Yüksek Ökçeler

Yüksek Ökçeler
Ömer Seyfettin
Ömer Seyfettin, yaşadığı dönemin geleneksel dil ve edebiyat anlayışına bağlı kalmayan yenilikçi kişiliği ile düz yazımızın gelişme aşamasında büyük dönüşümler yarattı. "Tabii lisan, konuşulan lisandır." ilkesi üzerinde inatla durarak yalın bir anlatım kurdu. Öykünün akışında sağladığı hızlılık, olay – kişi – çevre bağlantılarındaki doğallık ve en önemlisi ustalıkla yarattığı yergi havasıyla bugün de canlılığını koruyan eserler verdi. Döneminin eski dil beğenisine saplanıp kalan yazarlarını okunmaz duruma düşüren "zaman" onu haklı çıkardı.

Ömer Seyfettin
Yüksek Ökçeler

YÜKSEK ÖKÇELER
Hatice Hanım pek genç dul kalmış zengin bir hanımcaðızdı. On üç yaşındayken altmış altı yaşında bir kocaya vardıðı için izdivaç denen şeyden nefret etmişti. İşte hemen hemen on sene vardı ki erkeðin hayali zihnine romatizma, balgam, pamuk, vandoz, tentürdiyot yıðınlarından yapılmış pis, abus, lanet bir heyula şeklinde gelirdi.
“Gençler başkadır!” diyenlere:
“Aman, aman! Onlar da bir gün olup ihtiyarlamazlar mı? Sonra dertlerini kim çeker?” diye haykırırdı.
Başlıca merakı temizlikle namusluluktu. Göztepe’dekiköşkünü hizmetçisi Eleni ve evlatlıðı Gülter’le her sabah beraber temizler, aşçısı Mehmet’i her gün tıraş ettirir, zavallı Bolulu oðlanı tepeden tırnaða kadar beyazlar giymeye mecbur ederdi. Eleni de, Gülter de son derece namusluydular. Kileri kilitlemezdi, paraları meydanda dururdu. Hele Mehmet’in namusuna diyecek yoktu. Konuşurken gözlerini kaldırıp insanın yüzüne bile bakmazdı. Hatice Hanım köşkten hiçbir yere çıkmadıðı için işi gücü adamlarını teftiş etmekti. Habire odaları dolaşır, tavan arasına çıkar, mutfaða inerdi.
Derdi ki:
“Benim gibi olun! Ben kimse ile görüşüyor muyum? Sakın siz de komşuların hizmetçileriyle, uşaklarıyla konuşmayın. El, insanı azdırır!”
Mehmet bile bu nasihati noktası noktasına tutmuştu. Arka bahçedeki mutfaðında ona misafir hemşehri filan, hatta yabancı bir kedi bile gelmiyordu. Hatice Hanım belki günde on defa iner, onu yapayalnız tenceresinin başında bulurdu. Hatice Hanım’ıntemizlik, namus merakından başka bir de yüksek ökçe merakı vardı. Güzeldi, tombuldu, cıvıl cıvıl bir şeydi. Fakat boyu çok kısa olduðu için evin içinde de bir karışa yakın ökçeli iskarpinler giyerdi. Âdeta bir cambaza dönmüştü.
Bu yüksek ökçelerle merdivenleri takır takır bir hamlede iner, ayaðı burkulmadan bir aşaðı bir yukarı koşar dururdu. Nihayet bir baş dönmesine uðradı. Çaðırdıðı doktor ilaç filan vermedi:
“Bütün rahatsızlıðınıza sebep bu ökçelerdir Hanımefendi.” dedi. “Onları çıkarın. Rahat, yünden, yumuşak bir terlik giyin. Hiçbir şeyiniz kalmaz.”
Hatice Hanım doktorun tavsiye ettiði bu yünden terlikleri aldırdı. Hakikaten rahattı. İki gün içinde başının dönmesi geçti. Dizlerinde, baldırlarında sızı kalmadı. Fakat böyle tam vücudu rahat ettiði sırada ruhu, derin bir azap duydu. Dokuz senelik adamlarının iki gün içinde birdenbire ahlakları bozulmuştu. Eleni’yi kendi diş fırçası ile aðzını yıkarken, Gülter’i kilerde reçel kavanozunu boşaltırken görmüştü. Mehmet’i, et günü olmadıðı hâlde, bol bir sahan külbastı yerken yakaladı:
“Ne oldu bunlara Yarabbim? Bunlara ne oldu, bunlara?” diyordu.
Bir hafta içinde adamlarının on beşten fazla hırsızlıðını, yolsuzluðunu yakaladı. Hele Mehmet’i komşu paşanın neferleriyle koca bir lenger pirinç pilavını atıştırırken görünce hiddetinden ne yapacaðını şaşırdı. O gün her tarafı kilit kürek altına aldı.
“Bakalım şimdi ne çalacaklar?” dedi.
Hakikaten çalınacak bir şey kalmamıştı. Ertesi gün biraz geç kalktı. Aşaðıya indi, Gülter’le Eleni meydanda yoktu. Yürüdü, mutfaða doðru gitti. Gözleri aralık kapıya ilişince az daha nefesi duracaktı. Mehmet ocaðın başında kısa iskemleye çökmüş, bir dizine Eleni’yi, bir dizine Gülter’i oturtmuş; kalın kollarını ikisinin bellerine halattan bir kemer gibi sarmıştı. Hatice Hanım, bu levhanın rezaletini görmemek için gözlerini kapadı. Fakat kulaklarının kapaðı olmadıðı için konuştuklarını duymamazlık edemedi.
Mehmet diyordu ki:
“Ülen Gülter, sen artık şeker filan getirmeyon?”
Gülter:
“Her taraf kilitli, ne yapayım?” diyordu.
Mehmet tuhaf bir şapırtı içinde Eleni’ye de:
“Ülen gece niçin gelmeyon? Sana helva yapıp saklayon!” diyordu.
Eleni:
“Yakalanacaðiz vre! Sonra Hanım bizi kovazak!” diye çırpınıyordu.
Aralarında çıtır pıtır bir hasbıhâl başladı. Hatice Hanım gözünü açmıyor, yüreði çarparak merakla dinliyordu. Gülter:
“Ah o terlikler!” dedi. “Her işimizi bozdu. Hanım’ın geldiði hiç duyulmuyor. Ne yapsak yakalanıyoruz.
Eskiden ne iyiydi. Yüksek ökçelerin takırtısından evin en üst katında kımıldandıðını duyardık.”
Hasbıhâl uzadıkça, kendi göremediði başka rezaletlerin hikâyelerini işitiyordu. Dayanamadı. Gözlerini açtı:
“Sizi alçak, hırsız, namussuzlar. Defolun şimdi evimden!” diye haykırdı.
Bu dokuz senelik sadık hizmetçilerini hemen kapı dışarı etti.
***
Aşçı, işçi, artık eve ne kadar adam aldıysa, hepsi arsız, hırsız, yüzsüz, namussuz çıkıyordu. Tam iki sene bir adamakıllısına rastlamadı. Malı, mülkü varken, hiçbir sıkıntısı yokken bu hizmetçi üzüntüsünden zayıflıyor, sararıp soluyordu. Baktı ki olmayacak, yine yüksek ökçeli iskarpinlerini giydi. Hizmetçilerinin arsızlıklarını, uðursuzluklarını, namussuzluklarını göremez oldu.
Benzine kan geldi. Vakıa yine başı dönmeye başladı. Fakat sesi işitilmeyen ökçesiz terlik giydireceðini düşünerek doktora görünmüyor:
“Hiç olmazsa şimdi yüreðim rahat ya!” diyordu.

HOROZ
Bir genç kızın defterinden kopya edilmiştir.
.....
Yine bugün derin bir ıstırap içinde kıvranıyordum! Annem, babam, kardeşlerim, akrabalarım, hepsi, hepsi bana çılgın nazarıyla bakıyorlar. Çünkü kocaya varmak istemiyorum! Dün tanımadıðım ihtiyar bir doktora beni uzun uzadıya muayene ettirdiler. Zavallı adam:
“Kızınızın asabı bozuk. Tebdilihava lazım.” dedi.
Hâlbuki ben biliyorum, hiçbir şeyim yok. Sıhhatim yerinde. Aklım başımda. Yalnız koca istemiyorum…
“Niçin?” diyenleri, “Niçinse niçin!” diye tersliyorum. Niçin olduðunu söylesem gülecekler. Kaçıklıðıma hükmedecekler. Fakat bu kati kararımda o kadar haklıyım ki… Bütün dünya bir araya gelse fikrimi deðiştiremez. Ben genç kızların hayallerinde, rüya bulutlarından kurulmuş esirî bir taht üstünde oturttukları “koca” denen mabudun ruhunu anladım. Yani erkeðin mahiyetini biliyorum. Ondan öyle ürküyorum ki… Böyle bir isteyen çıktı mı, sanki bir ejderhanın aðzına atılacakmışım gibi baðırmaya, haykırmaya, kendimi yerlere çarpmaya başlıyorum. İşte bunun için evde bana deli diyorlar.
***
Evet, ben erkeðin mahiyetini anladım. Dünyada hiçbir kadın, kız bu zalimi benim kadar anlayamamıştır. Onu derin derin tetkik ettim. Ruhundaki manayı duydum.
İstasyonun uzaðındaki tenha köşkümüz bu “keşf”im için bana pek müsait bir muhit oldu. Biz ailece merdümgiriziz. Ne misafirliðe gideriz, ne de gelenimiz olur. Âdeta bir çiftlik hayatı süreriz. Bütün vaktim babamın verdiði fennî, ahlaki kitapları okumakla, kardeşlerimin manasız, münasebetsiz iddialarını dinlemekle geçer. Okumadıðım zaman tavukların bahçesindeyim; yemlerini ben veririm. Folluktan yumurtalarını ben toplarım. Kuluçkalara ben bakarım. Ah bu tavuklar! Dünyada bunlar kadar sevimli, bunlar kadar kendi hâllerinde, bunlar kadar saf, bunlar kadar masum bir mahluk var mıdır? Hayatları bütün bir vazife, bütün bir fedakârlık destanıdır. Bizi beslemek için muntazaman yumurtlarlar. Civciv çıkarmak için haftalarca karanlıkta aç, susuz, uykusuz, güneşsiz, eðlencesiz, yumurtaların üstünde yatarlar; kendi hararetleriyle yavrularını canlandırırlar. Sonra onları büyütünceye kadar yerlerde buldukları tanelerden –obur oldukları hâlde– nefislerini mahrum ederler. Onları korumak için en müthiş hücumlara karşı kanat açarlar; kendilerinin yüz misli büyük bir düşmanın üstüne atılırlar. Ama bu ulviyetleri, bu ahlakiyatları sanki bir günahmış gibi, Allah zavallıların başına korkunç bir bela musallat etmiştir: Horoz… Kümesin bu maðrur kralı zulümden başka hiçbir şeyden tat almayan müstebit bir Neron’dur. Vazife, fedakârlık, muhabbet, şefkat, merhamet nedir bilmez! Dehşetli bir hodkâmdır. Yalnız tuvaletiyle, kör boðazıyla, keyfiyle, nefsiyle meşgul bir geveze… Bizim kümesinki ihtimal bu kralların en reziliydi! Geçen hafta onu, gayriihtiyari bir hiddet içinde öldürdüm! Fakat bu, kaç senenin birikmiş intikamıydı. Sırtında sanki kanla, altınla işlenmiş aðır, parıl parıl bir manto, başında vahşi ruhunun timsali gibi balta şeklinde kıpkırmızı bir taç… Hançer gibi keskin bir gaga… Sonra o ayaklarındaki mahmuz dediðimiz sivri süngüler… Dikkat ederdim. Tavukların hiçbirini sevmezdi. Aklına gelir gelmez “gıt, gıt, gıt” diye yerden bir şey bulmuş da sözde ikram etmek istiyormuş gibi baðırır, yalanına kanıp gelen masum tavuðu keyfi için hırpalar, ezer, canını yakar. Sonra dönüp suratına bile bakmazdı. Hele yerde bir şey bulup “gıt gıt” diye çaðırması… Beni en çok gazaplandıran bu yalandı. Yiyecek bir şey buldu mu kendi yutardı. Yenmeyecek, yutulmayacak bir taş, bir kum parçası buldu mu hemen tavuða ikram:
“Gıt, gıt, gıt…”
Yemlerini verirken bakardım. Tavukları çaðırmak aklına gelmez, en önde koşar, taneleri acele acele yutar, yanına yaklaşanları hançer gagasıyla yaralardı. Sabahleyin insanlara bile:
“Uyanınız, uyanınız. Haydi bana hizmet ediniz!” der gibi kanat çırpıp uzun uzun ötmesi… İşte yegâne mahareti bu idi. Mütehakkim, maskara, şarlatan, çirkin bir ses… Bülbülün feryadında bir şiir, karganın avazında bir keder, baykuşun o kadar tiksinilen kahkahasında bile bir matem, bir uðursuzluk lezzeti vardır. Fakat horozun sesinde küstahlıktan başka ne duyulur? Evet. En temiz, en beyaz tavukların kanatlarında ayaklarının çamurdan resmi hiç silinmez, küçük yavru horozlara hiç göz açtırmaz, hatta zavallıları öttürmez, öttüklerini duyunca koşar, mahmuzlarının altına alır, kan revan içinde bırakırdı. Gagasının darbesinden civcivler de kurtulmazdı. Kazara önündeki yeme yaklaştılar mı, onları hançerler, hatta bazılarını öldürürdü bile. Zalim olduðu kadar korkaktı.Havadan bir çaylak geçse korkudan tuhaf tuhaf baðırır, büzülür, birdenbire küçülür, kanatlarını yukarı çeker, şaşkınlıðı bir müddet devam ederdi. Tavukların tepelerinden kopmuş tek bir tüy, gagasında her vakit sönmüş bir cigara gibi takılı dururdu. En ziyade musallat olduðu bir Nemse tavuðu idi. Güzel, bembeyaz, şuh, tatlı, sakin bir hayvancaðız… Onun adını “Pamuk” koymuştum. Bahçeye ne zaman insem sanki bu tavuða olan muhabbetimi sezmiş gibi gözümün önünde doðru zavallının üzerine atılır, tüylerini yolar, hızını alamaz, yatırıp güzel boynunu yerlere sürerdi. Bir gün baktım, Pamuk’çuðun başından kanlar akıyor… Hemen tuttum, yıkadım, vazelin sürdüm. Götürüp ahırın avlusuna bıraktım. Aradan bir ay geçti. Daha yarası iyi olmamıştı, fakat o kadar semizlemiş, o kadar güzelleşmiş, o kadar irileşmişti ki… Babam da farkına vardı. Dedi ki:
“Buna taze gübre yaradı.”
Hayır… Ona gübre yaramamıştı. Horozun zulmünden, horozun itisafından, horozun dayaðından kurtulmak yaramıştı. Çünkü ahırın bütün gübreleri her hafta tavukların bahçesine taşınıyordu. Pamuk rahattan, saadetten, fena muamele görmemekten o kadar şişti ki… Artık hızlı yürüyemiyor, ördek gibi sallanıyordu.
Babam:
“Bu tavuðu keselim, yüreði yað baðladı. Çatlayacak!” demeye başladı.
Rica dinlemek âdeti deðildi. Yalvarmama, yakarmama aldırmadı. Ahırın avlusunda cehennemden cennete düşmüş bir mesut gibi yaşayan zavallı Pamuk’ukestirdi. Horozun yanındaki tavuklar yine tüyleri yoluk, yine sıska, yine kirliydi. Tüyleri temiz, kanlı canlı, mesut yalnız horozdu. Hepsine zulmederek yalnız kendi sefa sürüyordu. Her hareketi küstahça, her hareketi kaba idi. Bütün kümes halkı sanki onun gaga yarasını almak, ayaklarının çamurlarına kanatlarını silgi yapmak için yaratılmıştı. Garezim büyüyor, büyüyor, bütün ruhumu kaplıyordu. Bazı geceler bu horoz, bir kabus içinde karyolamın başına konar, dayanılmaz hakaret tokatlarının boðuk seslerini andıran kanat çırpışlarıyla öterdi:
“Kalkınız, benim keyfime hizmet ediniz!”
Tavrı, kümese, tavuklara, bütün bahçeye tahakkümü, çekilmez kurumu bana o kadar tesir etmişti ki! Yavaş yavaş, her vakit sebepsiz bir hiddetten köpüren babamı da bu horoza benzetmeye başladım. Onun da tipinde bir horozluk vardı. Gözleri dikti, yuvarlaktı. Kalıpsız kırmızı büyük fesi tıpkı bir ibik gibi duruyordu. Öfkesiyle evi tir tir titretirdi. Annem otuz senelik karısı olduðu hâlde daha yanında cigara bile içmiyordu. Kardeşlerim, aðabeyim, bahçedeki yavru horozlar gibi aðız açamazlar, ona cevap veremezlerdi. Dikkat ettim, babam horoza benzediði gibi şale tarzında yapılmış evimiz de büyük bir kümese benziyordu. En iyi tünek, yani yukarıdaki balkonlu salon babamın yatak odasıydı. Biz, bütün ev halkı bir sürü tavuk… Nazarında hiç ama hiç ehemmiyetimiz yoktu. Hizmetçileri döver, uşakları kovar, mutfaða karışır, kardeşlerimi azarlar, anneme gık dedirtmez, bana göz açtırmazdı. Evde münhasıran yalnız o vardı. Kümeste horozun olması gibi… Yalnız o… Biz hep onun esirleri… Son posta geldikten sonra bile o gelmeden sofraya oturamayız, bazen gece yarılarına kadar beklerdik. Ehemmiyetsiz bir şeye hiddetlendi mi küfürleri hepimize birden tevcih ederdi:
“Allah hepinizin belasını versin!”
“Benim ekmeðimi yiyen azar…”
“Hepsini gebertsem öfkemi alamayacaðım vallahi…”
Evet, horoz kümeste, babam evde hüküm sürüyordu. Mahiyetçe, tabiatça, zihniyetçe, kabalıkça, nezaketsizlikçe aralarında zerre kadar fark yoktu. Kümesteki tavuklar gibi evde de babama karşı koyacak yoktu. Sedası, yakınlara düşen bir yıldırım gibi camları zangırdatırdı. Onun dehşetinden ürken yavru horozlar meydanı boş bulunca ötmeye özenirlerdi. Belliydi ki yalnız müstakil bir kümes bekliyorlar.
Bir gün anneme babamın bu hâllerinden şikâyet ettim. Zavallı kadın:
“Yavrum.” dedi. “Bütün erkekler böyledir.”
“Bütün erkekler böyle mi?”
“Evet.”
“Hepsi böyle sert mi olur?”
“Elbet. Kadın yumuşak! Erkek sert!”
“Bu olur mu ya anneciðim? Biz de insanız…” diye itiraz edecektim. Lafımı aðzıma tıktı:
“Dünyanın nizamı böyle kurulmuş! Kadın, kadın! Erkek, efendi! Namuslu insanlar bu kaidenin dışına çıkamazlar.”
Bu münakaşadan sonra sinirlerim bozuldu. Son derece meyus, bahçeye indim. Horoz yine işi azıtmış, tavukların birini bırakıp, birisini altına alıyor, zavallıları kovalıyor, tuttuðunu dövüyor, hasılı ortalıðı altüst ediyordu. Eðer o olmasa bu güzel, bu sevimli, bu haluk, bu muti tavukçuklar mesut olacaklar, Pamuk’un ahırda semirdiði gibi rahattan şişmanlayıvereceklerdi. Hepsini bir anda kurtarmak aklıma geldi. Bu bir şimşekti. Sanki aynı zamanda kümesi bu zalimden kurtarmakla evdeki esirliðimizin hıncını da almış olacaktım. Kilere koştum. Bir avuç arpa aldım. “Geh, geh, geh” diye tavukları çaðırdım.
Bermutat önde horoz koşuyordu. Öteki avucumda kocaman bir taş sakladım. Arpaları ayaklarımın dibine döktüm. Horoz bugün daha ziyade parlıyordu. İbiði daha kırmızıydı. Boynunun tüyleri bir sorguç gibi esirden kıvılcımlar saçıyordu. Önüne geçmek isteyen tavuklara hiddet sesleri çıkararak, zavallıları gagalayıp baðırtarak tek başına yaklaştı. Taneleri birbiri arkasına, hırçın bir acele ile yutuyordu. Yavaşça taşı kaldırdım. O farkına varmadı. Parlak sırtı bir pehlivanın arkası gibi genişti. Omuzlarının, kanat başlarının arkasına baktım. Avucumdaki taşı bütün kuvvetimle baktıðım noktaya indirdim. Horoz acı, sert, keskin, dehşetli bir ses çıkardı. Taş bir tarafa fırladı. Tavuklar kaçıştı.
Yere uzanmış kanatları, yırtıcı demir çengellere benzeyen çirkin ayakları titriyordu. Aðzından dili çıkmıştı. Tavuklar zalimin ölümüyle nail oldukları hürriyeti tabii birdenbire anlayamadılar. Ben içeri girdim. Ertesi gün babam horozun ölüsünü bulunca küplere bindi:
“Duvardan çocuklar girmiş, taşla öldürmüşler!” diyordu.
Korkudan herkes acıdı, matem tuttu. Yalnız ben sesimi çıkarmadım. İşte bir hafta var ki tavuklar mesut… Tepelerindeki kellik, yavaş yavaş çıkan tüylerle kapanıyor.
Babam bahçeye her çıkışında:
“Ah zavallı horoz! Benim adamlarım adam deðil ki… Bir bahçeyi muhafaza edemezler! Horoz deðil, mübarek sülündü, sülün…” diye matemini tazeliyor, ben içimden “Ooh!” diyorum.
Bu horoz babamın fikrince tavukları o kadar idare edermiş ki… İdare, yani dayak, hepsinin tüylerini yolup kafalarını kel etmek! Allah için kendi de bizi güzel idare ediyor!
***
Zengin olduðumuz için, görücüler bizim bu uzak köşke gelmekten hiç usanmıyorlar. Tabii hiçbirisine çıkmıyorum. Ezberden beðeniyorlar. Beni istiyorlar. Annem babam vermeye kalkıyor. Diyorum ki onlara:
“Kocaya varmayacaðım, kocaya varmayacaðım!”
“Niçin varmayacaksın?”
“Niçinse niçin…”
İşte aldıkları cevap! Fakat ben niçin varmayacaðımı biliyorum. Erkeðin, bir horozdan farkı olmadıðı için! Horozlu kümes! Kendi köşkümüzde su mu çıktı? Ben horozsuz bir kümes, yani kocasız bir ev istiyorum. Efendisiz, kumandasız, âmirsiz, emirsiz bir hayat istiyorum. Pamuk’un ahır avlusunda geçirdiði mesut, gamsız, rahat, sakin, tatlı hayatı istiyorum. Annem diyor ki:
“Dünyanın nizamını bozamazsın, her kadına mutlaka bir erkek lazım!”

Eðer bu doðruysa babamın kahrı kâfi deðil mi? O ölürse evimizde büyüðün korkusundan ötemeyen kaç tane yavru horoz var! Peki kümeslere tıkılmakta, yabancı horozların gagalarını yemekte mana ne?

DÜNYANIN NİZAMI
Bir genç kızın defterinden kopya edilmiştir.
Bir ay geçmeden fikrim deðişti! Amma öyle yavaş yavaş deðil… Birdenbire! Bugün anneme hak veriyorum. Dünyanın nizamı bozulmayacak! Ben de her kız gibi mutlaka bir kocaya varmalıyım. Hani kati kararım? Gülmekten katılıyorum:
“İstemem, istemem, kocaya varmayacaðım!”
“Niçin?”
“Niçinse niçin… İstemem, istemiyorum!”
?
!
Acaba bu densizliklerime sahiden inanıyorlar mıydı? Deli gibi kalk, zavallı horozu öldür, sonra erkeklerin tabiatı, esas itibarıyla bu hayvana benziyor diye ölünceye kadar kocaya varmaktan vazgeç… Olur iş deðil… Ben hakikaten biraz… Şey… Haydi neyse söylemeyeyim!
***
Fikrimin birdenbire deðişmesine yine bu öldürdüðüm horozun hayali sebep oldu. Evvelki gece müthiş bir kâbus gördüm. Kâbus ile rüya arasındaki farkı bilirim. Rüyada insan serbesttir. İstediði gibi hareket edebilir. Bir dereceye kadar iradesine sahiptir. Fakat kâbus! İnsan kımıldayamaz. Aðzını açamaz. Sesini çıkaramaz. Benim gördüðüm kâbus, rüyayla karışıktı. Horozu karyolamın ayak ucuna konmuş gördüm. Aðzında peynir topacı gibi bir şey tutuyordu. Dikkat ettim. Sırtına vurup öldürdüðüm taş… Bunu kaldırdı. Üzerime fırlattı. Korkunç bir gürültü… Sanki bir dað yıkıldı, haykırmak istedim. Nerede? Nefes bile alamıyordum. Gözlerimi kapamak istedim. O da mümkün deðil. Horozun gözleri ateşten bir mercan gibi kıpkırmızı parlıyordu. Keskin keskin, uzun uzun öttü. Her ötüşünde titriyordum. Sonra tıpkı bir insan gibi kalın sesi, gürbüz bir muharip gibi, bir evvel zaman şövalyesi gibi bana sordu:
“Beni niye öldürdün?”
“Ben öldürmedim!” diyecektim, dilimi oynatamadım, korkudan donmuş, taş kesilmiştim. Fakat o benim aklımdan geçen cevabı işitti.
“İnkâr etme!” dedi. “İşte haberim olmadan sırtıma attıðın taş! Fakat beni niye öldürdün?”
Cevap veremiyordum. Karşımda büyüyor, büyüyor, âdeta bir dev oluyordu. Hiddetle söylenirken oynattıðı kanatları o kadar muhteşem, o kadar iriydi ki… Hemen hemen tavanı kaplıyordu. Kabarık göðsündeki parlak, kıvılcımlı tüyler, altından bir zırh gibiydi. Sivri gagasından kelimeler çıkarken sanki birer ok oluyordu. Üzerime atılacakmış gibi çırpınarak, kanatlarını çırparak laflar söylemeye başladı. Demir pençelerinin altında karyolam zangırdıyor, sanki korkunç bir zelzele her tarafı sarsıyordu.
“Beni niye öldürdün? Susuyorsun, işte hain kız! Sen benim güzelliðimi çekemedin. Gördün ki ben miskin tavukların hepsinden güzelim! Altın mantom var! Güneşten parlak gözlerim var! Aslandan kuvvetliyim! Kümesin beyi, efendisi, kralıyım…”
Söylerken sanki insanlaşıyor, çizmeli, tuðlu, sorguçlu, miðferli bir muharip oluyor; bu sorguçlar, miðferler, silahlar, kalkanlar, kılıçlar eriyerek tüy, kanat, gaga, ibik, mahmuz oluyordu. Fakat bu gaga, bu kanatlar, bu ibik, bu mahmuzlar kılıçlardan, kalkanlardan pek çok korkunçtu. Evet, bu güzel, gayet güzel bir ejderhaydı. Ben, karşımda harelene harelene deðişmesine bakarken o susmuyor, yine söyleniyordu.
“Büyükleri küçükler, zenginleri fakirler, kuvvetlileri zayıflar; güzelleri çirkinler çekemez. Sen de benim güzelliðimi çekemedin. Sen çirkindin. Ben güzeldim.”
“Hayır, hayır, senin güzelliðinin ehemmiyeti yok! Ben zavallı tavuklara ettiðin zulümlere kızdım!” diye haykıracaktım. Sesim çıkmadı. Amma zihnimden geçen cevabımı o, yine işitti:
“Tavuklara zulüm mü? Hay aptal kız, hay…” diye tıpkı bir insan kahkahasıyla odayı çınlattı. “Tavuklara zulüm, ha… Bu zulüm tavuklara lütuftur, nimettir. Onlar dövüldükçe sevinirler. Gagalandıkça neşeleri artar, benim nazarımın altında birbirleriyle ne kavga ne gevezelik edebilirler. Ben olmadım mı yumurtlamayı filan bırakırlar. Hepsi iðrenç birer obur kesilir. Bir solucan, bir böcek için onu yirmisi boðuşmaya başlar. Ne vuran ne döven ne dayak yiyen ne bulunmuş şeyi kapan bellidir. Hasılı bir curcuna… Ama boðazları doydu mu yine hepsi meyus olur; birer köşeye çekilir, pinekler.”
“Fakat rahat ederler!” demek istedim.
“Rahat ne demek; tembellik, miskinlik, uyanık uyumak, diriyken ölmek deðil mi? Rahat, rahat! Yorgunluksuz rahat, dünyanın en aðır azabıdır. Tavuklar ben yokken deðil, asıl ben varken rahat ederler.”
“Hayır, hayır… Hayır işte!” demek istedim.
Güzel ejderhanın gözleri hiddetten tekrar tutuştu. İbiðinden kırmızı alevler çıktı. Mahmuzları çatırdadı; kanatları bir şimşek gibi aydınlıklar saçarak gürledi. Sanki binlerce metreden üzerime atıldı, haykırdım. O vakit kâbus bozuldu. Rüya başladı. Bu kocaman horoz saçlarımı yoluyor, üstümü başımı didik didik ediyordu. Kafamı gagasının çift uçlu bir hançer gibi deldiðini, pençelerindeki tırnakların omuzlarıma, kaburgalarıma saplandıðını duyuyordum. Kendimi karyoladan aşaðı attım. Kapıya doðru kaçarken beni yine tuttu. Gagasıyla havaya kaldırdı. Tıpkı Pamuk’a yaptıðı gibi yere çarptı. Boynumu halıya sürtüyordu. Haykırıyordum. Gece kandili birdenbire sönmüş, oda zifiri karanlık kesilmişti. Ateşten bir canavar gibi yalnız horoz parıldıyor, altın kırmızısı alevler duvarlarda uçuşuyordu. Baðırıyordum. Beni öldürüyordu…
.....
Uyandıðım vakit ter içindeydim. Kim bilir ne kadar çırpınmıştım… Yorgan aşaðı düşmüştü. Baş yastıðımın bir tanesi göðsümün üstündeydi. Saçlarım daðılmıştı. Hele vücudum… Âdeta kımıldayamıyordum. Sanki bütün kemiklerim kırılmıştı. Fakat ne tatlı, ne hoş, ne ruhani bir ıstırap Yarabbi! Bu korkunç rüyaya tekrar dönebilme ihtimali olduðunu bilseydim hemen gözlerimi kapayacaktım. Hakikaten acının, korkunun, zulüm görmenin, dayak yemenin, gagalanmanın, didiklenmenin pek başka bir lezzeti var! Mazlumun duyduðu bir lezzet ki zalim bunu tahayyül bile edemez! İstemeye istemeye altüst olmuş yataktan kalktım. Aşaðı inerken balkona saptım. Dirseðimi kenara dayadım, bahçenin perişan hâline dalgın dalgın bakmaya başladım. Burası tamamıyla bir harabeydi. Ne vakitten beri tavuklar yumurtayı kesmişlerdi. Duvar diplerinde kötürüm gibi yatıyorlar, daha yeni sabah olduðu hâlde sanki uyukluyorlardı. Sebepsiz bir yeis! Bir keder! Bir soðukluk! Bir ölüm soðukluðu! İçimden:
“Demek eski şen hayat, eski gürültü, eski hararet hep horozdanmış!” dedim.
Gözümle beraber hatıram da açıldı. Kümesin bir aylık tarihini aklımdan geçirdim. Tavukların nizamı, intizamı hakikaten bozulmuştu. Vaktiyle kümese girmiyorlardı. Horoz saðken dövüşmezlerdi. Şimdi birbirlerinin gözlerini oyuyorlardı. Bunlara bir baş, bir efendi, bir kral lazımdı. İşte kümes horozsuz kaldı mı perişan oluyordu. Ben sözde tavukları semirtmek için zavallı, zalim efendilerini öldürmüştüm. Hâlbuki onun zulmü lütufmuş!
Biraz semirdiler… Ama hepsi son derece arsız, yüzsüz, hırsız, tembel oldu. Yumurtlamak kalktı. Gıt gıdak sesleri kesildi. “Yarın mutlaka bir horoz buldurmalıyım.” diyordum. Yine dayak, gürültü, hareket başlayınca bu sersem, bu daðınık hayvancıklar bir yere toplanacak, uykuyu, uyuklamayı, pineklemeyi bırakıp güzel güzel yumurtlamaya, civciv çıkarmaya koyulacaklardı; Hayat da, yani saadet de bundan başka bir şey miydi?
“Ne yapıyorsun orada?”
Başımı çevirdim; annem…
“Üşüyeceksin, böyle çırılçıplak! Sabah rüzgârına karşı…” dedi.
“Şey....”
“Ne?”
“Düşünüyordum ki…”
“Ne düşünüyordun?”
“Kümesin nizamını bozmak olmayacak!”
“Ne demek bu?” diye hayretle yüzüme baktı. İzah ettim:
“Bir horoz lazım anne! Tavuklar işte bir aydır yumurtayı kesti. Şu rezalete bakın, yatalak gibi uzanmışlar. Hepsinin gözü bahçe kapısında… Yemden başka bir şey bilmiyorlar.”
Annem:
“Pekâlâ! Babana söyler, aldırırız bir tane.” dedi. “Ama üşüyeceksin. Çabuk haydi içeri gir, üstüne bir şey al.”
Üstüme bir şey almak mı? Heyhat, hararetten yanıyor, tutuşuyordum. Sabahki kâbus beni ateş içinde bırakmıştı. Hâlâ, evet saçlarımın dibi, alnım ter taneleriyle sırılsıklamdı. Balkondan içeri girdim. Yukarı giderken kendimi tutamadım. Anneme döndüm:
“Yalnız kümesin nizamını deðil, başka nizamları da bozmamalı!” dedim. Annem anlamadı. Yüzüme dikkatli dikkatli baktı.
“Dünyanın nizamını da bozmaya gelmez…” diye bir kahkaha attım. Yukarı kaçtım. Şüphesiz ne demek istediðimi anladı. Şüphesiz arkamdan “Deli kız! Deli kız!” diye gülümsedi.
Şüphesiz ince uzun kaşlarını yukarı kaldırarak ukalalık edeceði zamanlarda yaptıðı gibi yavaş yavaş başını salladı! Evet, dünyanın nizamını bozmaya gelmeyecek. Yani… Yani işte… Horozsuz kümes mezarlıða benziyor vesselam!

NEZLE

    – Hüseyin Rahmi Bey’e —
Tek atlı arabasının pufla, ipek şiltesine uzanmış; kuş tüyünden, iri, pembe yastıklara dayanmış, gözleri açık uyur gibi duran Masume Hanım yoldan yaya geçenleri hiç görmüyordu. Ufuktan kırk elli mızrak boyu yükselmiş yakıcı güneşin, beyaz keten tenteden süzülen ince, görünmez huzmeleri, sık kıvırcık kirpiklerini, kavuniçi başörtüsünün altın pullarını, erguvani yeldirmesinin hareli kıvrıntılarını yaldızlıyor; arabanın mavi ipek perdelerini hiçbir rüzgâr kımıldatmıyordu. Bugün Hıdrellez’di… Bütün halk Çırpıcı Çayırı’na akıyordu. Sucular, şerbetçiler, yemişçiler, kâðıt helvacılar, harrupçular, oyuncakçılar, gazinocular, macuncular, simitçiler, şekerciler… Daha birçok ayak satıcısı, yolun fesli, takkeli, sarıklı, şapkalı, arakiyeli, yeldirmeli, kavuklu, çarşaflı alaca kalabalıðına karışmış, baðırarak, alışveriş ederek yürüyordu. Gök bulutsuzdu. Hava o kadar sıcak, o kadar sıcaktı ki… Yorulan irili ufaklı külhanbeyleri dinlenmek için kenarda hendeklerin üstüne baðdaş kurmuşlar, yazma mendilleriyle terlerini siliyorlar; geçenlerin arasından tanıdıklarına hep bir aðızdan:
“Uç baba torik!” diye baðırıyorlardı.
Masume Hanım’ın arabasını çeken yaðız at, denizden çıkmış gibi sırılsıklamdı. Yelesinden, dizlerinden, kuyruðunun ucundan sular damlıyor, sırtından açık mavi bir duman tabakası kalkıyordu. Zavallı hayvan bir saattir üç yüz okkadan fazla bir yükü sürüklüyordu. Dizginleri kullanan Himmet, çam yarması bir Anadolu uşaðıydı. Dik yokuşlarda bile –ata yardım için– bir dakikacık bile inmiyor, habire kamçıyı yapıştırıyor, yanından geçen çift atlı, narin, hafif faytonlarla yarışa kalkıyordu. Hele aðırlıðıyla yayları birbirine yapıştırarak hiç elastikiyetlerini bırakmayan Masume Hanım, Himmet’in ikisi kadardı. Şişman deðildi. Fakat o derece iri idi ki… Kafdaðı’nın arkasından insanların içine gezmeye gelmiş, bir dev padişahının kızı sanılacaktı. Bununla beraber ablak yüzü çok renkli, çok güzeldi. Al yanaklarından, kırmızı küçük dudaklarından sıhhat taşıyor, büyük siyah gözlerinde alevli kıvılcımlar parlıyordu. Çırpıcı Çayırı’nın daimî seyircileri onu iyice tanırlardı. Daha arabasının yaðız atını, mavi perdelerini uzaktan görür görmez:
“Hişt ulan! ‘Ay dede’ geliyor!” diye birbirlerini dürterler, seyretmeye hazırlanırlar; soðuk, tatsız, münasebetsiz laflar atarlardı. Bugün sıcaðın tesirinden mi, Hıdrellez’den mi her nedense, seyirciler arsızlık için çayıra varmasını beklemediler. Daha yolda tacize başladılar:
“Ah anam, yıkıl da altında kalayım!”
“Karnıma bas da canım aðzımdan ‘ah’ diye çıksın…”
“Kaymak mısın, mübarek!”
“Bakayım da hiç olmazsa gözüm doysun!”
“Muşamba deðil, sana can fener, can fener…”
“Uç baba torik!”
İlah, ilah…
***
Masume Hanım, her vakit kendini hiddetlendiren, yüzünü buruşturan bu münasebetsizliklerin hiçbirini duymuyordu. Bugün ruhunda bir keder vardı. Gizli, derin, teselli kabul etmez bir matem canını sıkıyordu. Çünkü, işte, bu Hıdrellez otuz dokuz yaşına girmiş bulunuyordu. Tam on seneden beri duldu. Ömrü bir rüya gibi geçiyor; günler, haftalar, aylar, yıllar bir saniye kadar hüküm sürmüyordu. Zengindi. On sene evvel ölen ihtiyar, inmeli kocasından Edirnekapısı’nda koca bir konak, birçok mal, bir han, iki hamam kalmıştı. Ah, işte on senedir tekrar varacak, boyu boyuna uyar, hotozu hotozuna uygun bir adam bulamamıştı. Kendini isteyenler hep cılız, sıska, ihtiyar, bunak adamlardı. O, genç, dinç, kendisi kadar kuvvetli bir koca istiyordu.
Bu, vardıðı zaman canlı bir ölüye benzeyen eski kocasının daha saðlıðında uzun uzadıya kurduðu bir emel, bir arzuydu. Bu, onun en samimi, en azgın bir mefkûresiydi. Amma böyle bir bey, bir efendi çıkmıyordu. Üç bin şu kadar gün kısmetini bekledi. Adaklar adadı. Bakıcılara, niyet kuyularına, Tezveren Dede’ye gitti. İstediði bir türlü gelmiyordu.
Araba birdenbire sarsıldı. Masume Hanım daldıðı hülyalardan uyandı. Etrafına bakındı. Yolun üzerindeki bir sel yarıðını geçmişlerdi. Himmet, atı kırbaçlıyor, alabildiðine:
“Deh, deh…” diye baðırıyordu.
Bu ne kalabalıktı, Yarabbi! Kadın, erkek, çoluk çocuk, redingotlu, latalı, atlı, arabalı, hatta bisikletli bir sürü! İðne atılsa yere düşmeyecek… Laternaların, zurnaların, gırnataların, çifte naraların, çið sarı basmadanşalvarlı, göbek atan, hampur çeken çingene karılarının uðultusu bütün bütün yüreðini sıktı:
“Himmet! Çırpıcı’ya deðil, Çıfıt Burgaz’a sür!” dedi.
Saða giden bir yola saptılar. Tarlalar yemyeşildi. Ufkun nihayetinde aðaçlıklar görünüyordu. Ana caddeden uzaklaştıkça yolun gürültüsü azalıyor, hafif bir uðultu hâlini alıyor, tarla kuşlarının cıvıltısı işitiliyordu. Yakmadan kavuran bu ilkbahar harareti Masume Hanım’a fena tesir etti. Bütün vücudundaki kanlar altüst olmuş; taşmak istiyor, kulakları çınlıyor, gözlerinin önünde kırmızı kırmızı, menekşe renginde noktalar dolaşıyordu. Evet, otuz dokuz yaşında idi… Böyle kukumav gibi, yapayalnız yaşadıktan sonra paranın, rahatın, malın, mülkün ne ehemmiyeti vardı? Kısmetini bekleye bekleye nihayet ihtiyarlamayacak, şimdi kalbini böyle şiddetle çarptıran bu tatlı ateş, bu arzu, bu heves sönmeyecek miydi? Daha kısmetini ne kadar bekleyecekti? İşte ta on sene… Artık böyle kısmetini bekleyeceðine… İçinden:
“Kendim arasam…” dedi.
Arabayı tekrar Çırpıcı’ya çevirmeyi düşündü. İri, kuvvetli, genç, dinç bir adam bulacaktı. Allah’ın emriyle, Peygamber’in kavliyle… “Varsın bey, efendi olmasın!” dedi. Omzunu silkti. Gözlerini güneşin altında parlayan tarlalardan geçirdi. Himmet’e:
“Çırpıcı’ya dön!” diyecekti.
Aðzını açamadı. Birdenbire kalbi hızla çarptı. İstese… İşte onun kısmeti ta ayaðının dibinde deðil miydi? Hatta biraz ayaðını uzatsa bu kısmete dokunabilecekti. Himmet’in terden parıl parıl parlayan ensesine dikkatle baktı. Saydı. Tam beş kattı. Tıpkı bir boðanın boynuna benziyordu. Geniş omuzları, kalın, kabarık pazıları, mavi çuha cepkenini yırtacak gibi geriyordu. Yavaş bir sesle:
“Himmet!” dedi.
“Efendum?”
“Sen kaç yaşındasın?”
“On tohuz yaşundayum efendum!”

On dokuz, otuz dokuz!..
Kendisinden tam yirmi yaş küçüktü. Amma ne ehemmiyeti vardı, Kadıköyü’ndeki zengin akrabalarından Gülsüm Hanım aklına geldi. O da kendinden yirmi beş yaş küçük olan arabacısını sevmiş, nikâhla varmış, bu arabacıyı giydirmiş, kuşatmış, âlâ bir bey yapmıştı. Bu adam Gülsüm Hanım’ın parasını yemek şöyle dursun, hatta işleterek arttırmıştı. Şimdi büyük bir tüccardı. Amma… Lakin… Fakat… Herkes ne diyecekti:
“Masume Hanım uşaðına varmış!”
Ne derlerse desinler! İnsanın böyle genç, dinç, etli, canlı bir kocası olduktan sonra… Himmet yalnız uşaðı, yalnız arabacısı deðil, aynı zamanda aşçısıydı da. Ölen kocasından kendisine mallarla beraber hasislik de kalmıştı. Orta hizmetini bile Himmet’e gördürüyor, koca evi ona sildirip süpürtüyordu. Şimdi bu kadar çalışkan, bu kadar masrafı az, faydası çok bir delikanlı kocası oluverirse ne lazım gelirdi? Evet, Himmet, ne emrederse, itirazı aklına getirmeden, hemen yapardı. Fakat nasıl:
“Beni al!” diyecekti.
Başkasıyla söyletse… Kiminle? Masume Hanım al dudaklarını ısırarak iri tombul elleriyle gür saçlarını düzeltti:
“Kendim söylesem..” diye düşündü.
Amma nasıl? Araba tenha düz yolda tıkır tıkır gidiyor, ara sıra kır kokuları getiren hafif bir rüzgâr esiyordu. Himmet’i yavaşça açmalı, gönlünü gıcıklamalıydı.
Masume Hanım içinden:
“O vakit o bana yalvaracak.” dedi.
***
“Himmet!”
“Efendum?”
“Yüzünü bu tarafa dön.”
“Başüstüne efendum.”
“Sen türkü bilir misin hiç?”
“Hiç bilmem efendum.”
“Ulan Himmet, senin gözlerin ne kadar güzel!”
“Anamın gözlerine benzer efendum.”
“Kaşların ne kadar güzel?”
“Halamın gaşlarına benzer efendum.”
“Yanakların ne al?”
“Sayenizde efendum. Yiyoruz, içiyoruz… Al olmasın mı?”
“Sen gece hiç rüya görmüyor musun ulan?”
“Rüya ne efendum.”
“Düş…”
“Hiç görmem efendum.”
“Yatınca hemen uyur musun?”
“Uyurum efendum.”
“Uyumazdan evvel yahut uyanırken aklına bir şey gelmez mi?”
“Memleket gelür, anam gelür, babam gelür, efendum.”

Araba iki tarafı ekilmiş tenha yoldan ilerliyor, Masume Hanım, Himmet’le konuşuyor, bin dereden su getiriyor, onu açamıyordu. Aklında anasıyla memleketten başka hiçbir şey yoktu. Yarım saat sonra Çıfıt Burgaz çiftliðinin hududuna girmişlerdi. Masume Hanım nihayet dayanamadı. Himmet’i açmaya uðraşmaktan vazgeçti. Birdenbire kendi alabildiðine açıldı:
“Ulan ben güzel miyim?” dedi.
“Allah baðışlasın efendum.”
“Hoşuna gidiyor muyum?”
“Bilmen efendum.”
“Nasıl bilmezsin ulan?”
“Bilmen efendum, hoşuna gitmek nedür ki? Ben ne bileyum efendum.”
Bu dangalaðın hiçbir şeyden haberi yoktu. Artık bundan açık söylenebilir miydi? Masume Hanım, “Bari Çırpıcı’ya döneyim!” diye düşündü. Çiftliðin kenarından geçiyorlardı.
“Haydi çabuk Çırpıcı’ya çek…” diye haykırdı.
Sinirlenmişti. Caddeyi döndüler. Bu sefer yukarıki yolu takip ediyorlardı. Öbek öbek yıðılmış gübre ehramlarının üstünde tavuklar eşiniyor, harap ahırların önünde, dilleri dışarıda sarı iri köpekler dolaşıyordu. Araba bozuk kaldırımların üstünde sallanıyor, devrilecek gibi oluyordu. Siyah bir aðılın yanından geçtiler. Himmet, habire atına kamçıyı yapıştırıyordu. Masume Hanım’ın masum gözleri, çitlerin arasında ansızın bir şeye ilişti:
“Aa…” dedi.
“İşte Himmet’e laf açmak için bir fırsat!” diye düşündü. Gülümsedi. Sonra ciddiyetle baðırdı:
“Himmet, koş şu hayvancaðızı kurtar.”
“Neyu efendum?”
Etrafına bakıyor, kurtaracak bir şey göremiyordu.
“Ulan çitin arkasına bak.”
“Hangi çitin?”
“İşte ulan! Hınzır öküz, zavallı ineði dövüyor. Haydi koş diyorum.”
Himmet başını salladı:
“Öküz onu dövmüyor efendum?”
“Ne yapıyor?”
“Yavrulatıyor efendum.”
“Git kurtar, diyorum, zavallı inekçik bakalım yavrulamak istiyor mu?”
“İster efendum.”
“Ne biliyorsun?”
“Öküz onun istediðini anlar efendum.”
“Nasıl anlar?”
“Gohusundan efendum.”
“Ya…”
“Evet efendum.”
Araba sendeleye sendeleye çitin önünden uzaklaştı. Yol yine düzelmişti. Gübre çeşnili bir rüzgâr dalgalanıyor, Masume Hanım’ıngenzine hapşırtacak derece keskin bahar kokuları kaçıyordu. Dayanamadı:
“Ulan Himmet, senin nezlen var.” dedi.
“Yoh efendum.”
“Var ulan var!”
“Yoh efendum.”
“Var ulan, o çitteki öküz kadar kokudan anlamıyorsun.”
“Hiç gohu yoh efendum.”
“Başka bir şey anlamıyor musun ulan?”
“Anlamayon efendum.”
“Tüh, Allah belanı versin ayı!”
!!?!!
***
Araba Çırpıcı Çayırı’na doðru yaklaşıyordu. Masume Hanım, talihsizliðinin karanlık hatırası içinde doðan yeni hülya aydınlıklarına dalmıştı. Himmet, habire kamçısını şaklatıyor: “Acaba at zora gelip bir halt etti de ben duymadım mı?” diye düşünüyor, hanımının kendisini niçin azarladıðına bir türlü akıl erdiremiyordu.

BİR VASİYETNAME

    7 Kânunuevvel 1913 – Gece yarısı
Sevgili yeðenim! Bu gece dehşetli bir buhran geçiriyorum. Artık katiyen ölmeye karar verdim. Tabancamı doldurdum. İşte şurada masamın üzerinde duruyor. Fakat kafama sıkmazdan evvel son vazifemi yapmak istiyorum. Son vazife… Bunun ne olduðunu tabii bilirsin. Vasiyetnamemi yazmak! Evet, işte şu elinde tuttuðun kâðıt benim vasiyetnamem! Sen şu satırları okurken zavallı dayın artık dünyada yok! Ya nerede? Gayet sıcak bir yerde… Yani cehennemde! Zebanilerin kırbaçları altında, inim inim inliyor…
“Niçin kendi kendini öldürdün, söyle dinsiz katil?” diye sordukları ahiret sorularına şaşkınlıkla doðru bir cevap veremiyorum.
Evet niçin kendimi öldüreceðim? Bunun sebebini ben de bilmiyorum. Zenginim. Eðlenceden, kadından, kumardan, içkiden bıktım. Param bitmedi. Beş sene içinde birbiri üstüne üç mirasa kondum. Fakat artık hayatın yükünü taşıyamayacaðım. Bu gece elveda. Bir kurşun! Sonra bir karanlık… Sonra… Sonra… Mümkün olsa da sana oradan bir mektup gönderebilsem! Herhâlde dünyadan daha rahat! Ne ise bu lafları bırakalım. Sana bırakacaðım elli bin lirayı şu program dahilinde yemelisin:
1– Daima ayrı ayrı dört metres bulundurmak.
2– Kışı Mısır’da, İtalya’da; yazları İsviçre’de, Almanya’da en büyük şehirlerde, en muhteşem otellerde geçirmek!
3– Kumarı, içkiyi, eðlenceyi samimi bir aşkla sevmek.
4– Hasılı yaşamak! Yaşamak! Yaşamak!
Ben artık elli yaşına girdim. Çok yorgunum. Bu programı takip edemiyorum. Sen atlet vücudunla, dinç arzularınla, bırakacaðım paraları yiyebilirsin. Bundan eminim. Gözüm açık gitmiyorum.
Elveda sevgili yeðenim, elveda… Bir gün Monako’da,gazinonun şaşaalı taraçasında beni hatırla! Elveda…

    Dayın İmadettin
Hamiş:
Sabahleyin, saat sekiz…
Yüreðin sevinçten mutlaka çarpıyor! Fakat kumda oyna yeðenim… Dün gece üzerime bir aðırlık bastı. Yazık ki hazır tabancayı elime alıp şakaðıma dayayamadım. O kadar hâlsizdim. Bir de ne göreyim! Jülide gelmiş. Yukarıda yazdıklarımı okumuş. Sonra bana dönmüş. Başlamış tokatları atmaya… Kendimi toplar toplamaz tombul bileklerinden tuttum. Fakat. Ah sen olmalısın! Mümkün mü ya! Ben nasıl zaptedebilirim? On yedi yaşında! Piliç kadar narin ama doðurmamış kısrak kadar kuvvetli…
“Seni koca çapkın! Sen bunadın mı artık?” diye haykırdı.
Cevap veremedim.
“Yeðenin olacak maskaraya vasiyet ettiðin şeyi sen yapamaz mısın?” diye sordu.
“Heyhat!” dedim.
“Haydi yalancı, ihtiyar azgın! Haydi biraz gayret! Kalk bakalım! Hop, hop, hop!..”
Beni kaldırdı. Dizlerime oturdu. Vallahi birdenbire yirmi beş yıl gençleştim. Konuştuk, anlaştık. Tabancayı pencereden bahçeye attı. Şimdi kendine, yaşları yirmiyi geçmemek üzere üç arkadaş daha bulacak. Bugün yola çıkıyoruz. Ben de bavulları yaptırdım. Onu bekliyorum. Beklerken sana bu satırları yazıyorum. Doðru Monako’ya gidiyoruz.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/omer-seyfeddin-32617159/yuksek-okceler-69428467/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
Yüksek Ökçeler Омер Сейфеддин
Yüksek Ökçeler

Омер Сейфеддин

Тип: электронная книга

Жанр: Историческая литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Ömer Seyfettin, yaşadığı dönemin geleneksel dil ve edebiyat anlayışına bağlı kalmayan yenilikçi kişiliği ile düz yazımızın gelişme aşamasında büyük dönüşümler yarattı. "Tabii lisan, konuşulan lisandır." ilkesi üzerinde inatla durarak yalın bir anlatım kurdu. Öykünün akışında sağladığı hızlılık, olay – kişi – çevre bağlantılarındaki doğallık ve en önemlisi ustalıkla yarattığı yergi havasıyla bugün de canlılığını koruyan eserler verdi. Döneminin eski dil beğenisine saplanıp kalan yazarlarını okunmaz duruma düşüren "zaman" onu haklı çıkardı.

  • Добавить отзыв