Kardeş Sesler 2019
Anonim
Kardeş Sesler 2019
Takdim
Avrasya Yazarlar Birliği olarak atölye çalışmalarında on birinci yılı (21. ve 22. Dönem) geride bırakmış, on ikinci yıl (23. ve 24. Dönem) için hazırlıklarımızı tamamlamış durumdayız. Edebiyat dünyamıza yeni yazarlar, yeni eserler kazandırmanın mutluluğunu yaşamakta kararlıyız. AYB olarak gerçekleştirdiğimiz ilklerden biri de gerçek anlamda atölye çalışmalarıyla özgün eserler üretilen yazarlık atölyeleridir. Katılımcılarımızla birlikte emeklerimize yüreklerimizi ve deneyimlerimizi de ekleyince başarı, hatta beklediğimizin üzerinde bir başarı kaçınılmaz oluyor.
Ortak kitaplarımızla edebiyat dünyasına giren arkadaşlarımızdan yazmaya ve kendini geliştirmeye devam edip ikinci, üçüncü müstakil kitaplarını çıkaranlar oldu. Daha da ileri bir çalışkanlıkla neredeyse her yıl yeni bir kitap çıkaran; estetik seviyesini her kitapta biraz daha yükselten arkadaşlarımız oldu. AYB olarak bu arkadaşlarımızla kitap fuarlarında yan yana kitap imzalamak bizi daha çok çalışmaya sevk eden büyük mutluluk kaynağımızdır. Giderek böyle başarılı arkadaşlarımızın çoğalacağına, Türk edebiyatında yeni bir ses, yeni bir renk, yeni bir iz olacaklarına içtenlikle inanıyoruz.
“Kardeş Sesler” yıllık çalışmalarımızın sonunda çıkardığımız ortak kitabımızın adıdır. İlkini, 2010’da “Kardeş Hikâyeler Kardeş Şiirler” adıyla çıkarmıştık. Sonraki yıllarda “Kardeş Sesler 2011, 2012, 2013… diye atölye çalışmalarımıza katılan arkadaşlarımızın ürünlerini kitaplaştırmaya devam ettik. “Kardeş Sesler 2019” on birinci yıl (21. ve 22. Dönem) atölye çalışmalarına katılan arkadaşlarımızın eserlerinden bir kısmını içermektedir.
Şiir atölyesinde şair Ali Akbaş ile şair, deneme yazarı Sema Tanrıverdioğlu Ersöz; hikâye atölyesinde hikâye ve roman yazarı Osman Çeviksoy ile hikâyeci, şair Ataman Kalebozan; deneme atölyesinde dilci, deneme yazarı Hüseyin Özbay ile şair, yazar Azize Kaya özveriyle çalışmışlardır. Kaleme alınan her metin; ilgili atölye hocası tarafından estetik, konu, kurgu, ifade, yazım ve noktalama yönlerinden gerektiğinde tekrar tekrar değerlendirilmiştir. Bu değerlendirmeler ışığında yazarları tarafından son şekli verilen eserler önce halka açık okumalarda sonra dergilerde daha sonra da bu kitapta yer almaya hak kazanmıştır.
Kardeş Sesler 2019’un geçen dönemlerde yayınladığımız ortak kitaplar gibi ilgiyle okunacağına inanıyoruz. Özellikle, gönlünde yazma sevdası taşıyan, çeşitli sebeplerden dolayı atölye çalışmalarımıza katılamamış olan arkadaşlarımızın, bu kitabı inceleyerek okumaları gerektiğini düşünüyoruz.
Başarımızdaki en büyük pay, yazarlığın çilesini kabullenmiş, değerlendirmelerimizi dikkate alarak ve inanarak yazmaya devam etmiş olan katılımcı arkadaşlarımızındır. Kardeş Sesler 2019’da yer alan arkadaşlarımızı kutluyor, gelecekte her birinin yeni yeni müstakil kitaplarla karşımıza çıkmalarını bekliyoruz.
Osman Çeviksoy
AYB Edebiyat Akademisi Bşk.
AYŞENUR ÖZGÜNSEVEN
Bursa’da doğdu. Dedesini ve babasını da mezun eden Hocailyas İlköğretim okulunu bitirdi. Lise öğrenimini Şükrü Şankaya Anadolu Lisesi’nde gördü. Hacettepe Üniversitesi Eczacılık Fakültesi’nden 2019’da mezun oldu. Okumayı, yazmayı çok sever. Küçüklüğünden beri yüzmeyi sevmektedir.
Hikâyeler:
BAHARIN GETİRDİĞİ
ŞAHİT ÇOCUK
AYAK SESLERİ
BAHARIN GETİRDİĞİ
“Hoş geldin Gülbahar.”
“Merhaba abla, çok beklettim mi seni?”
“Yok, yeni gelmiştim ben de.”
“Bugün ne yapacağıma henüz karar veremedim ama bu el işini bitirebilirsem arkadaşıma hediye edeceğim.”
“Bir kolye mi olacak? Boynunda nasıl duracağını iyi düşün.” dedi, atölye sahibesi Ebru Hanım.
Düşünüyordum, düşünmesine ama ilham öyle bir şeydi ki ufacık bir kıpırtıda bir seslenişte belki de bir kelimede saklıydı. Dışarıdaki yağmur sesi bile ilham vermiyordu. Böylece dalmışken, Ebru Hanım atölyeyi havalandırmak belki kendiside şiir gibi yağan yağmurdan bir hisse alabilmek için pencereyi açtı. İçeriye bir parça ilhamın girdiğini hissettim. Hırçın rüzgârın sürüklediği az ilerideki çınar ağacının sararmış bir yaprağı, taze ve soğuk toprak kokusunu da alıp pencereden içeri girdi. Hafifçe ürperdim. Yaprağın bu zarif düşüşüne rüzgârın uğultusu eşlik etti. Gülümsedim. Yollarını gözlediğim hissiyat gökten düşüvermişti önüme. Sararmış ıslak yaprağı elime aldım. Zamanda geriye yolculuğum için bir anahtardı elimdeki ve beni o ana götürüverdi.
“Rahat bırak o yaprağı!” dedi Ebru Hanım muzip bir gülümsemeyle. “Fırını az önce açtım, o ısınırken biz de işimize başlayalım.” dedi. İçeri giren soğuk havadan üşümüş olacak ki kollarını elleriyle ısıtmaya çalıştı. “Burası da iyice soğumuş, benim sevgili ilham perilerim kaçıverirler soğuktan, belki seninkiler de çoktan kaçmıştır.” deyip pencereyi kapadı.
Yaptığı işten emin insanlarda bulunan hafif küstahlıkla bakır levhalardan birini aldım. İstediğim şekli üzerine çizdikten sonra levhayı kesmeye başladım. Bir yandan da renkleri düşünüyordum. Zihnimde sonbaharın tonları arasındaki geçişin uysallığı canlandı. Tüm renkler birbirlerini kabul ediyorlar, kendi aralarında fazlaca farklılığa tahammül edemiyorlardı. Onların birbirlerine boyun eğişi her mevsim geçişinde yaşanan dönüşümün kendineydi. Renkler bu dönüşümü ölüm öncesi bir şenlik olarak yaşıyor ancak bunun gelecek bahara bir davetiye olduğunu biliyorlardı. Bu davete gönülden itaat ediyorlardı. Bu itaatkâr renklerden hangisini seçsem diye düşünürken, onun beyaz tenine kırmızının ne kadar yakıştığını hatırladım. Evet, rengimi bulmuştum.
Bakırı kesme işimi bitirip kestiğim parçadan ipin geçeceği bir delik açtım. Polisaj makinesinde levhayı iyice parlattım. Küçük cam parçaları içeren mine tozlarıyla bakır levhanın pürüzsüz yüzeyini taşırmadan boyamaya çalıştım. Dikkatli davranıyordum çünkü bu sulu renklerin ne yapacağı pek belli olmazdı. Mine tozları eridikten sonra bakır yüzeye tutunur, onu renkli bir cam gibi kaplardı. Hazırladığım mine işini fırına dikkatlice yerleştirdim. Şimdi bu küçük kızgın fırında pişmekte olan minenin bir kalbi olsaydı, hediye edileceği güzel kızı bilseydi erimiş camın en parlak halini yansıtmak için elinden geleni yapardı diye düşündüm.
Sabırsızlığım saniyelerin zamanı ilerletme telaşını azaltıyordu. Sanki fırındaki yüksek sıcaklık mineye tesir etmiyor, Ebru Hanım’ın göz kapakları daha yavaş birbirine kavuşuyordu. Atölyenin tahta penceresi içeriye girmeye çalışan rüzgârı uğultuya çeviriyordu. Rüzgârın akıncıları bu uğultular olmalıydı. Hepsi birden hatıralarıma hücum ediyorlardı. Tanıdık bu seslerle kendimi farklı bir zamanda buluverdim.
Tahta pencereden içeri yine aynı uğultunun girdiği eski ama bakımlı bir evdeydim. Pencereyi örten dantelli perde bu uğultulara eşlik edercesine dans ediyordu. Ben ve küçük kız, pencerenin önündeki koltukta oyun oynuyorduk. Kızın kumral lüleli saçları her hareketinde havalanıyordu.
“Abla.” dedi. “Yapraklar ağaçların kardeşleri değil midir?”
“Evet, öyledir.” dedim.
“Peki, yapraklar yere düşüyor çöpçü de onları süpürüyor. Bir daha birbirlerini hiç göremiyorlar mı?”
“Elbette görüyorlar. Ağaçların yaprakları baharda yeniden çıkacak. Yani sonbahar ve kış geçince yine görüşecekler.”
“Üstünden ne çok zaman geçiyor.” Küçük kız bunu derken elleriyle ayları saymaya çalıştı. “Of, amma da çokmuş. Ağaç yapraklarını nasıl unutmuyor abla?
“Ağaç o soğuklarda baharı, kardeşlerini düşünüyor. Öyle ısınıyor. Yaprağını unutan ağaç mı olur hiç? Eğer unutursa kuruyuverir. Sen merak etme. Bizim bu koca çınar unutkan değildir. Hadi gel, dışarı çıkalım.” dedim.
Uğultulu odadan gülüşerek çıkıp evin kahve-beyaz boyalı vernikli merdivenlerinden aşağı indik. Hemencecik ayakkabılarımızı giyip sokağa çıktık. Rüzgâr soğuk esiyordu. Kardeşimin kırmızı beresi hafif kepçe kulaklarını örtüyor, birkaç asi lüle, beresinin altından çıkmış sallanıyordu. Kardeşim az önceki sohbetin hayalinde canlandırdıkları ile “Kardeşler, kardeşler.” Diyerek uçuşan yaprakları kovalıyordu. Yerden aldığı yaprakları göğe saçıyordu. Üşümüş çınar ağacı yapraklarıyla oynayışımızı izliyordu.
“Gülbahar. Hey, Gülbahar! Fırına bakıyor musun?” diye ikaz edici bir sesle irkildim. Ebru Hanım karşımda duruyor, yüzüme endişeyle bakıyordu. Telaşla fırının içini görebildiğim tek yer olan küçük deliği açıp, mineye baktım. Kıpkırmızı kesilmiş, sanki kor olmuştu. Yeteri kadar piştiğine kanaat getirip bir maşa yardımıyla dışarı çıkarttım. Soğuması için demir ızgaranın üstüne koydum. Soğuttuğum mineye rengine uygun bir ip geçirdim. Bu sırada pencereye baktım. Yağmur dinmiş ve uğultular kesilmişti. Yapraklar hareketsizdi. Vakit epeyce ilerlemişti. Ebru Hanım, atölyeyi toparlıyordu. Ona baktığımı görünce: “Sahi ya.”dedi. “Mineyi bir arkadaşına yaptığını söylemiştin. Yurtdışındaydı değil mi?”
“Evet, en iyi arkadaşlarımdan birine yaptım. Kardeşime, Gülnar’a. Eğitimi için yurtdışına çıktı. Ama bahara dönecek. Zaten kardeşlerin geri dönüşü hep bahar ayında olmaz mı?”
Ebru Hanım sorumu anlamadığını belirtircesine kaşlarını kaldırdı. Ama üzerinde durmadı. Kolyeyi çok sevdiğini, kardeşime çok yakışacağını söyledi. Mine işini küçük bir kutuya koydum. Kutuyu nazikçe çantama yerleştirdim. Ebru Hanımla tekrar görüşmek üzere anlaşıp, atölyeden ayrıldım. Sokağa çıktığımda soğuk kendini hissettiriyordu. Yerdeki yaprakların üstüne basarak yürürken gözlerim buğulandı. Dudaklarımdan istemsizce, “Kardeşler hep baharda gelirler.” cümlesi dökülüvermişti. Sararmış çınar yapraklarının süslediği asfaltı, rüzgârın uğultusunu dinleyerek adımladım.
(AYB Edebiyat Akademisi Hikâye Atölyesi 2018)
ŞAHİT ÇOCUK
Elimde tuttuğum siyah şemsiyenin muşambası delinmişti. Yağmur suları kalın damarlı elime sızıyordu. Artık iyice yavaşlamış adımlarımla taş döşeli yolda yürüyordum. İhtiyarlığın önlenemez yokuşundan son sürat inerken dolaştığım bu sokaklar hatıralarıma çıkıyordu. Şu köşe başındaki iki katlı sarı ev arkadaşım Receplerin eviydi. Biz aşağıdaki mahallede oturuyorduk. Ne yapıp eder oyunlarımıza onu da dâhil ederdik. Böylelikle oynayacak bir topumuz olurdu. Çarşının içi çocukluğumun bir döneminde şahit olduğum gibi yanık ve is kokmuyordu şimdi. Sokağı sağlı sollu yerleşmiş kahveciler, kuruyemişçiler, üst-baş satan irili ufaklı dükkânlar dolduruyordu. Buradaki haraketlilik, seyyar satıcıların haykırışları dükkân sahiplerinin “Buyrun”ları hâlâ aynıydı. Bu düşünceler içinde ne zaman buradan geçsem, Koza Han’ın Heykel’e açılan kapısı çocukluğuma çıkardı.
Sıcak bir temmuz sabahı, kafama büyük gelen külahımın altından şakaklarıma ter damlıyordu. Meydanda aşina olmadığım bir sessizlik vardı. Büyük taşlarla döşenmiş cami avlusunda koca çınara kadar koştum. Yazları cehenneme dönen havanın bunaltıcılığına esnafın, ahalinin gözlerindeki sessiz ağıt da ekleniyordu. Rüzgâr kesiliyor, yaslandığım çınarın yaprakları susuyordu. Avlunun hemen karşısındaki belediye binasında çalışanların telaşlı koşuşturmaları duyuluyordu. Gittikçe yaklaşan ritmik bir gürültü, tedirgin bekleyişi yırtarcasına buraya geliyordu. Korktum. Büyüklerimin endişeli yüzleri, çaresiz duruşları çocuk yüreğimi ürküttü. Yaslandığım ağaca tırmandım. Çınarın koca dalına anama sarılır gibi sarıldım. Sıkı sıkı tutundum ona. Ayaklarında ucu ponponlu çarıkları ve etekli üniformalarıyla bir grup asker belediye binasına geldi. Komutan en önde duruyordu. Arkasına dönüp başıyla işaret etti. Bir kısım asker binanın içine girdi. Birkaç dakika sonra ellerinde kelepçeleriyle belediye çalışanlarını dışarı çıkardılar. Komutanları dimdik duruşu ve gür sesi ile anlamadığım bir şeyler söyledi askerlere. Ardından kibirle etrafına yöneltti bakışlarını, işte o anda göz göze geldik. Annemin her gün usanmaksızın ettiği dualar kulaklarımda yankılandı:
“Allah’ım gâvurların zulmünden korusun Osman’ımı.”
Bunca zamandır her yerde anlatılan gâvurlar bunlar mıydı? Demek Mudanya’daki Ethem Amcamların çiftliğini yakan da anamın köyündeki Sultan Nine’nin liralarını çalıp, öldüresiye dövenler de onlardı. Komşular ve babam, evde bunları anlattıkça hele de civar köylerden vahşet haberleri geldikçe anamın gözleri dolardı. Bakışlarını benim ve ablamın üzerinde gezdirirken dudakları kımıldardı. Şimdi o gâvur gözlerini bana dikmiş bakıyordu. Ellerim terledi. Vücudum titremeye başlamıştı. Bana ne yapacağını düşünüyordum ki gözlerini umursamaz bir şekilde devirip belediye binasına girdi. Bayrak direğinde artık mavi-beyaz bir bayrak dalgalanıyordu. Orada, o koca çınar ağacının üstünde ne kadar süre kaldım hatırlamıyorum. Ama o bakışların sinemde bir yerleri yangına çevirdiğini hissetmiştim. Küçüklüğümün o döneminde yüreğimin son yanışı değildi bu. Tam iki yıl süresince boyun eğmek zorunda kalmış insanların gözlerindeki kıvılcımlara yandım. Bir de çok aramama rağmen gözlerinde kıpırtı dahi göremediklerime… Biri üzüntüden diğeri ise hırstandı.
Okula gidip gelirken sokakta oynarken arkadaşlarıma yaşananları anlatmayı alışkanlık haline getirmiştim. Evdekilerin konuştuklarını onlara anlatıyordum. Ulu Cami’ye hayvanlarını bağlayan, çarşıda pazarda hor davranan, genç kızlara sarkıntılık yapan gâvurdan bahsediyordum. Arkadaşımın babası bir gün babamı uyarmış:
“Osman çocuklara neler anlatıyor? Gül gibi geçinip gidiyoruz, bizim bir derdimiz yok. Çocukların kafasını bulandırmasın.” diye. Benim içimi yakan da en çok buydu. Geceleri yüzümü göğe çevirip yeryüzündeki ay ve yıldızın mahzunluğunu şikayet ediyordum.
Umudumun iyice seyreldiği bir eylül ayıydı. Cepheden zafer haberleri geldikçe Yunan zorbalığını arttırıyordu. Müdafaa için çalışan gençleri, kendilerince sebepler bulup hapishaneye kapatıyorlardı. Civar köylerden sürekli kanlı haberler geliyordu. Elimizden silah namına kullanılacak her şey alındıktan sonra yapabildiğimiz tek şey valiliğe zulümleri bildirmekti. Vali de işgal komutanlığına zayiatı bildiren dilekçeler yazardı. Bunlara doğru düzgün karşılık bile verilmezdi.
Her gece küllenen umutlarımla kapıyordum gözlerimi. Yeni bir kardeşim olacaktı. Onun hürriyetten mahrum Bursa’da doğacağını, ay ve yıldızı sadece gökyüzünde yan yana göreceğini düşündükçe kahroluyordum. Çiseleyen yağmurun tesellisiyle uyuya kaldığım geceden gök gürültüsü ile uyandım. Dışarıdan bağırışlar geliyordu. Art arda silahlar patlıyordu. Damların üstünden yer yer siyah dumanlar yükseliyordu. Heyecanla dışarı fırladım. Annem ardımdan:
“Osman şimdi çıkma!”dese de duramadım.
Yağan yağmur, başıma siper ettiğim ellerimden aşağı sızıyordu. İri taş döşeli sokakta koşuyordum. Evlerin perdeleri çekili, kapıları sıkıca kapalıydı. Köşedeki iki katlı sarı evi geçip yukarı çıktım. Dükkânların camları kırılmış, içlerindekiler sokağa saçılmıştı. Yakınlardan ağlama ve çığlık sesleri geliyordu. Çarşı içindeki is kokusu ve duman bütün Bursa’yı kaplamıştı. Nereye gittiğimi bilmiyordum. Sokakların boşluğu ve tek tük karşılaştığım kaçışan insanlar beni korkutsa da geri dönmedim. Çınarın yanına vardığımda yağmur dinmişti. Bağrışmalar ve ayak sesleri artınca caminin avlusuna girdim. Belediye binasında ay yıldızlı bayrak salınıyordu şimdi. Yağan yağmur, şehrin üzerindeki kara lekeyi silip götürmüştü. Huzur, yeniden vatanına dönmüştü. İçimi büyük bir sevinç kapladı. Temkinli ve koşar adımlarla yanmış sokaklardan geçerek eve gittim. Belediye binasında gördüğümü evdekilere söylemek için sabırsızlanıyordum. Kapıyı açan ablamdı. Yüzündeki gerginliğe rağmen gözlerinde ışıl ışıl bir bakış vardı. Tam olanları anlatacakken beni susturdu. Kat kat battaniyeler içerisinde huzurla uyuyan kardeşimi göstererek:
“Galip geldi Osman! Adı ile beraber geldi.” dedi.
(AYB Edebiyat Akademisi Hikâye Atölyesi 2019)
AYAK SESLERİ
Uzun demirlerle çevrilmiş bahçede banklara oturan öğrenciler sınıftaki komik anılarını birbirlerine anlatıp gülüyorlardı. Konuşmalar ve gülüşmeler bahçede bir uğultu halinde yayılıyordu. Öğle arası yaklaşmıştı. Okulun yemekhanesinden yayılan yemek kokuları, öğretmenler odasına kadar gelmişti. Düşüncelerim midemin açlığını bastırıyordu. Birkaç haftadan beri zihnimi meşgul eden fikirlerle boğuşuyordum. Ünlü bir edebiyat dergisi şiir yarışması düzenliyordu. Pek çok defa denediğim gibi yine yazmaya çalıştım. Olmadı. Gerginliğim bakışlarıma aksetmiş olacak ki az önce öğretmenler odasından içeri giren Murat yanıma geldi. Selam verip derdimi sordu. Murat iyi bir şairdi. Kırmızı kaplı defterine yazdığı şiirlerini, biz mesai arkadaşlarından gelen bin bir rica ile okurdu. Bunları hatırlayarak:
–Yetenekli bir şairsin, dedim.
–Sağ ol. Biraz yeteneğim olduğunu inkar edemem. Ama daha çok çalışmakla ilgili benimkisi. Duygularımı, kalbimin içindekileri döküyorum kağıtlara. Sonra da mahremim gibi saklıyorum onları.
–Yeteneğini küçümsüyorsun, dedim.
–Tezer, dedi bana bakarak. Çalışmayı yüceltiyorum çünkü onsuz yapamazdım.
Bakışlarımı yerden kaldırmadan gülümsedim. Zil çaldı. Murat’a iyi dersler diledim. Benim dersim yoktu. Çayımı alıp manzarasını sevdiğim pencere kenarına geçtim. Murat’ın az önce söylediklerini tekrar ediyordum. “Çalış Tezer, çalış! Bunun için uğraşırım tabii ama duygularına çalışabilir mi insan?” dedim kendi kendime. Düşündüklerim mızmız bir kara bulut gibi çökmüştü başıma. Uzun zamandır içimden atamadığım bu fikir iyice şiddetlenmişti. Etrafıma bakındım. Odada kimse kalmamıştı. Sessizce kalktım. Duvarın bir kısmını kaplayan bölmeli dolaplardan, sağda en üstteki Murat’ın dolabıydı. Altıma sandalye çekip dolaba uzandım. Kırmızı defter her zaman ki yerindeydi. Kalbimin atışı hızlanmıştı. Defteri alıp, dolabı kapattım. Koridordan ayak sesleri yaklaşıyordu. Hemen sandalyeyi yerine itip camın karşısındaki yerime geçtim. Çayım henüz soğumamıştı. Defterin yapraklarını karıştırmak için sabırsızlanıyordum. Sesler uzaklaştı. Sayfaları birer birer çevirmeye başladım. Keşfedilmeyi bekleyen bir hazineydi elimdeki. Oysa Murat yazdıklarını saklıyordu. Ona bahşedilen yeteneğin hakkına giriyordu. Defterin sayfalarında dolaştıkça bütün hepsini kopyalamak istedim. Fazla zamanım yoktu. Üstün körü okuyabildiklerimden birkaç tane daha şiir seçtim. Birer kopyasını aldım. Defteri yerine kaldırdım. Çıkardığım kopyaları ise ceketimin cebine koydum. Artık soğumuş olan çayımdan bir yudum aldım. İcraatımı tetikleyen düşünceler de durulmuştu. Bu şiirlerle yarışmalara katılabilirdim. Yavaş adımlarla merdivenleri inip okuldan çıktım. Evim okula çok uzak değildi ama yürüyüşümü hızlandırmıştım. Peşimde biri varmış gibi hissediyordum. İşte, işte bunlar ayak sesleri değil mi? Süratimi arttırdım. O da hızlandı. Tok ve sert adımlarla bana yaklaşıyordu. Yakalanmış olmanın korkusuyla arkama dönüp bakamıyordum. Bütün kuvvetimi bacaklarıma verdim. Dönmem gereken aralıklar geride kalmıştı. Bu halde yürüdüm çok yürüdüm.
Kalbim kulaklarımda atıyor, yüreğim gür sesiyle unutulmuş varlığını haykırıyordu. Peşimdeki ayak sesleri kalbim ile aynı ritimde ilerliyordu. İkisi de sanki göğüs kafesimin içindeydi. Varacağım yere bu yollardan gidilmiyordu, anlamıştım. Düşüncelerim, kaçışım ve duygularım birleşti, tek bir yol oldu. Ah! Ne geç farkına vardım, iyi ki terk etmedin beni. Arkama dönüp bakmama gerek yok, vicdanım tanıdım seni.
(AYB Edebiyat Akademisi Hikâye Atölyesi 2019)
BERK DALBUDAK
Henüz 18 yaşındadır. İlkokuldan beri yazar olmayı hayal etmiştir. Çok sayıda hikâye, deneme ve roman yazmayı denemiştir. İlk ciddi yazma çalışmalarına Avrasya Yazarlar Birliği Yazarlık Atölyesi ile başlamıştır. Atölye onun sadece yazı hayatını değil, hayata bakışını da etkilemiştir. Atölyeyi “Bu yaşıma kadar başıma gelen en güzel şey!” diye tanımlamaktadır. Üniversite sınavlarına hazırlanan Berk Dalbudak, başarılı bir roman yazarı olmayı hedeflemektedir.
Hikâye:
BİR ŞEY OLSUN
Deneme:
MODERN KÖLELİK
BİR ŞEY OLSUN
Karanlık, gökyüzünü çoktan esir almıştı. Ankara yorulmuş, sabahki gürültüsünden eser kalmamıştı. Evlerin ışıkları birer birer sönüyordu. Ben ise tamamı camdan olan salon duvarından caddeyi seyrediyordum. Çayyolu’nun kendine özgü havası beni çoğu zaman güvende hissettiriyordu. Bir yandan da kendini beğenmiş bir semt olduğunu düşünüyordum. Bazen diyorum ki; Çayyolu’nu alıp farklı bir şehre yapıştırsak ne değişir? Muhtemelen birçok şey aynı kalacaktı. Çünkü Çayyolu, Ankara’yı Ankara yapmıyordu. O kadar kendini beğenmişti ki, Ankara ile muhatap dahi olmuyordu. Ankara’ya değer katıyor olsa da kendini diğer semtlerle bir tutmuyordu. Bu aykırı tutumu sinirlerimi bozuyordu. Bana göre Ankara her şeyiyle bütün olmalıydı. Ama Çayyolu, kendini bir türlü Ankara’ya yakıştıramıyordu. Çok bencil de olsa kendimi güvende hissettirdiği için Çayyolu’nu seviyordum.
Evim tek odalıydı. Fakat en büyük villalara dahi değişmeyecek kadar çok seviyordum onu. Camın hemen önünde L şeklinde bir çek-yat koltuğum vardı. Bu sayede hem yatak odasına ihtiyacım duymuyordum hem de tasarruf etmiştim. Zaten hemen hemen hiç ziyaretçim olmuyordu. Bu yüzden çoğu zaman kalktığımda yatağımı kaldırmak dahi istemiyordum. Sonuçta kimse görmeyecekti.
Koltuğun hemen yanında çalışma masam duruyordu. Evde çalışırken, Ankara’nın tüm güzelliği önüme seriliyordu. Bu güzel manzara karşısında bir şeyler yazmak çok kolaydı. Tıkandığım noktalarda ara veriyor, arkamdaki sehpanın üzerindeki pikabı çalıştırıp müzik eşliğinde dışarıyı seyrediyordum.
Odanın sağ tarafı boydan boya kitaplıktı. Biraz eskimiş de olsa arada bir tozunu aldığımda gayet güzel görünüyordu. Amerikan tarzı dedikleri mutfağım da bana yetiyordu. Yalnız kalmak isteyen bir insanın başka neye ihtiyacı olabilirdi ki?
Tek kolumu koltuğun sırtlığına yaslamış, başımı da yan şekilde üzerine koymuştum. Çıplak ayaklarımı olabildiğince karnıma çekmiş, kendimi güvende hissetmeye çalışıyordum. Fakat yine de bir türlü güvende hissedemiyordum. Bir şeyleri yanlış yapıyor olmalıyım, diye düşündüm.
Son derece güvenli bir sitede, kırk altıncı kattaki sakin bir dairede yaşıyordum. Herhangi bir düşmanım, alacaklım; bana karşı kini olan kimse yoktu. Kimseden kaçmam gerekmiyordu. Düşünmem gereken ağır bir borcum, geceleri uyanmama neden olacak, zihnimi ele geçiren dertlerim yoktu. Yakın zamanda büyük bir olay da yaşamamıştım. Sürekli ve güvenilir bir işe sahiptim. Her şey olması gerektiği, olmasını istediğim gibiydi. Fakat nedense ben kendimi çok derin bir çıkmazda hissediyordum. İçimdeki çaresizlik, korku ve endişe duyguları beni boğuyordu. Kalbim sanki yerinden fırlayacak gibi atıyor, bir türlü sakinleşmiyordum. Ne uyumak istiyordum ne de uyanık kalmak. Başka hiçbir yerde olmak istemiyordum ama bu evde kalmak da istemiyordum. Karanlık her tarafımı sarmış, bana kaçacak hiçbir delik bırakmamıştı, sanki. Ölmek ya da yaşamak istemiyordum. Bir şey istiyor, bir şeye ihtiyaç duyuyordum. Fakat ne olduğunu bilmiyordum.
Aklıma doktorumun söylediği, bu gibi durumlarda yapmam gerekenler geldi. Hızlıca doğruldum. Karnıma çektiğim ayaklarımı temkinli bir şekilde yere uzattım. Sanki yer alev alev yanıyordu. İstemeden bu gereksiz korku hissine kapılmıştım.
Yere basar basmaz hemen ayağa kalktım. Hızlıca mutfağa gidip dolapları karıştırmaya başladım. Dolabın birinde bir tütsü buldum. Ocağının yanındaki çakmak ile yaktıktan sonra koltuğa döndüm. Elimdeki tütsüyü koltuğun önündeki sehpanın üzerinde duran tütsü tablasına koyup koltuğa uzandım. Ellerimi serbest bırakıp bedenimi sakinleştirmeye çalıştım. Yıllardır meditasyon yapıyordum. Birçok negatif duyguyu yenmemde çok faydası oluyordu. Fakat böyle durumlarca nadiren işe yarıyordu.
Vücudumu ne kadar rahatlatmaya çalışsam, nefes egzersizi yapsam da kalbimin atışı bir nebze olsun yavaşlamadı. Yaptığım meditasyonla içimdeki çocukla dahi buluştum. Fakat içimdeki çocuk bile korkuyor, odasından çıkmak istemiyordu. Sanki hayatımı kökünden etkileyecek, geri dönüşü olmayan bir hata yapmıştım da ona üzülüyordum. Fakat hiçbir şey yoktu işte. Her şey istediğim gibiydi. Yine de kurtulamıyordum bu duygudan. Bir şeyler yapmak zorundaydım yoksa sabaha kadar uyuyamaz, acı içinde kıvranarak saniyeleri sayardım.
Doğrulup yandaki masaya uzandım. Üzerinden cep telefonumu alıp doktorumun numarasını çevirdim. Fakat daha telefon çalmadan hemen kapattım. Konuşmak istemiyordum. Sadece doktorum ile değil, hiçbir insan ile konuşmak istemiyordum. Bu yüzden aramak yerine mesaj yazmayı tercih ettim. Ne söyleyeceğimi bilmiyordum. İki cümlelik bir mesajı yazmam dakikalarımı almıştı.
“İyi geceler, Rukiye Hanım. Rahatsız ettiğim için kusura bakmayın. Yine bir anksiyete atağı geçiriyorum. Ne yapacağımı bilmiyorum.”
Çok kararsızdım, daha önce böyle bir durumda kimseden yardım istememiştim. Öyle bir durumdaydım ki düzelmek dahi istemiyordum. İyi olmak ya da böyle kalmak istemiyordum. Ne kadar anlamsızdı bütün bunlar. Bir insan nasıl iyi olmak istemezdi ki? Düşünmeyi bırakıp gönder butonuna bastım.
Mesajı göndermemin üzerinden on dakika geçmesine rağmen yanıt gelmedi. Saat gece yarısını geçmişti. Belki de uyumuştur, diye düşündüm.
Bir yandan bu durum beni rahatlatmıştı. Yardım isteyen bendim ama artık mesaja cevap vermemesi için dua ediyordum. Kimseyi istemediğim gibi yalnız kalmak da istemiyordum. Nasıl bir saçmalıktı bu? Sürekli kendimi suçluyordum.
Dünyadaki milyarlarca insandan daha iyi imkanlara sahiptim. Bir çok insan karnı aç yatmak zorunda kalırken benim buzdolabım yiyecek doluydu. Aklıma, her gün işe giderken Hacettepe acil servisinin az ilerisindeki parkta gördüğüm adam geldi. Kendimi onunla kıyasladım. Her gün aynı yerde, üzerinde bir battaniye ile uyuyordu. Hep merak ederdim, nasıl bir hikayesi var, diye. Acaba gerçekten sokakta yatmak dışında başka çaresi olmayan bir insan mıydı yoksa iş arkadaşlarımın dediği gibi, böyle insanlar bizden daha mı zenginlerdi? Daha da önemlisi yetkililer neden bu adamın her gün, Ankara ayazında sokakta yatmasına izin veriyorlardı?
Cevap ne olursa olsun o adamın şu an soğukta, belki aç bir şekilde yattığı gerçeğini değiştirmiyordu. Ben ise sıcacık evimde, istemediğim kadar çok yiyeceğim oldu halde mutlu değildim. Benden kat be kat zor durumda olan insanlar bile hayata tutunurken ben sahip olduklarımla bir türlü yetinemiyordum. Ne kadar bencildim.
Bir şey olsun istiyordum. Tamam, iyi olmak istemiyordum. Ama bir şey olmalıydı. Bu durumdan kurtulmak da istemiyordum, böyle kalmak da. Ne istiyordum ben, yahu!
Derken zil çaldı. Hemen yerimden kalkıp kapının yanındaki ahizeye vardım. Ekranda güvenlik personeli Ali Rıza Beyi gördüm. Kısa bir tereddütten sonra konuşma tuşuna bastım.
“Buyur, Ali Rıza Bey.” dedim sesimin normal çıkmasına çaba göstererek. Uzun süredir ağzımı dahi açmadığım için sesim çatlamıştı. Fark eder etmez öksürerek boğazımı temizledim.
“Kusura bakmayın rahatsız ettim. Bir hanımefendi geldi, sizi görmek istiyor.” dedi. Ali Rıza Bey’in hemen çaprazında duran kadını henüz fark ettim. Bu kadın, doktorum Rukiye Hanım’dı. Onu görmeyi hiç beklemediğimden küçük bir şaşkınlık yaşamıştım. Mesajıma cevap vermemişti ama evime kadar gelmişti. Ne düşüneceğimi bilmiyordum.
Titreyen ellerimle tekrar konuşma tuşuna bastım.
“Hanımefendiyi tanıyorum, içeri alabilirsin.” dedim. Ali Rıza Bey, ‘Tamam’ anlamında başını salladı ve görüntü kesildi. Görüntü kesildiği halde, hipnotize olmuş gibi siyah ekrana bir süre daha bakmaya devam ettim. Birkaç dakika sonra da kapı çaldı. Kalbim sanki yeterince hızlı atmıyormuş gibi daha da hızlı atmaya başladı. Sadece Rukiye Hanım ile değil, herhangi bir insanla yüz yüze görüşmekten çekiniyordum. Fakat kadın buraya kadar gelmişti. Bir bahane de bulamazdım, evde olduğumu biliyordu artık. Çaresizce kapıyı açtım.
Koridorun loş ışığı altında yüzünde hiçbir duygu belirtisi olmadan, sakin bir şekilde karşımda duruyordu. İki elinde de kahve vardı. Sitenin biraz yukarısında bulunan kahveciden aldığını hemen anladım. Neden kahve almıştı ki?
“Hangisini sevdiğini bilmiyordum bu yüzden kendi sevdiğim kahveden aldım. Umarım beğenirsin.” dedi ve izin dahi istemeden içeri daldı. Geçebilmesi için kenara çekilmek zorunda kalmıştım.
Lambaları yakmamıştım. Odayı aydınlatan tek şey dışarıdan gelen, gecenin solgun ışığı ve binanın koridorundan gelen ışıktı. Kapıyı kapatmadan önce Rukiye Hanım’ı gözlerimle takip ettim. Elindeki kahveleri masaya bırakıp lambaları yaktı. Sonra koluna taktığı, daha önce fark etmediğim çantasını eline indirip masanın üzerine bıraktı. Sonra da paltosunu çıkarıp sandalyelerden birinin üzerine bıraktı.
Neydi bu şimdi? Hiçbir şey anlamamıştım. Kapıyı kapattıktan sonra olduğum yerde kalıp Rukiye Hanım’ı izledim. Çantadan bir poşet çıkardı. İçinden plastik bir saklama kabı ile yiyecek birkaç ıvır zıvır çıktı. Üstünkörü gördüğüm kadarı ile kabın içerisi tropikal meyveler ve çeşitli yeşillikler doluydu. Çok geçmeden bu salatayı hatırladım ve bu durum beni tebessüm ettirdi. Çünkü bir seansımızda ona bu konudan bahsettiğimi hatırlamıştım. Anneme bu salatayı yapmış olduğumu ve onun bunu beğenmediğini söylemiştim. “Bu malzemeler aynı anda yenir mi hiç?” diye sitem etmişti annem. Fakat ben seviyordum işte. Kimi insan midesiz olduğumu düşünse de ben seviyordum, önemli olan da buydu. Kahve ile birlikte yediğimde ayrı bir memnun oluyordum. Fakat bana annemi hatırlattığı ve kendimi kaygılı hissettirdiği için uzun süredir yememiştim. Çünkü bana annemi hatırlatıyordu. Annemin yokluğunu hissettirecek her şeyden kaçıyordum. Bir salatadan bile korkacak kadar zavallıydım.
Poşetten salata dışında birkaç konserve yemek daha çıktı. Hiç tereddüt etmeden mutfak dolaplarımı karıştıran Rukiye Hanım, getirdiği yiyecekleri masaya hazırladı. Saatlerdir yemek yemediğimi tahmin etmiş olmalıydı.
“Hadi durma orada, bize çatal getir.” dedi sabırsız bir ses tonuyla. Hemen kendime gelip çekmeceden iki çatal çıkardım. Birini Rukiye Hanım’a verip karşısındaki sandalyeye oturdum.
Kahvaltı dahi yapmamıştım ama hiç iştahım yoktu. Kendimi olabildiğince zorlayıp salatadan yemeye başladım. Rukiye Hanım’dan azar işitmek istemiyordum.
Arada bir ona ‘Neler oluyor?’ der gibi kaçamak bakışlar atıyordum. Fakat önemsemiyordu. Bir süre boyunca hiç konuşmadan yemekleri yiyip kahvelerimizi içtik. Sonra masayı toplayıp bulaşıkları yıkadı. Ben hâlâ sandalyede oturuyor, hiç konuşmuyordum. İşini bitirdikten sonra yanıma gelip bana baktı. Bakışlarını üzerimde hissetsem de ona bakmıyor, ellerimle oynuyordum. Eğilip kucağımdaki ellerimden birini tutu ve kendine çekti. Karşı koymadan ona uydum. Beni ayağa kaldırıp koltuğa götürdü.
Yan yana koltukta oturuyorduk. Ellimi hiç bırakmadığı gibi diğer elimi de tutup avuçlarının arasına aldı. Ellerimi sımsıkı tutuyor, gözleri gözlerime anaç bakışlar attığını hissediyordum. Fakat ben onun yüzüne dahi bakmıyordum. Bakışlarım duvara kilitlenmişti. Tek elini ellerimden çekip yanağıma getirdi. Elleriyle ona bakmaya zorladı. Şimdi göz gözeydik.
“Çantamda, gerekli olan bütün evraklar hazır olarak duruyor. Tek yapmak gereken imzalamak. Biliyorum sen…” derken birden konuşmayı bıraktı. Neden bahsettiğini çok net anlamıştım. Ona tek kaşıma kaldırarak, bakmaya devam ettim.
“Affedersin, sözümü keseceğini düşünmüştüm.” dedi. Hafifçe tebessüm ettim. Tebessüm edebildiğime göre hâlâ bir şeyler hissedebiliyordum. Sözlerine ara vermeden devam etti. “Konuyu biliyorsun, bunu seninle sayısız defa konuştuk. Cevap verebilecek durumda mısın? Cevap vermek istemezsen sorun değil, dert etme.” diye sordu. İşte bu kadında en sevdiğim şey buydu; benden bir beklentisi yoktu. Beni hiçbir zaman hissettiklerim için yargılamamıştı. Fakat diğer herkes, “Ne kadar aptalsın! Hayatında her şey mükemmel. Rahatlığından böyle yapıyorsun. Çok bencilsin, hissettiklerin sadece kafanda. Hiçbir şeyin yok.” gibi şeyler söylüyordu. Özellikle de hiç ağlamadığım için bana inanmıyorlardı. Ama Rukiye Hanım, benim durumumda olan insanların kolay kolay ağlayamadıklarını biliyordu. Bu konuyu kendi içimde defalarca düşündüğümden hemen konuşmaya başladım.
“Daha önceden istememiştim. Çünkü özel bir üniversitede edebiyat öğretmeniyim ve bu durumun işimi etkilemesini istemiyordum. Fakat şunu fark ettim; neden bu kadar umursuyorum ki? Siz biliyorsunuz, defalarca intihara teşebbüs ettim. Haftalarca hastanede yattığım oldu. Hastanede beni ziyaret ettiğinizde bana bir soru sormuştunuz. Okula devam etmek istiyorsam eğer tanıdıklarınız aracılığı ile bu intihar olayını polise gitmeden örtbas edebileceğinizi söylediniz. Ben ise okula devam etmek istediğimi söyledim. Siz de benim cevabımdan memnun olmamış, intihara hazır olmadığımı söylemiştiniz. O gün size çok kızmıştım. Nasıl bir sağaltımcı, ne hakla hastasına böyle bir şey diyebilir, diye düşündüm. Hatta benim iyi olmamı istemediğinizi bile düşündüm. Fakat şimdi neyden bahsettiğinizi çok net anlıyorum. Eğer intihar düşüncesi içinde dahi geleceği düşünüyorsam…”
“İçinde hala yaşam umudu vardır.” diyerek cümlemi tamamladı. Bu durum beni bir kez daha gülümsetti. Gözlerine yardım istercesine bakıyordum. Bir cevap verecek durumda olmadığımı anlamış olacak ki hemen harekete geçti.
Ellerimi bırakmadan ayağa kalktı.
“Araç aşağıda hazır bekliyor. İmzaları orada atarsın.” dedi.
“İşim ne olacak?” diye sordum.
“Bu durum siciline işleyecek. Çalıştığın üniversite dekanı ile görüştüm. Klinikten çıktıktan sonra işine devam edemezsin. Fakat şimdi bunları düşünmeni istemiyorum. Çünkü orada ne kadar kalman gerektiğini, ne zaman çıkacağını bilmiyoruz. Olduğun durumda ne kadar terapi görürsen gör hiçbir etkisi olmayacak. Klinikten çıktıktan sonra yine terapiye devam ederiz. Klinikte ağır bir tedavi göreceksin. Sonrası bir daha kamuda çalışamayabilirsin. Fakat…”
“Bu bir sorun değil.” diyerek sözünü tamamladım. “Her şeyi yoluna girer, biliyorum. Koskoca dünya, yapabileceğim sonsuz iş var.” dedim. Bana ‘İşte benim oğlum.’ der gibi baktı.
Birkaç ay önce adını telaffuz edemediğim tanılar konulmuştu. Sadece anksiyetem olsa terapi ve ilaçlarla iyileşebilirmişim. Ama bu durumda kendimi kolay kolay kontrol edemiyordum. İşimi kaybetmek umurumda değildi.
“Yalnız kalacak, yine endişe duyacaksın. Hatta yine atak geçireceksin. Belki işler sandığından daha kötü olacak. Ama sorun değil. Bunların hepsi tedavi sürecinin bir parçası. Güven bana, iyileştikten sonra düşünürsün geleceğini. Şimdi düşünmen gereken hiçbir şey yok. Her şey yolunda.” dedi ve benden cevap beklemeyerek beni kapıya sürükledi. Bir yandan sandalyeye gelişigüzel bıraktığı kabanını alıyor, bir yandan da konuşuyordu. “Evini, işini ya da herhangi başka bir şeyi dert etmene gerek yok. Sen iyileşmene bak.”
Konuşmasının sonunda aklımda hiçbir soru işareti kalmamıştı. Hayatım hakkında en ufak bir karar dahi veremeyecek durumdaydım.
“Dünya ona baktığın kadardır. İstersen iyi, istersen kötü olur. Hayatın da aynı şekilde. Mutlu ya da mutsuz olmak bir karardan ibarettir. Sen karar verecek durumda değilsin. İstediğin kadar kendine inan, içindeki diğer senler buna izin vermeyecek. Kendini iyi olmaya zorlama artık, rahat bırak. Klinikte ihtiyacın olan her şey sana verilecek. Hiçbir çaba sarf etmene gerek yok. Herhangi bir ihtiyacın olursa doktorlarına iletmekten çekinme. Oradaki herkes sana yardım etmek için var.”
Anahtarlarımı ve kişisel eşyalarımı Rukiye Hanım’a teslim edip son kez evime baktım. Ait hissettiğim tek yer burasıydı. Bir an önce iyileşip evime dönmek istemeyi istemek için sabırsızlanıyordum. Evimle vedalaştıktan sonra Rukiye Hanım’ın beni sitenin önünde bekleyen araca götürmesine izin verdim.
Artık kalbim bir saat öncesi kadar hızlı atmıyordu. Farkında olmadan, geçirdiğim atağı atlatmıştım. Kalp ritmim düzene girmeye başlamış, nefes alış verişlerim sakinleşmişti. Artık ne istediğimi biliyordum; uyumak. Kendimi tamamen bırakıp dinlenmek, hiçbir şey düşünmemek istiyordum. Öyle de oldu.
Yıllarca bir şey olsun istedim. İyi ya da kötü bir şey değil. Sadece bir şey olsun istemiştim. İnsanlar bunu anlamamışlardı. Çünkü kendimi şartladığımı düşünüyorlardı. Onlara göre mutluluk sadece bir seçimdi.
Mutluluğun bir seçim olduğuna tamamen inansam da bazı durumlarda kontrol insanın elinde olmuyor. Bazen de mutsuz olmak isteyebilirim. Mutlu olmayı istemek bu kadar yüceltilirken mutsuz olmayı istemek neden sürekli dışlanıyor, hep sorguladım. Ben mutsuz olma hakkımı da istiyorum.
İyi olmak istemiyordum. Bir şey olsun istiyordum. Beni hayata yeniden ikna edebilecek bir şey. Tedavim ne kadar sürecek, nasıl bir süreç geçireceğim, klinikten çıktıktan sonra beni nasıl bir hayat bekliyor olacak; hiçbir fikrim yoktu. Ama bir şeyler değişecekti, buna emindim.
Bugün, klinikten çıkalı dört ay oldu. Kendimi neredeyse öldürecek olduğuma inanamıyorum. Tamamen iyileşmesem de çok büyük yol kat etmiştim. Artık zihnimi kontrol edebiliyordum. Bundan sonrası için klinikte yatarak tedavi görmeme gerek kalmamıştı. İlaçlarımı alıyor, düzenli olarak Rukiye Hanım ile görüşüyordum. Bir gün tamamen sağlığıma kavuşacağıma inanıyorum.
Önümde duran kâğıt yığınına bakıyorum. Üzerinde çalıştığım roman sonunda bitmişti ve bilgisayara geçirilmeyi bekliyordu. Daha sonra, anlaştığım yayınevine gönderecektim. Saatin çok geç olduğunu fark ettim. Kâğıtları olduğu gibi bırakıp koltuğa uzandım. İşimi bitirmenin tatlı yorgunluğu ile uyuyakaldım.
Artık mutsuzluktan korkmuyordum. Çünkü bana mutlu olmanın değerini hatırlatıyordu. Bir şeyler oluyordu ve olmaya devam edecekti. Bunu bilmek benim için yeterliydi.
(AYB Edebiyat Akademisi Hikâye Atölyesi 2019)
MODERN KÖLELİK
Köleliğin tarihi çok eskilere uzanır. Özellikle Eski Mısır ve Yakın Doğu’da çok yaygın olarak görülen bu sistem, savaşta esir düşmüş kölelerden, yakınları tarafından para için satılan çocuk kölelere kadar zalimce köleleştirilen, sayısı hiç de az olmayan insanları barındırır. Köleler, diğer insanlara göre çok daha aşağı statüde kabul edilmekteydi. Dolayısıyla herhangi bir özgürlükleri olmadıklarından hukuki ve sosyal açıdan da bir hakları yoktu.
19. Yüzyıla kadar sıkça devam eden bu korkunç durum, günümüzde dünyanın hemen her yerinde yasaklanmıştır.
“Bu can sıkıcı geçmişi bırakıp bugüne gelelim. Günümüzde kölelik sona ermiş, her insana, bağlı olduğu devlet tarafından eşit haklar verilmiş, insanlar artık hukuki açıdan özgürleşmişlerdir. Mutlu son…” demeyi çok isterdim. Fakat bu durum şu an bile devam ediyor olabilir. Hatta bu kölelik düzeninin mağdurlarından biri de siz olabilirsiniz. “Yoo, ben gayet özgür bir bireyim. İstediğimi yapıyorum. Hayatıma kendi seçimlerime göre yön veriyorum.” dediğinizi duyar gibiyim. Üzgünüm ama yanılıyor olabilirsiniz.
Biz istemesek dahi bir şekilde içine düştüğümüz, farkında olmadığımız bir düzenin etkisi altında kalmış olabilir miyiz?
Kölelik denildiği zaman çoğu insanın aklına ilk gelen, bir insanın fiziki olarak esir alınması ve çalıştırılmasıdır. Fakat bu kadarla kalmadığı çok aşikar.
Öncelikle kendimize şu soruyu soralım; “Özgür müyüz?” Özgürlük, herhangi bir koşulla sınırlanmaya, zorlamaya, kısıtlamaya bağlı olmaksızın düşünme ve davranma durumu, idi. Peki, biz gerçekten herhangi bir koşulla sınırlanmadan, zorlanmadan, kısıtlanmadan düşünebiliyor, davranabiliyor muyuz?
Şimdi bana göre olası olan bir durumdan bahsedeceğim.
Küçük bir kasabada yaşayan bir adam düşünelim. Bu adam küçükken ailesinin zoruyla yıllarca okula gitmiş. Asıl istediği meslek çiftçilik olmasına rağmen daha çok para kazanabileceği farklı bir dala yönelerek istemediği bir daldan mezun olmuş ve bir işe girmiş.
Günün birinde bir kadınla tanışıp evlenmiş ve iki çoğu olmuş. Çocuklara bakmak, evin masraflarını karşılamak derken kendini unutan adam yıllarca istemediği bir işte çalışmaya devam etmiş. Yıllar yılları kovalarken bu durum böyle devam edip gitmiş.
Şimdi özgürlük kavramına tekrar dönelim. Bu adamın nelere bağımlı olduğunu (nelerin kölesi olduğunu) inceleyelim. Bir baba olarak çocuklarına karşı sorumluluğunu yerine getirmelidir, buna bir sözüm yok. Fakat bu uğurda kendi hayatını hiçe sayması kabul edilebilir bir durum mudur? Çiftçiliği severek, isteyerek, zevk alarak yapacağını düşündüğü halde bu hayalinden vazgeçip, daha çok para kazanabileceği, istemediği bir işe girmiştir. Bu durumda adam köle, efendisi ise paradır. Çalıştığı şirketteki düzene uymak zorunda olduğu için belli tabuların dışına çıkamamıştır. Bu durumda da patronu, adamın efendisi olmuştur. Sermaye sahibi patronunun rahatı için istemediği, inanmadığı bir düzene uymak zorunda olmakla kalmayıp ona dayatılan, zorunlu gibi gösterilen ihtiyaçlar, ihtiyaçlar arttıkça gelen daha çok para kazanma hırsı, yapılan zamlar, süslü ünvanlar; onu daha iyi bir köle haline getirmeye başlamıştır. Farkında olmadığı gibi bu düzenden zevk almaya bile başlamıştır.
Hayatımız, biz doğduğumuzda içinde bulunduğumuz sistem tarafından çoktan belirlenmiş olabilir. Bu durumda; yanlışlarımız, doğrularımız, sınırlarımız önceden belirlenmiştir. Bu yargılar bizimmiş gibi benimseriz onları. Bu yargılara aykırı bir güdü duyduğumuzda kendimizi hatalı hissedebiliriz.
Doğar, okur, çalışır ve ölürüz. Bence kimse bize ne istediğimizi sormuyor ve hayatımız bu rutinlere bağlı olarak ilerliyor. Olur da durumun farkına varırsak bu sefer de çok geç olacaktır. Artık mecburiyetlerimizin ve kaybetmek istemediklerimizin kölesi olmuşuzdur.
Küresel şirketlerin para uğruna, insanların sağlığını ve isteklerini hiçe sayarak gerçekleştirdikleri ürün ve hizmetleri de bu düzene ayak uyduruyor olabilir. Bu durumda paranın kölesi olduğumuzu söyleyebilir miyiz?
Kısaca köle düzeni, varlığını farklı isimler altında eskisinden daha güçlü bir şekilde devam ettiriyor olabilir.
“Kölelere asla özgür olacakları kadar ödeme yapmazlar. Hayatta kalmalarına yetecek kadarını verirler ki çalışmaya devam etsinler.” demiştir Charles Bukowski. Bence bu söz, durumu çok net bir şekilde açıklamaktadır.
Şimdi hikâyenin aksi durumunu düşünelim. Eğer kahramanımız kendi istediği yoldan gitseydi mutlu olamayacak mıydı? Kat be kat mutlu olacağına eminim. Belki diğerine göre daha zor bir hayatı olacaktı ama sonuçta özgür bir birey olacaktı. Belki kimsenin kölesi olmayacak, inanmadığı bir hayatı yaşamak zorunda kalmayacaktı.
Eğer kölelik düzeni olmasaydı çok daha mutlu olacağımızın bariz bir gerçek olduğuna inanıyorum. En nihayetinde özgür olacaktık. Peki ya o zaman her şey yolunda mı olurdu?
İnsanlara para karşılığı bir şey yaptırılamayacağından işçi diye bir sınıf olmayacaktı belki de. Sanayi gücümüz gelişmeyecekti. Devletlerin bir işlevi olmayacaktı.
“E zaten hepimiz özgür ve mutluyuz. Ne gerek var sanayiye ya da devlete?” diye düşünmeden edemiyorum. Fakat bu durumda araba, elektrik, telefon gibi insan hayatını kolaylaştıracak icatlar var olmayabilirdi. Olmasaydı da özgür bireyler olarak kalsaydık daha mı kolay olurdu acaba hayatımız?
Benim vardığım sonuca göre kölelik düzeni hiçbir şekilde kabul edilemeyecek kadar zalim bir düzendir. Fakat insanların her konuda, koşulsuz özgür olması da sağlıklı bir çözüm olmayacaktır. Bu yüzden eşitlik değil, adaletin olması gerektiğini düşünüyorum. Herkese ihtiyacı olan kadarı verilirse kimsenin bir üstünlüğü olmaz, değil mi? Kimsenin kölesi olmak zorunda kalmayız.
İnsanoğlunun özgür yaratıldığına inanıyorum. Ali, Mehmet’e kimi sevmesi gerektiğini, neye inanması gerektiğini, nasıl yaşaması gerektiğini söyleyememeli. İnsanoğlu da sanat gibi, hep özgür olmalı…
(AYB Edebiyat Akademisi Deneme Atölyesi 2019)
EMİNE ÇOLAK
1968’de Malatya’da doğdu. Orta öğrenimimi Malatya’da tamamladı. Altı çocuk annesidir. Ankara’da esnaflık yapmaktadır. Şiir ve denemeler yazmaktadır. Yazıları çeşitli edebiyat dergilerinde yayımlanmıştır.
Denemeler:
DUVAR VE KÖRLÜK
KAPİTAL BABA / OĞLU NOEL
ÜZÜM VE İNSAN
SORGU
Şiirler:
GECELER
GELME
USTA
VEDA
YAR SANA GELESİM VAR
DUVAR VE KÖRLÜK
Bir ara gözlerimi kapatıp yürümeye çalışıyorum. Başaramıyorum. Görmeseydim yürüyebilirdim. Gözlerimi kapatıp yürümek anlamsız geliyor bana. Eğer saklamıyorsa bedenimi ne anlamı var. Mesele gördüklerim değil. Görünmeyeni arayışım. Yürüyebilirim gözüm ama açık ama kapalı.
Aslında önemli olan yolun beni nereye götürdüğü. Enginlere mi? Dağlara ya da çöllere belki de bir duvar çarpacak alnıma ve burnuma. Acı verecek belki. Yol engine giderse mesele yok. Kâh yürür, kâh otururum. Devam edebilirim. Dağlar çıkarsa önüme sorun etmem, çetin tırmanışta yalnız kalırsam seslenirim dağlar yankılanır, kendimi yalnız hissetmem, bana arkadaş olur. Çöl ise yoluma çıkan, kuma seraplar çizerim avuturum kendimi. Kavurur yakar çöl sıcağı, susuz kalabilirim ama bir umut bulurum seraptan geçebilirim çölü.
En kötü seçenek duvardır. Ruhsuz, sevimsiz, duygusuz. Konuşsam yankısız, sabit ve umutsuz. Sadece yaslanıp ağlayabilirim, gözüm açık ya da kapalı önemsizleşir. Ne başlangıçtır ne son, soğuk duygusuz lanet bir duvardır işte. Ben gözlerimi kapatmadan yürümek istiyorum. Engine yol almak.
Hedefler çizerim kendime ileri daha ileriye. Yürürken rüzgârın şarkısını dinlerim ağır adımlarla. Yağmurun damlaları düşerken saçlarıma hissedebilmek rahmeti bereketi, her yağmurda yıkanıp arınabilmek toprak gibi. Bir duvarı karşıma almak, bu istemediğim bir durum. Duvar üretmenin sonu tüketmenin başlangıcıdır. Arada bir arkama bakmak da isterim. Görmek bıraktığım izleri, ileriyi görmek hedefimi önüme koyarken, her adımda vazgeçiş sebeplerimi hatırlamak isterim.
Bir yazı okumuştum. Koşu bandında yürümek insanın psikolojisini bozuyormuş. Beyin her adımda ilerlediğini görmek istermiş. Koşu bandında yürürken gözlerin gördüğü manzarayla aynı kalınca yol, yürürken ilerlememiş olmak beyne zarar veriyormuş ve bu ruh sağlığını bozuyormuş.
“Yürüyün ama açık alanda duygularınızı da yürütün, beyin sabitlenmeyi sevmez.” Diyordu uzman. İşte önümde duvar olunca ilerletmez, bedenime, duygularıma ve beynime sınır koyar. Umutsuzlaştırır. Kapatma gözlerini, aç duvarın arkasını, hayal et ya da yık o duvarı. İşte o zaman bir çıkış bulabilirsin.
Dört duvar arası yalnızlık öldürür diyorlar. Evet, doğru. Ufuksuz, umutsuz, hayalsiz yaşamaktır. Bazen sınır olur duvar ülkelere. Bir gün gelir yıkılır duvar ve özgürleşir insan. Kapısı olmayan ev ya da bahçe gibidir gözlerimi kapatmak. Çiçeğini, ağacını, dumanı tüten bacasını göremeden içinde yaşayanı nasıl hayal edebilirim.
Duvar körlüktür gözlere. İnsanın kendi elleriyle ördüğü. Ve yine sadece kendisinin yıkabileceği.
(AYB Edebiyat Akademisi, Deneme Atölyesi 2018)
KAPİTAL BABA / OĞLU NOEL
Mezopotamya ananın bir oğlu olur. Adını kapital koyar. İsim babası büyük büyük dede Plautos ve Mamon’dur.
Kapital oğul öyle oburdur ki emek, emek üretilen her seyi çabucak yer bitirir. Doymak nedir bilmez. Asırlarca Mezopotamya ananın biriktirdiği ne varsa yer yutar. Ana çaresiz en çok sevdiği kızı Anadolu’dan yardım ister. Halden anlayan müşvik kızı anasını kırmaz, dağlardan, denizlerden gelen misafirlerine çok ikramlar yapar, onları misafir eder. Niyeti kendini tanrıça sayan kızlarını, tanrı ilan eden oğullarını, kıramayan yumuşak kalpli Mezopotamya ananın yükünü hafifletmektir. Bunu gören Kapital obur oğul Anadolu kızın yanına gelir, bir plan yapar. Niyeti Mezopotamya ananın elindeki azalan hazinelerine başka diyarlarında üretip elde ettikleri ne varsa onları da ekleyip yemektir. Gözü doymaz Kapital kendini Tanrı ilan eder. Planını uygulamak için harekete geçer.
Anadolu kadın, misafirleriyle meşgul olduğu bir gün, Kapital oğul (Antalya) Demre’de şaman tohumu serpilmiş bir avuç toprak alır torbasına gizlice koyar. Niyeti kendine bir oğul yaratmaktır. Torbasına koyduğu şaman tohumlu toprakla Kostantiniy ‘ye sarayına gider kapıyı çalar. Orada misafir olur, gözlem yapar yiyip yutacağı ne var araştırır. Kiliseye gider orada ateşli bir tartışma yapılmaktadır. Kapital eline bir tuğla alır havaya kaldırır”, işte toprak su ateş birleşince ne güzel olmuş, neden tartışmayla vakit harcarsınız üretin, Baba oğul kutsal ruh üçü bir arada güzel oldu”der. Kilise yetkilileri “ evet güzel oldu “deyip Kapitali tebrik ederler. Toplanan piskoposların amacı yeni dinin figürünü belirlemek ve bir üçlü işaret tesbit etmektir. Kapitalin üçlü benzetmesi onlarda bir çağrışım yapar teslis işaretini oluştururlar. Kapital tuğlayı alır şaman tohumu serpilmiş toprağı koyduğu torbasına onu da koyar, yola çıkar Mısıra gider.
Eski roma ordusundan Persli bir askeri bulur. Tanrı Apollo’nun kızı Myra’yı sorar, Persli asker Myra’nın gece tanrısıyla savaştığını karanlığı yendiğini söyler. Tarih(25 aralıktır). Aynı güne denk gelen yıllarda Amon’ ra’nın annesi bu mağarada onu doğurmuş, Tanrının oğlu olarak saraya götürmüştür. Pers’li asker anlatmaya devam eder”aradan uzun yıllar geçer Myra’nın kutsadığı bu mağaraya soğuk bir gece çobanlar sığınır ateş yakıp ısınmak isterler, mağarada bir ışık yanmaktadır. Meryem oğlu İsa ‘yı doğurmuştur, (25 Aralık)” Persli asker hikayesini bitirir. Kapital hemen Mısır sarayına gider yetkililerle görüşür, onlara bir takvim yaprağı bırakır (25 Aralık), kutsal gece yazılıdır, sarayın hoşuna gider, kutlamalar yapar. Sonra bir kiliseye gider oraya da bir takvim yaprağı bırakır, (25 Aralık)yazmaktadır.
Kapital oğul planını çok beğenir, ata biner yola devam eder. Önüne kum çıkar deveye biner. Sıcak canını sıkar bunaltır, Finlandiya’ya gider. Çok soğuk bir hava üşümeye başlar bir evin bacasından evin içine iner, bacadan inen Kapital Tanrı ‘yı gören anne kız korkar, Kapital Tanrı onlara korkmalarına gerek olmadığını söyler. Dışarıda Ren geğiklerine koşulmuş arabasını gösterir. Torbasında şaman tohumu serpilmiş önce ısınan, sonra üşüyen, bacadan inerken nemlenen, tohumdan bir çam filizi yeşermiştir. Finli şaman aileye çam filizini verir ona iyi bakmalarını söyler. Finli şaman aile çam filizini kapıya diker. Kapital tanrı çam ağacına iyi bakarlarsa gelecek yıl oraya hediye bırakacağını söyler, Ren Geyiğine koşulmuş arabasına biner NEW YORK’a gider. Ağaca bir takvim yaprağı bırakmıştır, (25 Aralık).NEW YORK’ta mola verir. Şaman tohumu serpilmiş torbasında kiliseden aldığı tuğla, Finli kadının ocağında gizlice aldığı kül, içine birkaç dolar katarak otel odasında bir hamur yapar, artık kendine bir yardımcı yaratmış, oğlu Noel karşısındadır. Kapital Tanrı kendine bir çete kurar, başına da oğlu Noel’İ görevlendirir, çetesine bir isim koyar, Kapitalmilis gücü.
İleride başarılarını kutlamak için bir takvim yapar yortu bayramı. Her yıl aralık ayında on beş gün bayram tatili ilan eder. Doğu’nun ve batı’nın masallarından ve de topraklarından yarattığı oğlu Noel artık hazır, çetesi oluşmuştur. Üretip kazanılan parayı toplayacak hepsi onun olacaktır. Önce çam ağacı bıraktığı küçük kızdan yayılarak tüm çocuklar hediye için beklemeye başlar. Hediye hayali kuran çocuklar , çam fidanları ışıklı lambada ısınırken, Kapital tanrıya inanmış insanlar banka ve kredi kartlarından hediye siparişine başlar.
Noel sarhoşluğu geçtiğinde, kontrol edilen banka hesapları boşalmış bulunacaktır. Ne hediye ne yardım gelmiştir. Ayık olmayan kafalarda hatırlanmayan eğlenceler ve kime ne amaçla yapıldığı belli olmayan dualar, Kapital tanrının torbasında, yeni yıllara uçup gitmiştir.
(AYB Edebiyat Akademisi, Deneme Atölyesi 2018)
ÜZÜM VE İNSAN
İnsan mı önce yaratıldı yoksa üzüm mü tarihi bir kayıt yok. Üzümle dostluğumuz çok eskiye dayanır. Tadı kokusu öyle güzeldir ki vazgeçilmezimiz oldu. Besinimiz, kazancımız, ticaretimiz, zenginliğimiz, mutluluğumuz, bazen şifamız, bazen sarhoşluğumuz oldu. Önce yedik sonra şarap yaptık. Şarabın serüveni devam ederken, kurutmayı öğrendik. Tabi bir de üzüm yaprakları onlar da tenceremizdeki yerini aldı, onu da çok sevdik. Zayıf ince bir çubuktan meydana gelen salkımların bizi getirdiği nokta üzüm bağımlılığına doğru insanı sürükledi. İnsanlığın doğuşu Mezopotamya’dan yola çıkan üzüm ve insan dünyanın her yerine birlikte gittiler. İki sevgili gibi birçok medeniyetler kurdular ve gelişerek yol aldılar.
Kutsal kitaplar üzüm ve şaraptan bahseder. Mevlana mesnevisinde üzüm ve şaraba benzetmeler yapar, bu ikili birlikte tarif bulur. Üzüm şarabı, koruk hamlığı, olgunluk erdemi, sarhoşluk ilahi aşkı temsil eder. Mevlana bilir ki üzüm ve insan, her coğrafyada, bütün insanlık tarihinde tanınan bir ikilidir.
Ömer Hayyam rubaisinde, üzüm ve şaraptan bahseder:
Şarap sen benim günüm güneşimsin
Öyle bir dolsun ki seninle içim
Bir bildik beni görürse sokakta
Ne o şarap nereye böyle desin.
Mısralarıyla Hayyam, yaratanı, yaratılanı ilahi duyguları felsefi bir deyişle anlatır. Bütün insanlığın ortak dili; üzüm, şarap ve insan. İnanç, duygular, erdem, ilahi aşk ayrılmadan, felsefeye dönüşür.
Sonunu hiç hayal dahi etmediğimiz, üzüm insan birlikteliği belki de sona erecek. Asrın yeni buluşu üzüm çekirdeği oldu. Şifalar aradık, çeşitli denemeler yaptık ve altın gibi gramajlayıp fahiş fiyatlara satmaya başladık. Mucize diyemesek de üzüm çekirdeği tozu raflardaki yerini aldı. Milyonlarca tonunu şaraba dönüştürürken, üzüm çekirdekleri fıçılarda mayalanırken biyolojik yapısı değiştiğinden tohum olarak kullanılamıyor, artık.
Belki birkaç yüzyıl sonra üzüm yetiştirmek imkânsız olacak. Yıllar sonra belki de terk ettiğimiz bağları özlerken, İzmir, Manisa, Arapkir ve Ankara’nın bağlarının hayali içimiz de buruk hatırası gözümüzde canlanırken tadı damağımızda, kokusu burnumuzda, dilimizde bir türkü, pencere kenarında bir saksıda üzüm çiçeğini büyütmeğe çalışırken bulacağız kendimizi.
(AYB Edebiyat Akademisi, Deneme Atölyesi 2018)
SORGU
Evdeyim. Küçük mütevazi mutfağım da masamda oturuyorum. Gün sonu yorgunluğumu üzerimde eve girince çıkardığım kabanım gibi askıya asabilmek ve dinlenmek istiyorum. Burası benim alanım olduğunun rahatlığıyla yaslandığım sandalyem önümde çay fincanım bırakmayı hiç düşünmediğim sigaram. Çayımı yudumlarken bir an gözümde canlanan soğuk bir adliye koridoru, ve içimde konuşan kendi sesimdi.
Bugün ve yaşadığım her günün sonunda kendimi ikinci bir ben karşımdaymış gibi sorguluyorum. Bunu neden yapıyordum gün içi yaşadığım olaylarda kontrol edemediğim ya da yeterli olamadığımı düşünüyor olabilirdim bilinçli yaptığımı söyleyemem. Bir öz güven eksikliği olabilir mi, ya da psikolojik, beni iç benliğime götüren bir rahatlama iç güdüsü demeli miyim?Çocukluğuma gidiyorum bir an. Beni bu sorguya götüren bir travma arıyorum. Umutla bir sebep bulmak için biraz gençliğimde dolaşıyorum. Sonra hatıramda ki daha belirgin yıllara geliyorum. Acaba sorgu muhakemem de kendime yalancı şahitlik etmiş olabilir miyim? Neden yaptıklarım ya da yapamadıklarım önemliydi. Önce mi? şimdi mi? Onayladığım ya da eleştirdiklerim mi daha çoktu? Eğer öyleyse şimdi neden kim adına muhakeme yapıyorum. Kim için sorgu sahnesindeyim, ben sıradan bir hayat sürüyordum.
Yoksa bilinç altı oyunum kendimi içimdeki beni önemsediği için mi gün sonu mahkemelerim oturuma açılıyor ve kürsü de 1.ben hakim 2.ben savcı 3.ben sanık sandelyem de oturum başlıyor du. Kendi adalet sarayım da iyi hal gözlemlemesi yapıp gün içi eylemlerime destek ifadeleri veriyorum. Aldığım sorumlulukların yorgunluğu beni mutlu ya da mutsuz ediyordu. Bu yükümlülük isteyerek mi? ya da insan olmanın gereği rollerim olabilirmi? Sorular soruyorum kendime yine cevaplar üretiyordum kendimce.
Gözlemlerim beni küçük bir dünyaya hapsedilmiş ihtimaline yöneltiyor. Neden? Kendi hayatımı yaşamıyor muydum ki bende ki benler birbirini bazen açık bazen gizli gözetliyordu. Hayır, bunların hiç biri değildi. Kavramları ruhumda tam olarak yerli yerine oturtmamış olmalıyım. Peki hangi kavram kargaşaya sebep oldu ya da beni rahatsız eden geleneklerin oluşturduğu benimsemek istemediğim kurallar mıydı veya farkındalığın farkına mı varmıştım?
Bulunduğum yer zaman zemin belki dünyada ki rolüm hafızamda bütünüyle dolduramadığım bir boşluk olabilirdi. Bana ait sadece kişisel tercihlerimi yerleştireceğim özel bir alan. İşte bu alana kendimce tepkisel davranışlarımdı içimdeki mahkemelerim. Gün sonu zihnimde canlandırdığım, sorguladığım ben de ki ben bunu istiyor olmalı.
Hakim yanım davranışlarımı analiz ederken savcı yanım suçluluk psikolojim de gün içi davranışlarım dan beni sorumlu tutuyordu. En cesur ve en sevdiğim ben sanık sandelyem de otururken yüzsüz bir taleple bir kahve molası istedi. Sıcacık fincanım da tüten mis kokulu kahvemi yudumlarken rahat bir tavırla son savunmamı yaptım. Gün içi davranışlarımdan ben sorumluydum ve ben insanım yanlışım doğrularım bana ait, kimseyi mutlu etme mecburiyetim olmadığı gibi hayatımı renklendiren benimle hayatı paylaşan insanları sevdiklerimi incitme bilerek bilmeyerek zarar verme hakkımında olmadığını söyleyip duruşmayı bitirdim.
(AYB Edebiyat Akademisi, Deneme Atölyesi 2019)
GECELER
Bir yalvarış geceye ellerim açık.
Masal mı yaşananlar sonu karışık?
Yıldızlara yürüsem, tutar mı ışık.
Araladım umutla eskiyen geceleri.
Geceler ki uzun, derin bir endişe.
Biçare gidiyorum, sonsuz çöküşe.
Kement atsam boş, gökteki son güneşe.
Geçiyorum yarışla, eskiyen geceleri.
Ne ümit buldum eski korkularım da
Ne ben yanıldım yeni yankılarım da
Bir kıyamet ki sessiz uykularım da
Dikiyorum telaşla, eskiyen geceleri
Yüreğimde ki hasret katran karası
Kanatır içimi yalnızlık yarası
Yakılsın artık bu bahtımın çırası
Yıkıyorum fıratta eskiyen geceleri
Yıldızlar toplayıp, saçlarına taksam.
Tel, tel ayırıp, ellerime dolasam.
Sonra çıkıp dışarı, güllere koşsam,
Alıyorum sarışla, eskiyen geceleri.
Bir bana miras kaldı senden yalnızlık.
Dudağım hece, boğazımda hıçkırık.
Yalvarmak nafile, aklım pek karışık.
Geçiyorum karışla, eskiyen geceleri.
Türküler söyledim şiir karaladım.
Ben de sen gibi yürek mi yaraladım.
İçimde ki derde, nefes araladım.
Siliyorum yavaşça eskiyen geceleri.
(AYB Edebiyat Akademisi, Şiir Atölyesi 2018)
GELME
Siyah sütler sağıyorum
Dünyanın gece memelerinden.
İçiriyorum, yalnızlığıma.
Sarılar topluyorum güneşi solduran.
Aşkın acısından yüzüme sürüyorum.
Uzun bekleyişten yaşlanan, ellerimdi.
Bir ölüm yalnızlığı yakıyor yüreğimi.
Denizler sanki bir avuç mavi.
Gözlerinin rengiydi yüzüme sürdüğüm.
Karlar yağdı, beyazdı avuçlarım.
Sensiz, kimsesiz, ağarırdı saçlarım.
Artık gelmeni istemiyorum, gelme.
Toprak alsın, tüm renklerimi,
Bir anne şefkatiyle.
(AYB Edebiyat Akademisi, Şiir Atölyesi 2018)
USTA
Sen baktın ya gözlerime
Yaşanmamış bir bahar geldi usta.
Tuttun ya ellerimden, öyle sıkı
Öyle derinden
Sana sığındım kalkıp da yerimden.
Güvendim böylece, güvendim usta.
Uzakta durur ya dağlar
Öyle dik, öyle hoyrat.
Biliyor ya yüreğim ne huzurlu ne rahat
Burada kalsın özgürlük, burada insan,
Burada kavga
Geliyorsun ya sen de yollar ipek,
Kollarım kanat.
Kuş ol da uç gayri, dönmek yok usta,
Bu dağlarda sana bana, ölmek yok usta.
Evvel zaman önce, dur da ben anlatayım
Parça parça döküldü, kanadı her bir yanım.
Bir kaldı bana, bir dumanlı başım
Ne yanlış, ne doğru heyhat! Pek yanılmışım,
Bülbül ol da anlat, güllere mi kanmışım?
Anlat bana usta, anlat, geç mi kalmışım?
Bir zamanlar gençtim, ben de
Herkes kadar,
Cesur olmak dedikleri, ağaçtan atlamak kadar.
Eteklerim de ziller, kucağım da topaçlar ,
Bir şey aldı bilmem, benden benim olanı
Bulur muyuz dersin usta,
Bulur muyuz arda kalanı?
Sevgi dedikleri, büyüyen bir ırmaktı,
Yol ararken, bir niyeti akmaktı,
Sen açıp da göğsünü bu yol sanadır dedin
Büyüdü gözlerimde doldu bir nehir.
Kapatma gözlerin izin ver usta.
Uzaktaydın sen, vardı sence sebebi.
Buradayken ben üstelik,
Burası cehennem dibi.
Oynar gibi bir çocuk arkadaşıyla
Sobeleme,
Bul beni bu yerde, bul be usta.
Sen tut elimden, kal be usta.
Büyür ya gölgeler, gölge tenhada gezer.
Sessiz içre, derinden, güneşleri öteler.
Kucağımda sübyan, hayat beni iteler.
Dur bi soluk alayım, sor be usta
Bir yok var içimde alevli kor be usta.
Karanlıktı bu sokaklar, karanlık ve ışıksız
Unutuldum bu yer de, bu yer sessiz ve ıssız.
Birileri elbet yanımda, ama kader nasipsiz.
Ellerimi yüreğine koymadan gitme usta.
Yıllar sonra beni benden beni senden etme usta.
Bir uçurumun kenarında, rüzgarın kucağında.
Bir karanlık güç gibi ateşin ocağında.
Yandığım cehennemin narından yatağında.
Ne orda ne burda, başının saçağında.
Dolaşsam tellerine açma beni usta.
Bu dipsiz kuyulara saçma beni usta.
Çıkmaz bir sokakta yol aradım,
Önümde bir ışık, o sendin.
Dokunsam, ateştin alev alacak.
Ulaşsam ellerim bir yokluğa varacak.
Hayal ettim yüreğinde olmayı,
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/anonimnyy-avtor/kardes-sesler-2019-69500053/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.