Hz. Muhammed, Halifelik, Dört Halife ve Hz. Hasan

Hz. Muhammed, Halifelik, Dört Halife ve Hz. Hasan
Hasan Yılmaz
Hilafet kurumu tarih sahnesine çıktığından bu yana Müslümanların hayatında ve dünya siyasetinde merkezî bir konuma sahip olmuştur. Hilafetin saltanat yönetiminin etkisinden ve sultan baskısından azade olduğu ilk 30 yılı ise halifeliği anlamada ve anlamlandırmada ilk bakılması gereken dönemdir. Bu dönemde de iktidar kavgaları, türlü siyasi çekişmeler yaşanmış, hatta tüm bunların sonucunda Hz. Ebubekir haricindeki diğer halifeler suikasta uğramıştır. Bir nevi daha sonra yaşanacakların habercisi olan bu gelişmelere karşı raşit halifelerin tutumu, Müslümanlar için her zaman önemini ve örnekliğini korumuştur. Bu bakımdan “Benden sonra hilafet 30 yıldır.” buyuran Hz Muhammed’in, dört halifenin ve çok kısa bir süre halifelik unvanını taşıyan Hz. Hasan’ın hayatı, halifeliğin gerçek mahiyetini anlamada, ilk halifeden günümüze kadar uzanan problemlere cevap bulmada bizlere yardımcı olacaktır.

Hasan Yılmaz
Hz. Muhammed, Halifelik, Dört Halife ve Hz. Hasan

ÖNSÖZ
Tüm zamanların efendisi, ulu önderimiz, “evrenin övüncü bayımız”, şanı yüce peygamberimiz, fahri kâinat efendimizin, dünyaya teşrif edip tüm zamanları karanlıktan aydınlığa, zulmetten nura, zilletten izzete, isyandan kıyama, cehaletten ilme yönelttiği zaman diliminde, doğu ve batı, kuzey ve güney tam bir başıboşluk, sefillik, aymazlık, cehalet, zulüm, isyan, tuğyan ve şaşkınlık içindeydi.
Teşrifiyle insanlığın feraha erdiği, yeniden insan olmayı hatırladığı ve hatta “fıtrat ayarlarına” dönmeyi idrak ettiği o dönemde insanlık, tabiri caizse sınıfta kalmıştı. Cahiliye Dönemi’nin Arabistan’ında kız çocukları sadece diri diri toprağa gömülmüyor, kız çocuğu doğurma ihtimali olan anneler çöle götürülerek kız çocuğu doğurması hâlinde hazır mezarlarda doğurduğu çocuğuyla birlikte hunharca katlediliyordu. Miladi takvimle milenyumun orta yüzyıllarında dünyanın başka coğrafyalarında da kadınların fıtri özelliklerinin tebarüz ettiği dönemlerde onların ellerinin değdiği “kap kacaklara” dokunmanın caiz olup olmadığı tartışılıyor, onlarla aynı sofraya oturmanın imkânsız olduğuna dair görüşler tezahür ediyordu.
Arabistan dâhil tüm beşeriyetin delalet ve zillet içerisinde kadını hor ve hakir görerek tahkir ettiği bir dönemde peygamberimiz, efendimiz, müjdecimiz; Veda Haccı için Mekke’ye kalabalık bir kervanla ilerlerken kadınların taşındığı develeri süratli ve hoyratça sürerek onların sarsılmasına ve rahatsızlığına yol açan Habeşli köle Enceşe’ye taşıdıklarının kıymetini, asaletlerini, zarafetlerini vurgulamak için “Enceşe! Kristallere iyi davran!” diyerek kendisine dünyada sevdirilen üç güzellikten kadının kendi döneminde ve kendisinden sonra da tüm devirlerde statüsünü tayin etmiştir. (“Hadislerle İslam”, 1 Baskı, Ankara 2013, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayını, Cilt 1, Sayfa 107)
“Kureyşli kuru ekmek yiyen bir kadının” çocuğu olan ulu önderimiz, peygamberimiz, efendimiz, vahye muhatap olduğunda bir kadının, bütün kadınların kıskandığı Hatice validemizin müşfik kollarına sığınıyor, şefkati onun kollarında buluyor ve ilk olarak onun tarafından peygamberliğine iman ediliyordu.
Bütün kelimelerin, bütün cümlelerin, bütün naatların, bütün kasidelerin, bütün şiirlerin, bütün övgülerin, bütün takdim ve takdislerin yetersiz kaldığı peygamberimiz, efendimiz 23 yılda, dünyayı tüm zamanlar boyunca aydınlatacak bir dinî öğretiyi “yaşayan Kur’an” olarak vazettikten sonra “Dünyada ebediyen kalmakla Rabb’ine dönmek” arasında muhayyer bırakıldığı hâlde Rabb’ine dönmeyi seçerek bize kıyamete kadar yetecek olan bir aydınlığı, Kur’an’ı, berrak yaşantısını miras olarak bırakmıştır.
Ulu önderimizin, peygamberimizin 23 yıllık nübüvvetinden sonra dünya asla eskisi gibi olamamış ve göz kamaştıran bir medeniyet, bütün ihtişamı ile gelecek bütün zamanları “insanlık teknesinde” yoğurmuştur.
Başka hiçbir medeniyetin hiçbir zaman yanına yaklaşamayacağı düzeyde bir tasavvur, bir âlem fikri, bazen Müslümanlara rağmen gerçek olmuştur.
Son zamanlarda ortaya çıkan “Muhammedsiz İslam” projesi, yeni bir medeniyet inşasına başlayan bütün Müslümanların karşısına çıkan en sinsi, en nobran, en içeriden, en kalleşçe projelerden biridir.
Türkiye’de önceleri Fazlur Rahman’ın sinsi fikirleri ile başlayan bu cereyan, daha sonraları Tel Aviv-Londra-Washington merkezli Fethullah Gülen hareketi tarafından uygulanmaya başlamıştır.
Türkiye’de ki Risale-i Nur hareketini bu bağlamda dikkatlice değerlendirmekte büyük fayda vardır.
Türkiye’de yeni kurulan Cumhuriyet ideolojisinin kendine hasım olarak bellediği dine karşı hunharca -ve özellikle tek parti döneminde ortaya çıkan- davranışlar, Said-i Nursi’nin ön plana çıkmasına ve isminin kamuoyuna mal olmasına yol açtı.
Bugün Fethullah Gülen’in narsist kişilik bozukluklarının ve belagatli dinî retorik yönteminin kökeni esas olarak Said-i Nursi’ye dayanmaktadır.
“Emirdağ Lahikası” isimli kitabında Said-i Nursi kendisine sorulan bir soruyu cevaplarken şöyle der:
Mühim Bir Suale Hakikatli Bir Cevaptır
Büyük memurlardan birkaç zat benden sordular ki:
“Mustafa Kemal’in sana üç yüz lira maaş verip Kürdistan’a ve vilayat-ı şarkiyeye, Şeyh Sünusi yerine vaiz-i umumi yapmak teklifini neden kabul etmedin? Eğer kabul etseydin ihtilal yüzünden kesilen yüz bin adamın hayatlarını kurtarmaya sebep olurdun!” dediler.
Ben de onlara cevaben dedim ki:
“Yirmişer otuzar senelik hayat-ı dünyeviyeyi o adamlar için kurtarmadığıma bedel, yüz binler vatandaşa, her birisine milyonlar sene uhrevi hayatı kazandırmaya vesile olan Risale-i Nur, o zayiatın yerine binler derece iş görmüş. Eğer o teklifi ben kabul etseydim, hiçbir şeye alet olamayan ve tabi olmayan ve sırr-ı ihlası taşıyan Risale-i Nur meydana gelmezdi. Hatta ben, hapiste muhterem kardeşlerime demiştim; eğer Ankara’ya gönderilen Risale-i Nur’un şiddetli tokatları için beni idama mahkûm eden zatlar, Risale-i Nur’la imanlarını kurtarıp idam-ı ebedîden necat bulsalar, siz şahit olunuz, ben onları da ruh u canımla helal ederim!” (“Emirdağ Lahikası 1”, Şahdamar Yayınları, İstanbul 2010, Sayfa 8)
Risale-i Nur hareketinin önde gelen kurumlarından Suffa Vakfı ve Feyyaz Bilim ve Gelişim Derneğinin desteklediği http://www.sorularlarisale.com sitesinin “Nurcu anlayışın” Kur’an okunmasına dair yaklaşımını ortaya seren ibretlik bir soru ve cevabı şu şekildedir:
Soru: “Risale-i Nur’u anlamıyoruz, Kur’an-ı Kerim meali okunsa yeterli olmaz mı?” diyenlere nasıl cevap vermeliyiz? Yalnızca meal okumak sakıncalı mıdır?
Cevap: Kur’an-ı Kerim, sadece mealle anlaşılabilecek bir kitap değil. Çünkü Kur’an’da bulunan yüzlerce müteşabih ayet, İslam âlimlerinin Kur’an ve hadis ışığında yaptıkları yorumlarla ancak tam olarak anlaşılabilir. Kısa bir meal bu manayı veremez. Resulullah’tan (sav) bu yana yaklaşık dört yüz bin tefsir yazılmış, bu tefsirler bile Kur’an’ı tam açıklamaktan acizdir.
Çünkü Kur’an, dibi olmayan bir deniz, okyanus gibi olduğundan ancak bu ilimde rusuhiyet peyda eden müfessirlerin yardımıyla anlaşılabilir. Kur’an meali sadece bizlere dar bir bakış açısı vermekten öteye geçememekte. Birçok anlamamız gereken manalar örtülü kalmaktadır. Tabii “hiç meal okumayalım” demiyoruz. Elbette meal okunmalı ama sadece mealle yetinilirse birçok Kur’anî bilgiden de mahrum kalınacağı unutulmamalıdır. Kur’an’ın tam tercüme edilemeyeceğini Bediüzzaman Hazretleri Yirmi Beşinci Söz’de ifade buyurmuş.
Bugünden düne “flashback” yaparsak dünü daha iyi anlayabilir ve yarını Kur’an’ın kutlu ışığında Allah’ın rızasına uygun yaşayabiliriz.
Peygamber Efendimiz’in vefatı ile birlikte başlayan iktidar kavgası, dönemin otoritesi Hz. Ebubekir’in yaşlılığı yüzünden itibar görmesi ve Cenab-ı Peygamber’e yakın bir şahsiyet olması sayesinde uhuletle yatıştırılır. Hz. Ebubekir’in kısa süren hilafetinde kayda değer problemler yaşanmaz. Vefatından sonra hilafete gelen diğer üç halifenin hem dönemleri hem de hayatları için ise aynı şey söylenemez.
Hz. Ömer (634-644), Farisi bir köle olan ve azmettirilen süfli ve de sefil Ebu Lüle tarafından suikasta uğrayarak sabah namazında; Hz. Osman (644-656), şaki ve bağiler tarafından muhasara altında su gönderilmesine dahi müsaade edilmeyen, hunharca bir saldırıya uğradığı evinde Kur’an okurken; Hz. Ali (644-661), Haricî suikastçılardan Abdurrahman b. Mülcem isimli bir alçak tarafından zehirli bir hançerle sabah namazında yaralanmasıyla birkaç gün içerisinde vefat etmiştir.
Hulefa-i Raşidin içinde en uzun süre halifelik görevini üstlenen Hz. Ali, hilafet döneminde bir gün bile rahat nefes alamamış, haricî ve dâhilî İslam düşmanları ile yoğun bir mücadele içerisine girmiştir.
Hz. Ali’nin vefatı ile Şam’da yerleşik tiranın iktidarının tahkimi, Hz. Hasan’ın zehirlenmesi ile başlamıştır. Oğlu Yezid’in, tarihin en büyük katliamlarından biri olan Kerbela faciasında, Hz. Hüseyin’i hunharca, adice ve bayağı bir şekilde şehit etmesi de İslam tarihinde iktidar kavgasının en müşahhas örneklerinden biridir.
Seçilmiş halife Hz. Ali’ye sinsi planları nedeniyle biat etmeyen Muaviye, Dört Halife Dönemi’nde görevden uzaklaştırılan tüm yöneticileri ve menfaat gruplarını Şam’da toplayarak Medine yönetimine karşı önce muhalefet, ardından da isyan etti.
Bu ilk fitne döneminin ardından halifelik müessesesi hızla bir iktidar aygıtına dönüştürülmüş ve bir kısım halifeler döneminde pek çok olumsuzluk yaşanmıştır.
Bu kitap “Halifeler” başlıklı 6 kitaptan oluşan serinin ilkidir.
Bugün yaşadıklarımızın temeli olan “halifeler tarihi”, önemli hakikatleri gün yüzüne çıkarmayı gaye edinmektedir.

    Yasin Topaloğlu
    Mart 2016, Ankara

HZ. MUHAMMED

Arabistan Yarımadası sıcak iklime sahip, geniş çöllerle kaplı bir bölge olduğundan, tarım ve hayvancılığa elverişli yerleşim yerleri azdır. İslamiyet öncesi Arap Yarımadası’nda göçebe olarak hayatlarını süren Araplar, atalarının âdetleri ve inançları üzere yaşıyorlardı. Ticaretin şehirlerde yaşayanlar için geçerli olduğu bölgede, çölde yaşayan büyük çoğunluk çapulculuk yapardı. Yağma ve çapulculuk, özellikle yoksulluktan bunalan bedeviler için normal rızık yollarından biri idi. Birçoğu da fuhuş yaptırarak, özellikle de diğer kabilelerden esir aldıkları kadın ve kızları bu çirkin işlerde çalıştırarak para kazanıyorlardı.
İslam öncesi örgütlenme biçimleriyse aile bağlarını önceleyen kabile sistemi idi. Kabile, bir Arap’ın her şeyi idi. O nedenle soyculuk aralarında çok yaygındı. Kabile, diğer kabilelere karşı üyelerinin her türlü eylemlerinden sorumluydu. Bu nedenle, kendisine kimlik veren, güvenliğini sağlayan kabilesi için bir Arap hiçbir fedakârlıktan kaçınmazdı. Birbirlerine karşı kabileleriyle övünürlerdi. Kabile; fertlerini aşırı gittikleri zaman cezalandırır, gerekirse kabile dışı ilan ettiği gibi, başka kabileden kendilerine sığınan birisini de himayesi altına alabilirdi.
Özel mülkiyetin olmadığı bu sistemde kabilenin ileri gelenlerinden oluşan bir meclis vardı. Önemli kararlar bu mecliste alınırdı. Mekke’yi, kabilelerin temsilcilerinden oluşan bir meclis yönetiyordu. Mecliste, yetkileri babadan oğula geçen on kabile lideri bulunuyordu. Genelde en çok mal ile çocuğa sahip bulunan ve kabilenin yaşça da en büyüğü olan kişi kabilenin başkanı olurdu. Otlaklar, su başları, hatta yer yer sürüler kabilenin ortak malı durumundaydı.
Coğrafi konumu gereği, Mekke’de oturanlar çoklukla ticaretle, Medine gibi yerleşim merkezlerinde oturanlar ise ziraatla uğraşırlardı. Kervan yolları üzerinde olması nedeniyle Mekke’nin stratejik bir önemi vardı. Bu nedenle Mekke’de hatırı sayılır zenginler oluşmuştu. Kışın Yemen’e, yazın Şam’a ticari seyahatler yapılırdı. Mekke’nin en canlı olduğu dönem, kabileler arası savaşın yasaklandığı ve günümüzde üç aylar denilen dönem idi. Bu dönemde kabileler hac görevini ifa etmek için Mekke’ye geliyor ve ticaret yapıyorlardı. Bu dönemde Arap Yarımadası’nda suç oranları en düşük seviyeye iniyordu. Kölelik sisteminin olduğu bu dönemde köleler üretimden çok ev işlerinde, kervanların korunmasında çalıştırılıyor ve cariye olarak kullanılıyordu.
Tüccarlar vasıtasıyla Yahudilik ve Hristiyanlık gibi semavi dinlerin girdiği Arabistan Yarımadası’nda, yaygın olan inanç biçimi puta tapıcılıktı. Bunların yanı sıra, kayda değer ağırlıkları olmasa da Yemen’de ve Şam çevresinde yıldızlara tapınanlar vardı. Bahreyn, İran ve Irak’ta Mecusi denilen, ateşe tapan insanlar yaşıyordu.
Taştan, ağaçtan veya yiyecek maddelerinden yaptıkları putlarından, sıkıntılı durumlarda yardım isteyen Araplar, Kâbe’yi de onların etrafında tavaf etmek, onlara secde etmek, kurban kesmek için ziyaret ederlerdi. Önemli bir işe başlamadan veya bir yolculuğa çıkmadan önce Kâbe’yi ziyaret edip, onlara kurban keser ve başladıkları işin nasıl sonuçlanacağını öğrenmek için fal okları çekerlerdi.
Yahudiler, Hristiyanlar ve Hanif inancında olanlar dışında o dönemin Arapları, öldükten sonra hayata inanmazlardı.
Kadının adının olmadığı o dönemde bir erkek istediği kadar kadınla evlenir, istediği zaman onu boşardı. İki kız kardeşle aynı anda evlenme, üvey anne ile evlenme gibi âdetlerin olduğu o dönemde, kocası ölen kadın, üvey oğullarına miras olarak kalırdı. O dönemde yaşayan Arap, karısını boşar veya ölürse, bu adamın büyük oğlu bu kadınla evlenmek istediği zaman elbisesini kadının üzerine atar, bu suretle mehir vermeye lüzum kalmadan, o kadın onun karısı olurdu.
Ekonomik ve sosyal nedenlerle kadının adının olmadığı o dönemde kız çocukları da ayıplı görülür, doğumlarından utanç duyulurdu. Bir aile, erkek çocuğunun çokluğu oranında kendini güçlü hissettiği için kız çocukları tüketici ve zayıflatıcı bir birey olarak görülürdü. Erkekler gibi çalışıp kazanamadığı, bir saldırı anında düşman kabilelerin eline esir düşecekleri, tecavüze uğrayıp fuhuş yaptırılacakları gibi düşüncelerle kız çocukları olunca çok kızarlardı. Bedevi Araplar, yaşamasını istedikleri kızlarına yünden örülmüş bir cübbe giydirerek onlara deve, koyun sürülerini güttürürlerdi. Öldürmek istedikleri kızlarını ise bazen doğar doğmaz öldürürler, bazen de altı yaşlarına geldiğinde onu, güzel elbiseler giydirip akrabalarına götüreceklerini söyleyerek, çölde önceden hazırladıkları çukura atar, üstünü toprakla örterlerdi. Doğar doğmaz öldürecekleri zaman da doğum yapmak üzere olan kadın bir çukur kazar, orada doğum yapar, doğan çocuk kız ise o çukura gömer, erkek ise alır büyütürdü.
İslam öncesinde Arap toplumunda kumar düşkünlüğü ve alkol tüketimi çok yaygındı. Herkes kumar oynayamazdı. Kumar oynamak için kabilenin ileri geleni ve zengini olmak gerekiyordu.
Asabiyesi yüksek olan Arap toplumunda cömertlik, yardımseverlik, yiğitlik, komşu haklarını gözetme gibi iyi âdetler olsa bile kan davası da çok yaygındı. Bazen sudan sebeplerle başlayan kabile savaşları kırk yıl boyunca devam edebiliyordu.

Ebedî Işık 571’de Doğdu
İnsanlara gönderilen peygamberlerin sonuncusu olan Hz. Muhammed böyle bir toplumun içinden çıktı. Kur’an’da da anlatılan Fil olayından elli beş gün sonra, 571 yılında, 20 Nisan gününe karşılık gelen Rebiyülevvel’in 12’sinde, pazartesi günü Mekke’de dünyaya geldi.
Soyu, Hz. İbrahim’in oğlu İsmail’e nispetle İsmailîler diye de anılan ve iki büyük Arap topluluğundan birini teşkil eden Adnaniler’e dayanmaktadır.
Dedesi Abdülmuttalib, Mekke’nin en değerli su kaynağı olan Zemzem Kuyusu’nu yeniden ortaya çıkarıp onardığı sırada Kureyş’in bir kısım eşrafı tarafından hakarete uğrayınca, Allah’a yemin etti ve on oğlu olduğu takdirde birini kurban etmeyi adadı. Çocukları dünyaya gelip verdiği sözü yerine getirmek istediğinde aralarında kura çekti ve kura en küçük oğlu Abdullah’a çıkınca onu kurban etmek istedi. Kararını uygulamak için harekete geçtiğinde yakınlarının tepkisiyle karşılaştı. O da sözüne diyet olarak oğlunun yerine yüz deve kurban etti. Hz. Muhammed, bu olayı ve büyük dedesi Hz. İbrahim’in oğlu İsmail’i kastederek kendisini, “Ben iki kurbanlığın çocuğuyum.” diye tanıtmıştır.
Abdullah da babası gibi ticaret ile uğraşan bir insandı. On sekiz yaşına geldiğinde Amine ile evlendi. Amine, Kureyş kabilesi’nin Beni Zühre koluna mensup Vehb b. Abdümenaf’ın kızıdır. Abdullah, Amine ile evlendikten kısa bir süre sonra ticaret yapmak için gittiği Şam’dan dönerken Medine’de vefat etti.
Dünyaya gelmeden önce babasını kaybeden Hz. Muhammed’in adı, annesine rüyasında telkin edilmiştir. Doğumu öncesinde görülen olağanüstü olaylar dışında sünnetli bir şekilde dünyaya gelmesi nedeniyle onun özel bir kişi olduğu konuşulmuştur. Abdülmuttalib torununun doğumu şerefine bir ziyafet vermiştir.
Araplar arasında yeni doğan çocukları süt anneye verme âdetine Amine de uymuş ve emzirmesi için oğlunu önce Ebu Leheb’in cariyesi Süveybe’ye vermiştir. Daha sonra çölün sağlıklı havasında büyüyüp fasih Arapça öğrenmesi için Hevazin kabilesi’nden Halime’ye verildi.
Hz. Muhammed’e iki yıl süreyle bakan Halime, iki yılın sonunda annesine teslim etmek üzere onu Mekke’ye getirir. O sırada Mekke’de veba salgını olduğu için oğlunu korumak isteyen Amine, oğlunun bir süre daha Halime’de kalmasını ister. Hz. Muhammed’i yanına aldıktan sonra bolluğa kavuşan Halime, beş yaşına kadar ona bakar.
Hz. Muhammed altı yaşına girdiğinde cariyesi Ümmü Eymen’le birlikte onu yanına alan Amine, akrabalarını ve eşinin kabrini ziyaret etmek üzere Medine’ye gitti. Eski adı Yesrib olan Medine’de bir ay kadar kalan Amine, Mekke’ye dönmek için yola çıktığında Medine’nin 190 kilometre dışında kalan Ebva mevkisinde hastalanıp hayatını kaybetti. Böylece Hz. Muhammed, yetim olarak geldiği dünyada altı yaşında öksüz kaldı.
Torununun sorumluluğunu üstlenen Abdülmuttalib, ona öksüzlüğü hissettirmemeye çalıştı. Abdülmuttalib, Hz. Muhammed sekiz yaşına geldiğinde hayata gözlerini kapadı. Ölmeden önce de torununu oğlu Ebu Talib’e emanet etti. Ebu Talib, çocukları çok seven biriydi. Muhammed’i de kendi çocuklarından ayrı tutmadı.
Mensubu olduğu Kureyş Kabilesi’nden olan kişiler ticaretle uğraşıyordu. O da kumaş ve tahıl ticareti yapan amcası Ebu Talib’e yardım ederek ticaret hayatına başladı. Mekkeli diğer erkekler gibi ilk ticaret seferine dokuz yaşında çıktı. Suriye’ye giden bir kervan ile yola çıkan Hz. Muhammed, burada Busra denilen köyde konakladı. O konaklama esnasında kendisindeki olağanüstü özellikleri fark eden Bahira adındaki rahibin, Şam’da bulunan Yahudilerin ona zarar verebilecekleri uyarısıyla Busra’dan daha ileri gitmedi.
Büyüdüğü ortamda Ebu Talib’in işlerine yardım etti. On yaşında iken onun koyunlarını da güttü. Peygamber olduktan sonra kendisine yöneltilen bir soru üzerine her peygamberin koyun güttüğünü söylemiştir.
Mekke, coğrafi konumu yanında toprak yapısı ve bitki örtüsü yönünden ziraat ve hayvancılık yapmaya uygun değildi. Aşırı sıcak oluşu ve yeterli su kaynağı bulunmaması nedeniyle tarım ve hayvancılık yapmak mümkün değildi. İnsanlar, bu nedenle ticaret yaparak geçimlerini temin etmek zorundaydı. Tarım, daha çok güneyde, doğuda ve Hicaz’ın Medine, Hayber, Taif ve Vadilkura gibi vahalarında yapılabiliyordu.
Arabistan’da ticaretin en canlı olduğu dönemler, fuar zamanları idi. Habeşistan ve Yemen gibi Mekke’den uzak bölgelerde yapılan fuarlara katılmak için o da yolculuklar yaptı. Böylece bir yandan ticaret ile uğraşırken, diğer yandan Arabistan’ın ekonomik, sosyal ve kültürel yapısını öğrenme imkânı buldu.
Yaşı yirmiye geldiğinde büyük mal sahiplerinden, kendi malını işletmesi için ona teklifte bulunanlar oldu. Dürüstlüğü, samimiyeti ve emaneti koruması ona olan güveni giderek arttırdı. Onun Hz. Hatice ile evlenmesine de ticaret vesile oldu.
Hz. Hatice, önceki iki kocasını kaybetmiş, dul bir kadındı. Zengin ve soylu bir hanım olan Hz. Hatice, çevresindeki insanların tavsiyesi ile Hz. Muhammed’e malını işletmesi karşılığında ortaklık teklifinde bulundu. Aralarında yaptıkları anlaşma sonrasında Suriye’ye götürdüğü kervanla kârlı bir ticaret yaptı. Sonuç Hz. Hatice’nin ona olan güvenini arttırdı. Hz. Muhammed 25 yaşına girdiğinde Hz. Hatice’den, Nefise binti Ümeyye adlı kadın aracılığı ile evlilik teklifi aldı. Evlendikten sonra Hz. Muhammed, bir rivayete göre kendisinden 15, diğer bir rivayete göre 3 yaş büyük olan Hz. Hatice’nin evine taşındı.
Hz. Muhammed, kendisine peygamberlik görevi verilene kadar adına leke getirmeden yaşamış bir insandı. Hep doğruyu söylemesi sebebiyle “Emin” lakabını alan Hz. Muhammed’in hayatında peygamberlikten önceki en önemli olaylardan biri 605 yılında meydana geldi. O yıl, Kâbe, Kureyşliler tarafından yeniden inşa edilmeye başlandı. İnşaat tamamlanınca Hacerülesved denilen siyah taşı yerine kimin koyacağı konusunda anlaşmazlık çıktı ve bu nedenle kabileler birbiriyle çatışma noktasına geldi. Kureyş Kabilesi’nin önde gelen isimlerinden Ebu Ümeyye b. Mugire, Beni Şeybe kapısından Kâbe’ye ilk girecek kimsenin vereceği karara uyulmasını teklif etti. Beni Şeybe kapısından ilk giren kişi Hz. Muhammed oldu. Hacerülesved ona verildi. O da taşı bir örtü içine koyup, bütün kabile üyelerine örtünün bir ucundan tutturarak kaldırdıktan sonra taşı bugünkü yerine koydu. Böylece anlaşmazlığı sona erdirmiş oldu.

“Yaradan Rabb’inin Adıyla Oku!” Emri Geldiğinde Çok Korktu
Ünlü İslam bilginlerinden Muhammed Hamidullah, Hz. Muhammed’e ilk ayet indirilmeden önce Mekke ortamını şöyle anlatmıştır:
“İslam’ın ortaya çıkışından önce Mekkeliler putperest olmakla birlikte, aslında mutlak kudret sahibi, yüce ve tek bir Allah düşüncesine de sahiptiler. Putlar ise Allah’la aralarında aracı durumundaydılar. Merak duygusu, tabii olarak çok az sayıda insanı kendisine çeken Hristiyanlık, Zerdüşt ateşperestliği gibi ‘yabancı’ dinlerin ve ateizm vb. felsefi düşüncelerin girişini kolaylaştırıyordu. Ne tuhaftır ki bu insanlar arasında hiç beklenmeyen bir hoşgörü vardı. Nitekim aynı aile farklı dinlerden bireyleri barındırabiliyordu. Dahası Kâbe’nin çevresinde, Arabistan’ın çok sayıda kabilesini temsil eden yüzlerce put bulunuyordu. Kâbe’nin iç duvarlarına işlenmiş resimler arasında İbrahim’i (a.s.), İsmail’i, (a.s), İsa’yı (a.s), Hz. Meryem’i tasvir eden resimler de bulunmaktaydı.”
Kâbe’de Arabistan’daki her bir kabileye ait üç yüz altmış put bulunmaktaydı ve o, hiçbir putun önünde eğilmedi. Bu putların en büyükleri, Lat, Uzza, Menat ve Hubel idi. Menat’a; Ensar kabileleri, Sa’d ve Huza kabileleri tapardı. Lat putu Taiflilerindi. Uzza; Gatafan, Gânî ve Bahîle kabilelerine aitti. Kırmızı akikten yapılmış Hubel ise Kureyş Kabilesi’ne aitti. Bunların dışında İs’af, Naile, Vedd, Suva, Yağûs ve Ya’ûk vb. adlarla meşhur başka putları da vardı.
O, Hz. İbrahim’in dini üzere yaşamaya çalışan az sayıdaki Hanif inancına mensup insan gibi inanıyordu. Hanifler, Allah’ın birliğine inanırlar, putlara ibadeti reddederler, hesap gününe itikat ederler, cahiliye âdetlerini kabul etmezlerdi. O nedenle ibadet etmek için çoklukla Mekke dışına çıkarlardı. Hz. Muhammed de ibadet etmek istediği zaman Hira Dağı’nda kendisiyle baş başa kalıyordu. Peygamberlik görevinden birkaç yıl önce Hira Dağı’na daha sık çıkmaya başladı. Yiyeceği tükenince Mekke’ye iniyor, Kâbe’yi tavaf ediyor ve yiyecek alarak mağaraya dönüyordu. Bazı zamanlar Hz. Hatice’yi de yanına alıyordu.
610 yılının Ramazan ayında, Kadir Gecesi ilk vahiy indirildi. Vahiy meleği olan Cebrail, Hira Dağı’nda bulunduğu gün, “Yaratan Rabb’inin adıyla oku!” anlamındaki ilk ayeti ona tebliğ etti. Bu olay onda korku, endişe ve heyecan uyandırdı. Hira Dağı’ndan inip Hz. Hatice’nin yanına gitti ve yatağa girerek Hz. Hatice’den üstünü örtmesini istedi. Kalktığında sakinleşti ve başına gelenleri teker teker anlattı. Ona ilk inanan Hz. Hatice oldu.
Hz. Hatice’nin amcası Varaka bin Nevfel, kutsal inançları bilen, bilge bir kişiydi. Hz. Hatice, Hz. Muhammed’i ona götürdü. Hira Dağı’nda başından geçenleri dinledikten sonra kendisine gelen meleğin bütün peygamberlere vahiy getiren melek olduğunu söyledi.
Varaka bin Nevfel’in açıklamalarıyla gönlü sakinleşen Hz. Muhammed, Cebrail’in ikici kez gelişini beklemek için sık sık Hira Dağı’na gitmeye başladı. Uzun süre Cebrail’in gelmeyişinden ümitsizliğe kapılan Hz. Muhammed, bir gün Hira’daki mağaradan dönerken Cebrail’i tekrar görünce korku ile evine gitti. Cebrail evinde karşısına çıkarak ona Müddessir suresi’nin ilk ayetlerini okudu. Bu ayetlerde artık ilahi tebliğleri insanlara ulaştırma zamanının geldiği haber verildi.
Hz. Peygamber, o andan itibaren insanları gizli gizli İslam’a davet etmeye başladı. Üç yıl süren bu davet sırasında İslam’a ilk inananlar, eşi Hz. Hatice, ardından yakın dostu Ebu Bekir, amcası Ebu Talib’in oğlu Ali, Zeyd b. Harise, kızları Zeyneb, Rukiyye ve Ümmü Gülsüm oldu.
Üç yıl süren gizli davet sırasında cennetle müjdelenen sahibiler de ona inandılar. Bu dönemde kendine inananlarla evinde veya Mekke dışındaki tenha yerlerde buluşan Hz. Muhammed, kendisine gönderilen ayetleri de onlara izah ediyordu.
İslam inancının gizli gizli yayılışı Ömer b. Hattab’ın Müslüman olmasına kadar devam etti. Hz. Ömer’in Müslüman oluşu ile birlikte İslam’a davet açıktan yapılmaya başlandı. Müslümanlar ile müşriklerin ilk çatışmaları da bu aşamada başladı.
Mekke bir ticaret merkeziydi. Kâbe, Mekke dışındaki kabilelerin putlarını sakladıkları merkez idi. Kureyşliler, Hz. İbrahim ve İsmail’den beri devam eden hac ve umre ibadetlerini idare ediyor ve bu faaliyetten dolayı ciddi bir gelir elde ediyorlardı. Hz. Muhammed’in Allah’a şirk koşulmamasını tebliğ etmesi, Mekke’nin iktisadi gelir kapısına bir darbe anlamına da geliyordu.
Hz. Muhammed hakikat sözcülüğüne, akrabalarını davet ile başladı. Kureyş kabilesi’nden Haşimoğulları ve Muttaliboğulları’ndan kırk beş kişiyi bir davette buluşturdu ve peygamberliğini tebliğ etti. Amcası Ebu Leheb, “Kabilesine senin getirdiğin gibi kötü şey getiren birini görmedim!” diyerek ortamı terörize edip daha fazla konuşmasına fırsat vermedi. Hz. Muhammed’in bu davetini, Mekke’nin diğer ileri gelenlerine verdiği davetler takip etti. Bu davetlerde her seferinde karşısına amcası Ebu Leheb çıktı. Onu amcasının muhalefetine karşı koruyan ise diğer amcası Ebu Talib oldu.
Kur’an’da da anlatıldığı üzere Ebu Leheb karısıyla birlikte Resul-i Ekrem’e daima muhalefet etti. Mekke’ye dışarıdan gelen kişilerin onunla temasını engellemeye çalıştılar. Onlar karşı çıktıkça insanların Hz. Muhammed’in anlattıklarına ilgisi giderek artıyordu. İnsanların artan ilgisi, Kureyş’in ileri gelenlerini iyice endişeye sevk ediyordu. Puta tapıcılığın ortadan kalkması, Araplar arasındaki saygınlıklarının ve ticari gelir kapılarının yitirilmesi demekti. Onlar ısrarla atalarının dininde yaşamak istiyorlardı.
Dönemin Arap toplumunda maddi güç ve kabile asabiyesine dayalı bir üstünlük anlayışı hâkimdi. Fakirlerin emeğinin sömürüldüğü adaletsiz bir düzen vardı. Hz. Muhammed, toplumun ezilen kesimlerinin sözcüsü gibi ortaya çıkınca, değişim için bir umut ışığı doğmuştu. Alkolizmin, kadın istismarının yaygın olduğu toplumdaki bu davranışları yeni peygamber eleştiriyordu. Bütün insanların doğuştan birbirlerine eşit oldukları söylemi Arap toplumundaki dengeleri sarsacak nitelikteydi. Bu nedenle statükoyu korumak isteyenler yeni dine inananlara eziyet etmeye başlamışlardı. Öncelikle onu hakaret ve alay yoluyla sindirmeye çalışanlar, süreç içinde tepkilerinin dozunu şiddet boyutuna ulaştırdılar.
Kureyşliler, yaptıkları eziyetlerden sonuç alamayınca bir çare olarak Ebu Talib’den yardım istediler. Ebu Talib, yardım taleplerinin ilkini gönül alıcı sözlerle geçiştirdi. Yardım talebinde bulunanlar ikinci seferde tehdit edici ifadeler kullandılar. Bunun üzerine Ebu Talib, Hz. Muhammed’i yanına davet etti ve baskılara daha fazla direnemeyeceğini söyledi. Amcasının da kendisini yalnız bıraktığı hissine kapılan Hz. Muhammed o an, “Bu işten vazgeçmem için güneşi sağ elime, ayı da sol elime verseler hiçbir şey değişmez, Allah bu dini üstün kılıncaya kadar çalışacağım veya bu uğurda öleceğim!” dedi. Yeğeninin sözlerinden etkilenen Ebu Talib, ona hak verdi ve “Git istediğini söyle, Allah’a and olsun ki seni asla onlara teslim etmeyeceğim!” dedi.
Ebu Talib’e son gelişlerinde Hz. Muhammed’i kendilerine teslim etmesini isteyen Kureyşliler, “Yeğenini bize teslim et, onun yerine Velid b. Mugire’nin oğlu Umare’yi sana evlat olarak verelim.” dediler. Tabii Ebu Talib, bu öneriyi de reddetti. Bunun üzerine Kureyşliler Hz. Muhammed’e doğrudan öneride bulunup, Mekke’deki düzeni bozmaması karşılığında her türlü imkânı kendisi için seferber edecekleri sözünü verdiler. Yaptıkları tüm bu girişimlerden sonuç alamayınca Müslümanlara karşı tavırlarını sertleştirmeye başladılar. Sertleşen tavırların başında Müslümanlarla her türlü temasın kesilmesi, onların tecrit edilmesi ve yaşadıkları mahallenin ablukaya alınıp aç bırakılması da vardı.
Hz. Muhammed, kendisine inanan kimselere yapılan işkencelerin dozu artınca, Hz. Osman ve eşi Rukiyye’nin de aralarında bulunduğu on beş kişilik grubun 615 yılında Habeşistan’a göç etmesine izin verdi. İslam’da ilk hicret olarak önem taşıyan bu olay üzerine İslam inanışının ilk mesajları da Afrika’ya ulaşmış oldu. Hz. Osman bir yıl sonra Mekke’ye döndükten sonra karşılaştıkları durumu Hz. Muhammed’e anlattı. Bunun üzerine yüz sekiz kişilik ikinci bir grup Habeşistan’a göç etti.
Kureyşliler, maddi ve manevi işkencelerle Hz. Muhammed’e inananların önünü kesmeye çalışırken, diğer yandan Habeşistan’a göç edenleri geri almak için Kral Necaşi’ye elçi gönderdiler. Necaşi’nin kendisine sığınanları iade etmemesi üzerine hayal kırıklığına uğrayan Mekkeliler, bir süre sonra Ebu Talib’in mahallesindeki ablukayı gevşettiler. Müslümanlara karşı boykotun gevşemesi üzerine Habeşistan’a giden göçmenlerden otuz üçü 620 yılında Mekke’ye döndü. Habeşistan’daki göçmenlerin kalan kısmı da 628 yılında Medine’ye döndü.
Hz. Hamza ile Hz. Ömer’in Müslüman olması ile Mekkelilerin morali çok bozulmuştu. Bu nedenle Hz. Muhammed taraftarlarına karşı daha şiddetli mücadele kararı aldılar. Gözlerini iyice karartan Mekkeliler, Hz. Muhammed’in mensup olduğu Haşimoğulları ve Muttaliboğulları ailelerini de düşman ilan ettiler. Hz. Muhammed’in, inadından ötürü peygamberlik iddiasında bulunduğunu düşünen Mekkeliler, akrabalarına baskı yaptıkları takdirde sonuç alabilecekleri vehmine kapıldılar. Mekkelilerin ilan ettiği düşmanlık çerçevesinde Ebu Leheb ve ailesi dışında bütün Haşimoğulları ve Muttaliboğulları ablukaya alındı. 616 yılında başlayan abluka döneminde Hz. Hatice’nin ve Ebu Talib’in bütün serveti tükendi. Hac mevsimi dışında onlarla her türlü ticari ilişki yasaklandı. Büyük yokluk ve açlığa sebep olan abluka, 619 yılında kaldırıldı.

Amcasını ve Eşini Aynı Yıl Kaybetti
Hz. Muhammed’in hayatının en sıkıntılı yılı, vahyin gönderilişinin onuncu yılı oldu. O yıl, Hz. Hatice ve amcası Ebu Talib üçer gün arayla vefat etti. “Hüzün Yılı” denilen 620 yılında Kureyşlilerin Hz. Muhammed’e karşı tavırları giderek sertleşti. Mekke içinde tebliğ imkânının kalmaması üzerine Hz. Muhammed, Mekke dışındaki kabilelere İslam’ı anlatmaya başladı. Zeyd b. Harise’yi yanına alarak önce Taif’e giden Hz. Muhammed, burada saldırı ve hakarete uğradı. Mekke’ye döndüğünde Nevfeloğulları’nın reisi Mut’im b. Adî’nin himayesiyle Mekke’ye girebildi.
İslam’da üç aylar denilen recep, şaban ve ramazan ayları aynı zamanda haram ayları olarak kabul ediliyordu. Araplar arasında bu üç aylık dönemde savaş yapılması yasaktı. Aynı zamanda bu aylar alışverişin arttığı panayır aylarıydı. Arabistan’ın dört bir yanından insanlar Mekke’ye geliyor, ticaret yapıyor, Kâbe’deki putlarına tapınıyorlardı. Hz. Muhammed’in de Arabistan dışından gelenlerle en yoğun temas ettiği dönem bu aylarda oluyordu. Bu temaslarının en verimlisini 620 yılında Medine’den gelenlerle kurdu. Hazrec Kabilesi’ne mensup altı kişilik bir grup İslam inancını benimsedi. İçlerinden Es’ad b. Zürare, Yesrib’e dönerek bu yeni dini anlatıp bir yıl sonra tekrar Akabe’de Resul-i Ekrem’le buluşma sözü verdi. Yardım edenler anlamına gelen ensar toplumunun nüvesini oluşturan bu altı kişinin faaliyetleri neticesinde 621 yılında onu Hazrec Kabilesi’nden, ikisi Evs Kabilesi’nden olmak üzere on iki Medineli Hz. Muhammed ile gizlice Akabe’de buluştu. Birinci Akabe Biatı denilen bu buluşmada Medineli Müslümanlar, Hz. Muhammed’e Allah’a ortak koşmayacaklarına, hırsızlık ve zina yapmayacaklarına, çocuklarını öldürmeyeceklerine, birbirlerine iftirada bulunmayacaklarına, Resulullah’ın emirlerine uyacaklarına dair söz verdiler. Hz. Muhammed, Medinelilere İslam’ı öğretmesi ve namaz kıldırması için Mus’ab b. Umeyr’i onlarla birlikte gönderdi. Mus’ab bin Umeyr’in çalışmaları neticesinde Medine’deki Müslümanların sayısı arttı.

Medine’ye Göç Etmek Zorunda Kaldı
Vahyin on üçüncü yılı, İslam tarihinde bir dönüm noktasını teşkil etti. 622 yılında Medine’den Mekke’ye gelen Müslümanların sayısı 25’i buldu. Onlar, Akabe’de buluştukları Hz. Muhammed’e yeniden biat ettiler. İkinci Akabe Biatı denilen bu buluşma sırasında Medineli Müslümanlar Hz. Muhammed’i kendi şehirlerine davet ettiler.
Artık Mekke’den göç etmenin zamanı gelmişti. Bunun için önce Mekke’deki Müslümanların emniyetli bir şekilde Medine’ye göç ettirilmeleri gerekiyordu. Bunun toplu bir göç olduğunun anlaşılmaması için belirli aralıklarla yola çıkıldı. Buna rağmen Mekkeli müşrikler Müslümanların kendilerini terk ettiklerini anladılar. Gidenleri durdurmak için hapis dâhil her türlü engeli çıkartmaya çalıştılar. Yine de engel olamadılar. Geride sadece Hz. Muhammed, Ebu Bekir ve ailesi, Hz. Ali ve annesi, ayrıca göç etmeye gücü olmayanlar ile hapsedilerek göç etmeleri engellenenler kaldı.
Müslümanların Medine’ye göç etmeleri, müşrikleri geleceğe ilişkin iyice endişeye sevk etti. Medine’ye göç eden Müslümanların gün gelip orada çoğalacağını ve kendileri için tehdide dönüşeceğini düşünüyorlardı. Bu nedenle Darünnedve’de toplanıp Ebu Cehil’in teklifiyle Hz. Muhammed’i öldürmeye karar verdiler. Bu son çare olarak görüyorlardı. Allah, onların bu planını vahiy yoluyla Hz. Muhammed’e bildirdi.
Kendisine ilişkin planlardan haberdar olan Hz. Muhammed, Hz. Ebu bekir ile göç hazırlıklarını sürdürdü. Bir gece sabaha karşı, yatağına Hz. Ali’yi bırakarak mucizevi bir şekilde Mekkelilerin arasından geçerek Mekke’den ayrılıp Sevr Dağı’ndaki bir mağaraya ulaştı. Mekkelilerin aramalarından kurtulmak için burada üç gün saklandı. Üç gün sonra kılavuzlarının getirdiği develere binerek 13 Eylül 622 tarihinde Medine’ye doğru yola çıktı.
Kureyş Kabilesi’nin mensupları, Hz. Muhammed’in başına yüz deve ödül koysalar da sonuç alamadılar. Hz. Muhammed ve Ebu Bekir, sekiz gün süren yolculuktan sonra Medine’ye bir saat mesafedeki Kuba’ya ulaştılar. Burada Mekke’den gelecek Hz. Ali’yi ve diğer muhacirleri beklediler. Peygamber birkaç gün kaldığı Kuba’da bir mescit yaptırdı. 24 Eylül 622 Cuma günü Medine’ye hareket eden Hz. Muhammed, Ranuna Vadisi’nde ilk cuma hutbesini okudu ve cuma namazını kıldırdı. Medine’ye vardığında büyük bir coşku ile karşılandı.
Göç anlamına gelen hicret olayı dünya tarihini etkileyecek önemli gelişmelerin önünü açtı. Hz. Muhammed’in amacı tevhit inancını bütün insanlara ulaştırmaktı. Bu amaçla bazı düzenlemelerin yapılması gerekiyordu. Bu düzenlemeleri yapmak için Medine’de uygun bir ortam oluşmuştu. Mekke’deyken müslümanların birlikte ibadet etme ve Hz. Muhammed ile sohbette bulunma imkânları çok kısıtlıydı. Medine’de endişelerinden arınan Müslümanlar, önce kendilerine bir mescit yaptılar. Peygamber Mescidi anlamına gelen ve kıblesi Kudüs olan Mescid-i Nebevi’de cemaat ile namaz kılmaya başladılar. İnşaatı yedi ay süren mescit, Hz. Muhammed’in karargâhı gibiydi. Müslümanların bütün işlerini, Mescid-i Nebevi’den veya bitişiğindeki evinden yürütüyor, yeni indirilen Kur’an ayetlerini burada tebliğ ediyordu. Kimsesiz Müslümanlarla ilim tahsil etmek isteyen sahabilerin barınması için Mescid-i Nebevi’nin arka kısmında Suffe inşa edildi. Hz. Muhammed, Medine dışına gönderilecek tebliğ heyetlerini Suffe’de yetiştirdi.
Hz. Muhammed, Medine’ye geldiğinde yaptığı ilk işlerden biri de Mekkeli göçmen Müslümanlar ile Evs ve Hazrec kabilelerinden oluşan Medineli Müslümanları kardeş ilan etmek oldu. İnançları uğruna bütün varlıklarını Mekke’de bırakan muhacirlerin yeni hayata uyum sağlamaları için maddi ve manevi desteğe ihtiyaçları vardı. Medineli Müslümanlar muhacirleri öz kardeşleri gibi kabul ettiler. Hz. Muhammed, ilan ettiği bu kardeşlik ile “bütün inananlar kardeştir.” düsturunu hayata geçirmiş oldu.

Arabistan’daki İlk Devlet Örgütü Medine’de Ortaya Çıktı
Araplar Hz. Muhammed’den önce Himyeriler, Gassaniler, Petra Krallığı gibi bazı devletler kurmuşlardı. Ancak coğrafi, kültürel ve sosyolojik şartlar gereği genelde kabileler hâlinde yaşamışlardır ve her kabilenin başında şeyh, emir benzeri liderler bulunmaktadır. Hz. Muhammed’in Medine’ye göç etmesinden sonra Arap Yarımadası’nda yeni bir devletin ışığı görülmeye başlandı.
Yeni devlet yapılanması için öncelikle Müslümanların bütün güçlerini Medine’de toplamaları gerekiyordu. Hz. Muhammed, Medine’yi iyice tahkim etmek ve güçlü bir sosyal yapı ortaya çıkartabilmek için kendisine biat eden bütün Müslümanların Medine’ye göç etmesini istedi. Zira o dönemde Medine’de Evs ve Hazrec kabilelerinin yanı sıra Beni Kaynuka, Beni Nadir ve Beni Kurayza olmak üzere üç Yahudi kabilesi vardı. Bu sosyal yapının altıncı kanadı muhacirler oldu. Ayrıca Evs ve Hazrec kabileleri sürekli çatışma içinde idi. Üstelik o dönemde Arabistan Yarımadası’nda örgütlü bir devlet yoktu. Her kabile kendi başkanının yönetiminde yaşıyordu. Hz. Peygamber, Mekkeli muhacirler ile ensar arasında birlik sağladıktan sonra Yahudi kabileleri ile henüz Müslüman olmamış Arapların ve Müslümanların barış ve güven içinde yaşaması için bir şehir devleti hâlinde teşkilatlanmanın şartlarını bir metinle belirledi. Günümüzde yazılı ilk anayasa olarak nitelendirilen bu anlaşma, şehrin asayişinin sağlanması, dış tehditlere karşı savunulması, bireyler arasındaki anlaşmazlıkların giderilmesi ve bazı ekonomik faaliyetlerin yürütülmesi gibi konuları içeriyordu. Bu noktada öncelik Medine’nin savunmasında idi. Mekkelilerin her an Medine’ye saldırması söz konusu idi ve bu noktada Yahudilerden, Müslümanlarla iş birliği yapmaları ve düşmana yardım etmemeleri istendi.
Aynı anlaşmada savaş giderlerinin, fidye ve diyet gibi giderleri her inanç grubunun kendi imkânlarıyla karşılaması, her inanç grubunun yargı görevini kendi içinde bağımsız olarak yürütmesi, farklı inançlara mensup kişilerin anlaşmazlıklarında ise son karar verme yetkisinin Hz. Peygamber’e ait olması kararlaştırıldı. Böylece Hz. Muhammed’e, Medine’de inşa edilen yeni devletin başkanı statüsü tanındı. Yahudilerle Müslümanların din ve vicdan hürriyetine sahip bulundukları da açıkça belirtildi. Bu arada Medine’nin sınırları da tespit edildi ve bundan sonraki siyasi ve askerî faaliyetler bu sınırlara göre yürütüldü. Ayrıca bir kamu hizmeti olarak Medine’de Müslümanlar için bir pazar yeri yaptırıldı ve günümüzde de defin işlemlerinin yapıldığı Baki mevkisi mezarlık olarak kararlaştırıldı.
Mekke dönemi Müslümanlar için sabır ve tahammül dönemiydi. Hz. Muhammed, kendisine yapılan kötülüklere karşılık vermedi. Bu dönemde indirilen ayetler de sabrı tavsiye ediyordu. Medine’ye gelindiğinde ise yeni şartlar ortaya çıktı. Mekke’de kim Müslüman, kim müşrik bilinirken, Medine’de münafık denilen bir grup ortaya çıktı. Şehirde yaşayanların çoğunluğu İslam inancını benimsemiş olsa da şehrin dış mahallelerinde yaşayan Yahudi kabileleri her fırsatta sorun çıkartıp ihanete varan davranışlarda bulunuyorlardı.
Yahudilerin Hz. Muhammed’in tebliğ ettiği dini benimsememelerinin önemli bir nedeni, Tevrat’ta müjdelenen yeni peygamberin İsrailoğullarından çıkmamış olmasıydı. Bu nedenle Müslümanları inançlarından vazgeçirmek için çeşitli faaliyetler yürütüyor, müşrikler gibi şiddete başvurmadan Hz. Muhammed’i insanların gözünde küçük düşürmeye çalışıyorlardı. Evs ve Hazrec kabileleri arasına çeşitli fitneler sokuyor ve münafıklara cesaret veriyorlardı. Beni Kaynuka kabilesi’nin ileri gelenlerinden bazıları İslamiyete girdiklerini söyleyip münafıklar arasına katıldılar.
Hz. Muhammed’in Medine’ye göç ederek Tevhit inancını yeni bir evreye taşımasına engel olamayan Mekkeliler, yeni sürece karşı kendilerini nasıl koruyacaklarını düşünmeye başladılar. Akıllarına ilk gelen çözümlerden biri, Medine ileri gelenlerine mektup yazarak Hz. Muhammed’e sahip çıkmamalarını istemek oldu. Ebu Süfyan ve Ubey b. Halef, yazdıkları mektupta Hz. Muhammed’e yardım etmenin utanılacak bir davranış olduğunu, şayet yardım edecek olurlarsa aralarında savaş çıkabileceğini söylediler. Aynı zamanda karşı hamle yaparak ekonomik tedbirler almaya başladılar.

Bedir Zaferi Bir Başlangıçtı
Arap yarımadası büyük bir islam hareketine hazırlanırken, bütün kabileler gelişmeleri sıcağı sıcağına takip ediyorlardı. Mekke’nin bütün zenginliklerini elinin tersi ile iten Çölün Efendisi, yeni bir çekim merkezi yaratmıştı. Medine artık kendini koruyabilecek bir örgütlenmeye doğru gidiyordu. Hz. Muhammed, hicretten yedi ay sonra hazırladığı müfreze ile Mekke kervanlarına gözdağı verdi. Bu gözdağını daha sonra takip ve gözetleme şeklinde yapılan diğer sekiz harekât izledi. Bu harekâtlarla birlikte Medine ile Mekke arasında savaş hükümlerinin yürürlükte olduğu bir dönem başladı ve bu durum Hudeybiye Antlaşması’na kadar devam etti.
Mekke’nin can damarı ticaret kervanları idi. Ticaret yapamayan bir Mekke, bütün zenginliğini yitirirdi. Mekke’nin can damarına ilk darbe, hicretten on yedi ay sonra Batn-ı Nahle’de vuruldu. Yemen’den dönen Kureyş kervanına yapılan baskın ile Kureyşli müşriklere gözdağı verildi. Bunu, Ebu Süfyan’ın idaresinde Suriye’den dönen bir başka ticaret kervanına Bedir’de düzenlenmek istenen baskın takip etti. Ancak Ebu Süfyan, baskın teşebbüsünü fark edince Mekke’den yardım istedi. Ebu Süfyan, Bedir mevkisinin uzağından geçerek kervanını baskından kurtarırken, Mekkeliler, Ebu Cehil kumandasında oluşturdukları bin kişilik kuvvetle Bedir’de ticaret kervanına baskın yapmak için bekleyen Müslümanların üzerine yürüdüler. 13 Mart 624 Cuma sabahı üç yüz beş kişilik Müslüman kuvvetiyle müşrik ordusu arasında geçen savaşta Ebu Cehil dahil yetmiş kişi öldürüldü, yetmiş kişi esir alındı. Müslümanlar ise on dört şehit verdi. Bedir Savaşı, Müslümanların moralini yükseltirken, itibarlarını da arttırdı. Hz. Muhammed, zalime karşı zafer kazanmış bir komutan olarak yeni dini anlatmaya başladı.
Bedir Savaşı öncesinde Yahudilerin ikili davranışları sabırla önlenmeye çalışılırken, Bedir Savaşı sonrasında kesin önlem alma yoluna gidildi. Buna neden olan olay ise Beni Kaynuka çarşısına giden Müslüman bir kadının tacize uğraması oldu. Tacize uğrayan kadına yardım için gelen sahabinin tacizci Yahudi’yi öldürmesi ve kendisinin de şehit edilmesi üzerine Medine’deki barış hükümleri terk edilmiş oldu. Hz. Muhammed, Bedir zaferinden bir ay sonra Beni Kaynuka’nın üzerine yürüdü ve onları İslam’a davet etti. Onlar daveti reddedip kalelerine çekildiler. Bunun üzerine Hz. Muhammed kaleyi ablukaya aldı ve Müslüman olmayı kabul etmeyen Yahudilerin üç gün içinde Medine’yi terk etmelerini istedi.

Bedir Yenilgisi Mekkelileri Öfkelendirdi
Bedir’de uğradıkları kayıpları hazmedemeyen Mekkeliler, yeni bir savaş için hemen hazırlığa giriştiler. İntikam duygularını kamçılayan önemli bir neden de Müslümanların Suriye-Mısır ticaret yolunu kesmeleri ve kervanlarına baskın düzenlemeleri idi. Bu sebeple, Bedir’de topladıkları askerin üç katını donatarak 625 yılında yeniden Medine’nin üzerine yürüdüler.
Hz. Muhammed, bin kişilik bir ordu ile onları Uhud mevkisinde beklemeye başladı. Fakat Mekke ordusu gelmeden Abdullah b. Ubey’e bağlı üç yüz kişilik münafık grup ordudan ayrıldı. Abdullah b. Ubey, Medine’nin başkanı olma hayalini kuran bir kişi idi. Hz. Muhammed’in Medine’ye gelişiyle bu hayali suya düşmüş, o da yaptığı bozgunculukla hayatı boyunca peygambere zarar vermeye çalışmıştı.
23 Mart 625’te Müslümanlar ve müşrikler bir kez daha karşı karşıya geldiler. Müslümanlar başlangıçta Kureyşlileri çekilmeye mecbur ettiyse de Resulullah’ın stratejik önem taşıyan bir tepeye yerleştirdiği okçuların talimata uymayarak burayı terk etmeleri üzerine Halit b. Velid komutasındaki müşrikler arkadan saldırıp savaşın seyrini değiştirdiler. Başta Hz. Peygamber’in amcası Hamza olmak üzere yetmiş Müslüman Uhud’da şehit oldu. Müslümanları büyük korkuya sevk eden bu savaşta Hz. Muhammed de yaralandı. Dişi kırılan ve vücuduna yara alan Hz. Muhammed’in öldüğü haberleri Müslümanların savaşma azmine darbe indirdi. Müslümanlar, aldıkları büyük darbe ile Uhud Dağı’nın eteklerine çekilirken, müşrikler de Ebu Süfyan’ın etrafında toplandılar, böylece iki ordu birbirinden ayrılarak savaşı sona erdirdi.
Savaşta beklemedikleri bir yenilgi alan Müslümanlar, müşriklerin Medine’ye de saldıracakları haberini alınca yeniden toparlanarak beş yüz kişilik bir kuvvetle Medine’ye birkaç kilometre mesafedeki Hamraülesed mevkisine giderek beklemeye başladılar. Müslümanların kendilerini beklediğini öğrenen müşrikler, Medine’ye gitmekten vazgeçip Mekke’ye geri döndüler.

Tebliğciler Şehit Edildi
Müslümanlar, Uhud Savaşı’ndan moralsiz bir şekilde ayrılsalar da Arabistan Yarımadası’nda güçlerini arttıran olaylar devam etti. Birkaç ay sonra Adal ve Kâre kabilelerinden bir heyet Medine’ye gelerek Resulullah’tan kendilerine İslamiyeti öğretecek sahabiler göndermesini istedi. Aslında bu bir tuzaktı. Nitekim Temmuz 625’te Hz. Muhammed’in gönderdiği on kişilik tebliğ heyeti Recî Suyu yanında konaklarken Lihyânoğulları’ndan yüz kişilik bir grup Müslümanlara baskın düzenledi. Baskında tebliğcilerden sekizi şehit edildi. İkisi de köle olarak Kureyş’e satıldı. Mekkeli müşrikler bir müddet sonra bu iki sahabiyi de şehit ettiler.
Aynı tarihte Amir b. Sa’saa Kabilesi’nin reisi Ebu Bera Amir b. Malik de kabilesine İslam inancını anlatması için tebliğciler istedi. Hz. Muhammed, bu sefer tebliğcilerin can güvenliği teminatını aldıktan sonra Suffe ehlinden bir grubu Münzir b. Amr el-Hazrecî başkanlığında yolladı. Heyet, Medine-Mekke yolu üzerinde Amir b. Malik’in öldüğünü haber aldı ve orada bir süre bekledi. O esnada çevredeki kabilelerden oluşan bir grup, üç kişi hariç bütün heyet mensuplarını öldürdü.
Müslümanların yetişmiş insanlarına karşı girişilen bu katliamlar Hz. Muhammed’de büyük bir keder yarattı. Hatta daha önce kendisini Taif’te taşlayanlara etmediği bedduayı bu olaya sebep olanlara ettiği söylenir.
Medine Yahudilerinden Nadiroğulları da aynı dönemde kışkırtıcı hareketlerde bulunuyorlardı. Uhud Savaşı öncesinde başladıkları tahriklerini savaş sonrasında daha da arttırmışlardı. Hz. Muhammed, Medine’ye geldiğinde, yaptıkları anlaşmaya uymalarını istese de olumlu bir sonuç alamadı. Bunun üzerine Hz. Ebu Bekir, Ömer ve Ali ile beraber onların yerleşim merkezine gitti. Nadiroğulları kendilerini iyi karşılamakla birlikte oturdukları yerin üstünden taş yuvarlamak suretiyle onları öldürmeye teşebbüs ettiler. Durumu fark eden Hz. Peygamber şehre döndü ve onlardan on gün içinde şehri terk etmelerini istedi. Nadiroğulları göç hazırlıklarına başlamışken Abdullah b. Ubey onlara yardımcı olacağını söyleyerek gitmelerini önledi. Resulullah da onları ablukaya alıp Ağustos 625’te anlaşmaya davet etti. Bir süre direnen Yahudiler on beş gün süren ablukanın ardından Medine’den ayrıldılar.

Yanlış Anlamadan Doğan Şüphe Üzerine Ayet Gönderildi
Nadiroğulları’ndan başka Müslümanlara karşı düşmanca tavır takınan kabilelerden biri de Mustalikoğulları idi. Kabilenin reisi Haris b. Ebu Dırar, Medine’ye saldırmak amacıyla asker toplamaya başlamıştı. Kendisine karşı yürütülen hazırlığı haber alan Hz. Muhammed, Şubat 627’de yedi yüz kişilik bir kuvvetle Mustalikoğulları üzerine yürüdü. Güç oyunu bozar misali, Hz. Muhammed’in üzerlerine sefer düzenlemesi, Mustalikoğulları’nın yanında savaşa hazırlanan kabileleri dağıttı. Yalnız kalan Müstalikoğulları, girdikleri savaşta yenildiler. Çarpışmanın sonunda Müslümanlar birçok esir ve ganimet ele geçirdiler. Hz. Muhammed, esirleri ve ganimetleri sefere katılanlar arasında paylaştırdı. Bu sırada Haris b. Ebu Dırar’ın kızı Cüveyriye Müslümanlığı kabul ettiğini söyledi. Bunun üzerine Hz. Muhammed, kendisini azat edip onunla evlendi. Bunu gören Müslümanlar ellerindeki esirleri serbest bırakınca Mustalikoğulları İslam dinini kabul ettiler.
İslam tarihine Cemel Vakası olarak geçen olay da bu seferin dönüşünde yaşandı. Hz. Ayşe de bu sefere Hz. Muhammed ile birlikte katılmıştı. Sefer dönüşü konakladıkları bir yerde sabaha karşı hareket emri verildiğinde Ayşe ihtiyaç için ordugâhtan uzaklaştı, dönüşte gerdanlığını düşürdüğünü fark ederek aramaya koyuldu ve konakladıkları yere geldiğinde kafilenin hareket ettiğini görüp beklemeye başladı. Ordunun artçılarından Safvan b. Muattal, Ayşe’yi devesine bindirip kafileye yetiştirdi. Başlangıçta kimsenin dikkatini çekmeyen bu olay, münafıkların başı Abdullah b. Ubey ve adamlarının dedikodusu yüzünden önemli bir soruna dönüştü. Hz. Muhammed, yapılan dedikodulardan etkilenerek Hz. Ayşe’ye kırıldı ve onu, babası Hz. Ebu bekir’in evine gönderdi. Hz. Muhammed, Ayşe ile birlikte geçirdiği sıkıntılı günlerden, indirilen ayet ile kurtuldu.

Müşrikler Son Saldırılarından da Sonuç Alamadı
Mekkelilerin Medine’ye karşı son saldırısı Hendek Savaşı olmuştur. Bu sefere, Kureyşliler dışında çeşitli Arap kabileleriyle Medine’den çıkarılan Beni Nadir ve o sırada Medine’de kalan Beni Kurayza Yahudilerinden oluşan kalabalık bir grup katıldı. Hayber Kalesi’nde yaşayan Nadiroğulları’nın tahriki ile Mekkelilerin topladığı asker sayısı on bin kişiye ulaştı. Ebu Süfyan’ın komutasında harekete geçen Mekkelilere karşı Hz. Muhammed daha önce Arabistan yarımadası’nda hiç kullanılmamış bir savunma yöntemine başvurdu. Azatlı kölelerden Selman-ı Farisi, memleketi İran’da gördüğü savunma yöntemini Hz. Muhammed’e anlattı. Bu yöntemi uygulayan Hz. Muhammed, Medine’nin kuzey kesiminde büyük hendekler kazdırdı. Üç bin kişinin katıldığı bu çalışma kısa sürede tamamlandı. O tarihe kadar Arabistan Yarımadası’nda toplanmış en büyük ordu ile hendeklerin önüne gelen müşrikler, ilk defa karşılaştıkları bu savunma yöntemi karşısında ne yapacaklarını şaşırdılar. Yirmi gün boyunca sürdürdükleri kuşatmaya daha fazla dayanamayarak çıkan şiddetli bir fırtınanın ardından Nisan 627’de Mekke’ye döndüler.
Bu savaş sonrasında Medine içinde yeni bir hesaplaşma yaşandı. Medine’de kalan son Yahudi kabilesi Kurayzaoğulları, Hendek Savaşı’nda şehrin savunmasına yardımcı olmadıkları için anlaşma hükümlerini ihlal etmeleri nedeniyle kendi topraklarına gittiler. Hz. Muhammed, önce onları Müslüman olmaya davet etti. Reddetmeleri üzerine teslim olmalarını istedi. Onlar bu teklifi de reddedince bulundukları yeri kuşattı. Bir aya yakın süren kuşatmadan sonra Kurayzaoğulları eski müttefikleri Evs kabilesi’nden Sa’d b. Muaz’ın vereceği hükme razı olacaklarını açıkladılar. Sa’d savaşacak gücü bulunanların öldürülmesine, kadın ve çocukların esir edilmesine ve mallarının ganimet olarak alınmasına karar verdi. Hz. Muhammed de ihanetin cezasının ölüm olduğunu bildiren Yahudilerin kutsal kitabı Tevrat’a uygun düşen bu kararı uyguladı.

Müşrikler Müslümanları Tanıdılar
Muhacirlerin sekiz yıldır uzak kaldıkları vatanlarına özlem duymaya başladıkları bir dönemde, Hz. Muhammed rüyasında Kâbe’yi tavaf ettiğini gördü. Mekke’ye duyduğu özlemi gidermek isteyen Hz. Muhammed, sahabeden hazırlık yapmasını istedi. Yaklaşık bin beş yüz kişilik kalabalık bir grupla Mart 628’de yola çıkan Hz. Muhammed, Mekke’ye on yedi kilometre mesafedeki Hudeybiye’de konakladı. Mekkeliler bu gelişi bir saldırı hazırlığı zannederek Halid bin Velid komutasında iki yüz kişilik bir süvari birliğini Müslümanların üzerine gönderdiler. Hz. Muhammed, amacının Kâbe’yi tavaf etmek olduğunu anlatmak için Hz. Osman’ı, Halid bin Velid’e gönderdi. Kureyşliler Müslümanların Mekke’ye girmesine izin vermeyeceklerini, ancak Osman’ın Kâbe’yi tavaf edebileceğini söylediler. Hz. Osman bu teklifi reddedince kendisini hapsettiler. Bu gelişme ortamın gerilmesine neden oldu. Hz. Muhammed, Hz. Osman’ı iade etmedikleri takdirde Mekkeliler ile savaşacaklarını açıklayınca Mekkeliler tedirgin olup Hz. Osman’ı serbest bıraktılar. Daha sonra da Süheyl b. Amr başkanlığında bir heyet yolladılar. Yapılan müzakerelerden sonra Hudeybiye Antlaşması imzalandı. Müslümanların aleyhine hükümler içerdiği düşünülen antlaşmaya göre Müslümanlar o yıl Mekke’ye girmeden geri dönecekler, umre için ertesi yıl gelip şehirde üç gün kalabileceklerdi. Bir Mekkeli Medine’ye kaçarsa iade edilecek, Medine’den biri Mekke’ye kaçarsa iade edilmeyecekti. Anlaşmanın geçerlilik süresi on yıl olarak kabul edildi. Bu süre içinde taraflardan biri bu ittifaka dâhil olmayan bir kabile ile savaşa girerse diğeri karışmayacaktı. Diğer Arap kabileleri istedikleriyle ittifak yapabilecek, bu şartlara, tarafların dışında kendileriyle müttefik olan kabileler de uyacaktı. Müslümanların çıkarlarını göz ardı eden antlaşma ile Kureyşliler ilk defa Müslümanları kendilerine denk kabul etmiş oldular. Yapılan antlaşma İslam’ın yayılmasını önleyemedi. Mekke’nin fethine kadar geçen iki yıllık süreçte Müslümanların sayısı çığ gibi arttı.

Hükümdarları İslam’a Davet Etti
İnsanlara gönderilen son kurtarıcı olarak görevi sadece Arabistan Yarımadası’nı aydınlatmak değildi. Ona gönderilen mesajların muhatabı bütün insanlık olduğu için çağdaşı olan hükümdarları İslam’ı kabul etmeye davet etti. Bu doğrultuda Hudeybiye Antlaşması’nı yapıp Medine’ye döndükten sonra Mayıs 628’de Arabistan’daki birçok kabile reisi ile birlikte Sasani Hükümdarı II. Hüsrev Peşrev’e, Habeşistan Hükümdarı Necaşi Ashame’ye, Mısır Hükümdarı Mukavkıs’a, Gassani Hükümdarı Haris b. Ebu Şemir’e, Bizans Hükümdarı Heraklios’a ve Beni Hanife Kabilesi’ne, “Muhammed Resulullah” mühürlü birer mektup gönderdi.
Mektuplarda hükümdarlar ve kabile reisleri, unvanları ile muhatap alınmış, davet dili kullanılmıştır. Allah’ın tekliğinin kabul edilmesi istenen mektuplarda, Hz. Muhammed’in onun elçisi olduğuna inanılması istenmiştir. Kabile başkanlarına gönderilen mektuplarda İslam inancına girmeleri hâlinde can ve mal emniyetinin güvence altına alınacağına dair söz verilmiş, bazı kabilelere de toprak imtiyazı vadedilmiştir. Ayrıca yapılan daveti kabul edenlerin namaz kılmaları, zekât vermeleri gerektiği belirtilmiştir.
Sasani hükümdarı kendisine yapılan daveti hakaret kabul ederek yırtıp atarken, onun Yemen valisi Bazan ise İslamiyeti öğrenmek için Medine’ye iki elçi gönderdi. Hz. Muhammed’den dinlediği İslam inancını beğenen Vali Bazan, İslam’ı benimsedi. Onun Müslüman olması Yemen’de de etkisini gösterdi. Halk da vali ile birlikte İslam inancını tercih etti. Vali Bazan, Müslümanlığı kabul edince Medine’nin ilk valisi olarak Yemen’deki görevine devam etti.
Daha önce Mekke’den kendisine sığınan Müslümanları himaye ederek sağduyulu bir hükümdar olduğunu gösteren Habeşistan Hükümdarı Necaşi de aldığı mektuptan etkilenerek Müslüman olmayı kabul etti. Kendisine mektubu getiren elçi ile birlikte Habeşistan’da kalan son sığınmacıları da Medine’ye gönderdi.
Mısır Hükümdarı Mukavkıs ise Müslüman olmayı kabul etmemesine karşılık Hz. Muhammed’e karşı açık bir düşmanlık göstermedi. Aksine, gelen elçiyi hediyelerle Medine’ye gönderdi.
Bizans İmparatorluğu’na tabi olarak Suriye’de hüküm süren Gassaniler’in hükümdarı Haris b. Ebu Şemir de getirilen mektubu yırtıp yere atmakla kalmadı, Medine’yi de tehdit etti.
Hanifeoğulları kabilesi’nin reisi Hevze b. Ali de yapılan daveti kabul etmedi.
Bizans İmparatoru Heraklios da kendisine yapılan daveti kabul etmemiş, ancak gelen elçileri dinleyip onlara iyi davranmıştır.
Hz. Muhammed, yaptığı bu davetleri peygamberliğinin dokuzuncu yılında da devam ettirmiş ve o yıl kendisine gönderilen cizye ayetinden sonra Müslüman olmayı kabul etmeyen Yahudi, Hristiyan ve Mecusilerden cizye alınacağı uyarısında bulunmuştur.

Egemenlik Sınırlarını Genişletme Harekâtı Başlatıldı
Hz. Muhammed’in daha önceki ikazlarına bir süre uymuş gibi görünen Nadiroğulları, yerleşik bulundukları Hayber Kalesi’nde düşmanca faaliyetlerini devam ettirdiler. Yaptıkları faaliyetler tehdit boyutuna ulaştığında Hz. Muhammed, bin beş yüz kişilik bir kuvvet ile Haziran 628’de Hayber Kalesi’ne sefer düzenledi. Burada Yahudilerin yaşadığı yedi kaleden dördü savaş yoluyla, üçü de teslim ol çağrısına uyulmasıyla ele geçirildi. Teslim olduktan sonra Hayber’de yaşamaya devam etmek isteyen Yahudiler, topraklarında yarıcı olarak kalma teklifini kabul ettiler. Hayber’den sonra Vadilkura ve Fedek halkı ile de Müslüman olmayı kabul etmedikleri için benzer anlaşmalar yapıldı.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/hasan-yilmaz/hz-muhammed-halifelik-dort-halife-ve-hz-hasan-69428434/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
Hz. Muhammed  Halifelik  Dört Halife ve Hz. Hasan Hasan Yılmaz
Hz. Muhammed, Halifelik, Dört Halife ve Hz. Hasan

Hasan Yılmaz

Тип: электронная книга

Жанр: Религиоведение, история религий

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Hilafet kurumu tarih sahnesine çıktığından bu yana Müslümanların hayatında ve dünya siyasetinde merkezî bir konuma sahip olmuştur. Hilafetin saltanat yönetiminin etkisinden ve sultan baskısından azade olduğu ilk 30 yılı ise halifeliği anlamada ve anlamlandırmada ilk bakılması gereken dönemdir. Bu dönemde de iktidar kavgaları, türlü siyasi çekişmeler yaşanmış, hatta tüm bunların sonucunda Hz. Ebubekir haricindeki diğer halifeler suikasta uğramıştır. Bir nevi daha sonra yaşanacakların habercisi olan bu gelişmelere karşı raşit halifelerin tutumu, Müslümanlar için her zaman önemini ve örnekliğini korumuştur. Bu bakımdan “Benden sonra hilafet 30 yıldır.” buyuran Hz Muhammed’in, dört halifenin ve çok kısa bir süre halifelik unvanını taşıyan Hz. Hasan’ın hayatı, halifeliğin gerçek mahiyetini anlamada, ilk halifeden günümüze kadar uzanan problemlere cevap bulmada bizlere yardımcı olacaktır.

  • Добавить отзыв