde kuruldular.
Aynı dönemde İslam hukukunun gelişmesine paralel olarak hukuk müesseseleri de gelişti. Kadılar idarecilerden daha bağımsız bir hâle geldiler. Harun Reşid zamanında ilk defa başkadılık kuruldu ve bu kurum, adalet işlerinin düzenlenmesinde, kadı tayinlerinde etkili oldu.
Dünya Mirası Arapçaya Çevrildi
Müslümanlar, ele geçirdikleri coğrafyalarda Eski Yunan, İran ve Hint kültür ve medeniyetine ilişkin çok sayıda eserle karşılaştılar. Bilime karşı duydukları açlığı gidermek için hızlı bir tercüme faaliyeti başlattılar. Halife Memun döneminde kurulan Beytülhikme ile tercüme faaliyetlerine büyük bir hız verdiler.
Müslümanlardan tercüme faaliyetine katılan ilk kişi, Ümeyyeoğulları Ailesi’nden Halid b. Yezid b. Muaviye’dir. Emeviler Dönemi’nde sadece tıp, kimya, astronomi alanıyla sınırlı olan tercüme çalışmaları, Halife Mansur döneminde cebir, geometri, mantık ve metafizik alanlarını da kapsamı içine aldı.
Pehleviceden, yani eski Farsçadan Arapçaya tercüme yapanlar arasında en önemli yeri, hiç şüphesiz Abdullah b. Mukaffa alır. Arap edebiyatının en güzel eserlerinden biri olan Kelile ve Dimne, eski Farsçadan Arapçaya bu dönemde çevrilmiştir.
Halife Mansur ve Bermekiler dönemiyle birlikte Cündişapur Akademisi’ndeki Süryaniler, Hintliler, Harranlılar ve Nabatiler de tercüme faaliyetlerine katıldılar.
Doktor Circis b. Cibril ve Bağdat Patriği Sergios, Yunanca birçok eseri Arapçaya tercüme ettiler. Batlamyus’un El Macestî”s ve Öklid’in Usûlü’l-Hendese’si de bu dönemde Arapçaya çevrildi. Kehkehü’l-Hindî, Sanchelül-Hindî ve Salih b. Behletü’l-Hindî gibi şahısların Hindistan’dan getirdikleri eserler, İranlı bilginlerin yardımıyla Arapçaya kazandırılmış olup bunlar arasında Sind-Hind adıyla meşhur astronomi ve hesap kitabı da vardır. Bu sayede Hint rakamları İslam dünyasına girmiştir.
Harun Reşid döneminde de önemli tercüme faaliyetleri yapılmıştır. Tıp alanında tercümeler yapılan bu dönemin ünlü mütercimleri Yuhanna b. Maseveyh, Haccac b. Yusuf b. Matar, Yahya b. Bıtrik, Sehl b. Harun’dur.
Tercüme sahasında devrim niteliğindeki adım ise Beytülhikme ile atılmıştır. 40 kişilik mütercim kadrosu, Antik Yunan, Hint ve İranlı seksene yakın âlim ve filozofun çok sayıda eserini Arapçaya çevirmişlerdir. Mütercimler, tercüme ettikleri eserlerin ağırlığınca altınla ödüllendirilmiştir. Bu çalışmalar sonunda ünlü tabip Hipokrat ve Galenos’un, filozof Eflatun ve Aristo’nun ve daha birçok bilginin eserleri tercüme edilerek insanlığın yüzlerce yıllık birikimi yeniden insanlığa kazandırılmıştır. İslam bilginlerinin en parlak devri de tercüme faaliyetlerinin yoğunlaştığı bu dönem olmuştur.
Yaklaşık 750-850 yılları arasında bir asır devam eden tercüme faaliyetleri sonunda, müspet ilimler sahasında İslam dünyasında büyük âlimler yetişti. Bu bilginlerin yetişmesinde kütüphaneler de önemli rol oynamıştır. İlk kütüphane Bağdat’ta kurulmuş, bunu Basra ve diğer şehirlerde kurulan kütüphaneler takip etmiştir.
Moğol istilasından önce ilim adamlarına ve halka hizmet veren 36 kütüphane vardı. Halifelerin desteğiyle kurulan saray kütüphaneleri zengin kitap koleksiyonlarına sahipti. Kaynaklara göre 9. yüzyılda Bağdat’ta 100 kitapçı dükkânı bulunuyordu.
Müslümanlar sadece antik dünyanın eserlerini tercüme etmekle kalmamış, ayrıca hem dinî hem de pozitif ilimler sahasında değerli eserler yazmışlardır. Bu eserler Suriye, İspanya ve Sicilya yoluyla Avrupa’ya taşınarak Orta Çağ Avrupa’sının aydınlanmasına hizmet etmiştir.
İslam Felsefesi Sistematize Oldu
Emevi Devleti döneminde ortaya çıkan İslam tarihindeki ilk felsefi ekol olan ve aklı üstün tutan mutezile mezhebi, Halife Memun, Mu-tasım ve Vasık dönemlerinde en parlak devrini yaşamıştır ve Abbasi coğrafyasında taraftarlarını çoğaltmıştır. Mutezile mezhebinin Bağdat kolu, halifeler katında itibar kazanarak kendi görüşlerini devletin resmî mezhebi hâline getirmiştir. Özellikle Halku’l-Kur’an denilen Kur’an’ın yaratılışı sorusuna verdikleri cevaplar nedeniyle mutezile görüşlerini savunan bilginler halkın nefretini üzerlerine çekmişler ve Halife Mütevekkil döneminde sarayın gözünden düşmüşlerdir. Abbasi Devleti’nin son dönemlerinde ise etkileri tamamen kaybolmuştur.
Abbasi yönetiminin ikinci yüzyılında ehlisünnet felsefesinin doğuşuna zemin hazırlanmıştır. Ebü’l Hasan El Eş’ari tarafından kurulan ehlisünnet kelamı giderek gelişmiş ve Bakıllani, İbn Fûrek, Abdül-kahir El Bağdadi, Cüveynî, Gazali, Razi gibi âlimlerin eserleriyle kökleşmiştir.
Bağdat’ta oluşan Eş’ari ekolüne paralel olarak Maveraünnehir’de ehlisünnet felsefesinin ikinci ekolü olan Matüridilik ortaya çıkmıştır. Ebu Mansur El Matüridi tarafından kurulan Matüridi inanç sisteminin ortaya çıkışı ve yayılışı da Abbasiler zamanında olmuştur.
Aynı şekilde Şia, Haricilik ve Cebriye mezhepleri de birçok kola bu dönemde ayrıldı. Hz. Osman’dan itibaren başlayan ve Hz. Ali dönemiyle devam eden siyasi kargaşa, Abbasiler Dönemi’nde de durmadı ve söz konusu mezhep mensupları, başlattıkları isyanlarla zaman zaman iç savaşlara da neden oldu.
İslam’ın ilk düşünürleri daha çok, “büyük günah işleyenin dinî ve hukuki durumu”, “kader, kaza ve irade hürriyeti” gibi konular üzerinde akıl yürütmüşlerdir. Harun Reşid döneminde de kelam ilmi, İslami ilimler arasında bağımsız bir ilim dalı olarak ortaya çıkmıştır.
İkinci Abbasi Halifesi Mansur’un kâtibi olan Abdullah b. Mukaffa, Aristo’nun Organon adlı mantık külliyatının ilk üç kitabı ile Porfirios’un İsaguci isimli eserini tercüme ederek mantık bilimini, bir metodoloji olarak İslam kültür dünyasına kazandırmıştır. Daha sonra başta Kindî, Farabi ve İbni Sina olmak üzere Müslüman mantıkçılar bu alanda özgün eserler kaleme almışlardır.
Aydınlanma Dönemi Abbasiler’le Başladı
Yapılan tercüme çalışmaları kısa sürede etkisini gösterdi ve İslam dünyasında bilimsel çalışmalar arttı. Kindî, ilk İslam filozofu olarak bu dönemde ortaya çıktı. O, aynı zamanda meşşai felsefesinin ilk temsilcisi olup felsefenin bütün disiplinleriyle ilgilendi ve çeşitli alanlarda 270 eser kaleme aldı.
Büyük bir filozof ve mantıkçı olan Farabi ise meşşailiği her alanda temellendirerek Aristo’dan beri çözümlenmeyen klasik mantığın karmaşık problemlerini açıklığa kavuşturdu.
Müslümanlar arasında tabiat felsefesinin kurucusu ünlü tabip, filozof Ebubekir er-Razi olmuştur. Razi; tıp, kimya, felsefe ve daha başka alanlarda yazdığı 230 eserle 10. yüzyılın her bakımdan dikkate değer hekim-filozofu oldu.
11. yüzyılın bir başka meşşai filozofu, felsefi ahlak alanındaki eserleriyle üne kavuşan İbn Miskeveyh’tir.
Bu yüzyılın en büyük hekim filozofu İbni Sina olmuştur. İbni Sina, gerek felsefi sistemi gerekse tıp alanındaki çalışmalarıyla kendini kabul ettirmiş bir dehadır.
11. yüzyılın en önemli bilginlerinden biri de İmam-ı Gazali’dir. Fıkıh, kelam ve tasavvuf alanlarındaki çalışmalarının yanı sıra, meşşai filozoflarıyla hesaplaşmak üzere kaleme aldığı Tehâfütul-Felâsife adlı eseriyle İslam fikir hayatında önemli bir etki yaratan Gazali, kendinden sonraki dönemi etkilemiş ender filozoflardan olmuştur.
Öte yandan bugünkü anlamıyla tarikat müessesesi de Abbasiler’in son döneminde ortaya çıkmıştır. Bu tarikatlardan başlıcaları Ebu İshak El Kâzerûni’ye nisbetle Kâzerüniyye, Abdülkadir Geylani tarafından kurulan Kadiriyye, Ahmet er-Rufai tarafından kurulan Rifaiyye, Ahmet Yesevi’ye nisbetle Yeseviyye, Ebu Medyen El Mağribi’ye nisbetle Medyeniyye, Necmeddin-i Kübra’ya nisbetle Kübreviyye, Ebu Hafs es-Sühreverdi tarafından kurulan Sühreverdiyye, Muinüddin Hasan Çişti’nin kurduğu Çiştiyye tarikatlarıdır.
İlk Tıp Kongreleri Abbasiler Dönemi’nde Yapıldı
Abbasiler Dönemi’nde, Kurtuba’dan sonra tıbbın ikinci önemli merkezi Bağdat oldu. Bu alanda fakülteler açılıp hastaneler kuruldu. Ayrıca hac dönemlerinde çok sayıda doktorun katıldığı tıp kongreleri düzenlenerek tıbbın ilerlemesine yardımcı olundu. Doktorlar bu kongrelerde araştırmalarının sonuçlarını açıklar ve ilaç yapımında kullandıkları bitkiler hakkında bilgi verirlerdi. Hastaneler kurulurken Süryani doktorlardan büyük ölçüde yararlanıldı.
Tedavilerden ve ilaçlardan ücret alınmazken hastaların tedavisinde inanç ve etnik köken ayrımı yapılmamıştır. Tıp alanında eser veren başlıca tabipler Ali b. Rabben et-Taberi, Ebubekir er-Razi ve İbni Sina’dır. Bir mühtedi olan Ali b. Rabben et-Taberi, Halife Mütevekkil’in göz doktoru olup Firdevsü’l-Hikme adlı meşhur eserin yazarıdır.
Müslüman doktorların en büyüğü sayılan Ebubekir er-Razi de Kitâbü’t-Tıbbi’l-Mansurî adlı on ciltlik eserinden başka, İslam dünyasındaki ilk tıp ansiklopedisi sayılan,15 yılda tamamladığı El-Hâvi isimli eserin sahibidir.
İbni Sina’nın yazdığı El Kânûn fi’t-Tıb adlı kitap ise uzun yıllar Batı’da ders kitabı olarak okutulmuştur.
Ayrıca Ali b. İsa göz hastalıkları Tezkiretü’l-kehhâlîn adlı eseri yazmış, İbn Cezle de Takvîmul-Ebdân fî Tedbîri’l-İnsân adlı kitabıyla tıp ilmine hizmet etmiştir.
Gökyüzünün Dilini Anlamaya Çalıştılar
Astronomi alanındaki çalışmalar, 771 yılında Hindistan’dan Bağdat’a getirilen ve Muhammed b. İbrahim El Fezari tarafından Arapçaya çevrilen Sind-Hind adlı eserle başlamıştır.
Halife Memun, Beytülhikme çatısı altında Yahya b. Mansur’un idaresinde bir rasathane kurdurmuştu. Yine bu dönemde Şam yakınlarındaki Kasiyun Dağı’nda da bir rasathane kuruldu.
İslam tarihinde ilk usturlap aleti de İbrahim El Fezari tarafından Abbasiler zamanında yapılmıştır.
Memun devrinde yetişen astronomlar, boylam derecesinin uzunluğunu bugünkü imkânlarla bulunan gerçek uzunluğa yakın bir rakamla tespit etmişlerdi.
O devrin meşhur astronomi âlimlerinden biri de Ebü’l Abbas Ahmet El Fergani’dir. Halife Mütevekkil zamanında Nil nehrinin taşmasıyla ilgili ölçmelere nezaret eden Fergani, astronomi konusunda El Medhal ilâ ‘ilmi hey’eti’l-eflâk adlı bir eser yazmıştır.
Bu dönemin en büyük astronomu, Bettâni olmuştur. Ayrıca Biruni, Ömer Hayyam, Nasiruddin El Tusi de meşhur astronomi bilginlerindendir.
Astronomi ile bağlantılı olarak gelişmiş bir ilim dalı olan astroloji alanının en meşhur siması ise Ebu Maşer El Belhi’dir.
İslam inancı tarafından reddedilmesine karşılık, dönemlerinin pek çok sultanı gibi, Abbasi halifeleri de müneccimlere çok önem verir, savaşlara ve mühim işlere onların fikirlerini almadan başlamazlardı. Nitekim Halife Mansur Bağdat’ın imarına Müneccim Ebu Sehl b. Nevbaht’tan şehrin uzun yıllar ayakta kalacağına dair bilgi aldıktan sonra başlamıştır.
Fezari tarafından Arapçaya tercüme edilen Sind-Hind adlı eserin, sayılar sistemiyle ilgili bilgilerin İslam dünyasına girişinde önemli rol oynadığı kabul edilmektedir. Daha sonra Muhammed b. Musa El Harizmi ve Habeş El Hasib’in hazırladığı tablolar, sayıların bütün İslam dünyasına yayılmasına vesile olmuştur. Matematik sahasındaki en seçkin sima hiç şüphesiz Harizmi’dir. O en eski astronomi tablolarını derleyen bilgin olduğu gibi aritmetik ve cebirle ilgili Hisâbü’l-Cebr ve’l-Mukâbele adlı en eski eserin de müellifidir. İmran b. Vaddah, Şihab b. Kesir ve Ebu Mansur El Bağdadi de Abbasiler Devri’nin başlıca matematikçileri arasında yer alır. Geometri sahasında ise Mansur zamanında Bağdat Ulu Camii’nin planını çizen Haccac b. Ertat zikredilebilir.
Müslümanların ilme en büyük katkı sundukları alanlardan biri de kimya alanı olmuştur. İslam kimya ilminin kurucusu Cabir b. Hayyan’dır. Emevilerden Halid b. Yezid’in öğrencisi olan Cabir, teorik alanda olduğu gibi laboratuvar deneyleriyle de kimya ilmine hizmet etmiştir. Daha sonra gelen kimyacılar onu üstat olarak kabul ederler. Bunların en meşhurları Tuğrâî ve Ebü’l Kasım El Irâki’dir.
Tarih, Abbasiler’le Başladı
İslam tarihçiliği Abbasiler Dönemi’nde sistematize edildi. İslam siyasi tarihinin ilk müellifleri, ilk kültür ve ilim tarihçilerinin hepsi Abbasiler Devri’nde yaşamış ve İslam tarihçiliğine yön vermişlerdir. Daha sonraki devirlerde yetişen tarihçiler İslam’ın ilk üç asrı hakkında verdikleri bilgileri hep bu dönem kaynaklarına borçludurlar.
İslam tarihçiliği, önce Hz. Muhammed (s.a.v.) ve sahabelerin hayatlarını yazmak amacıyla başlatıldı. Tarihçilik, eskiden beri Araplar arasında bilinen ensab ilminin de yardımıyla toplumun bütün unsurlarını kapsadı ve aynı zamanda “rical ilmi’nin gelişmesine de yardım etti.
İlk devir tarihçileri naklettikleri haberlerin başında genellikle onu nakleden kimselere ait rivayet senedini de verirlerdi. Böylece tarihî olaylara dair haberler, hadisler gibi senet ve metin kısımları olmak üzere iki ana unsurdan meydana geliyordu. İslam dünyasındaki ilk büyük tarihçilerden sadece Zührî, Abbasiler Devri’nden önce, Süleyman b. Tahran, Musa b. Ukbe, siret ve tarih ilminin babası sayılan İbn İshak, Kitâbü’l-Meğâzi’nin ve daha birçok eserin müellifi olan Vâkıdî gibi büyük tarihçilerin hepsi Abbasiler’in ilk devirlerinde yaşamışlardır. Bugünkü siret ve meğâzi bilgilerimizin temelini, İbn İshak ile Vâkıdî gibi Abbasi halifelerinin himaye ettiği âlimlerin eserleri oluşturmaktadır. İbn İshak’ın eserini ele alarak yeniden düzenleyen İbn Hişam ile Vâkıdî’nin kâtibi İbn Sa’d da bu devrin diğer önemli iki simasıdır. İbn Sa’d’ın et-Tabakâtü’l-Kübra’sı İslam dünyasında biyografi alanında yazılan ilk önemli eserdir.
İslam dünyasında coğrafi eserler ilk defa Arabistan’a dair malumat şeklinde ortaya çıkmış, fethedilen ülkeler hakkında verilen bilgilerle zenginleşmiş ve nihayet İran, Hint ve Yunan kaynaklarından yapılan tercümelerle 10 ve 11. yüzyıllarda en yüksek noktasına ulaşmıştır.
Klasik Toplumsal Tabakalar Abbasiler’de de Vardı
Abbasi Devleti’nde de toplum, havas denilen yönetenler ve avam denilen yönetilenlerden oluşuyordu. Arap, Fars, Türk gibi etnik çeşitliliğe sahip olan devlette, zaman zaman etnik unsurlar arasında çatışmalar yaşanıyordu.
Toplumun önemli bir kesimini de köleler teşkil ediyordu. Köleler Slav, Rum ve zenci kökenli idi. Köle ticaretinin en önemli pazarı Mısır, Kuzey Afrika ve Kuzey Arabistan idi.
Sosyal sınıflardan biri de Yahudi ve Hristiyanlardan oluşan zimmilerdi. Bunlar devletin himayesinde geniş bir din hürriyetiyle rahat bir şekilde yaşıyor ve ibadetlerini yapabiliyorlardı.
Abbasi sarayında, Sasanilerin büyük etkisi olmuştu. Halifeler gösterişli giyinmeyi severlerdi. Valiler ve diğer seçkinler de halifeyi taklit ederlerdi.
Cuma günleri dışında devletin en önemli günleri dinî bayramlardı. Bayram namazlarını ve cuma namazlarını halifeler kıldırırlardı. Ayrıca Nevruz gibi diğer toplumların önemli günleri saray tarafından kutlanırdı.
Tarıma Dayalı Bir Ekonomi Vardı
Abbasi Devleti’nde, dönemin diğer devletlerinde olduğu gibi, tarım ekonominin temelini teşkil ediyordu. Tarımsal üretim, devlet gelirlerinin önemli bir kısmını oluşturuyordu. Bu nedenle üretimde verimi artırmak için Abbasi halifeleri sulama kanallarına büyük önem vermişlerdir. Sulama kanallarının yapımında Çinli mühendislerden yararlanılmıştır. Samarra şehrinin sulama kanalları da Çinli mühendisler tarafından yapılmıştır.
Sulanabilen büyük nehir vadilerinde yetiştirilen buğday, arpa ve pirinç ülkenin önemli ürünleri arasında yer alıyordu. Hurma ve zeytin ikinci derecede önemli besin kaynağıydı. Ayrıca her çeşit meyve, sebze ve çiçek yetiştiriliyordu.
Hindukuş Dağları’ndan gümüş çıkarılıyordu. Burada 10 bin maden işçisinin çalıştığı kaynaklarda belirtilmektedir. Sudan’dan altın getiriliyordu. Fars ve Horasan’da bakır, kurşun ve demir, Beyrut’ta zengin demir cevheri yatakları vardı. Basra Körfezi’nden de bol miktarda inci elde ediliyordu.
Diğer yandan dokumacılık önemli bir sektördü. Elbiselik ve döşemelik kumaşlar, halı, yatak takımları, keten kumaşlar Feyyûm, Dimyat, Tinnis, Dâbık ve İskenderiye gibi önemli merkezlerde dokunuyordu. İran’da Kâzerûn şehri dokuma sanayisinde ileri gitmişti. Pamuk başlangıçta Hindistan’dan ithal edilirken daha sonra İran’ın doğusunda yetiştirilmeye başlandı. Merv ile Nişabur pamuk üretiminin önemli merkezleri hâline geldi. Pamuk üretimi, daha sonra İspanya’ya kadar yayıldı.
Hemen her yerde halı dokunmakla birlikte en iyileri Taberistan ve Azerbaycan’dan geliyordu. Bunlardan başka gül suyu ve ıtriyat sanayisi, cam, kâğıt ve sabun sanayisi, maden işletme ve silah atölyeleri ile tuğla ocakları da başlıca endüstri kollarını teşkil ediyordu. Sadece Bağdat’ta 4000 cam ve 30.000 tuğla imalathanesi vardı. Kiremit ve tuğla endüstrisinin diğer başlıca merkezleri ise Kufe, Basra, Hîre ve daha sonraları Samarra idi.
Abbasiler’den önce de Irak cam sanayisinde söz sahibi idi. Fakat Abbasiler Devri’nde bu kol da çok büyük gelişme gösterdi. Bağdat’la birlikte Basra, Kadisiyye ve Samarra bu sahanın önemli merkezleri oldu. Bağdat, Basra, Kufe ve Vasıt’taki sarraflar yalnız ziynet eşyası üretmekle kalmayıp aynı zamanda çeşitli kadehler, kavanozlar, çiçek vazoları, şamdanlar, eyerler, kınlar ve daha pek çok eşya üretiyorlardı.
Musul’da demir zincirler, bıçaklar, kamalar, Harran’da ise laboratuvar ve rasathaneler için araç gereçler yapılıyordu. Dericilikte Bağdat ve Basra öndeydi. Iraklı marangozlar halifelerin saraylarını süsleyen nadide kutular, sandıklar, divan ve sandalye yapımında şöhret kazanmışlardı. Dokuma sanayisinde perdecilik önemli bir yer tutmaktaydı. Vasıt, Âmid ve Musul bu endüstri kolunun merkeziydi.
Diğer önemli bir endüstri kolu da çadırcılıktı. Basra bu sanayinin merkezi durumundaydı. Endüstri kuruluşlarının bir kısmı devlet, bir kısmı da özel teşebbüsün elinde bulunuyordu.
Kâğıt Üretimini Çinli Esirler Öğretti
Kâğıt ilk defa 105 yılında Çin’de üretildi. Araplar da kâğıt üretimini Çinlilerden öğrenmişlerdir. 751’de Talas Nehri kıyısında Araplarla savaşan Çin ordusu içinde kâğıt ustaları da bulunuyordu. Araplara esir düşen bu Çinliler, 756 yılında Semerkant’ta kâğıt imalathanesi kurdular. Kısa zamanda kâğıt, papirüs ve parşömenin yerini aldı. 795 yılında Bağdat’ta, daha sonraki yıllarda da Mısır, Kuzey Afrika ve Endülüs’te kâğıt imalathaneleri kuruldu. Avrupa kâğıt ihtiyacını Müslümanlardan ithal yoluyla karşılıyordu. Avrupa’da ise kâğıt imaline ancak 13. yüzyıldan itibaren başlanmıştır.
Uluslararası Ticareti Gayrimüslimlerden Öğrendiler
Müslümanların dünya ticaretinde söz sahibi oldukları dönem Abbasiler’in dönemi olmuştur. Ticaret başlangıçta Yahudi, Hristiyan ve Mecusi tüccarların elinde idi. Zamanla Müslümanlar da uluslararası ticareti öğrendiler ve çok geçmeden dünya ticaretinde söz sahibi oldular.
Ticari hayatın gelişmesine halifeler de büyük önem verdi. Bu amaçla yol emniyetini sağlayacak önlemler aldılar. Kervan yolları üzerinde kuyular açtırıp kervansaraylar yaptırdılar. Bu sayede kara ve deniz ticareti kısa sürede gelişti. Bağdat, Basra, Kahire, İskenderiye ve Şam önemli ticaret merkezleri hâline geldi.
Deniz ticaretinde Basra önemli bir yere sahipti. Arap tacirler genellikle Basra Limanı’ndan yola çıkıyor ve Hindistan şehirlerindeki önemli merkezlere uğruyorlardı. Çin ile deniz ticareti daha çok Çin gemileriyle yapılırdı.
Dünyada emtia fiyatları Bağdat ve İskenderiye borsalarında belirleniyordu. Bağdat, uluslararası ticaretin merkezi gibiydi. Bu nedenle her şehir için bir pazar yeri ayrılmıştı.
Sarraflar, Bankacılık Hizmeti Veriyorlardı
Müslüman pazarlarının en vazgeçilmez unsuru sarraflardı. Sarraflar, 11. yüzyılda bankacılık hizmetlerini verir hâle geldiler. Bunlardan belirli bir yüzdeyle borç alınabildiği gibi, zaman zaman hükûmete de borç para veriyorlardı. O dönemde merkezi Bağdat’ta, şubeleri ülkenin diğer şehirlerinde olan sarraflar, çek ve kredi mektupları gibi gelişmiş bir sistem kurmuşlardı. Bağdat’ta yazılan bir çek, Fas’ta ödenebiliyordu. Basra’da tüccarlar paralarını sarraflara vererek onlardan çek alıyor ve çarşılarda ödemeleri bu çeklerle yapıyorlardı. Genellikle bu işleri gayrimüslimler yapıyordu.
Zekâtı Devlet Topluyordu
Abbasi Devleti’nde, Emevi Devleti’nde olduğu gibi zekât, haraç, cizye, öşür, fey, ganimetler ve örfi vergiler, devletin gelirlerini oluşturuyordu. Divanü’l Haraç ve Divanü’l Beytülmal tarafından yönetilen devlet gelirleri askerî ihtiyaçlara, yol, köprü ve sulama işlerine, halife, vezir ve diğer devlet adamlarının maaşlarına sarf edilirdi. Devlet gelirlerinin büyük meblağlara ulaşmış olması, aynı zamanda halkın yüksek bir refah seviyesine eriştiğini de göstermektedir.
İslam tarihinde önemli değişikliklerin başladığı Abbasiler Devri’nde hilafet merkezinin Şam’dan Bağdat’a geçmesi, yalnız siyasi bakımdan değil, sanat ve kültür bakımından da büyük değişikliklere zemin hazırlamıştır. Abbasi halifeliğinin yükseliş devrinde Mezopotamya’da muhteşem şehirler kurulmuştur.
İkinci halife Mansur’un planını bizzat çizerek kurdurduğu Bağdat şehrinden bugüne, geçmişinin parlak devrini hatırlatan hiçbir şey kalmamıştır. Moğol istilası sırasında şehrin tamamen harap olması, sonra da üstüne yeni Bağdat’ın inşa edilmesi, ilk Bağdat şehrini efsane diyarı hâline getirmiştir.
ABBASİ HALİFELERİ
EBU ABBAS EL SEFFAH (750-754)
İlk Abbasi halifesi olan Ebu Abbas El Seffah, kesin doğum tarihi bilinmemekle birlikte 718-726 yılları arasında Humeyme’de doğdu. Emeviler’e karşı Abbasi ihtilalini başlatan İmam Muhammed b. Ali’nin oğlu olan Ebu Abbas, çocukluk ve gençlik yıllarını Humeyme’de ailesiyle birlikte geçirdi. Ağabeyi İmam İbrahim, Eme-vi Halifesi II. Mervan tarafından tutuklanarak Harran’a götürülürken ailesi mensuplarına kardeşi Ebu Abbas’ı veliaht tayin ettiğini söyledi ve ona biat etmelerini istedi.
Ebu Abbas, Horasan’dan yola çıkan ihtilalcilerin Kufe’ye girmesinden bir ay sonra Ekim 749’da ailesiyle birlikte Kufe’ye geldi. Fakat şehirde pek sıcak karşılanmadı. Kufe’de duruma hâkim olan ve Hz. Ali evladını desteklediğini henüz açığa vurmayan Ebu Seleme El Hallal, Ehl-i Beyt’e mensup kişilerin kaldıkları yeri Horasanlılardan saklayarak gelişmeleri beklemeye başladı. Henüz Irak’ın merkezi Vasıt ile Emevi Hanedanı’nın merkezî eyaleti Suriye itaat altına alınmadığından ve dolayısıyla ihtilalin sonucu kesin olarak ortaya çıkmadığından Ebu Seleme yeni halifenin tespitini geciktirmeye çalışıyordu. Ebu Müslim Horasani’nin, adamları vasıtasıyla oyalandığını öğrenerek Hammame’deki Horasan ordusunun komutanlarına durumu haber verdi. Bunun üzerine Türkmenlerden 12 kişi derhâl Kufe’ye giderek Ebu Abbas’a biat ettiler. Böylece, ihtilalin hazırlanmasında ve başarıya ulaşmasında hiçbir rolü olmayan Ebu Abbas, 28 Kasım 749 Cuma günü Kufe Camii’nde ilk Abbasi halifesi olarak biat aldı. Minbere çıkarak hutbe okudu ve hâkimiyetin Abbasiler’in hakkı olduğunu İslam tarihinden örneklerle savundu.
Ebu Abbas halife olduğunda Irak tam olarak Abbasiler’in denetiminde değildi. Şam’daki durum belirsizliğini koruyordu. Irak’ın merkezi Vasıt’ta Emevi Valisi İbn Hübeyre, Şiilerden yana tutum takınarak teslim olmayı reddetti.
Emevi ordusuna öldürücü darbe 16 Ocak 750 tarihinde Büyük Zap Suyu kıyısında vuruldu. 10 gün devam eden savaşta Emeviler’in son halifesi Mervan yenildi. Böylece Abbasiler, Emeviler’in mirasına konmuş oldu. 26 Nisan 750’de Şam, Abbasiler’in eline geçti. Mervan kendisini takip eden Abbasi kuvvetleri tarafından Yukarı Mısır’ın Bûsîr köyünde yakalanarak Ağustos 750’de öldürüldü. Böylece Emeviler, ortaya çıktıkları coğrafyadan tamamen uzaklaştırıldılar.
Ancak ele geçirilen topraklarda istikrar sağlanamadığı için tam hâkimiyet kurulamamıştı. Teslim olmamakta direnen Vasıt Valisi İbn Hübeyre, Hasan b. Kahtabe tarafından kuşatıldı. Hasan’ın bir sonuç alamaması üzerine Halife Ebu Abbas kardeşi Ebu Cafer’i yardıma gönderdi. Buna rağmen kuşatma on bir ay devam etti. Nihayet Mervan’ın ölüm haberinin gelmesi üzerine 750 yılı sonlarında İbn Hübeyre görüşmeye razı oldu. Yapılan görüşmeler sonunda teslim antlaşması imzalandı. Ancak şehir teslim olduktan sonra antlaşma şartlarına uyulmayıp başta İbn Hübeyre olmak üzere birçok kişi idam edildi.
Ümeyyeoğulları İçin İsyan Çıktı
Emevi iktidarından memnun olmayanlar kadar, memnuniyet duyanlar da vardı. Ümeyyeoğulları Hanedanı’na mensup kişilerin katledilmesi, Suriye ve El Cezire’de isyanların çıkmasına sebep oldu. Kınnesrîn, Tedmür ve Humus şehirlerinde çıkan isyan, Abdullah b. Ali komutasındaki Abbasi kuvvetleri tarafından Temmuz 751’de bastırıldı.
Yine aynı yıl El Cezire Arapları Harran şehrini işgal ettiler. İsyanı bastırmakla görevlendirilen Ebu Cafer Harran önlerine gelince Harran Valisi Musa çıkış hareketi yaparak ona iltihak edince şehir isyancıların eline geçti. Asiler bir süre sonra Samsat’a çekildiler. Halifenin kardeşi Ebu Cafer ile amcası Abdullah b. Ali Samsat’ı kuşattılarsa da şehri ele geçiremediler. İşgal, II. Mervan’ın Bûsîr’de öldürüldüğü haberinin gelmesiyle başarıya ulaştı. Bu olaydan sonra Ebu Cafer El Cezire ve Azerbaycan valiliğine tayin edildi.
Abbasiler’in iktidara gelişi Arapların bir kısmını rahatsız ettiği gibi, İran’da da karışıklıklar çıkmasına yol açtı. 750-751 yılında Buhara’da Şerik b. Şeyh El Mehrî’nin Hz. Ali evladı lehine başlattığı çok tehlikeli bir isyan, Ebu Müslim Horasani’nin gönderdiği kuvvetler tarafından bastırıldı. Buhara, üç gün yağma ve tahrip edildi. Ele geçirilen esirler, kale kapılarına asılarak halka teşhir edildiler.
Abbasiler, kendilerini iktidara getiren Ebu Müslim Horasani’den tedirginlik duyuyorlardı. Ebu Abbas El Seffah, kardeşi Ebu Cafer’in tahriki ile Ebu Müslim’in valileri Sibâ’ b. Numan El Ezdî ile Ziyad b. Salih El Huzâyfi’yi Ebu Müslim’e karşı isyana teşvik etti. 752-753 yılında çıkan isyan başarıya ulaşamadı. İsyancıların önderleri yakalanarak idam edildi. Böylece, Ebu Müslim Horasani kendisine karşı kurulan ilk tuzağı ustalıkla atlatmayı başardı.
Öte yandan Abbasiler’e karşı Basra’da Haricilerin, Fars’ta Bessam b. İbrahim’in ve Sind’de Mansur b. Cumhur’un başlattıkları isyanlar da kolaylıkla bastırıldı.
Türklerin Araplarla İlk Yakın Teması Talas’ta Oldu
Araplar ve Çinliler arasında tarihin akışında önemli bir dönüm noktası teşkil eden Talas Savaşı Temmuz 751 yılında yapıldı. Ebu Abbas dönemindeki bu önemli savaş, Arapların zaferiyle sonuçlandı. Türklerin Arapları desteklediği Talas Savaşı’yla Çin’in Türkistan’ın batısına ilişkin yaptığı bütün planlar tarihe karışmıştır.
Kan dökücü anlamına gelen “El Seffah” lakabını Ebu Abbas Kufe’de halifeliğini ilan ettiği ilk hutbede kendisi kullanmıştır. Çıkan isyanları kısa sürede bastırmayı başararak ülkesindeki siyasi birliği yeniden tesis etmiştir. Tabii bu arada Kuzey Afrika ve Endülüs, bağımsız emîrliklere dönüşmüştür.
Siyasi ve sosyal karışıklıklara sahne olan Ebu Abbas döneminde eğitim, kültür ve sanat alanında önemli bir faaliyet olmamıştır. Halifelik merkezini, ilk biat aldığı Kufe şehrinden önce Haşimiyye şehrine oradan da El Anbar’a taşıyan Ebu Abbas, beş yıl halifelik yaptıktan sonra yakalandığı çiçek (veya humma) hastalığından kurtulamayarak 9 Haziran 754 tarihinde El Anbar’da vefat etmiştir.
EBU CAFER EL MANSUR (754-775)
İkinci Abbasi halifesi olan Ebu Cafer El Mansur 23 Ağustos 714’te Humeyme’de dünyaya geldi. Ebu Cafer, küçüklüğünde Arap örfüne uyularak fasih Arapça öğrenmesi için çöle gönderildi. Yedi yaşına geldiğinde kabilenin diğer çocuklarıyla birlikte mescide okumaya gitti. Daha sonra hadis, fıkıh, ensab, fesahat ve belagat dersleri aldı. Emeviler’in iktidarı döneminde, Abdullah b. Muaviye tarafından Batı İran’da çıkan isyana katıldı. Abdullah b. Muaviye tarafından Îzec şehrine vergi tahsil etmek için gönderildi. Ancak Mansur topladığı vergileri Abdullah b. Muaviye’ye götürmek yerine, Basra’ya kaçtı. Burada yakalanan Ebu Cafer, atıldığı hapisten kurtulup Humeyme şehrindeki kardeşi İmam İbrahim’in yanına yerleşti.
Abbasi ihtilalinde isyanları bastıran ordunun komutanlığını yaptı. Ekim 749’da Humeyme’den Kufe’ye gelen Abbasi Ailesi içinde yer aldı. Burada Abbasi Devleti’nin ilk halifesi kardeşi Ebu Abbas El Seffah için biat aldı ve onun bütün işleriyle ilgilendi. Ardından kardeşi tarafından Ebu Müslim Horasani’den biat almak üzere Merv’e gönderildi. Ancak burada Ebu Müslim’den ilgi görmedi ve dönüşünde kardeşine Ebu Müslim Horasani’yi ortadan kaldırmasını tavsiye etti.
Ebu Cafer, Abbasi ihtilaline boyun eğmeyen Emeviler’in son Irak valisi olan Ebu Halid İbn Hübeyre üzerine giderek kendilerine teslim olmasını istedi. Hübeyre, II. Mervan’ın öldüğü haberini alana kadar Ebu Cafer’e direndi. Daha sonra anlaşma yapılması üzerine teslim oldu. Ebu Cafer, teslim olmasına rağmen İbn Hübeyre’yi öldürttü.
Ebu Cafer, daha sonra Harran şehrini itaat altına aldı. Ülkede stabilitenin sağlanmasından sonra 751 yılının başlarında El Cezire ve Azerbaycan valiliği görevine getirildi. Bu görevi sırasında Emevi komutanlarını kendi safına çekmeyi başardı. Aynı yıl halifenin emriyle Bizans kuşatmasına karşı Kemah’ı tahkim etti. 754 yılında hac emîri oldu.
Ağabeyinin İlk Veliahdı Oldu
Abbasi Ailesi adına halifelik görevini üstlenen Ebu Abbas, görevinin sonlarına doğru kardeşi Mansur’u birinci, yeğeni İsa b. Musa’yı ikinci veliaht tayin etti. Ebu Abbas El Seffah, Mansur Mekke’de iken vefat edince yeğeni İsa b. Musa durumu mektupla bildirip kendisini başkente çağırdı.
Mansur, halifelik koltuğuna oturduğunda ilk mücadele etmek zorunda kaldığı kişi amcası Abdullah b. Ali b. Abdullah oldu. Abbasi Devleti’nin kuruluşunda önemli bir rol üstlenen Abdullah, hazırladığı ordu ile Harran’a gitti. Bunun üzerine Mansur, amcasını itaat ettirme görevini Ebu Müslim Horasani’ye verdi. Abdullah, Nusaybin yakınlarında yapılan savaşı kaybedince önce Basra’ya kaçtı. Orada yakalanarak hapse atıldı ve 764 yılında vefat etti.
Horasan ihtilaliyle Abbasiler’i iktidara taşıyan Ebu Müslim Horasani’yi tahtı için tehdit olarak görmeye başlayan Mansur, sarayda kurduğu bir tuzakla 12 Şubat 755’te onu öldürttü. Ebu Müslim Horasani’nin öldürülmesi ile Horasan ayaklandı. Ardından Mecusi olan Sünbâz ile İshak El Türkî’nin isyanları başladı. Büyük güçlükle bastırılan bu isyanın ardından 758 yılında halifeyi tanrı, Ebu Müslim’i de peygamber olarak kabul eden Ravendiler denilen grubun isyanı patlak verdi. Büyük can kayıplarına neden olan bu isyanı, Bagdis’te peygamberlik iddiasında bulunan Üstadsis’in isyanı takip etti. 10 yıldan fazla süren bu isyanlardan sonra Horasan’da devlet otoritesi ancak 768 yılında tesis edilebildi.
Dönemi sürekli isyanlara sahne olan Halife Mansur’u en çok zorlayan isyanlardan biri de Hz. Ali soyundan olduğunu iddia eden Muhammed b. Abdullah El Mehdi’nin 25 Eylül 762’de Medine’de halifeliğini ilan etmesiyle başlayan isyan oldu. Bir yandan şehri ablukaya alarak gıda ambargosu uygulayan Mansur, diğer yandan da yeğeni İsa b. Musa komutasındaki orduyu da Medine üzerine sevk etti. Kanlı geçen çatışmalardan sonra Aralık 762’de Muhammed b. Abdullah öldürüldü. Medine’deki isyandan kısa süre önce de Muhammed b. Abdullah’ın kardeşi İbrahim Basra’da isyan başlatıp Kufe üzerine yürüdü. Bu isyanı da İsa b. Musa’nın kuvvetleri bastırdı.
Erzurum Kurtarıldı
Abbasi Devleti’nin iç isyanlarla boğuşmasını fırsata çevirmek isteyen Bizans ordusu, 756 yılında Erzurum’u yağmaladı. Bunun üzerine Mansur gönderdiği kuvvetlerle aynı yıl şehri kurtardı. Diğer yandan Mansur, Bizans Devleti ile sınırlarını güven altına almak için sınırlardaki asker sayısını artırdı ve yeni kaleler yaptırıp eski kaleleri tahkim ettirdi.
Mansur, emîrlikten devlete dönüşen Endülüs Emevi Devleti’ni ortadan kaldırmak için büyük bir mücadeleye girişti. Endülüs Emevi Devleti’nin kurucusu I. Abdurrahman’ı ortadan kaldırmak için çok uğraştı. Ancak başarılı olamadı. Sonunda elçiler gönderip barışma yolunu tercih etti. Aynı dönemde Kuzey Afrika’da Hariciler ayaklandı. Kuzey Afrika’daki Abbasi hâkimiyeti ancak 772 yılında tesis edilebildi.
Mansur, halifeliği süresince dört sefer hacca gitti. 775 yılında hacca gitmek için çıktığı yolda rahatsızlandı ve 7 Ekim 775’de Bi’rimeymûn denilen yerde vefat etti. Kabir yerinin belli olmaması için 100 ayrı mezar kazıldı. Daha sonra Bi’rimeymûn’e yakın bir yerde veya Cennetü’l-Mualla’da defnedildi. Yerine veliaht ilan ettiği oğlu Muhammed El Mehdi geçti.
Abbasi Devleti’nin Gerçek Kurucusu Mansur Kabul Edilir
Bilgiye olan düşkünlüğü ve şiire duyduğu sevgi ile tanınan Halife Mansur, Abbasi Devleti’nin gerçek kurucusu kabul edilmiştir. Mantık, felsefe, aritmetik, geometri, astronomi, tıp ve tarihe yakın ilgi duyardı. Devlet gelirlerini artırmak için büyük çaba sarf eden Mansur, vefat ettiğinde hazinede 600 milyon dirhem ve 4 milyon dinar bırakmıştır. Çalışanların ücretlerinin ödenmesi konusunda gösterdiği hassasiyet nedeniyle Metelik Babası lakabıyla tanınmıştır.
Onun döneminde ilk tercüme faaliyetleri başlatıldı. Bu çerçevede Sanskritçe, Süryanice, Kıptice ve klasik Yunancadan çeşitli eserler tercüme edildi. Bu dönemde hadis, fıkıh, tefsir gibi ilimler bağımsız birer bilim dalı hâline geldi. Şiir, hikâye, masal gibi Arap kültürüne ait sözlü kültür eserlerine ilişkin derleme ve tasnif faaliyetleri hızlandı. Döneminde akli ve naklî ilimlerde büyük bir gelişme olurken çok bilgin yetişti. Bağdat’ın kurucusu olan Ebu Cafer, ayrıca Haşimiyye ve Rafika şehirlerini de kurmuştur. Türkler, onun döneminden itibaren devlete nüfuz etmeye başlamışlardır. Sügûr ve Avasım bölgelerinde Türk askerleri istihdam edilmiştir.
MEHDİ BİLLAH (775-785)
Üçüncü Abbasi halifesi olan Ebu Abdullah Muhammed El Mehdi 744 yılında Huzistan’ın Îzec kasabasında doğmuştur. Ebu Cafer El Mansur’un oğlu olan Mehdi Billah lakaplı Ebu Abdullah Muhammed, ailesiyle birlikte önce Abbasi muhalefetinin örgütlendiği Humeyme’ye, Abbasi ihtilalinden sonra da Kufe’ye geldi.
758 yılında Horasan valiliğine atanan Mehdi Billah, 768 yılına kadar on yıl Horasan bölgesinde kalarak Rey şehrinde ikamet etti. Horasan’dan dönünce ailesi ve yakın çevresiyle birlikte Bağdat’ın doğusunda kendisi için inşa edilen Rusafe şehrine yerleşti.
Ebu Abbas tarafından Ebu Cafer’den sonra veliaht tayin edilmesine rağmen İsa b. Musa, 764 yılında Ebu Cafer’in baskısıyla Mehdi Billah lehine veliahtlıktan feragat etti. 768 yılında Mehdi için veliahtlık biati yenilendi. Babası tarafından 770 yılında hac emîrliğiyle görevlendirilen Mehdi, 772 yılında babasının isteği üzerine Fırat’ın doğu kıyısında Rakka yakınlarında Rafika şehrini kurdu. Babasının hac yolculuğu sırasında vefat etmesi üzerine 7 Ekim 775’de Bağdat’ta tahta çıktı.
Mehdi’nin halifeliğinin ilk yılları, kendisinden sonra görevi kimin devralacağını belirlemekle geçti. Bu doğrultuda İsa b. Musa ile veliaht tayini çekişmesine girdi. 776 yılında merkezden gönderilen kuvvetlerle Kufe’den getirilen İsa b. Musa’yı veliahtlıktan vazgeçmeye zorladı. Mehdi Billah, 776’da oğlu Musa El Hadi’yi veliaht ilan etti. Ardından, 783 yılında diğer oğlu Harun’u veliaht tayin etti ve lakabını Reşid koydu.
Siyasi Suçluları Affetti
Mehdi Billah, tahta çıktığında yaptığı ilk iş, cinayet, gasp ve isyan gibi suçlar dışında hapse atılanlara af getirmek oldu. Devlet yönetiminde dinî söylemlere çok ağırlık veren ve Mehdi lakabını da bu amaçla kullanan Mehdi Billah, sahip olduğu siyasi tecrübeye dayanarak babası dönemindeki siyasi çizgiyi büyük ölçüde takip etti.
Emeviler ve Abbasiler döneminde İslam coğrafyasında din değiştirme hareketleri çok hızlanırken İslam olduğunu söyleyen insanların pek çoğu da eski inançlarını koruyordu. Bu dönemde Mehdi Billah, İslam’dan gibi görünüp Müslümanların inançlarında sarsıntı yaratmaya çalışanlarla -yani bunlara verilen isimle zındıklarla- mücadele etmeyi kendine prensip edindi. Çeşitli şekillerde zındıklıkla suçlananları hapse attı veya ortadan kaldırdı, bazılarını da tövbe ettikleri için affetti. Zerdüşt dininden olduğunu gizleyerek Müslümanlar arasında bozgunculuk yapan zındıkların faaliyetlerine engel olmak ve isyanları bastırmak amacıyla Divanü’z-Zenadıka’yı kurdu.
İki Yıl Boyunca Uluhiyet İddia Edenlerle Uğraştı
Pagan inanışından İslam’a geçmiş pek çok kişi, İslam adına yapılan telkinlere kolayca inanıyordu. Bu doğrultuda Hint dinleri de Müslümanlık gibi insanlar arasında anlatılabiliyordu. Nitekim tenasüh inancına sahip olup uluhiyet iddia eden Mukanna, Horasan bölgesinde çok sayıda taraftar buldu. 776 yılında büyük bir ayaklanma başlatan Mukanna, iki yıl boyunca Abbasi kuvvetlerine direndi ve isyanı 778 yılında Horasan Valisi Muaz b. Müslim tarafından bastırılabildi.
Mehdi Billah, Hz. Ali’nin soyundan gelen muhaliflere karşı ılımlı bir politika takip etti. Muhammed en-Nefsüzzekiyye İsyanı’na destek verdikleri için babasının iptal ettiği Mekke ve Medine’ye ait imtiyazları iade etti. Hicaz halkına ve Ali evladına yardımda bulundu. Babası döneminde Ali evladının elinden alınan mülkleri iade etti ve onlara yeni araziler verdi. Mehdi Billah’ın izlediği bu siyasetin olumlu sonuçları görüldü. Onun döneminde Ali evladının önemli bir isyanı görülmedi. Mehdi Billah’ın bu konudaki başarısında veziri Yakub b. Davud’un payı büyüktür.
Mekke-Yemen Arası Posta Teşkilatını Kurdu
Mekke ve Medine ile Yemen arasındaki berîd denilen ilk posta teşkilatını Mehdi Billah kurdu. Aynı şekilde uzun zamandır ara verilen fetihlere Bizans topraklarına dönük olarak yeniden başladı. Halife, oğlu Harun Reşid’i 780 ve 781-782 yıllarında ünlü komutan ve devlet adamlarının da yer aldığı orduların başında Bizans’a karşı sefere gönderdi. Harun Reşid’in seferleri sırasında birçok kale ele geçirilerek İstanbul Boğazı’nın doğu yakasındaki Kadıköy’e kadar ulaşıldı. Henüz küçük yaştaki oğlu VI. Konstantinos adına Bizans’ı yönetmekte olan İrene, yıllık 90 bin dinar vergi karşılığında üç yıl süreli bir barış anlaşması yapmak zorunda kaldı.
Mehdi Billah döneminde deniz yoluyla fetihlere de girişildi. Bu doğrultuda 776 yılında Abdülmelik b. Şihab komutasında yaklaşık 9000 kişilik bir orduyu Basra’dan deniz yoluyla bugünkü Pakistan’ın liman şehri Karaçi ve Haydarabad şehirlerini de içine alan Sind’in fethine gönderdi. 777’de Sind’e ulaşan ve Bârbed şehrini ele geçiren Abbasi ordusu dönüş yolunda fırtınaya yakalanarak büyük kayıp verdi. Öte yandan Ahmet b. Esed komutasında günümüzde Özbekistan, Tacikistan ve Kırgızistan arasında paylaşılan Fergana Vadisi’ne gönderilen ordu da bölgenin başşehri Kasan’ı ele geçirdi.
Mehdi Billah, daha önce veliaht ilan ettiği büyük oğlu Musa’yı, küçük oğlu Harun lehine feragat ettirmek için Cürcan’a giderken 4 Ağustos 785 tarihinde yolda hayatını kaybetti.
Döneminde devlet kurumlarını yeniden düzenleyen Mehdi Billah, devletin muhasebesini tutmak ve mali denetimi yapmak üzere 779 yılında Divanü’z-Zimam’ı kurdu. 784-785 yıllarında da Divanü’z-Zimam’a bağlı taşra teşkilatlarını tesis etti.
Kurumsal kimliği giderek belirgin hâle gelen devlet bürokrasisi, Mehdi Billah döneminde iyice görünür hâle geldi. Bu dönemde kâtipler ve mevali devlet yönetiminde vücut bulmaya başladı. Kâtipler arasında Bermekiler, uzunca bir döneme etki edecek denli Abbasi Devleti’ne nüfuz ettiler.
HADİ İLEL-HAK (785-786)
Ebu Muhammed Musa El Hadi İlel-Hak, 764 yılında günümüzde Tahran yakınlarında küçük bir yerleşim yeri olan Rey’de doğdu. Babası Mehdi Billah’ın, amcası İsa b. Musa’yı veliahtlıktan vazgeçirmesi üzerine 777 yılında veliaht tayin edildi. Bu yıldan itibaren kendini babasının yerine hazırlayan Musa, 778 yılından itibaren de fiilen babasının görevini yürütmeye başladı. 779 yılında ise hac emîrliği görevini yürüttü. Babasının 780 yılında Bizans’a sefere çıkması üzerine de devletin yönetimini yine o üstlendi.
Musa, 784 yılında ordu komutanı olarak Taberistan’a gitti. Kendisinin yokluğunda babası, küçük oğlu Harun’u onun yerine geçirmek istedi. Kendisinin eski adı Astarabad olan Cürcan şehrinde bulunduğu sırada babası tarafından Bağdat’a davet edilen Musa, bu davete müspet cevap vermeyerek babasının kardeşini yerine veliaht yapma planına karşı geldi. Mehdi Billah, planını uygulamak için oğlu Harun ile birlikte Cürcan’a gitmek üzere yola çıktı ancak 4 Ağustos 785 tarihinde yolda hayatını kaybetti.
Babasının vefat ettiği gün Musa da Hadi İlel-Hak adıyla halife ilan edildi.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/hasan-yilmaz/abbasiler-ve-abbasi-halifeleri-69428353/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.