Metres

Metres
Hüseyin Rahmi Gürpınar
Osmanlı’nın son dönemlerinde alafranga (Batılı) yaşam ve Batı özentiliği toplumda iyice yayılmışken Batılılaşmanın yol açtığı yeni sosyal ve insani ilişkiler de Osmanlı hayatını iyice etkisi altına almıştı. Bu yeni yaşam tarzları, aileleri mahvediyor ve evlilikleri kökünden sarsıyordu. Osmanlı ailelerinin içine, daha önce görülememiş bir bela sinsi sinsi giriyordu. Metres adını verdikleri bu bela erkekleri yuvalarından koparıyor, aile servetini eme eme bitiriyor, en sonunda cinayetlere bile sebep oluyordu. Fransız kızı Parnas Felye’nin (Metres) bilinen üç âşığının -Müştak, Hami ve Reyhan- felakete sürüklenen hayatları, Gürpınar’ın edebî kalemiyle bir ibret vesikası olarak karşımıza çıkıyor. Edebiyatımızda doğalcılığın ve gerçekçiliğin en önemli kilometre taşlarından biri olan Hüseyin Rahmi Gürpınar, sanatı, halkı yüceltmek için bir araç olarak görmüş bu nedenle üzerine gitmediği, eleştirip alay etmediği hiçbir toplumsal kurum bırakmamış, sanat yaşamı boyunca hep aklın ve mantığın yanında olmuş, eserleriyle toplumun çağdaşlaşması yolunda yobazlığa, gericiliğe, bağnazlığa, sömürücülüğe karşı savaşmıştır; bunu yaparken mizah ögesini ustaca kullanmış, İstanbul’un kenar semtlerinde, mezarlıklarında, Çingene mahallelerinde, köşklerinde, Şirket-i Hayriye vapurlarında, gazinolarında, sayfiyelerinde dolaşmış, okurlarını da dolaştırmıştır. Eserlerinde yapmacıksız bir yerlilik vardır; konak hanımefendisinden gündelikçiye, mirasyedilerden iç güveyilere, dilencilerden dadılara, kalfalara, Çingenelerden Rumlara, Ermenilere, Yahudilere kadar kimi ve neyi konu almışsa onu yerli renkleriyle betimlemesini bilmiştir.

Hüseyin Rahmi Gürpınar
Metres

Hüseyin Rahmi Gürpınar, 1864 yılında İstanbul’da doğdu. Babası Sait Paşa adında bir subaydı. Annesini üç yaşındayken kaybetti. Çocukluğu teyzesinin yanında geçti. Mülkiye Mektebinde (Siyasal Bilgiler Fakültesi) okudu. Kısa bir zaman memurluk yaptı. 1908’den sonra gazetecilik ve romanlarının gelirleriyle geçindi.
İlk eserini on iki yaşındayken yazdı. Yayımlanan ilk yazısı İstanbul’da Bir Frenk adını taşıyordu ve 1888 yılında Ceride-i Havadis gazetesinde yayımlanmıştı. Ahmet Mithat Efendi ile tanıştıktan sonra ilk büyük romanı Şık, Tercüman-ı Hakikat gazetesinde tefrika edilmeye başlandı. O zaman yirmi iki yaşındaydı.
Ömrünün sonuna kadar yazdığı romanları ve hikâyeleriyle kendini her sınıftan okuyucuya sevdiren Hüseyin Rahmi’nin kişiliğinde pek belirgin noktalar vardır: İstanbul’un konuşma dilini, kenar mahalle kadınlarını büyük bir ustalıkla canlandırır. Bütün romanlarında eşsiz ve dikkatli bir gözleme dayanarak gerçekçi çığırda yürümüştür. Bir de mizah unsuru, olayları alaylı bir çerçeve içinde vermek, karakterinin başlıca özelliğidir, Duyguludur, Mithat Efendi gibi, o da zaman zaman olayın akışını bir yana bırakarak felsefe bilgilerini sayfalara aktarmaktan hoşlanır. Yazılarında orta oyunu ve “Karagöz”ün anlatım tekniğinden de yararlanmıştır. Konularında İstanbul dışına hiç çıkmamıştır. Gürpınar 1944 yılında Heybeliada’daki köşkünde vefat etmiş, Heybeliada mezarlığına gömülmüştür.

1
Geveze Bir Modist[1 - Modist: Kadın terzisi. (e.n.)]
Korsenin arkadan bir bağını modist, ötekini Meryem Dudu sıkı sıkıya çekince ömründe ilk defa bir moda cenderesine giren Saffet Hanım’ın şişman vücudundaki fazla etin bir kısmı göğsünden yukarı, çenesine doğru fırlar, öteki kısmı da hemen birbirine girerek sıkışır. Zavallının yüzü kıpkırmızı kesilir, gözleri büyür. O can acısıyla:
“Aman madama etim kemiğim birbirine geçti. Şimdi bayılacağım, biraz gevşetiniz…”
Modist: “Hanımefendim bütün hayatızda birinci defa olarak korsa koyorsunuz?”
Saffet Hanım: “Evet… Evet…”
Modist: “Anlorum… Vücudunuz terbiye görmemiş, henüz nizamını bulmamıştır… Korsa olmayınca hiç mezür alabilirim?.. Arkanızdaki en son numero korsadır… Artık bundan öteye battal şey olamaz.”
Saffet Hanım: “Aman gevşetiniz, bitiyorum.”
Modist: “Hanımefendi bana inan olunuz. Biraz dişinizi sıkınız. İlk önce böyle birden zorluk duyarsınız. Fakat bir iki günden bütün etleriniz kemiklerinize sıkışarak natürel biçimine oturur. Vücudunuz mum gibi dilberleşir… Artık korsaya alışırsınız. Onu sırtınızdan hiç çıkarmak arzu etmezsiniz. Şimdiyecek ah ben ne vücutları biçime sokmuşum! Ne hanımlar tanır idim ki büst’lerinin üzerinde etler çepeçevre mumbar gibi sarkar idi. Ah işte bu marifetli ellerim, o fazla şeyleri hiç etti. Modist dediğin biraz da doktor olmalıdır. Bendeniz vücutların naturasını örgenmişimdir. Omuzdan aşağı kemiklerin adını birer birer ihbar ederim. Hasılı hani şöyle yarım medisen gibi bir şeyim işte. Efendim Osmanlı hanımlarının kabahati hamur işine çok düşkün olmaktır. Börek idi, baklava idi, hoşafla beraber pilav idi, eh insanı böyle şeyler yağlandırır, şişirir. Vücudunun letafetini düşünen biraz da boğazına sabır olmalıdır.”
Saffet Hanım, sıkıntılı bir ifade ile:
“Aman madama biraz gevşet tıkanıyorum.”
Modist: “He bilirim… Şimdi pumon’lar[2 - Akciğer. (e.n.)] sünger gibi birbirinin içine geçmiştir. Hatırınız için işte iki numero geri ediyorum. Duymuşunuz? Frenklerin bir meselası vardırsa şöyle derler: Le corset rend au corps de la femme la beauté de forme, souvent négligée par la natüre. Bunun tradüksionunu edeyim size?.. Bunu Osmanlıcaya dön-der edince şöyle olur: ‘Korse natürün çok defa feramuş buyurduğu letafeti karının cismine iade eder.’ Ah efendim kökünden düşünülürse bu ne derin laftır? Korsa icat olmaya idi bugün gördüğümüz o svelte[3 - Narin. (e.n.)] biçimler, o kambre[4 - Yay gibi. (e.n.)] vücutlar acap hasıl olur idi? Korsanın istuarını[5 - Tarihçe. (e.n.)] tanırsınız? Mezür üzerine korse etmede Fransa milletler içinde en ileri kademeye ayak atmıştır. Evvelki siyekl’lerde[6 - Yüzyıl. (e.n.)] karılar bu şimdiki korsaları bilmez idiler. O zamanki korsalar cisimlerini bazı katı şeylerle sıkıştırmaktı. Bu katı şeylerin altında vücut büstünün ahkâmı kendini göstermez idi. O şeyler balina gibi, ince çelik parçası gibi nazik olmalı, vargel[7 - Esnek. (e.n.)] olmalı, eğilir bükülür olmalı ki sıkışık olmakla beraber vücut biçimini dışarı versin. Hasılı o katı şey büstün eşkâline kendini prete[8 - Uyumlu. (e.n.)] eder olmalı… Anlatabiliyorum acap? Tevarihin lafına göre sonradan bu katı ecsamlı korsaların yerine tembel harcı denilen alaparösöz korsalar çıkmıştır. Bu korsalarda daha balina işin içine girmemiştir. Bunlar pek sempl[9 - Basit. (e.n.)] şeylerdi. Vücudu modere[10 - Ölçülü, uyumlu. (e.n.)] olarak sıkar idi. Yalnız sırtın üzerinden ara araya kopçalanır idi. Ondan öteye kotil’den[11 - Kotil: Bir kumaş türü. (e.n.)] bezden, ipekten korsalar çıktı. Dikişsiz korsalar ilk defa olarak 1832 senesi İsa tarihinde Barleduc’te Verly tarafından fabrike edildi. Sonra ya korsalara balina girdi. Çelik girdi. Hasılı bugün haryetimize dokunan o koket biçimler ortaya çıktı. Modistlik sanırsınız ki bayağı bir iştir? Biraz doktor olmalı, tevarihe aşina olmalı, hasılı bu işi eden karılar lep deyince ondan leblebi çıkar olduğunu anlar takımdan olmalıdırlar. Hanımefendim şimdi biraz rahatlandınız?”
Saffet Hanım: “Bu cenderenin içinde rahat etmek kabil mi? Fakat ne ise, şimdi deminki kadar rahatsız değilim.”
Modist: “Vücudunuz korsaya yanaştıkça daha alışırsınız. Sizde hazım derler ne derler? Bu korsanın dijession[12 - Dijession: Sindirim. (e.n.)] üzerine tesiratı olacaktır. Yeni korsa koyanlar ilk günlerinde çok taam edemezler. Yedikleri de midelerine sinmez. Sanki bilirsin turp gibi içeride oturur. Sızılar, ekşiler duyarsınız… Doktor Bouvier, daha başkaları korsanın pumonlara, mideye tesiratı hakkında broşürler yazmışlar, çok boş laf etmişlerdir. Adam, onlara kim kulak asar ki?.. Çocuğu kundağa, karıyı korsaya sokmayınca olur?.. Doktorların bildikleri de acayip bir şeydir? Doktorum deyi ortaya çıkmış öyle cahil herifler vardır ki ‘Klavikül kemiği neredir?’ deyi imtihana çeker isem göğsünü bırakıp bacağını gösterir. Bana ‘Pangaltılı Hezar’ derler. Üç caddede dükkânım işler. Tertip ettiğim deriden ve çelikli korsalar ile ne kadar eğri büğrülerin bos’larını[13 - Kambur. (e.n.)] hiç etmişimdir. Sanki bilirsin ki makasa iğneye dokunan parmaklarında letafet perileri oturtmuştur. Pek çok beyden, hanımdan ahbabım, müşterim vardır. Ah benim efendim, sırtınızdaki korsa o geniş hans’larınız[14 - Kalça. (e.n.)] üzerine öyle bir güzelim oturuş oturdu ki ressamlar görseler kıskanacaklardır. Kendinizi görmek için hemen psişe’ye koşunuz.”
Saffet Hanım, gülerek:
“Psişe nedir?”
Modist: “Vargel büyük endam aynanız yoktur?”
Saffet Hanım: “Endam aynamız var ama varıp gelmez, öyle yerinde durur.”
Modist: “Ben sizde o kadar tuvalete merak görmüyorum. Böyle güzel sıfatınız olsun da psişe’niz vargel olmasın… Hep bunlar taaccübümü davet eder şeylerdir. Size baktıkcas haryetim artor. Beyiniz sizi bu hâlde temaşa edecek olursa assüre[15 - Temin, garanti. (e.n.)] ederim ki amurunuzdan[16 - Aşkınızdan. (e.n.)] divane olacaktır.”
Konuşmaya beyinin adı girdiğini görünce Saffet Hanım’ın korsenin sıkılığı ile zaten pembeleşmiş olan yüzü bir o kadar daha kızararak:
“Sus madama sus!.. Beni bu belalara sokan hep o beyim değil mi? Bakalım koca sayesinde daha ne dertler çekeceğim?.. Kendime kalsa hiç böyle şeyler giyer miyim? Zoruma ne oluyor ki vücudumu yısa boca[17 - Yısa boca: Bütünüyle. (e.n.)] bu demirli mengenenin içine sokayım? Fakat şimdi beyim beni mutlak korse giy diye sıkıştırmıyor. Bir zaman kaynanamla kocam alafranga kıyafette gezmem için çok söylediler. Artık bıktılar, bir şey söylemiyorlar. Ama ben tavırlarından anlıyorum ki alafrangalaşmaz isem sonra iş fena olacak.”
Modist: “Anlorum… Hakikat fikrime dank diyor… Hep bu şeyler beyinizin zorlaması gibidir? Ah mega neler duyuyorum? Şimdi şundan çıkıp giderken biri bana ‘Hezar kaç yaşındasın?’ der ise ‘Yirmi doguz idim, şimdi şu konakta bir yaşına daha girdim otuz oldum.’ cevabını edeceğim. Çünkü böyle şey işitmemişim. Ben pek çok Osmanlı konaklarına girerim. Onlarda rastladığım şeyler hep hanımların son moda süslenmek istemesi, eh oldukça, beylerin kendi hanımlarının bu fikirlerine karşı gelmeleridir. Burada ise onun aksini görorum.”
Meryem Dudu, modiste söyleyerek:
“Bizim beyefendiyi tanırsın?”
Modist: “Eh şöyle beş dakke göz göze geldik.”
Meryem Dudu: “Eğer gördüğünde dikkatli olaydın son sistem alamod bir bey olduğunu anlar idin.”
Modist: “Merakta olma, dikkat etmişim… Kostümünün kupu[18 - Kup: Kumaşa kesimle verilen biçim, giysinin kesimi. (e.n.)] dikkatimden kaçtı zannedersin? O makas Pariz terzilerinin tutumudur. Burada şapo koyan Rumlar, İtalyanlar terzidirler sanki?”
Meryem Dudu: “He babanın canına rahmet… Ben leb dedim sen şıp deyi leblebiyi çıkardın. Bizim Hami Bey dört sene Pariz’de oturdu.”
Modist: “Deminden sana Hezar’ım demedim?”
Meryem Dudu: “E kardeş anladım ki Hezar’sın… Bizim bey Pariz’e gitmezden bu hanımla evlenmişti. Tekrar buraya döndüyse fikrini de kökünden dönmüş bulduk. Ben beyin oda hizmetçisiyim. Sabahları buyon’unu, alakok öf’ünü,[19 - Yumurta. (e.n.)] sütlü kahvesini hep ben ederim. Beni yeniden egzersis’e koydu. ‘Servis hazırdır, buyurun.’ demek nasıl olacağını, kuver’in[20 - Sofra takımları. (e.n.)] sofra üzerine nasıl oturtulacağını, tepsi tabak nasıl tutulur olduğunu bana ta eliften talime başladı. Şimdiki hâlimden memnundur. Bazen bana iltifat olsun deyi ‘Mari elin işe o kadar yatmıştır ki Pariz’e gitsen en menşur bir restoranda servant’lık ederek geçinebilirsin.’ der. Ben de bu lafları iltifat deyi dinlerim. İşte lafın kuryuğunu kaçırdım, ne door idim? Ha bey Pariz’e gittiğinde bu hanımla evlenmişti. Ondan avdet buyurduysa bey şeker olmuştu. -Hatırınız kalmasın gelin hanım- Hanım ise bunda şap kalmıştı. İç şapla şeker birbirine kaynar? İşte o gün bugün çalışıyor ki hanım da biraz şekerlensin.”
Saffet Hanım: “Ben böyle korselerin içinde sıkışa sıkışa mı şekerleneceğim?”
Modist: “Bu hanımı aldıklarında görmediler ki böyle şişmandır?”
Meryem Dudu: “Kız iken pek narin bir vücuttu. Çok güzel idi. Bey Pariz’de iken hanım da burada şişmanladı. İşte böyle battal oldu.”
Modist: “Beyi görsem söylerim, hanıma böreği, pilavı yasak etmeli. Tembellikten kurtarmalı, evin içinde çokça in bin ettirmeli, bu yolda ben çok ka görmüşüm. Kazazların Agavni iki sene evvel ne battal bir karıydı? Kocası Onnik onu az vakitten keçiboynuzuna çevirdi. Görünüyor ki gelin hanımın beyi de biraz tembeldir.”
Meryem Dudu: “Hasılı efendim, şimdicik bir türlü birbirine uymayorlar. Hanım eski kafada gidiyor. Bey opera söylüyor.”
Modist: “Hiç ummazsın ki bir müddet sonra beyinlerine[21 - Aralarına. (e.n.)] uygunluk gelsin?”
Meryem Dudu: “Aklım ona yatmıyor.”
Modist, korsenin sıkıştırması ile yüzü ağlar bir hâl alan Saffet Hanım’ı dikkatle süzerek:
“Beyi hanıma fena bir şey emretmiyor. Alamod urba koysun diyor. İncelsin, zariflensin arzu edor. (Saffet’e karşı) Müslümanlığın müsaadesi vardır. Öyle ise siz de bu beyden tatlik olunuz.[22 - Boşanınız. (e.n.)] Ayırt olunuz. Sırtı cüppeli bir babaya varınız. Yok ama lafımın kusuruna kalmayınız.”
Saffet Hanım, öfkelenerek:
“Ah dilin tutulsun. Kocamdan neye boşanayım? İşte böyle bağıra çağıra bu bela berzah şeyleri giymeye elbette alışırım.”
Modist: “Kendi keyfine a hanımefendim… Ah hani ki alışasın. Kendime bir yağlı müşteri daha bulmuş olurum. Şu yetmiş numero korsayı vücuduna uyduruncaya kadar yetmiş türlü derde girdim.”
Saffet Hanım: “Kocamdan boşanırsam o benden sonra alacağı kadınların hiçbirisiyle geçinemez. Onun derdini benden başka kimse çekmez.”
Modist: “Beni meraka koydunuz? Beyiniz o sivilize[23 - Medeni. (e.n.)] çalımıyla beraber size cefa ediyor?”
Saffet Hanım: “Ah kokona nasıl anlatayım?”
Modist: “A şaştım… Küçük dilim büyük kesildi. Şu hoşur[24 - Hoşur: Şişman, dolgun, kaba. (e.n.)] vücudunuza bakan kim der ki cefa içinde böyle şişmanlanmış olasınız. Beyin derdi size yaramış. Cefalandıkça üste gelmişsiniz.”
Saffet Hanım: “Benim şimdi zayıf vaktim. Bey Paris’ten yeni geldiği zaman vücudum bunun iki misli idi.”
Modist: “O zaman bana korsa için komand[25 - Emir. (e.n.)] edeydiniz acaba ne patron[26 - Patron: Kumaşın biçilmesine yarayan, bir giysi örneğindeki parçaların biçimine göre kesilmiş kâğıt, kalıp. (e.n.)] üzerine makas vuracaktım? Ne biçim derttir ki sizi böyle zayıflandırmış?”
Saffet Hanım: “Derdimi söyletme… Yalnız şuna emin ol ki beyin ezgisini benden başka bir kadın çekmez. Benden başka bir kadınla o yaşayamaz. Anlıyor musun?”
Modist: “Boş laf etmeyiniz hanımefendim. Bu kelamınız düpedüz mefhumsuzdur. Karisiyle hır gür kesilen bir erkek metresiyle şeker kaymak olur. O da sizden sonra nikâhla evlenmez de bir ‘metres’ alır. Şimdi Evropa’da böyledir. Maryaj[27 - Evlilik. (e.n.)] ile vakit geçiren bir erkeği orada mum ile arasan bulamazsın. Kaç senedir Pariz’de moralist’ler: ‘Evleniniz, çocuk ediniz, yoksa Fransa’nın kalabalığı sönüyor.’ diye bıngır bıngır bağırıyorlar.”
Saffet Hanım, şaşkınlıkla:
“Metres nedir madam?”
Modist: “Ev bark yıkımı Allah’ın belası!..”
Saffet Hanım: “Ay hastalık mı bu?”
Modist: “He. Evet… Evropa’dan gelme bir nev hastalık… Ahlak kolerası… Frenk illeti…”
Saffet Hanım: “Frengi mi dedin? Aman evlerimize şenlik…”
Modist: “Doğru dedin… Frengi illeti çok defa metresten çıkar. Fakat hanım, metresin ne olduğunu sahihtir ki bilmorsun?”
Saffet Hanım: “Yemin ederim ki bilmiyorum.”
Modist: “Okuman, yazman, imlan filan yoktur?”
Saffet Hanım: “Yoktur.”
Modist: “Öyle ise altın gibi temiz bir hanımsınız… Fakat size acıyorum. Bu toylukla başınız çok derde girecektir. Şişmansınız ama sıfatınız pek güzeldir. Âdeta size nadir bir bote[28 - Güzellik. (e.n)] diyebilirim. Beyiniz size ne cefa ediyorsa siz bana anlatınız. Ben de size sonra metres ne olduğunu beyan edeyim.”
Saffet Hanım gözleri yaşararak acınacak bir sesle:
“Madama sen çok iyi bir kadına benziyorsun.”
“O kendi zatlığınız hanımefendim.”
Saffet Hanım ürkek etrafına bakınarak:
“Kaynanam da huysuzdur, bey de… Dertleri çekilmez. (içini çekerek) Paris’ten geldikten sonra beyi bütün bütün değişmiş buldum. Nerede eski Hami? Nerede şimdiki Hami? Aralarında dağ kadar fark var. Evvelden huyu ne kadar yavaştı. Ne kadar halim bir delikanlıydı. Şimdi adi bir vesile ile insanın yüzüne bağırıyor. Paris’ten gelenler nazikleşir, hizmetçilere bile iltifatla muamele eder derlerdi. Bizim bey bu hükmün aksini gösterdi. Her şeye kızıyor, hele bazı kere büsbütün ateş kesiliyor, içinde bir sıkıntı var ama ne olduğunu anlayamıyorum. Artık ne beni gözü görüyor ne çocuğunu.”
“Vay çocuğunuz da vardır?”
“O Paris’e giderken karnımda idi.”
“Mahdumdur? Kerimedir?”
“Mahdum.”
“Allah çok ömürler, güzel huylar versin.”
“Âmin. Paris’e gitmezden evvel eve gelince kapıda içeriye şen, neşeli girerdi. Odamıza çıkar idik. Ah ne kadar eğlenir, ne şakalar ederdik. Hani o günler? Şimdi bir varmış bir yokmuş oldu. Artık çehresinden düşen bin parça oluyor. Ağzını açıp bir söz söylese mutlak bir kusurumu göstermek, beni acı acı zeklenmek[29 - Zeklenmek: Alay etmek. (e.n.)] için söylüyor. Karşısında ağzımı açmaya korkuyorum. Haddin var da dereden tepeden bir söz ucu bulmaya cesaret göster. O saat çehresini somurtarak ‘Sus… Sus… Senin gibi ümmiye bir kadınla ne konuşulur?’ diyor.”
“Umuye. O ne laftır ki?”
“Ne demek olduğunu ben de bilmiyorum. Hoca hanıma soracaktım, unuttum. Ümmiye zannederim ki ‘umacı’ gibi bir şey olacak…”
“Dorgusu çok güzel kalbin vardır hanımefendim. Kocam bana umacı diye idi ben kederimden tazı gibi zayıflanır idim.”
“Ey kokona başa gelen çekiliyor. Ben ümmiye isem ne kabahatim var? Allah öyle yaratmış. Anası beni gördü de aldı. Ben sahiden umacı imişim gibi yüzünü asıyor. Sedirin ta ötesine çekiliyor. Eline çarşaf kadar bir Frenk ceridesi[30 - Ceride: Gazete. (e.n.)] alıyor.”
“Tan’dır? Figaro’dur? Nedir?”
“Ben ne tandırı bilirim ne mangalı.”
“Bunları örgenmeye gayretlen yavrum. Şimdiki hayat moda hayatı, enstrüksiyon[31 - Enstrüksiyon: Bilgi, eğitim. (e.n.)] hayatıdır. Örgenen ileri varıyor; örgenmeyen taklak kılıyor.”
“İşte o elindeki cerideyi ha okuyor, ha okuyor. O kör olası kâğıdın içinde böyle bitmez tükenmez ne vardır bilmem ki?.. Tatlı sözünü işitmekten geçtim, artık kocamın yüzünü de göremez oldum. Elindeki ceride aramızı yüksek bir duvar gibi kapıyor. Artık bunda anlamayacak ne var? Bey, benim yüzümü görmemek için onu öyle tutuyor. O okurken ben oda içinde gezinir, ufak tefek iş görürüm. Çocuk huysuzlanır, onu döşeğe yatırırım, uyuturum. Sonra bir teneke dolusu cıgara yaparım. O iş de biter, saatlerle tentene örerim. Gayrı ondan da sıkılırım. Artık yapacak işim kalmaz. Nöbet uyuklamaya gelir. Uyuklarım… Uyuklarım… Uyuklarım. Arada bir gözümü açar bakarım ki hâlâ okuyor, sıkıntıdan avaz avaz haykıracağım gelir. Ne vardır madama o ceridelerde?”
“Tekmil bu yuvarlak dünyanın havadisi onlardadır.”
“A! Yalan!.. Hiç dünya yuvarlak olur mu? İşte dümdüz gözümüzün önünde duruyor.”
“Sahisini istersen ona benim de pek fikrim yatmaz. Beyoğlu’nda Pazar Alman’a, Bonmarşa’ya hiç gittin? Onda rafa koymuşlar, üç ayak üzerine oturmuş, karpuz gibi bir şey vardır. İşte o bu dünyanın cimcimesi imiş. Ben de bilirim ki dünya düzdür ama savan’lar[32 - Âlim. (e.n.)] yuvarlaktır iddia edorlar. Besbelli ki biz ile mehtap edorlar. Aksisini ispata muktedirsin? Değil isen düz gördüğün şeye yuvarlaktır diyorlarsa ‘He.’ demeye mecbursun. Evet o gazetelerde kronik vardır, fediver vardır, poletik vardır. Ticaret vardır, roman vardır. Hasılı vardır oğlu vardır.”
“Bu yuvarlak dünyanın bütün havadisini bizim beyden mi soracaklar? Azıcık da karısının yüzüne bakıp iki çift lakırtı etse olmaz mı?”
“Görünüyor ki seni karşısında hitaba şayan bulmor. Öyle ‘Pariz’ görmüş, ‘siyans’[33 - Bilim. (e.n.)] okumuş, büyük ‘sosyete’lerde nutka oturmuş, hasılı dünyanın dibine parmak vurmuş bir sivilize ile konuşmak senin harcındır zannedersin? Pariz’de oynanan bir operet’in türküsünü kritike ederse, laflarına bahane bulursa sen o sözden ne anlarsın? Yoksa Lonşan’da Baron de Vinyi’nin attan düştüğünü hikâye ederse sen baronu tanıyabilirsin? Illüstre’lerde[34 - Resimli dergilerde. (e.n.)] resmine dikkat etmişsin?”
“A tuhaf şey! Ben elin Frenklerini nereden bileceğim?”
“Öyle ise onun da senin ile edecek bir lafı yoktur. Beyden şikâyetin bu türlü şeylerdir?”
“Hele dur dinle. Ben uyuklarken bazen yüzüme bakarak ‘Hanım, böyle vakitsiz uyuklamak, bidüziye esnemek, beyinsizlik, ahmaklık alametleridir.’ der. Ben de artık kızarım. ‘Acaba hangi beyinli adamı böyle saatlerce lakırtı etmeksizin oturmaya mecbur etseniz esnemeden, uyuklamadan durabilir? Sizin okumanız bitmiyor ki…’ cevabını veririm. Gene kaşlarını çatar: ‘İşte bak lakırtı etmesini biliyor musun? Ona okuma değil mütalaa derler.’ tekdirine kalkışır.”
“He işte bu lafında haklı. O işe ‘motalaa’ derler.”
“Okuma demek mütalaa demek değil midir?”
“Tut ki çoklarına göre öyledir. Lakin fines[35 - Kibarlık. (e.n.)] meraklıları için hiç de öyle olamaz. Çocukların okumasına, hani şu karnından, yüreğinden okursa, okuma derler. Büyüklerinkine ‘motalaa’ tabir ederler.”
“Ben o kadar incesini bilmiyorum. Kendisiyle aramızda böyle birkaç söz geçince, bu mütalaa fasılası bey için elinden cerideyi bırakıp Frenkçe koca bir kitap almasına vesile olur. Gene çehreler çatılır, sözlerine nihayet verilir. O kitabına dalar, ben de uykuya…”
“Sana bir bon nüvi,[36 - İyi geceler. (e.n.)] ona da zavallı diyeceğim gelor. Ne güzel karılık kocalıktır bu?”
“Güzel, çirkin… İşte böyle oluyor. Konakta haftada ancak bir veya iki defa kalır. O geceleri de böyle geçiririz.”
“Kusur geceler[37 - Kusur geceler: Diğer geceler. (e.n.)] nerede kalır?”
“Bilir miyim? Sorulur mu?”
“Merak etmezsin? Kıskanmazsın? Şeytan aklına vesvese bırakmaz?”
Saffet Hanım pembe yanaklarından aşağı süzülen berrak iki katreyi çıplak, beyaz, tombul kolu ile silerek:
“Merak ederim, kıskanırım, çıldırırım, şeytan aklıma türlü şeyler getirir ama elimden ne gelir madama? Merhum Şadi Efendi’nin gelini olacağıma keşke bir hamal karısı olaydım da kıymetim bilineydi.”
Modist elleriyle yüzünü kapayıp hafifçe haykırarak:
“Şadi Efendi gelinisin? Şimdi ben onların yalısındayım? Çabuk söyle.”
Saffet Hanım modistin bu telaşından şaşırarak:
“Evet, Şadi Efendi’nin geliniyim. Burası onların yalısıdır. Ne var? Niçin çırpınıyorsun?”
“Öyle ise adiyö hanımefendim…”
“Ay neye?”
“Burası modistlerin mezarlığıdır. Kaynananız hanımefendinin hep aksatası[38 - Alışverişi. (e.n.)] veresiyedir. Üçe sekiz ilave etsen… Beşe yirmi beş koysan… İşin altından kalkmak kabil değildir. Modistlerin burada kaçı top attı? Kaçı iflasa çıktı. Bayzar Vartan’la beraber, Annik, Ahzabert, daha öteki, daha beriki…”
Gelirken nereye geldiğini bilmiyor muydun?
“Hayır bilmiyor idim. Siz evvelden …’de oturur idiniz?”
“Evvelden orada idik. Şimdi buraya geldik.”
“Bana bir uşak geldi. ‘Hami’ yazılı bir kart gösterdi. E, ben ne bileyim ki o ‘Hami’, merhum Şadi Efendi’nin oğludur? Peşine düştüm, burayacak geldim.”
“Merak etme. Kaynanamın aksatası veresiye ise benimki peşindir. Neme lazım, on paranı kabul etmem.”
“Böyle laf etmek terbiyesizliktir, lakin dar vakitteyim. Sermayemin bütününü buraya kapatamam. Şimdi büyük hanımefendi Taksim’deki Flora ile alışveriş edoor, değil mi? Eh, ona niçin haber etmediniz? Artık gelmeye biraz nazlanıyor sanırım. Hakkı vardır. Geçen gün biçare kadın ‘Ah iflasa çıktım.’ deyi ağlayordu. Bu konağa bir kere tutulmuş. Kaç senedir vermiş, hâlâ da veriyor. Lafına bakılırsa daha hiç almamış. Hanımım, safsın, meleksin de sana bu lafları edorum. Yoksa karşımda sen olmasan çantamı, mezürümü toplayınca hemen adiyö eder idim.”
Meryem Dudu: “Benim aylıklarım da bir buçuk senedir üst üste bindi. Geçende hanımefendiyi etekledim. Versin diye hemen sustaya durarak yalvar yakar oldum. ‘Yakında eda ederim.’ deyi cevap etti. Gene bir çiftlik satılor. Ayvazın uzun kulaktan bana geçtiği fısa bakılırsa çiftlik satılmor, sarraf zapt edor. Hakkını alacak, artakalanı bunlara verecekmiş. Ne olursa olsun, tek beş on para da benim cebime girsin.”
Modist: “Bu familyayı pek zengindir deyi işitirdik. Bu kadar irattan, akardan gelen ne olor acep?”
Saffet Hanım: “Ana oğul su gibi harç ediyorlar, vaktiyle öyle alışmışlar. Her taraflarından zırıl zırıl borç akıyor, zenginlikleri öyle bir kuru namdan ibarettir. İki çiftlik var, işte onun biri de gidiyor. Kaynanam yaşlandıkça süse, nizama daha düşkün oluyor.”
Modist: “Ah bilirim. İsimleri Firuze Hanımefendi’dir. İki yanağında birer gül oturmuş pupe[39 - Pupe: Oyuncak bebek. (e.n.)] gibi gezer.”
Saffet Hanım: “Benim sana anlattığım çektiklerimin yarısı bile değil. Hani sen de bana metres ne olduğunu anlatacaktın?”
Modist: “Bir erkek bir karıya alakalanıp da onunla hocanın yahut papasın haberi olmadan yani nikâhsız karı koca şeklinde yaşar ise o herife ‘aman’, karıya da ‘metres’ derler. Yarım saatlikten tut da beş on seneliğine metres vardır.”
Saffet Hanım’ın çehresi gelincik gibi kızararak:
“Ha anladım, kapatma…”
Modist: “Yağı, tuzu, biberi kendinden iç yakar öyle bir kapatma.”
Saffet, helecanlı bir seda ile:
“Acaba bizim beyin de var mıdır dersiniz?”
Modist: “O pak yüreğinize yara vurmak istemem. Lakin mutlak onun metresleri olmalıdır. Siz tekine razı olunuz. Ben birkaçından korkarım.”
Saffet Hanım çatır çatır arkasından korseyi çıkarıp atarak yarı çıplak bir vücutla bir sandalye üzerine yığılır. Hüngür hüngür bir matem ağlaması tutturur.
Modist şaşırarak:
“Koca hanıma ağlama yaraşır? Sus ol efendim. Ben laf olsun deyi öyle bir söz ettim. Beyinizin metreslerini gözüm ile görmemişim, kulağımla işitmemişim, iftira kabilinden bir cesaret göstermişim. O ki borçları çoksa metresi ne ile tutacak? Metresler ‘aman’larının sıfatlarına değil keselerine alakalanırlar.”
O sıra, oda kapısı açılır. Firuze Hanımefendi oğlu Hami Bey’in bir kız kardeş tavrı ile koltuğuna girmiş, edalı, ağır adımlarla içeri gelirler. Bunları görünce modist lakırtıyı, Saffet de ağlamayı keser. Meryem Dudu da biraz evvel söylediği gibi ellerini çekerek sustaya durur.
Firuze Hanımefendi’nin yüzüne bakan, yüzdeki çizgilerden mana çıkarabilenlerden ise yıllardan ziyade düzgün, pudra, allık, saç, kaş, göz, kirpik boyalarının, tuvalet sularının, sabunlarının aşındırmasına uğramış o yüzde derin bir bencilik, elli yıllık hayatla çekişen şiddetli bir gençlik isteği görür. Yıllar geçişlerinin izini derin çizgilerle göz önüne koyarken birkaç paralık boyanın yalancı şahitliği ile herkesi gençliğine inandırmaya uğraşan, bu boyalı yüzde elli yılın bıkkınlık veren alayına karşı koyan yalnız iki uzuv kalmıştı ki onlar da gözler idi. Gerçekten de birer firuze gibi parlayan, sahibinin bütün kadınlık ihtirasını dışarı vuran bu bir çift mavi gözün uçlarında pençe pençe peyda olmuş çizgiler ile burun kanatlarının üzerinden başlayarak dudakların birleştiği noktalara ulaşan çizgilerin ve göz kapaklarını çeviren buruşukların derinliği lepiskaya boyanmış saçların, kumral kalem gezdirilmiş kaşların, kirpiklerin, kat kat sürülmüş pembe pudranın renk oyunlarına rağmen Firuze Hanımefendi’nin yüzüne acıklı bir kocakarılık hâli getirmişti.
Eskiden, belki yirmi beş yıl evvel çok güzel bir yapıda olduğu hâlâ dikkatli bir gözden gizli kalmayan bu yüz zayıflıktan şimdi biraz uzamış, elmacık kemikleri dışarı fırlamış, eski güzelliğini hatırlatacak meydanda yalnız o iri parlak mavi gözlerle buruşuk, uzunca bir gerdan kalmıştı. Pörsümüş bir cilt üzerindeki kavisliliği hemen yarı yarıya boya ile tutturulabilmiş olan kumral kaşların tatlılığı altında parlayan, yapma tahrillerle[40 - Tahril: Çizgi. (e.n.)] çevrili o ateşten gözleri, etleri çekilmiş iri sarı dişleri kapamaktan artık yorulmuş gibi biraz pörsük, aralık duran kıpkırmızı ince dudaklar, hâlâ düzgünlüğünü koruyan çekme güzel bir burun, sağ yanak ile çene arasına kondurulmuş yapma bir ben, pudranın kat kat aşırı kullanılmasından daha buruşmuş, daha kırçıllanmış görünen o cilt üzerindeki bütün bu yüz azaları, yün gibi kabartılmış lepiska saçlardan meydana gelen bir çerçeve içinde kalan bu yüz, umumi duruşu ile Firuze Hanımefendi’ye bir moda karikatürü yahut şöhret sahnesinden artık çekilme zamanı gelmiş kart bir artist şekli vermiştir.
Fransızların Keşmir şalını taklit ederek dokumaya uğraştıkları kumaştan, şeker rengi zemin üzerinde serpme ufacık açık tirşe yapraklı, omuzları kabarık, bedeni zayıf vücudu üzerine sıkı sıkıya iri gümüş düğmelerle iliklenmiş bir ceket. Bunun altında güzel İngiliz şayağından bir jüpon, gene açık tirşe gayet narin ve zarif atlas, terlikler, ceketin dışarı devrik tirşe atlas yakası ortasında erkeklerinkine benzer kolalı beyaz dik bir yakalıktan aşağı uzanan, üzerinde pırlantadan bir ok, yay parlayan Prens dö Gal modasında beyaz bürümcükten bir boyun bağı, Firuze Hanımefendi’nin o günkü tuvaletini tamamlamakta idi.
Koltuğunda böyle elli yaşında boyama bir bebek, yahut modistin deyişine göre pupe taşıyan Hami Bey zayıflık ve boyca annesinin bir eşiydi. Fakat kadınlar arasında boyca uzun görünen Firuze Hanımefendi’nin eşi saydığımız Hami Bey’in boy uzunluğuna erkeklere göre bir ölçü tayini gerekirse ancak ortadan biraz yüksek denebilir. Solgun renkli uzunca bir çehre üzerindeki az kavisli ince kaşlar, ince uzun dudaklar, kanatları büyükçe çekme burun cinsel tutkularına karşı düşkünlükçe, ana ile oğlu arasında tam bir benzerlik olduğunu gösteriyordu. Annesininkilerden biraz ufarak ve maviden ziyade yeşile kaçan gözleri, baktığı yerde bir zaman dikili kalarak orasını derin bir küçümseme ile süzerdi. Yaşı otuza gelmişti. Fakat bütün yüzünde, davranışlarında görülen incelik, tazelik, kendini olduğundan üç dört yaş küçük gösteriyordu.
Arkasında tıpkı terzi camekânlarında görülen modeller gibi düzgün duran barudi bir kostüm, önü işlemeli dik yakalı bir gömlek, kostüm renginde bir fiyango boyun bağı, ceketinin sol yaka iliğinde goncalıktan çıkmış, fakat tam olarak açılmamış iki yaprak arasında sarı bir gül, ayağındaki uçları sivri rugan potinler, Hami Bey’e o kart aktrisin koltuğunda jön premiye[41 - Jön premiye: Jön. (e.n.)] rolüne çıkan bir aktör hâli vermiştir.
Gelişigüzel giyinmeyerek, elbiselerin renk ve biçimince, tuvaletlerinin en ince noktalarında birçok yılların tecrübelerine uydukları görülen bu ana ile oğula karşı modist büyük bir saygı göstermeye hazırlanmakta iken orada ayakta duran Meryem Dudu takdim törenine girişerek çok ehemmiyetli bir tavır ile ana oğlu modiste gösterip:
“Hanımefendi ve mahdumları beyefendi ile maan beraber…”
Sonra hanımefendiyle beye dönüp modisti göstererek:
“Modist Hezar Kürkçiyan hizmetkârınız.”
Firuze Hanım’la Hami Bey’in ufak bir baş sallamalarına karşı He-zar Kürkçiyan yerlere kadar derin bir reverans yaparak biraz önce dolandırıcılıklarından yakındığı bu ana ile oğlu büyük bir saygı ile selamladı.
Oradaki toplanışları gerçek tiyatro sahnelerindeki komedya meclislerinden birine benzeyen bu insanlar içinde en gülünç hâlde kalanı Saffet Hanım olmuştu. Belinden aşağı bir keten etekliğinden başka vücudunda hemen hiçbir şey yoktu. Gümrah kumral saçları firketelerden kurtularak çıplak pazılara yol yol dökülmüş, iki kat gerdanın üzerinde desdeğirmi duran yüzü yürek çarpıntısından pespembe kesilmiş, kıvırcık kirpikli ela gözleri kızgınlıkla utangaçlığın bir anda husulünden garip bir baygınlık peydahlamıştı. Zavallı Saffet, kocasının metresleri bulunduğuna o anda ağlamak mı, yoksa alaycı bakışları önünde çıplak bulunduğu kaynanasının zehir gibi gülümsemesinin okuna hedef olmamak için toplanmak mı lazım olduğunu bir zaman düşündü. Nihayet utanma duygusu, teessüründen baskın çıktı. Kendini ağlarken güler görünmeye zorlayarak ne ağlamaya ne de gülümsemeye benzeyen acayip yüz buruşturmaları ile ayağa kalktı.
Firuze Hanımefendi, gelinini keskin ve alaylı bir bakışla süzdü. Güya onu böyle çıplak görmekten ürkmüş gibi iki eliyle yüzünü kapayarak “Aman Saffet, o ne vücut oo… Dev anasına dönmüşsün!” diye bir şaşkınlık sözüyle haykırdı. Kaynananın bu ufak çığlıkları alaydan çok içini yakıp kavuran bir duygudan doğuyordu. “Bir dirhem et bin ayıp örter.” derler. Gelinin gerdanından, pazılarından, göğsünden taşan, dökülen o taze, o pembe adalelerden, yarım okkacağızı Allah’ın bir mucizesi eseri olarak kaynananın o sıska çehresine taksim edilse ne kadar pörsük düzelir, ne kadar çukur örtülür, ne kadar çizik kaybolurdu. Firuze Hanımefendi’nin gelinine karşı olan en büyük düşmanlığı kendisinde hemen hiç bulunmayan bir yaradılış cömertliğinin ondaki bu bolluğunu görmekten ileri geliyordu.
Zavallı Saffet, dev anasına benzetilmekten doğan bir acının ızdırabı altında ezilmekte iken Hami Bey yerde yatan bağları parçalanmış korseyi görerek modiste Fransızca:
“Oh… Hayvan palanı parçalamış. Demek gem almak istemiyor… Bu ne kadar vahşilik…”
Modist bu benzetmeye o kadar güldü, o kadar güldü ki birçok modistleri “iflasa çıkaran” Firuze Hanımefendi gibi büyük kadınlardan birinin önünde bulunduğunu unutarak yerlere kadar birkaç kere eğilip kalktı.
Saffet, modistin böyle iki kat oluncaya kadar gülmesinden kocasının söylediği Fransızca sözlerin kendi hakkında büyük bir övme olmadığını anladı.
Firuze Hanımefendi yabancı bir modist karşısında gelinini dev anasına benzetmenin pek de yüksek bir terbiyeye uymayacağını düşünerek bu işi düzeltmek için sevimli bir seda ile:
“Saffet Hanım yavrum… Korseyi niçin yere attın? Giy bakalım, biz de görelim.”
Kaynana Fransızca bilmediği için Hami Bey’in zavallı Saffet hakkında reva gördüğü o kaba benzetmeyi anlayamamıştı. Gülmesinin son fıkırtıları içinde hâlâ ara sıra vücudu sarsılan modist, Firuze Hanım’a cevap olarak:
“Küçük hanımefendinin gövdesi görünüşte battaldır, fakat kemikleri ‘minyon’ olduğundan sıkıya koyunca vücutları lastik top gibi ufalıyor. Kendi hâline bırakırsan gene şişiyor. Lakin kendileri bizi keyfimize bırakmıyorlar ki gövdelerini kararınca sıkalım. Affınıza mağrurlanarak söylüyorum ki gerek cenabınız gerek beyefendimiz bu kadar alamod olasınız da bu gelin hanımı şimdiyecek korsaya sokmayıp da böyle battal bırakasınız… İşte bu husus taaccübümü mucip olor.”
Ana oğul birer sandalyeye oturdular. Firuze Hanımefendi’nin elinde saplı bir gözlük vardı. Bu çeşit gözlük kullanmayı konaklarında bir iki akşam misafir kalan bir Rus kontesinden öğrenmiş, bundaki faydaları hemen takdir ederek ertesi günü tıpkı o şekilde bağa saplı bir gözlük de kendi tedarik etmişti. Dikkatli bakacağı her şeye şimdi bu gözlüğü tutar ve biraz eğri olarak duran bağa sapın eğriliğine göre nazik başını çarpıtarak gözlüğün camları altından mühimsemeyen süzük bir bakışla güzelliğinin latifliğine, tuvaletine başka bir parıltı vermeye uğraşarak bakmayı artık huy edinmişti.
Kaynana hanım saplı gözlüğünü gelinin çıplak vücuduna doğrultarak şişmanlıktan meydana gelme fazla etleri alaylı surette tenkit için gözlerini süzülmek derecesinin son haddine kadar bayılttığı sırada, mahdum beyefendi anne yanında alaturka terbiyenin pek müsait olmayacağı Frenkçe bir vaziyet ile zayıf bacaklarını birbirinin üzerine koyarak oturduğu sandalyenin yayları içine öyle bir gömülüş gömüldü ki incelikten pantolonunu delecek zannolunan diziyle burnu arasında hemen dört parmak yer kaldı. Bir eliyle ağzına götürdüğü ekstra kalıp sigarasının mavimtırak dumanı kangal kangal havaya savrulmakta iken ötekiyle burnu üzerindeki yaylı altın gözlüğünü bastırarak süzüklükte annesinden pek aşağı kalmayan alaycı gözlerini karısına dikti. Modiste “Şunun resm-i iksasını[42 - Nasıl giydirildiğini (e.n.)] biz de görsek.” dedi.
Alafrangalıklarına ve sözlerinin inceliklerine hayran kaldığı bu ana oğula dikişten, biçimden evvel söz beğendirebilmek derdine düşen Hezar büyük bir telaşla dedi ki:
“Korsenin eksesinin resmi önünün bir aynidir. Yalnız ön tarafta (biraz sıkılarak) fazla yuvarlaklar olduğundan onlar için bol yer edilmiştir.”
Hezar’ın “iksa”yı “ense” anlamasındaki yanlışı ile “yuvarlaklar” sözüne ana oğul gevrek gevrek güldüler. Modist utangaç bir hâlde:
“Huzurlarınızda yanlış bir ifade ettim acep?”
Hami Bey başını iki tarafa sallayıp gülerek:
“Hayır… Hayır… Şu korseyi hanıma bir daha giydirseniz de görsek…”
Hezar, korseyi yerden aldı. Kopuk bağları şöyle böyle tamir ederek:
“Saffet Hanım, deminden buna pressuvar diyordun? Cendere diyordun? Ne diyordun? Gene bunun içine girersiniz?”
Saffet Hanım bu sefer, korsenin sıkıştırması ile şişman vücudundaki ruhunun havalanıp uçacağını bilse kaynanası ile kocasını kendine güldürmemek için of bile dememek niyetiyle o insan cenderesinin içine bir daha girdi. Meryem Dudu’nun yardımı ile Hezar korsenin bağlarını o kadar sıkıladı ki gelin hanımın çehresi gözlerinin akına kadar morardı. Hezar sevinçle:
“İşte korse son kertesine kadar oturdu. Layıkıyla yerini buldu, tıpatıp uydu efendim.”
Firuze Hanımefendi gözlüğünün sapını her vakitkinden çok çarpıtıp o derecede çarpık bir alaylı bakışla gelinini süzerek:
“Zavallının yüzü patlıcan moru kesildi. Yarım saate kadar ya korse ya Saffet bu ikisinden biri çatlamazsa çok şaşarım.”
Hezar gülerek:
“Korsemin kumaşına güvenirim efendim çatlamaz. Fakat gelin hanımefendi bir tarafından sakatlanırsa ona bir lafım olamaz.”
Firuze Hanım: “A Saffet şimdiye kadar geniş geniş geziyordun. Nene lazım da bundan sonra bu sıkıntılara giriyorsun?”
Modist: “Korse koymadan hiç kadın kadın olabilir? Ne için bu zavallıyı şimdiyecek böyle hâline bırakmışsınız. Vücudu yabani büyümüş.”
Firuze Hanım: “Beyi Paris’te iken biz kendisine çok söyledik. O zaman hiç kulak asmadı. Şimdi Hami geldi, kocasının dışarıda gözü kalmasın diye zavallı işte bu cenderelere giriyor, alafrangalık icabı ne ise hep onları yapmak istiyor. Fransızca öğrenmek için enstitütris[43 - Enstitütris: Kadın eğitmen. (e.n.)] tutturmak istiyor. Hâlbuki bu yaştan sonra hele Saffet Hanım’ınki gibi bir kafa ile lisan öğrenmek, bu hâle gelmiş bir vücudu inceltmek mümkün müdür? Biz kendisini aldığımız zaman vücudu pek ince idi. Saffet’in böyle olacağını kimse ummazdı. Saffet Hanım’ın ufak bir oğlu var. İşte bu çocuk için enstitütris’e cidden muhtacız. Bir bunak mürebbiyemiz vardı, geçinemedik, yol verdik. Şimdi yenisini arıyoruz. Eğer bildiğiniz bir enstitütris varsa buraya gönderiniz.”
Bu teklif üzerine Hezar içinden şunları geçirdi:
Bunların evvelden bir enstitütris’leri vardıysa niçin geçinemeyip savdılar? Acaba aylığını biriktirip vermedikleri için mi enstitütris bunlara adiyö etti? İşin iç tarafı ne olursa olsun… Altunyanların ihtiyar enstitütris’i şimdi boşta oturuyor. Buraya gelsin birkaç ay prova etsin. Ay bitimlerinde hakkını avucuna vermezler ise o da bir adiyö eder, çıkar işin içinden…
Modist, mühim bir söz söyleyeceğini anlatır bir tavır alarak, kedi gibi diliyle dudaklarını yalayıp birkaç defa yutkunarak:
“Efendim öyle bir enstitütris hemen avucumun altındadır. Sanki bu konak için bir patron üzerine kesilmiş bir kadındır. Sekiz senedir Altunyanların hanelerinde oturdu. Onda birkaç çocuk terbiye etti. Çocukları Fransızca okutturdu, yazdırttı. Öyle mükemmel bir enstrüksiyon verdi ki şimdi sanırsınız ki yavrucaklar bir işaretle sustaya duran sanki birer finodurlar. Eh vakitler malum, isimleri Altunyan ise de o familyanın altınları pek o kadar bol bolamat değildir. Madam Krike’yi yanlarından ayırt etmek istemezler. Fakat o vazifesini dibinecek görmüştür. Çocuklar büyümüştür. Şimdi bu sebeplerden başka bir kapı arıyor. Madam Krike’nin yirmi göbeğe kadar silsilesi bellidir. Onun beraberinde bir silsile ağacı vardır. Fransızca ona arbre gènèologique derler. Her yaprağı bir göbeğe alamettir ki ondan bir insan çıkar. Bu ağacın bir dalının ucuna şöyle işaret olunmuştur ki Madam Krike’nin dedelerinden birinin nièce’i[44 - Nièce: Kız yeğen. (e.n.)] Fransa’da Altıncı Şarl’ın kraliçesinin dame d’honneur’ü[45 - Dame d’honneur: Nedime. (e.n.)] ile yan be yan sofraya oturmuştur. Zadegân şeydir. Fakat modestiden ayrılmaz. Fransızca enstrüksiyon’u metod ile verir. Birkaç aydan çocuklar Frenkçe bülbül gibi ötmeye başlarlar. Ben onun yanında Fransızca laf etmeye sıkılırım. Masculin’lerde, féminin’lerde hiç yanlışlık istemez. Şıp deyi insanın hatasını yüzüne vurur…”
Övmedeki bu uzun uzadı sözleri kısa kesmek için Firuze Hanımefendi tatlı bir gülümseme ile:
“Madam Krike’yi siz buraya gönderiniz. Hakkında ettiğiniz medihler onu bize beğendirdi. Gelsin, bizi görsün. Bakalım kendisi de buradan hoşlanacak mı?”
“Ne deyi hoşlanmasın efendim? Sizden âlâ bir hanımefendi, bundan büyük bir kapı mı bulacaktır? Fakat Frenk olduklarından aksatalarını tırınk görmek isterler. Madde budur işte…”

2
Merhum Şadi Efendi Ailesi
Boğaziçi’nin … köyündeki Şadi Efendi Yalısı beş on yıldır artık viranlaşmaya başlamıştı. Eski parlaklığını bilenlerden düşkünlüğünü gizlemek istiyor gibi o koca yapı, sarkık saçaklarını, kırık kafeslerini, dökük kaplamalarını, çarpık kapılarını sanki arkasındaki korunun koyu karanlığında bırakmak için arkaya eğik bir haraplık vaziyeti almıştı.
Çok iri parçalarının birçoğu denize yürüyerek büyük aralıklar, oyuklar açılmış, eskiden dört beş metre olan eninin bazı yerleri şimdi ancak bir insan geçebilecek kadar dar bir geçit hâline girmiş olan o rıhtıma; vaktiyle ne parlak kayıklar yanaştığını, ne uğurlu ayaklar bastığını, o pencerelerden görünen avizelerin şaşaalı aydınlığı altında ne süslü ziyafet sofraları kurulduğunu, o taşların, o ağaçların ağzı dili olup da söyleyebileydiler, dikkatli bir kulak her kovuktan bin ibret destanı işitirdi.
Bu yalıda oturanları beslemek için, Rumeli’deki çeşit çeşit çiftliklerden, Beyoğlu’nda, vilayetlerdeki akarlardan gelen altınlar sayıca korunun ağaçlarındaki yaprakları yarış edecek bir bollukla buraya su gibi akarken, şimdi o zenginlik hiç şüphe yok yılların devretmesiyle ve birbirini izlemesiyle gene bunun gibi bir virane hâlini alacak olan başka evlere, başka ailelere akıntısını çevirmişti.
Yalının eski kalabalık gürültüsü artık derin, korkunç bir sessizliğe dönmüştü. Fakat şimdi korudaki kuşların ötüşü daha hazin işitiliyor, kıyının oynak dalgaları daha manalı inliyordu.
Sarrafların, tefecilerin dalavereci ellerine geçmiş bunca akar ve irattan ellerinde kala kala bir buçuk çiftlik kalmış ve hâlâ eski servetin suyuna tirit geçinerek, ettikleri israfların kaynağını kimseye bildirmemek için ser verip de sır vermeyen Firuze Hanımefendi ile mahdumu Hami Bey yalının bir dairesini olabildiği kadar tamir ettirerek pencerelerine panjurlar taktırmışlar, çerçeveleri değiştirmişler, o koca sofaları camekânlarla böldürmüşlerdi.
Firuze Hanımefendi on sekiz, on dokuz yaşında eşsiz bir gönül avcısı iken yetmiş beşlik bir efendinin galiba sıra numarasıyla yetmişinci olarak gerdeğine girmişti. Kızın öyle kaynar bir çağda, efendinin ise kanı donmuş bir güçsüzlük heykeli hâlinde bulunması bu evlenmeden bir çocuk olmasını düşünmeye bile kimseye cesaret veremez iken Tanrı’nın bilinemez kudreti ile senesinde dünyaya tosun gibi bir oğlan gelmesi âlemin dedikodusuna ucu bucağı bulunmaz yollar açmıştı.
On on beş senedir hekimlerin muayenesi ile bu hususta güçsüzlüğü açıkça belli olmuş olan efendinin modern hekimlik fennini yalanlayarak dünyaya gelen bu umulmadık, bu son çocuğu ağbani[46 - Ağbani: Üzeri turuncu iplikle işlenmiş sarımtırak kumaş. (e.n.)] kundak, yeşil duvakla kucağına verildiği vakit rahmetli Şadi Efendi sahiden sevinç yaşı dökerek kendisi için güçsüzdür diyen bilgisiz hekimlerin şu apaçık yalanlarına öfkelenmekten çok, kâhya efendinin yarım dirhemini beş liraya yutturduğu kuvvet macununun insana hayretler veren tesirine sevinmişti.
Daha doğrusu efendinin verimdeki kısırlığı Hami’nin doğumundan sonra yaşlanmak yüzünden dimağına vurarak çocuğun dünyaya gelmesi macun yüzünden midir? Hangi haricî sebeptir? Bunu pek fark edemedi. İstenen bir çocuk değil mi? O da olduktan sonra o kadar ince eleyip sık dokumada ne mana var?
Zehirli iftiralar yayan terbiyesizlerin yersiz iddialarını yalan çıkarmak için Firuze Hanımefendi bazı bazı kundağı bunak kocasının kucağına koyarak “Bakınız efendim, oğlunuzun gözleri, kaşları, hele o irice kulakları zatıalinize ne kadar benziyor.” sözleriyle iftiraları çürütmeye uğraştığı sırada efendi gözlüğüne çekidüzen vererek bu benzerliğin birazını olsun bulabilmek için yavrucağa saatlerce gözünü dikerek boş yere yorulurdu. Hanımın, çocukla kendi arasındaki bu benzerlik iddiasına çok kere sesini çıkarmaz, ara sıra da canı sıkılarak “A hanımcığım, daha bir aylık çocuğun sana bana benzediği belli olur mu? Hele biraz büyüsün kime benzediği sonra anlaşılır.” derdi.
Efendinin son derece saflıkla verdiği bu cevap, içi çıfıt çarşısına benzeyen hanımca kötü yorumlara pek elverişli görünerek bu benzeyiş işinin şimdiden tasdik edilmeyip de ileriye bırakılması kendisini pek çok düşündürürdü.
Önceleri miras hakları varken Hami’nin doğmasıyla mirasçılıktan çıkan bazı akraba, efendinin uzaktan yakından hısımları dedikoduda pek ileri vararak selamlıktaki genç çubukçu ile çocuk arasındaki fazla benzerliği pek de yaradılıştan olma tesadüfe vermeyerek, bundan birçok manalar çıkararak Firuze’yi suçlandırmaya yürümek isterlerdi.
Çocuk beş yaşında iken efendi babası dünya değiştirdi. Bu kadar malın tek mirasçısı olan Hami daha dünyadan habersiz masum bir çocuk, annesi ise başında kavak yeli esen bir genç kadın. Dünya geçimi nedir? Para nereden gelir? Nasıl sarf edilir? Bunu bilmek değil, düşünmeye bile hiç lüzum duymamışlardı. Rahmetli efendinin âdeta taptığı, hayatının ışığı, canı cananı olan Firuze, arzu ettikçe elini çekmecelere sokar, avuç avuç çıkardığı altınları etrafına bol bol saçar ve o altın parçaları orada kendi kendine kaynayıp da ortaya çıkar gibi saçma bir zehapta bulunurdu. Paranın yokluğu yüzünden dünyada yoksulluk, sefalet mevcut olduğunu, o maden parçacıklar için ne vuruşmalar, cinayetler, felaketler ortaya çıktığını bile hemen bilmiyor gibiydi.
Konaktan cenaze çıktığının akşamı Firuze’nin iki gözünden bela seli gibi matem yaşları akarken ağladığı odanın kapısına vekilharç gelerek “Bu akşamdan itibaren konağın idaresi için yapılan ve yapılacak olan masraflar üzerinize borç kaydediliyor.” ihtarıyla bir defter çıkardı. Toplamı birçok liraya varan birtakım hesaplar okudu.
Firuze bu ihtardan çıkacak korkunç sonucu aklına bile getirmeyerek, yalnız uşak makulesi bir herifin izin almadan harem dairesine girerek doğrudan doğruya kendine söz söyleyebilmesindeki cesaretine, bu terbiyesizliğin, saygısızlığın derecesine şaştı. İşte o zaman yüreğine efendinin ölümünden acı, keskin bir teessür hançeri saplandığını duydu.
Öyle uzun uzun hesap kitap dinleyecek zamanda olmadığını, o saygısız herifi kapı önünden kovmalarını el, kaş, göz işaretiyle yanındaki kadınlara anlattı. Bu milyonlara malik taze dulun gözüne girmek için emirlerini yapmada birbirleriyle yarışa çıkışan dalkavuk kadınlardan biri haddini bildirecek azarlarla vekilharcı kapıdan savdığı sırada herif oradan çekilip giderken kendi kendine Zavallı han-fendi, bunak kocanın zamanındaki nazlar, densizlikler geçmiş ola. Bundan sonra senin yüzüne gülecekler, sana yedirmek değil senden yemek için güleceklerdir. Aklını başına topla. Hanlarını, hamamlarını elden çıkarıp da iki üç odalı evlerde kuru pösteki üzerinde kalan hanfendiler çok görülmüş, işitilmiştir! dedi.
Bunu söyleyen Vekilharç Şakir Ağa yirmi beş yıl önce o konağa vekilharç yamaklığı ile sokulduğu vakit arkasındaki yırtık mintanı altında bir iç gömleği olmayan bir herifti. Şimdi senetle efendiden on sekiz bin lira alacaklı görünüyordu. Memleketlerinden ümmi ve hemen çıplak gelerek hizmetkârlıkla çattıkları büyük adamların konaklarında aile reisinin ölümü ile mirasçıları sırasına girmek fennini bu Divrikli, Arapkirli adamlar hangi müzevirlik mektebinde öğreniyorlar, şaşılır. Bunlardan bazıları böyle fuzuli mirasa ortak olmakla da kalmayarak hanımefendiyi nikâh ederek merhum efendinin kürkünü giyip köşe penceresine kuruluyorlar.
Şadi Efendi ölümünden bir iki yıl önce konağında veya başka evlerde bulundurup da gözünden uzak tuttuğu amelmande[47 - Amelmande: İş yapmaz hâle gelmiş olan. (e.n.)] karılarına uygun miktarda menkul ve gayrimenkul mallar vermişti. Ömrünün son yıllarında kendine bir evlat, o yaşına kadar ele geçiremediği böyle bir hayat hazinesi vermiş olan Firuze’yi de o sırada nikâh ederek müstefreşelikten[48 - Müstefreşe: Cariye. (e.n.)] kurtardıktan başka geri kalan mallarının da yarısını bu genç karısına bırakmıştı ki, malının öteki yarısı da ölümünden sonra o tek oğluna kalacaktı.
Bu ölüm felaketinin ikinci günü hanımefendi kendisiyle beraber acı gözyaşları saçmakta şaşılacak bir gözyaşı bereketi gösteren birkaç kafadar kadınla kapısı sürmeli, perdeleri kapalı bir odada hâlâ ah ve figan etmekle meşgul iken konağın içi sarıklı sarıksız birtakım insanla dolmuştu.
Divitleri belinde bazı efendiler “Sebt-i defter edilecek müfredat-i beytiyeye nereden başlayacağız?” diye haykırıyorlar, birtakımları kilitli kapıların anahtarlarını istiyorlar, başkaları da altın kasalarının, mücevherat çekmecelerinin bulundukları yerleri soruyorlar, birçokları da mühürleyecek delik arıyorlardı.
Bu gürültüler, bu yersiz sorular, bu istekler nasılsa hanımefendinin matem tuttuğu odaya kadar yayılır. Ayrılığın kanlı gözyaşları o pembe, o taze, latif yanaklarda henüz titreşen Firuze hiddetle odasından fırlayarak “Efendim öldükten sonra bana ne mal lazım ne dünya!” feryadıyla demet demet anahtarları haremden selamlığa, bütün ev eşyasını açgözlü elleriyle okşayarak deliği deşiği koklayan o insanların başlarına atar.
Hanımefendiye şirin görünmek için kâhya efendi sakalını sarıya, vekilharç bıyığını karaya boyayarak, divanhanelerde yaşlarından umulmaz bir canlılık ile piyasa etmekteler iken böyle ortaya serpilen anahtarlardan her biri kim oldukları bilinmeyen bir insanın eline geçerek bütün kilitlerde bir çatırtı peyda olması bu iki emektarın son derece kanlarına dokunduğundan “Hanımefendinin hak-i payilerine[49 - Hak-i pâyilerine: Ayaklarının toprağına. (e.n.)] yüz süreriz. Efendinin acısıyla şimdi gözleri dünyayı görmez; fakat yaşayanlara mal lazımdır. Hele meydanda da bir yetim var. Şimdi ne yaptıklarını bilmiyorlar. Bizi taraflarından işleri görmeye vekil etsinler. Mallarını kayıptan kurtararak hemen işi bitirelim.” haberini göndermişlerdi.
Bu haber ağızdan kulağa yayılarak yarım saat zarfında hanımefendiden vekâlet dileyenlerin sayısı on beşi bulmuştu. Şu on beş kişiden hiçbirinin iyi niyet sahibi olmadığı biraz sonra aralarında boğaz boğaza çıkan rekabet kavgasından anlaşıldı. Vekil namzetliği iddiası ile bunlar böyle dışarıda boğuşurken haremde hanımefendiyle göğüslerini döven kadınlar, o ah ve vah arasında söz gelişi kimi erkek kardeşinin kimi kocasının doğruluğunu ve iş bilirliğini, ehliyetini ve namusunu överek vekil olmaya en layık bir kişi varsa o da filanca olduğunu saç yolarak, yaş dökerek anlatıyorlardı.
Bu gürültü, aylar ve yıllarla sürdü. İşleri görmek için hanımefendi birkaç vekil tayin etti. Oğlu Hami’nin vasisi oldu. Bu dul kadına yol gösterenin, akıl öğretenin haddi hesabı yoktu.
O ilk kargaşalık sırasında ne kadar mücevher mahfazalarının boş kalmış olduğu, ne kadarının takımıyla aşırıldığı, ne kadar değerli pırlantalar değiştirilerek yerlerine adi taş parçaları konulduğu çok sonraları anlaşıldı.
Hakkı olmadığı hâlde, mallara ortaklık için üşüşen kimselerle uğraşılarak, kapanın elinde ne kaldıysa kaldıktan sonra vilayetlerden merhumun akrabasıyım diye o zamana kadar hiç yüzleri görülmedik, adları işitilmedik herifler, yeğenler, dayı oğulları, teyze ve hala oğulları çıktı. Bunlar ilkin efendi merhumun nikâhlı karısı Firuze Hanım üzerine olan hibe ve ferağı tanımamaktan, onun bozuk bir muamele olduğundan tutturarak, ucu bucağı bulunmaz büyük bir dava kapısı açarak nikâhı sahih saymadılar. “Hami, Şadi Efendi’nin sahici oğlu değildir.” iddiasına kalkıştılar. İddialarla da kalmadılar, “Firuze cariyedir, veraset yolu ile bizim malımız olmuştur, bu yüzden Hami de kulumuzdur. İkisini de satacağız.” demeye kadar ileri vardılar.
Bu saçma iddialar sonra mahkemelerce reddedildi. Fakat dava o kadar genişledi, o kadar kılık değiştirdi ki efendiye akrabalık iddiasıyla vilayetlerden gelenlerden her biri uğraşabildiği kadar uğraşarak, ayrılmak zorunda kaldığı zaman bu davayı ilerletebilmiş olduğu noktada akrabasından birine ciro ederek buradan öyle savuşurdu.
Yıllardan sonra davacıların iddialarının batıl olduğu meydana çıktı. Hakikat meydana çıktı ama bu hukukunu koruma işi Firuze Hanımefendi’ye kaça mal oldu? Hemen servetinin üçte biri bu yolda elden çıktı. Ellerinde düzgün senetlerle pek çok da alacaklı zuhur etti. Çiftliklerin, hanların büyük bir kısmı, sarraflarla, tefecilerle muameleli çıktı. Efendinin dillere destan olmuş o büyük servetinin ilişikleri temizlenerek gerçek mal olarak karısı ile oğlunun eline geçen kısmı, bütününe göre, ancak beşte bir kadar bir şeydi.
Şadi Efendi gibi bir defa adı zengine çıkmış olanların halk arasında çok kere servetinin çok büyütülmesi tuhaf bir âdettir. “Zenginin malı züğürdün çenesini yorar.” meseli meşhurdur. Demek ki zenginlerin servetlerini tahmin ile vakit geçirmekten hoşlanan “lira” hasretlileri onu keseye atamamaktan ileri gelen yoksulluk acılarını şunun bunun parasının hesabını çoğaltmakla ağız ballandırarak unutmaya çalışıyorlar.
İşte böyle etraftan malına pertavsız ile bakan züğürtlerin büyütmesiyle birkaç milyon lira sahibi sanılan Şadi Efendi, iradının hepsi ancak beş altı yüz bin liraya çıkışabilen bir zattı.
Kaptan kaba boşaltılan bir suyun azalması gibi kocadan karısına, babadan oğluna geçişinde bu servet küçüldü. Borçların ödenmesi, davaların görülmesi, hasılı, yel üfürdü su götürdü, Firuze Hanımefendi’yle Hami Bey ancak ellişer bin liralık birer servet sahibi olabildiler. Herkesin “milyonlar” tahmin ettiği altınların “süzüntüsü” böylece yüz bin liraya inmişti. Fakat dışarıdan gene işin aslı bilinmeyerek bu ana oğulun servetleri pek büyültülerek hesap ediliyordu.
Müstesna bir güzellik sahibi, yirmi üç yaşındaki Firuze paranın güzelliğe, güzelliğin paraya verdiği parlaklığın mucize yaratan hassalarını bildiğinden, güzelliğinin şöhretine bir de parasının Karun’unki gibi hesaplanmasının karıştığını duydukça sevinerek, serveti hakkında halkın bu görüşüne uygun görünecek bir geçim kapısı açtı.
Kışın Beyoğlu’nda, yazın yalıda oturuluyordu. Haremin tantanası hiç bozulmadı. Selamlıktaki hizmetkârlar pek eksilmedi. Lando, rahat ve genişliği; kupa, lüzumu; fayton, hafiflik ve ferahlığı için elden çıkarılmadılar. Yağızların boyun kırışları, kesme kuyrukları; kırların yavaşlıkları hoşa gittiğinden, doruların emektarlığı göz önünde bulundurulduğundan ahır hemen boşalmadı. Konakta, yalıda her şey yerinde, insanlar eski hâlinde gibiydi. Bu gürültü içinde eksilen yalnız bir ihtiyar efendi olmuştu. Merhumun kendi eliyle diktiği fidan günden güne büyüyor, babasının acısını unutturuyordu.
Parası güzelliğinden, güzelliği parasından baskın Firuze’nin, milyonları olduğu sanılan bu genç dulun şöhreti büyük küçük meclislerde konuşuluyor, her yerde bir türlü fikir yürütülüyordu. Onunla evlenmek isteyenlerin sayısı yüzleri geçti binlere vardı. Hanımefendiye âdeta deste deste istidalar veriliyordu. Bayılanın, ölenin, tutuşanın, yananın çokluğu hakkındaki sözlere hem dost şaşıyordu hem düşman.
Firuze, evlenmek için etrafında böyle kırılışanlara gülüyor, hiçbirini kendine layık bulmuyordu. Efendinin kısa süren matemi bittikten, ağlanabildiği kadar ağlanıp âdet yerini bulduktan sonra sıra eğlenceye, zevk sefaya, gülmeye oynamaya geldi. Bu arada rahmetli de büsbütün unutulmayarak, birçok camilerde güzel sesli hafızlara hatimler indirtiliyor, mevlitler okutturuluyordu.
Beri taraftan birbirinden güzel sekiz on genç cariye alındı. Her birinin istidatlarına göre kiminin eline keman, kimininkine ut, kanun, tambur, tef verildi. Ayağına çabuk olanlar raksa ayrıldı. Bir ikisi piyano başına geçirildi. Bunlara da flavta, keman ilave edildi. Alaturka alafranga iki takım düzüldü. Memleketin sazda, seste, piyanoda, viyolonda şöhret yapmış musiki ustalarından en ünlüleri bu kızların yetiştirilmesine tayin edildi. Hey hey mi hey hey!.. Medet mi medet!.. Bambum mu bambum!..
Haftada bir iki gece yalının kafesleri fora… Her pencerede başka bir donanma varmış gibi türlü renkte ışıklar denizin titrek dalgaları üzerine nurlar saçarken piyanoya, kemana, flavtaya eşlik eden titrek, gönül gıcıklayıcı güzel bir kadın sesi en meşhur operanın ruhu çırpındıracak duygulara düşüren bir parçasını kâh hazin kâh şiddetli nağmelerle okuyarak arkadaki koruda akisler uyandırıp sanki mevhum bir rakiple yarışırdı.
Biraz sonra, mükemmel bir ince saz takımının kârları, semaileri, besteleri, şarkıları, gazelleriyle bezmde başka bir hâlet, nağmede tesirli bir samimiyet, neşede diğer bir vect ve istiğrak peyda olurdu. Dinleyenler yavaş yavaş alaturka ağır havalarımızın uyuşturucu tesiriyle kendilerinden geçerken, birdenbire kemençenin, kemanın yaylarından, udun, tamburun tellerinden, teflerin şakrak zillerinden bir raks havasının, mesela “Bülbül olsam kona da bilsem dallere.” şarkısının kıvrak, sıçratıcı nağmeleri avuç avuç bir neşe yağmuru gibi ortalığa saçılmaya, en uyuşuk gönülleri raksa getirmeye, bellerde, omuzlarda kendiliğinden titremeler peydahlanmaya ve meclisin ahengini dalgalandırıp neşelendirmeye başlayınca, sırma saçaklı serpme pul fistanlı iki raks perisi meydana fırlayarak fistanlarının renginden alev almış sanılan pembe yanakları üzerinde kesik Avrupa kâkülleri o “Ya hey!” sesleriyle yayılıp yayılıp toplandıkça, gözler süzüle süzüle gümüş boyunlar sağa sola kaydıkça, sinelerden kabaran o ikişer taze göğüsler sığınacak kucak arar gibi titreye titreye ortalığı zelzeleye verdikçe, seyircilerin akılları zıvanalarından karış karış oynar, gene yerini bulurdu.
Böyle sazlar neşe püskürür, rakkaselerin gözleri süzülür, avizelerin, fanusların parıltıları altında irili ufaklı kadehlerle renk renk içkiler içilirken ahengi dinlemek için bu neşeli yalının önünde toplanan kayıklarda, sandallardaki insanlar arasında Firuze Hanımefendi’nin şu sefalı yaşayışı hakkında bin türlü dedikodu yapılırdı. Bunlar arasında, hanımefendi beğendiği delikanlıyı ağırlığınca altına boğuyormuş cinsinden sözler birtakım züğürt zamparaların uykularını kaçırarak rüyalarında hep altın madenleri görmek, ağırlıklarınca altınla tartılmak gibi evhama uğramalarına sebep olmuştu.
Üç çifte şık kayık hazırlanıp da arkaya serilmiş ipekli al ihramın sırma saçakları denizin mavi rengi durgun suları üzerinde izler bırakarak, sırma işlemeli al çuha saltalı, burma bıyıklı üç kuvvetli hamlacının bol yenli hilali gömleklerden uzanan adaleli pazılarının kuvvetiyle kayık bir tüy hafifliğiyle kayıp giderken, içindeki kuş tüyü döşemeye yaslanmış o güzelin, uzaktan vücudu pek fark olunmayan o “puf” yaşmaktan irtisam eden ince kaşlarına, toplu, pembe, ince dudaklarına canlar dayanmazdı.
Firuze Hanımefendi karşısına bir cariye alarak deniz gezintilerini çok defa böyle yapardı.
Hanımefendi Göksu’ya gitse bir düğün evi gibi orası şenlenir; Kalender’e doğrulsa hanımın güzelliğine tutulmuş vurgunlar hep o tarafa dökülürlerdi.
Hami Beyefendi’nin terbiyesine, derslerine çeşitli hocalar tayin olundu. Fakat çocuğun zayıflığı, çelimsizliği annesini pek büyük endişelere düşürdüğünden çocuğa, öğretmenlerinin sözlerine uyması değil, hocalara küçük beyin emirlerine uygun şekilde bir nevi tedris usulü icat etmeleri tembih edildi. Çocuk hiç sıkıştırılmayacak. İsterse dersine çalışacak, istemezse çalışmayacak. Mesela “Nasara ne kelime?” sualine çocuk “ism-i fail” derse bu yanlış cevap şöyle alkışlanacak: “Maşallah beyim! Süphanallah efendim! Bu ne zekâvet! Evet, ism-i faildir; fakat şu da hatırınızda kalsın ki nasara ara sıra da fiil-i mazi olur.” denecek. Çocuk nasaranın fiil-i maziliğini hiç kabul etmeyerek bu yanlış çıkarmadan müteessir olur, ağlamaya başlarsa hoca hemen özür dileyecek ve nasara için dünyada bir şey olmak münasip ise onun da ancak ism-i faillik olacağını söyleyecek.
Ders sırasına oturmadan önce çocuğu doktor dikkatle muayene ederek, o günkü sağlık durumuna göre ne kadar zaman derse dayanacağını tayin ederek bu iş için hocaya talimat verecek, tembihlerde bulunacak.
Hocaların, hele Arapça hocalarının birçoğu bu türlü ders vermek şartlarını haysiyetleriyle uygun bulmayarak işlerini bıraktılar. Sekiz on hoca değiştirdikten sonra Firuze Hanımefendi en sonunda oğluna aradığı gibi hocalar buldu. Bu sonraki hocalar her akşam baklavayı, böreği bulunca nasaradan çok beyin huyuna suyuna gitmekte kârlı çıkacaklarını anladılar. Bütün çekimleri şımarık çocuğun keyfine bıraktılar. Kendileri var kuvvetlerini sofra başında kollarını sıvayıp kaymaklı baklavanın gücenmez bir tarafından yakalayıp, her noktasına geçmesi için balın içinde üstatça çevirerek haydi selamet ola mideye göndermek cihetine sarf etmeye koyuldular. Ve bu öğretme usulünü her şeyden tatlı buldular.
Hocaların tatlıya, puf böreğine karşı bir kere bu düşkünlükleri belli olduktan sonra, Hami Bey irili ufaklı köle ve cariyelerini etraftan toplar, zavallı hoca efendinin gözlerini bağlayarak yalının o geniş sofalarında körebe oyununa kalkardı. Hoca yediği tatlılar burnundan gelinceye kadar koşar, bu yorgunluğun acısını o akşam ya revaniden ya muhallebinden çıkarmaya yemin ederdi. Sofra başına oturunca “Gene bugün derse bedel körebe oyunu ile vakit geçirdik. O kadar koştum, o mertebe yoruldum ki, karnım boş torbaya döndü.” sözleriyle o akşamki yemeğe istihkak derecesini herkese tasdik ettirmek ister, sonra kollarını sıvar, sözlerini tasdik etseler de gık deyinceye kadar yerdi, etmeseler de.
Fransızca hocasının o yalıda başına gelenler büsbütün başka türlü geçmişti. Her şeyin halisinin makbul olması eskiden beri tecrübe edilmiş bir gerçek olduğundan adını Pol’a, Piyer’e çıkarıp başlarına şapo koyup gramersiz bir dil, dibinden bozuk bir aksanla hocalığa yeltenen yakası yağlı, havsız redingotlu tatlı su Frenklerine pek o kadar ehemmiyet verilmeyerek Hami Beyefendi’ye Fransız oğlu Fransız bir hoca aranmış ve böyle milliyet ayarı tastamam bir tanesi ele geçirilmişti. Zavallı Mösyö Jan, o yalıdaki hocaların dalkavuklukla hocalık arasındaki hürmetsiz mevkilerinden habersizdi. Daha bir kelime Türkçe de bilmiyordu. Kahya efendi, tercümanın aracılığı ile Hami Bey’in sağlık ve akıl durumu hakkında birtakım bilgi verdikten sonra çocuğu sıkmayarak gayet incelikle ders vermesi gerektiğini anlattı. Muallim Cenapları silindir şapkasını bir sandalye üzerine ağzı yukarıya ters koyarak, bütün yapılan tembihlere uygun bir şekilde, bütün güler yüzlülüğü ile derse başladığı gün, muzip çocuk yanındaki küçük köleye parmağıyla şapkayı gösterip pek lazımlı bir şeye benzetmiş ve benzetmedeki inceliğe ikisi de gülmekten kırılmışlardı.
Hoca Türkçe bilmediği için çocuğun benzetme sanatındaki bu ustalığını anlayamamış, yalnız çocuğun siniri tuttu zannederek bir zaman dersi tatil etmiş ve o kahkahalar arasında donuk bir çehre göstererek çocukların neşelerini bozmamak için kendisi de bir parça gülmekten geri durmamıştı.
Mösyö Jan, bir gün sofaya çıkarak mendil ile gözleri bağlanmış Türkçe hocasının bir alay çocuğun ortasında sıçradığını ve curcunayı ayyuka çıkaran çocukların hocaya karşı yumruklarını birbirine vurarak “Ebeme pilav pişirdim, içine sıçan düşürdüm!” avazıyla bağrıştıklarını görmüştü.
Ne pilavdan ne de içine düşürülenden bir şey anlamayarak, yalnız çocuklara vücut egzersizi yaptırılıyor zannederek bu ikinci vazife için hocanın ne kadar fazla maaş aldığını merak etmişti.
Fransız muallimi artık ufak tefek Türkçe kelimeleri anlamaya başlayınca Hami’nin arsızlığına dayanamamaya başladı. Ara sıra hiddetlenerek “Yok sen profesör… Ben profesör. Yok ben çocuk, sen çocuk…” gibi anlaşılmaz tekdirlere kalkışırdı.
Bir gün derste çocuğa étre yardımcı fiilinin passé indéfini’sini sordu. Hami “Je suis ètè, tu es été, il est été…” şeklinde okumaya başladı. Hoca çok öfkelendi. Fransızca hiç böyle sıyga bulunmadığını, bunun doğrusunun j’ai ètè olduğunu biraz sertçe ihtar etti.
Hami, hiddette hocasını birkaç kat geçerek kıpkırmızı bir çehre ile:
“Doğrusu benim okuduğum gibidir. Evet: Je suis ètè’dir işte.”
“Ah mon diyö! Ben hata söylüyor?”
“Hata söylüyor.”
“Gramer kitap yanlış yazmış?”
“Evet grameriniz bütün bütün yanlış yazmış.”
“O Dieu des bêtes! Sen dokuz, on yaşta bir Türk çocuk biliyor o kadar ki Fransız gramerien’ler bilmiyorlar böyle?”
“Çok laf yok… Doğrusu je suis ètè olacak. Anladın mı sinyor patates?”
“Ben patates?”
“Ben olacak değilim ya, sen… Baban da bayır turpu!”
“Benim babam bayır turp? Bu bana dolu bir insult (hakaret)!”
“Hımbıl! Laf boş olacak değil ya elbette dolu olacak.”
Fransız gözlerini dört açarak:
“Allons donc imbécile! Tu désires que nous changions notre grammaire pour te plaire.” (Haydi oradan ahmak! Sana hoş görünmek için gramerimizi değiştirmemizi mi arzu ediyorsun?)
Hami imbécile hakaretini işitince hemen balık gibi yüz üstü odanın ortasına upuzun atılarak ağlama ile yangın kulesi bekçilerinin “Niyyyyaaavvv…” diye çıkardıkları gürültülü ses arasında uzun acı bir feryat kopardı.
Çocuğun bu çirkin avazı çok büyük bir acıya veya teessüre işaret olduğu yalı halkınca tecrübe edilmişti. Sanki evin bir tarafı birdenbire parlayıvermiş gibi bu sesi işiten elinden işini bırakarak küçük beyin imdadına koştu. Odanın içi hemen yarım dakikada başları örtülü örtüsüz kadınlar, birçok uşaklarla doldu.
Daha işin ne olduğu anlaşılmadan Firuze Hanımefendi “Evladıma ne yaptınız? Herifler, karılar söyleyiniz bakayım, yavrucuğuma ne oldu?” diye acayip sorularla kalabalığı yararak odaya girdi.
Bir nara ile bütün yalı halkını başına toplayacağını bilen Hami haykıra haykıra Fransızca hocasına ne ağza alınmaz koyu küfürler fırlatıyordu! Biri bu küfürleri dinleseydi bu kadar ayıp sözleri o yaşta bir çocuğun nereden ve nasıl öğrenmiş olduğuna şaşardı.
Firuze Hanım: “Doktor nerede? Yavrum hiddetle tıkanacak, bayılacak. Canım, kâhya efendiyi bulun. Ben ona çocuğun celalli olduğunu Frenk’e anlatsın demedim mi?”
Hami, hocasına söverken, annesi son derece tatlılıkla alnından, yanaklarından okşayarak:
“Eh yavrum! Eh gülüm! Evet. Evet, dediğin gibi olsun meleğim. Oh. Oh, pekâlâ.”
Kâhya efendi yetişir. Doktor gelir. Küçük beyin sinirlerini yatıştırmak için kordiyaller[50 - Kordiyal: Rahatlatıcı ilaç. (e.n.)] yapılır. Sonunda hoca ile çocuk arasındaki anlaşmazlığın neden çıktığı anlaşılır.
Hep çocuğa hak verildiğini, bütün ona inanıldığını görerek şaşırıp kalan muallim o kalabalığa:
“Bu çok ayıp… Ne vakit bir çocuk bağırıyor bu kadar adam geliyor. O ne söylüyor, hep inanıyor. Yalnız çocuk değil terbiye yok… Siz hep yok…”
Hami Bey bağırarak:
“Imbécile onun kendisidir. J’ai été değil, je suis étè’dir işte.”
Kâhya efendi hocanın kulağına: “Mösyö Jan rica ederiz, çocuk ne derse sen de öyledir de.”
“O… Bu çok drole…[51 - Drole: Garip. (e.n.)] Çocuk ne vakit diyor ‘Kâhya efendi baba dört ayak vardır, kulakları yüksektir.’ biz inanacak ki böyledir.”
Hanımefendi bir aralık ortadan kaybolur, gene gelir. Mösyö Jan’ın eline gizlice, en aşağı on beş lira eder bir altın saat sıkıştırarak yavaşça:
“Rica ederim kuzum mösyö… Sözünü geri al, çocuğun dediğini tasdik et. Yavrumun kanı başına sıçramış.”
Mösyö Jan saati görünce hiddetlenmekle kabul etmek arasında şaşırmış bir tavırla:
“Yok madam, efendim hanım! Siz böyle benim ahlak bozacak yerde ne vakit onun ahlak yapıyor, daha iyi oluyor.”
“Mösyö pek ziyade rica ederim.”
“Her ne vakit bir karı yalvarıyor, biz olur diyor.”
Muallim çocuğun önüne girerek:
“Ben yanlış yaptı, verbe être, passé indéfini yok j’ai été fakat je suis été. Benim bu yanlış affeder.”
Hami, bu üstünlüğünden ileri gelen bir hor görürlükle:
“Ya ben sana demedim miydi? Mırmırık boza suratlı herif!”
Mösyö Jan, Galile’ye engizisyon mahkemesi önünde sözünü geri aldırdıkları gibi bir çocuğun hatırı için gerçeği inkâr ettikten sonra hemen kendini bahçeye attı. Orada çok büyük bir şemsiye gibi açık bir fıstık ağacının altında denize karşı nargilesini guruldatan Farisi hocasıyla, gözlerini süze süze her yudumu göbeğine kadar çekerek kahve içen Arabi muallimine rastladı. Bunlar Mösyö Jan’ı güler yüzle karşıladılar. Hami’nin bu densizliği onlar için yüz defa tekrarlanmış bir şeydi.
Arabi hocası kahveyi yere bırakarak:
“Müsü! Bu yalıda öyle muntazam ders okutmak yok… Çocuk ne derse öyle olacak. Yemekler güzel, hem bol. Bana âlâ yahni, kaymaklı nefis tatlılar… (Farisi hocasını göstererek) Murtaza Efendi için cilav, zerdeli hindi, sana mükemmel buyyon, lezzetli biftek… Bunları yemeli, sonra bu ağacın altına oturup kahveyi, cıgarayı da çekmeli. Dikkat olunacak nokta, yalnız ders sırasında çocuk mastara emir sıygasıdır dese katiyen zıddına basmamalı. Hemen evet demeli. Bak sinyor cenapları bu konakta bir âdet vardır. Küçük beyle çıkacak ilk çatışmada hocayı yola getirmek için eline bir altın saat verirler. İkinci patırtıda on lira, üçüncüde kapı dışarı ederler. Biz Murtaza Efendi’yle saatleri ve sonra altınları aldık. Şimdi beyi gücendirmemeye gayretle keyfimize bakıyoruz.”
Farisi hocası marpucu ağzından çıkararak gevşek gevşek uzun bir gülümseme ile başını sallaya sallaya:
“Hiç böyle tuhaf püser daha görmemişem. Derse dikkati yoktur, lakin zekidir. Geçende ister idi ki beni hiddete getirsin, ders sırasında iddiaya başladı ki amuhten mastarı[52 - Amuhten mastarı: Öğrenmek mastarı. (e.n.)] armuttan alınmıştır, manası da çok tatlı olmak demektir.”
Arabi hocası: “Vallahi meseleye ağzım sulandı Murtaza Efendi.”
“Ben saati koynuma koymuşam, liraları keseye atmışam. Bilirem ki gayrı kalan kovulmaktır. Amuhtenin muşmuladan çıktığını iddia etse daha redde mecalim yok. Cevap ettim: ‘Beli beyim yahşi söylüyorsan, pek doğru, amuhtenin aslı armuttandır. Biraz daha büyür isen lügat babası olacaksın.’ Bu sözüme çok hoşlandı. Anasına medih olunmuşam. Ertesi günü hanımefendi beni kapı ardına çağırdı, ‘Öğretmenden memnunum Murtaza Efendi. Çocuğu güzel okutuyorsun.’ iltifatıyla beş lira ihsan buyurdu. Alıram liraları, çekerem nargileyi… Dahası mene gerekmezdi köpeoğlu!”
Mösyö Jan yarı yarıya anlayabildiği bu garip sözleri dinledi. Kendi kendine Je ferai autant que ces messiers, (Ben de bu efendiler gibi yaparım.) dedi.
Bir zaman sonra Hami ile aralarında çıkan ikinci bir anlaşmazlıkta muallim cenapları cebine on lira atarak Fransız dilinin temel kurallarından bazılarını inkâr etti. Beyefendinin keyfini yerine getirdi. Fakat üçüncü anlaşmazlıkta Mösyö Jan öteki hoca efendiler kadar geniş yürekli olamadı, yalıdan kovuldu. Valizini bir hamala yükletip kapıdan çıkarken Hami’nin irili ufaklı köleleri, cariyeleri bütün oyun ve rezalet hizmetçileri yumruklarını birbirine vurarak “Sen yok profesör, ben profesör! Ben yok çocuk, sen çocuk…” yaygaraları şu son saygıyı da esirgemediler!
Milliyetçe Fransız olan hocaların inatları, Mösyö Jan gibi birkaçında denendi. Artık o dili öğretmek için bir Rum hoca bulundu. Nikolayidi Efendi yaranmak işinde Arapça ve Farsça hocalarını kulaç kulaç geçti. Eski ve yeni dillerde âdeta allame olan bu zat besbelli para kazanmak dilini, âlimi olduğu ölü diller kadar bilemediğinden uzun zaman boş kese, boş mide ile orada burada sürünmüştü.
Öyle ferah bir yalıda kendisine mükemmel bir oda ayrılarak çoktan beri hasretini çektiği sıcak çorba ile sulu pirzolaya kavuşunca talebesinin hatırı için değil gramer kuralını değiştirmek, Eyfel Kulesi mızıka ile dans ediyormuş deseler, kuleyi oynarken gören ilk şahidin kendi olduğunu iddiadan sıkılmayacak bir hâle gelmişti.
Akşamüzerleri fıstık ağacının gölgesi altında Arapça hocası sigarasını, Farisi hocası nargilesini içerek keyif çatarlar ve Nikolayidi Efendi kilercinin hazırladığı işret tepsisinden kadeh düzikoyu[53 - Düziko: Düz rakı; içinde anason, sakız vb. kokulu maddeler olmayan üzüm rakısı. (e.n.)] yuvarlayarak o nefis mezelerin seçimi meselesinde saniyelerle yorulurken, bu üç muallim o gün Hami Bey’in keyfi için ne kadar dil kaidesi baltaladıklarını birbirine hikâye ederek gülüşürlerdi.

3
Kinizm Taraflısı Bir Filozof
Firuze Hanımefendi, öncelerini bir parça anlattığımız öyle bir hayatın zevklerinin verdiği yorgunlukla yüzü buruşmuş bir kadın, oğlu Hami Bey ise işte böyle dandini beyim hoppala paşamla terbiye görmüş bir gençti. Bu ailenin Şadi Efendi’nin ölümünden sonraki her türlü tartı ve ölçü dışındaki vur patlasın yaşaması ancak dokuz on yıl kadar sürebildi. Çiftliklerin çoğu satıldı. Kalanlar sarraflara ipotek edildi. Hami on beş on altı yaşına girdiği zaman bütün gelirleri ayda yüz elli, iki yüz liraya kadar inmişti ki bu azalış ana oğulun dokuz on yıldır geçirdikleri israfçı hayata göre âdeta acınacak bir yoksulluk, çekilmez bir fukaralık hâli demekti. Meşhur meseldir: “Kırk yılda bir zengin fakir, bir fakir zengin olmaz.” Bu meselin ilk söylendiği zamanda besbelli bugünkü borsalar, piyasalar, fondalar yokmuş. Çünkü şimdi zenginlik, sermaye ve ticaretinin parmakla gösterilecek kadar genişliğiyle ün almış olan biri bir telgrafla birkaç dakikada top atıveriyor, gene böyle bir piyasa muamelesinde adı sanı pek bilinmeyen başka biri de çarçabuk zengin olabiliyor. Demek eskiden insanlar ağır ağır zengin olurlar, yavaş yavaş fukara düşerlermiş. Fakat bu meselin hâlâ bazı ailelere göre düşündürücü bir tarafı bulunabilir. İşte rahmetli Şadi Efendi ailesinde görüldüğü gibi pek sıkıştıkları bir zamanda Firuze Hanım gayet değerli bir top şal, büyük kıratta bir yakut yüzük, daha bunlara benzer şeyler çıkararak gizlice sattırır, gene günlerini gün etme imkânını bulur idi. Birkaç yıl da böyle geçti. Çalgıcı halayıkların gençleri satıldı. İhtiyarları çırak çıkarıldı. Musiki, dans hocaları savuldu. Erkek, kadın hizmetçiler, seyisler, aşçılar beşte dört derecesinde azaltıldı, kısıldı. Yeniden yeniye akarlar elden çıkarılarak yıllık gelir bin lirayı tutmamaya başladı. O zamana kadar Hami de yirmi dört, yirmi beş yaşını buldu. Beyoğlu’nda ve şurada buradaki aşk işlerini pek ileri bir dereceye vardırdı. Firuze Hanım eldeki paralarının artık dayanamayacağı bu israflara bir son vermek için belki avunur diye oğlunu evlendirdi. Saffet Hanım’ı buldu, aldı. Gelin hanım o kadar semirmezden önce sahiden benzeri az bulunur güzellerdendi. En ziyade merak ettiği, heves gösterdiği bir şey ile üç dört aydan çok uğraşamamak huyunda bulunan Hami, karısının ahmaklığına, cahilliğine, bönlüğüne artık dayanamaz oldu. Firuze Hanımefendi’nin böyle bilgisiz kadınlardan birini gelin diye seçmesine kimsenin aklı ermedi. Kayınvalide hanım, bu seçmedeki hikmeti kendinden soranlara “Yaşı küçüktür, kendim öğretir yetiştiririm, bu güzellikte bir kıza her zaman insan rastlamaz diye tamah ederek Saffet’i oğluma aldım. Fakat gelinim o kadar dar istidatlı çıktı ki kendisine bir şey öğretebilmek şöyle dursun, vücuduna kadın kıyafetine benzer bir elbise bile giydiremedik.” cevabını verirdi.
O ailenin sırlarını bildiklerini iddia eden bazı kimseler Firuze’nin bu karşılığına içlerinden gülerdi. Çünkü onlara göre bu seçmenin hikmeti evin içine pek gözü açık bir gelin getirmek kaynananın işine gelemeyeceğinden başka bir şey değildi. Firuze Hanım gençliğindeki aşklarıyla dillere destan olmuştu.
Pek taze dul kalmışken evlenme tarafına yanaşmaması bu kadının geçirdiği hayatı birtakım kötü yorumlarla çekiştirenlere hak verdiriyordu. “Bir kadının öyle hesapsız parası, sürü ile âşığı olduktan sonra koca diye evine bir kâhya, bir baş belası dikmesinde ne mana vardır?” gibi alaylar ara sıra ta kendi kulağına kadar gittikçe Firuze tiksinmiş gibi kaşlarını kaldırıp dudaklarını kıvırarak “Âlemde ne işsiz saçma sapan söyleyenler var. Benim malımdan, gönlümden başka düşünecek bir şey bulamıyorlar mı?” sözleriyle herkesin böyle takazasına[54 - Takaza: İnce anlamlı, alaylı, iğneli söz. (e.n.)] karşı çehresini çatardı.
Sonra sonra yaşı ilerledikçe hakkında söylenen bu gibi sözlerden içerlemeye başladı. Herkese karşı derli toplu görünmek, bu söylenenleri yaşayışı ve davranışı ile yalan çıkarmak isteğine kapıldı. Ama anlatmak istediği bu salah meyli ile de kendini kimseye beğendiremedi.
O zaman öteki beriki “Galiba mal suyunu çekti. Yüzü gözü de buruştu. Artık kendini besbelli beğenen olmuyor da zoraki ehliperdelik taslıyor.” demekten çekinmediler.
Çok güzel olmakla şöhret bulmuş bir kadının güzelliğinin tazeliği ömrün sonbaharına erince o eski aşk zaferlerinden gönlünde bir gurur artığı kalıyor. Sonu gelmez sandığı o güzelliğine zamanın açtığı yarıkları düzeltmeye ve bu zor işte kendi kendine başarı kazanmaya çabalıyor. Bir kere insan o mevsime girdi mi çok geçmiyor, karlar yağıyor, artık ömrün kış devrine mahsus zorlu fırtınalar ile hırpalanan o yüzü onarmak güçleşiyor, insan bazı gözlerindeki görüş berraklığına, bazı da aynanın tam olarak gösterdiğine inanmıyor. Yüzüne bakanlara kendisi de bir şey anlamak ister gibi bakarak sanki soruyor: “Ben nasılım? Gene evvelki gibi miyim?”
Bundan sonra güzelliğini övmek için işiteceği yalanlardan, yüze gülücülüklerden hoşlanıyor. Başka sebeplerle belki hâlâ kendine aşkını bildirenler, muhabbetin sadakatini söyleyenler oluyor. Bunları hep kendini aldatmak için dinliyor, bu tatlı rüyayı uzayabildiği kadar uzatmak isteğinden vazgeçmiyor. Fakat bir gün kalbine bir sıkıntı geliyor, duygularında bir değişiklik oluyor. Sevgilisinin davranışındaki samimiyetsizliği, sözlerindeki yapmacıklığı artık kendi nefsine karşı gizleyemiyor. Hemen aynaya koşuyor. O düzgünlerin, boyaların altından sırıtan yorgunluğu, buruşukluğu, bütün o korkunç gerçekleri inkâr etmeye, tevile imkân bulamıyor. Kendi kendine “Ben bitmişim! Bu çehre artık sevilemez. Beni sever görünenler, güzelliğimin tazeliğini hiç geçmeyecek gibi bir yaradılış istinası gibi göstermek isteyenler, hep o yüzüme gülenler, demek bir çıkarları olduğundan yalan söylüyorlar, beni aldatıyorlar.” diyor.
Böyle herkese maskara olmaktansa sevmemenin, hile ile sevilmemenin daha hayırlı olacağını itiraf ediyor. Artık hayatının sevişme faslını bir siyah perde ile örtmek istiyor. Fakat bu karar, aşktan ve sevdadan bu etek çekiş, bu zoraki kapanış öyle bir kadın için ruhça bir ölüm, âdeta bir canına kıymak demektir.
Firuze Hanımefendi için hâl tıpkı böyle olmuştu. Kendisine sevgilerini söyleyenlerin sözlerinde duyulan yapmacık, artık gizlenemeyen bu gerçek, sevişme lezzetine bedel o kadar ruh sıkıcı oluyordu ki Firuze bunu geçmişteki zaferlerine, kadınlık gururuna bir türlü yediremiyordu. Gönlünün hayal ettiği gibi bir erkek, bir delikanlı, heyhat evet bir genç çıksa da bu kadına, sevgisinin samimiliğine inandıracak bir büyücülükle sevgisini anlatsa, ah buna Firuze inanabilse, bu genç, bu ateşli sevgiliye bütün parasının bütün kalanını değil, bir ay sürecek böyle bir sevgi saadeti için, ömrünün kalan kısmını feda etmeye hazırdı. Fakat böyle bir sevgilinin varlığını bir türlü aklı almıyor, bunu uzun gecelerde sevdasının muhayyilesi gerçek dışı vadilerde dolaşırken, asla mümkün olmayan bir emel rüyası gibi tasavvur ediyordu.
Hami Bey İstanbul’un bütün çapkınlık ve zevk âlemlerinde bildiği gibi gezip tozduktan ve karısı Saffet’ten nefret derecesinde usandıktan sonra tahsilini tamamlamak (!) için Paris’e gitmeye kalkıştı. Oğlu, bu şiddetli arzusunu bildirdiği zaman annesinde henüz, anlattığımız salah meyli meydana çıkmamıştı. Birkaç sevgili ile meşgul bulunuyordu. O aralık oğlunu başından savması kendisinin serbestçe davranması için faydalı olurdu. Yine bazı emval rehin verilerek birkaç bin lira tedarik olundu. Hami baştan savuldu.
Annesi İstanbul’da, oğlu Paris’teki gönül âlemlerinde orsa boca[55 - Orsa boca: Bata çıka, iyi kötü. (e.n.)] yuvarlanırken Firuze Hanımefendi’nin havalanmış başından birkaç sevda felaketi geçti. Kendilerini pek sadık sandığı bir iki sevgilisinin muhabbetlerindeki hileleri, sahtelikleri meydana çıktı. Bunlardan birinin ilk hatasını affetti. Fakat sevgilisinin bu yüksek affından aklını başına toplamayan o adam, ilk kabahatini gölgede bırakacak bir ikinci hata daha işledi. Gene bozuşuldu. Sonra barışıldı. Firuze’nin affetme cömertliğinde, ötekilerin tekrar kabahat işlemelerinde pek ileri varmaları bu sevda işini çok karıştırdı. Sonra iş duruldu. Hakikat anlaşıldı ama beş altı bin lira içine oynadı. Bu sevda oyunlarının aile bütçesine açtığı yaralar, artık Firuze’nin buruşuk yüzü gibi onarılmaz bir hâle geldi. Son acı tecrübeler ile hanımefendi âşıkların bakışlarının o boyalı yüzden çevirip kesesine dikilmiş olduğunu anladı. Artık işte bu geç anlayış üzerine delikanlı sevmekten vazgeçip, yıllarca hüküm sürdüğü o sevda meydanından çekildi. Fakat bu çekilişi içten bir istekle olmaktan çok, iştahları yerinde iken gücenerek sofradan kalkan çocuklarınki gibi bir kızgınlık eseriydi. Onurunu okşayacak saygılı sözlerle birisi hanımefendiyi tekrar yemek sofrasına çağıracak olsa kabul etmekte ihtimal pek naz etmeyecekti. Aşktan, muhabbetten bu sözde nefret; süsüne, nizamına hiçbir aksama getirmedi. Gene tuvaleti saatlerle sürüyor; gene akşam sabah tuvalet suları, pudra, boya kutuları boşalıyordu.
Hami Bey Paris’ten dönünce annesini işte böyle acayip bir namusluluk taslar hâlde buldu. Şimdi yalıda hanımefendinin, sırdaşı, en sadık kulu Nedime adında genç bir Habeş vardı.
Bir zenci kadın ile bir beyazın evlenmesinden dünyaya gelen sütlü kahverenginde bir dadı kızıydı. Nedime, okuma, yazma ve el işlerindeki istidadı, ağzının söz yapması, karşısındakini inandırıcı sözler bilmesi ve hele damara girmesini bilmesi yüzünden Firuze’nin tam bir teveccühünü kazanabilmişti. Hanımefendi sandık sepetiyle beraber gönlünün anahtarlarını da bu kıza teslim etti. En ufak, sade işlerden en önemli aşk işlerine kadar hep o gözcü olurdu. O surette ki Firuze’ye sevgilerini söyleyecek kimseler ilkin Nedime’ye kendilerini sevdirmedikçe hanımın gönlüne giremezlerdi.
O ailenin gerçek servetinin ne dereceye indiğini Nedime bilir. Her günkü masraf dışında çok önemli bir lüzum üzerine değerli eşyadan biri satılmak gerektiği zaman onu gizlice çarşıya Nedime götürürdü. Bu Habeş kız, hanımına para bulmak için feracesinin altında koynuna, koltuğuna sıkıştırarak bedesten, kuyumcular çarşısı mezatlarına ne kadar iğneler, yüzükler, altın kupalar, zarflar daha neler neler taşımıştı. Fakat otuz liraya sattığı bir şeyin yirmisini göstererek onunu cebine atmakla hanımın emniyetini kötüye kullanmaktan çekinmezdi. Firuze’nin sevgilisiz bulunduğu zamanlarda çok defa alım satım olmadığından Nedime bedestenleri, kuyumcuları dolaşmak için hanımını sevda alışverişine teşvik eder ve en çok masraf açacak olan âşık, bu kızın fikrine göre hanımının gönlünde en uzun zaman hüküm sürmeye layık görülürdü.
Yalıya gelen kadın misafirler içinden hanımın yanına hangileri çıkmak, hangileri çıkmamak gerektiği işini Nedime tayin eder ve konuşulurken bir şeyi çok uzatmamalarını, üzüntü verecek yollara sözü götürmemelerini nezaketle hatırlatır ve bunun dışında çalçenelik ile can sıkacak bir kadın olursa onu bir bahane ile odadan dışarı çıkarmanın kolayını bulurdu.
Bir kere kadının biri kız kardeşinin karahummadan nasıl öldüğünü bütün ince noktalarına kadar hikâye ile hanımefendiyi bayıltmış ve bundan gelen sinir buhranını hekimler bir ayda tedavi edememişlerdi.
Bu yalıda Nedime’den sonra vaka erkânı arasına gireceklerden biri de merhum Şadi Efendi’nin kız kardeşinin oğlu şair Revai Bey’dir. Girip çıkmadığı meslek kalmayarak dünyanın iyi kötü bin türlü hâliyle havalandıktan sonra nihayet o ailenin başına bela kesilerek postu yalıya sermiş, kovmakla, tahkirle oradan uzaklaştırılamamıştır.
Akşamları yarım okkaya yakın dem çeker.[56 - Dem çekmek: İçki içmek. (e.n.)] Fakat Allah saklasın sarhoşluğu hiç çekilmez. İçkisi yerini bulup da gözleri döndü, ağzı da çarpıldı mı artık yanından kaçmalı. Saçmalarına dayanılmaz. Şiir diye yumurtladığı vezinsiz, kafiyesiz birtakım saçmalıklar, edep dışılıkta Süruri’nin açık saçık yazılarını bir ahlak kitabı derecesine yükseltir. O yalıda en ziyade hicvettiği de Firuze Hanımefendi’yle oğlu Hami Bey’dir. Bu ikisine sövüp saymaya bir türlü doyamaz. Ayıklığında kinizm yolunda bir filozof, sarhoşluğunda tamamıyla terbiyesiz bir zirzop kesilir. Meryem Dudu’ya tutkundur. Karıyı kimsesiz bir yerde yakaladıkça ağza alınmaz şiirler ile aşkını ilan eder. Dudu kızarır bozarır:
“Revani Bey o ne ayıp laflardır ki bana edoorsun? Ben senin ağzına sığar bir kaşığım acep?” diye parlayarak oradan savuşmak ister.
Lakin Revai:
“Dudu’m revani dedi beni tatlı buldu
Bak nasıl anladı şaştım lezzet-i lahmimden.” saçmasıyla karşılık verir.
Revai ellisini geçkindir. Fazilet ve irfanca kendinin zamanın kutbu olduğunu övünerek söyler. Nazariyelerinin hepsini tecrübe ettiğinden dolayı kendisinin bilmediği hiçbir felsefe mesleği yoktur. Hizmetçi gibi bazı cahiller alayına karşı, arada bir şeyhçe, dervişçe sözler sarf eder. Ne dediğini galiba ne kendi anlar ne de başka birine anlatabilir.
“Yağmur yağıyor.” deseler, “Gözünden akan ondan başka bir şey midir?” diye sorar. Karşısındaki şaşırarak “Gözümden akan nedir?” sorarsa hiç de temiz olmayan “Sidik!” cevabını vererek karşısındakini şaşırtır durur. Sonra da işin bilgi tarafına geçerek: İnsanın vücudunda senenin günleri kadar, ne eksik ne artık, tastamam üç yüz altmış beş ve şu kadar küsur çeşme bulunduğunu ve bu vücut kaynaklarının her birinden balgam, kan, safra, sevda gibi dört unsurdan çıkan küsuratı ile üç yüz altmış beş türlü su kaynadığını ve Avrupa’nın bilgisiz hekimlerince bu akıntılardan gözyaşı, sidik, ter ve buna benzer ancak birkaçının bilinip üç yüz bu kadarının o zavallılar için henüz bilinemez olduğunu anlatır.
Eğer karşısındakini bu sözleri dinleyecek kadar şaşkın bulursa o zaman artık ucu bucağı hiç bulunmaz taraflara doğru konuşmayı uzatır. “Yeryüzünde bulunan nehirlerin her biri bir renkte damardır.”dan meseleyi açmaya girişir. Bu renk çeşitliliğinin nedenlerini anlatır. Asıl kaynakların süt ve şerbet olması ihtimallerinden söz ederken, küremizin iriliğine sözü çevirir, dünya çapının 12.732.814 metre bulunduğu, her ne kadar bu konudaki kitaplarda yazılmış ise de bunun sekiz buçuk santiminin büyük bir yanlış olduğunu hiddetlenerek iddia eder. Eğer karşısındaki anlayışlı ve biraz da sinirlilerden ise mesele buralara dökülmeden ya o Revai’yi döver yahut kendi ondan dayak yiyerek oradan çekilir.
Revai dağınık ve çulsuzun biridir. Saçlarının erken ağarmış olmasından ve serseriliğinden dolayı gerçek yaşından on beş yaş büyük gözükür. Başına geniş bir arakiye, arkasına koyu renkli bir entari giyer. Beline koca bir balgami tokalı kemer takar. Kaç yıldır makas tarak görmemiş beyaz saçları, taşarak gene temizlik ve düzen görmemiş beyaz sakalına karışır. Gece kendisine loşça bir yerde rastlayan adam pek sağlam yürekli olmalıdır ki, Hint dervişlerine benzeyen bu saçaklı babadan korkmasın. Zavallı Meryem Dudu gece bu umacıya rastlamamak için kendi dilinde bildiği ne kadar dua varsa okur. Bu kadar çekinmeye karşı yalının Cinci Meydanı’nı andıran sofalarında bazı bu korkulukla göz göze gelir:
“Ah işte odur, gene Revani’dir. A beyefendi birden görünce sizi tanıyamadım. İçime korku koydunuz. Fena saatten uzak olsunlar, zannettim ki gene onlardan birine rastlandım.” sözleriyle korkusunu anlatan Dudu’nun bu son acayip cümlesine sarhoşun verdiği cevap burada açıklanamaz. Meryem’in korkusuna şimdi biraz da hiddet karışarak haykırır:
“O uzun dilini içeri çekersin? Beni sarhoş mezesi karılardan sandın? Cin, şeytan olsan sana gene çarpılmam.”
“Dudu, ben seni mutlak bir akşam çarpacağım.”
“Sokağa çıktığımda köpekler peşimden hav edorlarsa ondan vicdanıma bir bulantı gelor? İşte senin sözlerin de tut ki ona benzer havlardandır.”
“Dudu… Ben yalnız havlamam. Adamı yumuşak tarafından ısırıveririm.”
“Sokağın köpekleri oşttan anlarlar da sen anlamazsın? Sana oşt edorum.”
“Oşt edersin, ama gitmezsem ne yaparsın?”
“Ağzımı icara koymamışım, bağırırım.”
“Haydi bağır bakalım.” ihtarı ile Revai, Dudu’ya saldırır. Dudu, üst perdeden bir yaygara koparır. Av ile tazı gibi biri önde, öteki arkada bir kaçış, bir kovalamadır başlar. Zavallı Meryem kalabalık bir odaya kendini atabilirse ne âlâ… Atamazsa vücudunun yumuşak yerleri Revai’nin keskin dişleri ile kabarır. Garibi şurasıdır ki Dudu’nun öfkesi çabuk geçer. Sarhoştan hanımefendiye şikâyeti pek ender olur. Dudu kapı yoldaşlarına Revai’den şu yolda dert yanar:
“Görünüyor ki bu herif o ak sakalı ile benim için yüreğinden idare fitili gibi yanor. İnsandan ziyade bostan korkuluğuna benzer. Bazı ileri geri laf ediyorsa aptaldır deyi tınmoorum. Fakat ısırmasına can dayanor? Hanımefendimin hatırası vardır işte… Öyle yerlerimi dişlemiştir ki, günah çıkarırken papasa demekten ar duyarım. Revani Bey filozofların ‘sinik’ cinsindendir. Türkçede ona ‘köpek filozof’ yahut ki ‘köpoğlu filozof’ derler ne derler iyi bilmorum. Diyojen de bu cins filozoflardan idi, fakat böyle kimseyi ısırdığı tevarihte okunmamıştır.”
Meryem Dudu, kırk beşini geçkindir. Fakat dört beş yıldır yaşını soranlara hep otuz dokuz cevabını verir. Mümkün değil kırka atlamaz. Saçlarını boyar, başına bağladığı kendi renginde oyalı yemeninin katmerlerine özentili bir düzen vermek için aynanın karşısında geçirdiği dakikalara bakılırsa Revai’nin saldırgan dişlerinden hem kaçtığı hem davul çaldığı anlaşılır.
Meryem Dudu ile şakalaşması böyle dil şakasından dişleme hâline geçtiği sıralarda Revai’ye bir eğlence daha çıktı. Modist Hezar’ın ballandırdığı mürebbiye Madam Krike yalıya geldi. Madam Krike’nin yaşça Meryem’den ayrılığı kırk beş yaşını gizlemeden cesaretle söylemesinden ibaretti. Mürebbiye her gün tuvalet sabunları ile yüzünü yıkamaya meraklı olduğundan derisi ve yüzü pörsümüş, yanakları âdeta yanık gibi kızarmış, kumral saçları yarı yarıya ağarmış, düz koyu renklerde pek sade elbise giyer, zayıf uzun boylu bir kadındı.
İlk geldiği gün Hami Bey, Madem Krike’yi hocalık ve çocuk terbiyesi fenlerinden biraz sınamak istedi. Ana ile oğul mürebbiyeyi küçük salona aldılar. Madamın terbiyesine verilecek çocuk, yani Hami’nin oğlu Rıfkı Bey çağrıldı, mürebbiyesine tanıtıldı.
Hami Bey mürebbiyenin bilgisini ve huyunu anlamak için Fransızca şöyle sualler sormaya başladı:
“Madam, gösterilen dersleri öğrenmeye hevesli, zeki bir çocuğu bilmek, onu terbiye etmek kolaydır. Fakat bunun aksi olursa, yani çocukta çalışmak isteği bulunmaz, dikkati derse çekilemezse ne yaparsınız?
Firuze Hanımefendi oğlunun konuşma tarzından, hâlinden ve tavrından bazı cevherler saçmaya başladığını kavrayarak, bilmediği bir dilden geçen bu konuşmayı dikkatle dinlerse anlayacakmış gibi oturduğu koltukta vaziyet aldı. Madam Krike şimdiye kadar yanlarında mürebbiyelik ettiği ailelerden hiçbiri tarafından böyle bir imtihana çekilmemiş olduğundan miyoplara mahsus tarzda gözlerini buruşturup Hami’yi süzerek Fransızca:
“Mürebbi yahut mürebbiyelerin birinci vazifeleri yetiştirmelerine memur edildikleri çocukların zekâ, istidat, yaradılış meyillerini inceledikten sonra meydana çıkacak duruma göre bir usul tutmaktır.”
Hami, kendi terbiyesindeki düzensizliği gösterir bir çabuklukla:
“Madam, éducation kelimesinin aslı nereden geliyor? Size éducatrice yerine niçin institutrice deniyor?..”
Beyin böyle konudan konuya atlayıvermekteki hoppalığından oğlundan önce babasının terbiye edilmeye ihtiyacı olduğunu kavramakta güçlük çekmeyen mürebbiye karşısındakini süzmek için gözlerini büsbütün büzerek:
“Pardon mösyö! İlk sualinize cevap vereceğim. Cevabı bitirmeden bir ikincisini sormaya kalkışmayınız.”
Madam Krike’nin bir hocaya sahiden yakışan bu sert ihtarı beyefendinin biraz canını sıktı. Fakat kendi çocukluğundaki hocalar gibi, öğrenci ile curcunaya çıkışan öğretmenlerin derslerinden bir fayda ummak kabil olmadığı artık Hami Bey’ce tecrübe edilmiş olduğundan Rıfkı’nın doğru dürüst bir terbiye alması için bu defalık madamın bu sertçe muamelesine katlandı.
Mürebbiye devam ederek:
“Bir çocuğun öğrenmeye heves göstermemesi, dersine dikkat etmemesi başlıca iki sebepten ileri gelir; birincisi haylazlık, ikincisi ahmaklıktır. Bir çocukta öğrenmek kabiliyeti olup da haylazlık ve tembellik yüzünden çalışmıyorsa ona bu tadı tattırmak için çeşitli çarelere başvurulur, dikkatini derse çekmeye çalışılır. Bu çalışma çok defa boşa çıkmaz. Fakat bu dikkatsizliğe sebep ahmaklık, yani zihnin almaması ise o zaman bu yaradılış eksikliğini tamamlamak işi güçleşir. Bunun için de bazı usullere başvurulur. Fakat iyi bir sonuç elde etmek hemen hemen imkânsız gibidir. Bereket versin ki böyle çocuklara çok az rastlanıyor. Bunun için Lük[57 - John Locke. (e.n.)] der ki: ‘Böyle dikkat edememek hâli bir çocukta rastlanacak eksikliklerin en fenasıdır; çünkü bu eksiklik bünyeye, yaradılışa ait olduğu için düzeltilmesi zordur.’ ”
Madam Krike, ahmak çocuklardan Fransızca hemen hemen şöyle bahsetmişti:
“La diffuculté est plus grande, quand on o affaire à des natures tout à fait ingrates, et quand l’inattanion le signe d’uneindifférence générale de l’esprit.” (Pédagogie: Gabriel Compayré)
Hami Bey, madamın terbiye ve tedristeki bilgisini annesi Firuze Hanımefendi’ye anlatmak ve bununla da Fransızcadan Türkçeye çevirmedeki ustalığını göstermek üzere ağzını açarken salondan içeri, perde köşesinden Karagöz çıkar gibi, Revai girdi. Sağ elinin beş parmağını açarak göğsüne yapıştırmak suretiyle odadakilere dervişçe bir selam verdi. Başköşede bir koltuğa diz çökerek oturdu. Madam Krike, bu yeni gelenin dervişane kıyafet ve aldırışsız davranışlarından çok koltuk üzerinde diz çöküp oturmasına şaştı.
Revai, salondan kovulmaz ki, defederek onun hicivci dilinden kurtulmak kabil olsun. Bu herifin zıddına basmak, ne kadar bulaşıklığı varsa onu harcamaya bir yol açmak, edepsizce sözlerine çanak tutmak demek olduğunu ana ile oğul bildikleri için, ister istemez kendisini, mürebbiyeye, “felsefenin en yüksek derecesine erişmiş, fakat dünyadan geçmiş, kinik felsefe yoluna girmiş akrabalarından derin bir feylesof, mutasavvıf bir şair” olmak üzere takdim ettiler.
Revai, dil uzatmada aşırı gittiği, artık sözleri dayanılmayacak hâl aldığı zamanlarda iş Ali Ağa adında, sadece bu hizmet için tutulmuş bir uşağa bırakılır. Ali, kinik filozofu, boşboğaz Revai’yi susturuncaya kadar sopa ile döverdi. Fakat Revai’nin bu şekilde yola getirilmesi gürültülü olduğu için ancak yılda birkaç defa yapılırdı.
Madam Krike besbelli bir şaka olarak “Fakat kinikler böyle büyük evlerde oturmazlar.” dedi. Revai biraz Fransızca anlar, fakat düzgün söyleyemezdi. Garip huylu feylesof, fino gibi tüylerinin altından gülerek madamın sözlerine Türkçe şu cevabı verdi:
“Hepimizin bu evdeki oturuşumuz zaten geçicidir. Yalıyı borçlular zapt ettiği zaman ben kinik felsefeme uygun bir kovuk bulur tıkılırım. Fakat bilmem o zaman bu süslü hanımlarım, züppe beylerim nereye giderler?”
İçkiye düşkünlüğünden gırtlağının uğradığı haraplık tesiriyle filozofun hoş olmayan sesi âdeta bostan dolabı gıcırtısı gibi çıktığından Madam Krike, evlerinde mürebbiyelik edeceği ailenin iflasa yaklaşmış eski kibarlardan olduğunu anlayamadı. Bunu anlatmamak için Hami Bey ortalığı söze boğmak isteyerek hemen lakırtıya girişti. Revai’nin salona geldiği sırada başlamak üzere iken başlayamadığı tercümanlığa başlayarak, annesine:
“Madam Krike’nin mürebbiyelikteki bilgisi, söylediklerinden anlaşılıyor. Çünkü dersine dikkat edememek huyunda bulunan çocuklar için şöyle söylüyorlar: ‘Ne vakit nankör tabiatlarla insanın işi bulunursa ve ne vakit dikkatsizlik zihnin adem-i takayyüd-i umumisine[58 - Adem-i takayyüd-i umumi: İlgi yokluğu. (e.n.)] alamet olursa o zaman keyfiyet daha güçleşir.’ ”
Firuze Hanımefendi bu muamma gibi sözlere aklınca bir mana vermek için yüzünü buruşturur, gözlerini kırpıştırırken feylesof Revai derinden bir göğüs geçirerek:
“Vay gidi tercüme… Vah zavallı Türkçe.... A yavrum Hami Bey! Bu senin tercümanlığın tıpkı orta oyunundaki doktorun, ‘Ne vakit karın içeride var çok kalabalık, açarsın sağ tarafta bir pencere, yutarsın bir saplı süpürge.’ İşte ona benzedi. Madamla olan esas bahsiniz Rıfkı’nın talim ve terbiyesi değil mi? Siz ondan ne anlarsınız? Valideniz hanımefendinin usul-i terbiye-i etfale derece-i vukufu, işte sizde, bir tanecik oğlunda görülüyor, numune meydanda… Bu kadar hocalar tutuldu. Seni okutmak bahanesiyle o heriflerin yedikleri tatlılar bir araya getirilirse alimallah bugün baklavadan bir yangın kulesi yapılır, ekmek kadayıflarıyla bir çırpıcı çayırı döşenir, o kaymaklarla etrafına bir de duvar çevrilirdi. Sonra tahsil için Paris’e de gittin. Oradaki tahsilin derecesi de deminki ‘Ne vakit nankör tabiatlarla insanın işi olur.’ gibi saçma sapan tercümelerinden anlaşılıyor.
Maksat, çocuğun tahsili için madamla konuşmak ise o ciheti bana bırakınız, ben görüşeyim. Hem anlayayım bakalım, mürebbiyenin felsefedeki göz açıklığı nerelere kadar varabiliyor?”
Madam Krike’ye dönerek:
“Madam, moi, parler, un peu français…”
Mürebbiye gülerek:
“Très bien, monsieur, très bien.”
“Me, pa boku!.. Meryem Dudu bize edecek tercümanlık.”
“Fakat efendim, ben biliyorum güzel Türkçe. Çok vakit var ben burada, sizin şehir, bir Hristiyan familya konak oturuyorum.”
Feylesof sevinerek:
“Bravo! Bravo! Boku anşante… Vuzet bon fam… bon fam… e mua bon om.... bon om… Filozof sinik…”
“Oui. Vous êtes un homme trèes bon.... Un éminent philosophe…”
“Setasse Franse… Artık Türkçe konuşalım.”
“Siz nasıl istiyor öyle oluyor.”
Revai, içinden Ben nasıl istersem öyle mi oluyor? Bu karı da pek kuru, sinir gibi ama sarhoşluğuma tesadüf ederse belki ısırırım. Artık Meryem Dudu’dan usanç geldi. Biraz çeşni değiştirmiş olurum! diye düşündükten sonra:
“Madam cenapları, eski Yunan filozoflarından Krates’in tercümeihâlini bilir misiniz?
Mürebbiye biraz düşünerek:
“Oui Monsieyur! Cratès le célèbre Cynique. Contenporain de Polémon, successeur de Xénocrate dans l’école platonique.”
“No madam! Pa boku franse… An Türk an Türk…”
“Pardon efendim. Ben Krates biyografi bir parça biliyor. Bu büyük filozof köpeklerden… Diyojen idi bunun hoca…”
“Berhudar ol madam!.. Yirmi senedir şu mahallede senden başka Krates’i tanıyan bir adama tesadüf edemedim Alimallah evvelbeevvel eli öpülecek mürebbiyelerdenmişsin. (yavaşça) Daha sonra diğer taraflar da intihap edilebilir. (âdeta) Krates’i tanıdığın için madam boku anşante… Mademki babasını tanıdın, biraz gayret et de şunun oğlunu da bil… O zaman sana iki katlı bir aferin.”
“Evet biliyor… Baba Krates, oğul Pasikles, ana Hiparhiya.”
“Sen çok malumatlı karı… Azıcık daha sıkıştırırsam Krates’in büyük babasını da, belki onun dedesini de bileceksin. Fakat neye lazım! Bize yedi ceddinin lüzumu yok. Krates ile Hiparhiya oğulları Pasikles’i nasıl büyüttülerse biz de Rıfkı’yı öyle büyütelim derim. Malum ya!.. Bu ana baba ikisi de kiniklerden feylesof idiler. Oğulları Pasikles’i de çekirdekten öyle yetiştirdiler. Oğlan âdeta köpek yavrusu gibi büyüdü. Yazın çocuğa hiç esvap giydirmezlerdi. İngilizler hamama nasıl girerler, Pasikles sokakta işte öyle alangle gezerdi. Bir gün çocuk dere kenarında bacaklarını suya salıvererek şapur şupur oynamakta iken vücudundaki deliklerden birine sülük kaçtı. Sonra o sülüğü nasıl ameliyatla çıkardılar. Bu ehemmiyetli bahsi okudun mu?”
“Hayır. Ben Krates biyografi okudu, fakat sülük görmedi.”
“Öyle ise Krates hakkındaki tetebbuun[59 - Tetebbu: İnceleme, bilgi edinme, araştırma. (e.n.)] eksik. Kıssadan maksat hisse almaktır. O sülüğe müteallik ameliyatı dikkatle okumalı. İnsan hâli bu. Başa öyle bir kaza gelirse defi çaresini hariçten öğrenmeye ihtiyaç kalmaz. Peki, Krates’in hatip Metrokli’ye verdiği terbiye dersinden de malumatın yok mu?”
Mürebbiye kızarak:
“Biliyor. Fakat hanımefendimiz ve çocuk önünde böyle kirli lakırtı etmek istemiyor onun için…”
Revai’nin anlatışı pek açık saçık olduğundan biz o sözleri olduğu kadar kapalı sözlerle anlatıyoruz.
“Lakırtıların büsbütün bogadaya[60 - Boğada: Çamaşırı, yıkamadan önce, kirlerin kabarması için küllü veya sodalı suya yatırma işlemi. (e.n.)] konmuş tertemiziyle de çocuk terbiye olmaz. Rıfkı’yı bu kadar utangaç alıştırma. Mahçup, sıkılgan büyütülen çocuk ailesinden bir servete konmazsa sonra aç kalır. Bir feylesof çocuğu olmak için büyütülüyorsa ona açlığa, çıplaklığa, rast geldiği kovukta kıvrılıp yatmaya idman ettirmeli. Yok, dünya adamı olarak terbiye edilecekse utanma faslını eski usulde anlatmayıp, cingöz kaporoz alıştırmalı. Evet, madam. Gelelim hatip Metrokli’ye. Bu zatta acayip bir illet varmış. Ne vakit nutuk söylemeye başlasa sarf ettiği kelam kadar kendi de yellenirmiş. Çok defa bu ikinci fiil nutkunun sadasından baskın olduğundan halk huzurunda utana utana sonunda bu pis huyu yüzünden hatiplikten feragatle evindeki köşesine çekilmiş. Böyle havai bir iş yüzünden mesleğini terk etmeye karar verdiği için, Krates, Metrokli’ye şaşmış ve kızmış. Bir gün gaz yapacak birtakım maddeler yiyerek karnını balona çevirdikten sonra yellenme illetine tutulmuş olan mahcup hatibin evine gitmiş. İki cihetli nutka başlamış. O kadar güzel sözlerle yüksek hakikatler sarf etmiş ki nutkun birçok noktalarında malum hastalığı yüzünden yellenmekte misafirine arkadaşlıktan geri kalmayan ev sahibi o gürültüler arasında işittiği sözlerin azametine hayran olmuş. İfadesinin belagatiyle Metrokli’nin takdirini kazandığını anlayan Krates, muzaffer bir tavırla demiş ki: ‘Ey dostum Metrokli, sözlerimin hakikatlerini karnımın gürültüleri bozdu mu? Karnının yelleri hitabetine mâni olmasın. İşte benden cesaret al da çık mesleğinde devam et.’ ”
Firuze Hanım feylesofun sözlerinden pek sıkıldığı için kendinde sinir ağrıları başlamadan salondan savuşmuştu. Hami, öfkesini güç zapt edebilir bir hâlde Revai’yi dinliyor, aile namusuna dokunur bazı sözlerini önleyebilmek için ikisini yalnız bırakarak salondan çıkamıyordu.
Revai, Hami’nin suratındaki öfke alametlerinden sıkıntısını anlayarak:
“Hami Beyefendi yüzüme öyle gazaplı nazarlarla bakma. Ali Ağa’yı çağırmaya daha vakit var. Emin ol ki bugün işi o raddeye getirmeyi ben de arzu etmiyorum. Artık ihtiyar oldum. Vücudum evvelki kadar dayağa tahammül edemiyor. Benim hizmetime Ali Ağa’nın niçin tayin edildiğini madam bilmez. Kırk Yunan feylesofunun ibret verici fıkrasını okusa bu kadar garip bir şeye tesadüf edemez. Dur bari onu da ben anlatayım: Madam, beni dövmek için mahsusen aylıkla bir adam tutulmuştur. Malum ya, kinik filozoflar nefse eziyet maksadıyla acayip vasıtalara başvururlardı. Bunlardan bazıları, hırçınlığa tahammül ile ahlak metaneti kazanmak için hayatın belası denecek huysuz kadınlarla evlenirlerdi. Başkaları da kışın ince, yazın kalın ağır elbise giyerek vücut rahatsızlığına çare ararlardı. Filozofların bu yoldaki deliliklerini anlamak için Hint’e kadar gider isen kendine bir temel çivisi uydurarak güya kuş tüyü bir minderde imiş olanlarını bile görürsün. Ben nefse eza için çare düşündüm. Hırçın karı ile evlenmeyi pek maksada kâfi görmedim, çünkü onu hariçte aramaya lüzum yok, bu yalıda huysuz karılar lüzumundan ziyade… Hint usulü çivi keyfiyetini bünyeme muvafık bulmadım, zira basurdan hâlim harap… Eğer bu bir ceza ise vücudumdan çivisiz olarak akan kan benim için kâfi… Eziyet ile nefis terbiyesinin bence en âlâsı Ali Ağa’nın sopasıdır. Her ne zaman riyazet kaidelerine riayetsizlik neticesi olarak vücutta biraz şişmanlık peyda olursa buraya salonun kapısına gelirim. Firuze Hanımefendi’ye ait bir iki söz sarf ederim. Derhâl Ali Ağa celp olunur. Beni çalyaka ederler, basarlar sopayı… Vücudum dayağa kanıncaya kadar söylenirim. Sopaların sayısı benim gibi dayanıklı bir feylesof için kâfi dereceye varınca susarım. Dayağa da nihayet verilir. Beni döşeğime götürürler. Eksik olmasınlar, önüme bir tas sıcak çorba getirirler. Çünkü dayaktan sonra iştahımın açıldığı evce tecrübe edilmiştir. Onu içerim. Oohh… Bir derin uyku çekerim. Yirmi dört saat kendimi bilmem. Fakat sonra turp gibi sağlam kalkarım. Kendi felsefemce bu usule ‘tedavi-i biddarp’ (dayakla tedavi) tabirini muvafık buldum. Galiba bunun Fransızcası cure de coups de baton olacak. Bu tedavi usulü sinire, soğuk algınlığına, uykusuzluğa, hazımsızlığa birebirdir. Zannıma kalırsa çok sürmeyecek bu ‘tedavi-i biddarp’ın yararlı olduğu ammece sabit olarak tıp kongrelerinde müzakereye konulacak. Binaenaleyh birbirini dövmek de minnettarlığı celp edecek bir iyilik sırasına geçecektir. Bizim hanımefendi her gün hastadır, şu tesirli tedavinin nazik vücutlarına tatbikini tavsiye ettim. Sözüme gücenerek beni Ali Ağa’nın pazısının himmetiyle bir daha terlettiler, lütufları var olsun. Semirmemek için bu usul vücuduma pek iyi geliyor. Filozofların semirmekten çekinmeleri niçindir bilir misiniz? Vücut kuvvet bulunca adamın sevda damarları kabarır. İnsanı ezip bitiren müşteheyatın[61 - Müşteheyat: Nefsin hoşuna giden ve iştah için yenen şeyler. (e.n.)] en korkuncu sevdadır. Şehvetine mağlup olan bir kişi, öteki hususların hepsine galip çıksa gene para etmez. Krates, ‘Şehvete karşı en tesirli ilaç açlıktır.’ diyor. Bana kalsa dayağı tavsiye ederim. Birkaç ay kadar ekmekle sade suya devam edilirse de vücutta artık uykuya mâni olacak bir gerginlik kalmıyor. Bedende derman azalınca gönüldeki en şehvet uyandırıcı, en ruh aldatıcı hayaller de zayıflıyor. Lakin bazı bunun dışında kalan tabiatlar da var. Ekmek peynirle midesini avutarak döşeğine girip de zihninden pırlantalı dünya güzelleri geçire geçire sevdasını depreştirenlere ne demeli? Bakkalın bir dilim peynirinin uyandırdığı hararet mucizesiyle öyle haddinden dışarı hayaller görenlere meşe sopasından âlâ ilaç olur mu? Âlem bu yavrum! Âlem… Ha, bu sade suya âşıkların makûsları da vardır. Onlar da dünyanın en lezzetli besleyici gıdaları ile sevdalarını harekete muvaffak olmayan zavallılardır. Ben bunları sopaya evvelkilerden ziyade müstahak görürüm. Evet âlem bu! Türlü türlü… Bak (Hami’ye hitaben) ananla sen sevdalılığın bu iki çeşidinin de dışındasınız. Siz ikiniz yiyip içerek kuduran takımdansınız. Gönülleriniz bostan dolabı kovalarına benzer. Akarsu kolaylığı ile sevda içinize dolar dolar boşalır. Her gün başka bir güzele gönül verirsiniz. Hele ananın gönlü! Gönül değil âdeta bir aşk ve heves limanıdır. Uğrayan gemilerin haddi hesabı yok.”
Hami’nin sabrı artık tükendi. Hiddetten gözleri büyüyerek bağırdı:
“Feylesof efendi, salondan gider misin? Yoksa Ali Ağa’yı getirteyim mi?”
Alaylı bir gülümseme ile:
“Yok yavrum yok! Dayağa lüzum görülecek kadar semirmedim. Daha vücudumda sopa ile eritilecek kadar et yağ peydah olmadı.”
“Yetişir!”
“Bir gün Krates sokakta giderken…”
Haykırarak: “İlahi Krates kadar kafana taş insin… Bıktım o menhus sinik fıkralarından…”
“Hami!.. Pirime dil uzatma. Bir deri bir kemik kalmış olsam gene onu müdafaa için Ali Ağa’nın sopasına vücudumu arz etmekten çekinmem.”
“Gider misin? Göndereyim mi?”
Filozofça düşünerek: “Peki gidiyorum. Bu seferlik şeytanın ayağını kırarım. Zararı yok. Fakat biraz semireyim, o zaman yapacağımı bilirim.”

4
Tuhaf Bir Teklif
Müştak Bey, acısının şiddetinden ne yapacağını, nereye gideceğini, hatta o dakikada nerede bulunduğunu bilmiyordu. Bir uyurgezer gibi yürüdüğü sokağı fark etmeden, bastığı yeri bilmeden, karşısındakini görmeden, ötekine berikine çarparak, her çarptığından bir azar işiterek gidiyordu. Hayır, âdeta koşuyordu. Böyle çabuk çabuk; fakat etrafında olanlardan habersizce ne zamandan beri yürüdüğünü ve daha ne kadar yürüyeceğini bilmiyordu. Yalnız bir aralık ter içinde kaldığını anladı. Birdenbire durdu. Gideceği noktayı tayin etmek ister gibi düşündü. Etrafına bakındı. Dört yol ağzı geniş cadde, çifte tramvay hattı, demir parmaklıklı Terkos Havuzu, karakol, yüksek evler, kışlalar… Kendinin Beyoğlu’nda, Taksim’de bulunduğunu anladı. O zaman biraz aklını başına toplar gibi olarak:
“Demek ben Aksaray’dan buraya kadar âdeta uykuda gibi gelmişim. Şimdi nereye gidiyorum?”
Kendi kendine sorduğu bu sualden ürktü. Daha ziyade terlemeye, kanı beynine hücum etmeye başladı. Hemen her tarafı titreyerek:
“Arpa zamanı bütün istekli adımlarını ahırına doğru atan yorgun eşek gibi benim adımlarım da haberim olmadan o tarafa doğru gidiyor. Benzetme biraz, biraz değil, çok kaba… Kaba ama tamamıyla benim hâlim böyle değil mi? Ben onun için cayır cayır yanıyorum. Acaba o benim için sobada ısınmış kadar bir sıcaklık duyuyor mu? Onun sevgisinden haydi benim gönlüm tutuşsun, kalbim buna dayansın. Fakat bu aşk yangınına para dayanıyor mu? Aşk ve alakaya karşı kaçıncı medeniyet asrında sigorta şirketleri kurulacak? Hani ya öyle bir hayırlı şirket olsa… Taksit parasını her ne olursa olsun verir, her çeşit sevgi belasına karşı en önce ben gönlümü sigortalardım. Mahalle yangınlarındaki kayıplar tahta ve eşyadır. Ama sevda yangınında doğrudan doğruya insan yanıyor. Şimdi ben ne yapacağım? Matmazel Parnas bir haftadır mis gibi burnumda tütüyor. Onu bugün bir koklamak bana iki yüz liraya oturacak. O kadar param olsa bir dakika geçirmem. Gider koklarım. Ne yapayım yok… İki yüz kuruşum bile yok… Yok… Yok… Burada biraz daha dursam hemen gidip kapıyı çalacağım. Belki o da şimdi beni bekler. Evet hemen gideceğim, sonra parasızlığım anlaşılacak. İş fena olacak. Böyle bir felakete uğrarsam hemen İstanbul’a eve dönmeli… Kuyunun ipini kovadan çözüp boynuma bağlamalı. Yahut ne zahmet, ipi bağlamadan kendimi atıvermeli. Ay, bilmem nasıl etmeli? O kadar şaşırdım ki kuyuda boğulmanın kolayını bile bulamıyorum. Bana bugün iki yüz lira borç verecek bir dostum olsa… Ne kuyu düşünürdüm ne sarnıç. Böyle fena şeyler hiç aklıma gelmezdi. Lakin nerede öyle dost? Ne sarrafa yüzüm kaldı ne odacıya. Beş altı mecidiye kadar borç ettiğim zamanlar oldu. Aklıma geldikçe kendi kendimden utanıyorum.”
Birdenbire elini alnına götürerek: “Reyhan, Reyhan… Kaç gündür niçin aklıma gelmedi bu Reyhan? Reyhan iyi çocuktur. Ayda yüz liradan ziyade iradı olduğunu söylerler. Çoluğu yok, çocuğu yok. Dolabında bir dostuna borç olarak verecek birkaç yüz lirası bulunmazsa ayıptır. Dolandırmak için almıyorum ya! Elbette ödeyeceğim.”
Zaman kasım ayı ortaları idi. Yürürken sokağın çamurları içinde sararmış yapraklar çiğnediğimiz bir mevsim. Müştak saatine baktı: Dört buçuk. Kendi kendine “Şimdi gidersem belki evinde bulurum.” dedi.
Bir arabaya yanaştı. İçine girdi. Arabacıya “İstanbul, Süleymaniye.” diye haykırdı.
Müştak, Mülkiye Mektebinde orta derecede bir diploma ile çıkmış yirmi altı, yirmi yedi yaşında bir gençtir. Fakat edebiyat ve ilim kudretini orta değil âlânın âlâsı sayar. İktidarının ölçüsü demek olan elindeki diplomanın orta göstermesini edebiyatça, fence hocaları ile arasındaki fikir ayrılığı ve görüş farkından doğan bir haksızlık sayar. “Filan dersten az numara almışsın.” diyene Avrupa’nın ilim ve edebiyatça ünlü adamlarından birkaçını sayarak, “Bugün dehalarının ışığı ile medeniyet ufuklarını aydınlatan filan, filan zatlar şu şu derslerden sıfır almamışlar mıydı?” karşılığını verir.
Müştak’ın kendisince kudret ve istidat bakımlarından aynı ayarda tutmak istediği Avrupa meşhurları ile kendi arasındaki küçük fark, onların yüksekokuldan sonra çalışıp öğrenmenin arkasını bırakmamış olmaları, bizim beyefendinin ise kendini hovardalığa kapıp salıvermesidir. Bu sevda şiddeti, bu hırçınlık neden ileri geliyor? Kendine sorsanız “Aşırı zekâdan.” karşılığını alırsınız. Ne yapalım? Sıcak ülkelerin biberi gibi bizdeki zekilerin pek keskinleri de çapkın çıkıyor.
Avrupa günlük gazeteleri ve dergilerinden birkaçına abonedir. Bu gazeteler, mecmualar haftada, on beş günde, ayda gelir, yazıhane üzerinde, kütüphane dolaplarında, şurada burada yığılır, tozlanır. Beyin vakti olmaz ki üç dört sahife kessin de bunlardan bir makale, bir bahis, bir fıkra okuyabilsin. Okuma isteği, öteki havai işlerine üstün geldiği zamanlarda bu birikmiş eserlerden birini eline alır. Fihristine bir göz gezdirir. Beğendiği, faydalı gördüğü bahislere kırmızı kurşun kalemiyle işaret çeker. “Vaktim olursa inşallah bir gün bu işaretli bahisleri dikkatle okuyayım.” der. İşte o kadar. Bu okuma kararı üzerinden haftalar, aylar, yıllar geçer. Beyin havai işlerden boş kaldığı iki saatçik vakti olamaz ki okusun. Tuvalet, elbise, biçim, kumaş hususlarındaki modalar çok defa ilkin Paris’te türer, orada kullanılır, bıkılır, sonra nasıl buralara yayılırsa, bu acayiplik bazı yazarlar ve eserler hakkında da görülüyor. Gençler arasında vakit vakit mösyö filanın modası hüküm sürüyor. Bu yıl Paris’ten leylek ne getirdi? Mesela Mösyö Hyppolyte Taine’i. Artık Taine’in başlıca eserleri okunacak. Makalelerde, konuşmalarda her bahse o isim girecek. Yerli yersiz mutlaka ondan da birkaç satır söylenerek bilgiçlik gösterilecek. İyice öğrenmek merakı ile değil yalnız bu yabancı yazarlar modası yüzünden Müştak, Taine’in tekmil eserlerini getirtir. İngiliz edebiyatına ait cildi haftalarca pardösüsünün cebinde gezdirir. Güzel havalarda Petişan’da, Taksim bahçesinde, Şişli’de dolaşır. Her nereye otursa, hatta tramvayda bile cebinden o mahut cildi çıkarır. Gantlı ellerinin biri cildi tutarken öteki gümüş saplı bastonu yün eğirir gibi fırıl fırıl çevirir. Müştak işte böyle aylarca her gün Mösyö Taine’i okur; fakat ne hikmet bilinmez, eserin otuz sahifesini tamamlayamaz. Kitap cepte geze geze buruşur. İlkin kap yaprakları yırtılır, düşer. Sonra formaların dikişleri kopar. Sonunda bir gün kitabı ya lokantada ya vapurda ya tramvayda ya birahanede, hasılı işte öyle bir yerde unutur. Müştak, Mösyö Taine’den, daha doğrusu, Taine onun elinden kurtulur. Sonra Taine’in eserlerinden söz edilirken ağızlardan, kalemlerden fışkıran “şayan-ı hayret” sözünün peşinden büyük bir şaşkınlık da Müştak tarafından gösterilir. Bu şaşkınlıktaki gerçeklik ile yapmacıklığı ayırt edemeyen birtakım ahmaklar da “Müştak Bey Taine’in bütün eserlerini okumuş, bu yazarı ne kadar çok beğeniyor.” sözleriyle beyin okumadaki derinliğine şaşarlar.
Müştak orta boylu, dolgun vücutlu, pembe tenli bir delikanlıdır. Alnının genişliği yüzüne bir zekâ tatlılığı verir ise de çatığa yakın fakat ince kaşları altındaki ufak kara gözlere dikkat edenler, bunların sahibinde büyük bir azim ve sebat olmadığını anlarlar. Çünkü bu gözler nereye baksa birkaç saniyeden fazla durmazlar, hemen bakış noktalarını değiştirirler. Gözlerin alt ve üst kapaklarındaki hatlarda ve göz bebeklerinde sürekli bir gülümseme hâli vardır. Zaten vara güler, yoğa güler, en boş şeylerle en ciddi hususlara karşı hep aynı gülümsemeyi gösterir. Ağladığı vakit bile güler gibi ağlar. Hâlini bilmeyen kendisini latife olarak ağlama taklidi yaptığını zanneder. Bütün duygu zayıflıklarını gösteren o gülümsemeleridir.
Birinin kudretinden, büyük bir eser meydana getirdiğinden söz açılsa Müştak güler. Bu gülüşünde öyle bir kendini beğenmişlik manası vardır ki “Ben istemiş olsam ondan âlâsını meydana getiririm. Hem getireceğim de… Hele sabırlı olun. Görürsünüz.” yolunda bir yüksekten atma açıkça hissolunur.
Fakat bu güzel niyetler daima düşünce hâlinde kalır.
Müştak Bey beş yüz kuruş maaşla dairelerden birine gider gelir. Yeni imlayı resmî yazılarda kabul etmediği için her gün mümeyyiziyle boğaz boğaza gelir. Mümeyyiz kızarak haykırır:
“Tı’ları dal’a tahvil, huruf-i imlayı manasız israf gibi yenilik gösterme âdetlerinden vazgeçiniz beyefendi. Elinizdeki müsveddeler mektep kitabı sahifesi değildir. Dal’ları tekrar tı yapmak, sonra’ların, bulunan’ların fazla vav’larını çizmek gibi manasız düzeltmelerden artık bıktım. Bazen de göremiyorum, kaçıyor. Birkaç defa mektupçu beyefendinin acı sözleri karşısında kaldım. Bu evrak oyuncak değildir. Rica ederim beni böyle boş yere uğraştırmayınız. Vurduğunuz av, ürküttüğünüz kurbağaya değmiyor.”
Müştak, gücenerek:
“Hakkınız var mümeyyiz efendi. O yeni imlayı mahsus kullanmıyorum. Elim alışmış da farkında olmadan ara sıra kaçırıyorum.”
“Bu doğru olmayan âdetinizi düzeltmeye çalışınız. Geçenlerde müsveddelerin birinde de heyhat ünlemini kullanmışsınız. Yazdığınız roman mıdır, yoksa tiyatro risalesi midir?”
“Lüzumu görülünce resmî yazılarda heyhat niçin kullanılmasın?”
“Heyhat kelimesinin bir kalemde yazı olarak değil konuşurken bile kullanılması caiz değildir.”
“İşte buna da bir heyhat!”
Hiddetle: “Bana hizmetimden istifa ettireceksiniz.”
“Bu son sözünüz de heyhata bir başka misal teşkil eder.”
Zavallı mümeyyizin işte böyle Müştak’ın elinden çekmediği kalmazdı.
İki yıl evvel annesi öldü. Müştak üç bin liralık bir servete mirasçı oldu. Esasa dokunmayarak yalnız geliri harç etmesi için babasının verdiği nasihatleri dinlemedi. Galata’da iki bin lira değerinde bir iradı sattı. Şimdi Balıkpazarı’nda beşer yüz lira eder etmez iki dükkânı kalmıştı. Babası altmışlık eşinin ölümünün arkasından yirmi beşinde var yok, etli canlı, boylu boslu, yakışıklı, fıkırdakça bir duvak düşkünü ile evlendi. Zavallı adam ölen karısının hastalık iniltileriyle geçirdiği son yedi sekiz yıllık son zamanları içinde her gün her saat dert dinlemeden, onu avundurmaya çalışmadan, öleceği muhakkak bir kadına hayat arkadaşı olmaktan artık usanmış, o tesirle âdeta yaşama tadını ve zevk âlemini unutmuş gibiyken, şimdi genç karısının büyülü etkisiyle o da kanında bir sıcaklık, bütün vücudunda umulmaz bir hareket görerek, kendini ikinci gençliğe girmiş kıyas ederek artık ne oğlu Müştak’ı düşünmeye ne de sattığı irada acımaya vakit bulabiliyordu.
Müştak, babasını böyle meşgul görünce kendini cümbüş âlemlerine kapıp salıverdi. O aralık, ticaretinin genişliği, parasının büyüklüğü ile ün almış yaşlı bir Rum ölerek, kiliselere, Rum okullarına bağışladığı milyonlarından başka Beyoğlu şıkları arasında bitip tükenmez bir çekişme sebebi olacak bir de “metres” bırakmıştı.
Matmazel Parnas, yirmisinden pek yukarı olmayan bu afet, sarı saçları, ela gözleri, o levent ince boyu, pasparlak tuvaletiyle, Beyoğlu’nun sevda ufkunda beliren bir kuyruklu yıldız gibi acaba kime çatacak, hangi servete çarpacak diye bütün dikkatli gözleri, arayıcı bakışları kendi üzerine çekmişti. O ara milyonluk insanlar bile işin sonunu düşünerek bu düşünce ile matmazelin tehlikeli çarpmasından çekinirlerken, onlara göre paraca bir hiç olan bizim Müştak sansar kapanıyla kaplan avına çıkan bir şaşkın avcı gibi o birkaç bin liralık az parası ile matmazelin ayakları altına vücudunu atarak muhabbetini arza cesaret göstermişti.
Dediklerine göre matmazel, yüksek tabaka iffetsiz kadınlarından imiş. Ölen Rum, Paris’te bir ticaret işinden birkaç saat içinde milyonlar kazanmış. O sevinçle vücutça bir gençlik duymuş. Para kazanmaktaki talihinin muhabbette de uygun gidip gitmeyeceğini denemeye kalkarak matmazel ile sevda kontratı ile bağlanmış, beraber İstanbul’a gelmişler. O kazancın besbelli hızı çabuk geçmiş, mösyönün de vücudu gevşemiş. Bu seksenlik ihtiyarın yumuşak öpüşlerine biraz sertlik gelmesi için, matmazel âşığında peynir dişlerinin çıkmasını beklerken zavallı Rum galiba bu son metresinden murat alamadan âlemini değiştirmiş. Namının iyilikle tekrarlanması için birçok hayratına ek olarak matmazeli de uygun bir servetle herkese vakfetmiş. Başkalarının dediklerine göre de ihtiyarın peynir dişlerinin çıkmasını beklemesi bir oyundan ibaretmiş. O dalavereci Fransız kızı, bunak âşığından gizlice, vakit geçirmek için pek çok dişli âşıklar bulmaktan boş kalmamış.
Parnas, Eski Yunanlıların bir dağa verdikleri isimdir ki mitoloji zamanında burası Apollon, güzel sanatlar ve şiir tanrıçalarının bulunduğu yer sayılırdı. Bugün mecaz olarak “şiir” ile “şair”e de ad olmuştur. “Parnas’ın üzerine çıkmak” (Monter sur le Parnasse), yani “şiirle uğraşmak” gibi bazı sözlerin çıkmasına da meydan açmıştır.
Matmazel Parnas, ihtiyar dostunun gözüne daha şairce görünmek için kendine bu adı takmış olmalı.
Müştak, daha yemi yemeden kapancaya tutulan kuş gibi, henüz matmazeli görmeden adına alaka etmişti. İlkin böyle kulaktan âşık oldu. Sonra iyi bir fırsat elde ederek matmazel ile görüştü. O saatte fitili aldı.
Je veux monter sur le Parnasse
Mais hélas
Ma plume ne se prête à mes espérances
yollu şiir diye saçmalar karalayarak Parnas’a vermeye cesaret etti.
Bu maskaralıklar kızın hoşuna gitti. Müştak’ın serveti matmazelin ev masrafına tuz biber olmaz. Fedakâr âşık hiç buralarını düşünmedi. Kızın çok zenginleri birkaç ayda ezecek olan geçim yükünü üzerine aldı. Akarını satmak, borç tedarik etmek suretiyle üç ayda bin liradan fazla bir para harcadı. Matmazel Parnas güya Müştak’ı biraz seviyor, bu zavallı gencin öyle Avrupa milyonerlerinden olmadığını da biliyordu. Bu gerçeği bildiğinden sanki sözde israftan çekinerek yaşıyordu. Parnas’ın bütün bu iyi niyetlerine, katlandığı iktisatlı hayata rağmen, zavallı Müştak üç ayda bitti, sıfırı tüketti. Zaten eti ne budu ne? Fakat zavallının parası bittikçe içinin ateşi artması neticeyi acıklı bir hâle getiriyordu. Bir ay kadar da etrafa borçla yaşadı. Hilesi meydana çıkmadan son krediyi de kullanmaktan çekinmedi. O günlerde gidip o kapıyı çalmak kendine iki yüz liradan aşağı oturmayacağını bildiğinden babasının son derecede hasta olduğu yalanını metresine tezkere ile bildirdi. Hasta ile olan acı meşguliyeti gelip kendisini görmeye kuvvetli bir engel olduğunu anlattı. Matmazel bu yalana kandı mı? Gidip bir haftadır yüz yüze gelmemiş olduğu için, metresinin apartmanında neler döndüğünü bilemiyor, meraktan çatlıyordu.
Acaba birkaç bin liraya malik, Fransızca saçma sapan şiir söylemekte usta biri daha çıkıp da Parnas’ın gönlünde Müştak’ın tuttuğu sevda mevkisini zapt etmiş olmasın? İşte en ziyade bundan korkuyor, buna yol açacak bazı faraziyeler zihnine geldikçe kızarıyor, bozarıyor, terliyor, nerede bulunduğunu, ne yaptığını, ne söylediğini şaşırıyordu.
Zavallı âşık Aksaray’dan Beyoğlu’na kadar nasıl gittiyse araba ile Süleymaniye’ye gene o dalgınlıkla döndü. Arabacı Şeyhülislam Kapısı’na yakın bir yerde terbiyeleri çekti, Süleymaniye’ye gelmiş olduklarını, gidilecek sokak neresi ise tarif etmesini eğilerek müşteriye hatırlattı. Fakat müşteri hiç oralarda değildi. Sözüne cevap alamayınca herif yerinden fırladı, indi. Sözünü beyin yüzüne karşı tekrar etti.
Müştak “Ha, gelmişiz.” diye şaşırarak arabadan çıktı. Elini pantolonun cebine sokarak parmaklarına ilk dokunan parayı arabacıya verip yürüdü.
Herif avucuna konan paranın mecidiye olduğunu gördü; fakat müşterinin dalgınlığından faydalanmak isteyip:
“Azdır efendim. Taksim’den buraya kadar bir mecidiye olur mu?
Gelirken köprü parası verdim. Şimdi giderken gene vereceğim.
Bana ne kalacak?”
Arabacının bu arsızlığına hiç ses çıkarmayarak Müştak elini tekrar cebine daldırdı. Herife bir mecidiye daha verdi. Bu tuhaf müşteri hızlı adımlarla uzaklaşırken arabacı kendi kendine, Yüzümü kızartıp acaba biraz daha söylensem mi? Böyle dalgın müşteriye bayılırım. Hele ufaklık da tutmazsa söylendikçe insana mecidiye uçlanır, diye düşündükten sonra haykırarak:
“Beyefendi! Hayvanlara günahtır. Taksim’den buraya kadar iki mecidiye! İnsaf be! Kıyafetine bakıp da pazarlığa girişmedik. Sanki iş ettik.”
Müştak bu sözlerin hiçbirini işitmedi, hızlı adımlarla sokağı dönüverdi.
Arabacı “Sabahleyin elimize bir av geçti, onu da kaçırdık. Bunun gibi dalgın müşteriye senede bir defa ancak tesadüf edilir. Arabacıların piyangosu da mecidiye çeyreği yerine lira, kuruş yerine lira çeyreği veren şaşkınlarla, işte böyle istedikçe mecidiye toka eden dalgınlardan çıkacak.” diye yakınarak kırbacını şaklattı, birkaç mecidiyesini sızdırmadan dalgın müşteriyi kaçırmış olmasından doğan öfkesini hayvanlardan alarak arabasını sürdü.
Müştak’ın iki yüz lira borç koparmak hayaliyle görmeye gittiği Reyhan Bey şehrimiz ikliminde kabak familyası kadar bereketli ve çeşitli yetişen edip taslaklarından biriydi. Fakat âli, adi, hiçbir mektepten şahadetnamesi, hiçbir ilim ocağından icazeti yoktu. Beyin, bu yokluktan asla cesareti kırılmayarak o kendini her şey için mezun sayardı. Şahadetname almadaki mahrumiyeti Reyhan’ın mektep görmemiş olmasından değildir. Aksine onun gördüğü mektepleri değme allameler görmemiştir. Ne mülki, ne askerî rüştiyeleri, ne Frerler Mektebi ne Mülkiye Tıbbiyesi, ne Mekteb-i Sultani ne Mülkiye-i Şahane, bunlardan girmediği hiçbiri kalmamış, her birinde birer ikişer yıl bulunmuştu. Babası zengince olduğu için çocuğun canı hangi mektebi isterse oraya gönderir, mahdum bey bulunduğu mektepten hoşlanmazsa hemen oradan alır, daha eğlenceli saydıkları bir başkasına verirdi. Babasının bu hâline bakılırsa çocukları sıkmadan eğlence tarzında öğretme usulü taraflısı olduğu anlaşılıyor.
Babasının ölümünden sonra Reyhan resmî dairelerden birkaçına girdi. Deniz hamamları kiralamak, sekiz on kira arabası işlettirmekten başlayarak piyasadan afyon alıp satmak derecelerine kadar ticaretini genişletti. Fakat bunların hiçbirinden kâr etmek şöyle dursun büyükçe zararlara bile uğradı. Fazla kazanç için miras parasını tehlikeye sokmaktan vazgeçerek, sonları şüpheli ticaretlerden nihayet çekildi. İdaresini gelirine uydurarak geçiniyordu; ama bir mesleği olmaması bir zaman canını sıktı. Sonra ara sıra gazetelere makaleler göndermek suretiyle muharrirlik namını takınarak o derdine de çare bulmuş oldu. Hiçbir meslekte dikiş tutturamayanların en sonunda yazı işine dökülmeleri muharrirliğin şerefini yükseltecek hâllerden değildir. Lakin bu mesleğe girmekteki saik açlık değil de böyle Reyhan gibi bir meşguliyet aramaktan ibaretse, böyle irat sahibi yani karnı tok muharrirlerin -ki çok azdırlar- parasız karaladıkları makaleler gazete sahiplerince en faydalı eserlerden sayılır. … gazetesi ara sıra havadis ve makale kıtlığında Reyhan Bey’in münasebetli münasebetsiz yazılarıyla sevine sevine sütunlarını doldururdu. Yazı yazmakla geçinmekte akıllıca bir usul bulmuş muharrirlerden birkaçı Reyhan’ın etrafını alarak kalemindeki dâhilere yakışır kudreti şaşkın, avlayıcı övmelerle parlattıkça parlatmak suretiyle zavallıyı inandırarak, sürümsüzlükten kapanmak üzere bulunan mecmualardan birinin başmuharrirliğini buna kabul ettirmişlerdi. Mecmua, birkaç ay Reyhan’ın kaleminin himmeti… estağfurullah, parasının himmeti ile çıkarıldı. Kâr olursa arkadaşlara, zararı hep kendisine ait olmak gibi acayip bir şartla yanılarak üstüne almış olduğu bu işin şerefi Reyhan’a pek tuzlu oturdu. Bunu tecrübe ederek anladıktan sonra “banyolar” (deniz hamamları) kiralamayı yüzde yüz kârlı bulmuştu. Birkaç defa bu yolda dolaba uğradı. Birkaç yüz lira dolandırıldı. Borç istemek ricasıyla ara sıra kendine başvuran düşkün muharrirlere “Bıktım sizden… Büyük bir servet sahibi olsam, fasulye piyazıyla soğuk sahnelerde sıçraya sıçraya illetli olan aktörlerimizle sefalet bakımından bunlardan pek farklı olmayan muharrirlerimiz için bir imarethane kurardım.” der idi.
Müştak, Reyhan’ı bu muharrirlik münasebetiyle teklifsizce tanırdı. Kapanmak zorunda kalan mecmua sahiplerine gösterdiği yardımı bildiğinden para yokluğu yüzünden metresini elinden kaçırmak tehlikesi karşısında kalan zavallılardan da belki yardımını esirgemez hülyası ile bu kerim dostuna başvuruyordu.
Reyhan, uzun boylu, enli omuzlu, buğday tenli, gür bıyıklı, sık kaşlı, iri siyah gözlü otuz beş yaşlarında yakışıklı bir delikanlıydı.
Müştak odadan içeri girince onu “Terakki Arkasından” başlıklı bir makale yazmakla uğraşır buldu. Reyhan, kendine büyük bir muharrir tavrı vermek için Fransa’nın meşhur muharrirlerinden birini taklit ederek, şalvara yakın bir bollukta açık renk bir pantolon, sadakordan kolasız bir Frenk gömleği giymiş, parmak kalınlığında ince şerit gibi siyah bir boyun bağını gayet gevşek bir düğüm yaparak boynuna sallandırmış, gene o benzemek fikriyle pek az kestirdiği gür saçlarını alın kısmını tepeli Fizan horozu gibi kabartmıştı. Meşhur insanların yazı odalarına dair Avrupa’nın resimli gazetelerinde gördüklerinin her birinden bir fikir almak suretiyle düzelttiği çalışma odasının ortasına konulmuş ve üzerinde yığınla kitap, kâğıt bulunan bir yazı masasının önüne oturmuş; ayaklarını, kafasında boncuktan gözler parlayan iri bir ayı postunun üzerine uzatmıştı.
Reyhan, hemen ayağa kalktı, güler bir çehre ile misafirine elini uzattı, sıkı sıkıya bir toka ettiler. Müştak, dalgın bir hâlde bu deniz hamamı kiracılığından bozma muharririn karşısında bir koltuğa oturdu.
Ev sahibi gülerek:
“Pek dalgınsınız, monşer! Hatta o kadar dalgınsınız ki yazmakta olduğum şu önümdeki makalenin adına dikkat edecek kadar olsun bir fikir huzuruna malik değilsiniz.”
“Evet monşer, dalgınım… Hastayım… Meyusum… Hasılı acayip bir hâldeyim. Uyuyor muyum? Uyanık mıyım? Onu bile fark edecek gibi değilim. Âdeta kendimi bilmez bir hâldeyim.”
Gülerek: “Evet… Evet… Lodos havalarda bu sersemliğe ben de uğrarım. Başımda bir dalgınlık peyda olur. Durduğum yerde uyuyuveririm. Sonra gözlerimi açınca ne kadar uyumuş olduğumu saate bakmadan bilemem. Bu hâl ediplere, yani sinirli insanlara mahsustur. Bir makalede… Evet ‘Lodos ve Üdeba’ diye bir makalede bu hâlin fizyolojik sebeplerinden bahsetmek isterim.”
“Birader, benimki lodos dalgınlığı değil.”
“Tuhaf şey. Sana da başka hava mı dokunuyor? Bazı bünyelerin aynı havadan başka başka müteessir olduklarına dair Mösyö Kölen ‘fizyoloji’sinde…”
“Aman kardeşim Reyhan, rica ederim, biliyorum bilgin geniştir. Türkler arasında bir ‘erüdi’sin.[62 - Derin bilgi sahibisin. (e.n.)] Allame-i zamansın. Fakat bugün dinleyecek ne vaktim var ne de hâlim. Senden ufak, bir ufak şey istirhama geldim. İki kelime ile maksadımı anlatacağım. Sen de bana aynı kısalık ile ya kabul veya ret cevabı vereceksin.”
Şaşırarak: “İstirham tabirinin lüzumu yok. İstediğin ne ise söyle.”
“Borç olarak iki yüz lira.”
Reyhan, yazı masasının önünden fırladı. Müştak’ın karşısında ellerini göğsü üzerine çaprazvari kavuşturup bir aktör tavrı alarak:
“İstediğin bu para ile resimli gazete veya bir mecmua çıkaracak isen birader sana paradan evvel koskocaman bir nasihat vereyim; o fikirden vazgeç!”
“Hayır o maksatla istemiyorum.”
“O hâlde bu parayı ne yapacaksın?”
“Bu lüzumu anlatmaya girişirsem lakırtı uzar.”
Reyhan, mühim bir şey bulmuş gibi, birden elini dizine vurarak:
“Ha! Anladım… Anladım. Deminden beri gösterdiğim kalın kafalılığa sen de şaş, ben de şaşayım. Şu aralık Matmazel Parnas ile meşgul olduğunu nasılsa hatırlayamadım. Öyle bir metresle yaşayana ‘Parayı ne yapacaksın?’ diye sormak pek saçma değil mi?”
“Zekisin. Çok zekisin monşer! Parayı ne yapacağımı beni çok üzmeden işte anladın. Fakat asıl bence dayanılmayacak olan bundan sonraki üzüntüyü kısa kesmeni rica ederim. İstediğim bu parayı verecek misin, vermeyecek misin? Bir sözle cevap ver.”
“Yoook… Öyle işi aceleye boğup da sıkboğaz olmaya gelemem.”
“Seni sıkboğaz eden yok birader. Paran daha dolabında duruyor. İster isen verirsin, istemezsen vermezsin. Bu borcu senden alamazsam gideceğim bir iki yerim daha var, onlara gideceğim, vakit geçmesin diye acele ediyorum. Çok şükür benim param yok değil; fakat en erken yirmi gün sonra elime geçecek. Bana bugün yarın lazım. Sana muntazam senet vereyim, istersen itibarlı bir de kefil göstereyim.”
Düşünerek: “Hayır monşer, maksadımı anlamadın. Ben şimdi senet, kefil sormuyorum. Hâlin bana çok tuhaf göründü. Sana acıdım. Şimdi eline iki yüz lira koymakla kendimi senin derdine çare bulmuş sayamam. Sana edeceğim iyiliği, seni çok sevdiğimden esaslı şekilde etmek isterim.”
Şaşırarak: “Ne gibi?”
“Seni biraz istintak edeceğim.[63 - İstintak: Sorguya çekmek. (e.n.)] Soracaklarıma ne kadar doğru cevaplar verirsen hakkında o kadar hayırlı olur.”
“Monşer öyle uzun uzadıya sual cevaba vaktim yok. Şimdi söyledim ya, senden ümidi kesince başka taraflara müracaat edeceğim.”
“O hâlde uğurlar olsun. Benim de öyle çarçabuk bir dosta borç verilecek iki yüz liram yok.”
Reyhan’ın verdiği bu son cevabın ümitsizliği ile Müştak’ın, biraz evvel azıcık ümide düşmüş olan o zavallının çehresi bir anda birkaç renge girdi. Dudakları titremeye, gözleri sulanmaya başladı. Çünkü her söz başında gösterdiği acelecilik sahte ve başvuracağını söylediği yerler tamamıyla esassızdı. Başvurmak lazım gelen yerlerin hepsini kaç zamandır dolaşmış, hiçbirinden beş lira koparamamış, son bir kandırma ümidi ile Reyhan’a başvurmuştu.
Vücudunun titremesini tutmaya çalışmakla beraber Reyhan’a karşı ümitsizliğinin acısını gizlemeye uğraşarak; fakat zor anlaşılır bir sesle “Öyle ise gideyim.” sözleriyle odadan çıkarken Reyhan dostunun gizlemek istediği derin ümitsizliği anladığını gösterir ve ahbapça olan bir üzüntüden çok alaya verilebilecek bir tarzda dedi ki:
“Kendi yararınız için soracağım birkaç suale hiç tereddüt etmeden cevap verecek kadar dostluğuma güvenmediğinize teessüf ederim.”
Titrek bir seda ile: “Bütün dostlarından üstün tutarak en önce size başvuran eski bir dostunuzu bu kadar az bir para için istintaka kalkışmanızdan doğan teessürümün sizin göstermek istediğiniz teessüften fazla olacağına şüphe yoktur.”
Ev sahibi, misafirin kulağına biraz eğilerek:
“İstintak tabirini kullandığımdan dolayı ürkmeyiniz. Size soracağım sualler hep Matmazel Parnas ile aranızdaki muhabbetin devamı ile ilgilidir.”
Bu muamma gibi sözlere karşı Müştak afalladı. Hiç cevap vermedi. Dostunun alık alık yüzüne bakakaldı.
Reyhan sözüne devam ederek:
“Ya oğlum, işte böyle alıklaşırsın. Farz edelim ki istediğin miktarda parayı şimdi sana vereyim. Buradan çık git. Bununla ne iş göreceksin? Birkaç günlük ihtiyacını tamamladıktan başka bir şey yapamayacaksın. Biraz sonra gene aynı sıkıntı baş gösterecek. Her zaman sana iki yüz lira borç verecek bir dost bulunmaz. İşi esasından inceleyelim de ona göre çare arayalım.”
Müştak şüpheli bakışlarla dostunu süzerek:
“Sözlerinden hâlâ bir şey anlayamıyorum. Eğer maksadın birtakım baba nasihatleriyle beni sevdamdan vazgeçirmek ise sana şimdiden anlatayım ki ben nasihat dinlemem. Nasihat almaya ihtiyacım olsaydı, sana hiç gelmez, daha ehline müracaat ederdim. Çünkü hâlini bilirim. Sen benden çok nasihate, ıslaha muhtaç bir zirzopsun.”
“Nasihat vermek nerede ben nerede a birader! Nasihat verecek değilim. Yazık değil mi çeneme… Sana açık bir teklifte bulunacağım.”
“Söyle.”
“Hayır… Evvela soracaklarıma cevap vermeli.”
“Aşk sırlarımı öğrenerek gazetelere fıkralar yazmaya kalkışırsan sonra iş düelloya varır ha!”
“O gibi kötü emellerle bir dostu söyletecek kadar alçak huylu değilim.”
“Parol donör mü?”[64 - Parol donör: Parole d’honneur; şeref sözü. (e.n.)]
“Parol donör.”
“Öyle ise sormaya başla. Her sualine dosdoğru cevap vereceğim.”
İkisi de birer sigara yakarak karşı karşıya koltuklara oturdular. Reyhan alnını buruşturup iki kaşını birbirine yaklaştırarak aldığı ciddi tavırla:
“Matmazel Parnas’la yaşamak için ayda ettiğin masrafı kısaca bana anlat bakayım.”
Bu suale karşı Müştak, yalnız ökçesini halıya dayayarak yerden bir dar açı teşkil etmek üzere açık tuttuğu ayağını, sağa sola şiddetle bir zaman sallayarak derin derin bir göğüs geçirdikten sonra:
“Bana öyle bir şey sordun ki bunun cevabını kendi kendime karşı vermekten bile korktuğum için mümkün olduğu kadar o işi düşünmekten zihnimi uzaklaştırmaya uğraşıyor; yalnız elime ne geçerse onu sarftan başka bir şey düşünmüyor, hesaplamıyorum. Ama gene sualine cevap vereceğim. Efendim… Efendim… Efendim… Nereden başlıyayım? Ha… Dur… Ayda on lira apartman kirası…”
Gözlerini açarak: “Çok…”
“O paraları verirken benim gözlerim seninkilerden çok büyüyor ama fayda yok. Ondan aşağı bir dairede oturmuyor. Sen masrafın azlığına çokluğuna itiraz etme. Yalnız dinle ki söz uzamasın.”
Müştak, dostuna susmasını tavsiye ederken masrafın varacağı toplamın korkunçluğundan heyecanını gizleyemeyerek baygınlığa yakın bir sesle:
“Zihnim pek karışık birader. Matmazelin israflarında o kadar ufak tefekler var ki kısaca bile olsa şu saatte bunları size sayamamaktan korkuyorum. Fakat ufak tefeklerden hatırlayamadıklarımın ne ehemmiyeti var? Toplam belli değil mi? Bu korkunç toplamı yüz yıl da yaşasam unutamam. Çünkü ayda iki yüz lirayı aşıyor, bazen üç yüzü de geçer… Bazen…”
“Dört yüzü de bulur ha? Zavallı Müştak!”
Parnas’ın âşığı kederinden boğulur gibi içini çekerek hakkında söylenen “zavallı” acınmasının kendi için ne kadar yerinde bir tabir olduğunu göstermek için bir zaman boynunu büktü, bir şey söylemeden durdu. İki arkadaş hâlden anlar bakışlarla bir iki dakika kadar birbirlerine derin derin bakıştılar.
Müştak, matmazelin israflarına dayanmaktaki ahmaklığını izahta pek ileri varmış olmaktan ve böyle kendi küçük servetiyle hiç de uygun olmayan bir yaşamaya, arkası gelmeyecek bir sefahate koyulmaktaki deliliğini tamamıyla hikâye ederek borç almaya geldiği dostunun acıması yerine, öfkesini uyandırmaktan ansızın korkarak tavrını değiştirip aklını başına toplamaya uğraşarak:
“Ben de ne söylediğimi bilmiyorum. Yok yok. Aylık masrafımın hiçbir vakit dört yüz liraya vardığı yoktur. Bazen iki yüz lirayı geçer; fakat bazı ay da yüz elliye varmaz.”
Reyhan şüpheli bakışlarla misafirini süzerek:
“Hakikaten ne söylediğini bilmiyorsun. Beş dakikada bir çehren de sözlerin de değişiyor. Benden derdini gizlemeye, hakikati örtmeye niye uğraşıyorsun? Doğru söylersen doğru düşünürüz. Sözlerinin ciddiliği ile belki sağlam bir neticeye varılabilir. Onun için metresinle yaptığın masrafları kısaca fakat toplamını doğru olarak haber ver. Sana karşı göstereceğim kardeşçe cömertlik, sözlerinin doğruluğu derecesinde büyük olacaktır.”
“Teşekkür ederim Reyhan… Lakin zihnim karışık birader… On lira apartman kirası…”
“Onu işittik…”
Gene içini çekerek: “Oda hizmetçisi, sofa hizmetçisi, sokak hizmetçisi, yamakla beraber aşçı aylıkları… Her saat matmazelin emrine hazır tutulan gayet şık kupanın aylık kirası…”
“Ne kadar tuttuğunu söylemiyorsun.”
“Rica ederim, sabret, hepsini birden söyleyeceğim. Her ay başında Beyker, Luvr, daha bilmem ne mağazalarından yağan hesap pusulaları, modistlerin gönderdikleri notlar… Odeon, Petişan tiyatrolarına, Sirk’e abone paraları…”
“Canım bunların hepsine nasıl yetişebilip de gidiyorsunuz?”
“Yetiştiğimiz yok… Parnas’ın canı istediği zaman gider, bu oyun mahallerinin bazılarında yarım yahut bir saat kadar otururuz. Çok defa canı sıkılır çıkarız. Öyle ilk perdeden gidip de sonuna kadar oturmak bizim gibi kibarlar için ayıp imiş. Bundan sonraki ufak tefek masrafları sayamayacağım. Daha neler! Neler! Pour satisfaire ses petits caprices; yani maşukamın her türlü lüzumdan hariç masraflarını ödemek, ufak tefek densizce isteklerini yerine getirmek için Bonmarşe’den, Pazar Alman’dan, birtakım antikacı dükkânlarından alınan gerçek değerlerinin belki kırk elli derece üstünde birer fiyatla alınan oyuncak nevinden lüzumsuz birtakım eşyaya verdiğimiz paraya cayır cayır yanarım. Apartmanın içi oyuncak sergisine döndü. Parnas’ın bu biblo ve antika merakından pek yangınım. Bazı akşam apartmana gittiğim zaman son derece neşe ile ellerini birbirine vurarak beni karşılar. Ana diliyle haykıra haykıra der ki: ‘Aman Muşak -adımı böyle söyler- sana bir şey söyleyeceğim, çok sevineceksin. Sokak içinde hiç umulmaz bir dükkânda mühim bir define buldum, gayet eski bir anfor… Hani sana değerli antika vazolar kataloğunda resmini göstermemiş miydim, işte onun aslını buldum. Sahibi malının kıymetinden habersiz. On yedi liraya kapattım. Ne büyük kelepir değil mi? Bu buluşumdan dolayı beni alkışlasana…’ Daha kelepiri görmeden alkışlarım; fakat on yedi liranın acısı yüreğime çöker. Ben antikadan anlamam. Fiyat maddesinde gözlerim büyür. Sevgilimde ise iş aksinedir. O fiyat işine aldırış etmez, sade malın eskisini anlar. Sonra anforu ziyarete gideriz. Bakarım ki evvelce mevcut bulunan antikalarımızın içinde bu yeniye bir yer bulabilmek için hayli güçlük çekilmiş… Şöyle bir tarafa sıkıştırılmış. O kadar sevinçle görmeye koştuğumuz bu anfor nedir bilir misiniz, âdeta iki kulplu bir çömlek. Metresim bu antikayı o kadar ucuza kapatabilmekteki başarısına şaşarken ben de o kulpları yapanın gözüne giresice çömleğin on yedi lira neresi ettiğine hayrette kalırım. Fakat ne çare mademki matmazel böyle bir kelepir elde ettiğine seviniyor, sen de beraber sevinmelisin. Hele sevinme de bak, sonra ağlaman muhakkaktır. Birkaç akşam sonra gelirim ki matmazelde bir hiddet… O antika anfor parça parça yerde yatıyor. Vazonun alınışındaki sevinmekte ne kadar acele lazımsa onu öylece yerde görünce öfkelenmekte de o derece ağır davranmalı, katiyen kızmamalı. Sevinçte de, hiddette de matmazelin havasını kollamalı. Hâl neyi gerektiriyorsa ona göre neşeli veya hüzünlü gözükmeli. Bulunup alınmasından dolayı birkaç gün önce o kadar sevinilen anforun kırılma sebebini sormamalı. Canı isterse matmazel işi size anlatır. Anlatmazsa artık bunu merak etmemeli, kırılan kırılmış deyip geçivermelidir. Anlatmaması da her hâlde hayırlıdır. Çünkü hakikati hikâye ettiği zaman tutmaya çalışacağınız öfke vücudunuzu hayli sarsar. Çok defa alacağınız cevap şu olur: ‘Ben o anforu Atina’da eskiden yapılan Panathena şenliklerinde yarışanlarda birinci gelenlere verilen Panatenaiklerden zannetmiştim, meğerse aldanmışım. Yaptığım araştırmada bu gerçek meydana çıktı. O kadar öfkelendim, o kadar öfkelendim ki işte bu sahte çömleği parça parça etmedikçe hiddetim yatışmadı.’ Bu incelemeyi on yedi lirayı vermezden evvel yapsaydı olmaz mıydı? Fakat söylenmez. ‘Kırdığına pek âlâ etmişsin.’den başka bir şey denemez.”
“Demek metresin densiz müsriflerden. Aylık masrafın birbiri üzerine kaça geliyor? Aşağı yukarı meydana doğru bir rakam koy da ona göre sana bir teklifte bulunacağım.”
Müştak, bu masrafın en ufak tafsilatını hatırlamak için zihnini yorduğunu gösterir yüz buruşturmalarla:
“Belli olmaz birader! Belli olmaz! Metresimin masraf barometresindeki ibre daima değişik noktayı gösterir. Yüz elli, iki yüz lira ile geçinirken bir de bakarsın ansızın bir seyahat arzusu gösterir. Haydi İzmit’e, Bursa’ya, dolaşırız. İşte o aydaki masraf her türlü tahminlerin üstüne çıkar. Hele birkaç anfor fazla kırıldığı zaman belim bükülür.”
“Anladım… Anladım… Parnas’ta kabahat yok. Suç hep senin…”
“Neden?”
“Öyle bir metres nasıl idare olunur, onu bilmiyorsun da işte ondan…”
“Nasıl idare olunacağını sen biliyorsan bu ehemmiyetli fenni bana öğretiver.”
“Dünyada her fennin öğrenilmesi istidada bağlıdır. Hele bu gibilerinin… Fakat şimdi bu ciheti bir tarafa bırakalım. Farz et ki matmazeli ayda yüz lira ile idare kabil olsun. Sen bu masrafa daha kaç ay dayanabilirsin?”
Bu suale karşı Müştak gözlerini kapayıp yumruklarını sıkarak:
“O noktayı eşeleme rica ederim. Bu cihet benim için karanlıktır. Belki de bir intihar çukurudur.”
Kaşlarını çatarak: “Böyle çocukça, densizce sözlerin lüzumu yok. Senden bir erkeğe, hele bir feylesofa yaraşır cevaplar isterim. Bu israflı gidişe paran daha kaç ay dayanabilir?”
Sapsarı kesilerek: “Herhâlde üç dört aydan ziyade değil… Evet, bütün servetimi son on paraya kadar harcasam nihayet dört aydan ziyade sürmez.”
“Olanca servetin sıfıra indiği, bütün aşk ümitlerinin sona erdiği gün ne yapacaksın?”
Sesi titreyerek: “İntihar edeceğim.”
“Haydi oradan zevzek.”
“Bu felaketimi haber aldığın gün ikimizden hangimizin zevzek olduğunu anlarsın.”
“Muhabbetin böyle kurtulunulamaz sanılan çukurlarına düşenler hep intihar mavalını okurlar.”
“Birader yüzüme dikkatli bak. Ben buraya ne maval okumaya geldim ne de dinlemeye.”
“Hiddetlenme. Mademki son kararın intihardır, seni kurtarmak isterim.”
“Ne ile? Nasihatle mi? O vadide çene yormaman için sana ihtarda bulunmadım mı?”
“Seni nasihatle değil para ile kurtaracağım.”
“Muamma söylüyorsun. Haydi hakkımda böyle bir lütufta bulun. Fakat sen de milyonlara malik değilsin ya. Bu sıcağa kar mı dayanır? Bir müddet sonra senin de servetin sıfıra iner.”
“İnsin… Farz et ki servetim bu israfı dört ay ancak devam ettirsin. Senin servetinin dayanabileceği dört ayın üzerine bir dört ay daha ilave olunursa sekiz ay eder ki bu da az bir zaman değildir. Senin gibi bir dosta dört ay fazla ömür kazandırmak büyük bir iyilik değil midir?”
Bu kardeşçe cömertliğe karşı hemen Müştak yerinden fırlayarak dostunun ellerini buselere, gözyaşlarına boğa boğa:
“Buna iyilik deme… Lütuf deme… İnayet deme… Hep bu kelimelerin üstünde bir tabir bul… Bir arkadaşı ihya de… Belki bundan daha kuvvetli bir cümle, bir terkip icat et… Fakat azizim… Fakat sevgili biraderim… Bu lütfuna neden dolayı müstahak görüldüğümü anlayamıyorum. Bu hareketin yalnız bir insaniyet eseri midir? Yoksa karşılık olarak sen de benden…”
Bu defa Reyhan’ın da sedasında bir titreme ile:
“Evet ben de senden bir fedakârlık isteyeceğim.”
“Vadettiğin lütfun büyüklüğü karşısında kendimce karşılık olarak fedakârlık denebilecek bir hareket düşünemiyorum da…”
“Parnas’ın masrafını aylık olarak iki yüz lira farz edelim.”
“Peki öyle olsun.”
“Bunun yarısını, yani yüz lirasını ben vereceğim; fakat bir şartla…”
“Ne gibi?”
“Muhabbetinize iştirak şartıyla.”
“Pardon anlayamadım.”
“Arabistan’da bir kısrağın kaç sahibi bulunduğunu hiç işittin mi?”
Tıkanır gibi bir helecanla: “İşittim. Sonra?”
“Bu iktisat kaidesi masraflı metreslere de tatbik edilemez mi?”
“Namusum hakkı için anlayamıyorum.”
“Kısrak hesabı… Bir metresin iki ‘aman’ı bulunsa ne lazım gelir?”
Bu acayip suale karşı Müştak deminden beri minnetle öperek ıslattığı ve ellerinde tutmakta olduğu o iki eli nefretle haykırıp ve bütün kuvvetiyle sıkarak Reyhan’ı dut ağacı silker gibi iki üç defa şiddetle sarstı. Canavar homurtusu gibi bir sesle “Hayvan herif! Deni[65 - Deni: Alçak, kötü, kişiliksiz. (e.n.)] mahluk!..” hakaretlerini savurarak artık Reyhan’ı görmekten korkuyormuş, iğrenç bir şeyden kaçıyormuş gibi yavaş yavaş odanın bir köşesine çekildi.
Biraz evvel birbirlerini candan aziz tanıdıklarını gösteren tabirlerle konuşan bu iki kişi şimdi düşmanca bir tavırla birbirini süzüyor, Müştak’ın yüzünde derin bir nefret eseri, Reyhan’ınkinde zehirli, acı bir alay gülüşü dolaşıyordu.
Böyle bir müddet bakıştılar, sonunda Müştak:
“Bu kısrak işinin metrese tatbikini hangi felsefe kitabında okudunuz beyefendi?”
“İktisat felsefesinde.”
“Demek iktisada uyarak birkaç kişi bir metresle geçinebilirlermiş, öyle mi?”
“Hayhay…”
“Öyle ise bu iktisat felsefesinde seninle birlik olacakları benden başkasında ara, kendi terbiyende arkadaşlar bul. Birkaç bekârın bir han odası kiralamaları gibi siz de sekiz on arkadaş bir metresle geçininiz.”
“Fakat benim gözüm Parnas’ta.”
“Ben yaşarken sen Parnas’ın eski çorabını bile elde edemezsin.”
“Acelem yok, intiharınızı beklerim. Deminki hesaba göre bu da pek uzun sürmeyecek değil mi?”
Müştak, düşmanının bu mantıki alayına:
“Nefret… Lanet senin gibi hayvan tabiatlı heriflere…” tahkirlerinden başka söz bulamayarak böyle nefret, lanet kelimelerini tekrar ede ede odadan dışarı fırlamakta iken ev sahibi o eksilmeyen alaylı gülüşüyle:
“Müştak… Müştak… Bana bak. Çok ham beyinli herifmişsin. Öfke ile kalkan zararla oturur… Hele biraz beni dinle.”
Henüz dostunun lütfundan ümit kesmeyen Müştak bu son sözleri dinlemek için çatkın, dalgın bir yüzle oda kapısının önünde durdu. Bu lütuf ümidinden hâlâ kendini alamadığını anlatır bir sesle:
“Birader maksadın latife ise onun da bir zamanı, hele bir haddi vardır.”
“İflas gününün yaklaştığını gören büyük bir tüccar o saatte elinde bulunan servetinden nasıl faydalanırsa sen de matmazel ile olan bugünkü sevda saadetini öyle saymalısın. Çünkü sonu yok. Ayda birkaç yüz lira masrafla idare olunur bir metresle yaşamak senin, benim gibi züğürtlerin harcı mıdır? Elinde ne varsa satıp bitirdikten sonra ne olacak? Matmazel Parnas, ihtimal bir adiyö demeye bile tenezzül etmeden seni bırakacak. Serveti kendine günde birkaç anfor kırdırmaya yetebilecek bir başka âşık bulacak. Onlar seyirlerde, balolarda avuç avuç para saçarak gezerken sen karşıdan içini çekerek bakakalacaksın. Senin için böyle bir son muhakkaktır. Yarın başkasının olacak bir karıyı bugün benden ne diye kıskanıyorsun? Teklifimdeki ehemmiyeti sen birdenbire kavrayamadın. Öyle karılarla peyda edilen muhabbete bir sonsuzluk şekli vermeye uğraşmak kadar budalalık düşünülemez. Onlar, herkesin elinde bulunabilecek birer çiçek gibi bir an koklayıp geçilmeli. Koklama zamanını uzatmak istersen ilk anlarda insanı hazdan bayıltan o can alıcı koku, bayıltıcı bir ölüm zehir tesiri gösterir. Ben Parnas’ı sevmek isterim. Fakat sonsuz bir muhabbet iddiasıyla değil. Öyle bir kadınla birkaç ay yaşamış bulunmak için… Hiçbir şeyin nefsin bıkmasına kadar sürmesini sevmem. Bıkmak bir felaket, bıkmamak ise bir çeşit saadettir. Hele aşkta, sevdada… Doygunluk, kayıtsızlık ile sönen muhabbetlerle, ayrılık zamanında gözyaşları ile süslenmiş olan sevdalar arasında ne büyük fark vardır. Ben her işimde, halkın yoluna, herkesin gidişine uymaktan uzak dururum. Kendi fikrime, muhakememe göre davranırım. Seni böyle düşünceden mahrum buldum. Metresine ortaklık teklif ettiğim zaman hiç düşünmeden dehşetli öfkelenmen bu zayıf tarafını gösteriyor. Sen insanlık hâlini tam olarak tetkik etmemişsin. Bazı kavimlerde poliandr denilen bir âdet vardır ki poligaminin zıddıdır. Bu ikinciyi ‘kadın eş çokluğu’ diye çevirirsek birinciyi de ‘erkek eş çokluğu’ ile anlatabiliriz. Bir metresin birkaç âşığı olabilir. Şu kadar ki kadın âşıklarını birbirinden haberdar etmeyerek idareye uğraşır. Çok defa bu idare etmek de laftır, âşıklar birbirini tanırlar; fakat iş icabı tanımaz görünürler. Âşıklar adi kimselerden olursa o zaman boğaz boğaza, bıçak bıçağa gelirler. Kan olur, kıtal olur. Çok şükür biz aynı kadına tutkunluğumuzu bilip de bilmez görünecek budalalardan olmadığımız gibi muhabbet mezadında gezerek, parası en çok olanın üzerinde kalacak olan bir iffetsiz kadın için birbirimizi öldürecek hafif beyinlilerden değiliz. Ben sana dünyayı anlar bir feylesof görüşü ile hakikati söylüyorum. Senin Parnas’a yedirecek kaç paran kaldı! Mesela beş yüz liran değil mi? Ona bir beş yüz de ben katarım. Sen kendi paranla bu karıdan dört ay istifade edecek iken bu muhabbete benim ortak olmamla faydalanma zamanı bir o kadar daha uzatılmış olacak. Bu birinci sınıf muhabbetten yarım navlunla birkaç ay ikimiz de murat almış oluruz. Maksadım başka türlü olsa, matmazelin muhabbet imtiyazı sana verilmedi ya, ben de gider doğrudan doğruya kendine aşkımı söylerim. Bundan beni alıkoyabilir misin? İşte sana namusluca teklifim şu: Matmazeli ortaklaşa sevelim. Böyle davranırsak sevdamızın saadetini dört ay daha uzatmış oluruz. Gün doğmadan neler doğar? Bu dört ay içinde gene saadetimizi uzatmak için bir fırsat yakalamayacağımızı kim bilir?”
“Sende paralar sıfırı tüketince demek ki sevgiyi uzatmak için muhabbet ortaklığımıza bir üçüncü aza daha arayacağız, öyle mi? Tu… Namussuz… Ben de durdum da bu saçmaları söz diye dinliyorum. Paran da senin olsun, felsefen de… Rezil… Yarım navlunla birinci sınıf sevdada birkaç ay geçirmek için kendine rezalette arkadaş olabilecek ortaklar ara. Hiç böyle utanmaz görmedim. Elinden gelse muhabbet ortaklığı kurmak için hisse senedi çıkaracak… Utanmaz…”
Reyhan derin bir alayla yüzünü buruşturarak:
“Senin gibi avam meşrepli, hayatın hikmetini, felsefenin en son pratik kısımlarını bilmeyen zavallıların hakaretleri beni hiçbir zaman müteessir etmez. Teklifin hikmetini anlamayarak sen öyle budala budala söylendikçe kendimi o adi sözlerinin erişemeyeceği bir yükseklikte görüyorum. Onun için de sana gücenmiyorum. İşte bir daha teklif ediyorum.”
“Yetişir utanmaz… Yetişir…”
“Sevdanızın masrafını hafifletmek için yarı ücretle bir ortak ararsanız tercihen Reyhan dostunuza başvurunuz.”
“Reyhan, gırtlağına sarıltarak kendini bana boğdurmak için mi böyle söylüyorsun?”
“Sansar, kurdu boğamaz. İşte hep bu sözler düşüncenin zayıflığını gösteriyor.”
“Çok edepsiz herifmişsin. Burada bir dakika daha dursam mutlak aramızda kan olacak.”
“Haydi öyle ise uğurlar olsun.”

5
Razı Olma
Müştak, sarhoş gibi sallana sallana kendini sokağa attı.
Yürürken epey zaman her adım başında, “Hay utanmaz, hay utanmaz.” dedi durdu. Bu kadar ağır bir hakarete uğramaktan doğan öfkesini bir türlü yenemeyerek namusa dokunan böyle bir teklife karşı niçin Reyhan adındaki o rezilin rezili herifle ölesiye bir boğuşmaya atılmadığını düşündü. Evet, o melunu öldüremezse de yüzünü tırnaklarıyla yırtabilirdi. Bu hakaretin gerektirdiği karşılığı vermeden niçin o evden çıktığına teessüf etti.
Bir aralık geri dönmek istedi. Bazı düşüncelerle kavgayı yenilemek fikrinden gene vazgeçti. Sonra kendisine bu hakaretin niçin yapıldığını araştırmaya başladı. Parayı vermemek için, Reyhan’ın doğrudan doğruya bunu söylemedense, meydana böyle namus dışı bir teklif ileri sürmek hilesine başvurduğuna hükmetti. Kendi kendine:
Vay habis vay… Beyoğlu’nda Doğruyol’da gezen muhabbet tellallarının işlerine benzer bir işi bana gördürmeye kalkıştı. Kabul etmeyeceğimi bile bile buna cesaret etti. Allah göstermesin, ben razı olsam bile bu iş olacak şey midir? Ben Parnas’a gidip de “Sevgilim aşkından çıldırıyorum. Fakat seni idare edecek param kalmadı. Bir zaman daha seninle yaşayabilmek için sana kendi elimle ikinci bir âşık takdim edeceğim. Bundan sonra seni iki kese besleyecek, sen de buna karşı bir kolunu bana, ötekini ona açacaksın…” denir mi? İnsan bunu diyecek kadar hayâdan mahrum olsa bile, o kadından, evet uygunsuzluğu son derecede olduğu sanılan bir metresten alacağı cevap: “Efendi, sizi bugüne kadar âşığım biliyordum. Fakat neden şimdi vazife ve münasebetinizi değiştirmek istiyorsunuz? Bu ikinci hizmeti tam olarak göremeyeceğiniz şu birinci teklifinizden anlaşılıyor. Onun için istediğiniz hizmeti gördürmek için o işte çok usta tanıdıklarım vardır, size uğurlar olsun.”dan ibaret olmaz mı?

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/huseyin-rahmi-gurpinar/metres-69428140/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Modist: Kadın terzisi. (e.n.)

2
Akciğer. (e.n.)

3
Narin. (e.n.)

4
Yay gibi. (e.n.)

5
Tarihçe. (e.n.)

6
Yüzyıl. (e.n.)

7
Esnek. (e.n.)

8
Uyumlu. (e.n.)

9
Basit. (e.n.)

10
Ölçülü, uyumlu. (e.n.)

11
Kotil: Bir kumaş türü. (e.n.)

12
Dijession: Sindirim. (e.n.)

13
Kambur. (e.n.)

14
Kalça. (e.n.)

15
Temin, garanti. (e.n.)

16
Aşkınızdan. (e.n.)

17
Yısa boca: Bütünüyle. (e.n.)

18
Kup: Kumaşa kesimle verilen biçim, giysinin kesimi. (e.n.)

19
Yumurta. (e.n.)

20
Sofra takımları. (e.n.)

21
Aralarına. (e.n.)

22
Boşanınız. (e.n.)

23
Medeni. (e.n.)

24
Hoşur: Şişman, dolgun, kaba. (e.n.)

25
Emir. (e.n.)

26
Patron: Kumaşın biçilmesine yarayan, bir giysi örneğindeki parçaların biçimine göre kesilmiş kâğıt, kalıp. (e.n.)

27
Evlilik. (e.n.)

28
Güzellik. (e.n)

29
Zeklenmek: Alay etmek. (e.n.)

30
Ceride: Gazete. (e.n.)

31
Enstrüksiyon: Bilgi, eğitim. (e.n.)

32
Âlim. (e.n.)

33
Bilim. (e.n.)

34
Resimli dergilerde. (e.n.)

35
Kibarlık. (e.n.)

36
İyi geceler. (e.n.)

37
Kusur geceler: Diğer geceler. (e.n.)

38
Alışverişi. (e.n.)

39
Pupe: Oyuncak bebek. (e.n.)

40
Tahril: Çizgi. (e.n.)

41
Jön premiye: Jön. (e.n.)

42
Nasıl giydirildiğini (e.n.)

43
Enstitütris: Kadın eğitmen. (e.n.)

44
Nièce: Kız yeğen. (e.n.)

45
Dame d’honneur: Nedime. (e.n.)

46
Ağbani: Üzeri turuncu iplikle işlenmiş sarımtırak kumaş. (e.n.)

47
Amelmande: İş yapmaz hâle gelmiş olan. (e.n.)

48
Müstefreşe: Cariye. (e.n.)

49
Hak-i pâyilerine: Ayaklarının toprağına. (e.n.)

50
Kordiyal: Rahatlatıcı ilaç. (e.n.)

51
Drole: Garip. (e.n.)

52
Amuhten mastarı: Öğrenmek mastarı. (e.n.)

53
Düziko: Düz rakı; içinde anason, sakız vb. kokulu maddeler olmayan üzüm rakısı. (e.n.)

54
Takaza: İnce anlamlı, alaylı, iğneli söz. (e.n.)

55
Orsa boca: Bata çıka, iyi kötü. (e.n.)

56
Dem çekmek: İçki içmek. (e.n.)

57
John Locke. (e.n.)

58
Adem-i takayyüd-i umumi: İlgi yokluğu. (e.n.)

59
Tetebbu: İnceleme, bilgi edinme, araştırma. (e.n.)

60
Boğada: Çamaşırı, yıkamadan önce, kirlerin kabarması için küllü veya sodalı suya yatırma işlemi. (e.n.)

61
Müşteheyat: Nefsin hoşuna giden ve iştah için yenen şeyler. (e.n.)

62
Derin bilgi sahibisin. (e.n.)

63
İstintak: Sorguya çekmek. (e.n.)

64
Parol donör: Parole d’honneur; şeref sözü. (e.n.)

65
Deni: Alçak, kötü, kişiliksiz. (e.n.)
Metres Hüseyin Rahmi Gürpınar

Hüseyin Rahmi Gürpınar

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Osmanlı’nın son dönemlerinde alafranga (Batılı) yaşam ve Batı özentiliği toplumda iyice yayılmışken Batılılaşmanın yol açtığı yeni sosyal ve insani ilişkiler de Osmanlı hayatını iyice etkisi altına almıştı. Bu yeni yaşam tarzları, aileleri mahvediyor ve evlilikleri kökünden sarsıyordu. Osmanlı ailelerinin içine, daha önce görülememiş bir bela sinsi sinsi giriyordu. Metres adını verdikleri bu bela erkekleri yuvalarından koparıyor, aile servetini eme eme bitiriyor, en sonunda cinayetlere bile sebep oluyordu. Fransız kızı Parnas Felye’nin (Metres) bilinen üç âşığının -Müştak, Hami ve Reyhan- felakete sürüklenen hayatları, Gürpınar’ın edebî kalemiyle bir ibret vesikası olarak karşımıza çıkıyor. Edebiyatımızda doğalcılığın ve gerçekçiliğin en önemli kilometre taşlarından biri olan Hüseyin Rahmi Gürpınar, sanatı, halkı yüceltmek için bir araç olarak görmüş bu nedenle üzerine gitmediği, eleştirip alay etmediği hiçbir toplumsal kurum bırakmamış, sanat yaşamı boyunca hep aklın ve mantığın yanında olmuş, eserleriyle toplumun çağdaşlaşması yolunda yobazlığa, gericiliğe, bağnazlığa, sömürücülüğe karşı savaşmıştır; bunu yaparken mizah ögesini ustaca kullanmış, İstanbul’un kenar semtlerinde, mezarlıklarında, Çingene mahallelerinde, köşklerinde, Şirket-i Hayriye vapurlarında, gazinolarında, sayfiyelerinde dolaşmış, okurlarını da dolaştırmıştır. Eserlerinde yapmacıksız bir yerlilik vardır; konak hanımefendisinden gündelikçiye, mirasyedilerden iç güveyilere, dilencilerden dadılara, kalfalara, Çingenelerden Rumlara, Ermenilere, Yahudilere kadar kimi ve neyi konu almışsa onu yerli renkleriyle betimlemesini bilmiştir.

  • Добавить отзыв