Beyaz Lale

Beyaz Lale
Ömer Seyfettin
Ömer Seyfettin, yaşadığı dönemin geleneksel dil ve edebiyat anlayışına bağlı kalmayan yenilikçi kişiliği ile düz yazımızın gelişme aşamasında büyük dönüşümler yarattı. "Tabii lisan, konuşulan lisandır." ilkesi üzerinde inatla durarak yalın bir anlatım kurdu. Öykünün akışında sağladığı hızlılık, olay – kişi – çevre bağlantılarındaki doğallık ve en önemlisi ustalıkla yarattığı yergi havasıyla bugün de canlılığını koruyan eserler verdi. Döneminin eski dil beğenisine saplanıp kalan yazarlarını okunmaz duruma düşüren "zaman" onu haklı çıkardı.

Ömer Seyfettin
Beyaz Lale

FON SADRİŞTAYN’IN KARISI
Yarım Mizah
O gün İstanbul’da kalsam bile hiçbir iş yapamayacaktım. Müthiş, acı, anlatılmaz bir sinir nöbeti yine beni kıvrandırıyordu. Bu korkunç hâli bilmeyenler ne kadar mesutturlar! İnsanın birdenbire bütün ümitleri, bütün zevki, bütün neşesi kaybolur. Gözünün önünde hayat hava, ufuk, her şey kararır. Dostlar düşman görünür. Sevgililerden nefret edilir… Ben işte bu sinir denilen ateşsiz cehennemin içine düşünce kendimi kırlara atarım. Tenha korular, sevinçli mazilere benzeyen gölgeli yollar, dallarda geçmiş bir saadetin canlı hatıraları gibi uçuşan kuşlar bana ilahi bir teselli füsunu ile tesir eder; hafiflerim. Beynimdeki ağırlık yumuşar. Şakaklarımın ateşi söner.
O gün yine böyle perişan bir hâldeydim. Hafiflemek, beynimdeki granit ağırlığını yumuşatmak, başımın kaynayan hararetlerini söndürmek için bir Boğaziçi vapuruna atladım. İlkbahardı. Tatlı bir rüzgâr esiyor… Vapur ilerledikçe aklım başıma geliyor gibi oluyordu.
Açılıyordum…
Güvertedeydim; görülmemiş kuşlara mahsus beyaz, pembe, mor yalılara, yeşil korulara, mavi tepelere bakıyordum. Gözlerimdeki kırmızı karanlık silindikçe kulağım da işitmeye başladı. Dizlerimde, bileklerimde, omuzlarımda yorgun ağrılar hissediyor, geniş geniş gerinmek istiyordum. Biraz doğruldum. Başımı sağa çevirdim; müthiş, iri, kıpkırmızı bir Alman yanıma oturmuş, gayet beyaz bir keten mendille terini siliyordu. Birbiri üstüne attığı bacaklarına, kalın dizlerine, dokunulsa kan fışkıracak sanılan tombul ellerine baktım. Sonra gözlerimi sararmış ellerime, takallüs etmiş dizlerime çevirerek…
“Ah, ne sıhhat!” dedim. Hem gayriihtiyari düşünmeye başladım, işte bu, sinirleri kas içinde kaybolmuş kavi, gürbüz bir mesuttu! Kim bilir ne güzel yiyor, ne iştiha ile içiyor, ne kadar kolaylıkla hazmediyordu. İnce ceketinin üzerinden kalın vücudunun kabarıklığı belli oluyor, sağ cebinden kocaman bir gazete tomarı görünüyordu. Bir rüya kadar rabıtasız, intizamsız tedailerle Almanya’yı, Almanlıktaki sırrı, Almanların sıhhatini, saadetini, neşelerini hatırlıyordum. Bu nasıl bir milletti! Kendi gibi fertleri de kavi, muntazam, mesuttu!
İşte şu yanımda oturan, tıpkı nöbet bekleyen bir askerdi. Sivil esvap giymiş bir asker… Mendilini devşirdi. Büyük bir intizam ile iki kat, dört kat, sekiz kat, nihayet on altı kat yaptı. Cebine koydu. Gazetesini okumaya başladı. Vapur, biraz sonra, bir iskeleye yanaşıyordu. Çıkmak için kalkanlardan bir Türk, bu can, bu kan abidesine doğru geldi. Gayet arsız bir Türkçe ile:
“ Vay, Fon Sadriştayn…” diye haykırdı. “Nereye böyle?”
“Tarabya’ya.”
“Ne yapacaksın?”
“Almanya’dan bizimkinin bir akrabası gelmiş.Onun adresini anlayacağım.”
O kadar güzel Türkçe söylüyordu ki insan vücudunu, yüzünü görmese, ismini işitmese, şivesine aldanacak, Türk diyecekti. Vapur tekrar kalktı. Alman gazetesine devam etmedi. Mendili gibi dikkatle katlayıp cebine koydu. Sahillere bakmaya başladı. Bilmem nasıl oldu, nazarlarımız birbirine çarptı. Mavi, iri, biraz kanlı Alman gözleri. Fakat o kadar sevimli, o kadar hoş ki…
Ben, arkamdan bile birisinin bana baktığını hisseder, rahatsız olurum. Herkes benim gibi midir bilmem! Artık mor tepeli, beyaz yalılı, cennet sahillere bakamıyor, Alman’ın gözlerini üzerimde hissediyordum. Evet, bana bakıyordu. Hissimde yanılmamak için yavaşça gözlerimi çevirdim. Hemen onun gözlerini gördüm; gülüyordu. Ağzıyla değil, bütün yüzüyle, bütün vücuduyla gülüyordu:
“Beni tanıyamadınız mı?” dedi. Şaşırarak:
“Hayır.” dedim.
“Hâlbuki ben sizi tanıdım.”
“Yanılıyorsunuz, Her.” diye gülümsedim. “Benim hiçbir Alman tanıdığım yoktur.”
“Ben Alman değilim.”
“Nesiniz?”
“Türk…”
“Hâlbuki isminiz?”
“Ha, ismim.” diye lafımı kesti. “Demin benimle konuşan gevezeden işittiniz. Fon Sadriştayn, değil mi? Bu benim ismim değil, lakabımdır. Benim isimim ‘Sadrettin’dir. Çok zayıflamışsınız amma, yine sizi tanıdım. Ben sizin sınıf arkadaşınızım.”
Dikkatle tekrar yüzüne baktım. Hayır, hayır… yanılıyordu! Ben böyle bir Herkül’ü mektepte değil, hatta bütün hayatımda görmemiştim. O ne göğüstü Yarabbi!
“ Yanılıyorsunuz efendim, dedim, mektepte iken arkadaşlarımın en uzun boylusu, en kuvvetlisi bendim. Sizin gibi iri yarı, dev gibi bir adam, mektebimizde değil hatta memleketimizde yoktur.”
………
Alman gülmeye başladı:
“Biraz haklısınız, dedi, fakat benim vücuduma bakmayınız. Gözlerime bakınız. Mektepte İken, hatta iki üç sene evvel ben son derece cılızdım. Mektepte siz, bütün arkadaşlarım benim cılızlığımla eğlenir, arkamdan hep ‘ Yuha! Serçe Pehlivan…’ diye haykırdınız. Serçe Pehlivan! Şimdi hatırlıyor musunuz?”
! ! !
Ağzım bir an açık kaldı. Kollarım yanıma düştü. Öyle büyük, öyle hayalin kabul edemeyeceği bir hayret içindeydim ki… Kendimi toplayamıyordum. Mazinin birden önüme açılan hatırası içinde Serçe Pehlivan’ı, Sıska Sadrettin’i gördüm. İri mavi gözlü, ince, zayıf, bitkin bir çocuk! Jimnastik muallimi onu derste daima bir tarafa ayırır: “Sen, yalnız seyret oğlum.” derdi. O kadar zayıftı ki, muallim eğer barfikse asılacak olursa, kollarının mutlaka kopacağını söylerdi. Hayır, hayır… Bu mümkün değildi. Sıska Sadrettin, yürümeye, lakırdı söylemeye, gülmeye üşenen Serçe Pehlivan… Gayriihtiyari başımı sallıyor:
“Hayır, hayır.” diyordum.
Alman:
“Vallahi ben işte, Serçe Pehlivan’ım!” dedi.
Fakat nasıl oluyordu? Bu mümkün müydü? İnsan bu kadar değişebilir miydi? Her şeyin bir hududu vardı. Bir sıska ne kadar kuvvetlense bir Herkül, bir sıhhat heykeli olamazdı.
Güldüm, dudaklarımı kıvırdım:
“O hâlde abıhayat içmiş olmalısınız.”
“Evet, abıhayat içtim.” dedi. “Fakat Hızır aleyhisselamınki gibi, hiç sabahı olmayan gecelerin içinden aylarca giderek bulunmuş gizli bir membadan değil…”
“Ya nereden?”
“Kırk sekiz saatlik bir yerden, Almanya’dan!”
Bu laftan bir şey anlamadım. Anlamadığımı o da gördü, güldü.

“Açık söyleyeyim.” dedi. “Almanya’ya gittim. Bir Alman kızıyla evlendim. Alman kadınının ne olduğunu siz bilmezsiniz. Bütün Almanya, bütün Almanlık, bütün Almanlığın zenginliği, Alman ordusunun kuvveti Alman kadınının eseridir… Ben Alman kadınıyla evlenmezden evvel tartılır, tamam otuz okka gelirdim. Bugün doksan beş kilo geliyorum. ‘Almanya’nın yirmi milyon nüfusunu yarım asırda altmış yetmiş milyon yapan’ Alman kadını, beni de üç sene içinde otuzdan doksan beşe çıkardı. Eğer Alman kadınını tanısanız buna asla şaşmaz, belki pek tabii görürdünüz.”
………….
Hararetle Alman kadınını anlatırken dolgun bileklerine, geniş kalçalarına, iri göğsüne, kaim boynuna, kıpkırmızı yüzüne bakıyor, mektepteki mahut sıska, solgun “Serçe Pehlivan”dan böyle bir harikanın nasıl zuhur edebileceğimi düşünüyor, bir türlü gözlerime, kulaklarıma inanamıyordum. Lafını kestim:
“Rica ederim, nasıl Almanya’ya gittiniz? Nasıl evlendiniz? Nasıl abıhayat içtiniz? Şunları anlatınız. Almanya’ya dair malumatım var. Nafile zahmete girmeyiniz.” dedim.
Fon Sadriştayn:
“Pekâlâ, gayet basit!” diye başladı anlatmaya… Dinlerken sinirleniyor, göğsümde sıkıcı bir ağırlık duyuyordum.
“Mektepten çıktıktan sonra seninle hiç tesadüf etmedik. Dışarı gittiğini işitmiştim. Benim başıma neler geldi, neler… Hükûmet dairelerinde, kalem müdürlerinden, mümeyyizlerinden, kapıcılardan hiçbir tanıdığımız olmadığı için tabii hiçbir kaleme giremedim. Girsem de tabii hiç terakki edemeyecektim. Mecburiyet tahtında hükûmet memuriyetinden vazgeçtim. Biraz resim yaptığımı bilirsin. Almancaya da çalışmıştım! Çat pat konuşuyordum. Anadolu Şimendifer Kumpanyası’na müracaat ettim. İmtihan oldum. Resim şubesine girdim. On lira maaşım vardı. Anam, babam, ben pek küçükken ölmüşler; beni halam büyütmüştü. Onunla oturuyordum. Fakat bilmem niçin, her gün daha ziyade zayıflıyordum. Halam dermansızlığıma baktıkça: ‘Evlenmelisin Sadrettin.’ diyordu. “Senin rahata ihtiyacın var. Bekârlık sana yaramıyor…” Ben de bu lafa inandım. Evlenmeye kalktım. Maaşım yetişmezse halam da ayda birkaç lira verecekti. Kız aramaya başladılar. Her gün evden görücü gittiler. Nihayet gayet şık, gayet güzel, Fransızca konuşur, piyano çalar bir kız buldular.
Akrabalarımızdan birinin evinde güya bizi tesadüf ettirdiler. Konuştuk. Birbirimizi beğendik. Bu zayıf, açık sarı saçlı, saz benizli, sinemalarda aşkla elem rollerine çıkan aktrislere benzer narin bir kızdı. Canlanmış, insan şekline girmiş bir şiirdi. Uzatmayayım… Nişanlandık. Nikâhlandık. Düğün oldu. Karımı gelin gibi halamın yanına almıştık. Bir ay kadar asayiş yolunda gitti. Karım yemeklere iniyor, odasında oturuyor, bir de sokağa gezmeye çıkıyordu. İkinci ayın başında halam: ‘Bu gelin değil, Allah’ın cezası…’ diye söylenmeye başladı. Bir akşam geldim. Karım karşıma geçti. Çatık kaşla sordu:
‘Sen beni hizmetçi kız diye mi aldın?’
Tabii: ‘Hayır.’ dedim.
‘Öyleyse niye aldın?’ diye tekrar sordu.
‘Zevce diye…’
‘Bu hâlde ben bu evde durmam.’
‘Niçin?’ diye aptallaştım.
‘Bana halan iş gördürmek istiyor.’ dedi. ‘Ben hiçbir iş yapamam. Yapmadım. Hem de yapmayacağım. Yarın buradan çıkartır yahut beni bırakırsın. Ben annemin evine gideceğim.’
Ellerini tuttum, biraz sabretmesini, öfkesi geçeceğini söyledim. Nerede?
‘Nafile, nafile… Vallahi durmam!’ diye boyuna yemin ediyordu.
Annemden kalma bir evim vardı. Onu rehine koyarak bir ev tuttuk. Bir ev tutmak nedir? Bilmezsiniz belki… Ben o vakit öğrendim. Daha kapıyı açmadan üç yüz lira bitti. Bir aşçı, iki hizmetçi tuttuk. Fakat hatırlayınız ki maaşım on lira… Odun, kömür, gaz, erzak, yağ falan parası yirmi lirayı geçiyordu. Altı lira da evin kirası… Etti yirmi altı… Karım da on lira tuvaleti için istiyordu. Etti otuz altı… Hâlbuki maaşım on lira… Evi sattım. Elime bin iki yüz lira kadar bir şey geçti. Bu para ile bir buçuk sene yaşadık. Ama ben istikbali düşünerek üzülüyor, zayıflıyor, perişan oluyordum. Bir gün kendimi muayene ettirdim. Doktor:
‘Dikkat ediniz, verem başlıyor.’ dedi. Ne yapacağımı şaşırdım. Hâlim, karımın umurunda değildi. Müteharriki bizzat bir tuvalet makinesi gibi temizleniyor, pudralanıyor, boyanıyor, giyiniyor, geziyor, tozuyor, geliyor, yemeğini yiyor, yatağına yatıyor, rahat rahat uyuyordu! Eve pislikten girilmiyordu. Aşçı ile hizmetçinin elinde kalmıştık. Karım hatta mutfağın nerede olduğunu bilmiyordu. Hazır param bittikçe ben de yürek üzüntüsünden zayıflıyordum. Korktum. O vakit tartılmadım. İhtimal yirmi okkaya kadar inmişimdir! Yaz gelince fena hâlde hastalandım. Yatağa düştüm. Doktorlar ümitlerini keser gibi oldular. Mutlaka tebdilhavaya gitmemi söylediler. Yürüyemiyordum. Dizlerim tutmuyordu. Nihayet kumpanyadan üç ay izin aldım. Kalan paramla Almanya’da oturan bir arkadaşımın yanına gittim… Meşrutiyet’ten sonra elektrikçilik öğrenmek için İstanbul’dan ayrılmış, Almanya’da ev bark düzerek bir daha dönmemişti. Siz deminden beni tanıyınca nasıl şaşırmışsanız ben de onu görünce tıpkı sizin gibi şaşırmıştım. Enine boyuna belki birer metre büyümüş, genişlemişti.
‘Aman, nedir bu hâl, sana ne olmuş?’ diye ağzım açık kalınca:
‘Şaşma yavrum, burası Almanya’dır.’ dedi. ‘Burada yaşamak sanatı bilinir. Sen de biraz kal. Görürsün.’
Hakikaten bir hafta geçmeden gördüm. Öğrendim. Arkadaşım:
‘Boşuna masrafa lüzum yok. Bizim evde yatarsın. Fazla bir odamız var. Kiracı bulamadık. Senden yirmi mark alırım. Orada yatarsın. Yemek için de her gün birer mark eder. Yalnız, yalnız masraf parası… Pişirmek parası almayız. Ayda elli mark. Burada yer, burada içer, dışarıda on para harcamazsın. Çamaşırlarını biz bedava yıkarız. Yalnız bira masrafı ayrı…’
‘Ben bira içmem.’ diyecek oldum.
‘Öyle şey olmaz, cahilliği bırak.’ diye güldü. ‘Birasız burada yaşanmaz. Bira içmezsen iştahın açılmaz. Çok yiyemezsin. Yine sıska kalırsın.’
Arkadaşımın evine misafir oldum. Bira içmeye, yemeye, çok yemeye, bir fil kadar yemeye başladım. Midem bozulmuyor, pek güzel hazmediyordum. Üç ay içinde tanınmayacak bir hâle geldim. En ziyade şaştığım şey bu kadar az para ile bu kadar çok şey yiyebilmemizdi. Arkadaşımın fabrikadaki gündeliği bir bir üstüne ayda sekiz lirayı geçmiyordu. Bu sekiz liranın içinden hem ev kirası veriyorlar, hem yiyorlar, içiyorlar, hem, evet hem de para biriktiriyorlardı. Yemek, çamaşır, dikiş dahil olmak üzere evin bütün işini arkadaşımın karısı yapıyor, yine her akşam gezmeye çıkıyor, pazar günleri bizimle beraber uzun gezintilere gelebiliyordu. Bu şaşılacak bir şeydi. Ben çok çalıştığını, yorulup yorulmadığını sorduğum zaman güler:
‘Ben, sevgili İmparatoriçemiz kadar çalışıyorum. Niçin yorulayım?’ derdi. Sonra hemen sevgili İmparatoriçelerinin hayatını, hiç hizmetçi kullanmadığını, son derece iktisada riayet ettiğini, hatta büyük çocuklarının esvapları eskiyince atmayıp bir yaş daha küçük çocuklarına giydirdiğini, yegâne kızını hep eski esvaplarını bozarak süslediğini, imparatorun iktisat faziletlerini, masraflı oluyor diye en lezzetli yemeği hatta bir defa bile yemekten vazgeçtiğini anlatmaya başlardı. Bu iri, bu canlı, bu güzel, bu kuvvetli kadının beyaz temiz dişlerini göstererek, gülerek söylediği bütün bu fazilet, bu iktisat menkıbelerini dinlerken gayriihtiyari İstanbul’u, kendi hayatımızı, zayıf karımın müsrüflüklerini, beşer liraya ancak ikişer defa giyilen bluzları, beşer mecidiyelik ipekli çorapları, her iki ayda bir Kalivrusiye yirmişer liraya yaptırdığı tayyörleri otuzar liralık el dantelalarını hatırladım. İstanbul’a dönmek saatleri yaklaştıkça içimde bir sıkıntı peyda oluyor, büyüyor, beni hasta ediyordu. Bu rahatı, bu saadeti, bu fazileti memleketimde mümkün değil bulamayacaktım. Istırabımı arkadaşıma açtım. Acıdı. Bana hak verdi. Fakat:
‘Bu rahat, bu saadet, bu fazilet Almanya’nın toprağında, taşında, coğrafyasında değil, Alman kadınındadır.’ dedi. ‘Almanya’nın saadetini, refahını, zenginliğini Alman kadını yapar. Sana bir Alman kızı bulalım. Onunla evlen. İstanbul’a dön. Tıpkı Almanya’daki intizam, Almanya’daki istirahat içinde yaşarsın.’
Bu, olabilir miydi? Evli olduğumu söyledim. Karımı boşarsam birkaç yüz lira nikâh verecek param olmadığını anlattım. Arkadaşım:
‘Hiç korkma.’ dedi. ‘Alman karısı seni on lira ile Türkiye gibi ucuz bir yerde yüz liralık refah içinde yaşatır. Bir senede hiç borcun kalmaz. Ölümden kurtulursun.’
Düşündüm, taşındım. Alman kadınını gördükten sonra benim müsrif, şık karım hayalime korkunç bir hasar kâbusu gibi geliyordu. İstanbul’a dönmek, borç içinde, rezalet içinde sürünerek aç, sefil ölmek… Yahut Alman kadını denilen bir mesudiyet makinesi alarak her şeyi silkip atmak… Rahat, müsterih, mesut yaşamak… Bu iki yoldan birisine mutlak gidecektim. Ölüme mi? Yaşamaya mı? Ölümü tercih edemiyordum. Gayriihtiyari İstanbul’daki zenginlerin, en çok maaş alan memurların müsriflik, idaresizlik yüzünden çektikleri sefaletleri, en zengin paşaların, beylerin ölümlerinden bir ay sonra çoluk çocuklarının hemen dilenecek derecelere indiklerini aklımdan geçirdim. İdaresiz, iktisatsız, intizamsız bir hayatın paraca ne kadar talihi olsa, yine istikbali kapkaraydı, İstanbul’daki evimden, karımdan ürktüm. Kurtulmak, yaşamak için… Kati bir ilaç, bir dermandı. Bir abıhayattı! Tekrar evlenmeye karar verince kız bulmak uzun sürmedi. Arkadaşımın dostlarından birinin akrabası olan şimdiki karımı bir pazar bana takdim ettiler. Pek hoşuma gitti. Babası iki sene evvel ölmüş bir mühendisti. Nişanlandık. Kızın küçük bir cihazı vardı. Nikâhlandık. Size yemin ederim ki, resmî evrak ücretinden başka on para masrafım olmadı. Balayı yapar gibi İstanbul yolunu tuttuk. Karım birinci sınıf yolcular arasında seyahat etmemize razı olmadı. Aldığımızı gazetenin parasına varıncaya kadar bir deftere yazmaya başladı: ‘Para kazanmak erkeğin, kazanılan paranın iştira kuvvetini arttırmak da kadının vazifesidir.’ diyordu. İstanbul’a geldik Beyoğlu’nda bir otele indik. Ben yokken zavallı eski şık karım kendisi gibi şık, zarif bir tek gözlüklü beye âşık olmuş… Onun arzusuyla hemen ayrıldık. Yeni karımı evime getirdim. Ahçı ile hizmetçileri görünce şaşırdı. ‘Bizde bankerler bile ayrı ahçı, ayrı hizmetçi tutmaz.’ dedi. Her üçünü de savdırdı.
‘Evde ne iş olursa ben yaparım!’ diyordu. Yemek, çamaşır, dikiş, temizlik, bulaşık, tahta silmek, kunduraları boyamak filan… Geldiğimizin ertesi akşamı evin kirasını sordu. Ben:
Altı lira, deyince hayretinden gözleri patlayacaktı.
‘Hiçbir adam varidatının yarısından ziyadesini ev kirası verir mi?’ diye şaşıyor, Türkiye halkının hiç hesap bilmediğini söylüyor:
‘Siz de bir, iki, üç, dört, beş, on, yirmi, otuz var mı? Yazınızda rakam işaretleri var mıdır?’ diye tuhaf sualler soruyordu. Evvela möbleleri sattırdı. Paralarını bankaya koydu. O ay evi de bıraktırdı. Haydarpaşa’da bir Alman evinin üst katını sekiz mecidiyeye kiraladı. Burası mutfağıyla, abdeshanesiyle, ayrılmış bir apartman dairesi gibiydi. İki odası vardı. Birini yatak odası yaptı, birini oturma… Bu ikinci odada hem misafirlerimizi kabul ediyor, hem de yemeğimizi yiyorduk… Rahat, mesut yaşamaya başladık. Kira dahil olduğu hâlde aylık masrafımız tam beş lira ediyordu. Maaşımdan artan beş lirayı karım her ay bankaya götürüyor, mobilyalardan aldığımız paranın üzerine ekliyordu. O vakitten beri her ay beş lira harcıyoruz. Ben saat sekizde gara gidiyorum. Her gün öğleüstü karım bir sefer tasıyla yemeğimi, ekmeğimi ayağıma getirir, her akşam gelir, beni alır, beraber gezeriz. Saat altı buçuğa gelince beni gezintide yalnız bırakır, eve döner, yedi buçuğa kadar yemeği hazırlar, ben gelince yemeği hazır bulur, otururum. Yemekten sonra kemanla klasik parçalar çalar klasik şiirler okur. On birde hemen yatarız. Karım altıda yataktan kalkar. Kahvaltıyı hazırlar. Benimle beraber çarşıdan o günkü zahireyi almak için çıkar. Pazar günleri yaz olsun, kış olsun mutlaka dağlara gezmeye çıkarız. Akşama kadar gezeriz. Karıma göre en güzel eğlence kırda yayan gezmek, kırların havasından istifade etmektir. Üç senedir işte hayatımız bu program içinde geçiyor. Bir gün daha bu program bozulmadı. Geçen sene maaşım on beş lira oldu. Karım bunun masrafımıza hiçbir tesir yapamayacağını söyledi. Her ay bankaya beş lira yerine on lira götürmeye başladı. Karımın fikrince masraf varidata göre değil, ihtiyaca göre yapılırdı. Varidat artabilirdi. Fakat varidatın artması masrafın çoğalması için mantıkî bir sebep olamazdı. Masrafın, yine ihtiyaç derecesinde kalması gerekirdi. Bunu ben de muhakeme ettim. Doğru buldum. Bu kadar basit, bu kadar doğru bir hükme acaba Türkiye’de kaç Türk sahiptir? Bir Türk’ün aylık varidatı yirmi beş lira iken otuz lira oldu mu, hemen evini değiştirmeye, daha fazla bir hizmetçi tutmaya kalkar. Hâlbuki bizim kumpanyanın müdür muavini yüzlerce lira maaş aldığı hâlde masrafı ihtiyacına göredir. Yani tıpkı benimki gibi… Onun karısı da hizmetçi, aşçı, uşak kullanmaz. Çarşıdan erzağını bile kendi pazarlık eder, kendi alır, kendi evine getirir. Karım:
‘Ancak doğacak çocuklar masrafa bir şey ilave ettirir.’ der. ‘Çünkü ihtiyaç değişir. Masraf da o ihtiyaca uymalı…”
Evet, nihayet bizim de bir gün masrafımızın çoğalması gerekir gibi oldu. Karım gebeydi. İşte ben asıl iktisat faziletinin ne olduğunu karımın gebeliğinde gördüm.
‘Bir hizmetçi tutsak… Sen gebesin. Rahatsız oluyorsun!’ dedim. Karım katiyyen reddetti. Gebeler için yürümek iş görmek gerektiğini, gebelikte oturmanın intihardan, havaleye, ölüme koşmaktan başka bir şey olmadığını söyledi. Hiç tertibimiz bozulmadı. Yine sabahları pazara gidiyor, gara yemeğimi getiriyordu; akşamları beraber geziyorduk. Karnı büyüdü. Sekiz aylık, galiba dokuz aylık oldu. Ben:
‘Pek yaklaştı artık bir adam tutsak.’ dedim.
‘Daha vakit var, daha vakit var!’ diyordu. Bir gün, yine sabahleyin evden çıktık. O pazara sapmak için benden ayrıldı. Öğleyin yemeğimi getirdi. Akşamüstü geldi, beni aldı. Biraz gezindik. Gayet bol bir manto giymişti. Yine akşam yemeğini hazırlamak için bir saat evvel benden ayrıldı. Ben arkasından eve gelince her vakitki gibi sofrayı hazır buldum. Oturdum, yemeğe başladık. Tam yemek ortasında Öbür odadan:
‘Viyak, viyak.’ diye bir seda gelmez mi?
‘Bu ne?’ dedim. Karım tavrını bozmadan, gayet tabii bir şey söylüyormuş gibi:
‘Çocuk!’ dedi. ‘Bugün doğurdum…’
Gözlerimi açtım. Ben hâlâ bir Alman kadının ne olduğunu tamamıyla anlayamamıştım.
‘Ne diyorsun?’ diye haykırdım. ‘Ebe nerden buldun?’
‘Ebesiz doğurdum.’ dedi. ‘Ebe hekim demektir. Ben hasta mıyım? Ebeye ne lüzum var?’
‘Ne vakit doğurdun?’ diye tekrar haykırdım. Karım istifini bozmadan cevap verdi:
‘Senin yemeğini gara bıraktıktan sonra dönerken ağrı duydum. Eve geldim. Muşambaları, siliyordum. Ağrı ziyadeleşti. Banyoyu doldurdum. Çamaşır leğenini hazırladım. Doğurdum. Çocuğumu yıkadım, sardım, yatırdım. Kendim de yıkandım. Sonra yemeği hazırladım. Gezmek için geldim, seni aldım. Şimdi gelince beş dakika kadar süt verdim…’
Hemen ayağa kalktım. Odaya doğru, bu kendi kendine doğan çocuğumu görmeye koşuyordum. Beni tuttu:
‘Otur, rica ederim. Yemeğin intizamını bozma. Kalkınca gidip görürsün…’ dedi.
Yemekten sonra küçük bir sepetin içine yatırılmış yavrumu gördüm. Açık mavi gözleri tıpkı annesininkine benziyordu. Şimdi altı aylık oldu. Henüz masrafımızda bir ziyadelik yok… Karım dört beş yaşına girmeden bir çocuğun hiçbir masrafı olamayacağını söylüyor. Bir hafta geçmeden çocuğun uyuması, ağlaması, yemesi intizama girdi…”
……………..
“Oh, azizim, ne çabuk… Tarabya’ya geldik. Ben buraya çıkacağım. Veriniz elinizi sıkayım. Anladınız ya ben niçin otuz okkadan doksan beş kilo oldum. Alman kadını… Alman hayatı… İntizamla istirahat! İşte saadetin! Allaha ısmarladık. Her pazar yayan Çamlıca Tepesi’ne çıkarız. Sen de gelirsen, orada görüşürüz. Allaha ısmarladık…”
“Madama benden ihtiramlar!” dedim. Elimi sıktı. Kalktı, hızla yürüdü. İskeleden inip diğer yolcuların arasında kayboluncaya kadar arkasından baktım. Vapur kalktı. Göğsümden asabi bir ağırlığın yükseldiğini, nefes aldırmayacak gibi boğazıma tıkandığını duyuyordum.
Artık, mesut olmak için…
……………..
Görünmez bir kâbusun önünden kaçar gibi gözlerimi ovuşturdum. Üzerinde temiz martıların uçuştuğu koyu prusya mavisi denize baktım. Karşı sahil mor tepeleri, beyaz yalıları, koyu nefti ağaçlıklarıyla sanki ebedî bir keyif uykusuna dalmış gibiydi. Fon Sadriştayn’ın uzvî istirahatından, her anına mantıkla hesap karışan saadetinden, çamaşır yıkayan, yemek pişiren, tahta silen, kundura boyayan aşkından tiksiniyordum. Ta orada… Şu küçük yalıcıkta müsrif, hesap bilmez, saz benizli, narin, şık bir kadınla borç içinde, manevi, maddi ıstıraplar içinde; tabiatın uyuşuk sükûnu karşısında sessiz, mahmur yaşamak daha tatlı değil miydi?
Açık mavi, ebediyetten kopmuş canlı köpük parçaları hâlinde, güvertenin üzerinden, sürü sürü geçen martılar:
“Evet…”
“Evet, evet.” diye hüzünlü sesleriyle bağrışıyorlar, sanki benim ruhumun meyus sualine göklerden ilahi bir cevap veriyorlardı.

BİT
Baytar Şairi Mehmet Akif Beye
Biz, bu son asrın muharrirleri en ehemmiyetsiz, en adi şeylere kıymet verir, elimize bir fırsat geçti mi “pire”yi “deve” yaparız! Bilmem hangi meşhur ruhiyat mütehassısı bu temayülümüzü hayatta ciddiyetin, edebiyatta zevkin iflasına atfediyor. Diyor ki: “Bunlar hep bozukluk alametleri! İnsanlık hasta! Muvazenesi kaybolmuş! Gözler kör! Kulaklar sağır! Hani eski eserlerin mevzularındaki büyüklük! Hani o eski asil heyecanlar, necip tezler ve ilah ve ilah…” Ben düne varıncaya kadar bu münasebetsiz iddiayı sahih sanıyor, kendimi tedavi etmeye çalışıyordum. Ne kadar mevzum vardır ki, kahramanı bir kurbağa yahut bir çekirge olduğu için yazmaktan vazgeçmişim! Fakat dün tarihî bir eser okudum. Tamam bundan iki bin sene evvel yazılmış Latince bir şaheser… Evvela gözlerime inanamadım. “Acaba mizah mı?” diye şüphelendim. Hayır, ciddiydi. Kaili deli yahut kaçık olmak şöyle dursun, zekâsıyla, vukufuyla şöhret kazanmış gayet mümtaz bir şahsiyetti: Daniel Heitisyus, Roma senatosuna “Bit”in lehinde verdiği bir istirhamname, âdeta bu asırda emsaline tesadüf mümkün olmayan bir belagat, bir mantık, bir muhakeme incisi! İşte evvel zamanda büyük adamların küçük şeylere nasıl büyük bir nazarla baktıklarını karilerime göstermek için, bugün eski okunmaz tarihlerin tozlu yaprakları arasında uyuyan bu ulvi istirhamnameyi harfi harfine tercüme ediyorum:
SENATOYA
Ey Muhterem Ayan!
Bit, herkesin tanıdığı bu meşhur hayvan, kendini doğuran insanın bu ehli misafiri, servetimize, evimize, barkımıza, mukaddesatımıza iştirak eden bu sadık refik en derin bir hakarete maruz bırakılıyor, insafsızca ezilerek öldürülüyor. Ondan yalnız su, toprak sakınılmıyor, zavallı yaşayabileceği yegâne sahadan, insan sudundan kovuluyor. Böyle bir hareketin sebebini araştıracak olursak, birçok hususta haksız olan “efkârı umumiye”den başka bir şey bulamayız. Bu içtihadınızı düzeltmek için en âlâ usul, bu yanlış anlaşılan hayvancığın evsafını size tanıtmaktır. Bit kendine ikametgâh olarak vücudun en yüksek, en asıl kısmını, yani başı intihap eder. Orada doğar. Orada büyür. Orada servetini kurar. Derler ki “İyi bir komşu kadar dünyada âlâ bir şey yoktur!” İmdi bitin de teklifsiz komşusu akıl, zekâ, fikir, hikmettir! Şuna dikkat ediniz: Hiçbir vakit bir eşeğin vücudunda bit bulamayacaksınız. Bilakis bu fetanetle meşhun hayvancığı insanda, köpekte, bülbülde, hilkatin bu üç ali mahlukunda mebzuliyetle bulacaksınız. Bitin kıdemine bakacak olursak, ona cihanın iptidalarında bile rast geleceğiz. Taşı, ilk insan naşı ısıttığı zaman, o da zuhur etti. Düşmanları onun için: “pislikten doğdu!” derler. Fakat dünyada her şey pislikten doğmuyor mu? Eğer terbiyesini tahlil etmeye kalkarsanız, ahlakının, âdetinin tatlılığına meftun kalacaksınız. Daima ailesiyle, ehli işleriyle meşguldür. Gıda tedariki haricindeki zamanını tamamıyla istirahata, tefekküre hasreder. Vakıa onun gıda aramaya ihtiyacı yoktur, daima sofrası önünde kuruludur. Vücudunun uzviyeti kadar harikalı ne vardır? Hemen hemen atomlara karışmış gibidir. Yaşayış tarzı sakindir. Müsterihtir. Kuş gibi uçmaz, pire gibi sıçramaz. Haysiyetli büyük adamlar gibi ağırdır, vakurdur. Muntazam, yavaş adımlarla yürür. Kabul ettiği hükûmet tarzına bakınız: Bitlerde kanun yapan âdettir. Bunun için de ayak takımının donunda değildirler. Hatta bu güruha bir faikiyetleri de vardır: Asla insanlar gibi birbirleriyle muharebe etmezler. Sadakatte insanları geçerler. İnsanın dostları felaketine iştirakten kaçarlar. Ortadan kaybolurlar. Bit, ezelî bir sadakatle olduğu yerde kalır, Zenginliğin karşısına gitmez. Zenginlik çekilirse o da bırakıp kaçmaz. O fakirin arkadaşıdır. Büyüklerin saraylarına uğramaz. Sefillerin içinde, en sefil olanların, mahpusların gönül eğlencesidir. Darağacına kadar zavallılara arkadaşlık eder. Hem ölümün geldiğini hissetmek mevhibesine de mazhardır. Ölüm yaklaştı mı, o uzaklaşır. En büyük âlimler de tasdik ederler ki, bu hayvancık hastalıkların önüne geçmeye has bir âmildir. Hakiki bitler asla hasta olmazlar. Tabiatı iyidir. Sakindir. Ne sokar, ne yaralarlar. Yalnız gıdıklar; hücum etmez. Hamlelerinde elemden ziyade haz vardır. Evet, bu gıdıklanma fakir için bir lezzettir. Ey muhterem ayan! Bu, sizin için de bir lezzettir; bazen başınızı, bazen belinizi, bazen koltuğunuzun altlarını, hasılı misafirciğiniz nerenize dokunursa orasını tatlı tatlı kaşıdığınız zaman bir haz duymaz mısınız? Eflâtun “Haz mahrumiyetten doğar!” demiş. Şimdi kaşınırken duyduğumuz bu hazzın sebebi kimdir? Bu mini mini âciz hayvan değil mi? Şark’ta bazı mezhepler bu masum böceğin faikiyetini anlamışlardır. Ona ellerinden geldiği kadar iyi bakarlar. Hürmette kusur göstermezler. Bundan başka bitte insanı hayrete düşürecek bir mahsuldarlık var. Bir başın üzerinde yavruları çoğalmaya başladı mı, dostları hemen gelip onu ararlar. Hatta altın pahasına satın alırlar. Bitleri öldürtmek cezaya layık bir cinayettir! Bundan başka bilirsiniz ki fanilerin en zekileri olan Yahudiler de, Şarklıların bu telakkisine iştirak ederler. Hekimlerden menkuldür ki, cumartesi günü bir biti öldüren makduh olur. Merhamet ediniz, ey muhterem ayan! Mukaddes ervah namına, ölmüş olanların gölgeleri namına merhamet ediniz. Canlı kalan bitlere merhamet! Onlar sizi seviyorlar, sizi takip ediyorlar, iyi, fena talimize iştirake her vakit hazır, size can ve gönülden bağlanıyorlar…

    Daniel Heitisvus
Evet, şiir gibi, sanat gibi, aşk gibi, şefkat gibi mantık da, akıl da, zekâ da, mazi de, ezeli, kadim Medine’nin harabeleri altında gömülü kalmış! Milyonlarca adamı bir an içinde mahvedebilecek cehennem aletleri yaparken sırf gevezelik, maskaralık için kurduğumuz “himayei hayvanat” derneklerine rağmen, bugün hangimiz biti aklımıza getirebiliriz? Onun hukukunu müdafaa değil, hatta edebiyatta “edebî kelam” diye uydurduğumuz bir riyakârlık kaidesine uyarak, ismini bile anamayız! Asırların içinde insanın ruhu büyüyeceğine küçülmüş! Ulvi hissiyatımız değil, şevki tabiimiz tekamül etmiş! Maddi fayda endişesi, menfaat düşüncesi, nihayet en tabii, en muhik bir akıbet olan ölümün o manasız çirkin korkusu bizi âdeta vahşileştirmiş.
“Buna nasıl hükmediyorsun?” mu diyeceksiniz.
Şimdi Heitisyus’un bu yüksek, bu insani davasını tekrar okurken içimde duyduğum meftuniyetin altından zehirli bir çuvaldız gibi bayağı bir sual sivriliyor. Kendi kendime gayriihtiyari:
“Acaba, onun vaktinde ‘lekeli humma’ yok muymuş?” diyorum!
Ah, evet, asri zihniyetimiz ebedî, ulvi, umumi, ilahi seyyan halk mefhumunu muvakkat uzvi faidelere feda edecek derecede alçalmış! Bugün en ehemmiyetsiz bir sıtma mikrobunu naklettiğini bilsek, mandaları öküzleri, filleri, develeri bile bir darbede hem büsbütün dünya yüzünden kaldırmaz mıyız?

    1919

Gayet Büyük Bir Adam
ŞÎMELER
Herkesin “Gayet büyük bir adam” dediği bu zat sahihten pek büyüktü. Boyu bir doksan beş santimetre idi. Yahut yürürken çok kabardığından öyle gözüküyordu. Kuvveti, şiddeti çıplak resimlerindeki kabarık bazularından belli oluyordu. Hele bıldırcın avına gidecekmiş gibi başı açık ve spor elbisesiyle çıkarttığı fotoğrafı… Elinde tuttuğu kalın ve korkunç kırbaç… Tüyleri ürpermeden kimse bu nefis ve kahraman hayale bakamazdı. O kadar büyüktü ki, nazırlar yanında pek küçük kalıyorlardı. Okuduğu birkaç milyon kitabın kafasına yığdığı o nihayetsiz malumata, okumayıp da “Okudum!” diye iddia ettiği birkaç kentrilyon risalenin sayıları da ilave edilecek olursa zekâsının… Hayır hayır, dehasının dehşetinden titrememek mümkün değildi.
Bütün gençlik, bütün ihtiyarlık, bütün orta yaşlılık, dişilik, erkeklik, büyüklük, küçüklük, iyilik, fenalık, hasılı bütün dünya onun adı anılınca ayağa kalkıyor; evvela rükûya, sonra secdeye varıyor, vardığı bu secdeden bir daha doğrulamıyor, bir daha kımıldayamıyordu.
Bu “Gayet büyük adam”ın en ziyade kızdığı şey millî ve dinî mefkurelerdi. “Ah bu serseriler” derdi, “ellerinden gelse bütün insaniyeti mahvedecekler.” Evet, dünyada milliyet kadar çirkin ve yırtıcı bir vahşilik iddiası olamazdı. İtalyanları yarım asır evvel Avusturya’ya karşı isyan ettiren, kurdukları müstakil hükûmetleri birdenbire büyüterek ve meşum tarihlerinden ilham olarak Trablus’a atılmalarına sebep olan “milliyet” hissi değil miydi? Rusya’nın Asya’yı benimsemesi, Japonya’nın sivrilişi, Sarı Tehlike, Pan Cermanizm, Pan İslavizm tehlikeleri hep bu milliyet hissinden doğmamış mıydı? Bulgarların iki hafta içinde İstanbul’a dayanmaları hangi uğursuz kuvvet sayesinde idi? Milliyetler ve dinler olmasa, insanlar bu arzın üzerinde kardeş gibi taşıyacaklardı. Türki-yerde olmayan bu tehlikeyi icat etmek en büyük cinayet değil miydi?
Büyük adam, aynı zamanda gayet büyük bir muharrirdi. Liberal gazetelerin baş sütunlarında Pan Türkizm, Pan İslamizm aleyhinde birçok yazı yazdı. Hatta bir mecmua, “Yeni lisan – Yeni hayat” hareketinin aleyhinde bulunuyor, millî cereyanı asker bozuntusu iki üç muharrire atfediyordu. Büyük muharrir sabredememişti. Hemen bir mektupla: “Ben de tamamıyla sizin fikrinizdeyim. Türklük cereyanı vatan ve millete(!) çok muzırdır.” diye takdirlerini saçıyordu. Onun fikrince felsefenin, ilmin, fennin gayesi fertleri cemaatlerinden ayırmak, onları hür ve müstakil bırakmaktı. İlim ve felsefeye yabancı kalmayan bir fert, ne milliyetini, ne dinini tanır, ayrı dinlerin saliklerini hep kardeş sayardı.
Bütün arz onların vatanı idi. Milliyetleri insanlıktı. Ancak bu nazik ve medeni noktayı anlayan insan, insan olurdu. Yoksa milliyet gibi vahşet ve karanlık zamanından kalma bir müesseseye bağlanan bir cemaatin ruhuyla, idaresiyle hareket eden, kendi arzularını unutan bir adam asla insan addolunamazdı ve bu “insan addolunamayan güruh” halkı kendilerine benzetmeye çalışıyor, “ Turan, Turan, Turan” diye tehlikeli bir gürültü koparıyordu.
Kırk sekiz yaşındaydı. Memeden kesilir kesilmez düşünmeye ve yazmaya başladığı gayrimatbu altı yüz bin sayfalık eserinde medeniyetin ferdiyete doğru yürümek olduğunu ispat etmişti. Milliyetler ölmeye mahkûmdu. Cemaatler dağılınca millî vicdanlar da yaşamayacak, herkes umumi bir idare ile değil, şahsi arzularla hareket edecek ve o vakit ortada yalnız “insanlık” kalacaktı. Fakat Avrupa’daki cemaat ruhlarının iflasına daha çok zaman isterdi. Ruhsuz ve idraksiz bir cemaat olan Osmanlı Türkleri, işte bu insaniyet gayesine yüzlerini çevirmişlerdi. Politika ile uğraştığı zamanlar diğer Osmanlıları, yani Bulgarları, Sırpları, Rumları, Arnavutları pek iyi tanımıştı. O vakitki bu gayri Türk Osmanlı arkadaşlarının milliyet ve din hususundaki taassuplarına bakar, içinden:
“Ne dar kafalı herifler!” derdi.
Bununla beraber Kozmidi[1 - Birinci Dünya Savaşı yıllarında vagon ticareti ve erzak ihtikârı ile ün kazanmış bir Rum.] ile canciğer sevişirdi. İntihabat esnasında Boşo’yu[2 - İkinci Meşrutiyet Meclisinde Arnavut milliyetçiliği ile ün kazanmış bir milletvekili.] halka “Sağlamdır… Benden hamiyetli, benden vatanperver bir Osmanlıdır.” diye takdim etmişti. “Osmanlılık, müsavat, adalet, kanun yine kanun, sonra yine kanun…” davasını şimdi Arnavut Krallığı nazırlarından olan eski fesatçılarla beraber ne güzel müdafaa etmişti! Artık “Elhamdül BakonVel Spenser”[3 - Spenser ve Btkon’a hamdederim.] bu millî ve taassup unsurları Osmanlılığın içinden çıkmışlardı. Araplar Arabistan’da ve Türkler Anadolu’da hemen hemen yalnız kalıyorlardı. Ve Türkleri yalnız İstanbul ahalisinden ibaret sanırdı. Ecnebi coğrafya kitaplarının adedini yazdığı on beş milyon Türk’ün varlığına inanmaz:
“Bu Avrupalılar etnografya ilminde pek cahildirler!” derdi. “ ‘Memaliki Osmaniye’ye haksız olarak ‘ Türkiye’ dedikleri gibi Anadolu ahalisine de hep ‘Türk’ diyorlar.” Ve faydasız mütalaayı sevmediğinden tarihe o kadar ehemmiyet vermemişti. Bütün tarihî malumatı mektepte öğrendiği şeylerdi. Bu malumatın verdiği kati itimat ile gülerdi:
“Anadolu’da on beş milyon Türk ha… Bunu yazan Avrupalılar hiç tarih okumamışlar. Türkler, Anadolu’ya altı yüz sene evvel beş yüz çadır halkı olarak gelmişler. Ada tavşanı olsalar bu kadar üreyip çoğalamazlar…”
Hâlâ mekteplerde okutulan, içinde “Türk ve Turan” kelimesi geçmeyen küçük “Fezlekei Tarihi Osmanî” kitabından başka tarih görmediğinden, Osmanlı Türkleri gelmezden evvel Anadolu’nun baştan aşağıya kadar Türk milleti ile dolu olduğunu bilmezdi. Selçukileri Acem zannediyordu. Hele Aydın ahalisi tamamıyla Rum’du. Çünkü ora ahalisine verilen “Efe” ismi Rumca eski ve genç kahramanlara verilen “Efet” kelimesinden çıkmamış mıydı? Ve Milliyetperverlerin “ Türk” yapmaya çalıştığı Türk- Osmanlı nüfusu, karmakarışık, kendi tabirince “Mağşuşülmilliye” bir heyetti. Bunlara millî ve dinî bir mefkûre vermek, müşterek insanlığa karşı bir hıyanet idi. Zira bu Türk Osmanlıların damarlarında, beş sene evvel Selanik’te çıkan milliyetperver bir paçavraya yazdıkları gibi; Rum, Bulgar, Sırp, Rus, Fransız, İngiliz, Alman, İtalyan kanı akıyordu. Ve asla “Türklük”ü kabul edemezdi. İşte kendisi Meşrutiyet’in ilanından beri beş altı milliyete intisap iddia etmişti. Hatta Balatta verdiği bir konferansta:
“Bizzat, ben bir siyonistim…” diye haykırmıştı. Lakin yine Türklüğü kabul edemezdi. Çünkü kendisinin Türk olmadığını iyice biliyordu. Türk olmadığına zekâsı, dehası şahit değil miydi? Hiç Türklerin içinden kendisi gibi mütekâmil, âlim, fazıl mütefennin, feylesof çıkabilir miydi?
Kendisi olsa olsa “Osmanlı” olabilirdi. Öyle bir Osmanlı ki, mazi ile “Memaliki Osmaniye” haricindeki Türklerle, Türklükle, Turan ile katiyen alakası yok..
Yalısının denize bakan en büyük odasını kütüphane yapmıştı. Yıllarca biriktirdiği, ciltlettirdiği kitapları birkaç sene evvel Türklük iddia eden Osmanlılara inat için Hristiyan ve ecnebi bir müesseseye vermişti. O vakitten beri yine her hafta Beyoğlu’ndan bir küfe kitap alır ve hamalla evine getirirdi. Bu zerzevat gibi küfe ile kitap almak onun eski bir âdetiydi. Osmanlılar, küfe küfe alınan bu kitapların hepsini okur zannederek ondan ürkerlerdi. Hatta Abdülhamit Efendi bile padişahken onun şöhretinden, ilminden korkmuş, terbiyesini verememişti.
Yine dolmaya başlayan kütüphanesine bu sefer büyük büyük dolaplar da koydurmuştu. Akajudan yapılmış bu narin ve şık dolaplar otuz âşıklı bir kokoşun elbise dolaplarına benziyordu. Ve kapakların fildişi levhaları üzerinde yaldızlı harflerle:
“Birinci sayfadan, Yüz on iki bin sekiz yüz kırk beşinci sayfaya kadar.
Yüz on iki bin sekiz yüz kırk altıncı sayfadan, Dört yüz otuz bir bin dokuz yüz yetmiş üçüncü sayfaya kadar…
Beş yüz bin altı yüz elli üçüncü sayfadan, sekiz yüz bin üç yüz on birinci sayfaya kadar…”
yazılmıştı. Bu dolaplar altı tane idi. Birisi görse bu gayet büyük adamın tevazu için yalan söylediğine, altı yüz bin sayfalık eserinin birkaç milyon sayfalık olduğuna hükmedecekti. Fakat sıkı sıkıya kilitlenmiş olan bu dolapların içinde hiç kâğıt yoktu. Onun eski spor elbiseleri, kırbaçları, kispetleri, tek ve çifte gözlükleri, kemerleri, cübbesi, külahı, tespihleri, nayı ve tamburası dururdu.
Açık pencereleri indirdi. Hava çok güzeldi. Fakat soğuktu. Üstünde küçük kitap kaleleri yükselen yazı masasına oturdu. Her vakitki meşguliyetine başlayacaktı. Bu masanın üzerinde asla yazı yazmazdı. Yalnız usturalarını bilerdi. Anahtarla çekmeceyi açtı. Bileyi taşını, küçük bir zeytinyağı şişesini ve bir deste de ustura çıkardı. Büyük ve âlimane bir dalgınlıkla işe başlayacaktı. Lakin, “Belki erken gelirler…” diye durakladı. Düşündü. Çıkardığı şeyleri tekrar çekmeceye soktu ve kilitledi. Sonra önüne büyük ve İngilizce bir kitap açtı. Okuyormuş gibi bakmaya başladı. Bugün iki büyük adamı davet etmişti. Onları barıştıracaktı. Şair, âlim, mütefennin, feylesof, mutasavvıf ve kabalist olduğu kadar hayalperestti. Bu iki büyük adamın dargınlığında Osmanlılık için gayet büyük, hem gayet büyük bir tehlike görüyordu. Mağşuşülmilliye ve Türklükle, Turanla münasebeti olmayan Osmanlıların en büyük adamı kendisiydi. Hatta üç dört aylık hükûmeti esnasında vatana, millete ettiği büyük hizmetleri tarihin asla unutamayacağı “büyük kabine” onun iktidarını, meziyetini takdir ederek ayanlığa namzet göstermemiş miydi? Tuhaf ve hayalî bir hezeyan içinde kendisini nazır zannetti. Ve yine yalnız hayalinde mevcut olan Osmanlı milletine bir hizmet edecek bu iki meşhur ve büyük adamı barıştırarak âyana sokacaktı. O vakit ikiye ayrılan Osmanlılar birleşecekler, gayrimillî ve ferdî hayatlarına devam edeceklerdi. Bunlardan birisi “şîmei muhabbet” birisi “şîmei husumet” iddia ediyordu.
Hayalinde büyüttüğü, hayalinde vücut verdiği gayrimillî Osmanlı milleti şimdi şaşırmıştı. Husumete mi, yoksa muhabbete mi taraftar olsunlar? Ve bu iki âlimin çıkardıkları davalarla şöhretleri cihana yayılmıştı. Eğer barışmazlarsa Avrupa’da değil, hatta bütün dünya yüzünde umumi bir muharebenin baş göstereceği iki kere iki dört eder, kadar muhakkaktı. O vakit “şîmei muhabbetçi” ile “şimei husumetçi”nin namları tarihlere geçecekti. Bu ne muvaffakiyetti… Kendisi altı, yedi yüz bin sayfalık bir eser yazmaya kalkmasına rağmen, fotoğraflarına, makalelerine, hususi mektuplarına, resmî istidalarına imzasını “feylesof ” diye atmasına rağmen henüz onlar kadar baş döndürücü ve ani bir şöhret kazanamamıştı. Bunu kıskanıyordu. Ah ne olurdu, o da bir “şîmei bir şey” uyduruverseydi… Lakin hayır, işte kendisi nazırdı. Maddeten değilse bile manen nazırdı. Mademki Türklüğü kabul etmeyen, milliyetperverlerin arkasından gitmeyen Osmanlıların en büyük adamıydı; hakikatte hakkı nazırlık değil, sadrazamlıktı. Ve Şîmeicileri barıştırıp âyana koyacak, onların iddiasından kendisine mahsus vasatı bir “Şimei” çıkaracaktı. Dünyada en nefret ettiği, sözüyle, kalemiyle her fırsatta aleyhlerinde bulunduğu Genç Türklerin en yırtıcı huysuzlukları, vahşetleri barışmamak, itilaf etmemekti. Onlar: “İtilaf mesleğin ölümüdür…” derlerdi. Ve biraz kendi itmihanlarından, programlarından feda ederek muhalifleriyle, şantajcılarla anlaşmazlardı. Hâlbuki o “muhabbet” ile “husumet”i barıştıracaktı. Çünkü budala değildi, gayet zekiydi. Hem “muhabbet” ile “husumet”in arasında ne fark vardı? Hemen hiç. Beyaz ile siyahın, tek ile çiftin, ateş ile suyun arasındaki fark kadar ehemmiyetsiz bir başkalık… Bu başkalığa âdeta “müsavat” denebilirdi. Biraz tahlil istiyordu. Yoksa muhabbetin husumetten, beyazın siyahtan, tekin çiftten, ateşin sudan hiç farkı yoktu. Ve başını sallayarak:
“Bütün yollar Roma’ya gider.” dedi.
Zaten o hissediyordu. Muhabbetçi ile husumetçinin yalnız nağmeleri değişiyordu. Bestelerinin güftesi, bu güftenin manası hep birdi… Menfaat… Ve mademki fikirlerinin esası birdi, niçin dargın duracaklar ve Turan düşmanı Osmanlılığı anarşi içinde bırakacaklardı.
Daldığı cehennemdeki gayya kuyusundan daha derin mütalaadan hizmetçi kız uyandırdı… Rumca, şişman bir beyin geldiğini söyledi. O da Rumca, yanına getirmesini söyledi. O, on yedi lisan biliyordu. İngiliz’le İngilizce, Fransız’la Fransızca, Rum’la Rumca. Arnavutla Arnavutça, Yahudiyle İspanyolca, fakat Türklerle Osmanlıca konuşurdu.
Hizmetçi kızın arkasından giren “Muhabbetçi” Bey idi. Biraz ayağa kalktı. Yer gösterdi.
“Buyrun, oturunuz bakalım.” dedi.
“Muhabbetçi”nin mesut ve şişman bir banker gibi dünya umurunda değildi. Güldü.
“Geç mi kaldım?” diye sordu.
“Hayır, hayır…”
“Fakat matbaada işimi bıraktım. Zarar ve ziyan olarak sizden bir makale almadan gitmem…”
“Pekâlâ şeye dair yazdığım yazıları sana veririm…”
“Neye dair?”
“Şeye canım…”
“Neye?”
Büyük adam öyle kaldı. Neye dair yazdığını bulamıyordu. Pazularını gerdi, dişini sıktı ve attı:
“Pestalojiye dair canım, birden bulamadım.”
“Muhabbetçi” sevindi:
“Pestaloji… Evet gayet mühim bir fen… Sekiz on senedir ben bu fenle uğraşıyorum. Osmanlılarca bilinmeyen bu ilimden ilk defa benim risalemde bahsolunması büyük bir şeref… Şerefin en büyük kısmı da size ait olacak.”
Bir saat kadar pestalojiye dair konuştular. Bu ilmin tarihinden, terakkisinden, tekâmülünden bahsettiler. Hizmetçi kız bir beyin daha geldiğini haber verdi. Büyük adam “Muhabbetçi”ye:
“Sana bir sürpriz yapacağım.” dedi. “Mutlaka barışacaksın…”
“Ne? Beni onun için mi çağırdınız?”
“Niçin?”
“ ‘Husumetçi’ ile barışmak için…”
“Evet.”
“Mümkün değil.”
“Niçin?”
“Çünkü o barışmaz. Yoksa bana göre hiç…”
Büyük adam, hizmetçi kıza, bu beyin getirilmesini yine Rumca emretti.
Muhabbetçiye:
“Sen emin ol.” dedi. “V beklediler… Biraz sonra kapı açıldı. Husumetçi büyük adama doğru yürüdü. Kendisine uzanan elleri sıktı. Yüzünü çevirip diğer misafiri görünce çehresi değişti. Bir an içinde kızardı, bozardı, sarardı, yeşilleşti, morardı, karardı. Âdeta sathına bukalemun derisi kaplanmış bir husumet heykeline döndü. Gözlüğü titriyordu. Yumruklarını sıktı. Muhabbetçiye o kadar korkunç ve ateşli bir gözle baktı ki… Büyük adam bile ürktü. Ayağa kalktı.
“Ne oluyorsun yahu?” dedi. “Otursana… Tuhaf bir tesadüf? Hiddetlenmeye lüzum yok.”
Birden Muhabbetçi de korkmuştu. Husumetçinin elinden bir kaza çıkacağından çekmiyorlardı. Fakat yavaş yavaş Muhabbetçi cesaret aldı. Arkadaş oldukları zaman onun ne kadar cesur olduğunu da öğrenmişti.
Husumetçi:
“Düşmanımın bulunduğu yerde duramam, mazurum.” dedi. Tekrar kapıya doğru yürüdü.
Büyük adam fırladı. Onun belinden yakaladı:
“Burası tekkedir. Gelmek sizin elinizde amma gitmek değil.” diyordu. İtişiyorlar; husumetçi kurtulmaya çabalıyordu. Ev sahibi bırakmıyordu. Muhabbetçi bedava sinematograf seyreden acemi bir polis hafiyesi kadar neşeliydi. Nihayet Husumetçinin gözlüğü yere düştü, büyük adam üzerine basınca tuzla buz oldu. Gözlüksüz kalan Husumetçi:
“Teslim, teslim!” diye bağırdı. Artık gitmeyecekti. Çünkü gözlüğü kırılmıştı. Artık hiç görmüyordu. Hatta şimdi kovsalar yalnız gidemeyecekti. Zira duvarlara çarpar, hendeklere düşer, denize yuvarlanırdı. Son nefesinde vasiyet veren bir hasta sesle:
“Beni bir yere oturtunuz.” dedi. Bir koltuğa oturttular. Elleriyle gözlerini ovuşturuyordu. Gayet büyük adam, feylesof, muharrir, âlim, şair ilahıre… olduğu gibi aynı zamanda doktordu. Husumetçiye gözlerinin miyop olup olmadığını sordu.
“Ah ne miyobu?” dedi. “Hep kabahat bende… O kadar çok kitap okunur mu? İşte gözlerimi kaybettim. Gözlük olursa ne âlâ; görebiliyorum. Yoksa körüm…”

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/omer-seyfeddin-32617159/beyaz-lale-69428329/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Birinci Dünya Savaşı yıllarında vagon ticareti ve erzak ihtikârı ile ün kazanmış bir Rum.

2
İkinci Meşrutiyet Meclisinde Arnavut milliyetçiliği ile ün kazanmış bir milletvekili.

3
Spenser ve Btkon’a hamdederim.
Beyaz Lale Омер Сейфеддин

Омер Сейфеддин

Тип: электронная книга

Жанр: Историческая литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Ömer Seyfettin, yaşadığı dönemin geleneksel dil ve edebiyat anlayışına bağlı kalmayan yenilikçi kişiliği ile düz yazımızın gelişme aşamasında büyük dönüşümler yarattı. "Tabii lisan, konuşulan lisandır." ilkesi üzerinde inatla durarak yalın bir anlatım kurdu. Öykünün akışında sağladığı hızlılık, olay – kişi – çevre bağlantılarındaki doğallık ve en önemlisi ustalıkla yarattığı yergi havasıyla bugün de canlılığını koruyan eserler verdi. Döneminin eski dil beğenisine saplanıp kalan yazarlarını okunmaz duruma düşüren "zaman" onu haklı çıkardı.

  • Добавить отзыв