Bomba

Bomba
Ömer Seyfettin
Edebiyatımızın eskimeyen ismi Ömer Seyfettin; Osmanlı Devleti’nden Cumhuriyet’e geçiş sürecini birebir tecrübe etmiş ve yaşayan bir varlık olarak benimsediği dili, toplumsal gelişmeler bağlamından ayrı düşünmemiştir. Bu açıdan Ömer Seyfettin, tema ve dil yönünden çeşitlilik arz eden hikâyeleriyle hemen hemen her kuşağa seslenebilen usta bir hikâyeci olarak ön plana çıkmıştır. Ele aldığı konuları belli bir dönem içerisinde tasvir etmekle beraber, insana ait evrensel gerçeklerden ve kendi milletinin konuştuğu dilden kopmamıştır. Bu noktada hikâyelerini modern Türkçenin zengin ve duru kaynağına taşımayı başaran yazar, çağdaş Türk edebiyatının yolunu açmıştır. Yazarın hikâyeleri; medeniyetler arasındaki geleneksel Doğu-Batı çatışması, Türk ve dünya insanının kimlik bunalımları, siyasal ve kültürel çekişmeler, Türk modernleşmesi, Batı taklitçiliği, toplum ve birey ikilemi, savaş psikolojisi, toplumsal adalet, özgürlük ve insanlığın tarihsel evrimi gibi kavramları derinlemesine irdelemektedir. Ömer Seyfettin’in yazınsal tavrı; Batı taklitçiliğinin sahte modernizmi ile gerçek aydınlanmacı fikirlerin ayrımı neticesinde ortaya çıkmaktadır.

Ömer Seyfettin
Bomba

BOMBA

Yeni Lisanla Hikâye

    Ali Süha Bey’e
Duvarları ve tavanı uzun bir kışın isleriyle kararmış bu yer odasında mahpus gibi duran bodur ve çirkin ocak, içindeki odunları sanki hiddetle yakıyor, bir an evvel yutmaya çalışıyordu. Hızla tutuşarak uzanan ve sönen alevler, mandolinle heyecanlı sosyalist marşını çalan genç Boris’i, karşısında ezelî ve nihayet bulmaz millî çorabını ören güzel karısı Magda’yı, hafif ve akıcı bir kırmızıya boyuyor, bütün odayı kaplayan büyük ve kötürüm gölgelerini titretiyordu. Dışarıda vahşi ve soğuk bir şubat gecesi vardı. Kudurmuş bir rüzgâr küçük pencerenin örtülmüş kepenklerine çarpıyordu. Ortadaki kaim ayaklı, kaba ve iri masanın etrafında yine kaba ve biçimsiz sandalyeler duruyor, çalınan mandolinin keskin sesini dinler gibi uyukluyorlardı. Ocağın üstündeki harap ve ihtiyar saat gece yarısının geçmiş olduğunu gösteriyordu. Boris, mandolinini duvara dayadı. Ayağa kalktı. Birden tavanı kaplayan gölgesiyle gerindi. Magda seri tığlarının ucundan güzel gözlerini kaldırdı:
“Uykun mu geldi?”
Genç ve iri Boris gerinmesine devam ederek cevap verdi:
“Hayır, hiç uykum yok…” dedi ve tekrar oturarak ilave etti:
“Bilmem niçin, bu gece içimde bir sıkıntı var.”
Magda birden durdu. Çorabını dizlerinin üzerine indirdi. Mütereddit ve şüpheli İslav gözleriyle kocasına baktı. Kaşlarını çatarak:
“Benim de içimde bir sıkıntı var!..” diye söylendi. Boris ancak yirmi beş yaşında vardı. Baba İstoyan’ın bir tanecik oğluydu. Köyünde, Sofya’dan gelen muallimden okuduktan sonra, genç papazın delaletiyle kendisi de Sofya’ya gitmiş orada tahsilini bitirmişti. Beş sene nihayetinde potursuz ve kuşaksız dönen dinç ve güzel Boris, babasının evinde, ihtiyar anasının yanında çok oturmamış, bir gün dağa çekilip gitmişti. Senede ancak birkaç defa, geceleyin gelir; anasıyla babasıyla görüşür, yine kaybolurdu. Genç Türkler hiç beklenilmeyen Meşrutiyet’i ilan edince o da bu-tün arkadaşları gibi şehre inmiş, silahını hükûmete teslim etmiş ve köyüne gelmişti fakat anası yoktu. O üç ay evvel “Ah Boris, ah Boris!” diyerek ölmüştü. Gözlerinin açık kaldığını ve papazın eliyle kapamaya çalıştığı hâlde muvaffak olamadığını komşular söylüyorlardı. Issız ormanlarda, korkunç kayalıklarda, hep kamersiz gecelerin karanlıkları içinde geçen beş seneden sonra hür ve serbest, parlak ve yeşil köyü pek hoşuna gitmişti. Artık babası pek ihtiyardı. Tarlaları ve çifti idare edemiyor, adamları onu aldatıyorlardı. İşleri eline aldı. Zaten saye karşı derin bir muhabbeti vardı. Bir gün köydeki mektebin daskaliçe’sine[1 - Kadın öğretmen (Bulgarca).] rast geldi. Tanıdı. Bu kızcağız da kendisi gibi Sofya’da okumuştu. Konuştular ve çok sürmedi; seviştiler, izdivaç ettiler. Magda, Boris’e vardıktan sonra mektebi terk etmiş; hayatını, evine, zevcine hasretmişti. Aşkları gittikçe ziyadeleşiyor, fikirlerinin tevafuku onları, daha şedit bir iştiyak ile birbirleriyle rapteyliyordu. İşte aylardan beri böyle gece yarılarını bulurlar, konuşurlar, sevişirler, uyumak istemezlerdi.
Boris tekrar mandolinini aldı. Çalmaya başladı. Magda çorabını örüyor ve düşünüyordu. Üç ay sonra çocukları olunca kim bilir ne kadar mesut olacaklardı. Tığlardan ayırdığı gözleriyle kabarmış karnına bakıyordu. Eteğinin altında, karnında, kendi içinde Boris’in yavrusu duruyordu. Dirseklerini bu şişliğe temas ettirerek saadetten titriyor ve ayıp bir şey yapıyormuş gibi gizlice Boris’e bakarak kızarıyordu. Ocaktaki odunlar çatırdayarak yıkılıyor, birden alevler çoğalıyor, sanki bütün oda kırmızı gölgelerle doluyordu. Boris yine sosyalist marşını çalıyordu. Bitirdi. Mavi gözleriyle karısına baktı ve marşın nakaratını tekrar etti:
“Dajivea trada…”[2 - “Yaşasın emek.”]
Magda çok saçlı güzel başını kaldırdı. İnce kaşları, muntazam bir burnu, pembe ve taze bir rengi vardı. Geniş omuzları, kabarık memeleri esvabının altından taşmak istiyor gibiydi. Alevlerle aydınlanan eteklerinin altındaki kaim bacaklarından sonra ayakları pek küçük ve nazik kalıyordu. Gebelik onu daha güzelleştirmiş, daha nefis ve mükemmel bir kadın yapmıştı. Genç ve iri Boris müştak gözlerle zevcesini süzüyor, ruhundaki sıkıntıyı atmaya, bu meçhul kaderi unutmaya çalışıyordu. Konuşmak istedi:
“Yaşasın say ve taab!” dedi, “Değil mi Magda’cığım, çalışan mesut olur. Acaba sosyalistlerin hayali ne vakit hakikat olacak?”
Magda başını salladı, gülümsedi:
“Hiç, hiç, hiçbir vakit… Onların hayali hep hayal kalacak! Yine insanlar fenalar elinde esir olacak, çalışmanın faziletini birçok adamlar inkâr edecek.”
Boris mandolinini kucağından bıraktı. Ellerini pantolonunun cebine soktu, ayaklarını uzattı:
“Evet ben de bu hayalin hakikat olacağına kail değilim.” dedi, “Lakin bu hayaldeki insanlık fikrine meftunum! Düşün. Muharebeler kalkacak. Cinayetler olmayacak. Hain politika unutulacak, herkes kardeş gibi… Çalışacaklar ve mesut olacaklar…”
“Heyhat!..”
Boris de tekrar etti:
“Benden de heyhat! Hele burada, bu pis ve vahşi yerde, bu zalim Makedonya’da rahatla çalışmak mümkün değil. Ah bu kanlı Makedonya!..”
Magda boynunun altında ansızın bir acı duydu. Çorabını bıraktı. Boris’in yüzüne baktı. Kalbi hızla çarpmaya başlamıştı. Rüzgârın bir küfrü andıran şiddetli gürültüsünü işitti. Ocağın üzerindeki saatin kırık bir kalp gibi vuran kuvvetsiz ve mahzun tik taklarını duydu. Ayağa kalktı. Boris’in boynuna atıldı:
“Ah, yatalım!” dedi, “Böyle acı şeylerden bahsetme…”
Boris kolunu Magda’nın beline, kalçasının üzerine koydu. Onu kucağına çekti, oturttu. Dudaklarından öptü. Bir an, bir dakika, uzun bir dakika böyle kaldılar. Boris diğer eliyle karısının kabarık memesini tuttu. Bütün avcunu dolduran bu yumuşak ve nefis kabarıklığı yavaş yavaş, dalgalandırarak sıktı. İkisinin de gözleri küçülüyor ve titriyorlardı. Magda’nın başı Boris’in kuvvetli göğsüne düştü. Boris dudaklarını bu çok ve kumral saçların arasına koydu:
“Müsterih ol Magda’cığım, artık hiç korkmayacak, mesut olacaksın!..”
Genç kadın iri ve çıplak bacaklarını kocasının kavi bacaklarına dolaştırdı. Sıktı. Bütün vücudu takallüs etti ve sordu:
“Ah mesut olacak mıyız? Nasıl? Söyle, nasıl?” Boris mesut ve mahzuz:
“Anlatayım, inan.” dedi, “Artık buradan gideceğiz.”
“Kaçacak mıyız?”
“Hayır, hicret edeceğiz.”
“Nereye?”
“Amerika’ya.”
“Amerika’ya mı?”
“Evet, Amerika’ya Magda’cığım. İşte iki aydır hazırlanıyorum. Sana haber vermedim. Tam buradan çıkacağımız gün söyleyecektim. Babama nemiz varsa sattırdım. Şimdi sekiz yüz liramız var. Sekiz yüz lira ile Amerika’da bir insan çalışırsa çok mesut olur.”
Magda kocasının bacaklarını daha ziyade sıktı ve dönerek boynuna sarıldı.
“Niçin benden sakladın?” dedi, “Oh, ne kadar mesut olacağız!..” Boris karısının dudaklarını öperek cevap verdi:
“Sebep vardı. Korkacaktın. Senden saklamaya mecburdum.”
“Söyle ne vardı? Niye korkacaktım?”
“Şimdi söylesem yine korkacaksın.”
“Söyle, korkmam.” Boris tereddütle anlattı:
“İki ay evvel, bir pazar gecesi eve geliyordum. Kapıda bir mektup buldum. Açtım. Bu, ihtilal komitesi tarafından yazılmıştı.”
“Ah…”
“Evet, ihtilal komitesi tarafından… ‘Ey dinsiz Boris!’ diye başlıyordu ve ‘Vaktiyle dağlardan neşretmek istediğin sosyalistliği burada öğretmeye başladın. Hainsin! Vatanımızın düşmanısın! Bil ki o hain kafanı balta ile vücudundan koparacak, sana uyanların, seni sevenlerin eline vereceğiz.’ ”
“Ah!”
“ ‘Yahut bize dehalet et. Bizimle beraber Balkan’a çık. Büyük vatan için çalış.’ deniyordu. O vakit anladım ki burada, seninle, senin aşkınla yaşamak benim için mümkün değil. Hemen babamı kandırdım. Her şeyi sattırdım.”
Magda tekrar Boris’i öperek sordu:
“Ah, ne vakit gideceğiz? Söyle, buradan ne vakit gideceğiz?”
“O kadar yakın bir zamanda ki… Söylesem inanmazsın.”
“Söyle.”
“Yarın!”
“Yarın mı? Aman ya Rabbi!”
Hızla kocasının kucağından kalktı. Sevincinden çırpındı. Tekrar kocasının dizlerine oturarak onu öpmeye başladı:
“Yarın, yarın!.. Demek bu son kederli gecemiz…”
Boris zevcesinin sevincinden memnun ve mahzuz, onu okşayarak, buseler içinde devam etti:
“Evet Magda’cığım. Yarın Amerika’ya gideceğiz, orada çalışacağız. Küçük, rahat, asude bir evimiz olacak. Ne komite, ne eşkıya, ne vahşet, ne cinayet! Yalnız çalışacağız. Gider gitmez çocuğumuz orada doğacak. Zavallı babam geçirdiği yetmiş senelik azabın mükâfatını orada görecek. Kalbi rahat, yatağında ölecek. Geceleri hücum ve boğazlanma korkusundan uzak, tatlı tatlı konuşacağız. Aşkı, hayatı, güzelliği, iyiliği, fazileti hissedeceğiz…” Magda titriyordu:
“Oh ne saadet!”
Boris yine buseler içinde devam etti:
“Göreceksin ki o zaman, insanlık ne tatlıymış! Güzel ve asayişli şehirler… Tiyatrolar! Geniş ve aydınlık sokaklar, cennet gibi köyler! Birbirine ihtiram etmesini bilen adamlar… Hiçbir sefalete müsaade etmeyen büyük şefkat müesseseleri… Hastaneler, sanatoryumlar… Mektepler, darülfünunlar… Hasılı cennet! Mümkün değil bunları tahayyül edemezsin.”
Magda daha ziyade titreyerek dirsekleriyle şişmiş karnını, bacaklarıyla kocasının bacaklarını sıkarak:
“Oh, tahayyül ediyorum!” dedi. Boris devam etti:
“O vakit, bazı geceler; minimini evimizde, doğacak çocuğumuz yanımızda oynarken, say ve namusumuzdan emin, ansızın Makedonya’yı, bu yamyamlar memleketini hatırlayacağız. Gözümüzün önüne; pis ve dar sokaklar, sefil ve üryan adamlar; kanlarla lekelenmiş nihayetsiz karlar; kara, müstekreh ve keskin baltalar, sonra siyah, müthiş Balkanlar, Perim gelecek!.. Tüylerimiz ürperecek, sen yine böyle benim kucağıma kaçacaksın. Bu pis ve müthiş Makedonya’nın kâbuslarını buselerimle senin gözlerinden sileceğim…”
Magda memnuniyet ve saadetten tatlı bir baygınlık hissediyordu. Kocasının bacaklarını sıkan dolgun bacakları gevşedi. Kolları yanına düştü. Gözleri uzak hayallere bakıyordu. Boris yine onu kucağında sıktı. Dudaklarından öpmeye başladı:
“Görüyorsun ki burada her dakikamız elem, matem, ızdırap içinde geçiyor. Bir dakika kalbimiz rahat değil. Ufak bir gürültü bizi korkutuyor. Mesela işte seni o kadar severken, sana o kadar perestiş ederken dehşetle memlu dimağımda aşkım için müsterih bir yer kalmıyor. Dudaklarının lezzetini tamamıyla duymuyorum. Hayalimde o kadar çirkin ve kanlı levhalar var ki… Hasılı burada, daima meçhul bir tehlike karşısında tedehhüş etmiş biçare, idraksiz, şuursuz ve vahşi hayvanlar gibiyiz.”
Ocağın odunları yıkılmış ve alevler sönmüştü. Yalnız ocağın üstündeki küçük lamba sarı bir ziya neşrediyordu. Boris’le Magda yine birbirlerine bütün kuvvetleriyle sarıldılar. Öpüştüler.
Boris: “Artık aşkı duyacağım.” diyordu, “Hatta şimdiden duyuyorum. Kendimi Amerika’da farz ediyor, seninle yalnız, emin ve mutmain, odamızdayız addediyorum.”
Magda’nın dudaklarındaki buseler söndü. Birden:
“Oh, ben korkuyorum!” dedi. Boris hayretle sordu:
“Neden?”
“Bilmem. Fakat o kadar korkuyorum ki…”
Genç kadın asabi bir teheyyüce uğramıştı. Hakikaten korkudan titriyor ve ağlıyordu. Boris bu meçhul ve nagehani kederi teselli etmek istedi:
“Korkma, haydi kalk!” dedi, “Yatalım, müstakbelin pek yakın saadetini şimdiden yaşayalım. Bu pis odayı, bu pis ocağı, bu zulmet ve dehşet yuvasını görme, gözlerini kapa. Amerika’yı tahayyül et. Haydi kalk, korkma, gözlerini sil!”
“Korkuyorum Boris, korkuyorum…”
“Neden sevgilim? Sakin ol. Saadetimiz seni müteessir ediyor, haydi yatalım. Benim yanımda, kucağımda… Korkacak bir şey yok.”
İkisi de kalktılar. Boris kolunu Magda’nın boynuna attı. Magda asabi bir iştiyak ile kocasının beline sarıldı. Yürüyorlardı. Karşı karşıya duran iki kapıdan birisine girecekler ve yatacaklardı. Magda tekrar durdu:
“Korkuyorum Boris, bak köpekler havlıyor…”
Boris cevap verdi:
“Her vakit havlarlar.”
“Hayır, koşarak havlıyorlar, birisi geliyor!”
Boris mütereddit ve müteaccip, durdu. Dudaklarını büktü:
“Kim gelecek, gece yarısı çoktan geçti.” dedi. Rüzgâra karışan köpek havlamaları daha ziyade şiddetleniyor ve daha ziyade yaklaşıyordu. İkisi de ayakta dimdik kaldılar. Boris’in kolu Magda’nın omzundan düştü. Magda elini Boris’in belinden çekti. Köpekler koşuyorlar ve bir yabancıya saldırarak havlıyorlardı.
Boris: “Kimdir, pencereden bakalım.” dedi. Pencereye doğru yürüdü. Magda koştu, içerisi görünmesin diye lambayı söndürdü. Odaya kesif ve zenci bir karanlık doldu. Ocağın içindeki ateşler bir zebaninin dili ve kanlı dişleri gibi parlamaya başladı. Açılan pencereden şiddetli bir rüzgâr giriyor, bu ateş dişleri tutuşturuyor, bu siyah ağza görünmez tehditler söyletiyordu. Boris bağırdı:
“Kimdir o?..”
Uzak ve ince bir ses cevap verdi:
“Ben!”
Tekrar sordu:
“Sen kimsin?”
“Ben, Melina…”
Bu, komşunun kızıydı. Acaba şimdi niçin gelmişti? Ne arıyordu? Boris yüzünü içeri çevirdi. Magda’yı aradı. Göremiyordu Yalnız ocağın içindeki ateşler gözüne çarptı. O kadar karanlıktı ki…
Tekrar dışarıya, karanlıklara baktı:
“Ne istiyorsun?”
“Baba İstoyan’ı…”
Kız bu esnada yaklaşmış ve pencerenin dibine gelmişti. Boris Magda’ya:
“Lambayı yak!” dedi. Oda aydınlandıktan sonra birbirlerinin yüzlerine baktılar Boris sordu:
“Acaba babamı ne yapacak?”
“Bilmem, şimdi anlarız.”
Ve Magda birden kapıya yürüdü. Açtı. Karanlık rüzgârla beraber genç bir kız içeri girdi. Üşümüş ve yanakları kıpkırmızı olmuştu. Ellerini futasının altına sokmuştu. Göğsü içeri çekik, bacakları içeri dönük ve biraz kamburdu. Magda bir sene ders okuttuğu bu budala kızı isticvaba başladı:
“Baba İstoyan’ı ne yapacaksın?” Melina bir cevap vermedi. Evvela:
“Dobra viçer!”[3 - “İyi akşamlar.”] dedi. Sonra alık alık etrafına bakındı:
“Ben bir şey yapmayacağım!”
“Ee öyleyse ne arıyorsun?”
“Ben aramıyorum.”
“Kim arıyor?”
“Komitalar…”
Magda birden sapsarı kesildi. Düşmemek için duvara dayandı. Elini kalbinin üstüne koydu:
“Komitalar mı?”
Melina, gitmek isteyerek:
“Bilmem, işte silahlı adamlar…” dedi. Magda duyulmaz ve ümitsiz bir sesle yine sordu:
“Bizim köyden mi?”
Budala kız izah etti:
“Hayır, sarı esvaplı, tüfekli adamlar! Mutlaka Baba İstoyan’ı istiyorlar. ‘Eğer gelmezse oraya gelir, hem hepsini keseriz hem evlerini yakarız.’ diyorlar.”
Magda’nın dizleri çözüldü. Elleriyle duvarı tuttu, çenesi kilitlendi. Ölü ve boş bir nazarla Boris’e baktı. O da sararmış ve mütefekkir duruyordu. Pantolonunun cebinden sağ elini çıkardı ve uzun saçlarını kaşımaya başladı. Gözleri ayaklarında idi. Kıza bakmayarak sordu:
“Bu adamlar nerede?”
“Bizim evde! Şarap içiyorlar.”
“Kaç kişi?”
“Daskal’la beraber dört kişi…” Birden gözlerini kıza kaldırdı ve:
“Haydi git söyle, ben geleceğim…” dedi, “ ‘Baba İstoyan hasta imiş!’ de.”
Kız “Sıs zdrave.”[4 - “Hoşça kalın.”] dedikten sonra çıktı. Kapıyı açık bırakmıştı. Şiddetli bir rüzgâr giriyor, lambanın ziyasını dalgalandırıyor, Magda’nın eteklerini kımıldatıyordu. Boris karısına baktı. Bitmişti. Sanki o bu dakika ölecekti. Sapsarıydı. Yürüdü, kuvvetli kollarıyla dayandığı duvardan onu çekti.
“Korkma!” dedi, “Ben yarım saat sonra gelirim.”
Magda ağlamaya başladı. Ta içinden gelen hıçkırıklarla sarsılıyor:
“Ah gitme, gitme, gitme Boris’çiğim!..” diye yalvarıyordu. Boris onu öperek teselli ve teskin etmeye çalıştı. Eğer gitmezse gelip mutlaka bir edepsizlik edeceklerini, Baba İstoyan gitse zavallı ihtiyardan hakaret ve işkencelerle para isteyeceklerini anlattı ve ilave etti:
“Hainler babamın her şeyi sattığını haber aldılar, hicret edeceğimizi tahmin ettiler. Şimdi bütün servetimiz olan sekiz yüz lirayı isteyecekler. Babam giderse işkence ve tahkir edecekler. Şimdi ben giderim. Onlarla konuşur; kendileriyle beraber dağa çıkmaya razı olduğumu söylerim ve paraların da henüz alınmadığını, bir hafta sonra elimize geçeceğini anlatır, kandırırım. Yarın akşam bizi burada bulamazlar…”
Magda meyus ve perişan:
“Ah inanmazlar, sana bir fenalık yaparlar!” dedi. Boris tekrar temin etti. Mutlaka kandıracağını, böyle bir hareketten başka çare olmadığını, Baba İstoyan giderse işte asıl fenalığın o vakit olacağını uzun uzadıya anlattı. Magda asabi ve derin hıçkırıklarla ağlıyor, kıvranıyor, ince parmaklarıyla kumral saçlarını sıkıyordu. Boris kalpağını başına koydu. Karısını tekrar öperek ve elini sıkarak:
“Haydi sevgilim, cesur ol!” dedi, “Yarım saat sonra gelirim, yatarız. Bu son gecenin heyecanları bize bir hatıra olur.”
Kapıya yürüdü. Magda da beraber yürüdü. Titrek bir sesle:
“Ben de geleyim Boris!” dedi lakin kocası razı olmadı:
“Sen orada sarhoşların arasında ne yapacaksın? Burada otur, bekle, yarım saat sevgilim, cesur ol.”
“Ah, bari yanına revolverini alsan…”
“Muharebeye gitmiyorum ki… Konuşmaya gidiyorum, lüzumu yok!” dedi ve asabi bir istical ile dışarı çıktı. Magda kapıda kalmıştı. Karanlık, elle tutulacak ve hissolunacak kadar siyah ve kesif idi. Kocası bu karanlıkta kaybolmuştu. Sevgili Boris’ini yutan bu siyah rüzgârlı gecenin ademi andıran, ölümü ihtar eden korkutucu karanlığı gözlerinden vücuduna, damarlarına giriyor, kanına karışıyor, ruhuna nüfuz ediyordu. Başı döndü. Hıçkırıklar ve gözyaşları içinde tıkandı. Olduğu yere yıkıldı. Gözlerini vahşi ve siyah geceye dikmiş, siyah ve soğuk rüzgârın altında ağlıyor, fasılasız hıçkırıklarla kıvranıyordu.
***
Baba İstoyan daima güneş battıktan sonra yatar, hemen uyur ve sabah olmazdan iki saat evvel uyanırdı. Kuşağını sararak kapısını açtı. Gelinini bahçe kapısının eşiğinde uzanmış görünce şaşaladı:
“Ne yapıyorsun orada?” dedi. Magda kayınbabasının sesini işitir işitmez kalktı. Toplandı:
“Hiç!” diye cevap verdi, “Dışarı çıkacaktım, uzanmıştım.”
İhtiyar ocağa doğru yürüdü. Magda kapıyı itti ve ocağa koştu. Odun attı, tutuşturmaya başladı. İhtiyar, çubuğunu dolduruyordu. Magda ateşi yaktıktan sonra ortada, kaba ve kalın ayaklı masanın yanındaki bir sandalyeye oturdu. Dirseklerini dayadı. Başını ellerinin içine aldı. İşte yarım saat oluyordu. Boris henüz gelmemişti. Niçin bu kadar gecikmişti? Kalbi burkuluyor ve avazı çıktığı kadar haykırarak ağlamak, kendisini yerlere atmak, koşarak Melina’nın evine gitmek, Boris’i bulmak, onun kolları içine atılmak istiyordu. Baba İstoyan kamburunu çıkarmış, sakin ve abus, çubuğunu çekiyor ve sol elinin orta parmağı ile burnunu karıştırıyordu. Harap ve eski saat durmuş da sanki yeniden kendi kendine işlemeye başlamış gibi hazin tik taklarını tekrar işittiriyor; tutuşan odunlar, yine odanın içine kırmızı gölgeler, kırmızı hayaller dolduruyor; soğuk rüzgâr daha vahşi, daha hain haykırıyor, pencerenin kepengini daha ziyade sarsıyordu. Magda, Boris’i düşünüyor ve gizli gizli hıçkırıyordu. Kalbi şişiyor, göğsünü acıtıyordu. Dışarıdan uzak köpek sesleri işitildi. Bunlar mutlaka komşunun köpekleriydi. Birden başını kaldırdı. İşte Boris çıkmış olacaktı. Köpekler havlıyorlardı. Dinledi. Oh! Boris geliyordu… Birkaç dakika kımıldamadı, öyle kaldı.
Şimdi köpek sesleri yaklaşıyordu. Kendi köpekleri de havlıyorlardı. Fakat niçin?.. Boris’e niçin havlıyorlardı? Acaba yanında bir yabancı mı vardı? Köpek sesleri daha ziyade yaklaştı. Magda ayağa kalktı. Pencerenin yanına gitti. Kepengi açmaya cesaret edemiyor, meçhul bir korku onu hareketsiz bırakıyordu… Köpekler pek yaklaşmışlardı. Ayak sesleri işitiliyordu. Magda’nın kalbi durdu. Nefesi kesildi. Kendinden geçti.
Kapı birdenbire vurulmuştu. Baba İstoyan sıçradı ve çubuğunu düşürdü. Magda elini kalbinin üstüne koydu. Omuzlarını kaldırdı. Boynunu içeri çekti. Kapı tekrar ve daha şiddetle vuruldu. Baba İstoyan kalktı. Pencereye doğru yürüdü. Kuvvetsiz bir sesle:
“Kim o?” dedi. Dışarıdan ahenksiz bir ses cevap verdi:
“Aç Baba İstoyan, biziz. Konuşmaya geldik. Korkma!”
İhtiyar mütereddit ve korkak, tekrar sordu:
“Siz kimsiniz?”
“Kaptan Raçof, Pançe, Sandre…”
İhtiyar yıldırımla vurulmuş gibi dondu kaldı. Bunlar en müthiş, en kanlı, en merhametsiz, en gaddar komitalardı. Namları bütün ova köylerini titretiyordu. İhtiyar bir hayal gibi kapıya yürüdü. Açtı. Uzun boylu, kahverengi esvaplı, omzunda manliher bir adam göründü. Gözleri küçük ve kanlıydı. Zayıf ve gayet çirkin bir boynu vardı. Baba İstoyan, yalnız Bulgar köylülerine has olan o esir ve mazlum tavır ile eğildi, yine bu köylülere has olan o çolak ve sahte selamla voyvodayı selamladı.
“Buyurunuz gospodin!”[5 - Beyefendi] dedi. Raçof’un arkasında iki kişi daha vardı. Bunlar da manliher tüfekleriyle müsellah idiler. Bellerinde ve göğüslerinde çaprazvari fişeklikler bulunuyordu. Bir tanesi kısa boylu, esmerdi. Diğeri Raçof gibi sarı fakat daha genç ve daha az çirkindi. Magda’nın gözleri açılmış ve yüzü bembeyaz olmuştu. Koştu. Raçof’un ayaklarına sarıldı. Öpmeye başladı. Ağlayarak istirham ediyordu:
“Gospodin! Boris nerede? Ah, Boris nerede?”
Raçof ayaklarına kapanmış güzel kadının, güzel saçlarını müteverrim ve çamurlanmış yılanlara benzeyen parmaklarıyla okşayarak:
“Kalk sosyalist daskaliçe, kalk!” dedi, “Şimdi Boris’in gelir. Biz şimdi işimizi konuşalım…”
Ve yürüdü. Magda yerde kalmıştı. Masanın yanındaki sandalyeye teklifsizce oturdu. Masanın üzerine tüfeğini koydu. Öbürleri de karşısına oturdular. Esmer ve kısa boylunun elinde siyah beze sarılmış yuvarlak bir şey vardı. Onlar da tüfeklerini masanın üzerine koydular ve siyah beze sarılı yuvarlak şey de tüfeklerin yanına kondu. Raçof, Baba İstoyan’a döndü:
“Gel bakalım çorbacı!” dedi, “Karşıma otur. Seninle konuşacağım. Magda, sen de şöyle yanıma gel. Baban aksilik ederse bize muavenet et ki fenalık yapmayalım.”
İkisi de tereddüt etmedi. Baba İstoyan, Raçof’un karşısına oturdu. Magda da yanına… Baba İstoyan bütün bütüne aptallaşmıştı. Gelininin niçin komitalardan oğlunun nerede olduğunu sormasına akıl erdirememişti. Boris evde değil miydi?
Raçof cebinden bir tabaka çıkardı. Ortaya koydu. Bir sigara yaptı. Magda seri bir hareketle kalkarak ocaktan ateş aldı. Haydudun sigarasını yaktı. Sonra ateşi ocağa attı. Yine kalktığı yere oturdu. Raçof, sigarasından birkaç nefes çekti ve dumanlarını seyrederek:
“Ey Baba İstoyan!” dedi, “Şimdi evvela bize vadet ki çok zahmet etmeyesin! Uzun lafın kısası! Vakit geçirmeyelim. Sekiz yüz lirayı getir…”
İhtiyar titredi. Altmış senedir o kadar iktisat ve eziyet ile kazanılmış bir malın semeresi… Mecmusu… Yekûnu… Şimdi böyle, bir anda isteniyordu. Deli olacaktı. İnkâr etti:
“Nasıl sekiz yüz lira?..”
Voyvoda gülümsedi. Kirli ve kırık dişleri göründü. Tekrar sigarasını çekti. Başını salladı:
“Anlaşıldı. Demek zahmet edeceksin. Mutlaka dayak yemeden, ayakların yanmadan, tırnakların çıkarılmadan söylemeyeceksin! Eğer yine söylemezsen oğlun Boris bizim elimizde mahpustur. Onu keseceğiz. Evini de yakacağız. Yine seni rahat bırakmayacağız…”
Baba İstoyan önüne bakıyordu. Hatta oturdukları evi bile satmışlardı. Bu sekiz yüz lirayı verirse muhakkak açlıktan ölecekti. Bir eşeği bile kalmamıştı. Magda, Boris’in kesileceğinden bahsedildiğini duyunca ağlamaya başladı. Tekrar Kaptan Raçof’un ayaklarına kapandı:
“Affet gospodin, Boris’i affet…” dedi. Raçof gülerek cevap verdi:
“Güzel daskaliçe! Sen de maksada vefasız kaldın. Burada ikiniz de bizim için çalışacağınız yerde babanıza mallarını sattırıp kaçmak istediniz. Sizin için milletin verdiği paraları çalmayı arzu ettiniz. İşte biz buna müsaade etmiyoruz. Elinizden paraları alacağız. Buradan bir yere gidemeyeceksiniz. Bizim için çalışacaksınız.”
Ve ilave etti:
“Haydi, Boris’ini seversen paraları getir. Baba İstoyan inat ederse sevgilinin kafası kesilecek. Bir daha onu ömründe göremeyeceksin.”
Magda, Boris’in öldürülme ihtimalini düşününce deli olacaktı. Kalktı, ağlayarak Baba İstoyan’a sarıldı:
“Ver babacığım, ver, biz genciz. Boris’le çalışır, yine kazanırız. Söyle nerede, gideyim getireyim.”
Raçof ve arkadaşları Magda’nın yalvarmasını seyrediyor ve gülüşüyordu. Baba İstoyan tamamıyla aptallaşmıştı. Sanki hiç lafları işitmiyor, manalarını anlamıyordu. Hasis köylü için ölmek bu parayı vermekten daha ehven idi. Magda yalvarıyordu. Birden Baba İstoyan başını kaldırdı. Raçof’a dedi ki:
“Kaptan, bari yüz lirasını bir ev almak için bana bırak. Ahir vaktimde açıkta kalmayayım.”
Raçof reddetti:
“Hayır, yüz lirasını bırakmam. Oğlun genç, çalışır. Seni besler. Haydi getir diyorum.”
Vakit geçiyor. İhtiyar tereddüt ediyor, Magda yalvarıyordu. Raçof bir işaret etti. Kısa boylu esmer tüfeği aldı. Dipçikle ihtiyarın sırtına dehşetli bir darbe indirdi. Raçof da ayağa kalktı. Şiddetle sordu:
“Haydi Baba İstoyan, dayağa başlayacağız. Ayaklarını ateşe sokacağız. Vakit geçiyor. Paraları getirecek misin?”
Magda gözyaşları içinde çırpınıyor ve ihtiyara sarılıyordu, ihtiyar hiçbir şey söylemedi. Başını salladı. Yattığı odanın kapısına gitti. İçeri girdi. Bir dakika sonra kırmızı ve ağır bir çıkın ile geldi. Masanın üzerine bıraktı. Haydutlar parayı bu kadar çabuk elde ettikleri için sevindiler. Raçof hemen çıkını açtı. Saymaya başladı:
“Aferin Baba İstoyan!” diyordu, “Zahmet vermedin. Şimdi bize şarap çıkar, eğlenelim…”
Paraların sayılması bitti. Raçof liraları üçe taksim etti. Arkadaşlarıyla çantalarına koydular:
“Hani şarap, hani şarap?” diye haykırdılar. Magda ayağa kalktı. Ambarın küçük kapısına koştu. Açtı ve içeri girdi. Üç bardak ile bir testi şarap getirdi. Haydutların önüne koydu. Sonra tekrar ambara girdi. Mezelik biber ve turşu çıkardı. Komitalar birbiri üzerine aceleyle içiyorlardı. Raçof:
“Böyle mezeye lüzum yok.” dedi, “Biz cansız meze istemeyiz…” Bu laftan bir şey anlamayan Magda’yı belinden tuttu ve öpmek istedi. Magda mukavemet etti ve ağlamaya başladı. Raçof genç kadını bırakmayarak diyordu ki:
“Yanaklarından meze alacağım. Sen sosyalist değil misin? Sosyalistler her şeyde iştirak isterler. Ben de senin yanaklarına Boris’le müşterekim!..”
Magda çırpınıyordu. Raçof çirkin ve akur sesiyle dedi ki:
“Eğer böyle münasebetsizlik edersen Boris’ini göremezsin. Onu keseriz…”
Magda bu lafı işitince tekrar hıçkırmaya ve Raçof’a yalvarmaya başladı. Artık Raçof onun taze yanaklarından bol bol öpüyordu Kadeh kadeh içiyor ve tekrar tekrar öpüyordu. Arkadaşlarına:
“Siz de meze alınız be!..” dedi. Cansız bir yumak gibi Magda’yı onların kucağına attı. Bu iki kuvvetli herif bu nefis kadına yapıştılar. Bir tanesi eteklerini kaldırmak istiyordu. Diğeri daha fena sarhoştu. Dişleriyle, avcunun içinde tuttuğu bu güzel başın yanağını ısırmıştı. Magda birden haykırdı ve kucaklarından kurtuldu. Sağ yanağının iki yerinden kan akıyordu. Baba İstoyan bu manzarayı görmemek için ocağın kenarına çömeldi ve başını avuçlarının içine aldı. Gözlerini ateşe dikti. Magda elini yanağına koymuştu. Parmaklarının arasından mebzuliyetle kan sızıyor ve ağlıyordu. Haydutlar bu güzel kadının bu kan içinde ağlamasına bakarak sanki mahzuz oluyorlardı. Hepsi susuyorlardı. İhtiyar saat bu tecavüz ve itisaftan müteessir olmuş gibi yine tik taklarını işittiriyor, rüzgârın gürültüsüne horoz sedaları karışıyordu. Raçof sözde acıdı:
“Ağlama Magda.” dedi, “Şimdi Boris’in gelir. Orasını öper. Acısı kalmaz. Haydi ben mandolin çalayım, bize biraz raks et…”
Ve ocağın yanından mandolini alarak bir polka çalmaya başladı. Magda ağlıyor:
“Ben oynamayı bilmem kaptan!” diyordu. Raçof kalktı. Magda’nın yanına gitti. Kulağına müessir ve vahşi bir sesle:
“Eğer oynamaz, neşemizi kırarsan Boris’i göremezsin, gider keseriz…”
Magda’nın bütün vücudu sarsıldı. Gözlerinin yaşı dindi ve mütevekkil bir sesle:
“Oynayayım, ah Boris…” dedi. Raçof oturdu. Mandolini çalmaya başladı. Diğer iki haydut, durmadan içiyorlar ve gülerek Magda’nın oynayışını seyrediyorlardı. Yanağından akan kan beyaz boynuna gidiyor, ona tekrar hayata gelmiş bir şehit manzarası veriyordu. Isıran haydut, başka bir arzu izhar etti:
“Kaptan!” dedi, “Eteklerini kaldırsın, öyle oynasın. Bacaklarını görelim…”
Raçof, Magda’ya döndü:
“Haydi Magda, bunu da yap! Bacaklarını görsünler! Artık gidelim. Boris’ini gönderelim…”
Genç kadın bir an durdu. Baba İstoyan’a baktı. Yüzünü ateşe dikmiş, hiç onları görmüyordu. İşte bu herifler artık namusunu da tahkir ediyorlardı. Lakin Boris’i tehlike içindeydi. Eğer arzularını yapmasa o kadar sevdiği Boris’i kesilecekti. Bir daha onun kumral ve çok saçlarını, mavi gözlerini, küçük ve kırmızı dudaklarını, tatlı tebessümünü göremeyecekti. Gözlerini kapadı ve eteklerini kaldırdı. Çalınan polkaya ayaklarını uydurarak sıçramaya başladı. Haydutlar coştular. Kaptan daha şiddet ve iştiyak ile çalmaya başladı Diğerleri yerlerinde oturamıyorlar, bu beyaz ve dolgun bacaklara, onların atılışlarındaki şehveti cazip muharrik hareketlere bakarak birbirlerinin boynuna sarılıyor, itişiyor, kakışıyorlardı. Kalktılar Raçof’un yanına gittiler. Kulağına bir şey fısıldadılar.
Raçof: “Olur ama vakit geçti! Sabah oluyor! Geç kaldık!” dedi sonra derin, behimî, muhrik bir hırsla güzel kadına baktı ve:
“Ah, vakit olsaydı…” diye müteessif oldu. Kalktılar. Tüfeklerini omuzlarına geçirdiler. Sarhoştular. Adımları birbirine karışıyordu. Raçof: “Allah’a ısmarladık Baba İstoyan!” dedi. İhtiyar köylü sanki ölmüştü. Hiç cevap vermedi. Magda tekrar haydudun ayaklarına kapandı:
“Aman kaptan, Boris’i gönder! İşte her şeyimizi aldınız. Eğer o gelmezse açlıktan ve ümitsizlikten ölürüz. Bize acı! Bize merhamet et!”
Raçof güldü:
“Mutlaka gelecek, mutlaka… Daha çabuk gelmesini istiyorsan, şu kanlı yanağından bir buse ver.”
Magda hirasla geri çekildi. Haydut tekrar kadını tuttu. Zorla kanlı yanağını öptü. Yaladı. Dışarı çıkıyorlardı. Kısa boylu esmer, beraber getirdikleri siyah bezde sarılı şeyi hatırladı:
“Kaptan!” dedi, “Bombayı ne yapacağız?” Raçof bir an düşündü. Geri döndü:
“Magda, bana bak!” dedi. Magda yine bir itisafa uğrayacak zannıyla titredi fakat bu sefer haydut nazik ve mürüvvetli idi:
“Şunu görüyor musun Magda? Bu, işte bir bombadır. Eğer siz eziyet edip parayı vermeseydiniz, sizden yine zorla alacak ve mücazat olmak üzere ikinizi bir araya bağlayacak, bu bomba ile atacaktık. Lakin siz akıllılık ettiniz. Bize zahmet vermediniz. Mücazata hacet kalmadı. Şimdi senden bir ricam var, bu bombayı bana saklayacaksın. Sakın jandarmalara filan verme. Nasıl vadediyor musun? Ben de gidip hemen Boris’ini bırakayım…” Magda ümit ve tehalükle cevap verdi:
“Vadediyorum gospodin! Allah aşkınıza hemen Boris’i gönderiniz.”
Raçof tekrar sordu:
“Göndereceğim lakin bu bombayı sadıkane hıfzedecek misin?”
“Hıfzedeceğim.”
“Nerede?”
“Kendi çeyiz sandığımda! En gizli, en muazzez yerde!”
“Bravo!.. Memnun oldum. Öyleyse Allah’a ısmarladık!” Hepsi güzel kadının elini şiddetle sıktılar ve kapıdan çıktılar.
Dışarısı hafifçe ağarıyor, esmerleşiyordu. Köpekler havlamaya başladılar. Kesif gölge hâlinde duran uzak binaların arasında gidiyorlar ve bir şarkı söylüyorlardı. Ah şimdi Boris gelecekti. Genç kadın açılmaya başlayan geceye bakıyor, köydeki bütün horozların birbirlerine cevap verir gibi öttüklerini duyuyordu. Kalbi şiddetle atıyor, Boris’ini bekliyordu. Uzaklaşan haydutlardan biri haykırdı. Bu, meşum ve mevhum bir kâbus tehdidi gibiydi:
“Hey Magda dikkat et, bomban patlayacak!”
Genç kadın kulak kabarttı. Bu tehdit, sanki meçhul ve vahşi uçurumlardan, adem boşluklarından aksediyormuş gibi tekerrür etti:
“Hey Magda dikkat et, bomban patlayacak!”
Horozların umumi ötüşleri rüzgârı söndürmüş zannolunacaktı. Uzakta, samanlıkların üstünde yalancı bir fecir, mor gözlerini açıyordu. Genç kadın şuursuz bir tefekkürle düşündü. Bu haydutlar her şeyi, akla gelmeyen vahşetleri yapabilirlerdi. İhtimal bu bombayı, ateş alması için, saniyeli tıpasını tanzim etmiş, öyle bırakmışlardı. Şimdi birden patlayacak ve zavallı Boris’çiği gelince, yıkılmış bir evle tanınmaz, kanlı et ve kemik parçalarından başka bir şey bulamayacaktı. Mihaniki bir istical ile bu felaket oyuncağını kaldırmaya koştu. Ta masanın orta yerinde duruyordu. Elini uzattı. Kaldırdı. Öbür eliyle altından tutmuştu. Ilık bir ıslaklık hissetti. Eline baktı. Kanlanmıştı. Kan?.. Sonra bu tehlikeli ve tahmin ettiği kadar ağır olmayan bombayı önüne koydu. Kadranını, fitilini görmek istiyordu. Yavaşça siyah bezi çözdü. İkinci bir bez daha vardı. Bu bez kandan kıpkırmızı idi. O bezi de çözdü. Kumral saçlar meydana çıktı. Baktı, baktı, dikkatle baktı…
Ve birden öyle müthiş, öyle keskin, öyle feci, öyle korkunç bir nara attı ki ocağın başındaki Baba İstoyan sıçradı ve gelinine koştu. Zavallının gözleri çerçevesinden çıkmış, karışık saçları dimdik olmuş, omuzları gerilmiş, iki eliyle tuttuğu bu şeye haşyet ve dehşetle bakıyordu. Dikkat etti… O tuttuğu şey, oğlunun, güzel ve kumral Boris’in vücudundan koparılmış kesik ve kanlı kafası idi…

TENEZZÜH
Juli Hala çayını bitirdikten sonra penceresinin yanındaki koltuğa yaslanarak dışarıda yağan karların raks-ı hafif ve namütenahisine daldı. Bu yeni başlayan kış gününde, onu büsbütün taciz eden, sanki daha ziyade yeise sevk eden bir can sıkıntısı vardı. Böyle fırtınalı, karlı günlerde hem-sinni olanlar odalarından çıkamazlardı fakat hiç olmazsa onların eğlenceleri vardı. Hâlbuki şimdi o, çay içerek pineklemekten artık öylesine bıkmıştı ki… Ah yaz olaydı, hayat-nisar güneşin altında kalın bastonuna dayanarak gezmeye çıkar, mesut aileler arasında yine evine avdet ederdi. Bazen bir iki eski refikasıyla tenezzühe çıkar, ne hoş zamanlar geçirir idi.
Pencerenin altında, avluda bir gürültü oldu. Juli Hala sıkıntısından silkinerek başını pencerenin camına yaklaştırdı, hafidleri mektebe gidiyorlardı. Al yanaklı, kuvvetli yavrucaklar… Birbirlerine kar topları atarak, itişerek, yuvarlanarak karların beyaz kesafetlerinde kayboluyorlardı. Juli Hala tahattur ediyordu ki kendisi de böyle çocukken karları ne kadar çok severdi.
Şimdi kendisini odasında oturmaya mecbur eden şu karları o vakit ne kadar çok severdi. Bu karlar… Bu her şeye karşı, pür-şevk ü sürur raks eden karlar, safiyet ve samimiyetleriyle ne kadar muazzezdiler. Nihayet bir sevk-i gayriihtiyari ile kalktı, şimdi onun köhnemiş kalbinde bir iştiyak uyanmıştı:
Şu karların içinde bir genç kız gibi gezmek, eğlenmek…
En kalın elbiselerini giydi, başını sardı. Odasından çıktı. Ev halkını hayretlerde bırakarak ve onların istifhamkâr sözlerine:
“Ne zannettiniz, çıkıyorum işte…” gibi gülerek kapıdan çıktı. Yanaklarını bârid, karlı bir rüzgâr tırmalayarak istikbal etti. O hiç aldırmayarak yürüdü.
Biraz sonra döndü, evine baktı. Karanlık, siyah, uyuyan şu evden çıktığına o kadar memnun, o kadar şad uzaklaştı. Oh… Ne kadar güzel, beyaz, her taraf beyazdı. Ara sıra hayalî bir maça kâğıdının siyah noktaları gibi beyazlıklar içinde sekizer onar karga kümeleri geçiyordu. Şimdi bütün mâcerâ-yı hayatını gözlerinin önüne getirerek yoluna devam ediyordu. Şuralarda kaç defa böyle karlar yağarken gezmeye gitmiş idi. Küçükken buralarda attığı perendeler, kartopları pîş-i hayalinde râşelerle gülerek, onun artık uyuyan kanlarını bîdâr ediyordu. Etrafına baktı, kimseler yoktu. Yere eğildi. Bir top yaparak havaya attı. Bunda tuhaf bir zevk bularak yoruluncaya kadar attı. Artık terlemişti. Terlerini silerken yanından bir gölge geçti ve onu tanıyarak:
“Vay, Juli Hala!” dedi, “Buralarda ne yapıyorsunuz?”
Bu, kasabanın belediye doktoruydu. Juli Hala cevap verdi:
“Biraz tenezzüh yavrum.”
“Böyle bir günde… Pek tehlikeli muhterem hala, pek tehlikeli…”
“Bilakis oğlum bana pek tatlı geliyor.”
Genç doktor gülerek ve uzaklaşarak:
“Çabuk odana kaç hala!” diyordu, “Bu hava tehlikeli…”
Bu havanın, bu raksan, beyaz havanın nesi vardı? Juli Hala sinniyle bu mevsimin arasında artık hâr bir rabıta-i hülya duymuştu. Kendisini bahar-ı hayatında gezdirerek dolaştı. İşte şurada, sokağın içinde bir hatıra-ı zi-hayatı vardı; eski âşığı… Kimse görmeden, kimse bilmeden ne hoş muaşaka ettiği şu bahçeli evin içinde ne kadar mesut dakikalar geçirmişti. O anda eski âşığını görmek istedi. Kapıyı vurdu, âşığının hafiti açtı.
O sordu:
“Pederiniz evdedir değil mi?..”
“Evet lakin pek hasta.”
“Hasta mı?..”
“Evet, görebilirsiniz.”
Her yerinde, eski ruhunun bir saye-i yâdını gördüğü avludan, merdivenlerden geçti. Artık kumaşları, halıları solmuş olan odada garip bir hastalık kokusu uçuyordu. Âşığının kızları, torunları, yatağının başında ağlıyorlardı. O ilerledi, eğildi:
“Mösyö Lui… Beni tanıyamadınız mı?”
Hasta tanıyamamıştı. İhtizara yakın dakikaların sekerat-ı sükûnu onu sayıklatıyordu.
Juli Hala oradan çıktıktan sonra yine karların içinden fakat deminki gibi münfail ve hayalperver olmayarak geçiyordu. Kaburgalarına doğru hafif, tedricen ziyadeleşen bir sızı onu ölüm düşüncelerine sevk etmek istiyor, sırtında, ensesine yakın bir ağrı ona refakat ediyordu. Nihayet eve gelebildi. Titreyerek soyundu, doğru yatağına yattı.
Hala Juli fena hâlde hasta. Bütün ailesi odasına toplanmışlardı… Gece nöbetleri birbirini takip etti. Nısfü’l-leylde gelen son nöbet onu pek sarstı. O saatte doktora haber göndermişlerdi… Şimdi hepsi samit ve matemgir… Hala Juli dalgın ve bihaber, bu sükûn-ı felaket içinde doktoru bekliyordu.

İLK NAMAZ
1 Kânunusani 320
Oh, bu sabah ne kadar soğuktu. Yatağımın hararetlerini terk ettiğim vakit, çılgın fırtınalarla haykırarak, tehditkâr rüzgârlarla camları döverek geçen gecenin bütün bürudetini massetmiş olan soğuk terliklere çıplak ayaklarımı sokunca içimde bakıyye-i leyl bir üşümenin titrediğini hissettim. Hizmetçim tabii uyuyordu, onu bu yakıcı soğukta sıcak yatağından kaldırmaya acırdım. Odamın kapısını açtım. Dışarıda kesici ve parçalayıcı kışın müfteris soğuğu yüzümü ve ellerimi tokatladı. Bu merhametsiz tokatların altında kollarımı sıvadım. Abdestimi aldım. Odama dönünce yalancı bir sıcaklık bir nefes-i teselli gibi, havlunun altından kollarıma, yüzüme, ıslanmış saçlarıma temas ediyordu. Daha fecr-i sadık uyanmamıştı. Fecr-i kâzibin donuk kırmızı sükûneti gecenin süradık-ı zalam-ı baridini parçalayarak büyüyor ve genişliyordu. Pencereye dayandım. Önümde, zir-i payımdaki bütün evler, ebedî bir uykunun uyanılmaz kâbuslarını itmam ediyor gibi camit ve bihayat, duruyorlardı. Deniz namahdut bir incimad-ı laciverdi ile uyuyor ve fecrin zail gölgeleriyle titreyen uzak ve sisli sahillere beyaz dalgalarıyla nihayetsiz bir hatt-ı fasıl çiziyordu.
Evlerin arasında fakir ve naçiz fakat bir azamet-i maneviye ile semaya doğru yükselen eski caminin küçük ve ihtiyar minaresi daha boştu. Sonra… Bu dakika-ı ezeliyette bütün o intiha-yıleyal-i sincabi zulmetler mavi bir şeffafıyet-i sürh gibi takattur ederken minarenin şerefesinde genç müezzinin zıll-ı zaifi hareket etti. Ben hırkama bütün bütüne büründüm. Soğuktan büzülmüş ve mütefekkir, bu kâinat-ı melul ü esmere karşı unutulmaz bir hitab-ı uluhiyetin hatırası gibi derinden aksi ve ruhumu lerziş haşyet eden ezanı dinlerken, on beş senedir kalkabildiğim bu büyük ve meşbu-ı ruhaniyet sabahların birincisini düşünüyordum. Ah on beş sene evvel…
***
Şimdi muhit-i tesellisinden ne kadar uzak bulunduğum annem, dünyada en sevdiğim, dünyada yegâne perestiş ettiğim bu vücud-ı muhterem, işte derhatır ediyorum, on beş sene evvel beni ilk sabah namazına kaldırmış idi. Galiba yine böyle bir kıştı. Onun odasına bitişik olan küçük odamdaki küçük karyolamda uyurken bir buse-i esir ü har gibi alnımı okşayan nazik eliyle, nazik, ince parmaklarıyla saçlarımı tarayarak:
“Haydi Ömerciğim kalk.” demişti, “Kalk, haydi yavrucuğum.”
Ben gözlerimi açmıştım. Köşedeki küçük yazıhanemin üzerinde yanan küçük gece kandili -ah bunu unutamam, bu bir kedi kafası idi- iki pencereli olan odamın beyaz, muşamba perdelerinin esmerliklerini aydınlatıyor ve yeşil, camit gözleriyle bana bakıyordu.
“Fakat anneciğim demiştim, daha gece…”
Her vakit öptüğü yerden, sol kaşımın ucundan tekrar öperek:
“Yok yavrucuğum, saat on iki, sonra vakit geçer.” diye koltuklarımdan tutarak kaldırdı.
İçi fanilalı küçük terliklerimi giyerek ve gözlerimi yumruklarımla ovuşturarak onu takip ettim. Karanlık sofadan bir lahzada geçerek odasına girdik. Bağdaş kurmuş bir zenciye benzeyen siyah ve alçak soba gürüldeyerek yanıyordu.
“A… Pervin de kalkmış…”
Pervin -hizmetçimizdi- elindeki sarı güğümü sobanın üzerinden indiriyordu. Onun kalkacağına hiç ihtimal veremezdim. Annem demişti ki:
“Pervin her sabah kalkar.”
Ben hiç kalkmadığım hâlde onun her sabah kalkmasına taaccüp ettim. Hırkamı çıkardılar, kollarımı sıvadılar, abdest leğeninin yanına çömeldim, anneciğim.
“Öyle yorulursun.” diyerek küçük bir iskemleyi altıma koydu, ona oturdum:
“Haydi, besleme çek!”
Pervin ılık suyu ellerime döküyor, annem baş ucumda:
“Yüzünü… Şimdi kollarını, yine üç defa…” diye fısıldıyor unuttukça…
“A! Hani başına mesh?..” gibi ihtarlarla yanlışlarımı bana tekrar ettiriyordu. Abdest bitince annemle beraber yavaş bir sesle namaz dualarını okuyarak kollarımı ve yüzümü kuruladık, Pervin de ayaklarımı kuruladı ve çoraplarımı giydirdi. Isınmak için sobanın önüne gitmiş, arkama dönünce annemi Irakıyye seccadeyi açıyor gördüm… Sonra başına yeşil baş örtüsü örterek beni çağırmıştı:
“Gel…”
Gittim. Küçücük ben, oh, onunla bir seccadede, bir yavru samimiyeti ve saadetiyle o muazzez, o hassas anne vücudunun yanında durdum. İki lakırtı ile bana yapacağımı, evvelden öğrettiklerini tekrar etti:
“İki rekât sünnet… Gece öğrendiklerini zammet, unutmadın ya?”
“Hayır…”
“Haydi…”
O iftitah tekbirini, ellerini omuzlarına kaldırarak bir kadın gibi yaparken ben de gayriihtiyari onu taklit etmiştim. Sünneti bitirdikten sonra bana, gözlerinin nuşin ve nafiz tebessümüyle gülerek:
“Yavrum!” demişti, “Sen kadın mısın? Kadınlar öyle başlar, sen erkeksin, ellerini kulaklarına götüreceksin.”
Ve hararetli elleriyle benim küçük ellerimi kulaklarıma kaldırarak:
“İşte böyle…” diyerek erkek iftitahını öğretti. Ben de tekbiri öyle alıp annemden farkımı, niçin erkek olduğumu, erkekliğin ne olduğunu, erkek olmanın yalnız küçük kızları dövmek ve onlara hâkim olmaktan başka da farkları olacağını düşünerek namazı bitirdim.
Dua ederken sordum ki:
“Nasıl dua edeceğim anne?..”
O dua ediyor ve dudakları hareket ettikçe baş örtüsü de ihtizaz eder gibi oluyordu, başını salladı, duasını bitirdikten sonra, daha hâlâ hatırımda:
“Evvela, ‘İslam olduğum için ey cenab-ı vacibü’l-vücut hazretleri, sana hamd ederim’ de. Sonra ‘Vatanımızın düşmanlarını perişan etmeni senden istirham ederim.’ de… Sonra da ‘Bütün eziyet çeken, hasta olan, felakette bulunan, fakir olan Müslümanların selamet ve sıhhatlerini senden temenni ederim.’ de… En sonra kendin için kendi iyi olman ve şeytanın yalanlarına aldanmaman için dua et!” demişti. Ben bu basit ve Türkçe duayı, annemin dolabındaki birbiri üstüne duran ve karıştırmaklığım “Dua kitaplarıdır, sakın ilişme…” ihtarıyla daima men olunan, yıpranmış, Arapça ve esreli, üstünlü kitapları derhatır ederek içimden söyledim, sonra Fatiha…
Annem seccadeyi toplayarak bana uyuyup uyumayacağımı sordu, uykum var mıydı, bunu bilmiyordum… Cevap vermedim.
“Haydi öyleyse, git kitabını getir, dersini dinleyeyim.”
“Peki.”
Artık esmer ve duman gibi bir aydınlıkla tenevvür eden sofadan hızla geçtim. Odamın perdeleri biraz beyazlaşmış, küçük gece kandilinin yemyeşil gözleri sönerek siyah iki nokta gibi kalmış; sanki, geceleri kendisine bakarak uyuduğum bu kedi kafası ölmüş; terk-i hayat etmişti. Yazıhanemin üstünde açık duran kitabımı kaptım, annemin yanına koştum, hiç yanlışım çıkmadı.
Annem geceleri derdi ki:
“Yatmazdan evvel dersini üç defa oku yavrum, uyurken melaikeler sana onu öğretir.”
O melaikeler bu gece de uykumda bana dersimi öğretmişlerdi. Annem müşfik aferinlerle saçlarımı okşadı ve:
“Daha mektebe çok vakit var.” diye beni kendi yatağına yatırdı.
Uykum yoktu, anneme bakıyordum; yeşil baş örtüsü başında, bu zulmet-i münevvere içinde, bir hayal gibi hareket ederek Kur’an’ını aldı ve pencerenin kenarına, geniş sedire oturarak mühtez ve rakik sesiyle tilavete başladı. Ruhumda bir aks-i enin-i şiir-âlud bırakan bu güzel sesi dinleyerek; büyük, yeşil baş örtüsünün altında, tıpkı ölen bir hemşireme benzeyen güzel ve asim çehresini görerek ve yavaş yavaş sallanan mukaddes başının aheng-i hafif-i münacatını seyrederek dalıyordum. Perdelerin altından görülen dumanlı sema gittikçe aydınlanıyor, geç kalmış birkaç yıldız koyu lacivert bir atlasa düşmüş mavi ve nadide elmaslar gibi büyüyor, vâpesîn-i mavi neşrederek parlıyorlardı. Annemi bir meleğe benzetiyordum, bu tahayyülle melaikeleri düşünerek… Kur’an okuyan annemin şimdi etrafına toplanmaları lazım gelen melaikeleri müşahede ediyorum zannederek dalıverdim. Yüzümün üstünde, ahirette güllerin biteceği ve cehenneme girecek olursam katiyen yanmayacak olan sol kaşımın ucunda tatlı bir ürperme duyuyor; sonra annemin münevver bir zambak aydınlığıyla parlayan dudaklarının kımıldanmasına bakarak, o görülemeyen melaike kanatlarının saçlarıma, annemin şimdi Kur’an tutan ince parmaklarıyla okşadığı sarı ve gür saçlarıma dokunduklarını hisseder gibi oluyor ve dalıyordum…
***
Ah on beş sene evvelki sabavet ve şimdiki ben… Tatsız, neşvesiz, muhabbetsiz, aşksız ve heyecansız, her şeysiz, boş, bir hiçten daha boş geçen hayat-ı serma-yı taab-âlud… Şimdi mülevves emellerle, hırslarla, hakikatte kıymetsiz olan baidü’l-vusûl arzularla, hasılı bütün bunların bir icmal-i mebhutu olan o sebepsiz ve tahammülsüz bikararlıklarla mecruh olan ruhum, mecruh olan kalbim ve maneviyatım… Şimdi daha bu gece görülmüş gibi, on beş saniye evvel görülmüş ruhani bir rüya-yı kıymettar gibi saadetleri unutulamayan ve zaten velveleli ve hüsran-hîz bir rüya olan bu ömr-i fâni içinde yalnız kâbus olmayan sabavet ve hatıratı… Şimdi düşünüyorum ki hayatta bu muztar ve şefkatsiz mazilerin güzariş-i ademinden mütehassıl ne garip bir hiçlik, ne zevalperver ve pürhayal bir beyhudelik, ne müphem, ne esrarâlud bir sürat var!..

SAHİR’E KARŞI
Bir defter-i metruktan kopya edilmiştir.
Bazen muvaffak olamamış bir sanatkârın hicran ve ızdırabıyla mantıksız ve serseri bir tuğyan-ı hevesat içinde geçen mazimi düşünürüm. Bu natamam ve rabıtasız bir romandır, bir uçurumdur ki amak-ı meçhulü yekdiğeriyle asla münasebeti olmayan birçok zıtların gülünç ve acı hatıratıyla doludur. Orada sanayi-i nefiseye ait matemler, pervanelerin ölümü için mersiyeler, kırmızı balıkların mana-yı enzarı, sevilmeyen bir kadının öksürükleri için şiirler, gecelerin kahkahalarını, gölgelerin musafahalarını hâki neşideler vardır. Sonra bu uçurumun başında serseri bir aktör vardır ki -işte o benim- sahne-i hayatta ne varsa birer defa yapmış; avcılıkların envasını, kuşbazlıktan başlayarak domuz, geyik avlarına kadar eğlencelerin hepsini; en sefillerinden tutunuz da tiyatro, rakı âlemlerine kadar merakların umumunu; fotoğrafçılıktan tutunuz da ressamlığa, oymacılığa, heykeltıraşlığa kadar; velospitten tutunuz da ata, sandala, jimnastiğe hatta pehlivanlığa kadar hepsini yapmış ve bu tenevvü-i meşagilden mütevellit teşevvüş-i efkâr ondan “sebat ve ciddiyet” gibi şeylerin hepsini nezederek yerine anlaşılmaz bir hercailik, sebepsiz bir bikararlık bırakmıştır. O birkaç lisana çalışmış, riyaziyeden başlayarak edebiyata, tıbba, ilm-i kelama, hikmete, kimyaya, felsefeye, fizyolojiye hatta hukuka kadar ne kadar ulum ve finun-ı müstakile ve gayri müstakile varsa hepsine birer defa girmiş en aşağı hepsinde hayatının altı yedi haftasını geçirmiş ve bu serseri yolculuktan, bu bî-ârâm seyahatten bütün tahassüsatına hâkim bir hakikati: “Her şeyi öğrenmek isteyen hiçbir şey öğrenemez.” hakikatini istimzaç etmiştir ki dünyada onun kadar bu hakikati his ve tasdik etmiş adam olmadığını iddia eder. Sonra bu aktörün aşkları… En sefil ve adi aşklarla en saf, en beyaz aşklar… Mesire dönüşlerinde ayrılık çeşmesinden geçerken “unutmabeni” çiçeği takdim eden uzun boylu, ince, ateşin kadınlarla evvela çocuklarına ibzal-i muhabbet olunan meçhulü’t-tahassüs dullar. Aşkın daha ne demek olduğunu bilmeyen, sevk-i tabii ile müteheyyiç olan kızlar.
İşte bu karışık gölgeler, bu zılal-ı hatırat-ı aşk arasında yalnız bir tanesini kendimle, asla takarrür edemeyen ruh-ı şahsiyetimle münasebettar farz ederim çünkü bu beni en ziyade mütehassis eden bir tesadüfün hatırasıyla münasebettardır. Diğerleri… Öbür aşklar… Onların hepsi yalancı bir roldü. Hissetmek için değil, bilmem ne için yapılmış, yalnız meşgul olmak için yapılmış şeylerdi. Kendimi âşık gösterdiğim bir kadının elini tutarken sevmekten en uzak şeyleri düşünür, o zavallının gözlerine gözlerimi diker ve kırpmazdım. Bazen sorardı:
“Daldınız. Neden?”
“Biliniz bakayım, oh, bunu hissedemezsiniz.”
Ve hakikaten hissedemezdi; en sürekli arzularımın, en ebedîleri altı haftalık mahdut bir ebediyet-i muhayyile içinde uful ettiklerini bildiğim için benden sonra bu eli tutacak âşığı, onun gözlerinin rengini, onun tavrını, onun sedasının ahengini tahayyül ederdim. Süratle terk ve tecdit edilen bu aşklar küçük hikâyelerle defterlerimi doldurur; bu, kimseye ait olmayan şeyleri dostlarıma okur, yalnız elfazı için, ahengi için, harici güzelliği için takdir ve temeddühat dinlerdim.
Fakat, işte bir çehre… O, akrabalarımdan, küçük, ince, narin bir kız ki yakın bir mazide, daha iki sene evvel bana “Ağabey!” diye hitap ederdi. Her yazı yazan gibi ben de yazdıklarımı birisine okumak ve dinletmek ihtiyacına mağlubum. Boş ve arkadaşsız geçen uzun kış gecelerinin vüsat-i tenhaîsinde yazdığım manzumeleri ona okumak âdetimdi. Yazım bitince haykırırdım:
“Belkıs!”
O, tehalükle koşardı. Sonra narin kolunu benim masama dayayarak dinlerdi; daima, bilâ-istisna daima takdir ederdi. Kendisinin mütalaa merakı benim ne kadar kitaplarım varsa onu okumaya mecbur etmişti. Bazen refikalarına, dışarıda olan pederine, zabit olan biraderine yazdığı mektupları bana okur, benden bir kelime-i tahsin beklerdi. Sonraları şiire heves etti, o kadar zeki idi ki aruzu bir derste ona ihsas ettim. Nazm-ı eş’ara beraber devam ediyorduk: “Feulün fe’ûlün…” Bunu ne kadar sever ve “damlalar vezni” derdi. Bahr-i hafife “aheng-i elem”, bahr-i hezece “nağme-i sükûn”, bahr-i muzariye “vezn-i teessür”, o köhne bahr-i remel için “bostan dolabının gıcırtısı” der; hasılı hepsine, bütün evzana birer isim verirdi. Bu küçük şaire için fikrimden bir gün ansızın bir şey geçti; bu, benim zevcem olamaz mıydı? Belki bıkarım, bu arzudan vazgeçerim korkusuyla uzun uzadıya muhakemeye cesaret edemeyerek buna karar verdim. Hemen daha o gece onunla istikbal-i izdivacımızın saadetlerini terennüm eden tiyatromsu bir manzume, bir “rüya-yı hakiki” yazdım, ertesi gün ona, manidar nazarlarımla müterafık küçük ve hususi tafsilat ile okudum. Anladı, anlamamış göründü. Filhakika, ruhumda bu arzu bir muhabbet vüsatiyle gittikçe büyüyordu. Maneviyatımdan uzak, maddi saatlerimde bu yeni ve saf aşkımı tahlil ederdim: “İşte, ben!” derdim… “Bir hayalperver… O, benim şiirlerimi seven ve tahsin eden küçük bir müdahin ki bende gayet tabii bir his, bir hiss-i şükran ve minnetdarî uyandırıyor. Ben, bu hissi gayriihtiyari aşk zannediyor ve aldanıyorum.”
Bir gece yine ona bir şiir okuyordum: “Gözlerinin Vaatleri.” Bitirdikten sonra gözlerimi o davetkâr gözlere dikerek her vakitki takdir ve medihlere “Oh, bu, o kadar güzel olmuş ki…” mukaddimesiyle mebzulen dökülen yeminlere meydan vermeden:
“Lakin, Belkıs!” dedim, “Anlamıyor musun, bu senin için.”
Kulağının dibinde bir top patlamış gibi şaşırmış ve gözlerini açmıştı. Onun bu hayret-i müfritesi karşısında mahcup olarak gayriihtiyari gözlerimi indirdim. Onu sevmem o kadar gayri müterakkıp; o kadar gayritabii mi idi?
“Latife söylüyorum!” diye tamir etmek istedim, “Latife Belkıs!.. Nasıl, güzel olmuş mu?”
İlk defa olarak itiraz etti:
“Hayır azizim, bütün gözler için yazılan şeylerdeki bir şey, bir hayidelik bunda da hissolunuyor. Bir hayidelik ki ben ondan bir küf kokusu duyar gibi oluyorum.”
“!?”
Ve devam etti:
“Vakıa siz, ‘Mademki bir mevzu içindir, aynı mevzu üzerine yazılan şeylerle arasında mutlaka münasebet bulunur.’ diyeceksiniz fakat öyle değil.”
“Müekkilat-ı esatire itila-mahmum
Handelerden selam-ı durâdur
Gönderen gözlerinde en mahmur
Seherlerin o derin reng-i müphemiyeti var…”
“Oh, bunu okudunuz mu?”
“Hayır.”
“Hâlbuki ben sizin gazetelerinizde okumuştum. İşte bu da mavi gözler için yazılmış bir şiir, fakat şiir. Bütün bir yığın teşkil eden karalamaların hangisine benziyor?”
Tıkanmıştım. Bu mülayim talebeme, kendime meftun tahayyül ettiğim bu küçük, güzel ve muti şakirdime ne cevap verecektim? Bu yaldızlanmış, yumuşak bir baruttu ki işte birden parlamıştı. Mırıldadım:
“Bu kimin?”
“Sahir’in!..”
Bir tehalük-i mihaniki ile önümüzde duran manzumeyi kaptım, parçaladım. Masamın üzerindeki yaprakları yeni, açılmamış ve okunmamış bir kitabı elime aldım, artık onu görmüyordum. Bu renkli fotoğrafın usul-i ahzından bahis bir kitaptı. Okuyor ve hiçbir şey anlamıyordum. Satırların arasında bütün heveskâr-ı edep gençlerin gıpta ettiği bir şairin, hurdebinî bir hizmetçisinin bastonunu sallayarak müstehzi ve vakur gezindiğini görüyordum; Sahir… Gece pek rahatsız ve geç uyudum, hep Sahir’i düşünüyordum. Ezici bir kıskançlık içinde, o vakte kadar asla hissetmediğim duzahî bir kıskançlık içinde… Kadınlardan kelal verecek derecede bahseden bu şairin yalnız imzasını tanırdım. Fakat işte, bir kin, bir gazap onun için kalbimde canlanıyor, bu rakib-i gaibimden, bu meçhul ve tanımadığım vücuttan nefret ediyordum.
Rüyamda en müntehap kabalıklarımla onu tahkir ettim. Bu, tıpkı, fotoğrafya kitabının satırları arasında bana görünen gençti. Siyah ve ince bıyıklı, siyah ve ateşin gözlere malik yakışıklı bir delikanlı, bir avcı idi, ki mütemadiyen kadınları avlıyordu. Rüyamın mütemevvil seraplarında bütün elele vermiş bîpayan kadınlardan müteşekkil bir iklil-i zihayat ile ihata olunmuş ve müstağni, ilerliyordu. İşte benim küçük talebem de ona manyetizma olmuş, o kadın demetinin içine girmiş, o halenin bir zerre-i nuru olmuştu. Ben, onun ismi için mitolojik bir istiare icat edeceğim diye günlerle, haftalarla eski kitapları, Taberî’leri, falanları… Bütün o eski Belkıs’ın menakıb-ı muhayyilesini saklayan tozlanmış, vahşi ciltleri süzüyorken rakibim müsterih ve asude, bir şiiriyle, bir mısrasıyla işte bana galebe etmişti mesela… Evet, belki yalnız bununla: “Benim kadınlığa ifrat-ı hürmetim vardır.”
***
Bir hafta geçmemişti ki her şeyi, talebemi, kıskançlığı, tanımadığım rakibimin beni müteezzi eden hatıratını unutmuştum. Beni muzdarip edebilecek bir şeyi zorla unutabilmek, ondan nisyan ile intikam alabilmek hassasına malikiyetle iftihar ederim. Onun için mazinin hiçbir elemi bende ciddi bir keder husule getirmemiştir. Yine gayesiz ve bir neticeye müntehi olmayan hayatıma, yalnız kilometrelerle yorgunluklar iktitaf ettiren tarz-ı hayatıma dönmüştüm. Parlak, mesrur, tannaz bir gün. Hususi bir jimnastik müsabakasından bitap ve pür-taab avdet ediyorduk. Arkadaşım, sanayi-i fikriye ve hayaliye ile asla meşgul olmamış, müthiş bir idmancı idi.
“Tramvaya binelim.” dedi, “Bugünkü yorgunluğumuz kâfi…”
“Pekâlâ.”
Tramvay pek tenha idi, ben Aksaray hattının, böyle geç vakit bu kadar tenha olduğunu hiç görmemiştim. Galiba hava güzel olduğu içindi. İki çocuk karşımızdaki pencerenin demir ve ince parmaklıklarına tutunmuş dışarı bakıyorlar ve ihtiyar bir uşak onlara nezaret ediyordu. Bir de köşede, kadınların mevkisini ayıran bölmeye yapışmış gibi büzülmüş, zayıf bir genç…
Biletleri aldık, ben mendilimle terli yüzümü sildim, arkadaşım da benim gibi yapıyordu. Beyaz ve keten bir mendili boynuna yerleştirmekle meşgul, bana eğildi, yavaşça:
“Bunu tanıyor musun?” dedi.
Karşımızdaki delikanlıyı gösteriyordu.
“Yok…” dedim.
“Sahir işte o.”
“Sahir mi?”
“Evet!”
O, bizden bihaber, bazen dışarıya bakıyor ve bazen kadınlar mevkisinin yollu ve kirli perdesini tarassut ediyordu. Bu, uzunca boylu, gayet nazik ve narin, bir kadın çehresine malik ve gayet nahif bir genç, âdeta bir çocuktu. Rüyamda tokatladığım o rakib-i meçhulüme, siyah ve ince bıyıklı, siyah ve ateşin gözlü Sahir’e asla, asla benzemiyordu. Tüysüz çehresi, mavi gözleri, çokça saçları onda gayri kabil-i tarif bir masumiyet gölgelendiriyordu. Bu zayıf vücudun karşısında bir ihtiram-ı merhamet-âlud hissediyor, ona karşı nefretimden, kıskançlığımdan nadim ve pişman oluyordum; evet, bütün kadınların ruhları onun olmalı idi.
Bacaklarını, incecik bacaklarını birbiri üstüne atmıştı. Eskrim egzersizleriyle kalınlaşan adalî bacaklarıma bakarak onunla aramızdaki farkı düşünüyordum. O, bir şair, hakiki bir şairdi… Bütün seven ve hisseden kadınların ruhları ona sermedî bir cefa-yı minnetdarî ile esir ve perestişkâr idi. Ve bu pek haklı idi. Bir an oldu ki onun mavi ve derin gözlerinin müphemiyet-i initafıyla benim gözlerim karşılaştılar. Onun ruhunun hakkına itisaf ve taaddi etmiş bir haydut gibi mahcup ve perişan, gözlerimi indirdim; bir hayal-i nisvî kadar nazik ve narin olan bu vücud-ı muhterem karşısında eziliyor, hayalimde açılan boşluğa; halterlerin, av takımlarının, köpeklerin, velospitlerin karışık ve sayılmaz gölgeleriyle kaynaşan ve derinleşen müphem ve bîpayan bir girdaba sukut ediyordum.
Arkadaşım hızla ayağa kalktı:
“Çabuk!” dedi, “Kalıpçının önünden geçiyoruz, feslerimiz…”
Ve kapıdan çıkarak caddeye atladı. Ben, ben de onu takip ettim…

SEBAT
21 Ağustos, Selanik
Dün burada birisine, mektep arkadaşıma tesadüf ettim ki beş senedir kendisini görmemiştim. Bu anlaşılmaz, tahlil olunamaz bir simadır; o kadar müphem, müphem olduğu kadar manidar, mütebessim, şen… Beni görür görmez:
“Vay sen misin?” diye haykırdı, elini sıkmaya, ne yaptığını sormaya vakit bırakmadan bir lakırtı tufanı, bir artezyen feveranıyla devam etti:
“Oh bilsen, ne kadar memnun oldum seni görmekten? Hiç değişmemişsin… Ben nasılım? Şüphesiz iyi değil mi… Evet buraya pek vefakârane devam ediyorum, burada çok oturacak mısın? Ha… Aman şimdi resimhaneme gidiyorum, kuzum beraber gel, bak… Reddetmeyeceksin çünkü istirham ediyorum.”
Tarz-ı telaffuzundaki sürat-ı sâri ile cevap verdim. Reddetmiyorum. Kabul ediyorum fakat… Eski teklifsizliğimizin birden uyanan samimiyet-i cezbedarı içinde, handan ve memnun; şayet müsaade ederse kendisine hitap edebilmeyi, hayatına dair bazı şeyler sorabilmeyi arzu ettiğimi alay ederek söyledim ve ansızın avdetle beş sene evvelki refakatin en sevimli hatırasını tekrar ettim:
“Bu da şüphesiz lütfunuza, merhametinize muhtaçtır, sevgili haydudum, müsaade ediyor musunuz?”
Gülerek dört “peki”yi birbiri arkasına sıraladı:
“Peki, peki, peki, peki!”
Mektepte lakırtı söyleme konusunda kimseye meydan vermediği için hepimiz ona: “Bir haydutsun ki…” derdik, “Her rast geldiğin şahs-ı mütekellimden hakk-ı nutku bilâ-merhamet gaspedersin!” Galiba bu hatıranın yâdında uyandırdığı nisyanların tesiriyle birkaç saniye daldı, ben fırsattan istifade etmeye başladım:
“Ee çoktan burada mısın?”
“Üç seneden beri!..”
“Ne yapıyorsun?”
“Ressamım, işte gidiyoruz, göreceksin; resimhaneme bak, ne güzel… Üç senedir bıkmadım…”
Artık ben hiçbir şeyi soramıyordum, o anlatıyordu; mektepten çıktıktan sonra Beyrut’a gitmiş, ondan sonra buraya gelmiş, bazı hususi mekteplere resim dersi verdiği gibi hususi dersler de veriyormuş fakat İstanbul’daki ailesi haftada üç mektup gönderiyormuş; “Mutlaka gel!” diye… Onu evlendireceklermiş, o da buna katiyen razı olamazmış…
Onu dinlerken etrafıma dikkat edemiyordum, tanımadığım yerlerden geçiyorduk. O, koluma girmişti. Resimhanesine gelmişiz.
“İşte burası.” dedi. Dar ve kaldırımları muntazam, temiz bir sokak… Karşıdaki evin alt katındaki büyük odada üç genç Rum kızıyla on yaşında tahmin olunabilir küçük bir çocuk, oturuyorlardı. Ona gülerek selam verdiler, ben:
“Oo, komşularınız hikmet-i bedayiye pek muvafık…” diye alaya başlıyordum; dik bir merdivene tırmanmaya başladık, devam etmeme meydan vermeden diyordu ki:
“Oh, bilsen bu sanat, bu nefis sanat ne kadar teselli-saz, ne kadar müşfik! Sanayi-i nefisenin büyüklüğünü kim inkâr eder, onda kim beis tasavvur ederse hain bir hissizdir; yalnız fikirler müstesna. Fikrimce servet-i zatiyesi olmayanlar sanayi-i nefise-ye müntesip olmak değil, muhip bile olmaya layık değildirler; sanayi-i nefise para kazandırmaz, şöhret kazandırır, ekmek vermez, teselli verir, saadet ikat etmez, mevcut bir saadeti alkışlar. Hasılı o bir sanatkârdan asla bir ikametgâh yapamadığı hâlde, mükemmelen tezyin ve tefriş eder.”
Cebinden büyük kapı ile mütenasip olmayan küçük bir anahtar çıkardı; onunla kapıyı açtı, içeri girdik. Hoş bir boya kokusu bizi istikbal etti, burası geniş bir oda, âdeta bir salondu. Yirmiye karib sehpa büyük ve natamam tabloların altında münkat ve hâbide bir sükûn ile duruyordu. Bu tuhaf karışıklık beni sormaya mecbur etti:
“Burada başkası da çalışıyor mu?”
“Yok, yalnız ben.”
“O hâlde bu kadar sehpa fazla değil mi?”
Gülerek cevap verdi:
“Ooo, azizim, tabiatımı bilirsin, her şeyden çabuk bıkarım. Bir tanesini bitirmeden diğerine başlıyorum. Vakıa küçük levhaları tamam ediyorum, fakat büyükleri… Şimdiye kadar bir tane tamam edemedim. Başladıklarımı da atmaya kıyamam, işte vakitsiz doğan çocuklar gibi yarım yaşamaya mahkûmdurlar. Onların matemleri bende başka elemler uyandırır, o uyanan elemler vehm-i sanatla imtizaç ederek bir hayal olur; al sana işte bir levha!”
Kolumdan tuttu, odanın köşesine, büyük pencerelerin inmiş beyaz perdelerinden süzülen bulanık ziyalardan müteşekkil hafif gölgelerin tekasüf ettiği köşeye götürdü. Temiz kayından şık bir sehpa üzerindeki tablonun mestur olduğu mavi ve ince bir kâğıdı kaldırdı. Bu tamam bir resimdi. Bu o kadar bedii idi ki, bütün ali şeylerin ruhlarda nagehan uyandırdığı o müphem tesir-i gaşyâlûda benzer bir hisle beni düşündürdü: Karanlıkça bir resim-hane. Birçok natamam tablolar, yere devrilmiş boya çanakları, üstübeç paketleri, şişeler, tabaklar… Bunların arasında gür ve kumral saçlı genç bir ressam alçak bir iskemleye bıraktığı büyük ve beyaz paletine, bir demet teşkil eden fırçalarına dalmış düşünüyor; sağ omzunun üzerinden bir peri pembe ve esirî bir yelpaze ile onun saçlarını dalgalandırıyor ve şefkatkâr nazarlarla gülümsüyordu. Gayriihtiyari:
“Oh, ne güzel!” dedim, “Buna ne isim veriyorsun?”
“ ‘Alâm-ı Nûşîn’ iyi değil mi?”
Manyetizma olmuş gibi levhanın başından ayrılamıyordum; bu hercümerc-i sanatkârane… Namerî gölgelerin gayri mahsus irtisamları, perinin yelpazelediği genç ressamın alnındaki küçük ter tanelerinin bu kadar tabii bir surette teressümü… Bütün bunlar beni hayran ediyordu. O kolumdan çekti, diğer levhalarını, o büyük ve natamam levhalarını gösterdi ve anlattı. “Alâm-ı Nûşîn”i gördükten sonra bunlar bana pek adi geldiler. Nihayet:
“Haydi, odama gidelim!” dedi, resimhaneden çıktık, bitişik bir odaya girdik. Burasını arkadaşım servetinin vüsat-i mesudundan mütehassıl bir zevk-i sanatkârane ile tanzim etmişti. Kalın ve lacivert perdelerin altında mavi ve ince tüller büyük bir kelebeğin koparılmış büyük ve şeffaf kanatlarına benziyordu; küçük bir masa, üzerinde koyu bir Japon örtüsü, duvarlarda mütenazır levhalar… Ve kıymettar seccadeler. Büyük bir koltuk, pencerenin sağında lacivert kadifeli bir kanepe… Küçük ve ceviz bir kütüphane, sonra büyük bir halı, ki bütün döşemeyi örtüyordu. Cebinden paketini çıkardı, bana bir sigara verdi. Ben masanın önündeki sandalyeye oturmuştum. Verdiği sigarayı içiyor, bu muhit-i latifin lacivert mefruşat ile hafif ve kirli, lacivertleşen hava-yı mahsurunu teneffüs ediyordum; gözlerim masanın üzerinde, şüphesiz hiçbir cereyana maruz kalması mukadder olmayan kâğıtların üstündeki pres papier’e dalmıştı. Bu yumurtadan büyük billur bir küre idi. Elime aldım, gayet sanatkârane yapılmış bir saat olduğunu anladım, rakamlar bir pertavsızla bakılıyor gibi gayet büyük görünüyor ve kaim billurun altından işlediği pek az duyuluyordu. Arkadaşım sordu ki:
“Hayatımı, sa’yimi nasıl buluyorsun?”
Pres papier’i tekrar o gayri müteharrik kâğıtların üzerine bırakarak ona döndüm:
“Oh, gıpta ettim fakat natamam levhalarının ikmali için biraz da sebata malik olsan.”
Sigarasını şiddetle içerek:
“Rica ederim!” dedi, “Bu sebat dediğin şeyi benim için temenni etme… Ondan nefret ederim! Kendimde meşgul olduğum bir şeye karşı azıcık sebat hissedecek olursam bütün muvaffakiyetsizliklerin, kederlerin, teessüflerin bende toplanacağına katiyen eminim. Ben ondan ne kadar uzaklaşırsam ne kadar uzaklaşabilirsem o kadar mesut olurum. Ve herkes de böyledir.”
Güldüm:
“Oo, böyle şey olur mu ya! Bu kadar garip, bu kadar aksi bir fikir?”
Yine bir lakırtı feyezanı, yakın bir huruşanın tebeşbüş-i kahkaha-âmizi gibi onun dudaklarından taştı:
“Bilakis pek doğru ve tabii…
Şimdi sebat için felsefemi izah edeyim, belki bunu yanlış bulacaksın fakat mazursun çünkü bütün muhakemelerimiz bizim nokta-i nazarlarımıza göre tebeddül eder. Hatta tarz-ı tefekkürümüz bir olduğu hâlde nokta-i nazarlarımızın yekdiğerinden farklı bulunması bizim aramıza uçurumlar koymaya kifayet eder; bütün münakaşaları neticeden teb’id eden bu nokta-i nazardaki tuhaflıktır, şimdi ben nokta-i nazarımı söyleyeyim:
Umumi ve istiaresiz… Sebat, biz bunu süsleriz, tezyin ederiz, büyük bir şey olarak kabul ederiz, değil mi? Hâlbuki şunu bitaraf ve çıplak düşünelim; ism-i ahlakisini aynı manaya delalet eden bir lügata tebdil edelim, ne olur? Mesela inat, bir nevi inat… İnadın kimlere mahsus olduğunu söylemeye hacet yok. Bunu sen de bilirsin. İnadıyla iştihar eden bir mahluk vardır ki küçük bir ırmağın üzerinden geçmemeye bütün mevcudiyetiyle inat ve sebat eder. Birkaç kilometre dayak tenavül eder. O kadar sebatkârdır ki zavallı sahibi yolu değiştirmeye mecbur olur. Şimdi şu hayvanda inadın yani sebatın itisafı bolca bir dayakla nihayet bulur fakat hayvan-ı natıkta, insanlarda? Bütün hayatta sürer. Açtığı cerihayı hiçbir şey kapayamaz. Mesela bir tüccar tasavvur et, bu zat pamuk ticaretiyle iştigal ediyor, servetinin yarısını kaybetmiştir; şimdi inat etmese, yani sebat etmese tebdil-i ticaret etse belki servetinin rahnesini kapatabilecektir. Bu ‘belki’ herhâlde onun ‘Belki kaybettiğimi bu yüzden kazanacağım.’ hayalindeki sebatın ‘belki’sinden daha emin ve faydalıdır. Mahaza o yine sebat eder, o ticarette iflas eder. Edebiyatta da böyle; parnasyenleri düşün, sonra romantikleri, sembolistlerin içinde bazılarını… Pardon, kendi edebiyatımızı düşünelim; işte yeniler, işte eskiler… Terakki etmek mahza eskilikten tecerrüt etmek değil mi, benim fikrim bu… Çünkü eser-i terakki denilebilen bir şey yoktur ki eskisine benzesin! Falan şey terakki ediyor, denilir, yani tebdil-i hâl ediyor, başkalaşıyor, hasılı eskilikten çıkıyor demektir. Her şeyle beraber edebiyat da tabii terakki edecek yani eskilikten ayrılacak, bunu eskiliğe mahkûm etmek kanun-ı tabii-i terakkiye mâni olmak gibi boş bir şey. İşte hakikati bu nokta-i nazardan muhakeme edenler meslek-i kadimlerinde, gazel-serâlıkta, kaside-nüvislikte sebat etmediler, terakkiye yani yeniliğe meylettiler, bugün kütüphanelerimizin en muhterem yerlerini işgal eden kitapları vücuda getirdiler. Bir şair tanırım ki senelerce gazel yazdıktan sonra tebdil-i meslek etmiş, hakikate karşı inat, yani sebat etmemiş, edebiyat-ı sahihaya meylederek terakki etmiş, en muktedir yazı yazanların ihtiramına nail olmuştur. Sonra işte tanıdığım bir zat ki gayet zeki, fazıl, malumatlı imiş… Bu mesleğinde sebat etmiştir. Ve Bursa’da vaktiyle neşrolunan ‘Fevaid’ risalesinde: Biz gazel vadisini terk edemeyiz. ‘Size icbar eden yok ya; istediğiniz vadide söyleyebilirsiniz, şunun şurasında üç beş kişiden ibaret kaldınız.’ denilecek olur ise cevaben, ‘hakiki bir istidad-ı şairiyetle meftur olarak yetişmekte olan ezkiya bu vadiyi ihya edecek kadar çok olduğunu’ kemal-i iftihar ile beyan ederiz.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/omer-seyfeddin-32617159/bomba-69428116/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Kadın öğretmen (Bulgarca).

2
“Yaşasın emek.”

3
“İyi akşamlar.”

4
“Hoşça kalın.”

5
Beyefendi
Bomba Омер Сейфеддин

Омер Сейфеддин

Тип: электронная книга

Жанр: Историческая литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Edebiyatımızın eskimeyen ismi Ömer Seyfettin; Osmanlı Devleti’nden Cumhuriyet’e geçiş sürecini birebir tecrübe etmiş ve yaşayan bir varlık olarak benimsediği dili, toplumsal gelişmeler bağlamından ayrı düşünmemiştir. Bu açıdan Ömer Seyfettin, tema ve dil yönünden çeşitlilik arz eden hikâyeleriyle hemen hemen her kuşağa seslenebilen usta bir hikâyeci olarak ön plana çıkmıştır. Ele aldığı konuları belli bir dönem içerisinde tasvir etmekle beraber, insana ait evrensel gerçeklerden ve kendi milletinin konuştuğu dilden kopmamıştır. Bu noktada hikâyelerini modern Türkçenin zengin ve duru kaynağına taşımayı başaran yazar, çağdaş Türk edebiyatının yolunu açmıştır. Yazarın hikâyeleri; medeniyetler arasındaki geleneksel Doğu-Batı çatışması, Türk ve dünya insanının kimlik bunalımları, siyasal ve kültürel çekişmeler, Türk modernleşmesi, Batı taklitçiliği, toplum ve birey ikilemi, savaş psikolojisi, toplumsal adalet, özgürlük ve insanlığın tarihsel evrimi gibi kavramları derinlemesine irdelemektedir. Ömer Seyfettin’in yazınsal tavrı; Batı taklitçiliğinin sahte modernizmi ile gerçek aydınlanmacı fikirlerin ayrımı neticesinde ortaya çıkmaktadır.

  • Добавить отзыв