Aytmatov Araştırmaları

Aytmatov Araştırmaları
Anonim


Aytmatov Araştırmaları

“Bu dünyadan insanlar göçüp gider ama yaptıkları iyi şeyler kalır.”
    Toprak Ana

Cengiz Aytmatov’un aziz hatırasına


Ön Söz
Cengiz Aytmatov romanları, hikâyeleri ve yaşamıyla kültür tarihimize büyük hizmetleri olan bir şahsiyettir. Sözlü halk ürünlerinden yola çıkarak yerelden evrensele uzanan Aytmatov, dünyanın her yerinde ilgiyle okunmuştur. Bu ilginin altında elbette felsefi bir temel vardır. O, insanlığın sorunlarını dile getirerek onlara çözüm önerisi arayan yüksek bir felsefeye sahiptir. Bu kitap onun felsefesini anlamak ve anlatmak için oluşturuldu.
Aytmatov Araştırmaları, iki bölümden oluşmaktadır. İlk bölüm, genel olarak tematik diyebileceğimiz okumalardan oluşur. Bu bölümde halk biliminden dilbilime pek çok alana ilişkin metinler bulunmaktadır. Burada amaç, muhtelif yazılardan hareketle onun sanatının değişik yönlerini irdelemektir. Bununla birlikte ikinci bölümse geleneksel çizginin ötesinde, kuramsal okumalardan oluşmaktadır. Yazın tahlillerinde kuramsal çözümlemelerin artması, farklı yorumlarla metne ilişkin anlam ve anlamlandırmaların çoğalması kuşkusuz bir gerekliliktir. Biz bu gerekliliği karşılamak adına çabaladık ama yine de eksilerin olduğunu kabul ediyorum. Aytmatov’un sanatı üzerine hâlâ söylenilmesi gereken çok şey var. Umarım bu konudaki çalışmalar sistemli bir şekilde yapılır ve artar. Bunu her ne kadar Aytmatov için söylüyor olsam da tüm yazınsal tahliller için geçerlidir. Eleştiri geleneğimizde bu bir kültür hâline gelmeli, klasik tahlillerin ötesine geçilmelidir. Öyle de oluyor, eskiye nazaran kuram çalışmalarında artış göze çarpıyor. Bu durum, doğal olarak, eksiğimizin tamamlanacağı inancını ve sevincini içimizde doğuruyor.
Öte yandan, kitaptaki bazı metinlerin daha önce yayımlandığını belirtmem gerekir. Bu metinler oldukça ilgi gördükleri için aynı eserde toplandı. Böylece Aytmatov’un sanatına ilgi duyan ve onun eserleri üzerine çalışmayı düşünen kişilere de kolaylık sağlanmıştır. Bu metinler özel bir işaretle gösterilmiştir. Ayrıca çalışmanın sonuna seçilmiş bir dizin eklenmiş ve böylece araştırmacılar için sağlanan bu kolaylık ileri noktaya taşınmıştır.
Son olarak, bu kitap muhtelif makalelerin bir araya getirilmesiyle oluşmuştur. Makaleleriyle çalışmaya katkı sağlayan her yazara ayrı ayrı teşekkür etmeyi bir vazife sayıyorum. Ek olarak kitaba sunuş yazmayı kabul eden sayın hocam Doğan Günay’a da teşekkür borçlu olduğumu belirtmem gerekir. Bu çalışmayı hazırlamam konusunda bana sonsuz destek sunan değerli hocam Metin Savaş’a; desteğini daima hissettiğim ağabeyim Tarık Akman’a; metinlerin gözden geçirilmesi, imla ve noktalama gibi konularda desteklerini gördüğüm değerli arkadaşlarım Cem Sevinç ve Ülgen Azra Topcu’ya; kitabın yayımlanmasını sağlayan Bengü Yayınları Genel Yayın Yönetmeni Yakup Ömeroğlu’na ve elbette ben bu çalışmayla ilgilenirken oğlum Aras Ege’ye yokluğumu hissettirmeyen eşim Yonca Yavuz’a bâhusus teşekkür ediyorum. Ayrıca, onca okumaya, özenli incelemeye rağmen kitapta var olan eksiklerin sorumlusu benim. Okurdan, bunu anlayışla karşılamasını umarak af diliyorum.
Bu çalışmanın gayesi Aytmatov’a ilişkin bazı konulara açıklık getirmek ve yeni çalışmalara yardımcı olmaktır. Onu bütünüyle açıklamak gibi bir amaç söz konusu değildir. Zira o, çok daha geniş çaplı bir incelemeyi gerektirir. Ezcümle, ümidim bu mütevazı katkıyla istifadeye vesile olmaktır.

    Yasin Yavuz
    Tekirdağ, 2020

Takdim
Toplumların kültürel belleği olarak değerlendirdiği değişik ortam ve araçlar vardır. Örneğin gelenekler, bir arada yaşama biçimleri, giyinme, selamlaşma davranışları, düğünde uyulması gereken kurallar, bulunulan coğrafi ortama uygun yaşama biçimi geliştirme toplumların kültürel değerleridir ve bunlar bir destanda, romanda, manide, öyküde ya da şiirde konu edilerek zaman içinde saklanmış olur. Bu açıdan roman, öykü, tiyatro gibi yazınsal ürünlerin de toplum içinde taşıdığı çok değişik işlevinden söz edilebilir. Kurmaca bir anlatı bir yanıyla kültürel bir değerdir, diğer yanıyla bireylerin düşünce üretme biçimlerine katkı sağlayan değerlerdir. Yazınsal anlatımların hepsi kültürün en önemli taşıyıcıları arasında yer alırlar. Elbette bir romanda “şu durum karşısında söyle davranacaksın, bu durum karşısında ise böyle davranacaksın” diye açık bir buyurma ya da çıkarım yoktur. Ama romanları okuyan kişiler farkına varmadan değişik toplumsal olayları yorumlamada birden fazla yol olabileceğini kavrar. Bunlar da kişilerin okuduklarından uzun soluklu çıkarımlarıdır. Hep söylendiği biçimiyle yazınsal anlatıların içedönük ve dışadönük yanlarını bir arada taşıdığı bilinir. İçedönüktür, yazar kendi öznel yargılarını belli bir bağdaşıklık ve tutarlılık kaygısı içinde alıcısına sunar. Yazınsal anlatılar uygulayımsal (teknik) ve güzelduyusal bir çalışmanın ürünü olarak ortaya çıkmaktadır. Güzelduyusal (estetik) değer, içgüdüsel ve duygusal derinliklerde anlam kazanır. Burada önemli olan metnin tutarlı olması olay içindeki bağdaşık durumların[1 - Metindeki temel öğeler metin boyunca yinelenir. Her şey çok açık olarak anlatılmaz. Bazı kısımlar es geçilir, bazen de sezdirilir. Metinde okuyucunun da tamamlayacağı kısımlar vardır. Her metnin temel bir izleği vardır. Kullanılan anlatım biçimine uygun dilbilgisel zamanlarla olay anlatılır. Metindeki tümceler arası ve bölümler arası ilişkileri belirten yapılar söz konusudur. V. Doğan Günay, Metin Bilgisi, 5.b., Papatya Bilim Yayınları, İstanbul 2017, s. 78.] okuyucunun izleyebileceği biçimde olmasıdır. Diğer yandan metin dışadönüktür. Ne denli kurmaca yapı olsa da yazara ait öznel yargılar olarak değerlendirilse de metin; üretildiği toplum ve döneme ait izler taşıyacaktır. Her yazınsal anlatı, toplumsal hareketliliğin bir yansıması durumundadır. Cengiz Aytmatov’un yapıtlarında Orta Asya steplerindeki toplumsal yaşam, çatışmalar ya da toplumsal yaşamla ilgili yargılar bulunacağı açıktır.
O halde anlatı başlığı altında değerlendirilen roman, öykü, söylen (mit), uzun öykü (novela), öykünce (fable), sinema, kısa öykü, söylence (efsane), tiyatro, destan vb. gibi anlatmaya dayalı türlerin farklı özelliklerinden söz edilir. Örneğin Roman Jakobson dilin işlevleri olarak belirttiği sanat (yananlamsal, güzelduyusal ya da sözbilimsel) işlevin baskın olduğu anlatım türleridir. Bu türün baskın yanlarından birisi her şeyin yüzeysel yapıda bulunmaması ve okuyucunun bizzat metni okuyup anlamlandırdığı, kendi öznel yargılarını da bu anlamlandırma sürecinde işin içine kattığı anlatım biçimleridir. Umberto Eco’nun deyimiyle güzelduyusal (estetik) işlevin baskın olduğu metin, tembel bir makinadır, onun boşluklarını doldurması için okuyucudan iş birliği ister[2 - Umberto Eco, Lector in fabula (Le rôle du lecteur), Livre de Poche, Paris 1989 s. 63.]. Bu nedenle de anlatısal metinlerin bir kez daha, yeniden, tekrar okunup anlamlandırılması gerekmektedir. Hatta denilebilir ki bir kişi aynı metni farklı dönemlerde (değişik yaşlarda, farklı ruhsal durumlarda, eğitim durumlarının artmasına bağlı olarak değişik zamanlarda) okuyarak farklı anlamlandırabileceğini de söylemek olanaklıdır. Bu tür metinlerden belirli çıkarımlar yapılır. Yazarının yapıtına koyduğu oyalanma ya da yavaşlatma tekniklerinden birisi de okurun çıkarımsal gezintiler yapmasına olanak sağlayan tekniktir. Sözün kısası sözbilimsel (retorik) işlevin baskın olduğu metinlerin örneğin bir günlük olayı bildiren gazete haberinden farklıdır ve onların kendi içinde yorumlanması ve yeniden anlamlandırılması gereklidir.
Diğer yandan sanatsal işlevin baskın olduğu anlatılar çoğul okumaya elverişli yapılardır. Her okuyucu kendi öznelliğini (yaş, kültür düzeyi, cinsiyet, eğitim, ruhsal durum) de işin içine katarak okur. Her okuma yeni bir anlamlandırma sürecidir ve bir anlatısal metnin okuyucu sayısı kadar anlamından söz edilebilir. Kendi öznelliğini de katarak yaptığı okuma ile kişinin; rahatlama, gevşeme, dinlenme, haz alma, ruhsal doyuma ulaşma gibi amaçlarından söz edilebilir. Okuyucu bir şiiri, öyküyü, romanı başka bir amaçla okur. Bunlar cep telefonu kullanma kılavuzundan, ilaç prospektüsünden, buzdolabı kataloğundan ya da günlük gazete haberlerinden farklı metin türleridir. Örneğin arıcılığın nasıl yapılacağı konusunu öğrenmek için bir roman okumayız. Ama bir roman içinde arıcının yaşamı konu edilmiş olabilir ve çıkarımsal olarak oradan arıcılıkla ilgili değişik bilgilere ulaşabilir. Kısacası romancı iyi bir gözlemcidir, anlatı içinde tutarlı bilgiler sunar. Anlatılarının tutarlı olması için bu gözlem ve gerçek izlenimi önemlidir. Gustave Flaubert Madam Bovary romanınında, Emma Bovary’nin arsenik içerek zehirlenme sahnesini yazarken, Flaubert’in de ağzına arsenik aldığı söylenir. Yine bir seferinde Atilla İlhan “beni tarihçi sanıyorlar, ben romanlarımı yazmak için çok fazla tarih okudum” der. Sözün kısası güzelduyusal işlevin baskın olduğu yapıtlardan okuyucunun alacağı çok fazla bilgi vardır, ancak bunlar hemencecik alınacak şeyler değildir. Yorumlama ile yazarın sezdirdiği şeyleri belli düzanlamsal ve yananlamsal okuma ile ortaya konulabilecek çıkarımlardan oluşmaktadır.
İşte bu nedenle alanın uzmanı olan kişiler bir romanı, öyküyü, sinemayı, tiyatroyu ya da söyleni (mit) daha iyi anlamlandırmak ve başka okuyuculara yardımcı olmak için ilgili anlatı türleriyle ilgili yoğunlaştırılmış okuma biçimleri yaparlar. Elinizdeki bu kitap da okuyucuya Cengiz Aytmatov’un anlatı dünyasını daha iyi yorumlamak ve alıcı/okuyucuya metinlerin daha iyi anlaşılmasına katkı sağlamak için yapılmış ayrıntılı okumalardan oluşmaktadır.
Metni yorumlama, anlamlandırma işinde kullanılmak üzere değişik okuma teknikleri, yorumlama biçimleri geliştirilmiştir. İnsanlık düşünsel ürünleri anlamlandırma için zaman içinde değişik okuma ve çözümleme biçimleri geliştirmiştir[3 - Bu konuda çok sayıda kaynak bulunabilir. Okuyucu daha fazla bilgi için birkaç kaynak da biz verelim: Tahsin Yücel, Eleştiri Kuramları, 2.b., Türkiye İş Bankası Yayınları, İstanbul 2009, ss. 37-98; V. Doğan Günay, Metin Bilgisi, Genişletilmiş 5.b., Papatya Bilim Yayınları, İstanbul 2017, ss. 425-444; V. Doğan Günay, Söylem Çözümlemesi, Genişletilmiş 2.b., Papatya Bilim Yayınları, İstanbul 2018, ss. 55-186.]: alımlama güzelduyusu (estetiği), anlatıbilim, biçembilim, budunsal yöntembilim, dilbilim temelli araştırmalar, dramaturjik çözümleme, düşünce tarihi, düşünbilim (ideoloji) kuramları çevresinde çözümleme, edimbilim, eğitimbilimsel metin çözümlemesi, eleştirmeli yayım, görüngüsel toplumbilim, göstergebilimsel inceleme, izleksel (tematik) incelemeler, kanıtlama kuramı, karşılaştırmalı yazın, Marksist çözümleme, metinlerarasılık, metinsel inceleme, oluşum eleştirisi, (öz)yaşamöyküsü bağlamında metin inceleme, ruhçözümsel inceleme, sayılamaya dayalı (istatistik) metin inceleme, sözbilimsel, toplumsal eleştiri, üreysel inceleme, yapısal çözümleme, yazın eleştirisi, yazınbilimsel inceleme, yazın tarihi, yazın toplumbilimi, yorumbilgisi vb. Her geçen gün bunlara yenileri eklenebilir ya da bunlar arasında bazı değişimler (genişlemeler, birleşmeler, alt birimlere ayrılmalar) olabilir. Elinizdeki kitapta da buradaki inceleme biçimlerinden bazılarına uygun biçimde ayrıntılı olumalar yapılmıştır.
Cengiz Aytmatov hem bizden birisi hem de bize yakın bir komşu yazardır. Kırgız yazar Aytmatov Bişkek’te doğar. Özünde bir Türk’tür ama Rus eğitimi içinde yetişir. Bu açıdan anlatılarının satır aralarında sakladığı her iki toplumdan, yaşadığı coğrafyadan, tarihsel dönemden vb. çok değişik izler taşımaktadır. Her anlatısında değişik tipler yaratmıştır. Bu tipler Orta Asya bozkırında yaşam savaşı vererek kimlik kazanmış tiplerdir. Güzel yazı, nitelikli anlatı bir biçimde alıcısıyla buluşur. Aytmatov’un Batı dünyasında tanınmasında öncülük eden Fransız yazar ve şair Louis Aragon’un Cemile için yazdıkları oldukça anlamlıdır: “Bu anlatı bence dünyanın en güzel anlatısıdır (…) İşte şimdi şurada, Villon’un, Hugo’nun, Baudelaire’in Paris’i, kralların ve devrimlerin Paris’i, ressamların yüzyıllık Paris’i olmakla övünen; her taşı ya bir tarih ya bir söylence anımsatan şu Paris’te, her şarkıda söylendiği gibi, öyle çok aşk yaşanmış ki, hangisini alacağımı bilemiyorum. Her şeyi görmüş geçirmiş, okumuş şu Paris’te Werther, Bérénice, Antoine ve Kleopatra, Manon Lescaut, Duygusal Eğitim, Dominique hepsi birdenbire gözümden düşüverdi. Çünkü ben Cemile’yi okudum. Roméo ve Juliette, Paolo ve Francesca, Hernani ve Dona Sol artık bunların hiçbiri gözümde değil.”[4 - Cengiz Aytmatov, Cemile, Çeviren: Şerif Hulusi, Hür Yayınevi, İstanbul 1965, s. 6.] Bu yargılar çok da duygusal ya da öznel yargılar değildir. Anlatı kişisi Cemile’nin Sadık ve Danyar ile yaşadıklarına okuyucu tanıklık etmekte ve kendi öznel yargılarını da katarak romanı yeniden anlamlandırmaktadır.
Elinizdeki bu kitapta Aytmatov’un yapıtlarına değişik açılardan yaklaşan çalışmalar bulunacaktır. İzleksel (tematik) incelemelerin olduğu bölümlerin yanında belli bir yönteme dayalı okumaların yapıldı kısımları da çalışmada bulacaksınız. Aytmatov’un yapıtlarının en önemli parçası olan gelenek, savaş ve yaşamöyküsel izlekler ayrıntılı okumayı zorunlu kılmaktadır.
Sözün kısası, bu kitapta ülkemizin değişik üniversitelerinden araştırmacılar; yapıtlarından yola çıkarak Aytmatov’u tanımaya ve tanımlamaya çalıştı. Yapıtlarını ayrıntılı okumalarda değişik yöntemlerden yararlanıldı. Elbette eksik yanları olacaktır. Ama bunu bir başlangıç olarak görmek gerekebilir. Fransız göstergebilimci Algirdas-Julien Greimas, Guy de Maupassant’ın la ficelle (ip) adlı on beş sayfalık anlatısını çözümlemek için iki yüz yirmi altı sayfalık bir çözümleme yapar ve sonuçta “anlam bitirilemez” der. Cengiz Aytmatov’un aynı anlatısı üzerine değişik okumalar da yapılabilir ve her okuma aynı anlatının bir yanını açıklayan bir metin olacaktır.
Bu çalışmanın okuyucuya yeni okuma kapıları açması dileğiyle…

    Prof. Dr. V. Doğan Günay
    Mavişehir-İzmir, 10 Ekim 2020

Cengiz Aytmatov Biyografisi

Hazırlayan: Ezgi Karslı[5 - Doktora Öğrencisi, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Çağdaş Türk Lehçeleri ve Edebiyatları Bölümü.]
Tüm dünyaya Türk kültür zenginliğini tanıtan, Türk dünyasının eşsiz yazarlarından biri olan Cengiz Aytmatov 12 Aralık 1928 tarihinde kuzeybatı Kırgızistan’ın Şeker Köyü’ nde dünyaya gelir. Aytmatov’un çocukluğu zorluklar ve sıkıntılar içinde geçer. Zorlu hayat koşulları altında Aytmatov’un babası eğitimi için Cambıl’da Avlıya Ata “Evliya Ata” adındaki yerli Rus okula gider, bu okuldan mezun olur olmaz memuriyet hayatına adım atar. Evlendikten sonra devlet memuru olarak Moskova’da çalışmaya devam eder. Küçük yaşlardaki Aytmatov daha sonra Moskova’ya babasının yanına gelerek iki yıl burada kalır. İki yıllık süre içinde burada eğitim alan Aytmatov, 1937 sonbaharında oradan ayrılır. Avrupa siyasi yaşamındaki değişimler Rusya’yı da etkileyince baba Törokul Aytmatov ailesini Kırgızistan’a göndermek zorunda kalır. Törokul Aytmatov devlete başarılı hizmetleri olmasına rağmen 1937’de tutuklanıp 1938’de kurşuna dizilerek Stalin’in zulmüne kurban gider.
Babasını genç yaşta kaybeden Aytmatov’un yetişmesinde babaannesinin öğretilerinin büyük rolü vardır. Küçüklüğünden beri babaannesi onu sözlü kültürün parçası masal ve destanlarla büyütür. Kendi deyimiyle “Bana göre ilk hayat tecrübemin başladığı, kaderimde rol oynayan iki süreç gelişti. İlk süreçte beni büyüten babaannem büyük rol oynadı. Zira kendisi bana, biricik torununa göre büyük bir yazar, yorumcu hatta orijinal bir masal gibiydi.”
İkinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesiyle dönemin zorlu koşulları aile üzerinde kendini hissettirmeye başlar. Annesi ve kardeşleriyle beraber doğduğu köy olan Şeker Köyüne yerleşen Aytmatov annesinin işi sebebiyle Kirovka’ya taşınmak zorunda kalır. Buradaki okullarda eğitime devam Aytmatov, derslerinde başarılı bir öğrencilik geçirir.
1942 yılında okulu bırakıp okuma-yazma ve Rusça bilmesi nedeniyle köy meclisinin sekreteri olarak görev alır. Bir süre kadar bu görevi sürdüren Aytmatov devamında Maliyeci olarak görevlendirilmiştir. Bu dönemde vergi toplama görevini sürdürürken daha çocuk yaşta halkın çektiği sıkıntılara bizzat yakından tanık olur. Tanık olduklarının ve yaşantısının etkisiyle yavaş yavaş kaleminin gücünü kâğıda dökmeye başlayan Aytmatov, hikâye ve romanlarını yazmaya başlar. Bu dönemde okuma yazması olduğu içinde cepheden gelen mektupları ailelere ulaştırıp okuma görevini sürdürür. Küçük bir çocuk olmasına rağmen cepheden gelen mektupları aileleri okuduğu için köydekilerin korkulu rüyası “ölüm habercisi” olarak anılır. O dönemde okul arkadaşının okul müdürü olmasıyla daha küçük yaşlarda okullarda Rusça dersi vermeye başlar.
İkinci Dünya Savaşı bittikten sonra 1945-1946 yıllarında Petrok’a köyünde ortaokula gider, devam eden yıllarda ailesinin işi sebebiyle Cambıl’a taşınır. Eğitim hayatına devam eden Aytmatov başarılı notlarıyla Cambıl’daki Veterinerlik Teknik Okulu’na kabul edilir. Bir yandan eğitimine devam ederken diğer yandan okula gelen seçkin hocaların getirdiği romanlarla farklı eserler okuma imkânı bulur. Bu da edebi eser yönünde zenginleşmesini, dünya edebiyatını tanınmasına olanak sağlar.
Yazın hayatına 1948 yılında Bişkek’teki Tarım Enstitüsü’nde eğitimine devam ederken ilk makalesini kaleme alıp bazı çeviriler yaparak başlar. Edebiyat dünyasına ilk adımını ise 1952 yılında yazdığı Gazetçi Dzyuyo “Gazeteci Dzyuyo” adlı kısa öyküsü ile Pravda gazetesinde atar. Bu öykü Dzyuyo isimli Japon bir çocuğun gazete satarak geçimini sağlayışını anlatmaktadır. Bir yıl sonra mezun olunca Kırgız Bilimsel Hayvan Araştırma yönetici olarak çalışır. Başarılı çalışma hayatının neticesinde dönem içinde en iyi çalışanlara verilen Sosyalist İşçi Kahramanı unvanı alır. “Selvi Boylum Al Yazmalım” hikâyesini bu dönemde yazar. Aytmatov’un başarısı aynı yıllarda Sovyet Hükümeti tarafından Maksim Gorki Edebiyat Enstitüsüne davet edilmesi, onun edebiyat alanında büyük mesafe kat etmesine olanak sağlar. 1957 yılında “Yüzyüze”, 1958 yılında “Cemile” adlı hikâyeleri yayımlanmıştır. Cemile, Fransızcaya çevrilerek Luis Aragon önsözünde “Dünyanın en güzel aşk hikâyesi” diyerek dünyaca tanınmasını öncülük etmiştir.
Aytmatov’un Sovyetlerce tanınmasından sonra Kırgızistan Edebiyatı Yayın Kurulu’nda ve seçkin ve saygın gazete Pravda’nın Orta Asya sorumlusu olarak çalışır. Novy Mir, Literaturnaya Gazete, Sovyet Yazarlar Birliği gibi birçok prestijli dergi ve kültürel enstitünün yayın ve yönetim kurumlarında yer alır, Kırgızistan Sinemacılar Birliği başkanlığı görevinde bulunur. 1963 de Toolar Cana Talaalar Bayanı “Bozkırlar ve Dağlardan Hikâyeler” adlı hikâye koleksiyonu ile Sovyetler Birliğinde oldukça prestijli ödül olan Lenin edebiyat ödülü kazanmayı başarır. 1964 de “Kızıl Elma”, 1966 da Elveda Gülsarı’yı yazar. 1973 yılında insan olma sorunu üzerine değindiği ilk ve tek tiyatro eseri Fuji-Yama’yı Kazak dramaturg Kaltay Muhammed Canov ile kaleme alır. Sahnelenip çevrilen bu eser, daha sonra sinema filmi olmuştur. Aytmatov 1980 yılında Gün Olur Asra Bedel romanı ile başarısına başarı katar.
1980’li yıllarda üstlendiği politik görevlerle meşgul olduğundan dolayı yazmaya ara verir. Aslında siyasetin içinde rol oynaması 14 yaşında köy meclisinde sekreterlik yapmaya başlamasıyla olur. Sovyetler Birliği dağılana kadar Komünist Parti’nin aktif üyesi olarak çeşitli parti kongrelerine delege olarak katılmış, açıklık (glasnost) ve yeniden yapılandırma (perestroyka) dönemlerinde Gorbaçov’un beş danışmanından biri olarak görevlerde bulunmuştur. Bütün bu gelişmelerle Sovyet rejiminin kabul ettiği, tanıdığı bir yazar olarak Aytmatov, Sovyetler yıkıldıktan sonra Rusya adına çeşitli Avrupa ülkelerinde büyükelçilik yapmış ve son yıllarda Kırgızistan’ın Lüksemburg, Hollanda, Belçika büyükelçiliği, aynı zamanda 1996 da Kırgızistan’ın UNESCO temsilciliğine atanmıştır. Edebiyat dünyasında heybeti, daha sonra 1988 de “Darağacı” ve “Dişi Kurdun Rüyaları”, 2007’de “Dağlar Devrildiğinde-Ebedi Nişanlı” son mirasını dünya edebiyat hazinesindeki yerini alır. Gün Olur Asra Bedel romanın film çekimleri için gittiği Kazan da rahatsızlanmış, Almanya Nürnberg kentinde 10 Haziran 2008 tarihinde vefat etmiştir.
Eserleri yüz elliyi aşkın dile çevrilen Cengiz Aytmatov, yaşamı boyunca Kırgız halkının 1917 Ekim ihtilalinden bu yana yaşadığı sıkıntılı ve zorlu süreçleri, halkın düşünce ve isteklerini, büyük kültürel değişimleri kaleminin kıvraklığı ile milli manevi değerleri ön plana çıkararak mitolojiyi, halk hikâyelerini, efsanelerini çağdaş zeminde harmanlayarak kullanılır. Birinçi Mugallim “İlk Öğretmenim” (1961) adlı hikâyesinde Ekim ihtilalinden sonra yepyeni bir dünya kurduğu eseridir. Eser ilim ve bilimin ışığında geleceğe yönelik inancı gerçekçi bir üslupla anlatılmıştır. Canıbarım Gülsarı “Elveda Gülsarı” (1966) adlı hikâyesinde kolhozlaştırma çalışmalarını ve İkinci Dünya Savaşı sonrasında yaşayan zorlu ve sıkıntılı süreçler eşiğinde değişen toplum düzenine değinmektedir. İkinci Dünya Savaşı’nın yıkıcı etkisine ve kahramanlığa Camiyla “Cemile” (1958 hikâye), Samançının Colu “Toprak Ana” (1962, 1963 roman), Betme Bet “Yüzyüze” (1957 hikâye), Erte Kelgen Turnalar “Erken Gelen Turnalar” (1975-1976 hikâye) adlı eserlerinde yer vermiştir. Doğa ve insan, birey ve toplum, yaşam ve ölüm, aşk, iyilik ve kötülük, eski ve yenilik gibi konulara Kızıl Cooluk Calcalım Selvi Boylum Al Yazmalım” (1961 hikâye), Ak Caan “Beyaz Yağmur” (1990 hikâye), Çıngıs Handın Ak Bulutu “Cengiz Han’a Küsen Bulut” (1990 hikâye), Toolor Kulaganda “Dağlar Devrildiğinde / Ebedî Nişanlı” (2007 roman), Ak Keme “Beyaz Gemi” (1970 roman), Kılımga Tete Bir Gün “Gün Olur Asra Bedel” (1980-1981 roman), Kıyamat “Dişi Kurdun Rüyaları” (1985 roman), Kassandra Tamgası “Kassandra Damgası” (1995 roman) eserlerinde değinmektedir.

BİRİNCİ BÖLÜM
AYTMATOV’DA HALK BİLİMİ, DİL VE EDEBİYAT

Cengiz Aytmatov’un Eserlerinde Yaratılış ve Türeyiş Sembolizmi[6 - Turkish Studies, 2007, s. 723-735.]
GÜLSİNE UZUN[7 - Dr. Öğr. Üyesi, Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi, Çağdaş Türk Lehçeleri ve Edebiyatları Bölümü.]
İlkel insan, tabiat karşısında pasif bir tavır takınmakla yüz yüzedir. Bu tavır onu, kendinden güçlü olan ve erişilmesi mümkün görünmeyen şeylere inanmaya yönlendirir. Aynı zamanda tabiatla iç içe olan ve ona hükmetmenin, onun üzerinde tasarruf hakkı elde etmenin yollarını arayan insan, bu inanma ve tapınmayı değişik şekillerde gerçekleştirir. İlkel toplum, tarım toplumu öncesidir. Avcı ve toplayıcı toplumdur. Bu toplumlarda tapınma şekli korku ve sevgiye dayalıdır. Tarım toplumuna geçişte de bu şekiller kendilerini hissettirir. Fırtınaya korkarak, güneşe severek tapınırlar. Dolayısıyla tanrı düşüncesinde bir ikilem belirmiş olur. “İnsan, genel mitsel kalıtımların düzenlenmesi olmadan evrendeki yaşamını sürdüremiyor. Gerçekten yaşamın doluluğunun mantıksal düşüncesiyle değil fakat yerel mitolojisinin derinliği ve genişliğiyle doğrudan orantılı olarak ortaya çıktığı görülüyor. Toplumları harekete geçiren, uygarlıklara temel olan, her biri kendi güzelliğine ve kendini zorla kabul ettiren bir kadere sahip olan bu asılsız temaların gücü nereden geliyor ve neden insan, yaşamına temel olacak somut bir şey aradığında dünyayı dolduran gerçekleri değil de hatırlanamayacak kadar eski imgelemlerin mitoslarını seçiyor, hatta dünyanın sunduğu nimetlerden şükranla yararlanmayı seçmek yerine gazap dolu bir tanrı adına yaşamı kendisi ve komşuları için cehenneme çeviriyor”.[8 - Joseph Campbell, İlkel Mitoloji, Tanrının Maskeleri, İmge Kitabevi, İstanbul 1992.]
Campell’in ortaya koyduğu bu sorunun cevabını doğrudan ilkel toplumun psikolojisine ya da insanda sürekli var olan mit yaratma ihtiyacına bağlı olarak izah etmekten başka çaremiz yok. Çünkü gerek modern felsefede gerek Yunan ve Roma düşüncesinde rastladığımız birçok unsur kendisini bir bakıma ilkel mitolojiye borçludur. Öte yandan bu unsurların daha sonra dinler üzerinde de tesirleri görülmektedir. Bir tufan hadisesini, bir üçleme ve dörtlemeyi (teslis ve anasır-ı erbaa) felsefenin hemen her çağında ve dinlerde kolayca bulabilmekteyiz. İlgi çekici başka bir şey de bu unsurların birçok toplumlarda ortak olmasıdır. Bu da mitolojinin, yerel ve evrensel olmak üzere iki farklı karakteri olduğunu göstermektedir. Yani insanda tabiatı algılayış ve mitoloji yaratma yetisi coğrafi ve kültürel farklılıklara rağmen bir ortaklık arz etmektedir.
Bir toplumun mitoslarını saptamak nispeten kolaydır. Bunun için o toplumun efsanelerine, gazetelerine ve kitaplarına bakılır ve bunlardan topluluğun hangi temalarının mitolojik olduğu saptanır. Bir de toplumda etkin bazı sembol kümeleşmeleri vardır ki, topluluğu mitostan daha kapsamlı bir şekilde belirler, fakat saptanmaları çok daha zordur. Bunlar toplumun tarih içinde işlenmiş, toplumun tümüne mal olmuş ve kurumlar yoluyla devam ettirilen “kültür kodları”dır.[9 - Şerif Mardin, İdeoloji, İletişim Yay., İstanbul 1992, ss. 115-116.]
Cengiz Aytmatov da eserlerinde mitolojik unsurları, folklorik malzemeyi ustaca kullanan bir yazardır. Halk hikâyeleri, efsaneler, masallar, destanlar, türküler gibi halk kültürünün bütün unsurları onun eserlerinde zengin birer malzeme durumundadır. Fakat Aytmatov, bu malzemeyi olduğu gibi vermez, yaşanılan zamanla ilişkilendirip; tarihle anı birleştirir. Mitolojiye ait bir kült, sözlü edebiyat ürünü bir aşk hikâyesi, bir ozanın söylediği türkü Aytmatov’un eserlerinde olduğu gibi nakledilmez. Yazar, bu malzemelerde ön planda olan insanî bir durumu, zamanın şartlarına göre değerlendirip, bugünün insanıyla bir ilişki kurar ve ona göre eserine bir yön verir.[10 - Ali İhsan Kolcu, Milli Romantizm Açısından Cengiz Aytmatov, Ötüken Yay., İstanbul 1997, s. 39.] Yazarın eserlerinde görülen en önemli mitolojik unsurların başında da kendi muhayyilesinde yarattığı yaratılış ve türeyiş efsaneleri gelmektedir.
Bütün mitolojilerde olduğu gibi Türk mitolojisinde de yaratılış ve türeyiş efsaneleri ana unsurdur. Bir şeyin kökenini anlatan her mitsel öykü kozmogoniyi (yaratılışı) önceden varsaymakta ve sürdürmektedir. Kökenle ilgili mitler yapı bakımından kozmogoni mitlerine benzemektedir. Dünyanın yaratılışı en iyi yaratılış olduğu için, kozmogoni her türlü “yaratılış”a örnek gösterilebilecek bir model oluşturur. Kökenle ilgili mitler kozmogoni mitini sürdürür ve bütünler. Dünyanın nasıl değişikliğe uğradığını, zenginleştiğini ya da yoksullaştığını anlatır. Bu sebeple bazı köken mitleri bir kozmogoni özetinin verilmesiyle başlamaktadır.[11 - Mircea Eliade, Mitlerin Özellikleri, Simavi Yay., İstanbul 1993, s. 27.]
Mitolojisi zengin olan her milletin kendine ait bir kozmogonisi muhakkak vardır. Örneğin çok zengin bir niteliğe sahip olan Yunan mitolojisine göre, ilk önce “Khaos” vardır. Yunanca “uçurum ve sonsuz boşluk” anlamına gelen Khaos, karışık ve hiçbir şekil almamış olan, uçsuz bucaksız boşluğu ve karanlığı ifade etmektedir. Khaos’tan geniş göğüslü her şeyin dayanağı olan “Gaia” (yer) çıkar. Sonra sevginin temeli, bütün varlıkları, her şeyi birbirine doğru çeken, birleştiren hayatı kuran, çoğalma sembolü olan “Eros” (aşk) doğar. Khaos’tan “Erebos” ve “Gece” doğar. Onlar da birleşerek yerin üst tabakasının ışığı olan “Aither” ve yeryüzünün ışığı olan “Hemera”yı doğururlar. Işık meydana geldikten sonra yaratılış durmadan devam eder. Khaos bunları doğururken Gaia da ölmezlerin yeri ve yıldızlarla bezeli bulunan göğü “Uranus” u doğurur. Ona tamamıyla kendisini kaplasın, içine alsın diye kendi büyüklüğünü verir. Ondan sonra Gaia, yüksek dağları, ahenkli dalgaları bulunan Pontos “deniz”i meydana getirir. Böylelikle evrenin yaratılması tamamlanmış olur.[12 - Şerif Can, Klasik Yunan Mitolojisi, İnkılap ve Aka Yayınevi, İstanbul 1963, ss. 5-6.] Bundan sonra Tanrıların savaşı ve en son olarak insanın yaratılışı gelir.
Sümer-Akad mitolojilerine göre ise evrenin yaratılışı şu şekilde olmuştur; Sümer mitolojisinde evrenin kökeni ile ilgili olarak Sümer Tanrılarının bir listesini veren bir tablette adı “deniz” için kullanılan ideogramla yazılan Tanrıça Namnu, “Gök”ü ve Yer’i doğuran ana olarak tasvir edilir. Diğer mitoslarda, gökyüzünün ve yeryüzünün, başlangıçta tabanı yer, tepesi gök olan bir dağı oluşturdukları anlatılmaktadır. Gök, Tanrı An; yer, Tanrıça Ki olarak kişileştirilmiştir; onların birleşmesinden de hava Tanrısı Enlil doğmuştur. Enlil ise Gök ve Yer’i birbirinden ayırarak, Evreni gökle yerin birbirinden hava ile ayrıldığı bir varlık biçimine sokmuştur.[13 - Samuel Henry Hooke, Ortadoğu Mitolojisi, (Çev.: Alaeddin Şenel), İmge Kitabevi, Ankara 1995, s. 25.]
Babilonya mitolojisine göre başlangıçta evrenin, tatlı su okyanusu Apsu ile tuzlu su okyanusu Tiamat’ın dışında başka hiçbir şey bulunmuyordu. Bu iki şeyin birleşmesinden de Tanrılar var olurlar. İki Tanrı çifti Lahmu ile Lahumu’nun birleşmesinden Anşar ile Kinşar, yani gökyüzü ile yeryüzü meydana gelir. Anşar ile Kinşar ise Gök-Tanrı Anu ile toprak ve su Tanrısı Nudimmud’u yani Ea’yı diğer adıyla Enki’yi dünyaya getirirler.[14 - Hooke, a.g.e., s. 44.]
Mısır yaratılış mitosuna göre, hayatın kaynağı kadim sulardır. Atum-ki adı Re ve Khepri ile yer değiştirebilir- Kaos’un sularından yükselerek, kuru toprakla üzerinde durabileceği bir tepecik yapar. İlk hayatın çıktığı “Kadim Tepecik”in Güneş Tanrısının evi Hermepolis’te bulunduğu sanılmaktaysa da, bu ayrıcalığın kendilerine ait olduğunu iddia eden başka kutsal yerler de vardır.[15 - Fred Gladstone Bratton, Yakın Doğu Mitolojisi, (Çev.: Nejat Muallimoğlu), M.Ü.İ.F. Yay., İstanbul 1992, s. 68.] Bu durumun her millette olduğu gibi Mısır’da da değişik yaratılış efsanelerinin bulunmasından kaynaklandığı söylenebilir.
Türk mitolojisinde de diğer milletlerde olduğu gibi çok fazla yaratılış efsanesi yer almaktadır. Ancak Türk topluluklarının farklı dinlerin etkisi altına girmesi ve yabancı kozmogonilerin etkisi, Türk kozmogonisinin kendi özelliklerinin kaybolmasına neden olmuştur.[16 - Abdülkadir İnan, Tarihte ve Bugün Şamanizm, Türk Tarih Kurumu Yay., Ankara 1986, s. 13.]
Verbitskiy ve Radloff tarafından Altay ve Yenisey boylarından derlenmiş olan yaratılış efsaneleri içinde en büyük ve en doğru olanı Radloff tarafından derlenen Altay Türklerine ait efsanedir.[17 - Bahaeddin Ögel, Türk Mitolojisi I, Türk Tarih Kurumu Yay., Ankara 1993, s. 419.] Her iki araştırmacının derlediği efsanelerdeki ana unsur yer ve göğün yaratılmadan önce her şeyin sudan ibaret olduğu inancıdır.
W. Radloff ve Verbitskiy’in yanında Anohin ve Potanin gibi araştırmacıların da Altay, Yenisey, Yakut ve diğer Türk boyları arasında toplamış oldukları metinlere bakıldığında Türklerin dünyanın yaratılışı ile ilgili efsanelerindeki en önemli unsur “başlangıçtaki sonsuz su” inancıdır. Asya ve diğer kıtalardaki başka kültürlerde “başlangıçtaki su” veya “okyanus” kavramları ifade edilmekle birlikte Türk kozmolojisindeki özellikleri taşımamaktadır.[18 - M. Öcal Oğuz, “Mitolojimizde ve Ural Batur Destanında Başlangıçtaki Sonsuz Su”, Milli Folklor, Ankara 1998, S. 38, s. 22.] Kuzey Amerika’da yaşayan Kızılderili kabilelerinden Çeyenlerin mitolojisine göre “başlangıçta hiçbir şey yokmuş ve büyük ruh Maheo boşlukta yaşıyormuş. Maheo etrafına bakmış ama görünürde hiçbir şey yokmuş. Maheo gücüyle göle benzeyen ama tuzlu olan büyük bir su yaratmış”.[19 - Alice Marriott, Carol K. Rachlin, Kızılderili Mitolojisi (Çev.: Ünsal Özünlü), İmge Kitabevi, Ankara 1998, s. 36.] Çeyenlere ait bu metinde başlangıçta Tanrı’dan başka hiçbir şey olmadığı, göle benzeyen tuzlu suyun Tanrı tarafından sonradan yaratıldığı ifade edilmektedir. Oysa Türk mitolojisinde Tanrı ve sonsuz su başlangıçta vardır.
Çin mitolojisinde de yaratılışın farklı varyantları bulunmaktadır. Bunlardan birine göre “başlangıçta iki okyanus-biri güneyde biri kuzeyde- merkezde bir kara parçası vardı. Güney okyanusunun efendisi Shu (dikkatsiz), kuzeydeki okyanusun efendisi Hu (aceleci) ve merkezdeki kara parçasının efendisi Hwun-tun (kaos) idi”. İki ayrı okyanus ve iki ayrı efendi kavramı burada Türk mitolojisi ile Çin mitolojisini birbirinden ayırmaktadır. Çin mitolojisindeki yaratılış mitinin ayrı bir varyantı olan “P’an-Ku” ile İskandinav ve İzlanda mitolojilerinde yer alan “Ymir” mitlerinde anlatılan dünyanın bir veya iki devin parçalanmasından oluşması inancı ise Türk mitolojisine tamamen yabancıdır. Bununla beraber Sümer mitolojisindeki başlangıçtaki sonsuz su kavramının Türk mitolojisindeki kavrama yakınlığı ise ilgi çekicidir. Bunun dışında Başkurtların ünlü destanı Ural-Batır’ın ilk mısralarını oluşturan dünyanın yaratılışı ile ilgili bölümde de yine başlangıçtaki sonsuz su kavramı görülmektedir.[20 - Oğuz, a.g.m., s. 23.]
Buna göre gerek Altay gerek Sümer gerek Başkurt ve gerek diğer Türk mitolojilerindeki yaratılış efsanelerinde yer alan başlangıçtaki sonsuz su kavramı ortak bir motif olarak karşımıza çıkmakta ve diğer milletlerin mitolojisinden bu yönüyle ayrılmaktadır.
Mitolojiyi eserlerinde evrensel bir boyuta taşıyan Cengiz Aytmatov da Deniz Kıyısında Koşan Ala Köpek adlı hikâyesine bir yaratılış efsanesi ile başlamış; deniz ile karanın birbirleri ile olan savaşını anlatırken kendine göre bir yaratılış miti oluşturmuştur. Aytmatov’un efsanesi de başlangıçtaki sonsuz su ile başlamaktadır:

“Oysa bir zamanlar bambaşkaydı günler. Şimdi o günlerin nasıl olduğunu söylemek çok zor. Kimse bir şey bilmiyor. Hatta Lura adındaki dişi ördek olmasaydı, dünyanın bambaşka olacağını kimse aklına bile getirmiyor: O ördek olmasaydı, kara ile deniz birbirlerine karşı, birbirlerine düşman olmayacaktı. Çünkü ta başlangıçta, başlangıçların başında, doğada kara diye bir şey yoktu, bir evlek toprak bile yoktu. Her yer sularla kaplıydı. Su, su… her taraf su! Dünya kendi ekseninde dönerken su kendiliğinden ortaya çıkmıştı: Dipsiz derinliklerden, karanlık uçurumlardan… dalgalar birbiri ardınca uçsuz bucaksız evreni kuşatmış, dört bucağı kaplamıştı. Dalgaların çıkıp geldiği bir yer olamadığı gibi, gidip yoğalacağı bir yer de yoktu.
Ve dişi ördek Lura, hani şu herkesin bildiği, bugün bile başımızın üzerinden gaklayarak sürüler halinde uçan yassı gagalı ördek, yapayalnız uçup duruyordu havada. Yumurtasını bırakacağı bir kara parçası arıyor, ama bulamıyordu. Sudan başka bir şey yoktu evrende. Yuva yapabileceği ne bir kamış ne ufacık bir saz vardı. Lura ördeği gaklaya gaklaya uçuyor, daha fazla dayanamamaktan, yumurtasını dipsiz derinliklere düşürmekten korkuyordu. Nereye gitse, kanatları onu nereye götürse, hep su, su, yine su! Ne kıyısı ne başlangıcı, ne de sonu vardı o büyük suyun. Lura bitkindi. Dünyada yuvasını yapabileceği hiçbir yer yoktu.
Lura suların üzerine kondu, göğsünden yolduğu tüylerle bir yuva yaptı kendisine Dünyada toprak, işte bu yüzen yuvadan oluştu. Yavaş yavaş büyüdü. Yavaş yavaş çeşitli yaratıklar çıktı ortaya. Bu yaratıklardan biri olan insan, hepsine üstün geldi. Kayak yaparken karların üzerinde gitmeyi, kayık yaparak sularda dolaşmayı öğrendi. Kara ve deniz hayvanlarını avladı. Beslendi ve çoğaldı.
Lura ördeği, sonsuz suların ortasında meydana gelen kara parçasında hayatın öylesine zor olacağını nereden bilecekti? Deniz, karanın meydana gelmesine çok kızdı ve o günden beri sakinleşmedi. O günden beri denizle kara arasında savaş sürüp gidiyor. Ve insanoğlu bazen denizle kara, kara ile deniz arasında, çok güç durumlarda kalıyor. Deniz, insanları hiç sevmez, çünkü insanoğlu denizden çok karaya bağlı…”
Cengiz Aytmatov’un eserlerinde mitolojik sembollerden yararlanması tesadüfî değildir. Mitolojik bilinci Aytmatov’un sanat anlayışının şekillenmesinde de doğrudan etkilidir. Etrafındaki insanlar, bütünüyle masal ve efsane yaratmaya meyilli insanlardır. Toplum, mitoloji toplumunun bir uzantısıdır. Aytmatov’un eserinin ve sanatının oluşumunda bu toplumun etkisi doğrudandır. Onun etkilendiği en büyük etkenlerden biri de görüldüğü gibi geniş bir perspektife sahip olan Türk mitolojisidir.
Kozmogoni mitleri köken mitlerinin bir devamıdır ve köken mitlerini sürdürmektedir. İnsanların yaratılışı veya türeyişi de köken mitlerinin ikinci safhasını oluşturmaktadır. Türk mitolojisi ve bazı diğer mitolojilerde insanların türeyiş i ile ilgili çok fazla efsane yer almaktadır. Efsanelerin çoğunda iki insanın birleşerek türemeleri olayı çok azdır. İlk bakışta temel çift, bir kadınla erkek cinsiyetinde hayvandan oluşmaktadır. Kadının pasif olması ve toplumda ekonomik bir rol oynamaması dolayısıyla ve de eylemin ve ritüellerin erkil olması yüzünden hayvanın, ışığın, bitkilerin, dölleyici unsurların erkil olması gerektiği sanılmaktadır. Fakat bunun aksi olan çok sayıda örnekler de mevcuttur.[21 - Jean-Paul Roux, Türklerin ve Moğolların Eski Dini (Çev.: Aykut Kazancıgil), İşaret Yay., İstanbul 1994, s. 150.] Türk mitolojisinde Türklerin türeyişi ile ilgili efsanelerde yer alan en önemli hayvan dişi kurttur.
Efsanelerde genellikle insanın atasının bir hayvan olduğuna dair bir inanış mevcuttur. Roux, bunun, hayvan biçimselliğinin (zoomorfizm) esas olduğu ve hayvanların uçmak, yüzmek, koku almak, yönelmek, geceleyin görmek gibi Allah vergisi olağanüstü yetenekleri itibariyle insanlardan üstün olduğu bir dünyada olağan olduğunu vurgulamaktadır. Bir Karagas klanının köstebek soyundan, bir diğerinin balıktan gelmesi, bir Kazak ailesinin baykuş soyundan gelmesi, bazı Buryatların yaban domuzundan gelmesi, Golde klanının kaplan soyundan, Teleutlar ailesinin bir kuzu veya bir kartal soyundan gelmesi ile ilgili inanışlar[22 - Roux, a.g.e., s. 150.] ait olduğu halkların bu hayvanları kendilerine bir totem olarak kabul etmelerinden ileri gelmektedir.
Türkler de kendilerine sembol olarak kurdu kabul etmiş, bu hayvanın soyundan geldiklerine veya kurdun kendilerine bir yol gösterici olduklarına inanarak, kurda bir kutsallık atfetmişlerdir. Göktürklerin türeyişiyle ilgili üç önemli efsane bulunmakta ve bunların hepsinde de Göktürklerin dişi bir kurttan türediği inancı görülmektedir. Türk mitolojisinde yer alan en önemli efsanelerden biri de şüphesiz Ergenekon efsanesidir. Ama bu efsanede türeme unsuru olarak kurt yer almaz.
Cengiz Aytmatov’un da, Beyaz Gemi ve Deniz Kıyısında Koşan Ala Köpek adlı eserlerinde, biri Geyik Ana’dan, diğeri Deniz Kızı’ndan türeyişi anlatan iki ayrı efsaneye yer verdiği görülmektedir.
Beyaz Gemi adlı romanda Mümin Dede’nin torununa anlattığı Boynuzlu Maral Ana efsanesi Kırgızların Buğu Boyunun beyaz renkli bir Geyik Ana’dan türediğine ilişkin bir efsanedir. Bu efsaneye göre Yenisey boylarında yaşamakta olan Kırgızlar, bir gün ölen hakanlarını gömmek üzere Yenisey nehrinin kıyısında toplanırlar. Bu sırada düşman kabilelerden biri Kırgız kabilesine saldırır ve Kırgızların toplanmasına bile fırsat vermeden hepsini öldürürler. Kırgız kabilesinde, büyüklerinden izin almadan ormana giden bir kız bir erkek çocuğu dışında hiç kimse kalmaz. Geri döndüklerinde ne analarını ne babalarını bulurlar. Daha sonra düşmanların eline geçerler ve düşmanların hakanı, bunları öldürüp Yenisey nehrine atması için topal bir nineye verir. Topal nine tam çocukları nehre atacakken yanlarında beyaz bir Geyik Ana peyda olur. Topal nineye insanların iki yavrusunu öldürdüğünü, bu çocukları evlât edinmek istediğini söyler ve onları kendisine vermesini ister. Nineyi ikna eden Geyik Ana, çocukları kendi sütüyle besler ve büyütür. Daha sonra çocukları Kırgızların şimdi yaşadığı Issık-Göl’ün etrafındaki bu topraklara getiren Geyik Ana, onlara yeni vatanlarının burası olduğunu söyler. Çocuklar burada çoğalarak Buğu Boyunu devam ettirirler.
Buğular Issık–Göl çevresinde büyük ve güçlü bir toplum olurlar ve Boynuzlu Maral Ana’yı kutsal bir varlık olarak görürler. Hangi soydan hangi boydan geldikleri anlaşılsın diye, çadırların girişine maral boynuzu işlemesi koyarlar. O zamanlar Issık-Göl ormanları marallarla doludur. Buğular bir maralla karşılaşacak olsalar, hemen atlarından inerler ve ona yol verirler. Bu çok zengin bir Buğu’nun ölümüne kadar böyle sürüp gider. Ölen Buğu’nun oğulları babalarına günler, geceler süren bir yas şöleni düzenlerler. Bu çocuklar babalarının zenginliklerini ve kendi ünlerini tüm dünyaya duyurmak için, babalarının mezarına, kutsal Boynuzlu Maral ana soyundan olduğu anlaşılsın diye bir maral boynuzu dikmek isterler. Avcıları ormana gönderip bir maral vurdurup boynuzunu da mezarın üstüne dikerler. Bu olaydan sonra felâketler birbiri ardınca gelir ve herkes ormanda ak maral avlamaya başlar. Her Buğu kendi atasının mezarına bir ak maral boynuzu dikmek için ak maral avlar, sonraları da bu işin ticareti başlatılır. Bunun sonucunda ormandaki maral sayısı azalır ve bu yüzden Boynuzlu Maral ana insanlara küser ve son kalan yavrularını da alarak bir daha dönmemek üzere buraları terk eder.
Geyik, daha çok millet ve kavimlerin türeyişleri ile ilgili efsane ve mitolojilerde elçi olarak doğru yolu gösterici, yani yeni yurtlara götürücü bir motif olarak görülmektedir.
Cengiz Aytmatov’un romanında geleneklere bağlı olan bir kişi olarak verilen Mümin Dede, torununa bu masalı anlatırken geyiğin kendileri ve Buğu soyu için kutsal olduğunu, onları öldürmenin doğru olmadığını ve bir gün geri gelip onları buralardan kurtaracağını da söyler. Bu masala inanan çocuk, bir gün ormanda iken geyiklerin gerçekten geldiğini görür. Romanda Mümin Dede’nin kızı Bekey Hala Orozkul ile evlidir ve hiç çocukları olmamıştır. Dedesi bu efsaneyi anlatırken Boynuzlu Maral Ana’nın ilk çocuklarından olan kadın, doğum yaparken, Maral Ana’nın boynuzlarıyla sihirli bir beşik getirdiğini ve beşik gelir gelmez de çocuğun doğduğunu anlatır. Çocuk maralları görünce bunların Bekey halasına sihirli bir beşik getireceğini ve onların da çocukları olacağını düşünerek mutlu olur.
Fakat çocuğun bu mutluluğu kısa sürer. Bir gün ormanda Orozkul, Seydahmet, Mümin Dede ve Orozkul‘un kendisine kaçak kereste sattığı Koketay, ağaçları indirmek için ormanda bulundukları sırada maralları görürler ve onları avlamak isterler. Bunun için de Mümin Dede’yi tehdit ederek maralları öldürmesi için zorlarlar. Geyikleri avlayıp eve getirdiklerinde çocuk bunları görünce ve özellikle geyiklerin Mümin Dede tarafından öldürüldüğünü anlayınca oradan kaçar ve kendisini Issık-Gölün sularına bırakarak kendi efsanesi ille birlikte yok olup gider.
Beyaz Gemi, Cengiz Aytmatov’un en çok tartışma yaratan eserlerinin başında gelmektedir. Yazarın her eserinde olduğu gibi bu romanında da evrenselliğe ulaşma kaygısı ön plandadır. Yazar temelde millî olan bir olayı, bir takım alegori ve sembollerle evrensel bir boyuta taşır. Geyik ise bu eserde bağımsızlık sembolü, özellikle Ekim Devriminden sonra özgürlüklerini kaybeden Türk boylarının bir sembolü olarak karşımıza çıkmaktadır. Orozkul tiplemesinin kişiliğinde yazarın, rejimi sembolize etmeyi amaçladığı ve Orozkul’un çocuğunun olmamasıyla da, rejimin ömrünün uzun olmayacağını ima ettiği söylenebilir. Mümin Dede eski zamanın insanıdır ve geleneksel değerlere bağlıdır. Çocuğu kendi gelenek ve göreneklerine bağlı bir kişi olarak yetiştirme endişesi taşımaktadır. Çocuk, dedesinin kendisine anlattığı efsanedeki Boynuzlu Maral Ana’nın geçmişte olduğu gibi şimdi de kendilerini kurtaracağına inanmaktadır ve geyik onun için bir kurtuluş sembolü olarak kafasında yer eder. Ancak geyiklerin öldürülmesiyle bütün bu ümitleri yok olur ve o da kendi dünyasında kurmuş olduğu “balık-insan” olup Beyaz Gemi’ye ulaşmak hayaliyle birlikte ortadan kaybolur.
Cengiz Aytmatov’un eserlerinde işlediği bir diğer türeyiş efsanesi de Deniz Kıyısında Koşan Ala Köpek hikâyesinde anlatmış olduğu, Nivih’lerin soyunun bir denizkızından türediğine dair efsanedir. Yazar aynı hikâyeye bir yaratılış efsanesi ile başlamıştır. Hikâye küçük bir çocuğun (Krisk) fok balığı avcılığını öğrenmesi için babası Emrayin, amcası Mılgın ve Orhan Dede ile birlikte denize açılmaları ile başlar. Bir süre sonra deniz üzerinde bir sis tabakası oluşur ve günlerce bu sis kaybolmaz. Yollarını kaybetmişlerdir ve onlara yol gösteren aguguk kuşu (kutup baykuşu) bir türlü görünmemekte aynı zamanda içecek suları da tükenmek üzeredir. Bu nedenle çocuğun bir süre daha yaşaması için diğerleri, önce Orhan dede, sonra Mılgın amca ve son olarak çocuğun babası Emrayın birer birer kendilerini feda ederler. En sonunda çocuk kurtulur ve halk arasında onun etrafında bir efsane oluşturulur. Diğerleri de “Orhan rüzgârı”, “Emrayin yıldızı”, “Mılgın Akay” dalgaları olarak efsanede yerlerini alırlar.
Cengiz Aytmatov eserlerinde ferdîn hürriyeti temasına oldukça fazla önem verir. Ali İhsan Kolcu, bunu, yazarın eserlerindeki temel güç, yani yazarın “etymon-spritüel”i olarak ifade eder. Hürriyet kavramı hep sembolik ifadelerle yansıtılır. Kolcu’ya göre, “Bu ya bir Beyaz Gemi’dir, ya gökte uçan bir çaylaktır, ya bir efsane, ya da bir çobanın söylediği memleket türküsüdür.”[23 - Kolcu, a.g.e., ss. 248-249.]
Bu hikâyede de Aytmatov, bağımsızlıkları ellerinden alınan Türk halklarının acılarını, Sovyet rejiminin neredeyse bir nesli yok eden yaklaşık yetmiş yıllık etkilerini, birtakım sembollerle okura ulaştırma gayesindedir. Kendi yaşamış oldukları sıkıntıları, rejimle yaşanan felaketleri gelecek nesillerin yaş amasını istemeyen ve bu yüzden kendilerini feda eden insanların fedakârlıklarını, eserinde anlatmış olduğu efsanelerin arasına sıkıştırdığı sembolik ifadelerle anlatmaya çalışmıştır.
Aytmatov’un eserlerinde mitolojik unsurlar oldukça fazla yer almaktadır. Yazar eserlerinde, rejime olan tepkisini, yozlaşmış, millî ve manevî değerlerinden uzaklaştırılmış insanların durumunu daha evrensel bir boyutta anlatabilmek için tarihî ve efsanevî olaylardan yararlanmıştır.[24 - Gülsine Uzun, Cengiz Aytmatov’un Türkçeye Çevrilmiş Eserlerinde Mitolojik Unsurlar, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Muğla Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Muğla 1998.]Gün Olur Asra Bedel romanında anlattığı Nayman Ana Efsanesindeki Mankurt motifi ile yazar, sistemin oluşturmaya çalıştığı insan tipini-efsanevî bir perspektif içerisinde- eleştirmiştir. Mankurt motifi ile yazar, geçmişini hiçe sayan, ait olduğu milletin örf, adet, gelenek, görenek, din ve kutsal sayılan değer yargılarını tanımayan, sadece yukarıdan gelen direktifler doğrultusunda hareket edip, parti çıkarlarını korumaya çalışan ve büyük lider olarak gördükleri Stalin ve Lenin’e övgüler yağdıran, sistemin modern kölelerini karakterize etmiştir.
Bir yazarın hedefinin “ufkunu millî olanın ötesine doğru genişletmek ve evrensel olana ulaşmak” olması gerektiğini söyleyen Aytmatov[25 - Beşir Ayvazoğlu, “Turan Ülküsünün Büyük Yazarı Anlatıyor: Ufku Milli Olanın Ötesine Genişlemek”, Türkiye Gazetesi, İstanbul 12 Mayıs 1992.], folklorik malzemeyi eserlerinde kullanmasının sebeplerini şöyle dile getirmektedir:

“..Mitoloji, masallar, efsaneler eski insanların yaşadığı hadiselerdir. Kulaktan kulağa gelen tarihî zenginliğimizdir. Eskiden bize kalan kültürel zenginliklerdir. Bunlarla bugünkü teknoloji arasında bir bağlantı kurmakta yarar görüyorum. Onun için ben ve benim gibi yazarlar da eskiden başımızdan geçmiş halkın tecrübelerini anlatan, halkın tarihîni anlatan, ışık tutan bu tür zenginlikleri kitaplarımızda kullanıyoruz. O da anlatmaya ayrı bir güzellik, ayrı bir zenginlik katıyor.”[26 - Sabiha Özen, “Her Yazar Kendi Halkı İçin Yazmayı Nazarda Tutar”, Dergâh, S. 24, İstanbul 1992, s. 13.]
Aytmatov, eserlerinde öncelikle kendi kültürünü ve tarihini, kendi mitolojisini, kendi insanını vermiştir. Bunun dışında yazarın, eserlerinde Yunan mitolojisinde adı geçen bir tanrıçaya, Japonya’da kutsal sayılan bir dağa, mekânı Amerika olan fantastik bilim-kurgu bir olaya ve uzay araştırmaları gibi konulara yer vermesi, Onun milli olandan yola çıkarak evrensele ulaştığının bir göstergesidir.
Cengiz Aytmatov, kendi kültürünü, kendi insanını ve kendi tarihini çok iyi bilen bir yazardır. Onun eserlerinde halk kültürünün bütün normlarını görmek mümkündür. Halk kültürünü oluşturan destan, efsane, masal, halk hikâyesi gibi unsurlar, insanların hangi devirde olursa olsun milli duygularını dile getiren en güzel edebi türlerdir. Masal, destan ve efsaneler bir milletin geçmişte başardıkları büyük işlerin, büyük ideallerin dile getirildiği ve gelecek nesillerin milli hafızalarını meşgul eden en önemli unsurlardır. Aytmatov’un hikâye ve romanlarının ilham kaynağı da kendi insanının geleneksel hayatı, tarihi, destan ve efsaneleridir. Toprağın dilini çok iyi bilen yazar, bu topraklar üzerinde yaşayan bütün canlıların hikâyesini geçmişle ve yaşanılan zamanla birlikte eserlerine taşımıştır. Yazarın eserlerinde görülen folklorik malzemenin temelinde asırlar boyu şekillenen Kırgız kültürü, Kırgız kültürü ve Kırgız sözlü geleneğinin en büyük ürünü olan Manas destanı vardır.
Aytmatov, roman ve hikâyelerine mitolojik unsurları da katarak kendisine zengin bir üslup yaratmıştır. Bazen mitolojide geçen bir yaratılış efsanesi yazarın muhayyilesinde farklı bir boyut kazanarak eserlerinde yer alırken, bazen de bir dedenin torununa anlattığı bir masalda veya efsanede yer alan bir türeyiş efsanesi, yazarın kaleminde farklı bir nitelik kazanmıştır. Eski Türk inançlarının pek çok izlerini yine yazarın eserlerinde bulmak mümkündür. Roman ve hikâyelerinin çoğunda mekân, genellikle onun doğup büyüdüğü bozkırlar, dağlar, vadiler, göller ve göçebe kültürün yaşandığı yerlerdir. Yazar bazen bu mekânları bir tabiat kültü inancıyla birleştirerek eserine mitolojik bir boyut kazandırmıştır. Sürekli bir göndermeler dünyasında yaşayan Aytmatov, geçmişte yaşanan bir efsane, masal veya destanla bugünün olayını açıklamaya çalışmış, geçmişle geleceği birleştirmiştir.
Aytmatov, eserlerinde sürekli bağımsızlığı ifade etmeye çalışmış, roman ve hikâyelerinin çoğunu bu konu etrafında yoğunlaştırmıştır. Sistemden bunalan, kendi kültürünü ve yaşam tarzını sergileyemeyen Kırgız insanının özlem duyduğu bağımsızlık teması, yazarın eserlerinde ya mitolojiye ait bir unsurla veya birtakım sembollerle ifade bulmuş tur. Onun hemen hemen her eserinde mitolojiye ait bir külte, bir destana, efsaneye, masala veya en küçük bir halk hikâyesine yer verildiği görülmektedir. Masalların ya da efsanelerin modern anlatımla mükemmel bir birleşimini ortaya koyan Cengiz Aytmatov’un ‘bütün eserlerinin ruhunun fazlasıyla Kırgız’ olduğunu bir kez daha hatırlatmak yerinde olacaktır.
Kaynakça
Ayvazoğlu, Beşir, “Turan Ülküsünün Büyük Yazarı Anlatıyor: Ufku Milli Olanın Ötesine Genişlemek”, Türkiye Gazetesi, İstanbul 12 Mayıs 1992.
Bratton, Fred Gladstone, Yakın Doğu Mitolojisi (Çev.: Nejat Muallimoğlu), M.Ü.İ.F. Yay., İstanbul 1992.
Campbell, Joseph, İlkel Mitoloji, Tanrının Maskeleri, İmge Kitabevi, İstanbul 1992.
Can, Şerif, Klasik Yunan Mitolojisi, İnkılap ve Aka Yayınevi, İstanbul 1963.
Eliade, Mircea, Mitlerin Özellikleri, Simavi Yay., İstanbul 1993.
Hooke, Samuel Henry, Ortadoğu Mitolojisi (Çev.: Alaeddin Şenel), İmge Kitabevi, Ankara 1995.
İnan, Abdülkadir, Tarihte ve Bugün Şamanizm, Türk Tarih Kurumu Yay., Ankara 1986.
Kolcu, Ali İhsan, Milli Romantizm Açısından Cengiz Aytmatov, Ötüken Yay., İstanbul, 1997.
Mardin, Şerif, İdeoloji, İletişim Yay., İstanbul 1992.
Marriott, Alice; Rachlin, Carol K., Kızılderili Mitolojisi, (Çev.: Ünsal Özünlü), İmge Kitabevi, Ankara 1998.
Oğuz, M. Öcal, “Mitolojimizde ve Ural Batur Destanında Başlangıçtaki Sonsuz Su”, Milli Folklor, S. 38, Ankara 1998.
Ögel, Bahaeddin, Türk Mitolojisi I, Türk Tarih Kurumu Yay., Ankara 1993.
Özen, Sabiha, “Her Yazar Kendi Halkı İçin Yazmayı Nazarda Tutar”, Dergâh, S. 24, İstanbul 1992.
Roux, Jean-Paul, Türklerin ve Moğolların Eski Dini, (Çev.: Aykut Kazancıgil), İşaret Yay., İstanbul 1994.
Uzun, Gülsine, Cengiz Aytmatov’un Türkçeye Çevrilmiş Eserlerinde Mitolojik Unsurlar, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Muğla Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Muğla 1998.

Bozkırdan Yükselen Türk Bilgesi: Cengiz Aytmatov[27 - Turkish Studies, 2007, s. 723-735.]
NURULLAH ÇETİN[28 - Prof. Dr, Ankara Üniversitesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü.]
Aytmatov’la ilgili yapılan çalışmalarda onun için çok güzel sıfatlar söylendi. Bunlardan bazıları şunlardır: “Türk dünyasının yıldırım sesli manasçısı”, “Bozkırdaki Bilge”, “Modern Homer”
Cengiz Aytmatov, aydın bir anne babanın çocuğu olarak 1928 yılında Şeker köyünde doğdu. Küçük yaştan itibaren Rusçayı öğrendi. Veterinerlik yaptı. Değişik memuriyetlerde bulundu. İkinci Dünya Savaşının acılarını derinden hissetti. Moskova’da yüksek edebiyat kursları aldı. 1956-1958 döneminde Moskova’da Gorki Edebiyat Enstitüsünde eğitim gördü. Dünya klasiklerini okudu. Kırgızistan Edebiyatı dergisinde ve Pravda gazetesinde çalıştı. Daha birçok gazete ve dergide yazılar yayınladı. Sovyetler Birliğinin dağılışı sırasında Gorbaçov’un danışmanlarından biriydi. Avrupa ülkelerinde büyükelçilikler yaptı. 1996’da Kırgızistan’ın UNESCO temsilcisi oldu.
Hikâye, roman ve tiyatro türlerinde eserler verdi. Eserleri 150 civarında yabancı dile çevrildi. Cengiz Aytmatov, Nobel Edebiyat ödülüne aday gösterilmiş ama ona bu ödül verilmemiştir. Çünkü Nobel ödülünü koyanların politik amaçlarına uygun bir yazar değildir. Aytmatov gibi yazarlar, ancak bütün Türk dünyasının ortaklaşa koyacakları “Manas Edebiyat Ödülü” ya da “Ahmet Yesevi Ödülü” gibi yarışmalarda ödül alabilirdi.
Aytmatov, eserlerinde genellikle simgesel bir dil ve teknik kullanır. Bu da hem edebiyat yapmanın bir gereğidir, hem de Komünist rejim baskısına karşı ancak simgelerle konuşabilme zorunluluğundan kaynaklanır. Komünist rejime muhalefetini ancak simgesel bir dille gerçekleştirebilirdi.
Aytmatov, başta Kırgız Türklüğü olmak üzere diğer Orta Aya Türklerinin hem toplumsal, hem ekonomik, hem kültürel, hem de tarihî hayatını modern bir edebiyat tekniği ve kurgusu içinde çok etkili ve güzel bir şeklide anlattı. Çok zengin mitolojik birikimini, güncel durumlara uyarlayarak yeniden işleyip üretti.
Üzerinde Yoğunlaştığı Bazı Konular
Bireysel ve Toplumsal Mankurtlaştırma: Gün Olur Asra Bedel romanında Colaman’ın saçları kazınmış çıplak kafasına şire denilen yeni kesilmiş deve derisinden âdeta bir şapka yapılıp etrafı iple bağlanarak gerçekleştirilen işlem, aslında bireysel gibi görünse de aynı zamanda toplumsal anlamda millî hafızayı silme teşebbüsüdür.
Bu, millî hafızayı yok ederek mankurtlaştırmadır. Aytmatov, Komünist Rusya’nın Türk’ün millî hafızasını silme teşebbüslerine şiddetle tepki koymuştur. Ayatmatov, Gün Olur Asra Bedel romanında bunu eleştirmiştir.
Komünist Ruslar sanki başka yer kalmamış gibi Kırgız Türklerinin atalarının mezarlığı olan Ana Beyit mezarlığına uzay üssü kurmuşlardır. Ana Beyit’in etrafını dikenli tellerle çevirmişler ve buraya Kırgız Türklerini sokmamışlardır. Anabeyit mezarlığı oğlunu mankurtluktan kurtarmak için ölen Nayman Ana’nın gömüldüğü mezarlıktır. Yani bir anlamda Kırgız Türklerinin millî bilincinin sembolü olan bir mekândır. Rusların tavrı, bu bilinci yok etmeye dönüktür. Bu bilinçli bir tercihtir ve amaç, Kırgız Türklerinin atalarını, tarihlerini yok saymak, yok etmektir. Bu, bir milleti toptan mankurtlaştırmadır.
Yine aynı romanda Ana-Beyit‘te nöbetçi olan Kırgız subay Sabitcan ve diğer bazıları, Komünist Rusların verdiği eğitimle kendi Kırgız Türklüğüne ait bütün millî ve dinî değerlerini kaybetmiş, atalarını, tarihlerini, gelenek ve göreneklerini, dinlerini, kimliklerini unutmuş, mankurt olmuş tiplerdir. Bunlar, efendileri olan Rusların öğrettiklerini tek doğru kabul etmiş, onların verdiği emirleri uygulamayı tek görev bilmiş, milletlerine ihanet etmişlerdir. Romanda Sabitcan, ölen babasının cenazesinin İslamî usullere göre defnedilmesini gereksiz görüyor. Duaların ve diğer ibadetlerin Komünist bir devlette gereksiz ve anlamsız olduğunu söylüyor, hatta babasının cenazesinin Ana Beyit mezarlığına gömülmesine karşı çıkıyor. Çünkü Sabitcan, Ruslar tarafından tam bir mankurt olarak yetiştirilmiştir. Yine nöbetçi Kırgız subayın kendisi gibi Kırgız olan vatandaşıyla Kırgız Türkçesiyle değil de Rusça konuşması, hatta onu Rusça konuşmaya zorlaması tam bir mankurtluktur.
Mankurtlaştırma meselesi Kassandra Damgası romanında da karşımıza çıkar. Bu romanda Genetik bilimi marifetiyle düşünce suçlusu kadınlar taşıyıcı anne olarak kullanılır. Bu kadınlar kanalıyla Komünist Rusya’nın her emrini bir robot gibi yerine getirecek olan tarihsiz, kimliksiz, milliyetsiz, anası babası belli olmayan x fertler üretilir.
Beyaz Gemi romanında da mankurt tipiyle karşılaşıyoruz. Oradaki Orozkul, Kırgız Türklüğünün millî kültürünün bir parçası olan Maral Ana efsanesine inanmaz, şehre gidip bir dairede memur olmak, bir aktrisle evlenip sadece Rusça konuşulan bir evde yaşamak ister. Kırgız Türkçesini kaba bir köylü dili diye aşağılar yani dilini, kimliğini, milliyetini reddeder. Diğer yandan devamlı içki içer, kendi idaresindeki ormanın ağaçlarını kesip gizli gizli satar. Her türlü ahlaksızlığı yapan kaba saba bir adamdır. Mümin Dede’ye kötülükler yapar, merhametsizce karısını döver, ama efendileri olan Komünist amirlerine tam bir teslimiyetle bağlıdır yani dinî ve ahlakî değerlerini de yitirmiştir. Kendi Müslüman Türk kimliğine yabancılaşır ve efendisi olan Ruslara âdeta tapar. Bencilce kişisel menfaat temininden öte bir yaşama amacı yoktur. Sadece biyolojik anlamda maddi, dünyevî imkânlardan sonuna kadar yararlanmayı hedef edinir.
Cengiz Aytmatov dokuz yaşındayken, babası halk düşmanı suçlamasıyla Komünist rejim tarafından öldürülmüştü. Aytmatov her gün okulda “Benim babam devrim düşmanıydı, cezası verildi, ondan nefret ediyorum!” diye bağırmak zorundaydı. Bu da bir mankurtlaştırma yöntemidir. Babasını yani atasını, tarihini, kültürünü, milliyetini, dinini yok sayma hatta ondan da öte kötü görme ve onlara düşman olma hali. Mankurtlaştırma kişiyi kendi benliğine, kimliğine düşman yapma, kendi varlığını kendine reddettirme yöntemidir.
Evrensel Meseleler
Cengiz Aytmatov, eserlerinde genellikle bireysel, millî ve yerli meselelere yer verirken aslında dolaylı olarak evrensel sorunlara da değinir. Ya da genel anlamda söylersek bireysel, yerel ve millî olandan evrensel olana uzanır. Bu bağlamda bütün insanlığın ortak sorunlarına da yer vermiş olur. Bunların başlıcaları şunlardır:
Dünya Barışı
Bunlardan biri, evrensel anlamda dünya barışıdır. Aytmatov, bu anlamda evrensel bir hümanizm taraftarıdır. Bütün insanların barış, saygı ve sevgi içinde, birbirlerinin haklarına saygı duyarak, hak ve adaleti gözeterek yaşamalarını ister. Nitekim Kassandra Damgası’nda devletler, milletler arası savaşları çıkaranların masum halklar değil; ihtiraslı politikacılar olduğunu vurgular. Burada dünyanın geleceğine dair kaygılar dile getirilir. Kassandra gelecekte ortaya çıkacak felaketleri sezme gücüne sahip Yunan mitolojisinde bir kadın kahramandır.
Dinsizliğin Kötülüğü
Cengiz Aytmatov, kendisi Müslüman bir Türk olmasına rağmen evrensel anlamda insanların mutlaka bir dine inanması gerektiği kanaatindedir. İnsanlar, toplumlar hangi dine mensupsa o dini yaşamalarının evrensel anlamda insanların iyi, doğru, adaletli, huzur ve barış içinde yaşamalarında dinî inancın önemine vurgu yapar. Bu bağlamda birçok romanında Türklerin İslam dinini yaşamaları ve korumaları gerektiği fikrini işlediği gibi Hristiyan toplumların da bu dini yaşamaları gereğine inanır. Hangi din olursa olsun toplumlar bir dine inanmalı ve yaşamalıdır. Dünya barışı biraz da buna bağlıdır.
Nitekim Aytmatov, Dişi Kurdun Rüyaları adlı romanında Hristiyanlık içinde bir arınmayı, dogmatik unsurları ayıklamayı, kötülüğe karşı iyiliği yaymayı hedef edinen ve bu amacı için tek başına didinen Abdias kişiliğinin mücadelesini görürüz. Ona göre dünyada kötülüklerin, zulümlerin kaynağı, insanların dinden uzaklaşmalarıdır. Özellikle hem uyuşturucu, rüşvet gibi toplumsal hastalıkların çoğalmasında hem Sovyetler Birliğinin çöküşünde, hem de çevre kirliliği ve doğal dengenin bozulması gibi olaylarda dinsizliğin önemli bir etken olduğu görüşündedir.
Aytmatov, Kaltay Muhammedcanov ile beraber yazdıkları Fuji Yama adlı tiyatro metninde Sovyetler Birliğinin okullarda çocukları dinsiz yetiştirmesini ve bunun zararlarını anlatır. Aynı zamanda Allah karşısında ruhlarını arındırmayan, kötülüklerini, yanlışlarını itiraf etmeyen dinsiz aydınların, mensup oldukları milletlerine ne gibi kötülük yapabileceklerini gösterir. Fuji Yama, Budistlerin günahlarını itiraf ettikleri Japonya’da bir dağın adıdır.
Aytmatov Edebiyatının Belirgin Nitelikleri
Tarihsel Kültür Mirasını İşlemek: Aytmatov’un bütün eserleri dikkatle incelenirse teknik ve kültürel anlamda onun önde gelen özelliklerinden birisi şudur: Özelde Kırgız Türklüğünün, genelde ise bütün Türk milletinin tarihsel kültür mirasını modern şartlarda günümüz için güncelleyerek yeniden işleyebilmesidir. O eski zamanlara ait bu kültürel değerlerin günümüz için de nasıl işlevsel olabileceğini göstermiştir. Eski destanları, masalları, efsaneleri ve diğer folklorik verimleri o, günümüzde nasıl anlamlı hale getirebiliriz diye düşünmüştür. Romanlarında bunları modernize ederek, yenileyerek yeniden üretmiştir. Bu anlamda geleneği yeniden üretme konusunda oldukça başarılı olmuştur. Böylelikle millî hafızamızı diriltmiş, üzerindeki tozları kaldırmış, parlatıp cilalayarak günümüze taşımıştır.
Boynuzlu Maral Ana Efsanesi: Kırgız Türklerinin türeyiş destanı olan bu efsane, Beyaz Gemi romanında işlenir. Maral, dişi geyik demektir. Efsaneye göre bir savaşta tamamen katledilen Kırgızlardan geriye 2 çocuk kalır. Bu 2 çocuk, geyik ana tarafından büyütülür ve Kırgızlar tekrar çoğalır. Fakat bir zaman sonra geyikler öldürülüp boynuzları kesilmeye başlayınca Geyik Ana da onlara küser. Mümin Dede, Kırgız Türklerinin kutsal efsanelerinden biri olan “Boynuzlu Maral Ana” efsanesini isimsiz torununa aktarmaya çalışır. Yani bunun simgesel karşılığı şudur: Türk atalar, dedeler, torunları olan yeni Türk nesillerine efsanelerini, masallarını, kültürlerini, tarihsel hafızalarını nesilden nesle aktarmalıdır.
Romanda Ruslar tarafından dinsiz ve milliyetsiz bir mankurt olarak yetiştirilen Mümin Dede’nin damadı Orozkul’un çocuğu olmaz ve Boynuzlu Maral Ana efsanesine de inanmaz. Mümin Dedenin isimsiz torunu Orozkul amcasına çocuk vermesi için Maral Anaya yalvarır. Bu romanda aslında isimsiz torun, yeni Türk nesilleridir. İsmi yoktur, çünkü Ruslar tarafından isimleri, Türk isimleri ve Türk isminin gereği olan millî değerleri yok edilmiştir. Ana babası tarafından terk edilmesinin simgesel karşılığı şudur: 1917’den itibaren Komünizm rejimi, yeni nesil Türkleri ana babalarını yani atalarını, tarihlerini, milliyet ve dinlerini yok etmiştir. Bu çocuğun dedesine sığınmasının simgesel karşılığı da dedenin Komünizm öncesi dönemi yani Müslüman Türk kimliği dönemini temsil etmesidir. Dolayısıyla Müslüman Türk milletinin üç nesli gündeme getirilir. Buna göre 1917 öncesi dönem Mümin Dede’nin temsilciliğinde millî ve dinî kimliğimizin devam ettiği dönemdir. Nitekim isim de “Mümin”dir yani İslam’a inanan kişi demektir. Ana baba âdeta kayıptır, yok gibidir. Bu ikinci nesil olan ana baba nesli, Komünizm dönemini temsil eder ve Ruslar tarafından yok edilmiş bir nesildir. İsimsiz çocuk da üçüncü nesli temsil eder. Bu nesil Komünizm rejiminden kurtulup Mümin Dede’ye yani Komünizm öncesi Müslüman Türk dönemine sığınmıştır. Ancak Müslümanlık ve Türklük değerlerine sahip çıkarak kurtuluşa erecek ve millet olarak var olacaktır. O bakımdan Mümin Dede torununu damadı Orozkul’un kötülüklerinden, dinsizliğinden uzak tutmaya çalışır. Mümin Dede’nin torununa Türk destan ve efsanelerini anlatması aslında bu nesli tarihsel millî kültür mirasıyla tekrar buluşturması demektir. Çocuğun yetim olması, Komünistler tarafından anasız babasız, kültürsüz, dinsiz olarak yetim bırakılan nesli temsil eder.
Çocuk, babasının kutsal Türk mekânı olan Issık Göl’deki Beyaz Gemi’de çalıştığı hayaliyle yaşar. Burada Beyaz Gemi, kızıl Rus karasına karşı çıkarılmış bir simgedir. Türkler, kızıl Komünist rejimin baskısı altında Rus kara topraklarında köle olarak çalıştırılır. Yeni nesil ise beyazın ve geminin temsilciliğinde özgürlüğü hayal etmektedirler.
Nayman Ana Efsanesi: Çok eski zamanlarda Kalmuk-Kırgız savaşlarında her iki taraf birbirlerinden aldıkları esirleri hayvan çobanı olarak kullanırlardı. Bu esirlerin kaçmalarını ya da başka türlü zararı ve tehlikeli hale gelmelerini önlemek için onları mankurtlaştırma yoluna giderlerdi. Mankurtlaştırma işlemi de şöyle yapılıyordu: Esirin kafası tamamen kazınır, hiç saç kılı kalmaz. Çıplak kafaya şire denilen yeni kesilmiş deve derisi şapka gibi geçirilir. Kenarlarından iple sıkıca bağlanır. Eli ayağı bağlanıp sıcak güneş altında üç beş gün aç susuz bırakılır. Deri kurudukça başını sıkar, kemikleri sızlatır, yeni çıkan saç kılları geri batar, iğne gibi tüm duyu sinirlerini öldürür. Ölen ölür ölmeyenin da böylece hafızası yok olur. Adını, ailesini, soyunu, milletini, tarihini, kültürünü, dinini her şeyini unutur. Bundan sonra efendisi ona yeni bir kimlik verir. O ne derse onu yapar, onun emirlerinden dışarı çıkmaz. Böylece esir artık bir mankurt olmuştur.
Bu efsane, Aytmatov’u çok etkilemiş ve bunu Gün Olur Asra Bedel romanında kullanmıştır. Buna göre Komünist Rusların beyin yıkama, eğitim, politika, basın yoluyla Türk milletini nasıl mankurtlaştırdığını anlatmıştır. Bunu yaparken de bu efsaneyi simge olarak alıp işlemiştir. Romanda biz Nayman Ana’nın oğlu Colaman’ın Juan Juan kabilesi tarafından nasıl mankurtlaştırıldığını görüyoruz. Nayman Ana burada Türk milletidir, Colaman da Ruslar tarafından mankurtlaştırılan Türk çocuklarının temsilcisidir. Nayman Ana oğlunu kurtarmak için gittiğinde Colaman onu efendisinin talimatıyla ok atarak öldürür. Bunun temsilî karşılığı şudur: Komünist Rusların Türk tarihini, kültürünü, atalarını, dilini, dinini öldürmesi, yok etmesidir. Bunu da Türk çocuklarına, Komünist, dinsiz, milliyetsiz olarak yetiştirdiği Türk aydınlarına yaptırmasıdır. Yani Türk’ün millî hafızasını mankurtlaşmış Türk aydınları eliyle gerçekleştiriyor.
Nayman Ana, oğlu Colaman tarafından öldürüldükten sonra başındaki beyaz yazma rüzgârda uçar ve Dönenbay kuşu olur. Bu kuş, karşılaştığı her insana “Senin baban Dönenbay, senin baban Dönenbay” diye seslenir. Bunun simgesel değeri de şudur: Atalar ruhunun Türk nesline kendi tarihini, kimliğini, kültürünü, dinini sürekli hatırlatmasıdır.
Cengiz Aytmatov gerçekte Rusların Türkleri mankurtlaştırması ile ilgili olarak şu açıklamayı yapar: “Totaliter sistem bütün topluma, onun içinde bana da, sana da, hepimizin zihnine de, düşüncemize de ideolojik bir şire geçirmişti. Bu bir rejime bağlamak, bir merkezden idare etmek gayesiyle yapıldı”[29 - Cengiz Aytmatov-Muhtar Şahanov, Şafak Sancısı, İstanbul, Da Yayıncılık, 2002, s.164]
Beslenme Kaynakları
Ailesinin Hayatı: Aytmatov’un roman ve hikâyelerini besleyen ana kaynaklardan biri ailesinin yaşantıları, başına gelenlerdir. Özellikle Sovyetler Birliğinin Komünist rejimine bağlı olmasına rağmen bu rejim tarafından sadece 20 dakikalık bir sorgulama sonucunda kafasına kurşun sıkılarak acımasızca öldürülen babası Törekul’un trajedisi onu çok etkilemiştir. Bu olay, onun birçok eserinde etkilerini göstermiştir.
Köyünde okuma yazma bilen köylülerin sözüne değer verdiği bir kişi olan ziyalı yani aydın ninesi de Aytmatov’u etkilemiştir. Ninesi yazara çocukluğunda hem Kırgız Türkçesini hem de Kırgız Türk folklorunu, masallarını, destanlarını, türkülerini öğretmiştir. Ondan öğrendiği tarihsel millî kültür birikimi onun eserlerinin başlıca kaynaklarından biridir.
Komünist Rejimin İnsanlık Dışı Uygulamaları
Cengiz Aytmatov, Sovyetler Birliğinin Komünist Rejimini bizzat yaşamış, bu rejimin uygulamalarını görmüş, duymuş, değişik yollarla haberdar olmuş bir Türk yazarı ve aydınıdır. O bu rejimin bütün olumsuz uygulamalarından derinden etkilenmiş ve eserlerini bunların etkisini yansıtacak şekilde yazmıştır. Onun eserleri bir bakıma Komünist rejimin insan, tarih ve tabiat düşmanlığına, yıkımına bir tepki mahiyetindedir.
a. İnsan Düşmanlığı: Rusların işlettikleri bu Komünist rejim, insan gerçeğini, insan fıtratını, insan özgürlüğünü yok saymış, âdeta insanı bir böcek gibi görerek acımasızca ezmiştir. Devlet, rejim ve toplum adına fert yok sayılmıştır. Nitekim Komünistler, düşünen, bilen aydınlara tahammül edememiş ve 138 Kırgız Türk aydınını katletmiştir. Bunlar Bişkek’in hemen kıyısında bir toplu mezarda; Ata-Beyit adlı anıt mezarda yatmaktadır. Aytmatov’un kendisinin de sonradan defnedildiği ve babasının da yattığı bu Ata-Beyit toplu mezarı yazarın eserlerinin ilham kaynaklarından biri olmuştur. Büyük bir insanlık trajedisinin bir göstergesi ve belgesi olan bu mezarlık Aytmatov’u çok etkilemiştir. Nitekim Gün Olur Asra Bedel romanında bu mezarlık “Ana Beyit” olarak geçer.
b. Tarih ve Kültür Düşmanlığı: Ayrıca Komünist rejim, tarih düşmanı olmuştur. Özellikle bizim millî hafızamız olan Türk tarihini silmeye, yok etmeye çok çalışmış ve bu alanda bir hayli mesafe almıştır. Aytmatov, bunun da farkında olarak eserleriyle buna da tepki koymuştur.
Elveda Gülsarı romanında Türk tarih ve kültürünün simge unsurlarından biri olan atın ve at kültürünün âdeta yok edilmesi sergilenmektedir. Gülsarı güçlü kuvvetli iyi cins bir Kırgız atıdır. Kendi vatanında kendi sürüsünde iken çok mutludur, başarılıdır, büyük işler yapar. Komünist yöneticiler onu sürüsünden ayırıp kişisel işleri için kullanmaya başlayınca kaçarak sürüsüne geri döner. Sonunda iğdiş edilir. Asıl hünerlerini asıl sahibi olan Tanabay’a gösterir. Yeni sahiplerine ise boyun eğmez. Burada Gülsarı adındaki cins at, aslında Türk milletini temsil eder. Buna göre Türk milleti kendi vatanında ve kendi milletiyle beraberken mutludur. Vatanından ve milletinden koparıldığında ve emperyalistlerin hizmetçisi ve kölesi yapılmak istendiğinde bunlara boyun eğmez.
c. Tabiat Düşmanlığı: Komünist rejiminin insan ve tarih düşmanlığının yanında üçüncü önemli tahribatı tabiat alanında olmuştur. Yine rejim, devlet ve toplum adına ya da başka gerekçelerle tabiatın özgün yapısı, doğal dengesi yok edilmiştir. Aytmatov eserlerinde bu evrensel meseleye de yer vermiştir.
Nitekim Dişi Kurdun Rüyaları adlı romanında Bazarbay gibi tabiata kötülük yapan, kurtları öldürmek isteyen kötü insanlara yer verir. Burada kurtlar saf tabiatı, doğal dengeyi, tabiatın kendi doğal yapısı içinde var olan hayvanları, bitkileri, her şeyi ve iyiliği temsil eder. Bu romanda esas olarak Komünist Rusya’nın makine tüfeklerle sayga avcılığı, kurt yavrularının öldürülmesi gibi tabiatın saf, temiz, doğal yapısına ne gibi zararlar verdiği üzerinde durulur. Burada ayrıca kurtların öldürülerek neslinin tüketilmesinin simgesel karşılığı da Türk milliyetinin simgelerinden biri olan kurdun yok edilerek aslında Türk kültürünün yok edilmesidir.
Manas Destanı
Aytmatov, Manas destanına ait birçok malzemeyi yeni ve modern bir yaklaşım ve teknikle yeniden üretti ve zamanına aktardı. Manas destanında her destanda olduğu gibi olay ve hamaset ön plandadır. Aytmatov ise bu olay parçalarını aldı, bunların tipik olan kahramanlarını daha çok karakter tahlilleri halinde yeniden zenginleştirerek üretti. Epik değil dramatik boyutlarıyla işledi. Olay unsurunu düşünceyle, felsefeyle, analizle, yorumla zenginleştirdi.
Rus Emperyalizmine Yaklaşımı
Aytmatov, Rusların patronu olduğu Sovyetler Birliği dönemine ve rejimine ilişkin olarak bilinçli milliyetçi bir Türk tepkisiyle yaklaşır. Rusların Komünist rejimle Orta Asya Türkleri üzerinde ne gibi emperyalist baskılar uyguladığını, ne gibi zulümler ve haksızlıklar yaptığını çok iyi bilir ve bunları dile getirir. Nitekim kendisiyle yapılan bir mülakatta 20 Ocak 1992’de Azerbaycan Türklüğünün bağımsızlık hareketlerine karşı Rusların kanlı bir baskın düzenlemesi ve Kazakistan’da 1986’da meydana gelen kanlı Jeltoksan olayları hakkında yaptığı bir değerlendirmede şöyle der:

“Her iki olayda da Sovyet imparatorluğunun, iki halka hem de aynı kökten gelen iki kardeş Türk halkına karşı işlediği kanlı suçlardır. Kazakistan da Azerbaycan da bu tarihî imtihanı kan ile verdi. Büyük gösteriler düzenlendi. Her iki hadise, SSCB’nin dağılması, bugünkü BDT’nin oluşması ve cumhuriyetlerin bağımsızlığını kazanmasında çok önemli roller oynadı. Çünkü her iki hadisede de Sovyet İmparatorluğunun kardeş Türk halklarına karşı zulmü, adaletsizliği vardı.
(…) SSCB, zulüm üzerine bina edilen bir imparatorluktu ve halkların bağımsızlık hareketlerini kanla boğmaya çalışıyordu. Sovyet İmparatorluğu için halklara zulmetmek, çok sıradan bir durumdu. İşte bu zulüm siyasetinin devam ettiği yıllarda Kazakistan’da da Azerbaycan’da da kan döküldü, halka büyük bir zulüm yapıldı.”[30 - Enes Cansever’in kendisi ile yaptığı mülakattan, Kardeş Kalemler, Ocak 2010, S.37, s.26]

İdeal Türk Kadını Tipi
Aytmatov eserlerinde sıklıkla ideal Türk kadını tipini işledi. Türk kadının üstün özelliklerini, belirgin niteliklerini öne çıkardı. Güzel, iradeli, çalışkan, mücadeleci, zorlukların üstesinden gelebilen, becerikli, sevgi ve merhamet dolu, dayanışmacı, yardımlaşmaya yatkın, yılmayan kadın tipine özellikle yer vermesinin sebebi, Türk milletinin kadınına verdiği değeri, Türk kadınının bizim millet olarak var oluşumuzdaki rolünü vurgulamaktır. Dolayısıyla Türkler kadınıyla birlikte gelişecek olan bir millettir. Yazar bu meseleyi oldukça bilinçli bir şekilde işlemiştir.
Özellikle merhametli ve becerikli ana tipi çok ön plandadır. Çünkü bu tip, Türk milletinin toplumsal yapısının direğidir. Aytmatov’a göre Türk kadınının analık vasfı her şeyden önce gelir. Ayrıca kadının analık vasfı ile toprak arasında bir benzerlik kurulur. Buna göre Türk anası da toprak gibi verimlidir, üretkendir. Toprak Ana romanındaki Tolgonay (Dolunay) bu anlamda toprak gibi nasıl üretici ve verimli bir kadın olabileceğini gösterir.
Su kenarında saçını tarayan çoban kızını güzel, çekici, etkileyici bir Türk kızı olarak işler. Onun, güzel Türk kızlarına yer vermesinin amacı Rus kızlarına ve diğer yabancı kızlara yönelme eğiliminde olan, onları yüceltip Türk kızlarına değer vermeyen genç Türk erkeklerinin ilgisini Türk kızlarına çekmektir. Maalesef Türklerde yabancı kızlara özellikle de Hristiyan kızlara karşı bir ilgi vardır ve kendi soydaşları olan kızları küçümseme ve onlara önem vermeme eğilimleri belirgindir. Aytmatov, ideal özellikleri olan, güvenilir, ahlaklı, ağır başlı, güzel, cazibeli Türk güzeli tipi üreterek aslında genç Türk erkeklerine doğru bir tavır önermiş oluyor.
Ayrıca toplumsal hayatta, çalışma hayatında çalışan, üreten, başarılı olan kadın tipini de öne çıkarır. Özellikle okuyan, öğretmen, profesör olan iş hayatının değişik alanlarında başarıyla yer alan kadın tipleri yine Türk toplumuna örnek olarak sunulan kadın tipleridir. “İlk Öğretmen” adlı eserin öksüz Altınay’ının azimle, mücadeleyle çalışarak profesör oluşu aslında Türk kızlarına, köy çocuklarına bir örnek model sunma amacını taşıyor.
Aytmatov eserlerinde Türk milletinin millî bir değeri olarak Türk kadının iradesini, gücünü, önemini, değerini belirgin bir biçimde öne çıkarıyor. Türk kültür geleneğinde Türk kadınının ece kadın ya da Osmanlı kadın gibi nitelemelerle vurgulanan husus aslında Türk kadınının toplumsal rolünün ne kadar baskın olduğunu ifade eder. Bu bağlamda Aytmatov bu meseleyi de etkili ve vurgulu bir biçimde ele almıştır.
Mesela Toprak Ana romanında kocasını ve üç oğlunu savaşta kaybeden Tolgonay, o kadar güçlü, iradeli, becerikli, merhametli, dayanıklı ve millet sevgisi ile doludur ki, hem tarım işleri yapar, hem kimsesiz ve çaresizlerle ilgilenir, hem milletinin diğer fertlerine şefkatli, merhametli, yardımsever bir ana yüreği ile yaklaşır. Bu romanda toprak yani vatanla ana birleştiriliyor ki bu da yine Türk kültürünün temel unsurlarından biridir. Biz vatanı ana olarak görürüz.
Emperyalist Sistemin Türk’ü Babasız Bırakması
Türk milletinin başına musallat olan emperyalist rejimlerin amacı Türk milletini babasız, sahipsiz, tarihsiz, değersiz bırakmaktır. Aytmatov bu meseleyi romanlarında ustalıkla işlemiştir. Sovyetler Birliği döneminde Komünist rejim Aytamatov’u dokuz yaşında bir çocukken babasız bırakmıştı. Babası Komünistler tarafından başına kurşun sıkılarak öldürülmüştü. Bu olay Aytmatov’da derin bir etki bırakır ve romanlarında sembolik olarak bunu genelleştirir. Nitekim Beyaz Gemi romanındaki isimsiz çocuk aslında Aytmatov’un çocukluğunun bir yansımasıdır. Bu romanda çocuk anne babası ayrı olan ve dedesi tarafından büyütülen yetim bir çocuktur. Çocuk sürekli baba hasreti çeker. Babasının Issık Göl’de beyaz bir gemide çalıştığını hayal eder. Her gün bir tepeye çıkıp Issık Göl’den geçen beyaz gemiyi seyreder ve babasının da o gemide bulunduğu hayaliyle avunur. Babasızlığın ne demek olduğunu, baba özlemini bu kadar etkili anlatan başka bir roman yoktur. Aslında burada bireysel anlamda bir çocuğun babasız oluşu anlatılsa da, dolaylı olarak sembolik olarak Türk milletinin Komünist Rus emperyalizmi tarafından babasız bırakılışı anlatılır. Yani Türk milletinin atalarından, dedelerinden, kültüründen, milliyetinden ve dininden uzaklaştırılması anlatılır. Türk’ün bu anlamda yetim bırakılışı ve Türk milletinin de babası demek olan kendi millî kimliğini her gün özlemle bekleyişi anlatılmaktadır.
Turancı Yaklaşımı
Aytmatov, bütün Türk boylarının, Türk devletlerinin bir araya gelmesini, ortak işler yapmasını, tam bir dayanışma ve yardımlaşma içerisinde olmasını, büyük Turan birliğinin kurulmasını can u gönülden isteyen ve bunun için çalışmış olan yürekli bir Türk aydınıdır. Her şeyden önce Kırgızın, Türkmenin, Kazakın, Özbekin ayrı birer millet değil; tek bir milletin yani Türk milletinin boyları olduğunu, kökümüzün bir olduğunu ve dolayısıyla kökü bir olan Türk boylarının mutlaka birleşmesi gerektiğinin bilincindedir. Nitekim kendisi ile yapılan bir söyleşide şöyle der:

“Şimdi Türkiye ile Orta Asya ve Kafkas Cumhuriyetleri arasında çok iyi ilişkiler var. Uluslararası önemli petrol boru hatları, demiryolları, bu ülkelerin ekonomik ve kültürel kalkınmasında çok önemli rol oynayacak. Bunun sonucunda Türk Cumhuriyetlerinin parlak geleceği, ülkelerimizin ve kardeş halklarımızın yakınlaşması daha kısa sürede gerçekleşecek. İnanıyorum ki bu projelerin hayata geçirilmesi ile dünya siyasetinde biz Türkler ile ilgili yeni sayfalar açılacak.
(…) Biz Türk halkları, 70 yıl Sovyet çatısı altında birleştik. Şimdi ise kendi birliğimizi, Türk birliğini kurmakta, Türk Dünyasının bayrağı altında birleşmekteyiz. Bu elbette çok büyük, tarihî bir başarıdır. Azerbaycanlı da, Kırgız da, Kazak da, Türkmen de hem kendi Türklüğünü hem de hepimizin aynı kökten geldiğini biliyor. Bu aslında tarihî bir başarıdır, emsalsiz bir zaferdir.”[31 - Enes Cansever’in kendisi ile yaptığı mülakattan, Kardeş Kalemler, Ocak 2010, S.37, s.26, 27]

Kaynakça
Aytmatov, Cengiz ve Şahanov, Muhtar. Şafak Sancısı, (Çev. Damira İbragim), Da Yayıncılık, İstanbul, 2002.
Cansever, Enes. “Ünlü Yazar Cengiz Aytmatov: Sovyet İmparatorluğu 20 Ocak’ta Azerbaycan’da Tarihin Affedemeyeceği Bir Suç İşledi” (Çev. İmdat Avşar), Kardeş Kalemler, S. 37, Ocak 2010, s. 25-27.
Korkmaz, Ramazan, Aytmatov Anlatılarında Ötekileşme Sorunu ve Dönüş İzlekleri, TÜRKSOY, Ankara, 2008.
Söylemez, Orhan. Cengiz Aytmatov: Tematik İncelemeler, Atatürk Kültür Merkezi Yayınları, Ankara, 2010
Söylemez, Orhan. Cengiz Aytmatov, Hayatı ve Eserleri Üzerine İncelemeler, Karam Yayınları, Ankara, 2002.
Yılmaz, Ayşe. Bozkırda Yeşeren Sevda Türküleri, Ötüken, İstanbul, 2007.
Türk Edebiyatı Dergisi, Cengiz Aytmatov Özel Sayısı, Ağustos 2008.

Cengiz Aytmatov’un Romanlarında Din Teması ve Dişi Kurdun Rüyaları[32 - Dergâh Dergisi, S. 21, 1990.]
FAZIL GÖKÇEK[33 - Prof. Dr., Ege Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi Türk dili ve Edebiyatı Bölümü.]
Cengiz Aytmatov dünya edebiyatı tarihinde ‘toplumcu-gerçekçi’ olarak adlandırılan romancılar arasında yer alır. Romanlarına konu olarak aldığı Sovyetler Birliği’ndeki Türk boylarının hayatını realist bir gözlemle okuyucularına yansıtan yazar, bu insanların günlük sıradan yaşayışını belirleyen geleneksel kültür mirasını, özellikle halk efsane ve menkıbelerini zengin bir malzeme olarak kullanır. Bu kültür mirasının halk yaşayışındaki tesirlerini en ince ayrıntıları ile ele alırken, kendi felsefi bakış açısıyla romanlarının dünyasını genişletir ve olayları evrensel boyuta taşıyarak günümüz dünyasının bazı temel meselelerini irdeler. Aytmatov’a dünya çapında ün kazandıran, eserlerindeki bu evrensel boyuttur.
Aytrnatov, Dişi Kurdun Rüyaları’nda[34 - Cengiz Aytmatov, Dişi Kurdun Rüyaları (Çev. Refik Özdek) Ötüken, İstanbul, 1990.] da yine böyle evrensel bir konuyu, din konusunu ele alıyor. Yazar bu romanında günümüz dünyasının içinde bulunduğu çıkmazın bir inanç boşluğundan kaynaklandığı, insanın ahlaki ve manevi değerlerini kaybetmesi yüzünden dünyanın yaşanması güç bir yer hâline geldiği teziyle karşımıza çıkıyor.
Romanın mihverini oluşturan Tanrı ve din arayışı, Aytmatov’un romancılık geleneği içerisinde yeni bir merhale gibi görünmektedir. Gerçekten de bu konu onun romanlarında ilk defa böylesine ağırlıklı bir yer tutuyor. Fakat eser dikkatle incelendiğinde ve yazarın önceki bazı romanlarıyla karşılaştırıldığında Aytmatov’un bir çizgiyi devam ettirdiği ve önceki eserlerinde kapalı ifadelerle, birtakım sembollerle dile getirdiği düşüncelerini bu romanda daha açık ve net bir biçimde ortaya koyduğu görülüyor. Aytmatov’un özellikle Beyaz Gemi ve Gün Uzar Yüzyıl Olur adlı eserlerinde müphem bir şekilde ve bazı ayrıntılarda da olsa dini öğeler vardır. Bir farkla ki bu eserlerde, yazarın bir anlatım aracı[35 - Aytmatov Gün Uzar Yüzyıl Olur adlı eserinin önsüzünde bu konuda şöyle demektedir: “Önceki yapıtlarımda olduğu gibi bu sefer de söylencelere, efsanelere, masallara dayanıyorum. Çünkü bunlar bizden önceki nesillerin bizlere miras bıraktıkları deneylerdir. (…) Söylenceler olsun, hayal ürünü konular olsun, yazarlığımın amacı değil, yalnızca bir düşünme yöntemi, aynı zamanda gerçekleri anlatma ve yorumlama yollarından biridir.” Cem Yayınevi, İstanbul, 1985, s.8.] olarak başvurduğu, efsane ve menkıbelerle karışmış bir şekilde ve daha çok geleneksel ve kalıplaşmış bazı unsurlarıyla karşımıza çıkan dinî hayat, Dişi Kurdun Rüyaları’nda en mühim bir mesele olarak öne çıkmıştır. Bu farkın ortaya çıkması ve Dişi Kurdun Rüyaları’nın daha iyi anlaşılabilmesi için bu benzerlikler ve sözünü ettiğimiz devamlılık üzerinde durmak yararlı olacaktır.
Dünyamızın meselelerini bir çocuğun bakış açısıyla irdeleyen Beyaz Gemi[36 - Cengiz Aytmatov, Beyaz Gemi (Çev. Mehmet Özgül), Cem Yayınevi, İstanbul, 1980.] romanı, bir inanç sistemine sahip olmayan insanların her türlü kötülüğü yapmaktan menedilemeyeceği fikri üzerine kurulmuş gibidir. Eserin önemli kişilerinden Mümin Dede ve onun damadı Urazkul iki zıt karakterdir. Mümin Dede -adı da dikkat çekicidir- herkese karşı iyilik etmek isteyen, içi şefkatle dolu, çocuk saflığında bir insandır. Mümin’in efsanelerle karışmış da olsa bir inanç sistemi vardır ve bu yönüyle çevresindeki diğer insanlardan ayrılmaktadır. İnancı adına iyilik etmekte ve yine bu inanç sayesinde zulüm ve kötülüklere katlanabilme direnci göstermektedir. Buna karşılık Urazkul, hiçbir dinî ve ahlaki değer tanımayan, her türlü ilişkisini maddi açıdan düzenleyen bir kişidir. Bu yüzden de daima herkese karşı kötü ve daima mutsuzdur. Bir bakıma yazarı temsil eden romanın küçük kahramanının düşüncesine göre Urazkul, -dinî bir içeriği de olan- “Boynuzlu Geyik Ana” efsanesine, bu efsanedeki Geyik Ana’nın insanlara çocuk getirdiğine inanmadığından çocuğu olmamaktadır. Bu da onun için ayrı bir mutsuzluk sebebidir. Gerçi romanın sonunda Mümin Dede yenilir, fakat karşı taraf da bir zafer kazanmış değildir.
Aytmatov’un Gün Uzar Yüzyıl Olur adlı eserinde dinî ögeler biraz daha açık seçiktir. Romanın başkişisi olan Boranlı Yedigey, bildiği kadarıyla inanan ve bildiklerini uygulamaya çalışan bir insandır. Bu yüzden, dostu Kazangap öldüğünde onun vasiyetini yerine getirmek, bir dinî tören düzenlemek için büyük çaba gösterir. Dostu için dua eder. Dişi Kurdun Rüyaları’nda ana temayı oluşturacak olan dinsizlik eleştirisi de ilk kez bu eserde açıkça görülür. Yedigey ile çalışma arkadaşı Şaymerden arasında geçen şu telefon konuşması adeta Dişi Kurdun Rüyaları’nın habercisi gibidir:

-Yedike, iki gözüm, şey… ne olur başımı dara sokma. Adam ölmüşse ölmüş… Yerine verecek başkası yok elimde. Ölünün yanında kalıp da ne yapacaksın? Ölen ölmüş, artık yanında oturmuşsun oturmamışsın buna aldıracak durumda mı?
-Anladığım kadarıyla senin böyle şeyleri düşündüğün yok. “Başımı dara sokma” ne demek? Sen iki yıldır buradasın, ama biz otuz yılı aşkın bir zamandır birlikte çalışıyoruz. Kafanı biraz çalıştırsana! Yakından tanıdığım birisi ölmüş, onu tek başına, bomboş bir evde tek başına bırakabilir miyim?
-Canım şey… tek başına bırakıldığını nereden bilecek?
-O bilmiyorsa biz biliyoruz ya!
(…)
-Anladık. Gidip de yanında ne yapacaksın? Adamım yok diyorum sana! Gecenin karanlığında ölünün başında ne iş bitireceksin.
-Dua edeceğim. Rahmetlinin ruhuna dua okuyacağım.
-Dua mı okuyacaksın? Sen mi, Boranlı Yedigey mi yapacak bu işi?
-Evet ben. Dua bilmiyor muyum sanıyorsun?
-Bakın şu işe! Sovyet yönetiminin altmışıncı yılında insanlar neyle uğraşıyorlar.
-Bırak bu sözleri! Sovyet yönetiminin bununla ne ilgisi var? İnsanlar ta bilmediğimiz çağlardan beri ölüleri için dua okurlar, ölen insandır, hayvan değil!”[37 - Cengiz Aytmatov, Gün Uzar Yüzyıl Olur, s. 23-24.]
Yedigey, arkadaşının cenazesini onun vasiyetine uyarak kutsal Ana-Beyit mezarlığına götürürken de yazar-anlatıcı onun duygu ve düşüncelerine tercüman olarak dualar ve Tanrı‘nın varlığının gerekliliği üzerinde aşağıdaki mütalaayı yürütür:

“Boranlı Yedigey bir yandan bunları düşünürken bir yandan da yarı yarıya unuttuğu duaları tekrarlıyor, Tanrı’ya yönelteceği düşünceleri, yakarı sözlerini yerli yerine koymaya çalışıyordu. Çünkü insanın bilincinde başlangıç ile sonun, yaşam ile ölümün uyuşmazlığını uzlaştıran yalnız bilinmeyen ve görülmeyen Tanrı’ydı. Dualar bu yüzden okunuyordu. Tanrı’ya haykırışımızı işittiremediğimiz, dünyayı insanlar için neden doğmak ve ölmek üzere yarattığını soramadığımız için okuyorduk duaları. Dünyaya geldikten sonra insanlar yazgılarına dualarla katlanıyor, yazgılarıyla dualar sayesinde uzlaşıyorlardı. Duaların hiç değişmemesinin, hepsinde aşağı yukarı aynı sözlerin söylenmesinin nedeni, insanların boşu boşuna sızlanmasını önleyip yatışmalarını sağlamasıydı. Yüzyıllardır elden ele dolaşarak perdahlanan altın paralar gibi dualar da sağların ölülerin başında söyledikleri süzme sözlerdi. Atadan oğula kalan bir gelenekti bunlar.”[38 - Cengiz Aytmatov, age., s. 96-97.]
Yedigey, cenazenin yanında kendisiyle birlikte gelen gençlere bakarak onların hiç dua bilmiyor olmalarına hayıflanır, kendisi gibi yaşlılar da kalmadığında, “Öldüklerinde bunları kim gömecek; teker teker yokluğa karıştıkları sırada yaşamın başlangıcını ve sonunu kapsayan sözleri kim söyleyecek,‘elveda yoldaş unutmayacağız seni’ mi diyecekler ya da buna benzer bir zırva mı yumurtlayacaklar?” diye düşünür,[39 - Cengiz Aytmatov, age., s. 97.] ilçe merkezinde katıldığı bir cenaze töreninde buna benzer sözler söylendiğini hatırlayarak üzülür.
Gün Uzar Yüzyıl Olur’da dinî içeriğin öne çıktığı birçok bölüm daha vardır: Nayman Ana’nın oğlunu aramaya giderken kelime-i şahadet getirerek yola çıkması[40 - Cengiz Aytmatov, age., s. 134.], Ahmet Yesevî’nin mezarını ziyaret etmek istemesi[41 - Cengiz Aytmatov, age., s. 135.], Kazangap’ın cenazesinin defni sırasında dinî merasim yapılması[42 - Cengiz Aytmatov, age., s. 335-337.] bunlar arasında sayılabilir. Genel olarak baktığımızda bu romanda dikkati çeken bir husus da dinî ve ahlaki değerlere sahip olan roman kişilerinin düzenli ve tutarlı, buna karşılık manevi değerlere inanmayan roman kişilerinin genellikle başıboş ve düzensiz bir hayat yaşamalarıdır.
Bu ikinci gruptaki roman kişileri arasında en dikkate değer olanı, Kazangap’ın oğlu Sabitcan’dır. Sabitcan Sovyet okullarında okumuş, tam bir Sovyet terbiyesi almış, milletine ve geleneksel değerlerine yabancılaşmış bir insandır. Aytmatov, Sabitcan tipini kendi toplumunun geleneğine, dini ve ahlaki değerlere yabancılaşan insanın içine düştüğü çıkmazı ve boşluğu ifade etmek için, Yedigey’in tam tersi bir kişi olarak çizmiştir. Sözde aydın olan ve eski Yunanlıları Olimpus dağındaki tanrılara inandıkları için alaya alan Sabitcan, yazar tarafından, bu tanrıların yerine teknolojiyi koyuşu ile gülünçleştirilir. Olimpus’taki tanrılara inanmayan Sabitcan uzay alanındaki tanrılara inanmaktadır:

“Düşünebiliyor musunuz, bizler insanlık tarihinden en mutlu kişileriz. (…) Eskiden insanlar tanrılara inanırlardı. Eski Yunan tanrıları sözde Olimpus dağında yaşarlardı. Şimdi düşünüyorum da ne biçim tanrıydı bunlar? İşleri güçleri birbirleriyle kavga etmekti. Birbirleriyle kavga etmekten dolayı insanların mutluluğuna çalışmaya elleri değmiyor, belki bunu akıllarına bile getirmiyorlardı. Aslında yoktu böyle tanrılar; bunlar birer söylence, birer masaldı. Oysa bizim tanrılarımız yaşıyorlar. Bütün dünyaya karşı övünç duyduğumuz bu tanrıları herkes kolay kolay görüp konuşamaz, her canı isteyen Mırkımbay ya da Şıykımbay [her önüne gelen] elini uzatıp tanışamaz, tanışması da gerekmez. Çok doğaldır ki bu gerçek tanrıların bir ayrıcalığı vardır.”[43 - Cengiz Aytmatov, age., s. 45-46.]
Aytmatov, okuyucunun Sabitcan’ın bu sözleri ile romanın diğer bir olay halkası olan geleceğe dönük hayalî uzay projesini karşılaştırmasını ister gibidir. Yazarın iki olay halkası arasında kurduğu ustaca benzerlikler sayesinde okuyucu bu karşılaştırmayı ister istemez yapar.[44 - Bu teknik Aytmatov’un hemen bütün romanlarında görülür. Gün Uzar Yüzyıl Olur’da efsanedeki ‘Man-kurt’la Kazangap’ın oğlu Sabitcan, yeni bulunan Orman-Göğsü gezegeni ile Dünya; Beyaz Gemi’de “Boynuzlu Geyik Ana” efsanesindeki zengin kişinin oğulları ile Urazkul; Dişi Kurdun Rüyaları’nda Abdias ile Hz. İsa arasında kurulan gizli ilişkiler ağı bu anlatım tekniğinin ilk bakışta göze çarpan örnekleridir. Yazıda söz konusu etmediğimiz Gülsarı romanında da bu anlatım tarzının tipik bir örneği ile karşılaşırız. Bir koyun çiftliğinden sorumlu olan çoban Tanabay, kendisine verilmiş olan her türlü görevi gücünün üzerinde çalışarak karşılamaya çalışırken aslında boğaz tokluğuna bile çalışıyor değildir. Böyle bir zor durumda iken, Tanabay, “Devrim”den önce kardeşiyle birlikte bir “ağa”nın yanında boğaz tokluğuna çalıştıkları yılları hatırlar. Geçen o kadar zamana ve umutlara rağmen aslında Tanabay ve onun gibilerin hayatında bir değişiklik olmadığını yazar böylece çok çarpıcı bir karşılaştırmayla ortaya koyar. Fakat yazar kendi hükmünü açık olarak ifade etmez. Olayları anlatır ve sonuç çıkarmayı aradaki zaman farkını ortadan kaldırmaya muktedir olabilen okuyucuya bırakır.]
Sözünü ettiğimiz uzay projesine göre Sovyetler Birliği ve Amerika birlikte yürüttükleri çalışmalar sonucunda üzerinde hayat olan yeni bir gezegen keşfederler. Dünyadan çok daha ileri bir medeniyete sahip, savaş diye bir kavramı tanımayan ve hayatın o gezegende yaşayan canlıların tabiatına uygun olarak düzenlendiği bu yeni gezegenin dünya insanlarının uyanışına ve kendilerinin insanlar üzerinde kurduğu egemenliğe isyan etmelerine sebep olacağını düşünen Sovyet ve Amerikalı yöneticiler (çağdaş tanrılar!) bu keşfi dünyaya duyurmak istemezler. Bu gezegenden dünyaya bir ‘zarar’ gelmesini önlemek için de gezegenimizin etrafını manyetik bir çemberle her türlü iletişime kapatırlar. Tam bu noktada, romanın bir diğer olay halkası olan ve bir efsaneye dayandırılan “Mankurt” hikâyesi ile ilişki kurulur. Efsaneye göre bundan binlerce yıl önce yaşayan Juen-Juen adlı bir kavim, ele geçirdiği savaş esirlerinin kafasını ıslak deve derisi ile sarıp güneşte bırakarak beyin faaliyetlerinin yok olmasına sebep olur ve hafızasını kaybeden bu esirleri köle olarak kullanırlarmış. Yazar, bu efsanedeki ilkel kavmin hafızayı yok etme yöntemi ile insanları yönetenlerin onlara hiç sorma gereği duymadan dünyanın etrafını bir çemberle kapatmalarının aslında aynı anlama geldiğini böylece çok çarpıcı bir biçimde anlatır. Bu anlatım tarzı ile de, çağdaş tanrıları alkışlayan Sabitcan, efsanedeki Mankurtla özdeşleştirilir. Romanın sonunda Sabitcan’dan, işgal edilen kutsal mezarlığın tekrar kendilerine verilmesi için ilgililer nezdinde girişimlerde bulunmasını isteyen Yedigey, ondan “İhtiyar, ıvır zıvır işlerle kimsenin kafasını şişirmeye kalkma. Hele böyle bir konuda bana hiç güvenme. Senin Ana-Beyit’in bana vız gelir tırıs gider” cevabını alınca, sözünü ettiğimiz özdeşliği çok net bir biçimde ortaya koyan su sözleri söyler: “Mankurtsun sen! Gerçek bir Mankurt!”[45 - Cengiz Aytmatov, age., s. 341-343.]
İşte toplumuna yabancılaşmış, bütün değerlerini kaybetmiş olan bu Mankurt tipi, asıl üzerinde durmak istediğimiz Dişi Kurdun Rüyaları’nda adeta bütün bir cemiyete yayılmış olarak karşımıza çıkar. Bu romanın en önemli kişisi Abdias’ın savaşı, denilebilir ki işte bu Mankurtlarladır.
Buraya kadar söylediklerimizin amacı, Dişi Kurdun Rüyaları’nda işlenen din temasının, Aytmatov’un önceki bazı romanlarının bir nevi devamı biçiminde ortaya çıktığını göstermekti. Beyaz Gemi ve özellikle de Gün Uzar Yüzyıl Olur’da nüve halinde ve daha çok bazı ayrıntılarda veya müphem ve sembolik ifadelerle karşımıza çıkan bu tema, yazarın Dişi kurdun Rüyaları romanında nasıl ortaya çıkmaktadır? Şimdi de bunu göstermeye çalışacağız.
Dişi Kurdun Rüyaları üçlü bir mücadelenin üçlü bir olay örgüsü ile hikâye edildiği bir romandır. Eser, bazı aykırı fikirleri yüzünden kiliseden atılan bir gencin düşüncelerini yayma mücadelesi sırasında başına gelenler, bu gencin bilincinden yansıtılan ve onun hayatıyla kurulan ilgi sebebiyle söz konusu edilen Hazreti İsa’nın çarmıha gerilmesi hadisesi ve dişi kurt Akbar ve ailesinin yaşama mücadelesi üzerine kurulmuştur.
Kiliseden ayrıldıktan sonra bir gazetede muhabir olarak çalışmaya başlayan Abdias, kendisini tanıtmadan uyuşturucu kaçakçılarının arasına karışarak bu konuyla ilgili bir yazı dizisi hazırlamak ister. Amacı, toplumu içten içe çürüten bu tehlikeye karşı yetkilileri uyarmaktır. Uyuşturucu toplamak için çıktıkları yolculukta, başkalarının piyonu olduklarını gördüğü gençleri yaptıkları işten vazgeçirmeye çalışan Abdias kaçakçılar tarafından dövülerek trenden atılır. Ölümden dönen Abdias çok güç durumda ve para sıkıntısı içerisindeyken mahiyetini tam olarak anlayamadığı bir iş teklifini kabul ederek sayga (antilop) avcıları ile bozkıra gider. Bu avcılar, merkezî yönetimin kendilerinden istediği yıllık et istihsalini koyunlardan elde edemeyeceklerini anlayınca sayga avlayarak açığı kapatmak isteyen mahalli idarecilerin tuttuğu isçilerdir. Bozkırda sürü halinde dolaşan saygaları makineli tüfeklerle öldürmekte, tam bir tabiat katliamı yapmaktadırlar. Bu işin de insanlığa aykırı olduğunu gören Abdias, yapılanlara karsı çıkarak işçileri yola getirmeye uğraşır, fakat başarılı olamaz. Genç adam, hiçbir insani değer taşımayan bu işçiler tarafından ormanda bir ağaca bağlanarak (çarmıha gerilerek) korkunç işkencelerle öldürülür.
Romandaki ikinci olay halkası, bize Abdias’ın bilincinden yansıtılan ve onun hayatı ve mücadelesini aydınlatmak gibi bir işlevi olan Hz. İsa’nın çarmıha gerilmesi hadisesidir. Bu olay, Abdias’ın uyuşturucu kaçakçıları tarafından trenden atılması sırasında geçirdiği baygınlık anında gördüğü bir “rüya” olarak romanda yer almıştır.
Romanın üçüncü olay halkasında dişi kurt Akbar ile eşi Tasçaynar ve yavrularının hayatta kalma mücadeleleri hikâye edilmektedir. İnsanoğlunun tabiatın dengesine müdahale etmesi yüzünden kurt ailesi yurt tuttukları hiçbir yerde barınamazlar. İki yavruları sayga avcıları tarafından öldürülür. En son geldikleri yerde de bir yavruları yöre halkından Bazarbay tarafından yuvasından kaçırılır. Bazarbay kaçırdığı yavruyu önce komşusu Boston’un evine götürür. Evin küçük oğlu Kence, yavrudan çok hoşlanarak onunla oynar. Daha sonra yavru Bazarbay tarafından götürülür, fakat kokusu eve sindiği için anne kurt geceleri Boston’un evi etrafında dolaşmaya ve korkunç ulumalarla ev halkını rahatsız etmeye başlar. Bir gün dışarda oynayan Kence’ye yaklaşır ve onda yavrusunun kokusunu hissettiği için çocuğu kaçırmak ister. Dişi kurt çocuğu kaçırırken çaresiz kalan baba, kurdu nişan alarak ateş eder, fakat hedefi tutturamaz ve kendi çocuğunu vurur. Böylece romandaki her üç olay da trajik bir şekilde sona erer.
Kısaca özetini vermeye çalıştığımız üç olayda da trajik sona sebep olanlar, Gün Uzar Yüzyıl Olur adlı romanda çizilen Mankurt tipinin özelliklerini gösterirler. Bu tip, Dişi Kurdun Rüyaları’nda cemiyete yayılmış olarak karşımıza çıkar. İlkel Juan-Juan kavminin, hafızasını yok ederek verilen her emri körü körüne uygulattığı köle tipi, bu eserdeki sayga avcılarının ortak karakteridir. Onları ilgilendiren, yaptıkları işten kazanacakları para ve hükümetten aldıkları emirdir. Bunun dışında hiçbir manevi değer tanımaz, ahlaki ve vicdani sorumluluk duygusu taşımazlar. Bu avcılardan Bos’un Abdias’a söylediği şu sözler sözünü ettiğimiz kişilik yapısını çok iyi açıklamaktadır:

“Demek böyle ha sefil kukla! Bizi Tanrınla korkutmak istedin ha! Korkarız mı sandın sersem! Bizi kuş beyinli mi sandın? Tanrıyla manrıyla işimiz yok bizim. Ne sanıyorsun sen kendini? Biz sadece hükümetin emirlerini yerine getiriyoruz ve senin gibi bir papaz bozuntusu da hükümet plânını bozmaya kalkışıyor. Sürüngenin birisin, bir halk düşmanısın sen! Halk ve devlet düşmanı! Senin gibi hainlere dünyada yer yok.”[46 - Cengiz Aytmatov, Dişi Kurdun Rüyaları, s. 231.]
Kurt ailesi ile din arasındaki ilgi de bu noktada ortaya çıkmaktadır. Sadece emirleri yerine getirmek için köleleştirilmiş insan hiçbir dinî, ahlaki ve vicdani endişe taşımadan yüzlerce masum hayvanı ve bu arada kurdun iki yavrusunu makineli tüfeklerle öldürebilmektedir. Yazar-anlatıcının şu sözleri bu gerçeği gözler önüne sermektedir: “İnsanların kendileri yaşıyor, ama başka canlıların, özellikle de onlara bağımlı olmadan yaşamak isteyen ve buna hakları olanların yaşamalarını istemiyorlardı.”[47 - Cengiz Aytmatov, age., s. 14.]
Romandaki bir diğer Mankurt, kurtların yavrusunu yuvasından kaçıran Bazarbay’dır. Onun da kişiliğine dikkat ettiğimizde adeta içgüdülerine göre yaşayan, hiçbir manevi duyguya sahip olmayan bir insan olduğunu görürüz. Yavruyu yuvasından alırken tek düşündüğü onu satarak elde edeceği paradır. Onun da bir hayatı, kaybına ağlayacak bir ailesi olabileceğini hiç aklına getirmez.
Örnekleri toparlayacak olursak: Abdias’ı trenden atan kaçakçılar, yine Abdias’ı ormanda öldüren ve yüzlerce masum hayvanı acımasızca katleden sayga avcıları ile onları bu işte kullanan mahallî yöneticiler, kurt yavrusunu çalan Bazarbay ve onun gibiler… Bütün bunlar Aytmatov’un Gün Uzar Yüzyıl Olur’da özelliklerini çizdiği Mankurt tipinin devamıdırlar.
Peki, bütün bu kötülükleri ortadan kaldıracak olan bir çözüm var mıdır? Aytmatov’un romanı karamsar olarak bitse de bu sorunun cevabı olumludur ve bu cevabı Abdias vermektedir: Din. Abdias’a göre insanlar gerçek Tanrı’yı unuttuğu ve onun yerine manevi bir bağlayıcılığı olmayan dünyevî tanrılar icat ettiği için insanlık bu kötülükleri yaşamaktadır.
Abdias’ın savunduğu ve uğrunda öldüğü din nasıl bir dindir ve bu dinin Tanrısı ne gibi özelliklere sahiptir? Şimdi de bunu anlamaya çalışalım.
“İnsana Tanrı’yı kendi özünün doruğu olarak görme hürriyetini tanımak gerek”[48 - Cengiz Aytmatov, age., s. 92.] diyen Abdias’ın bu cümlesi bize onun nasıl bir Tanrı düşüncesine sahip olduğunu göstermektedir. Onun varlığını kabul ettiği Tanrı görecedir. Yüzyıllar içerisinde insanın idrak ve kavrayış düzeyine göre sürekli olarak değişip gelişmektedir. Bu değişim daima mükemmele doğrudur. Ya da bir başka şekilde şöyle açıklanabilir: Tanrı aslında zaten mükemmeldir, fakat insanlar onu her çağda kendi kapasitelerine göre algılarlar. Bir bakıma değişen Tanrı değil insanın kavrama ve algılama yetisidir. Öyle bir zaman gelecektir ki insan Tanrı’yla özdeşleşecek, onun mükemmelliğine ulaşacaktır. Abdias’ın kendi cümlesi ile söylemek gerekirse, “Tanrı insanın kendi özünün doruğudur.”
Romanda Hazreti İsa’nın sözleri olarak bulunan cümleler de bize Abdias’ın din anlayışını vermektedir. Zira daha önce de ifade ettiğimiz gibi Hazreti İsa ile ilgili olay halkası yazar tarafından bize Abdias’ın bilincinden yansıtılmaktadır.[49 - Abdias ve Hazreti İsa arasında kurulan ilişkiyi yazar-anlatıcının şu sözleri de teyit etmektedir: “Gerçekte Yüce Yaradan’ın paradoksları da sınırsızdır. Yüzlerce yıl önce bir defa daha tuhaf bir adam susması gerektiğine inanmış ve bu yüzden hayatını yitirmişti. Kendisini kurtaracak sözleri söylemeyi reddettiği için yitirmişti hayatını. (…) o gün de bir Cuma günüydü ve o adam da hayatını kurtarmak için onların istediği şekilde konuşmayı, istenen kelimeleri söylemeyi reddetmişti.” (ss.52-55)] Gerçekten de Hz. İsa’nın kendisini yargılayan valinin “Tanrı ve insanların bir bütün mü olduğunu söylemek istiyorsun?” şeklindeki sorusuna verdiği cevap, Abdias’ın yukarıdaki sözleri ile anlam bakımından aşağı yukarı aynıdır:

“Bir bakıma öyle. Denilebilir ki bütün insanlık Tanrı ‘nın bu dünyadaki bir imajı, bir görüntüsüdür. İnsanlık Tanrı’nın hypostase(cevheri)’ıdır. İnsanlık bir ‘Gelecek-Tanrı’dır. Yaratılıştan beri sunulan sonsuz imkânların tanrısıdır. (…) ‘Gelecek-Tanrı’ sonsuzdur. Her şeyin esası ve insanların bütün özlemlerinin, bütün faaliyetlerinin sonucudur. Bundan dolayı da onun tabiatı, iyi ya da kötü, merhametli ya da zalim, yani insanlar ne yaparsa, nasıl yaparsa öyle olacak. Ne ekerlerse onu biçecekler. ‘Gelecek-Tanrısı’ budur, içlerinden her biri Hakk’ın bir parçası olduğu için dünya tamamen onların elindedir.”[50 - Cengiz Aytmatov, age., s. 175-176.]
Abdias’a göre böyle bir Tanrı anlayışı insanı ilahlaştırmak, onu Tanrı yerine koymak ve bunun sonucunda ezelî ve ebedî olan mutlak yaratıcıyı inkâr etmek değildir. Çünkü insana Tanrı’nın mükemmelliğine ulaşma yetisini ve iznini, hatta görevini yine Tanrı vermiştir. Dolayısıyla insan bu çabasıyla yine Tanrı’nın bir emrini yerine getirmektedir: “Böyle bir görüş yalnız kabul edilebilir değil, aynı zamanda zaruridir. Bu, insanlara dünyanın kaderini tayin etme hürriyetini veren Yüce Yaradan’ın iradesine de uygundur. İnsanlar bütün günlerinin, bütün amellerinin tek sorumlusu ve tek yargıcıdırlar.”[51 - Cengiz Aytmatov, age., s. 176.]
Aydınlatılması gereken bir husus daha vardır ki o da Abdias’in Hristiyanlıkla olan ilişkisidir. Kanaatimize göre Aytmatov’un kendisine muhatap olarak aldığı Batı dünyası ile alakalı olarak romanının zemininde kullandığı Hristiyani öğeler Türkiye’de yanlış anlaşılmış ve romanda Hristiyanlık propagandası yapıldığı ileri sürülmüş, hatta Aytmatov’un bir Hristiyanlık misyoneri olduğu bile iddia edilmiştir.[52 - Dişi Kurdun Rüyaları Türkiye’de neşredildiğinde eser hakkında çıkan bir tanıtma yazısında böyle bir iddiaya yer verilmiştir: “Cengiz Aytmatov bu son romanında karşımıza tam inanmış Hristiyan misyoneri hüviyetiyle çıkmaktadır. Belki de öyledir. Aksi olsa yazdıklarını yazmazdı, yazamazdı.” (Abdürrahim Karakoç, Yeni Düşünce, 25 Mayıs 1990.) Dr. Hayati Bice de bu romanı “Aytmatov’un intiharı” olarak nitelemekte ve bu eseriyle Aytmatov’un kendi roman geleneğinin dışına çıktığını ileri sürmektedir. (“Biz Cengiz’i Çok Sevmiştik… Severiz de…”, Türk Yurtları, s. 44 vd.) Oysa yukarıda belirttiğimiz gibi Aytmatov bu romanında da önceki eserlerinde ele aldığı bir temayı geliştirmiş ve daha ayrıntılı olarak işlemiştir.] Oysa -Aytmatov’un böyle bir misyonu niçin yükleneceği sorusu bir tarafa- romanın fikrî yapısı bir bütün olarak dikkate alındığında böyle bir sonuca varılması mümkün değildir. Zira her şeyden önce, eserde yazarı temsil ettiğini düşündüğümüz Abdias mevcut Hristiyanlığa aykırı görüşleri yüzünden papaz okulundan uzaklaştırılmıştır. Çünkü ona göre Kilise, insanları köleleştirme üzerine kurulmuş olan dünyadaki sisteme angaje olmuştur. En azından yapılan her türlü kötülük ve haksızlığı sükûtla karşılamaktadır. Abdias’ı sorguya çeken papazın söyledikleri, Kilisenin bu pasif tavrını çok açık olarak ortaya koymaktadır: “Bu fikirlerinle sen pek ileriye gidemezsin. Temel dogmalarla uğraşanları laikler de istemez ve aralarından atarlar. Çünkü her ideoloji esas olarak yalnız ve yegâne gerçeğe kendisinin sahip olduğunu iddia eder.”[53 - Cengiz Aytmatov, age., s. 34.]
Bu sözler laik dünya sisteminin kendisine biçtiği rolü uysallıkla kabul etmiş olan bir din adamına aittir. Mensubu olduğu dinin aslında bu tavrı kabul etmiyor olması onun için önemli değildir. Abdias işte bu tutuma karşı çıkar.
Abdias’ın mevcut Hristiyanlığı savunmadığı ortada. Şimdi sorabiliriz: Abdias tahrife uğratılmadan önceki Hristiyanlığı mı gündeme getirmek istiyor? Eğer öyleyse o zaman bunun eleştirilecek bir yanı yoktur. Bozulmamış bir din olarak Hristiyanlığın, bizim inandığımız Allah’ın dini olduğunu zaten biz Müslümanlar reddetmiyoruz. Fakat eserde böyle bir iddianın bulunduğunu gösteren bir işaret de yoktur. Bir peygamber tavrıyla karşımıza çıkan Abdias, öyle anlaşılıyor ki, Hristiyanlıktan daha mükemmel, daha kapsayıcı bir dinin temsilci ve tebliğcisi olmak gibi bir misyonla görevlendirilmiştir. Onunla bir peygamber arasında ilişki kurulmasının ve mücadelesinin bu peygamberinkine benzetilmesinin sebebi budur. İsa’yı yargılayan vali, ondan bir Yahudi olarak söz eder.[54 - Cengiz Aytmatov, age., s. 155.] Bu anlamda İsa ne kadar Yahudi idiyse Abdias da o kadar Hristiyan’dır.
Bu noktada İslâmiyet’in ‘tek din’ anlayışının meselenin çözümünde bize yardımcı olacağını sanıyorum. Bilindiği gibi Yahudilik, Hristiyanlık ya da İslamiyet aslında tek bir dinin “Allah’ın dini”nin insanlık tarihi boyunca aldığı değişik adlardır ve bu din tarih boyunca çeşitli dönemlerde insanların onu bozması, aslından uzaklaştırması sebebiyle Allah tarafından son olarak “İslamiyet” adıyla ‘tamamlanmış’tır. Hazreti İsa’nın söylediği ve yazarın onunla Abdias arasında kurduğu ilişki dolayısıyla aslında Abdias’ın düşünceleri olan şu sözler bu hususu çok net bir biçimde ortaya koymaktadır: “Bütün ülkeler, bütün zamanlar için bir tek Tanrı… bir tek din, herkes için tek cennet.”[55 - Cengiz Aytmatov, age., s. 164.]
Şimdi yukarıda Hristiyanlık için sorduğumuz soruyu bu defa İslamiyet için sorabiliriz: Romanın kahramanı Abdias İslamiyet’in savunuculuğunu mu yapıyor? Onun, rüyasında Hz. İsa’yı gördüğü sırada düşündüğü ve içinde Ra’d suresinin 11. ayetinin anlamına çok benzeyen bir cümlenin bulunduğu aşağıdaki bölüm, bu soruya verilebilecek olumlu bir cevabı mümkün kılabilir:

“İnsanın üzerine çöken, onun belini büken yük çok ağır. Onda bu derece kökleşmiş kötülüğe karşı bir aşı bulunabilecek mi? Bulunabilirse onu bütün yaratıklardan ayıran akıl kanatlarıyla, ruhu, şimdiye kadar ulaşılamamış yüksekliklere çıkaracaktır. Heyhat! Böyle bir şey mümkün olsaydı! Senin fedakârlığın boşuna. Kendilerini asla doğru yola sokmayanları sen daha iyi duruma getiremezsin.”[56 - Ra’d suresinin 11. ayetinin bir kısmı: “Bir millet kendi durumlarını değiştirmedikçe Allah onların durumlarını deriştirmez.” (Süleyman Ateş meali). Bu eserde ayet ve hadislerle benzerlik gösteren başka ifadeler de vardır. Fakat eserin ikinci dilden (Fransızca) tercüme edilmiş olması bu benzerlikler hususunda yargı belirtmekte ihtiyatlı olmayı gerektirmektedir.]
Yine bu rüya sırasında gittiği Kudüs’te Abdias’ın, Hz. İsa’nın çarmıha gerildiği iddia edilen ağaçta onu bulamaması[57 - Cengiz Aytmatov, age., s. 190.] da çok kapalı olarak belki onun ölmüş olması konusunda bir şüphenin işareti olabilir. Ancak bu tür yorumları ileri götürmenin çok doğru olacağını sanmıyorum. Yoruma gerek bırakmayacak kadar açık olan husus, Aytmatov’un bu romanda insanlığın ancak ilahi bir dinin kanatları altında aradığı huzuru bulacağı fikrini işlediğidir. Bu tema yazarın ilk eserlerinden itibaren gittikçe ağırlığı arttırılarak işlenmiş ve bu son romanında en yüksek noktasına ulaşmıştır. Aytmatov’un romanın zeminine Hristiyanlığı koyması, daha önce de kısaca temas ettiğimiz gibi mesajını iletmek istediği Batı dünyası ile ilgili olmalıdır. Abdias’ın, arkadaşı İnga’ya yazdığı mektuptaki şu cümleler de bu düşüncemizi teyit etmektedir:

“Modern dünyamızın karşılaştığı bu acıklı uyuşturucu meselesini çeşitli yönleriyle ele alan yazılarımın yakın bir gelecekte yayınlanacağından da emin değilim. ‘Modern dünya’ diyorum, çünkü yaban keneviri bilinmeyecek kadar eski zamanlardan beri bozkırda yetişiyor, ama on beş yıl öncesine kadar, yerli halkın dediğine göre bu pis bitkiyi, uyuşturucu kullananların deyimi ile bu ‘ot’u ne içmek için ne de başka bir amaçla toplayan hiç yoktu. (…) Evet, bu hastalık çok yenidir ve bunda Batı’nın etkisi çok büyük olmuştur.”[58 - Cengiz Aytmatov, age., s. 43.]
Aşağıdaki bölümde de hem teknolojiyi insanlığın zararına kullanan ve maddeci bilimi adeta bir din haline getiren Batı dünyası hem de mevcut sistemin oyuncağı olan Kilise çok sert bir dille tenkit edilmektedir. Bir yerde yazarın bu romandaki amacını ortaya koyan ve günümüz insanı için son derece ibret verici olan bu satırlarla biz de yazımızı noktalıyoruz:

“Maddeci bilim, bütün öteki dinler gibi Hristiyanlığı da gömmeye, yok etmeye çalışmadı mı? Bunları olanca gücüyle söküp atmaya, kuvvetli bir elle ilerlemelerin ve tek takip etmemiz gereken kültürün dışında bırakmaya çalışmadı mı? Çağdaş insan ilk bakışta hiç bir dinî inanca ihtiyacı yokmuş gibi görünüyor: Bu inanışları, uzun zaman öncesine ait basit işaretler gibi tarih bilgileri arasındaki yerine koymak yetiyor çağımız insanına. Din eski bir etaptır ve modası çoktan geçmiştir onun için. Konuya daha yakından bakalım: En gerçekçi teorilerle gülünç duruma düşerek kaldırıp attığımız o eski fedakârlık, sadakat ve merhamet kavramlarının yerini alacak ne var elimizde? İmanın yerini alacak ne bulduk? Hiç şüphesiz son derece üstün bir şey olmalı, çünkü yeni daima eskiye tercih edilir. İşte, öyleyse, yeni din, yeni ve eşsiz kudretteki din, yakında bütün dünyaya hükmedecek yeni din: En müthiş silahlarla donatılmış askerî güç! İnsan bu kadar bağımlı, böylesine buyruk altında bulunmuş muydu hiç? İnsan hayatı her an, büyük devletlerin savaşı başlatmaları veya bundan sakınmaları şıklarına sıkı sıkıya bağımlıdır. Böyle bir durumda atom silahlarına sahip devletler dışında hangi ilahlara bel bağlayacağız? Sunaklarda insanların tapması için bomba maketlerinin sergilendiği ve duaların general portreleri önünde yapıldığı bir tapınağın kurulması düşünülmedi henüz… Ama çağımıza uygun kiliseler işte bunlar olacak.”[59 - Cengiz Aytmatov, age., s. 188-190.]

Kaynakça
Aytmatov, Cengiz. Gün Uzar Yüzyıl Olur, (Çev. Mehmet Özgül), Cem Yayınları, İstanbul, 1985.
Aytmatov, Cengiz. Beyaz Gemi, (Çev. Mehmet Özgül), Cem Yayınları, İstanbul, 1985.
Aytmatov, Cengiz. Dişi Kurdun Rüyaları, (Çev. Refik Özdek), Ötüken, İstanbul, 1990.
Bice, Hayati. “Biz Cengiz’i Çok Sevmiştik!.. Severiz de..” Türk Yurtları, S. 3, 1990.
Karakoç, Abdürrahim. “Dişi Kurdun Rüyaları” Yeni Düşünce gz., 25 Mayıs 1990.

Beyaz Gemi Romanında Suyun Sembolik Anlam ve Açılımları
MEHMET GÜNEŞ[60 - Doç. Dr., Marmara Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Öğretim Üyesi.]
Su, doğası gereği farklı sembolik anlam ve açılımlara sahiptir. Örneğin su canlılar için hayat kaynağı ve arınma/huzurun sembolü olduğu gibi, şiddet ve korku işlevleriyle de öne çıkmaktadır. Suya yüklenen sembolik anlamlar dinî inançlar, folklorik unsurlar ve yaşanılan coğrafyayla doğrudan ilintilidir. Sadece Türk toplumunda değil, birçok toplum/uygarlıkta, tabiattaki dört ana unsurdan biri olan suya kutsal anlamlar yüklendiği görülür. Nesne/unsurların kutsanmasında dinî inançlar kadar coğrafya/iklimsel özellikler de doğrudan tesirlidir. İnsanlık tarihinin başlarından modern çağa az bulunan nesneler çoğunlukla daha kıymetli ve özel olmuştur. Bu bağlamda Erich Fromm’un tespit ve yorumları çarpıcıdır. Ona göre kutuplarda su bol olup güneş ışığı az olduğundan orada güneş kutsal anlam ve açılımlara sahiptir. Yakındoğu’da ise güneş bol olup su kıttır. Bu nedenle “su hayatın kaynağı ve büyümenin temel taşı olarak görülmektedir.”[61 - Ercih Fromm, Rüyalar Masallar Mitler Sembol Dilinin Çözümlenmesi, Çev. Aydın Arıtan-Kaan H. Ökten, Say Yayınları, İstanbul 2014, s. 35.] Geçmişten bugüne suyun Türk kültüründe kutsanması, başka etmenlerle birlikte Türklerin uzun yıllar bozkır coğrafyasında yaşamış olmalarıyla da ilişkilidir.
Cengiz Aytmatov’un Beyaz Gemi romanının kurgusunda suyun hayati önemiyle birlikte farklı sembolik anlam ve açılımlarının da işlevsel olduğu görülür. San-Taş vadisinde Mümin dedesi, Bekey teyzesi ve diğer akrabalarıyla birlikte yaşayan çocuk özne, tüm olumsuzluklara rağmen mutlu olmaya, hayata umutla bakmaya çalışır. İkamet ettikleri yerleşim biriminde akranı/arkadaşı olmayan, sürekli aile içindeki şiddet ve huzursuzluklara tanık olan çocuk özne zaman içinde hayal dünyasında/ masal âleminde yaşamaya başlar; hayalleri/rüyalarının gerçekleşmesinin olanaksız olduğunun kısmen farkında olsa da mutsuz ortamdan uzaklaşmak için başka seçeneği de yoktur. Acılarını bastırmaya, çevresindeki olumsuzlukları görmezden gelmeye çalışan çocuk özne, Beyaz Gemi’ye ulaşıp yitik cenneti olan babasına/aile saadetine kavuşacağına inanarak mutlu olmaya çalışır.
Dedesinin anlattığı Maral Ana Efsanesi, çocuk öznenin hayal dünyasının biçimlenmesinde etkili olmuştur. Kırgız Türklerinin Buğulu soyunu yok olmaktan kurtardığına inanılan Boynuzlu Maral Ana’nın kendisini ve sevdiklerini yaşadıkları sıkıntılardan kurtaracağına inanan çocuk özne, daha sonra kendisinin yarattığı masal dünyasına sığınır. Bedensel olarak balığa dönüşüp Beyaz Gemi’ye ulaşarak babasına/yitik cennetine kavuşacağını umar. “Çocuk, su sembolü ile bilinçaltına, ana rahmine döner, dölleyici balık imgesi ile de yeniden ana rahminde can bulup farklı bir zaman, mekân ve yaşamda yeniden doğmayı arzular.”[62 - Veysel Şahin, “Aytmatov’un Beyaz Gemi Romanında Ötelerin Çağrısı ve Kaçış”, Cengiz Aymatov, Ed. Ramazan Korkmaz, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara 2009, s. 286.] Romanda Isık-Göl ve içinde seferler yapan Beyaz Gemi etrafında oluşan sembollerle masalsı/ ütopik (alt) anlatı(lar) oluşturulmuştur.
Hayat Kaynağı Olarak Su
Romanda Maral Efsanesiyle ilintili olarak eski adıyla Enesay yeni adıyla Yenisey Irmağı özelinde akarsuların hayati önemi ve yüklendikleri işlevler ifade edilir:
“Senden geniş nehir var mı Enesay?
Senden aziz bir yurt var mı Enesay?
Senden derin bir dert var mı Enesay?
Senden özgür olan var mı Enesay?
Senden geniş bir nehir yok Enesay,
Senden aziz bir vatan yok Enesay,
Senden derin bir dert de yok Enesay,
Senden özgür özgürlük yok Enesay…”[63 - Cengiz Aytmatov, Beyaz Gemi, Çev. Refik Özdek, Ötüken Yayınları, İstanbul 1999, s. 54.]
Şiirin ilk dörtlüğünde soru, sonraki dörtlükte ise cevap nitelikli cümlelerle Yenisey Nehri yüceltilir; geçmişten bugüne suyun işlevleri ve ona yüklenen sembolik anlamlara dikkat çekilir. Yenisey Irmağı etrafında yaşayan, ondan daha büyük nehirleri görmemiş ya da onlardan haberdar olmayan çoğu kişinin bu nehre bakışı benzerdir. Son derece geniş alana yayılan ve su taşıyan Yenisey Irmağı, bu yönüyle o coğrafya insanı için hayat kaynağı olmuş, etrafına yerleşen halklar bu havzaya huzur yurdu/mekânı olarak bakmışlardır. Yenisey Irmağı coşup taştığı zaman canlar aldığı gibi, suyun etrafındaki havza sürekli işgallere de sahne olmuştur. Dünyanın beşinci uzun nehri olan Yenisey Irmağı etrafında birçok kavim yaşamıştır; bunlardan birinin de Kırgız Türklerinin olduğuna inanılır. Beyaz Gemi romanının kurgusunda oldukça işlevsel olan Maral Ana Efsanesinde anlatılan olayların da bu nehir kenarında gerçekleştiğine inanılır. Efsaneye göre Kırgız Türklerinin Buğu soyu yok olmak üzere iken Maral Ana’nın kılavuzluğuyla Yenisey vadisinden Isık-Göl civarına gelerek burayı yurt edinmişlerdir. O vakitten sonra Yenisey Irmağı gibi, Isık-Göl de onlar için kutsal anlam kazanmaya başlar.
Romanda özellikle sonbahar mevsiminde maralların kolayca su içebildikleri çay kenarında dolaştıkları sıklıkla vurgulanır. Maralların su kenarında dolaştığını gören çocuk özne, hayal âleminde su kenarındaki marallarla, özellikle boynuzlu maral ananın hayaletiyle söyleşir. Romanda suyun insan hayatındaki, birincil derecedeki işlevi sıklıkla vurgulanır.
Suyun Şiddeti
Huzur ve arınma için sığınak olan su, şiddetin de sembolü olabilmektedir. Su, durgun ve berrak haliyle arınmanın ve huzurun sembolü olurken “fırtına ve sellerde korkunç ve yıkıcı bir olgu haline gelebilir”;[64 - Erich Fromm, Rüyalar Masallar Mitler Sembol Dilinin Çözümlenmesi, Çev. Aydın Arıtan-Kaan H. Ökten, Say Yayınları, İstanbul 2014, s. 36.] yine sıradan/yeni bir yüzücü ve çevre için sakin deniz, huzur ve rahatlama alanı iken bol akıntılı ve dalgalı deniz ise öldürücü/yıkıcı olabilmektedir. Beyaz Gemi romanında çocuk özne kendi kendisinden kaçmak ya da çevresindeki olumsuzlukları bastırmak istediği zaman San-Taş’ın yükseklerine çıkıp dedesinin kendisine armağan ettiği dürbünle Isık-Göl’ü seyreder. Isık-Göl’de yüzmesi ya da onun etrafında dolaşması mümkün olmayan çocuğa, dedesi çayın sığ bir yerini taşlarla çevirerek korkmadan yüzebileceği gölcük yapar. Taşlarla çevrili bu gölcük sayesinde çocuk, akıntıya kapılıp boğulmaktan da suyun şiddetinden de korunmuş olur. Sığ olan yerlerde suyun derinliği diz boyu olsa da akıntı hızlı olduğu için çocuk özne gibi zayıf birini hemen alıp götürebilmektedir. Anlatıcı, Mümin Dedenin gölcüğü inşa ediş süreci şu şekilde aktarır:

“İhtiyar Mümin, akıntının deviremeyeceği iri taşları seçmiş, onları karnına dayayarak iki eliyle oraya güçlükle taşımıştı. Sonra da suyun içinde ayakta durarak taşları örmüştü. Suyun kolayca girebileceği, sonra öbür taraftan yine kolayca çıkabileceği delikleri de çok iyi hesaplamıştı.”[65 - Cengiz Aytmatov, Beyaz Gemi, s. 31.]
Böylece çocuk suyun şiddetinden, ölümcül yönünden korunur. Tabiatla iç içe yaşayan insanoğlu, yaşama biçimini ona uydurmak zorunda kaldığı gibi tabiatı da kendi istediği yönde biçimlendirir. Tabiatın sunduğu imkânlardan yararlanırken, tabii afetlerin kendisine vereceği olası zararları önlemeye çalışır. Çocuk özne suyun arındırıcı, rahatlatıcı özelliğinden yararlandırılırken şiddetinden de korunmaya çalışılır. Çayın düz ve sığ yerinde bu gölcük inşa edildikten sonra çocuk, korkmadan yüzebilir. Tıpkı balıklar gibi gözlerini hiç kapatmadan yüzer. Balıklara imrenen/özenen çocuk özne “bir balık olup akıntı boyunca ta uzaklara kadar yüzmeyi hayal ed[er]”.[66 - Cengiz Aytmatov, Beyaz Gemi, s. 31.] Sadece balık gibi yüzerek Beyaz Gemi’ye ve babasına ulaşabileceğine hükmeden çocuk öznenin o vakitten sonra en büyük arzusu balık gibi yüzmek ya da balığa dönüşmektir.[67 - Balığa dönüşme isteği/hayali, okuru kutsal ya da mitolojik anlatılara götürecektir. Örneğin Eski Ahit’te anlatılan efsaneye göre Kızıldeniz’de sulara gömülüp “Maçune Manuşa/Balık Adamlar”a dönüşürler. Denizde yaşamaya başlayan bu yaratıklar, ne zaman insana dönüşeceklerini de sorarlar. Bkz. Özhan Öztürk, Folklor ve Mitoloji Sözlüğü, Phoenix Yayınevi, Ankara 2009, 170. Hristiyanlara göre balık sözcüğün kökeni Hz. İsa’nın tanrılık adıyla ilintili olduğu gibi, balık Havarilerin ağıyla kurtarılan ruh olup Hz. İsa’nın elinde çoğalma niteliği taşır. Bkz. Orhan Hançerlioğlu, İnanç Sözlüğü (Dinler-Mezhepler-Tarikatler-Efsaneler), Remzi Kitabevi, İstanbul 1975, s. 94. Kur’an-ı Kerim’de de Yunus peygamberi bir balık yutar, belirli bir süre Yunus peygamber balık karnında kalıp daha sonra bir bakıma yenden doğar. Âb-ı hayat efsanesinde pişmiş balığın canlanması söz konusudur. Yine başka bir efsanede ya da Bizans inanışına göre Bizans’ta büyük bir felaket olacağı zaman tavada kızartılan balıklar denize dönmek isterler. Ayrıntılı bilgi için bkz. Abdulkadir Emeksiz, “İstanbul Folkloru”, Karaların ve Denizlerin Sultanı İstanbul, C. II, (haz. Filiz Özdem), Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 2009, s. 274. Yine Budizm ve güney kültürlerinin tesiriyle Altay Türkleri arasında dünyanın (üç) balığın sırtında durduğu inancı vardır. Bkz. Bahattin Ögel, Türk Mitolojisi (Kaynakları ve Açıklamaları ile Destanlar), C. 1, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1993. s. 440-443.]
Çocuk özne için su hep gücü temsil eder; o, zorda kaldığı bazı durumlarda sudan medet umar. Örneğin dedesine ve kendisine oldukça kötü davranan, eşi Bekey’e sürekli şiddet uygulayan Oruzkul’a karşı koyabilecek gücü olmayan çocuk özne, tüm mağdurlarla birlik olup Oruzkul’u çaya kadar sürükleyip suyun ortasına atarak ona hak ettiği cezayı vermeyi hayal eder. Böylece masumlara zarar veren Oruzkul, su gücüyle cezalandırılacaktır. Zihin dünyası masallar, kurgularla şekillenen çocuk özneye göre ancak iyiler balığa dönüşebilir; kötücül niteliklerle donatılan Oruzkul’un balığa dönüşerek kurtulması mümkün olmayacaktır.
Yalnız Çocuk İçin Sığınak Olarak Su
“Deniz bütün insanlar için en büyük, en değişmez anne simgelerden biridir”[68 - Gaston Bachelard, Su ve Düşler maddenin imgelemi üzerine deneme, Çev. Olcay Kunal, YKY, İstanbul 2006, s. 131.] diyen Mme Bonaparte’a göre denize yüklenen simgesel anlamlardan biri de “anne”liktir. Bozkır toplumlarında göllerden, deniz şeklinde söz edildiği de görülür. Bu bağlamda Issık-Göl, hatta romandaki diğer çay vb. su unsurları anne simgesiyle birlikte okunabilir. Çocuk öznenin en mutlu olduğu anlardan biri Beyaz Gemi’nin Issık-Göl içindeki seferi iken, bir diğeri de kendisinin suyun içinde yüzdüğü vakitlerdir; o, o anlarda tıpkı anne rahmindeymiş, yitik cennetindeymiş gibi mutludur. Çocuk özne ister hakikatte isterse masal/hayal âleminde su içinde yüzerken çok mutlu olup çevresindeki kötülük ve kötücül kişilerden uzaklaşır, kısa süreli de olsa olumsuzluklardan arınır. Dedesinin inşa ettiği gölcük çocuk özneyi yalnızlıklardan uzaklaştırdığı gibi, hayallerine açılan kapı da olur. Örneğin çayın kıyısındaki büyük kayaya “Tank” adını verir, kayayı bu şekilde adlandırması, sinema filmlerinde gördüğü tanklarla kayalar arasında benzerlik kurmasıyla ilintilidir. Suların yıkayıp aşındırdığı kaya da tıpkı filmlerdeki tanklar gibi “suya dalacakmış gibi” durmaktadır. Günlük vaktinin bir kısmını gölcük ve kıyısında geçiren çocuk özne, kayaların şekil özellikleri ya da zihninde uyandırdığı imajlardan hareketle onlara “kötü kayalar”, “iyi kayalar”, “kurnaz kayalar” vb. adlar verir.[69 - Çocuk özne bitkilere de “sevimliler”, “cesurlar”, “korkaklar”, “zararlılar” vb. anlamlar yükler. (s. 8)]
Umudun Simgesi, Yitik Cennete Ulaştıracak Aracı Olarak Isık-Göl ve Beyaz Gemi
Anlatıcının “Yeryüzünün ta öbür ucunda, görülebilen yerin en uzağında, kumlu sahilin ötesinde, ortası kabarık gibi duran bir göl” şeklinde tasvir ettiği Isık-Göl ve onun içinde sefer yapan Beyaz Gemi, çocuk öznenin hayal dünyasının şekillenmesinde oldukça işlevseldir. Zihin dünyası Maral Ana efsanesi/masalıyla şekillenen çocuk özne kendisi de Isık-Göl ve Beyaz Gemi etrafında yeni bir masal dünyası yaratır; bu büyülü dünyada yaşayarak hakikatin boğucu ve nefret ettiriciliğinden uzaklaşmaya çalışır. Hayatının şafağında olan çocuk öznenin duyguları tıpkı Isık-Göl’ün suları gibi çoğu zaman berrak, bazen de dalgalıdır. Beyaz Gemi gölde sefer yaparken o da saf duygularıyla yarattığı masal âleminde dolaşır.
Balıklar gibi yüzme hayali ve dürbünle Beyaz Gemi’yi izlemeye başlaması çocuğun hayatındaki önemli kırılma noktalarından biridir. Çocuk özne o vakitten sonra gerçek dünyadan çok masal âleminde, hakikatlerden çok hayalleriyle yaşamaya yoğunlaşır. Böylece gerçek dünyada mutsuz olan çocuk, masal âlemine sığınarak mutlu olmaya çalışır. Sonsuzluğun simgesi mavi rengiyle sanat harikasını andıran, uçsuz bucaksız olmasıyla dikkati çeken Isık-Göl’ün ortasında Beyaz Gemi’nin süzülerek sefer etmesi çocuk özneyi büyüler, Isık-Göl onun için umut mekânı olur. O vakitten sonra çocuk öznenin hayalleri de tıpkı Isık-Göl gibi uçsuz bucaksız hâle gelir, çocuk özne de gölün suları gibi özgürleşmeyi hayal eder. Çocuk özne, Bachelard’ın ifadesiyle “Düşlerle acı çek[er]”, “düşlerle iyileşi[r].”[70 - Gaston Bachelard, Su ve Düşler maddenin imgelemi üzerine deneme, Çev. Olcay Kunal, YKY, İstanbul 2006, s. 11.] Her ne zaman Isık-Göl’ün ortasında Beyaz Gemi’yi sefer yaparken görse bir balığa dönüşüp çaya atlayarak yüze yüze Beyaz Gemi’ye ne zaman ulaşacağını düşünür. “[B]eyaz gemi ve üzerinde yüzdüğü Issık-Göl, küçük çocuk için hürriyet ve özgürlük gibi sonsuz açılımları içinde barındıran simgesel değerler bütünüdür”.[71 - Veysel Şahin, “Aytmatov’un Beyaz Gemi Romanında Ötelerin Çağrısı ve Kaçış”, Cengiz Aymatov, Ed. Ramazan Korkmaz, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara 2009, s. 286.]
Çocuk özne dürbünüyle Issık-Göl’ün masmavi suları ortasında yüzen Beyaz Gemi’yi ilk kez görünce çok heyecanlanmıştır. Oldukça mutsuz ve umutsuz olan çocuk, Issık-Göl’de gemicilik yaptığını duyduğu babasının bu Beyaz Gemi’de çalışıyor olması ihtimali üzerinde durur, kendisini buna inandırmaya çalışır; “babasının beyaz gemide olabileceği düşüncesi onun hayata tutunmasını sağlar”.[72 - Özlem Kaşkaoğlu, “Cengiz Aytmatov’un Beyaz Gemi Romanında Halk Edebiyatı Motifleri”, Akademik Tarih ve Düşünce Dergisi, S. 6/2, 2019, s. 1013.] Onu mutsuz, huzursuz ortamdan kurtarabilecek tek varlık babasıdır, ona kavuşmasının yolu da önce Beyaz Gemi’ye ulaşmaktır. Dedesinden babasının iş dönüşü yeni eşi ve çocukları tarafından iskelede karşılandığını duyan çocuk özne, babasının Beyaz Gemi’de çalışmasının olası, hatta kesin olduğuna inanmak ister. Babasına ya da Beyaz Gemi’ye ulaşmasının tek yolu da onun balık olup yüzmesidir. Anlatıcı, onun tasarladığı planları/hayalleri şu şekilde ifade eder:

“Tam bir balığa dönüşmek, balık olmak istiyordu çocuk. Vücudu da, kuyruğu da, yüzgeçleri de, pulları da olsundu. Yalnız ince boynunun üzerindeki kafası, sarkık kulakları, sıyrıklarla dolu burnu değişmesindi. Gözleri de değişmesindi ama pek de oldukları gibi kalmasındı, biraz balık gözünü andırsındı.”[73 - Cengiz Aytmatov, Beyaz Gemi, s. 38.]
Dedesinin yaptığı gölcükte hemen balığa dönüşmeyi hedefleyen çocuk, dedesine ve komşularına veda edip balık şeklinde yüzerek Issık-Göl’e ulaşmayı hayal eder. Isık-Göl çocuğun yitik cenneti olan babasına, mahrum kaldığı aile saadeti ya da yuvaya kavuşturacak araç olduğu kadar, ilk ve en güvenilir yuvası ana rahmiyle de özdeşleşir. Beyaz Gemi de kurtuluş gemisi ya da huzura açılacak yelkendir. Beyaz Gemi’ye vardığında ona “Merhaba beyaz gemi, ben geldim, ben!”, “Her zaman yolunu gözleyen, sana dürbünle bakan ben idim!” şeklinde hitap etmeyi umut/hayal eden çocuk özne, babasıyla karşılaşma anında aralarında geçmesi olası diyaloglara ilişkin de tahminler yürütür, hayaller kurar:

“Selam baba! Ben senin oğlunum, seni görmeye geldim!” -“Sen nasıl benim oğlum olursun, yarı insan, yarı balıksın!” -“Sen beni gemiye çıkar, senin oğlun oluveririm!” –“Çok tuhaf! Pekala, gel de görelim!”.[74 - Cengiz Aytmatov, Beyaz Gemi, s. 39.]
Babası ağ atarak kendisini sudan çıkartıp güverteye aldıktan sonra, kendisinin tekrar insana dönüşüp yeniden doğacağına inanır. Böylece yitik cennetine kavuşup ıstıraplarının sonlanmasını umut eder. Çocuk özne her ne kadar hayal âleminde güzel umutlarla yaşasa da hayal ile hakikatin çatışması olasılıkları üzerinde de durur. Örneğin babasıyla birlikte gemiden inip iskeleye yürüdüğünde babasının yeni eşi ve çocuklarının kendisini kabul etmemesi durumunda bütün umutlarının yıkılması ihtimalini düşünür. Çocuk özne tam bu endişesini gözünde canlandırırken Beyaz Gemi de görünmez olur, o gün için Beyaz Gemi masalı da son bulur. O günden sonra çocuk özne, Beyaz Gemi’yi ne yazık ki hiç göremeyecektir.
Kendisine Boynuzlu Maral Ana’nın kutsallığını anlatan dedesinin -baskı sonucu da olsa- Boynuzlu Maral Ana’yı elleriyle vurması sonrasında çocuk öznenin gözünde Maral Ana efsanesinin büyüsü bozulur. “Mümin Dede, kendisinin inandığı ve çocuğu da inandırdığı simgesel bir olguyu öldürmüştür;”[75 - İbrahim Şahin, “Beyaz Gemi: Simgenin Ölümü”, Uluslararası Her Yıl Bir Büyük Türk Bilgi Şölenleri 4./Cengiz Aytmatov, s. 200.; https://www.academia.edu/37008262/Beyaz_Gemi_Simgenin_%C3%96l%C3%BCm%C3%-BC.05.10.2020.] Maral Ana’nın öldürülmesi “kutsal olanın katledilmesidir”.[76 - Sema Özher, “Beyaz Gemi Adlı Romanda Yüce Birey Arketipi”, Bilig, S. 37, Bahar 2006, s. 87.] Çocuk özne için tek umut, balığa dönüşüp Beyaz Gemi’ye ulaşmaktır. Tüm değerleri ve umutları alt üst olan çocuk özne, yaşadığı dağların tamamen huzursuzluk mekânına dönüşmesi üzerine “Balık olarak kalsam daha iyi! Gideceğim buradan… Balık olmak istiyorum!”[77 - Cengiz Aytmatov, Beyaz Gemi, s. 165.] diyerek dedesinin evinden uzaklaşır. İnandığı değer, kendisinin en büyük kılavuzu tarafından yok edilen çocuk öznenin hayal/masal dünyasının büyüsü bozulur. Çocuk özne, olumlu niteliklerle donatılan, insancıl bir kişiliğe sahip, değerlerine bağlı Kulubeg’in gelmesine umut bağlasa da -tekrar hayal kırıklığı yaşamak istemediğinden olsa gerek- balık olup oradan uzaklaşmayı tercih eder. Olabildiğince hızla çaya yürüyen çocuk özne, çaya varır varmaz suya girer, akıntı onu alıp götürür. Romanın sondeyişi andıran kısmında anlatıcının şu ifadeleri oldukça çarpıcıdır:

“(…) Hiçbir zaman balık olamayacağını biliyor muydun? Isık-Göl’e kadar yüzemeyeceğini, beyaz gemini göremeyeceğini ve ona ‘Selam Beyaz Gemi, ben geldim, ben!’ diyemeyeceğini biliyor muydun?
Çay boyunca yüzüp gittin çocuğum.”[78 - Cengiz Aytmatov, Beyaz Gemi, s. 168.]
Anlatıcının da dikkat çektiği üzere, balığa dönüşemeyeceğinin, yitik cenneti babasına kavuşamayacağının çocuk özne de farkındadır. Dedesinin inşa ettiği gölcüğe girerek tanık olduğu olumsuzluklardan/kötücül eylemlerden kısa süreli uzaklaşma yaşayan çocuk özne, kendisini suya bırakıp ölerek dünyanın kirinden tamamen arınmış olur. O daha önce çevresinde olup biten olumsuzluklardan ve huzursuzluklardan kaçmak için hayal âlemine sığındığı gibi, Boynuzlu Maral Ana’nın vahşice katledilmesini kabullenemeyince, çocuk vicdanıyla tepkisini göstermiştir. Bu durumu anlatıcı şu şekilde ifade eder:

“Çocuk kalbinin, çocuk ruhunun bağdaşamadığı her şeyi reddettin. (…) İnsandaki çocuk vicdanı, tohumdaki öz gibidir. Ve o öz olmadan tohum filizlenmez, gelişmez.”[79 - Cengiz Aytmatov, Beyaz Gemi, s. 168.]
Mümin Dede torununa Maral Ana efsanesini anlatarak ve onu etraftaki kötülüklerden koruyarak gelenekle gelecek arasında bağ kurmaya çalışır. Ama romanın sonunda çocuğun suda boğulması da gösterecektir ki çocuğun temsil ettiği neslin gelenekle (koparılan) bağları (yeniden) kurulmak istense de bu çok zordur. Çocuk öznenin hayal ettiği gibi önce bedensel olarak balığa dönüşüp sonra yine tüm uzuvlarıyla insan olma şeklinde bir yeniden doğuş yaşaması mümkün olmaz. Süreç “doğanın isteği” yönünde “ölüm ve yeniden doğuş”[80 - Carl Gustav Jung, Dört Arketip, Çev. Zehra Aksu Yılmazer, Metis Yayınları, İstanbul 2003, s. 62.] şeklinde olur.
Mitolojik anlatılarda ve psikanalitik yorumlarda her ne kadar su, anneyle ya da ana rahmiyle özdeşleştirilse de bu eserde çay ve Issık-Göl babaya götürmesi hedeflenen araç olarak dikkati çeker. Çocuğun suyun içinde boğularak ölmesi yitik cenneti olan ana rahmine kavuşma şeklinde de yorumlanmaya müsait olmakla birlikte, çocuk özne hep babayı arzulamakta, onunla birlikte yaşama isteği öne çıkmaktadır. Bu romanda su daha çok, yitik cennet ya da aile saadetinin sembolü olma yönüyle öne çıkmaktadır. Çocuk özne tüm inançları alt üst olduktan sonra her ne kadar yitik cennetine/babasına kavuşamayacağının farkında olsa da onun körpe zihninde yine de bir umut taşıması yüksek ihtimaldir. Başının insan olarak kalıp bedeninin balık şekline dönüşmesini arzulaması, zekâ/akıl olarak insani özellikleri korumak istemesiyle ilintilidir. İnsani nitelik/özelliklerle Issık-Göl’ü aşmasının, Beyaz Gemi’ye ulaşmasının mümkün olmadığının bilincinde olduğu için hayallerine kavuşmak için tek bir seçeneği vardır: balıklar gibi yüzme yeteneğine sahip olmak. O nedenle önce bedensel olarak balığa dönüşüp sonra yeniden her bakımdan insan olup yeniden doğuşu arzular. Ne yazık ki eserin sonunda hayal ile hakikatin çatışması sonucu hakikat hayale baskın gelir, çocuk özne trajik biçimde ölür.
Kaynakça
Aytmatov, Cengiz, Beyaz Gemi, Çev. Refik Özdek, Ötüken Yayınları, İstanbul 1999.
Bachelard, Gaston, Su ve Düşler maddenin imgelemi üzerine deneme, Çev. Olcay Kunal, YKY, İstanbul 2006.
Emeksiz, Abdulkadir, “İstanbul Folkloru”, Karaların ve Denizlerin Sultanı İstanbul, C. II, haz. Filiz Özdem, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 2009, s. 255-283.
Fromm, Erich, Rüyalar Masallar Mitler Sembol Dilinin Çözümlenmesi, Çev. Aydın Arıtan-Kaan H. Ökten, Say Yayınları, İstanbul 2014.
Jung, Carl Gustav, Dört Arketip, Çev. Zehra Aksu Yılmazer, Metis Yayınları, İstanbul 2003.
Hançerlioğlu, Orhan, İnanç Sözlüğü (Dinler-Mezhepler-Tarikatler-Efsaneler), Remzi Kitabevi, İstanbul 1975.
Kaşkaoğlu, Özlem, “Cengiz Aytmatov’un Beyaz Gemi Romanında Halk Edebiyatı Motifleri”, Akademik Tarih ve Düşünce Dergisi, S. 6/2, 2019, s. 1008-1016.
Ögel, Bahattin, Türk Mitolojisi (Kaynakları ve Açıklamaları ile Destanlar), C. 1, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1993.
Özher, Sema, “Beyaz Gemi Adlı Romanda Yüce Birey Arketipi”, Bilig, S. 37, Bahar 2006, s. 81-90. Öztürk, Özhan, Folklor ve Mitoloji Sözlüğü, Phoenix Yayınevi, Ankara 2009.
Şahin, İbrahim, “Beyaz Gemi: Simgenin Ölümü”, Uluslararası Her Yıl Bir Büyük Türk Bilgi Şölenleri 4./Cengiz Aytmatov, s. 200.;
https://www.academia.edu/37008262/Beyaz_Gemi_Simgenin_%C3%96l%C3%BCm%C3%-BC.05.10.2020.
Şahin, Veysel, “Aytmatov’un Beyaz Gemi Romanında Ötelerin Çağrısı ve Kaçış”, Cengiz Aymatov, Ed. Ramazan Korkmaz, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2009, s. 283-291.

Ebedî Olanın Sözcüsü Olan Yazar: Cengiz Aytmatov
SALİM ÇONOĞLU[81 - Prof. Dr., Balıkesir Üniversitesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü.]

Giriş
Peyami Safa, edebiyat eserinin asıl öneminin tarihîlikten mi yoksa ebedîlikten mi kaynaklandığını tartıştığı bir köşe yazısında, gerçek sanatçının ebedînin sözcüsü olduğunu vurguladıktan sonra şu tespiti yapar:

“Eski eserlerin, devirlerini ifade etmek bakımından, tarihî bir değerleri olduğuna şüphe yoktur. Fakat onlar sadece kültür tarihinin bir vesikasından ibaret değildirler. Öyle olsaydı onları edebiyat tarihçilerinden başka kimse okumazdı. Yüzlerce yıl evvele dair şiirleri bugün edebiyat tarihçisi olmayanların da ezberlemiş olmaları, bu eserlerin tarihî değerlerini sonsuz bir geleceğe doğru aşan, “her dem taze” güzellikler taşımalarındandır.”[82 - Peyami Safa, “San’atte tarihîlik ve ebedîlik”, Milliyet Gazetesi, 02.10.1958]
Cengiz Aytmatov da Peyami Safa’nın ifade ettiği soydan sanatçılar gibi, her dem taze güzellikler taşıyan, kıymetini sadece bugünle sınırlamadan sonsuz bir geleceğe doğru aşan, milletine ait binlerce yıllık bir macerayı uzak nesillere duyuran bir ebedî sözcü kimliğiyle karşımıza çıkmaktadır. Aytmatov; İsmail Gaspıralı, Abdülhamit Süleymanoğlu Çolpan, Abdurrauf Fıtrat, Mikail Müşfik, Ahmet Cevad, Hüseyin Cavid, Ziya Gökalp ve burada adını sayamadığımız ama hatıralarıyla, ortaya koydukları eserleriyle bugün kalbimizde yaşayan ulusuna ve yurduna bağlı kahramanlar halkasının Kırgız coğrafyasındaki ebedî temsilcisidir.
Cengiz Aytmatov’un hayatı, babaları zorla evlerinden kopararak geride eşleri dul, çocukları yetim bırakan XX. yüzyılın en büyük trajedilerinden beslenir. XX. Yüzyıl iki büyük dünya savaşına sahne olmuş, özellikle II. Dünya Savaşı yıllarında, milyonlarca insan Stalin terörü sonucunda hayatlarını kaybetmiştir:

“1937-1939 yıllan arasında uygulanan bu imha politikası sebebiyle, Sovyetler Birliği’nde yaşayan Türk topluluklarından bir milyondan fazla şair, yazar, gazeteci, din adamı, fikir adamı, eğitim görmüş okur-yazar olan her sınıftan insan, bu üç yıl içinde “halk düşmanı” ilan edilerek öldürülmüştür. Öldürülen şair ve yazarların adını anmak, eserlerini okumak ve bulundurmak şiddetle yasaklanmış, buna uymayanlar da aynı şekilde cezalandırılmışlardır. Sovyet rejimini ve ideolojisini benimsemeyen bütün insanların yok edildiği bu soy kırımı, tarihe “kızıl terör”, “kızıl kırgın”, “katağanlık” (yasak) yılları” ve “repressiya” olarak geçmiştir.”[83 - Şuayıp Karakaş, “Türkistan’da Kızıl Kırgın Kurbanları”, Türk Dünyası Dil ve Edebiyat İncelemeleri Dergisi, S. 5., 1998, s. 27-28.]
Modern/medenî dünyanın o zamana dek karşılaştığı ve bugün de yaptığı gibi sadece uzaktan seyretmekle yetindiği en büyük trajedilerden biridir bu. Aytmatov’un yaşadığı coğrafya “ölüm saçan makineler dünyası” haline gelmiştir. Bu büyük trajedi karşısında Albert Camus “Başkaldıran İnsan” adlı eserinde: “Kardeş insanların bu katliamı ile karşılaşan ozanlar bile, kendi ellerinin temiz olduğunu kıvanç ve övünçle haykırıp açıklıyorlar.”[84 - Albert Camus. Başkaldıran İnsan, Kuzey Yayınları, Çev. Tahsin Yücel, Ankara 1985, s. 257.] Derken, Aytmatov da Camus’un haykırdığı gerçeklerin dünyasında bulmuştur kendini.
Kapısını çaldığı her eve ölüm, kıtlık, yoksulluk, kan ve gözyaşı getiren II. Dünya Savaşı yıllarında, Stalin diktasının kendisinden olmayanı dışlayarak, devlet sobasında tüketeceği yakıt insan bulma ya da mankurtlar/modern mankafalar yaratma projesi içinde, milletinin varoluş sorunu ile yüzleşen bir yazar. Babası Törekul Aytmatov, 1937’de Stalin’in Kızıl kırgınında gözaltına alınır. Yıllarca kayıp babanın yolu gözlenir. Gözaltına alınışının üzerinden 20 yıl geçtikten sonra İçişleri Halk Komiserliği’nden gelen bir mektupta: “Törekul Aytmatov’la ilgili bilgi istemişsiniz, gelip cevabını alın” yazmaktadır.[85 - Cengiz Aytmatov ve Muhtar Şahanov, “Yüzyılların Kavşağındaki Dostluk”, Kuz Başındaki Acının Çığlığı, s 31.] Cengiz Aytmatov, annesinin heyecanını görünce ağlamaya başlar: “galiba, kendisinden ziyade sevdiği insana için dua eden gerçek sevgi gücü budur.” Der. Kendilerine uzatılan “lanet olasıca kara kâğıt”ta ölmüş olan Törekul Aytmatov’un itibarının iade edildiği yazmaktadır. Dünyanın bütün anlamı uçmuş ve artık yaşam istekleri sönmüştür.
Aytmatov, sadece bu trajedilerden beslenmez. Aynı zamanda halk hikâyelerinin, destanların, masalların, efsanelerin halen canlı olduğu ve yaşandığı, kahramanlarının ruhlarının halk arasında dolaştığı bir çevrede yetişmiştir. Eserlerine bu güzellikleri taşıyan Aytmatov, eserlerinde politik propaganda kaygıları içerisinde olmadan sadece güzelliğe yürümüş ve geçmişten güzellikler derlemiş, eserlerinde millete ait en küçük bir hassasiyeti bile ihmal etmemiştir. Eserlerine atılacak küçük bir bakış bile onda asıl bünyeyi yapanın Kırgız milli kültürü olduğunu gösterecektir. Kendi milletini, coğrafyasını bilmeye, tanımaya, sevmeye başlayan Aytmatov için bu çaba milli edebiyat dediğimiz muammanın kendiliğinden halledilmesidir. Türk Edebiyatı’nın önemli isimlerinden biri olan Ahmet Hamdi Tanpınar’da 1940 yılında verdiği “Milli Edebiyata Doğru” adlı konferansta da Aytmatov’la aynı hassasiyeti paylaşmak ve evrensel yazar nasıl olunacağının da altını çizmektedir:

“Anadolu’nun her şehrinde, her kazasında ruhun nefha nefha estiği yerler var. Daha hiç kimse onlardan bahsetmedi. Hâlbuki Türk peyzajı, unsurlarının sadeliği ve telkin ettiği hislerin kesafeti itibariyle bahse değen bir şeydir. Bizi Avrupalıların kendilerinden aldığımız şeyler için beğenmesi ve bize hayran kalması mümkün değildir. Olsa olsa aferin der geçerler, bizde asıl bizim olan şeyleri tanıttığımız zamandır ki, bizi beğenip seveceklerdir; çünkü o zaman güzelliğin, kendi kendini tahakkuk ettirmenin yolunda kendileriyle müsavi göreceklerdir.”[86 - Ahmet Hamdi Tanpınar, Edebiyat Üzerine Makaleler, Dergâh Yayınları, İstanbul 1997, s. 91.]

I. Sovyet Despotizmiyle Yüzleşmek ya da Varlık Alanı Babadan Koparılan Yetim Kurban: Cengiz Aytmatov
Babasızlık, Batıda modernliğin önemli bir parçasıdır. Thoma’nın ifadesiyle, özellikle, Fransız İhtilali’yle başlayan babaların dünyasından kopuş/uzaklaşma, giderek etkisini arttırır ve ihtilal sonrası dönemde ataerkil babanın geçmişten gelen krallığını tamamen ortadan kaldırmak istenir.[87 - Dieter Thoma, Babalar: Bir Kahramanlık Hikâyesi, İletişim, İstanbul 2011, s. 126.] Ancak söz, babasızlıktan açıldığında, akla sadece modernlik değil, kapısını yokladığı her eve yokluk, kıtlık, ölüm getirmekle kalmayıp, ailenin temel direği olan babaları zorla evlerinden kopararak geride yetim çocuklar bırakan İkinci Dünya Savaşı gelir. Savaş meydanlarında hayatını kaybeden binlerce askerin her biri birer baba, savaş sonrası büyüyen çocukların her biri de birer yetimdir. Bu yetimlik sadece cismani/fiziksel anlamda değil, aynı zamanda zihinsel anlamda da bir yetimlik ya da kaybediştir. Aytmatov romanlarındaki kayıp babaları ve yetim çocukları da bu savaşın açtığı bu pencereden değerlendirmek doğru olur. Bu durum Korkmaz’ın ifadesiyle aynı zamanda bir varoluş problemidir: “Stalin diktasınca zorla evinden koparılıp katledilen ama yolları hep beklenen kayıp bir baba imgesi, İkinci Dünya Savaşı’nın her eve yokluk ve ölüm bırakan uğursuz yılları, soğuk savaş döneminin yakıt insan bulma ve mankurt yetiştirme paranoyası gibi felaketler, Cengiz Aytmatov’u gerçek anlamda varoluş sorunu ile yüzleşmeye yöneltmiştir.”[88 - Ramazan Korkmaz, Aytmatov Anlatılarında Ötekileşme ve Dönüş İzlekleri, Grafiker, Ankara 2008, s. 11.]
Cengiz Aytmatov’un romanlarının önemli izleklerinden biri olan babasızlık ve yetim çocuklar; birbirine yakın bir kaç kaynaktan beslenir. Bu kaynaklardan ilki, Türkistan coğrafyasının 1917 Ekim İhtilali sonrası büyük sıkıntılarla ve hak etmediği bir şekilde karşıladığı yeni ve karanlık dönemdir. Bu yeni dönem, evlerinden/yurtlarından koparılan insanların “Ölüm ve Korku Günleri”yle dolu yok ediliş tarihidir. Kolektifleştirme, köylerde kolhozlaştırılma, dünyanın dört bir tarafına gönülsüz sürgünlük, hapis ve ölümler, ihtilal sonrası çekilen acıların kâğıda dökülen kısa listesidir sadece. Aytmatov’un babası Törekul Aytmatov “1937 yılında repressiyalanıp hakkında hüküm verilmiş”[89 - Abdılcan Akmataliyev, Cengiz Aytmatov’un Dünyası, AKM, Ankara 1998, s. 5.] ve Stalin döneminde kızıl kırgına kurban edilmiş bir babadır, yazarın kendisi de yıllarca döneceği günü bekleyen bir yetim çocuktur.
İkinci kaynak, 1917 sonrası egemen olan ideolojinin, yerini sağlamlaştırmak adına dayatmaya çalıştığı yaşam biçimidir. Thoma’ya göre, Sosyalizm, aileye düşmanlığı gizleme ihtiyacı duymaz. Sovyetler birliğinin kuruluşundan sonra bu düşmanlığa uygun bir biçimde kolektif eğitimle kitlesel deneyler yapılır. Bunlar ideolojik direktiflere uygundur, ne var ki, bu durum aynı zamanda zaruretten doğar, çünkü savaş ve devrim milyonlarca çocuğu annesiz ve babasız bırakmıştır. İlk Sovyet yılları aynı zamanda büyük eğitim deneyleri, çalışma komünleri ve çocuk yurdu laboratuvarlarının devridir. Başlangıçta bir zaruret olan tüm bu kurumların ilerleyen yıllarda aileyi zayıf düşürmek amacına hizmet ettikleri bilinmektedir. 1918 yılında Milli Eğitim Kongresi’ndeki açıklamada:

“Biz çocukları aile yaşantısının zararlı etkisinden kurtarmalıyız. Bütün çocukları kaydetmeliyiz, açıkça konuşmak gerekirse, onları devletleştirmeliyiz. Yaşama gözlerini açtıkları ilk günden itibaren komünist çocuk yuvaları ve okullarının hayırsever etkisi altında büyüyecekler. Burada komünizmin abecesini öğrenecekler. Burada gerçek bir komünist olarak yetişecekler. Artık fiili ödevimiz; anneleri, çocuklarını Sovyet yönetiminin eline teslim etmekle yükümlü kılmaktan ibarettir.”[90 - Dieter Thoma, age., s. 226.]
denilmektedir. Bu düşünceler, Sosyalizm ve aile arasındaki ilişkinin değişen boyutuna da işaret eder. Babanın iki fonksiyonu vardır: Aile reisi ve geleneğin taşıyıcısıdır. Toplumun da dünyanın da direği babalıktır. Ancak koruyucu ve kollayıcı babanın yerine bir başka irade geçmekte ve deyim yerindeyse çocuklar devletleştirilmektedir. “Kuz Başındaki Avcının Çığlığı” adlı kitapta, Aytmatov, 1937 yılında Cumhuriyet yöneticilerinin kara listeye alınması ve babasının da bu listede adının geçmesinin ardından babasının nasıl yok edildiğinden söz ederken, babasının annesine söylediği sözlerle bu duruma vurgu yapar: “Çocukları alıp geri dön. Ben tutuklanırsam, “halk düşmanının eşi” diye seni de sorgulamaları, hatta sürgüne gönderme ihtimalleri var. Korumasız kalan çocuklarımızı ağlata ağlata “öksüzler yurdu”na gönderip soyadlarını değiştirirler.”[91 - Cengiz Aytmatov ve Muhtar Şahanov, age., s. 22-23.]
Son kaynak ise, binlerce insanın istemeden kurban olduğu, binlerce ailenin babasız, erkeksiz, eşsiz kaldığı, binlerce ocağın söndüğü II. Dünya Savaşı’dır. İnsanın hiçbir yere ait olmadığına, kökeninin hiçlikte kaybolduğuna dair o elle tutulması zor duygu, daha savaş, babaları çocuklarından zorla koparıp almadan önce yayılır. Artık etrafta rastladığımız kayıp oğullar ve kızların işi çok zordur. Çünkü evlerinin adreslerini hiç bilmezler. Eve geri dönmek isteseler bile artık yolu bulamazlar. Aytmatov, bu zor durumu şöyle ifade etmektedir: “Evet savaş yıllarında eli silah tutabilen erkeklerin hepsi cephedeydi ya; ihtiyarlar, koca karılar, dul kadınlar ve çoluk çocuktan başka direği olmayan köye, on üç-on dört yaşındaki bizler büyük güç idik.”[92 - Cengiz Aytmatov ve Muhtar Şahanov, age., s. 48.] Aytmatov için sosyal, kültürel, siyasal, toplumsal ve simgesel anlamlar taşıyan “baba” figürüne ve babasızlık/yetimlik kavramına yazarın biyografisi bağlamında bakmak yararlı olacaktır. Aytmatov’un roman ve hikâyeleri incelendiğinde II. Dünya Savaşı’nın ve yazarın içinde yaşadığı dönemin şartlarının yazarın düşünce dünyasının şekillenmesinde çok önemli bir etkiye sahip olduğu açıkça görülmektedir. Onun eserleri bu acılı savaşın ve Sovyet rejiminin Türk halklarına yaptığı baskıların sayısız yansımalarını taşımaktadır. Açıkçası eserin oluşumu, yazarın babası ve yakın çevresindekilerin yaşadığı büyük acılarla yakından ilişkilidir. Daha hayatının ilk yıllarında kök ve geleneğin üzerinde hayat bulduğu varlık alanından yani babadan “kopartılan” yetim kurbandır Aytmatov.
Törekul Aytmatov’un trajedisi, “Gün Olur Asra Bedel” ve “Cengiz Han’a Küsen Bulut” romanlarındaki kahramanı Abutalip Kuttubayev’i hatırlatır. “Gün Olur Asra Bedel” romanında, Sabitcan ve onun soyundan gelen yüzüne bakılmaz insanların aksine, kendilik değerlerine bağlı kalarak mücadele eden, deyim yerindeyse eski düzeni kurtararak altın çağa dönüşü sağlamaya çalışan Abutalip gibi insanlar da vardır. Aytmatov’un Abutalip’le göstermeye çalıştığı şey, kültürün “simgesel babası”nı aramasıdır. Abutalip, Sarı Özek bozkırında büyüyen çocuklarının, hiçbir değeri olmayan berbat bir yerde yaşadıklarını düşünmemeleri için, eski türküleri, efsaneleri yazıya geçirir. Aslında anlamlı bir mirastır bu. Çocukları yetiştiğinde hayat eskisinden de zor olacaktır. Bu miras, çocuklarının daha küçük yaşta akıllarını başlarına almalarına, bir başka ifadeyle tarihselliklerini kavramalarına hizmet edecektir:

“Zaman çarkı dönüş hızını arttırıyor. Bununla birlikte, kendi kuşağımız için son sözü yine kendimiz söylemeliyiz. Atalarımız bu maksatla bazı efsaneler, masallar söylemiş ve kendilerinden sonraki kuşaklara ne kadar büyük insanlar olduklarını anlatmak, kanıtlamak istemişlerdir. Bizde bugün atalarımız hakkındaki yargımızı bu efsanelere bakarak veriyoruz. İşte, çocuklarım için benim yaptığım da bundan farklı bir şey değil”[93 - Cengiz Aytmatov, Gün Olur Asra Bedel, Çev. Refik Özdek, Ötüken Neşriyat, İstanbul 2009, s. 185-186.]
Toplumun yetimliği, Abutalip’i baba arama çabasına götürür: Kültür. Çünkü her toplum kendinden önceki kültürün çocuğu veya devamıdır. Ancak sistem bu kadarına bile tahammül edemez ve onu tutuklayarak hem toplumu hem de çocuklarını bir kez daha yetim bırakır. Yedigey’in bu durumdan dolayı suçladığı Abilov’a söylediği: “O zavallı yavruları niçin yetim bıraktın?” sorusunda gizlidir her şey. Yedigey, çocuklara babalarının uzak denizlere giden bir gemiye tayfa olarak verildiğini ve gemi seferden döner dönmez babalarının da geleceği yalanını söyler ama o yolları sürekli beklenen baba bir daha geri dönmez. Ancak babanın yokluğu, onlara miras bırakılan metinlerle telafi edilmeye çalışılacaktır. Abutalip, “Cengiz Han’a Küsen Bulut” romanının sonunda kendisine yapılan işkencelere dayanamayarak intihar eder.
Toprağın insan yaşamındaki toplumsal, kültürel rolünün trajik çizgilerle ifade edildiği “Toprak Ana” romanında ise sadece toprağı değil, ailenin devamlılığın ifadesi babaları yok eden II. Dünya Savaşı anlatılır. Cengiz Aytmatov, insanlığın büyük bir yıkım ve kayba uğradığı bir döneme işaret ederken, savaşın, insanların bağlanacağı baba düşüncesinin yokluğuna karşılık geldiğini ısrarla vurgular. Savaşın içinde başlayan yeni hayatta önce Kasım, ardından Masalbeg, Suvankul ve Caynak teker teker askere alınır. Savaş, aldığı kurbanlarla sadece babayı değil, aynı zamanda aile kurumunu da ortadan kaldırır. Savaşta yitirilen baba ve çocukların ardından geride kalan çocuk Canbolat’tır. Tolgonay, geçmişten/ babadan edindiği deneyimle Canbolat aracılığıyla yeni bir dünya kurmaya çalışır. Romanın sonunda, yaşadığı bütün trajediye şahitlik eden toprakla konuşan Tolgonay, Canbolat ve diğerlerinden savaşsız, insan sevgisinin egemen olduğu bir dünya beklemektedir: “Bir gün gelince Canbolat’a her şeyi anlatacağım. Eğer doğa, yürek ve akıl verdiyse ona, beni anlayacak. Ya ötekiler, bu güzelim dünyada yaşayan öteki insanlar ne olacak? Onlara da seslenmek istiyorum… Ey güneş! Işıklar saçarak dünyamızı dolaşırken anlat bunu insanlara.”[94 - Cengiz Aytmatov, Beyaz Gemi, Çev. Refik Özdek, Ötüken Neşriyat, İstanbul, s. 120.]
“Beyaz Gemi”, romanında ise anne ve babası ayrılmış isimsiz bir çocuğun baba hasreti ön plandadır. Çocuğun babaya dair bildiği tek şey beyaz bir gemide çalışıyor olduğudur. Ancak tüm çabalarına karşın, Aytmatov gibi babasına ulaşamaz. Daha en baştan babanın koruyucu gölgesinden ayrı/yetim bırakılmıştır. Bu boşluğu dedesi Mümin Dede doldurmaya çalışır. Dedenin en büyük katkısı kültürel anlamda çocuğun biçimlenmesine yardım etmektir. İsimsiz çocuk, Mümin Dede aracılığıyla babasızlığını Boynuzlu Maral Ana efsanesiyle telafi eder. Bir millete ait bir metin, onun hükmünü/doğruluğunu kabul edenler üzerinde iktidar sahibi olur. Bu bağlamda, Maral Ana Efsanesi, hem çocuk üzerinde babasızlığı telafi mekanizması oluşturur hem de bu metnin bir toplum üzerindeki otoritesinin altını çizer. Eserin sonunda maralların Mümin Dede tarafından öldürülmesi, isimsiz çocuğun kültürel anlamda da telafi edilemeyecek bir bilince ulaşmasına yol açar ve intiharına sebep olur:

“Çocuk, dedesinin burada toza-toprağa uzanarak yatışının asıl sebebini biliyor muydu? Torununa Boynuzlu Maral Ana’nın kutsallığını anlatmıştı. Onu buna inandırmıştı. Sonra da bütün anlattıklarına, telkinlerine kendisi ihanet etmişti. Hem de bunu talihsiz kızı ve torunu için yapmıştı. İşte bunun için, rezil olduğu için ölü gibi yatıyordu burada. Bunun için cevap veremiyordu…
-Balık olacağım ben, duyuyor musun dede, balık olacağım ve yüzüp gideceğim buralardan. Kulubeg gelirse ona benim balık olduğumu söyle.”[95 - Cengiz Aytmatov, Beyaz Gemi, s. 166-167.]
Metinden de anlaşıldığı gibi, Kırgızların babayla devam etmesi gereken mirası, baba ortalıkta olmayınca önce Mümin Dede sonra da marallar tarafından üstlenilmiştir. Ancak maralların Mümin Dede tarafından öldürülmesi bu kaotik boşlukta tutunacak bir dal arayan çocuğun ümitlerini tamamen boşa çıkarmıştır.
II. “Her Yazar Bir Milletin Çocuğudur”: Öze Dönüş ve Dirilişin Müjdecisi
İbrahim Şahin’in, Cengiz Dağcı için söyledikleriyle ifade edersek, Aytmatov, modern bir destan yazarıdır. Bir destan bize neyi söyler. Bir destan bize kökümüzü, geçmişimizi, kimliğimizi söyler. İsim isim verir. Nerede, nasıl olduğunu, hangi coğrafyada nasıl gerçekleştiğini. Onun eserlerine baktığımızda kaybolmuş bir hafızanın orada gizli olduğunu görüyoruz.[96 - İbrahim Şahin, Cengiz Dağcı Belgeseli, Yönetmen Zafer Karatay, 2011] Kendisi de ömrü boyunca hatırında kalan iki şeyden bahsediyor. Biri, Gürcülerde bugüne kadar değerini kaybetmeyen bir gelenek. Kız evlendirirken, onun çeyizine Şota Rustavelli’nin “Kaplan Postuna Bürünen Kahraman” destanını koyarlarmış. Çünkü bu destan yiğit çocukların cesarete ve namusunu anlatan yüce bir eserdir ve her Gürcü ailesinin en değerli malıdır. Bu destan çeyize koymayınca çeyiz tam sayılmaz. Ana baba için büyük bir ayıptır. Diğeri de Kanada’da yaşlı kavakların madalyayla ödüllendirildikleri bir tören. Geleneğe verilen değer ve tabiata duyulan sevgiye hayranlık duymamızı sağlayacak bir çaba.[97 - Cengiz Aytmatov ve Muhtar Şahanov, age., s. 167.]
Muhtar Şahanov’la sohbetlerinin yazıya geçirildiği “Kuz Başındaki Avcının Çığlığı” adlı kitapta Muhtar Şahanov’un “Doğduğu yerde hatırı olmayan insanlar, yelin savurduğu saman gibi özsüz ve bahtsız insanlardır.” Demesi üzerine Aytmatov’da doğduğumuz yer yani ata yurdunun her insanın kaderini doğurduğunu söylüyor, ondan aldıklarını gönül süzeğinden geçirip, bal toplayan arı gibi yüreğine koyabilmeyi bilmenin şart olduğunun altını çizerek “Yedi atasına kök sürmeyen insan hamdır” diyor.[98 - Cengiz Aytmatov ve Muhtar Şahanov, age., s. 13.] Kök sürmek, millete vücut veren değerler bütünü. Aynı zamanda bir milletin ayırt edici özelliği.
Büyükannesinin onu sürekli götürdüğü dağlardaki yaylalar, Aytmatov için gerçek halk hikâyeleri, yaşanmış ya da hayal edilmiş hikâyeler hazinesi. Orada yerleşik hayata geçildikten sonra kaybolan çadırları ve etrafındaki yaşamı görür. En iyi el işlerini, en güzel yarış atlarını, deve yükünün nasıl bağlanacağını, yolculuk ya da ölüm sırasında kadınların yaktıkları ağıtları yok olmadan kısa süre önce görme imkânı bulur. Akmataliyev, Aytmatov kitabında onun çocukluk günlerinin şehirlerde değil, oba ve kışlaklarda geçtiğini, oralarda büyükannesinden masallar, destanlar dinlediğini, bunları söyleyen ozanlarla karşılaştığını söylemektedir. Ayrıca büyükannesi Ayımkansatan Kızı, onun kızı Karakız annesinin anlattığı masallar, destanlar ve eski ırlarla ayrı bir dünya kurmuştur.[99 - Abdılcan Akmataliyev, age., s. 11.]
Aytmatov’un kök sürerek, kendi benini/milletini keşfetme ve geleceğe hâkim olma isteği var. Türk Edebiyatı’nda en güzel örneklerini Yahya Kemal Beyatlı’da gördüğümüz imtidad yani süreklilik düşüncesini önemsiyor. [geçmiş bugün gelecek, üçü birbirine bir zincirin halkaları gibi bağlı. Aslolan bu halkaların dağılmaması] Bu tavır, onun milli romantik bir çaba içinde bulunduğunu da gösteriyor: Milli romantizm, milletlerin tarih içerisinde kültür ve sanatta, dilde ve edebiyatta, mimaride ve vatan ve coğrafyada ortaya koyduğu eserlerin fark edilmesi, bu eserler ve yaşanılan hadiseler karşısında milletin/aydının kendisini bulması demektir.
O halde, Aytmatov’un eserlerinde geleneksel hayata dair pek çok hatırlatmanın olması tesadüfî değil. Bu, kimi zaman Boynuzlu Maral Ana Efsanesinde, kimi zaman Mankurt motifinde, kimi zaman Dişi Kurdun Rüyaları’nda, kimi zaman Raymalı Aga ve Begümay hikâyesinde, kimi zaman Yıldırım Sesli Manasçı hikâyesinde ifadesini buluyor. Aytmatov, eserleriyle öncelikle Kırgız insanına, sonra Türk Dünyasına, oradan da tüm insanlığa bazı değerleri hatırlatmak, oradan da bu değerleri yaşamsal bir pratik haline getirmeye çalışmıştır.
Bir milletin millet olabilmesi için iki şeye ihtiyacı var: “ Ya sınırlarını genişletecek ya da kendi edebiyatını yaratacak” Bu ifade, kültürel kimliklerin yeniden inşasında, edebiyatın bu inşa sürecine katkısı anlamına da geliyor. Yani millet olabilmek için asıl gerekli olan şey, fiziksel sınırları genişletmekten daha çok zihinsel sınırları genişletmek. Millî kültür, millet hafızasının mülküyse ve insanların duyarlılığına etki ederek, milli bir mutabakat oluşturmada bir araç olarak kullanılacaksa, bu etkilemenin edebiyatın katkısıyla olacağı açıktır. Toplumsal ve bireysel anlamdaki tüm kazanımların ortak ifadesi olan millî kültür, bu anlamda bireysel kimlikleri daha büyük bir birliğe bağlar. Bu bağlantıyı sağlayan şey, edebiyattır.
Sanatçının, dünyayı değiştirmek ve dönüştürmek gibi bir işlevi var. Özellikle milletin ve devletin çözülüş dönemlerinde, sanatın her biçimi, yeni bir dünyanın tasavvuru ve yaratılması için bir rol üstlenir. Yalnızlığa itilen toplumun vicdanı olan Cengiz Aytmatov da, totaliter bir sistemin Türk halklarının tarihi hafızasını nasıl ortadan kaldırmaya çalıştığının bilincinde bir yazar olarak, bu hafızayı edebî metinlerde ortaya koyarak, geçmişten kaynaklanan yaratıcılığını yeniden çağdaş bir destan metni haline getirmeye, halkın, özgürlükleri boğan sıkıntılı havanın üstesinden gelebilmesi için millî ruhu, ortak kimliği harekete geçirmeye ve yeniden inşa etmeye çalışmıştır.
Cengiz Aytmatov, “Edebiyatın Kültürel Kimliği Yeniden İnşası” bağlamında okunduğunda; millî kimliğin, millî kültürün ve millî şuurun temellerinin gösterildiğini, bunlara yaslanarak var olmanın yollarının işaret edildiğini açıkça görüyoruz. Ali İhsan Kolcu’nun Cengiz Aytmatov’un romanlarında millî kültür unsurlarının kullanılışına ilişkin yaptığı değerlendirme bu noktada önemli: “Ala Geyik efsanesi veya kesik baş motifi tek başına bir edebi metinden öteye gitmez ve bu hikâyelerin benzerlerini varisi olduğumuz zengin kültür dünyasının içerisinde kolaylıkla bulmak mümkündür. Fakat semboller ve istiareler dünyasında bütün bu unsurlar bir öze dönüş metni haline gelir.”[100 - Ali İhsan Kolcu, Bozkırdaki Bilge, Akçağ, Ankara 2002, s. 19.] Bu durum, kaybedilen insanı ve insanî birikimi arama ve yeniden ortaya koyma noktasında önemli bir çaba olarak değerlendirilmelidir.
O halde, Aytmatov’un eserlerinde destan parçaları, efsaneler, masallar, halk hikâyelerinin zengin bir malzeme olmasının sebebi ortadadır. Ama özellikle Kırgız ansiklopedisi olan Manas Destanı. Kırgızlar, Manas’ın büyük bir destan olduğunu; milli rengi, kokusu, kahramanlığıyla Kırgızların bütün tarihinin, bu uçsuz bucaksız destanda yattığını kabul ediyor. Aytmatov’un eserlerindeki kültürel malzemenin temelinde de Kırgız Geleneği ve Manas Destanı vardır. Kırgızlar; “Manas denince Kırgız, Kırgız denince de Cengiz akla gelir” demesi boşuna değil.
Ancak o sadece geçmişi hale taşımakla kalmaz. Kendisini besleyen coğrafyada öğrendiği efsanenin, destanın, masalın, hikâyenin günümüzdeki karşılıklarını da ortaya koyar. Geçmişte, Colaman başına deve derisi geçirilerek bir mankurt haline getirilir. Bugün de Sovyetlerin toplu meditasyon merkezleri olan yatılı okullardan mezun olmuş Sabitcan gibi mankafalar/modern mankurtlar vardır.
III. Cengiz Aytmatov: Milli Olandan Evrensel Olana Genişlemek
Milli olandan evrensele ulaşmada Cengiz Aytmatov’un Türk Dünyası yazarları içerisinde ayrı bir yeri vardır. Eserlerindeki hareket noktası elbette doğduğu, beslendiği coğrafyadır. Ancak sadece o noktada durmayan Aytmatov, bütün hayatını geçirdiği toprakların türküsünü söylerken, bu türküyü tüm insanlığı kucaklayacak bir bilgi, duyarlılık, yaşamsal bir pratik haline dönüştürür. Toprak Ana romanında eşini ve çocuklarını savaşta kaybeden Tolgonay’ın şahsında dünyanın bir başka coğrafyasında ve aynı savaşta yakınlarını kaybetmiş bir başka kadını, Beyaz Gemi romanında sadece Kırgız bozkırında değil, Avrupa’nın başka bölgelerinde de savaşın yetim ve öksüz bıraktığı çocukları vb. kaderin aynı kavşağında birleştirir.
Aytmatov, kendisiyle yapılan bir röportajda da, eserlerinde “geleneksel kültür unsurlarını” işlemesinin sebeplerini şöyle açıklamaktadır:

“Her yazar bir milletin çocuğudur ve o milletin hayatını anlatmak, eserlerini kendi milli gelenek ve törelerini kaynak olarak zenginleştirmek zorundadır. Benim yaptığım önce bu, yani kendi milletimin hayatını ve geleneklerini anlatıyorum. Fakat orada kaldığınız takdirde bir yere varmazsınız. Edebiyatın milli hayatı ve gelenekleri anlatmanın ötesinde de hedefleri vardır. Yazar, ufkunu ‘milli’ olanın ötesine doğru genişletmek, ‘evrensel’ olana ulaşmak için gayret göstermek durumundadır. İyi bir yazar ‘tipik insan’ ortaya koyma ustalığına erişen yazardır.”[101 - Ali İhsan Kolcu, age., s. 97.](Kolcu 2002:97)

Sonuç
Sonuç olarak, “Bence benim kitaplarımın en büyük özelliği gerçekleri yazmasıdır. Hayatın kendisini ve karşılaştığım acı, tatlı her şeyi olduğu gibi kitaplarıma aktardım.” diyerek ömür kitabıyla eserleri arasındaki yakın ilişkiye açıklık getiren Cengiz Aytmatov önce Kırgız Türk Edebiyatı’nın sonra Türk Dünyası’nın ve en sonunda tüm dünya edebiyatının önemli yazarlarından biridir. Bu çerçevede önce Kırgız Türklerinin, sonra tüm Türklerin ve ardından evrensel manada insanlığın varoluş macerasını roman ve hikâyelerinde işlemiştir. Eserlerinin değerleştiği bu nokta mahalli ve milli konuları evrensel anlam taşıyan insani problemlere dönüştürebilmesinde yatmaktadır.
Türkmen yazarla Annaguli Nurmemmet’le yirmi yıl öncesinde yaptığım bir mülakatta kendilerine, romanlarını Türkmen Türkçesi’nden okuduğumu ve kolay anladığımı söylemiştim. Roman sanki Türkiye Türkçesi’yle yazılmış gibiydi. Elbette burada söz ettiğim, eserle okuyucu arasındaki ruhi yakınlıktı. Annaguli Nurmemmet de çocukken Aytmatov’un Cemilesini hem de Rusçasından okurken Türkmence okuduğunu zannettiğini, o eserin kendi ruhunu kaptığını söylemişti. Cemile sanki Türkmencede yazılmıştı ve Cemilenin türküleri sanki Türkmen türküleriydi.
Cengiz Aytmatov, 1992 yılında İLESAM tarafından kendisine verilen Türk Dünyası Edebiyat Ödülü’nü almak için Ankara’ya geldiğinde yaptığı konuşmada özetle şunları söylüyor:

“20. Yüzyılın sonunda totalitarizmin yıkılmasıyla Türk halkları için yeni bir devir açıldı. Şu an bizim ortak bir dilimiz yok. Ne kadar Türk ili varsa o kadar edebi dilimiz var. Kimbilir belki gelecekte hepimizi kucaklayan ortak bir Türk edebi dili meydana gelebilir. Bu toplantı benim için bir onur kaynağı oldu. Bu kıvancı yaşarken, yeni bir devrin eşiğinde duran, Orta Asya’daki Türk illerini, Turan ülkesini düşünüyorum. Gözüm yetiyor… hissediyorum. Bizim medeniyetimiz güçlenerek gelişecek ve ilerleyecek.”[102 - Cengiz Aytmatov’un 2 Mayıs 1992’de yaptığı konuşma: “ Zeki Gürel, Turan Ülkesinin Ruhu Cengiz Aytmatov”, https://www.turkyurdu.com.tr/yazar-yazi.php?id=434]
Bu tespitler, aynı zamanda Türk dünyasının kurtuluş reçetesidir. Bu reçete uygulanırsa Türk dünyasını da bir daha ayrılmamak üzere birbirine yakınlaşacaktır.
Kaynakça
Akmataliyev, Abdıldacan, Cengiz Aytmatov’un Dünyası, AKM, Yayınları, Ankara 1998
Aytmatov, Cengiz-Muhtar Şahanov, Kuz Başındaki Avcının Çığlığı, “Yüzyılların Kavşağındaki Sırdaşlık”, Tolkun Yayınları, Ankara 2000.
Aytmatov, Cengiz, Dişi Kurdun Rüyaları, Ötüken Neşriyat, İstanbul 1995.
Aytmatov, Cengiz, Cengiz Han’a Küsen Bulut, Ötüken Neşriyat, İstanbul 1995.
Aytmatov, Cengiz, Elveda Gülsarı, Ötüken Neşriyat, İstanbul 1996.
Aytmatov, Cengiz, Gün Olur Asra Bedel, Neşriyat Neşriyat, İstanbul 2009.
Aytmatov, Cengiz. Toprak Ana, Ötüken Neşriyat, İstanbul 2003.
Aytmatov, Cengiz. Beyaz Gemi, Ötüken Neşriyat, İstanbul 2013.
Camus, Albert, Başkaldıran İnsan, Çev. Tahsin Yücel, Kuzey Yayınları, Ankara 1985.
Ercilsun, Bilge, Yeni Türk Edebiyatı Üzerinde İncelemeler 2, Akçağ Yayınları, Ankara 1997.
Karakaş, Şuayıp. “Türkistan’da Kızıl Kırgın Kurbanları”, Türk Dünyası Dil ve Edebiyat Dergisi, S.5, 1998.
Kolcu, Ali İhsan., Bozkırdaki Bilge Cengiz Aytmatov, Akçağ Yayınları, Ankara 2002.
Korkmaz, Ramazan, Aytmatov Anlatılarında Ötekileşme Sorunu ve Dönüş İzlekleri, Grafiker Yayınları, Ankara 2008.
Naskali, Emine Gürsoy, Stalin ve Türk Dünyası, Kaknüs Yayınları, Ankara 2007.
Tanpınar, Ahmet Hamdi, Edebiyat Üzerine Makaleler, (Haz. Zeynep Kerman), Dergâh Yayınları, İstanbul 1997.
Thoma, Dieter, Babalar Modern Bir Kahramanlık Hikâyesi, İstanbul: İletişim Yayınları, İstanbul 2011.

Cengiz Aytmatov ve Manas Destanı[103 - Doğumunun 70. Yıl Dönümünde Cengiz Aytmatov Uluslararası Bilgi Şöleni Bildirileri (8-10 Aralık), ss. 213-225.]
NACİYE ATA YILDIZ[104 - Prof. Dr, Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi, Çağdaş Türk Lehçeleri ve Edebiyatları.]
Cengiz Aytmatov, bütün Türk Dünyasının kendisiyle gurur duyduğu en büyük yazarlarımızdan biridir. Onun büyüklüğü sadece eserlerindeki edebî yaratıcılıktan kaynaklanmaz; Kırgız ruhunu, gelenek ve göreneklerini, inançlarını, maddi kültür unsurlarını eserlerine işleyerek gelecek nesillere ulaştırması, onun yazarlığının sadece gününe yönelik değil, ebedi olduğunun göstergesidir.
Manas Destanı bilindiği üzere dünyanın en büyük destanıdır. Bu destan da tıpkı Cengiz Aytmatov gibi Kırgız Türklerine aittir ama bütün Türk Dünyasının ortak övünç kaynağı ve Dünya Kültür mirasıdır. Bu iki isim yan yana geldiğinde, Cengiz Aytmatov’un Manas destanı ile ilgili düşünceleri, eserlerinin yaratıcılık bağlamında mutlaka değerlendirilmesi gereken bir konudur.
Bu çalışmada, halkının kültürüne önem veren Cengiz Aytmatov’un, “Kırgız ruhunun zirvesi” olarak adlandırdığı Manas Destanı doğrultusundaki görüşleri ve bu muhteşem eseri kendi sanatında işleyişi üzerinde durulacaktır.
Cengiz Aytmatov, kendisiyle ilgili olarak “Benim iki ilham kaynağım var; bunlardan birisi Manas Destanı, diğeri de Muhtar Avezov’dur” der. Kendisine ”Nerelisiniz?” diye sorulduğunda “Manas caralgan cana Avezov tuulgan cerdenmin/Manas’ın yaratıldığı, Avezov’un da doğduğu yerdenim” diye cevap verir. Bilindiği üzere, Muhtar Avezov, Manas Destanının yasaklardan kurtarılıp yayınlanmasında büyük emeği geçen ve Manas ile ilgili iki önemli makale yazan Kazak aydını ve yazarıdır. Cengiz Aytmatov, Manas Destanı ile ilgili olarak Muhtar Avezov’un çabalarını “Avezov’un bu büyük yiğitlik örneği cesaretini, yazarlık şerefini bizim halkımız hiçbir zaman unutmayacaktır” diye takdirle yâd eder.
Cengiz Aytmatov’a “Manas Destanını dinlediğiniz zaman ağladığınız oldu mu?” sorusuna, Aytmatov, “Manas Destanını dinlediği zaman ağlamayan Kırgız olmaz” cevabını verir.[105 - Manas Entsiklopediya, Muras Yayınları, Bişkek, 1995, s. 47.] Bu cevap, Manas destanının onun ve bütün Kırgızların ruhundaki derin etkisini açık bir şekilde göstermektedir. Aytmatov’un “Kırgız ruhunun zirvesi” olarak gördüğü ve halkın derin bir saygı gösterdiği Manas Destanı, maalesef her zaman hak ettiği değeri bulamamış, devlet politikasının tutumuna göre zaman zaman ön plana alınırken zaman zaman da geri planlara itelendiği görülmektedir. Dünya Kültür Mirası listesine girmesi için Kırgızistan’ın değil de Çin’in müracaat etmesi, bu politikaların neticesidir. Elbette, Doğu Türkistan’da yaşayan Kırgız Türkleri arasında da usta Manasçılar vardır ve Çin’in bu çabası takdire şayandır ancak, Cengiz Aytmatov yaşasaydı, bu durum farklı olurdu diye düşünmek de haksız bir düşünce değildir.
Yazar için bu kadar önemli olan destan ile yazar hakkında kitaplar dolusu söz söylenebilir. Bu çalışmada kısaca, Cengiz Aytmatov’un bu kadar önem verdiği Manas Destanıyla ilgisini kısaca üç başlık altında değerlendirilmeye çalışılacaktır:
1. Yazarın hayatında Manas Destanının yeri
2. Manas Destanıyla ilgili görüşleri
3. Eserlerindeki Manas Destanı etkisi.
Yazarın Hayatında Manas Destanının Yeri
Cengiz Aytmatov’un hayatında Manas Destanı daha çocuk yaşlardan itibaren yer etmeye başlar. Babaannesi Ayımkan ve annesi Nagima hanımlardan Manas’ı öğrenir; ilk defa Talas’ta, bir Manasçı’dan destanı dinler.[106 - Akmataliyev, Abdıldacan. Cengiz Aytmatov’un Dünyası, AKM Yayını, Ankara, 1998, s. 94.] Kırgız Türklerinin erkinlik ruhunu diri tutan destan, onun çocukluk ruhunda da derin etkiler uyandırır. Yazarın, en şiddetli baskı dönemlerinde söylemek istediklerini açıktan olamasa bile birtakım sembollerle ifade edip Kırgız’ı uyandırmaya çalışması, destanın uyandırdığı bu erkinlik ruhundan olsa gerektir.
Manas Destanı, gerek içerdiği olaylar gerekse taşıdığı kültürel değerler açısından Kırgızlar için bir ansiklopedi ve kültürel bellek niteliğindedir. Yazar bu bellekle beslenir ve destan, yazarın kimliğinin millî yönünün oluşmasını sağlar. Aytmatov da eserlerinde inceden inceye Kırgız kültürünü işler, halkın bu kültürle bir varlığa sahip olacağının bilinciyle kahramanlarını yaratır ve bu kahramanlar vasıtasıyla da gelecek nesiller için adeta değerler eğitimi verir.
Yazarın eserlerinde kökbörü gibi oyunları detaylarıyla işlemesi, efsaneleri hatırlatması, geçmiş dönemlerin cenaze merasimlerini hatırlatması, eserinin değil, gelecek nesillerin milli şuurla kurgulanması demektir. Bütün bunlar, yazarın Manas Destanı vasıtasıyla edindiği ve aktardığı değerlerdir.
Manas Destanıyla İlgili Görüşleri
Cengiz Aytmatov’un Manas Destanıyla ilgili görüşlerini ağırlıklı olarak 1950 yılında yayımlanan çalışmasında, 1974 yılında Kırgızstan Madaniyeti Gazetesinde yayımlanan makalesinde, 1995 yılında yayımlanan Manas Ansiklopedisi’nde ve Sagımbay Orazbakoğlu varyantının önsözünde bulmak mümkündür.
Bilindiği üzere Aytmatov, Manas Destanının Sagımbay Orazbakov varyantına Önsöz yazarak destana verdiği önemi göstermiştir. Bu varyantın önsözü “Bayırkı Kırgız Ruhunun Tuu Çokusu” başlığını taşır. Aytmatov bu önsözde “destanın misyonunun hürriyet, tabi olmama fikri olduğunu, destanın ölümsüzlüğünün ve dünyanın paha biçilemez mirasları arasında yer almasının da bu misyondan kaynaklandığını” söyler. Yazarın, “Önsöz”deki[107 - Aytmatov, Cengiz. “Bayırkı Kırgız Ruhunun Tuu Çokusu”, Manas Kırgız Elinin Baatırdık Eposu Sagımbay Orazbakov’dun Varyanto Boyunça, Han-teniri Yayınları, Bişkek, 2010, s. 5-10.] fikirlerini şu şekilde özetlemek mümkündür;
–Manas eposunda gerçek hayatın, tarihî olayların işlendiği tartışmasızdır. Hatta destanın ortaya çıkması da önemli bir tarihî olayla ilgili olabilir fakat Manas tarihî sancıra değildir. Kırgız halkının dehasından çıkmış, edebî tarih içinde süzülerek, arınarak gelmiş zirve eserdir.
–Manas destanını günümüz edebî ve fikirsel çerçevesinden değil, yaratıldığı dönemin şartları çerçevesinden değerlendirmek gerekir.
–Destanın en önemli fikri bağımsızlık fikridir. Bu fikir insanoğlunun ortaya çıkmasından beri hiç eskimeyen fikirdir ve Manas Destanını zirve eser yapan da bu fikirdir.
–Manas Destanı, baştan sona Manas’ın savaşla geçen ömrünü anlatmasına rağmen hümanizmle doludur. Bunun sebebi de insana değer vermesi ve onu yüceltmesidir.
–Destanın sonundaki trajedi, ölümsüz esere lâyık bir sondur; Shakespeare’nin ustalığından aşağı kalmaz. Bunun anlamı, kahraman, halkın düşüncesinin zıttına hareket ettiğinde halk da ona acımaz; eser ölümle biter.
–Manas Destanı esas olarak kahramanlık destanı olmakla birlikte, Kırgızların günlük hayatıyla ve onların felsefesiyle ilgili her şey destanda yer almaktadır.
–Destanda kadına değer verilmesi, onun epik özelliklerin yanı sıra romantik yönünü de yansıtmaktadır.
–Eserdeki tasvirler ve bu tasvirlerin ayrıntıları, günümüz çağdaş yazarlarını dahi hayrette bırakacak seviyededir.
–Destanı birçok Manasçı söylemiştir ancak Sagımbay Orazbakov’un hüneri önünde baş eğmemek mümkün değildir.
–Nice zaman geçse de yeryüzünde Kırgız dili durduğu müddetçe, Manas bizim millî zirvemiz olarak kalacaktır.
Bu görüşler genel olarak değerlendirildiğinde yazarın Manas Destanının önemini ve anlamını kavramış bir aydın ve yazar olduğunu söylemek mümkündür. Destanların tarihle bağlantılı olmakla birlikte doğrudan tarih sayılamayacağı açıktır. Destanı değerlendirirken bazı olayların veya kültür unsurlarının günümüz için anlam taşımaması veya tenkit edilebilir nitelikte olması mümkündür. Çünkü eser, bin yıl öncesinden itibaren her dönemden izler taşır. Manas’ın destanın sonunda ölmesi, halk takvimi inancına göre sefere çıkmak için uygun olmayan bir yılı seçtiği konusunda Kanıkey’in uyarılarına rağmen onu dinlememesi, aslında bir kadının sözünün dinlenmemesi değil, binlerce yıllık kültür birikiminin göz ardı edilmesidir. Öte yandan Manas’tan sonra destanın onun oğlu ve torunlarıyla daireleşerek devam etmesi de şahısların ölümlü ama nesillerin ve milletlerin ölümsüz olduğunu vurgular mahiyettedir. Yazarın da eserlerinde kahramanlar ölür ama Kırgız Türkleri ebediyen yaşayacaktır.
Eserlerindeki Manas Destanı Etkisi
“Manas Destanını bilmeyen insan, öz milletini, dilini, yurdunu bilmez” diyen Aytmatov, destanı gelecek nesillere öğretmek ve onun ruhunu aşılamak üzere Manas Destanından unsurları da eserlerinde yansıtır. Ata mirasını, edebiyatın modern formları içinde kullanarak gelecek nesillere ulaştıran Cengiz Aytmatov’un birçok eserinde doğrudan doğruya olmasa da Manas ruhu çeşitli epizotlarla, eserin ana fikriyle yaşatılmaktadır.[108 - Naciye Yıldız. “Cengiz Aytmatov ve Manas Destanı”, Doğumunun 70. Yıl Dönümünde Cengiz Aytmatov Uluslararası Bilgi Şöleni Bildirileri, AKM Yayını, Ankara, 1998, s. 214-225.]
Bunların içinde Yıldırım Sesli Manasçı isimli eseri, bu konuda en önemlisidir. Hikâyede Manasçı olmak isteyen başkahraman Elaman’ın annesi Isık-Köl’ün kıyısında, “Kırgızlar Kırgız olalı beri var olan Manas’ı iyi öğrenmesi, unutmaması için ona güç ve cesaret ver. Bu yetenek onda köklü bir ağaç gibi gelişsin ve sonra o bu yeteneği, bu geleneği çocuklarına, torunlarına aktarsın”[109 - Cengiz Aytmatov, Yıldırım Sesli Manasçı (Çev. Refik Özdek), Ötüken, İstanbul, 1993, s. 15.] şeklinde dua eder. Bu dua, kahramanın annesinin ağzından Cengiz Aytmatov’un duasıdır. Bu sözler aynı zamanda yazarın Manas’ın kutsallığını dile getiren sözleridir. Yazarın birçok eserinde mekân olarak zikredilen Isık-Köl, onun için kutsal vatanın sembolüdür. Eleman’ın annesinin Isık-Köl kenarında dua etmesi bu bakımdan da ayrıca anlamlıdır, bu yazarın seçimidir.
Bu eserde, Eleman yıllar sonra Yıldırım sesli Manasçı olarak ün kazanır; annesinin bu duasını da hiçbir zaman unutmaz ve gözyaşlarıyla hatırlar. Çünkü annesi, yasaklanan destanı anlatan oğlu Eleman’ın yerini söylemediği için işgalciler tarafından öldürülmüştür. Kırgızlar yıldırım sesli Manasçı’dan destanı dinlemek için gizlice dağların uzak geçitlerine gitmişlerdir. Hikâyede geçen bu olay, Aytmatov’un, destanın gerçekte de maruz kaldığı baskıları, yasakları dile getirmesidir. Yazar, milletinin kültüründen sorumlu bir sanatçı titizliğiyle, Manas Destanının yasaklı olduğu yılları, Manasçıların adlarının bile ağza alınamadığı yılları eserleri vasıtasıyla nesillere yansıtmıştır. Elbette, yazarı bu kadar sorumlu davranan bir milletin Manas Destanı’nı unutması mümkün değildir. Aradan uzun yıllar geçse de uzaklara giden kervanların izlerini arar gibi Kırgızlar da atalarının izlerini Manas Destanında arayıp buldular ve kimliklerini unutmadılar, birlik ve beraberliklerini muhafaza ettiler; mankurtlaşmadılar.
Yıldırım Sesli Manasçı gibi, Cengiz Aytmatov için de Kırgız analar dua etmiş; onun eserleri de sonsuza kadar sadece Kırgızların değil, bütün Türklük ve insanlık âleminin sesi olmuştur.
Kaynakça
Akmataliyev, Abdıldacan. Cengiz Aytmatov’un Dünyası, AKM Yayını, Ankara, 1998.
Aytmatov, Cengiz. Yıldırım Sesli Manasçı (Çev. Refik Özdek), Ötüken, İstanbul, 1993.
Aytmatov, Cengiz. “Bayırkı Kırgız Ruhunun Tuu Çokusu”, Manas Kırgız Elinin Baatırdık Eposu Sagımbay Orazbakov’dun Varyanto Boyunça, Han-teniri Yayınları, Bişkek, 2010, s.5-10.
Manas Entsiklopediya, Muras Yayınları, Bişkek, 1995.
Yıldız, Naciye. “Cengiz Aytmatov ve Manas Destanı”, Doğumunun 70. Yıl Dönümünde Cengiz Aytmatov Uluslararası Bilgi Şöleni Bildirileri, AKM Yayını, Ankara, 1998, s.214-225.

Aytmatov Anlatılarında Kadın Olgusu[110 - Gelenekler Bağlamında Cengiz Aytmatov’un Yaratıcılığı, Kazan, Rusya, 12-14 Kasım 2018, ss. 146-175.]
ÜLKÜ ELİUZ[111 - Prof. Dr., Karadeniz Teknik Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü.]
“Adsız bir çocuk olarak kendini salıverdi, Kırgızistan’ın akarsularına ve tüm dünyanın gönlüne taht kurdu, beyaz gemisine ulaştığında.”
    Ramazan Korkmaz
Dolaylı Yeniden Doğuşun Kutsanmış Adı: Aytmatov Anlatıları
Cengiz Aytmatov, bitişi değil başlangıcı, tükenişi değil hazineyi imleyen eserleri ile sözün ihanetine uğramadan varoluş serüvenini tamamlamış bir sanatkârdır. O, bireye ve topluma ait düşselliği yorumlarken yatay ve dikey boyutlu olarak kendi duyumsamaları ve deneyimleri ile derin boyutta geçmişin düşselliğini buluşturur ve toplumsal tinin aktarıcısı kimliğiyle varlık bulur. Aydınlık bilincin kişisi olan sanatkârın eserleri, Çağdaş Türk edebiyatının olmazsa olmaz yaratılarıdır. İmge ve düş ürünü olan yapıtlarında, örtük anlamları somut dünyada yeni’leme ve çok boyutlu olarak geçmiş ile şimdiyi akılda tutma ve karşılaştırma aracılığıyla geleceği görme hedeflenir.
Sanatı besleyen ana kaynak, insan ve insan yaşamıdır. İnsan ise “ateş, su ve toprağın bireşimidir.”[112 - Ramazan Korkmaz, Aytmatov Anlatılarında Ötekileşme Sorunu ve Dönüş İzlekleri, Grafiker Yayınları, Ankara, 2008, s. 19.] Kurmaca metin yaratıcısı olan tüm yazarlar bu ana kaynağı nesnel ve objektif bir değerlendirmeye tabii tutar ve kadın ile erkeğin toplumsal hayatta birlikte bir değer oluşturduğunun altını çizmeye gayret ederler. Cengiz Aytmatov, cinsiyetlendirilmiş bakış açısının ve geleneksel normların kuşatılmışlığını aşarak eserlerindeki kişi kadrosunu oluşturur. Anlatılarında kadın kendilik değerlerinin farkına varan, verili olanları aşan kimliği ile bireyleşme yolunda varoluşsal adımlar atarak yeni’den doğar; şey’ler dünyasından sıyrılıp kendilik bilincine kavuşabilmek için, tinsel varoluş kaynaklarından ödünçlediği derin anlam dizgesinde varolur. Dünyada doğmanın simgesel kişileri olan bu kadınlar, toprağın yaratıcı gücünün çağrısı/anne, su gibi yeniden dirilten ruh/ eş, ateşle varoluşu aşan kaynak/sevgili görünümleri ile yaşatıcı ve anlam aktarıcı özlerini evrene taşırlar. Dolaylı yeniden doğuşun kutsanmış adı olarak Aytmatov anlatılarındaki kadınlar, kendilik bilincini oluşturan yaratıcı ve diriltici göndergeleri ile kuran, tamamlayan, yansıtan bir norm karakter işlevi kazanırlar.
Cengiz Aytmatov anlatılarında yer alan kadınların büyük çoğunluğu norm karakterler sınıfındadır. Kadınların nitelikleri, yetiştirilme şekilleri ve hikâye içinde üstlendikleri işlevler, Türk kadın tipinin ve Türk insanının kadına bakışının bütün yönlerini ve ayrıntılarını yansıtan bir özelliğe sahiptir. Türk kültüründe kadınlar; uğurlu, tekin, asil, yiğit ve ulvi insanlardır; can vericiliğin ve bitmeyen sevginin simgesidirler; İyi kardeş, iyi ve sadık eş ve sevgilidirler; evin direğidirler; ailenin kurtulmasında etkin ve fedakârdırlar; anne olarak ocağın, ailenin, kökenin, varolanın koruyucusudurlar; “yuvanın sahibesi” ve “merhamet ilahesi”dirler. Aytmatov anlatılarında kadınlar, kadınlıklarını yadsımazlar; bu yüzden de başarılı anne, eş ve kardeş olurlar. Onlar, erkek dünyasının yaraşığı, evrene layık kişilerdir.
Aytmatov anlatılarında kadının bireysel ve toplumsal varoluş serüveni geçmiş, şimdi ve gelecek düzleminde evrenin düzeni ile örtüşür. Ötekileşme tehditi ile kuşatılan ve kendi oluş olanakları elinden alınmaya çalışılan insanlık için kadın imgesi, toprağın, suyun ve ateşin tinsel göndergeleri ile yeniden doğuşu imler nitelikte sunulur. Anne ve eş olarak bireyi kuran, düzenleyen; sevgili olarak ise yeni’lenmeye yönelik yaratıcı güçleri imleyen kadın, anne olarak toprağın, eş olarak suyun, sevgili olarak ateşin derin anlamlarının kişileşmiş görünümleri olarak edebi metne dahil olurken, yazarın tüm eserlerinin sorunsal arkaplanı netleştirici bir fonksiyon üstlenirler. “Bütün insanların yüreğine nasıl ulaşabilirim?”[113 - Cengiz Aytmatov, Toprak Ana (Çev. Refik Özdek), Ötüken, İstanbul, 1995 s. 107.] kaygısını taşıyan Aytmatov’un anlatılarında kadınlar kurmaca metnin sadece kişi düzleminde yer almazlar; hem karakter yapıları, hem işlevleri, hem tipleri, hem de açımladığı değer dizgesi bakımından sosyolojik, psikolojik ve arketipsel bakımdan dramatik aksiyonu şekillendirirler.
Toprağın Yaratıcı Gücünün Çağrısı: Anne
Toprak ve anne, kendilik bilincini kazandıran yaratıcı ve diriltici göndergeleri ile bireyi kuran, tamamlayan, yansıtan içtenlik imgeleri olarak algılanır. Bu yönüyle birey için olması gerek sesi yani norm karakter işlevindedirler. Birey şey’ler dünyasından sıyrılıp kendilik bilincine kavuşabilmek için bu tinsel varoluş imgelerine yönelmesi kaçınılmazdır. Anne toprak gibi hem yaratır, hem de sığınak, korunak, barınak olarak yaşamın sürerliliğinde etken rol alır.
“Odaklanma bilincimize seslenen”[114 - Gaston Bachelard, Mekânın Poetikası (Çev. Aykut Derman), Kesit Yayınları, İstanbul, 1996, s. 45.] anne, mananın toplamı olarak hayallerin, düşlerin, ruhun barınağıdır. Anne, doğa kadar tanıdık, sevgi ve şefkat dolu, şevkle ve bıkmadan yaşam verendir; “doğuştan içimizde olan mater natura ve mater spiritualis (doğa ana ve tinsel ana) imgesinin, çocukken de emanet ve de teslim edildiğimiz yaşamın taşıyıcısı(dır)”.[115 - Carl Gustav Jung, Dört Arketip (Çev. Zehra Aksu Yılmazer), Metis Yayınları, İstanbul, 2003, s. 31.] Bütün kutsal değerleri sınırlar ve bünyesinde bulundurur. Kadının doğurganlık özelliğinin rahmiyle sınırlanamayacağının göstergesi olan anne, her türlü oluşumun ve değişimin gizemli kaynağı, eve dönüşün, her tür başlangıç ve sonun sessiz temelidir.
Cengiz Aytmatov anlatılarında “Tanrı armağanını içinde taşımakla onurlandırılmış kişi”[116 - Sema Özher, “Aytmatov Anlatılarında Yüce Ana Arketipi ve Bu Arketipin Kişisel Görüntü Seviyeleri”, Cengiz Aytmatov (ed. Ramazan Korkmaz), Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2009, s. 146.] yani anne, hem biyolojik hem de toplumsal kurgu nitelikleri ile yer alır. İnsan ya da hayvan, annenin doğuran/anaç/ çoğaltan/ üreyen varlığı yaşam içindeki trajedilerde belirleyicidir. Doğal annelik içgüdüsünü soylu kimliğe dönüştürerek kutsanan kadın kendisine sunulan yaşam alanında belirlenen temel vazifelerini yerine getirir. Anne olarak doğan ve toplumsal olarak da annelik öğretilen kadın, anlam aktarıcıdır. “Kutsallaştırılan ve mutlaklaştırılan bir rozet kimliğine dönüşüveren”[117 - Elif Şafak, Siyah Süt, Metis Yayınları, İstanbul, 2007, s. 16.] annelik, onun için bir içtenlik imgesi işlevi ile içsel dönüşüm dinamiklerinin göstergesidir.
Milli kültür bir ulusu ayakta tutan, yaşatan o milletin kimliğini ruhunu oluşturan unsurlardır. Bunları kaybeden bir nevi insan olma özelliğini de yitirmiş olur. Bir bireyi insan yapan onun fizyolojik yapısı değil o bedene sinen ruhtur. Bundan dolayı Cengiz Aytmatov annelerin önemini yadsımaz. Yaşamın, düzenin, “düşü barındıran”[118 - Gaston Bachelard, age., s. 42.] evin simgesi anneyi topraktaki yaratıcı gücün dünyadaki taşıyıcısı olarak görür. Ve anlatılarda bireyin milli kimliğini oluşturan, ona dinini, dilini, masallarını, efsanelerini, destanlarını, türkülerini öğreten ve bunları benliğinde içselleştiren anne üzerinden mesajlar iletir:

“-Söyle bana ey toprak. Hangi çağda analar bu kadar acı çekti? Oğlunu bir saniye olsun görebilmek için bunca sıkıntılara katlandı?
-Bilmiyorum Tolgunay. Ama senin yaşadığın savaş dünyanın gördüğü savaşların en acısıdır.
-Öyleyse, dünyada oğlunu böylesine bekleyen son ana ben olayım. Bundan böyle hiçbir ana, oğlu yerine soğuk raylara sarılmasın.”[119 - Cengiz Aytmatov, age., s. 48.]
Kadın kahramanları hayatın her safhasında eşlerine destek olurlar; hem geleneksel kadını simgeler, hem de hayatta kendi tercihlerini belirleyerek dünyada doğar; hayat karşısında bireysel değil toplumsal olarak var olurlar; bireysel çıkarı hiçbir şekilde gözetmezler. Onlar için önemli olan huzurun, birlikteliğin, mutluluğun sağlanmasıdır. Aytmatov’da çalışmak, tüm kişiler gibi kadının da kendini gerçekleştirmesini sağlayan işleviyle yer alır. Çünkü onlar saban sürerek, hasat zamanını bekleyerek, savaştaki askerlere cephane yollayarak kendilerini var ederler. Bir buğday tanesinden kendi elleriyle yoğurdukları ekmekten daha büyük mutlulukları yoktur onların. Çalışmak, dertlerini alır, tasalarını dağıtır, zihnini meşgul eden üzüntüye fırsat vermez; mutsuzluğunu, kaygısını, endişelerini çalışmaya, emeğe, toprağa devreder. Hem anne, hem asker, hem çoban, hem demiryolu işçisi, hem öğretmen, hem kolhoz yöneticisi, hem de iyi ev hanımıdırlar; birden fazla sorumluluk üstlenirler.

“Ah, ah! Sallanan orakların ışılamasını görmek, biçilen ve devrilen sapların hışırtısını çalışanların konuşmalarını ve şen kahkahalarını duymak ne büyük huzur ve mutluluk veriyordu insana.
Aa, ekmek daha sıcacık, anne, buyur, yeni ürünün ilk ekmeğini önce sen tat. Ekmeği aldım, duamı okudum ve ilk lokmamı ısırdım bambaşka bilinmeyen bir tadı ve kokusu vardı, bu ekmeğin bu emekçi oğlumun nasırlı ellerinden çıkan ekmekti. Tarlayı süren buğdayı yetiştiren hasadı kaldıran tarlada çalışan insanlarımızın halkımızın ekmeğiydi. Kutsal ekmek.”[120 - Cengiz Aytmatov, age., s. 25-27.]
Çalışmak, insanın dertlerini alır, tasalarını dağıtır, zihnini meşgul eden üzüntüye fırsat vermez. Kadınlar mutsuzluğunu, kaygısını, endişelerini çalışmaya, emeğe, toprağa devreder. Kadınlar, arada endişelere kaygılara umutsuzluklara kapılsalar da güçlüdürler. Onlara bu gücü veren annelik duygusu ile daha da kökleşen yuvalarına ve vatanlarına bağlılıklarıdır. Hem anne hem asker hem çoban hem demiryolu işçisi hem öğretmen hem kolhoz yöneticisi hem de iyi ev hanımıdırlar; birden fazla sorumluluk üstlenirler; saban sürerek, hasat zamanını bekleyerek, savaştaki askerlere cephane yollayarak kendilerini var ederler:

“Evet, Tolgonay, ama yalnız sen değildin o acıyı çeken, ben de çok acı çektim. Yaz boyunca o çıplak tarla beni deşilmiş bir yara gibi yaktı. Uzun zaman acılarım dinmedi. Tarlaları ekinsiz bırakmak benim kanımı boşaltmak demektir. Tolgonay savaş süresince nice nice tarlalar ekinsiz kaldı!.. Benim en büyük düşmanım savaş başlatandır.”[121 - Cengiz Aytmatov, age., s. 94.]
Toprak sadece bir kara parçası değildir; yaşam mücadelesini, manevi unsurları bünyesinde bulunduran bir açar değerdir. Yaşanılan mekânla bütünleşen insan için varoluşsal kaynaklara, yaratıcı öze ait imgeleri işaret eder. Toprak gibi hem yaratır, hem de sığınak, korunak, barınak olarak yaşamın sürerliliğinde etken rol alır:

“Ey benim toprak anam! Sen hepimizi sıcak bağrında taşıyorsun, bizlere mutluluk bağışlamazsan topraklığın nerde kalır senin? Biz senin çocuklarınız ey toprak, bizlere mutluluk bağışla”
O gece bunları diledim işte.”[122 - Cengiz Aytmatov, age., s. 13.]
Dolu dolu yağan yağmur, çıplak ayaz, yakıcı güneş ve keskin soğuklardan oluşan Orta Asya toprağında hem iklim ile mücadele veren, hem de savaşın kahramanlarının cephede verdiği mücadelenin benzerini Tolgonay her hasat başında yaşar. Tolgonay ile toprak, savaş trajiğinde birleşir:

“O güne kadar bizi kıt kanaat besleyecek buğday ve erzak sandığında bir avuç yiyecek bile kalmamıştı ne yapacaktık? Gece gündüz kafamda planlar geliştiriyordum. Sonunda bir karara vardım. Anıza bırakılan küçük bir tarlayı da sürüp ekmek ve ürünü aileler arasında paylaştırmak. Bu konuda başkarmanın fikrini aldım, sonra ilçe merkezine kadar giderek, kolhoz planını uyguladığımızı, şimdi de kendi imkânlarımızla, kendimiz için karnımızı doyuracak ürünü almak açlıktan kırılan, açlıktan kırılan ailelere yiyecek bulmak için bir anızı ekmek istediğimi anlattım.
Dinleyenlerden biri masadan başını kaldırıp bağırdı:
-Stalin’in kolhozlar için koyduğu kurala ihanet ediyorsun!
Ben de patladım canı cehenneme o kuralın! Biz açlıktan kırılırsak sizi kim besleyecek Peki, söylediğini yaparsan seni nereye sürerler biliyor musun?
-Biliyorum, düşündüğün bu ise buğdayı kim ekecek?”[123 - Cengiz Aytmatov, age., s. 87.]
Kadınların acılarını karamsarlıklarını umutsuzluklarını tren istasyonlarında umutsuz bekleyişlerini toprak alıp bağrına atar. Tolgonay, bu acılarını toprakla paylaşır. Savaş toprağa da en acı yüzünü gösterir. Ve analık duygusu emek ve mücadele ile birleşir.

“İyi ki, yöneticiydim o zamanlar. Kendi dertlerimle birlikte halkımın da acılarına, karşılaştığı güçlüklere göğüs germem gerekiyordu. Savaş beni bu yüzden yıkamadı. Anladım ki, savaşta bir tek yol var: Savaşmak ve yenmek! Gerisi ölüm.”[124 - Cengiz Aytmatov, age., s. 49]
“Uzaklarda savaş oluyor, kan dökülüyordu. Bizim savaşımızsa işimizdi.”[125 - Cengiz Aytmatov, age., s. 37.]
Aytmatov anneleri, vatan sevgisi ve özgürlük tutkusu ile donatılmışlardır. Tolgonay’ın analık duygusu vatan aşkıyla birleşir. O sadece Kasım’ın Caynak’ın Maysalbek’in Aliman’ın anası değildir; coğrafyanın bütün insanlarının annesidir. Onun analık kavramı halkı için mücadele duygusunu geliştirir; her tarafı sarar onun kolları; tıpkı bir üzüm salkımı gibi: “Ey kutsal analık! Mutluluksun sen. Bir okyanus dolusu acıya katlanmaya değersin sen!..”[126 - Cengiz Aytmatov, age., s. 94.]
Savaşta yıkılanların ezilenlerin öksüz yetim çocukların ellerinden tutar Tolgonay. Onları bütün olumsuzluklara rağmen yaşatmaya savaş karşısında dirençli tutmaya çalışır. O, artık sadece Tolgonay değil, bütünleştirilmiş topyekûn bir mücadelenin bütünleştirilmiş tüm anaların temsilcisidir. Cephe gerisinde savaşır; kolhozda eşi ve oğullarının işlerini üstlenerek toprağa hasat zamanı tohum ekerek mücadelesini verir:

“Lokmayı ağzıma attım. Garip bir tat, garip bir koku duydum. Bu bir biçerdövercinin ellerinin kokusuydu. Taze buğday, süt demir ve benzin kokuyordu. Sonra başka lokmalar yedim. Hepsinde aynı koku vardı. Ama ömrüm boyunca yediğim en tatlı ekmekti bu. Oğlumun ekmeğiydi çünkü. Onu makine yağı ve benzin kokan elleriyle bölmüştü. Sonra oğlumu eğiten, onunla aynı toprakta yaşayanların ekmeğiydi bu. Halkın ekmeğiydi. Kutsal ekmek! Yüreğim kabardı. Düşündüm, bir dal nasıl bir ağacın parçasıysa, bir ananın mutluluğu da halkın mutluluğundan bir parçadır. Hayat katılaştırdı yüreğimi, ama gene de böyle düşünüyorum. Ben hâlâ ayaktayım, halkım yaşıyor çünkü.”[127 - Cengiz Aytmatov, age., s. 21.]
Tolgonay’ın ve tüm annelerin savaşı, sadece oğullarını ve eşlerini savaşta kaybetmekle sınırlı kalmaz; asıl tehlike vatanın içinde bulunduğu tehdittir. Bunun için cephe gerisinde özellikle kadınlar halk için güçlerinin son haddesine kadar savaşırlar. Onlar için ektikleri tohumlar, anız ve toprak silaha dönüşür: “Bir ananın mutluluğu, milletinin mutluluğundan doğuyor, aynı kökten olan ağacın dalları gibi bir kökten geliyor! Kaderi de onunkiyle bir oluyor…”[128 - Cengiz Aytmatov, age., s. 27.]
Gün Olur Asra Bedel romanında ise, kendilik değerleri elinden alınan ve bir insan müsveddesine dönüştürülen oğlunu evine, kendine ve değerlere çağıran sestir anne. Nayman Ana, oğlunun yeniden doğuşunu gerçekleştirmek ister. Budanan dalları filizlenen köklerle yenileyen toprak gibi Nayman Ana, evladını kendi oluşa çağırır. Onun çağrısı, “kendin ol” uyarısı temelli bir yeniden doğum içindir:

“Oy balam, oy! Hafızan kökünden sökülüp alınanda, başına sardıkları deve derisi kuruyup büzülerek ceviz kırar gibi beynini sıkıştıranda o görünmez çember gözlerini kanlı yaşla dolduranda, Sarı-Özerk’in dumansız ateşinde cayır cayır yananda, susuzluğundan çatlayan dudaklarına bir damlacık yağmur düşmedi! Oy balam, oy! Can balam, oy! Yeryüzüne hayat veren güneş, senin için kapkara bir yıldız oldu da bir damla ışık vermedi! Ondan nefret etmedin mi? Oy balam, oy! Can balam, oy!
Acı çığlıkların bozkırda yankı yankı yayılanda gece gündüz Tengri! Deyip yana yakıla gökyüzünü boşluğuna seslendiğinde, dayanılmaz acılarla kıvrananda, kusmakların, pisliklerin, sidiklerin içinde boğulanda oy balam oy, vücudun yıkılıp üzerine sinekler üşüşende yavaş yavaş aklını yitirip gittiğinde, hepimizi yaratıp sonrada kendi halimize salıveren Tengri’ye son gücünü toplayıp isyan etmedin mi? Oy balam oy! Can balam, oy!
İşkenceyle sakatlanan aklını karanlığın örtüsü yavaş yavaş kapladığından zorla elinden alınan hafızan geçmişle bağlantısını koparandan öz ananı dağ dibinden akan ve kıyısında oyun oynadığın derenin şırıltısını, kendi adını, babanın adını, gülümseyen karının adını, aralarında büyüdüğün bacı-kardeş, hısım-yoldaş herkesin hayali gözünde silinende seni karnında taşıyıp bugünleri göstermek için doğuran anana kargışlar okumadın mı? Oy balam, oy! Can balam, oy!…”[129 - Cengiz Aytmatov, Gün Olur Asra Bedel (Çev. Refik Özdek), Ötüken, İstanbul, 1993, s. 148.]
Nayman Ana kafasına yerleştirilen deve derisi ile öz benliğine, kimliğine, öze dönüşün bütün seslerine kulak tıkayan oğlu Mankurt yani Jolaman’ın evrene, toprağa, öze dönüş bütün kapılarının kapatılarak yok oluşa gidişi karşında tepkisiz duramaz:

“Yuvasından ürkütülmüş bir kuş gibi Nayman Ana, Sarı Özek bozkırında bir oraya, bir buraya koşturuyordu. Ne yapacağını, ne edeceğini iyice şaşırmıştı. (..) Juanjuanlar uzaklaşıncaya dek Nayman Ana gözünü onlardan ayırmadı, ondan sonra da oğlunu kaçırmak üzere sürüye sokuldu. Oğlunun başına her ne geldiyse geldi onun bunda hiçbir suçu yoktu, yavrusunu düşmanların elinde köle olarak bırakamazdı. (..) Nayman Ana, dört bir yanda oğlunu ararken onun bir deveyi siper ederek dizlerinin üzerine çökmüş, okuyla ona nişan aldığını göremedi. Mankurt gözlerine güneşin son ışıkları düştüğünden ok atmak için uygun bir fırsat kolluyordu. (..) Nayman Ana son anda oğlunun okunu ona çevirdiğini gördü, deveyi dehleyip ileri fırlamaya fırsat bulamadan kısa bir vınlama duydu, yaydan fırlayan ok sol böğrüne saplandı. Öldürücü bir saplanmaydı bu. Nayman Ana yavaş yavaş aşağı eğildi, yıkılmamak için devesinin boynuna sarıldıysa da yere düşmeye başladı. Fakat ondan önce başından ak yazması kaydı, bir kuş olup havalanırken “Adın ne senin? Kimin oğlusun? Anımsa adını! Senin baban Dönenbay! Dönenbay! Dönenbay!” diye çığlık attı. İşte o günden beri Sarı Özek bozkırında geceleri Dönenbay kuşu uçarmış.”[130 - Cengiz Aytmatov, age., s. 168-169.]
Öteki olan/ ötekileştirilen oğluna kendine dönüş çağrısında bulunan Nayman Ana, çocuğu için hiçbir karşılık beklemeden ve çekinmeden tüm varlığını ortaya koyar. O, ölürken hatta öldükten sonra bile özverili çağrısına devam eder. Artık onun sesi, telafisi mümkün olmayan yok oluş karşısında direnen evrenin çağrısıdır; sonu belirsiz bir kaosa atılan oğlunu son nefesinde bile kurtarmak isteyen anne, yaratıcı özden kendisine süzülen anlamları çocuğu aracılığıyla ebedileştirmeye çalışır. Bir kuşa dönüşen Nayman Ana, masalsı bir kurgu ile ezelden ebede sürecek varlık mücadelelerini imler. Sesi susturulmaya çalışılan anne, dünyanın ebedi bir cehenneme dönüşeceğini işaret eder. Çünkü anne yok edilir, yuva yıkılır, düşler sona erer, düzen biter, kaos başlar, insan kimliksiz bir ötekiye dönüşür.
Annelik, iyi kadın olma tutkusu, toplumsal rol kalıpları tarafından kutsanmış halidir. ‘İyi ve özverili anne’ simgesi kadının dünyası erkeği, ailesi, çocukları ve evidir. Anne olan kadın, erkek için “bir emanettir gökten kendisine verilen. Çocuklarının anasıdır.”[131 - Şevki Işıklı, Kadın ve Felsefe, Emre Yayınları, İstanbul, 2005, s. 47.] Sorunsal bir bakış açısıyla anneyi kurgulayan yazar, Dişi Kurdun Rüyaları’nda annelik insan türü ile sınırlamaz. “Bütün kadınlar arasından seçilip kutsanmış olan o kadın”[132 - Cengiz Aytmatov, Dişi Kurdun Rüyaları (Çev. Refik Özdek), Ötüken, İstanbul, 1990, s. 169.] olarak kurguya dâhil olan Dişi Kurt Akbar, ötekileşen insanın evrene verdiği tahribatın ortasında yavruları ile kala kalır. İnsanların sayga (geyik) katliamı ile ekolojik dengeyi alt üst ettiği kaos ortamında yuvasını, eşi Taşçaynar’ı ve dört batın yavrusunu kaybeden Dişi Kurt Akbar, bir anne olarak çaresizlik içinde Börü Ana’ya seslenir, acı içinde ulur, kaderin kendisine oynadığı bu oyundan yakınır, yalvarır, kendisini kurtarmasını ister:

“Ey kurtların ilahesi Börü-Ana! Bana iyi bak. Karşında ben varım, ben Akbar. Bu soğuk dağlarda karşına dikilen benim. Yapayalnız, talihsiz Akbar. Acılarım büyük. Nasıl ağladığımı işitiyor musun? Nasıl uluduğumu, nasıl hıçkıra hıçkıra ağladığımı duyuyor musun?
Bütün varlığım ıstırap oldu, memelerim yararsız sütle doldu. Süt verecek, besleyecek kimsem yok. Yavrularımı yitirdim. Nerde yavrularım nerde? Aşağılara in Börü-Ana, in de yanıma otur, sen ve ben birlikte ağlayalım. Aşağılara in kurtların tanrıçası. (..) Aşağıya inmek istemiyorsan beni de oraya çek Börü-Ana! Ben Akbar, yavruları çalınan ana kurt! Seninle birlikte Ay’da yaşamak, oradan kanlı gözyaşlarımı yeryüzüne akıtmak istiyorum. Beni işit Börü-Ana!”[133 - Cengiz Aytmatov, age., s. 303-304.]
Bu çaresiz ve acı dolu yakarış, yuvası ve yavruları yok edilen annenin, evrendeki bütün tutunma noktalarını yitirişinin ifadesidir. Analık evrendeki tüm canlılarda var olan karşı konulamayan içsel bir güdüdür. Tolgonay gibi evlat acısını dişi kurt Akbar da derin acılarla yaşar. Akbar evladını kaybeden bütün annelerin sesi olur:

“Anne! Sen ki bana hayat nefesini verensin…(..) Bir ana, karnında besleyip doğurduğu evladının ölümüne tanık olunca, onun acısı iki kat daha fazla olur.”[134 - Cengiz Aytmatov, age., s. 167-168]
“Akbar, mezarlıkta ağıtlar söyleyerek hıçkıran dul bir kadın gibiydi ve bu hali Gülümhan’a, Ernazar’ın ölümünde nasıl ümitsizce gözyaşı döktüğünü hatırlıyordu.”[135 - Cengiz Aytmatov, age., s. 274-275.]
Yazarın bizzat yaşadığı şu olay ise, yüce bir statü olan anneliğin evrensel boyutlarda yansıtıldığını ve algılandığının göstergesidir: “Bir gün Moskova’da, kalabalık bir caddede yürüyordum. Ansızın bir kadın çıktı karşıma “Akbar” dedi. Bir an, herhalde beni tanıyor, romanımı da okumuş diye düşündüm. Kadın gözlerimin içine dikkatle baktıktan sonra “Akbar benim!” dedi ve hızla kalabalığa karışarak kayboldu. Arkasından baka kaldım, kimdi, niçin dişi kurt Akbar’la kendisini özdeşleştirmişti. Bilmiyorum, ama demek ki onu yakalamıştım. Ona hitap etmeyi başarabilmiştim. Ana’lık evrenseldir. Çünkü Akbar da ne kadar kurt olsa anadır, insanınki de maymununki de fareninki de hepsi anadır. Doğurur, emzirir, besler, büyütürler.”[136 - Ahmet Kabaklı, “Folkloru Kullanışta Cengiz Aytmatov ve Yaşar Kemal”, Türk Edebiyatı Dergisi, İstanbul, 1994, Haziran, S. 248, s. 1005,] Akbar’ın son doğurduğu yavrular da Bazarbay adlı kişi tarafından sırf para uğruna çalınır. Bazarbay dönemin yozlaştırdığı insani duyguları yok olan, merhametten yoksun biridir. Benzer şekilde Elveda Gülsarı anlatısında botasını (yavrusunu) kaybeden anne devenin çaresizlik içindeki arayışı dikkate değerdir:

“Anne deve günlerce botasını aradı, günlerce bozladı. Neredesin kara gözlü küçük botam? Memelerimden süzülüp süt aktı. Sımsıcak ve güzel kokulu memelerimden… Neredesin? Ses ver bana! Mis kokulu memelerinden anasının ak sütü süzülen botam..”[137 - Cengiz Aytmatov, Elveda Gülsarı (Çev. Refik Özdek), Ötüken, İstanbul, 1993, s. 92.]
Yine Elveda Gülsarı anlatısında Yaşlı Avcının Türküsü’nde ana(ç) geyiğin türünün devamını sağlamak için yakardığı görülür:

“Boz Geyik genç avcıya gözyaşları dökerek yalvarmış:’Geyik soyunu kırıp tükettin. Soyumuzun tamamen yok olmaması için eşim Tav-Teke’yi sağ bırakmanı istiyorum. Bunun için yalvarıyorum sana. Onu vurma!
Ama genç avcı onu dinlememiş. Nişan almış ve bir atışta Tav-Teke’yi vurmuş. Vurulan Tav-Teke yardan aşağı yuvarlanıp gitmiş. O zaman boz geyik, acıdan inim inim inlemiş. Sonra genç avcıya dönmüş:
-Hadi beni de vur, yüreğime nişan al, hiç kımıldamayacağım. Ama vuramayacaksın! Bu senin son atışın olacak, senin de sonun olacak! (..)
Boz Geyik lanet okuduktan sonra, kayadan kayaya, dağdan dağa sekerek, ağlaya ağlaya gitmiş.”[138 - Cengiz Aytmatov, age., s. 218.]
Beyaz Gemi’de ise, annesine ihtiyaç duyan bütün kimsesiz çocukların adına konuşur. Onun anne algısında çocuğuna sınırsız özveri içindeki annelere duyulan özlem dikkat çeker. Güçsüz ve mutsuz olmasının temel nedeni annesizliğidir:

“Kendi kendisiyle konuşmayı severdi. Ama şimdi bir çantası vardı ve onunla konuşuyordu; ‘Buzağımız da iyice büyüdü ha! Kuvvetli bir dana oldu. İpini çektiği zaman tutmak çok zor oluyor. (..) inek onun anasıdır ve sütünü hiçbir şeyini esirgemez. Anlıyorsun değil mi? Anneler hiçbir şeyi esirgemez. Bunu Gülcemal söyledi. Onun da bir kızı var. Az sonra ineği sağacaklar.” [139 - Cengiz Aytmatov, Beyaz Gemi (Çev. Refik Özdek), Ötüken, İstanbul, 1991, s. 23.]
Doğa (doğa ana), hayvan (Maral Ana) ve insan annelikte kesişirler. Annesi çaresizlik içinde onu terk etmiştir, fakat doğa ana hep yanındadır; bir de mitik anlatının imgesi Maral Ana. Annesiz bir çocuk olarak tek başına bir yaşam sürdüren çocuk gibi ev ve anne yokluğunun netleştirdiği mutsuzluk, Elveda Gülsarı’da annesini kısa bir süreliğine göremeyen çocuğun dilinden aktarılır: “Caydar yokken ocaktaki ateş bile alevsiz, korsuz bir yetim gibi kalıyordu. (..) Babaları, baba idi ama, analarının yerini tutamazdı.”[140 - Cengiz Aytmatov, Elveda Gülsarı, s. 128.]
Annesizlik tüm yaşamsal alanları körleştirir; Maral Ana’nın ölümü ise tüm tutunma noktalarını yok eder. “Yavruları için gülümseyecek gücü her zaman bulan”[141 - Cengiz Aytmatov, Beyaz Gemi, s. 85.] annelerin yokluğu tüm düşlerin karabasana dönüşmesine sebep olur. Annesizliğin çocuk üzerindeki yıkıcı etkisi Kasandra Damgası’nda başkişi aracılığıyla tekrarlanır. Kadın adaylar X birey yetiştiriciliği için bir fabrika gibi kullanılır; doğacak olan çocukların kadın mahkumlarla hiçbir bağlantısı olamaması ve bu işin karşılığında kadınlara/annelere para verilmesi yani pragmatik bir algıyla anneliğin bir mesleğe dönüştürülmesi hedeflenir; ve kadınların rahmi kiralanır: “KGB’ de çalışan biri ile bir konuşmam olmuştu. Ona belki de anonim doğan çocukları kendi rahimlerinde yetiştirmek bazı kadınlar için bir meslek, hem de iyi para kazandıran bir meslek olacaktı.” [142 - Cengiz Aytmatov, Kassandar Damgası (Çev. Ahmet Pirverdioğlu), Elips, İstanbul, 2011, s. 232.]
Kadının salt cinsiyetiyle ele alınması kadının kendisine karşı duyduğu saygıyı yitirmesine kutsal annelik kavramının anlamını kaybetmesine neden olur. Annelik ve babalık algıları değişir. X fertler projesinin sorumlu yürütücüsü başkişi Andrey Krıslstov, kendisi de terk edilmiş bir kişidir. Alman Baba ve Rus Ana’dan dünyaya gelen başkişi, II. Dünya Savaşı’nın günahlarından biridir. O, anneannesi tarafından bir kış günü yetiştirme yurdunun kapısına terk edilir:

“Ben küçücük yavruyken, battaniyeye, onun da üzerinden çuval bezine sarılı olarak yetiştirme yurdunun önündeki merdivene bırakılmıştım. Çocuk yurdunda bana verilen Krılstov (küçük merdiven) soyadı da buradan kaynaklanıyor. (..) Annemin ayakları altında gıcırdayan sert karın sesini hatırlıyorum. (..) kalbinin acıyla çarptığını hatırlıyorum. O, yürürken hızla nefes alıyor ve devamlı ağlamaklı bir sesle gözyaşlarını zor tutarak bana bir şeyler fısıldıyordu. (..) Beni merdiven önüne bıraktığı zaman neler olduğunu anlamamıştım. Soğuktu, donuyordum ve onun geri gelerek beni almasını bekliyordum. (…) şimdi anlıyorum. Sık sık aynı rüyayı görüyorum; Kürtünlerde yürüyorum, annemin ayak izlerini arıyorum, bu izler beni ormanın derinliklerine götürüyor, korkuyorum, üşüyorum, kar bastırıyor ve ben ‘annei anna’ diye bağırıyor ve uyanıyorum. O korkunç soakta böylesine korkunçbir adım atmaya annemi mecbur eden şey neydi? Bir bilseydim! Babam kimdi!”[143 - Cengiz Aytmatov, age., s. 203.]
Annesinden ayrı bir sürgün hayatı yaşayan Andrey Krılstov, evden ve anneden kovulmuştur. Bu trajik durumun kendisinde açtığı onulmaz yaraların öcünü tüm toplumdan almak ister ve kendisi gibi X fertlerin üretimi için uğraşır. Fakat X fert projesi için çağrılan mahkûm kadın Runa ile tekrar anneliğin içtenliğine tutunur ve kurtulur. İlk denek kurban olan Runa, kadın mahkûmların rahimlerine embriyo yerleştirilerek hamile kalmalarının sağlanması ile başlayan devlete/ rejime bağlı mankurtlar yani X fert yetiştirme projesinden kurtulmak için ölümü seçer: “İnsanların doğa ve tanrı tarafından belirlenen yöntemle mi yoksa şeytanın gösterdiği yöntemle mi çoğalmaları gerektiği sorusu sizce problem değil mi?”[144 - Cengiz Aytmatov, age., s. 237.]
Runa’nın mülakat sırasında Andrey’e söyledikleri sözler, onun da uyanmasını sağlar. Runa’nın ölümü, o dönemde yaşanılan kaos ortamına sessiz bir başkaldırıdır. O, bütün yaşadıklarını benliğine sindirerek bir patlama yaşar. “Anne ve kadının ebedi kutsallığını…”[145 - Cengiz Aytmatov, age., s. 144.] farkındalığındaki Aytmatov, kadın’ın anaç/ barışçıl/ şefkatli/ duygusal niteliklerini yaratıcı, düzenleyici, kurtarıcı niteliklerle bütünleyerek anlam alanına taşır. Böylece anne, toprak gibi öze dönüşün ve varoluş olanaklarının taşıyıcısı kutlu bir sığınak olur. Trajik kırılma anlarında hemen devreye girer; bedenin ve ruhun yaralarını iyileştirir. Zamansal ve mekansal bir “anı evi”[146 - Gaston Bachelard, age., s. 42.] kimliği kazanan anne, bireyin geçmişten geleceğe akışındaki en önemli tamamlayıcısı ve yönlendiricisi olur.
Su Gibi Yeniden Dirilten Ruh: Eş
Su, ateşle toprak arasında varlıkbilimsel bir ara unsur; kendinden geçen bir varlıktır. Her dakika ölür ve durmaksızın çöker; fakat her zaman akışına devam eder, her zaman düşer, her zaman yatay ölümler yaşar. Ve acısı sonsuz olmasına rağmen derinliğinde akan yazgısına sahip çıkar.
Aytmatov anlatılarında bir erkek ile evlenen, onun eşi ve çocuklarının annesi olarak toplumsal yaşamda yerini alan kadınlar, “anne sütüyle içi(n) e yansıttığı masal, yaşamın mesajı”[147 - Collette Downling, Sinderalla Kompleksi (Çev. Selçuk Budak), Öteki Yayınları, İstanbul, 1998, s. 10.] gibi tüm varlığını saran ataerkil düzenin verileriyle donatılmışlardır. Bu kadınlar, evlendiği erkek ile yaşamını ruhsal anlamda tamamlamak ve erkeği de tamamlamak isterler; erkeği yaşamlarının merkezine yerleştirirler ve artık erkekleri için yaşamaya başlarlar. Onlar için evlilik genel anlamda “insan toplumlarının evrensel ensest yasağına getirdiği evrensel bir çözüm”[148 - Elisabeth Badinter, Biri Ötekidir (Çev. Şirin Tekeli), Afa Yayınları, İstanbul, 1986, s. 117.] olmanın ötesinde ideal masalsı birlikteliğe yaklaşıp, aile mitosu anlayışının organik bütünlüğüne uyum ve destek sağladığı zaman birey için anlam kazanır. Su gibi sadece yatay değil derin akışlarda var olamaya çalışan bu kadınlar için evlilik, “beraberlik içinde bireyleşme”[149 - Engin Geçtan, Hayat, Metis Yayınları, İstanbul, 2002, s. 34.] ya da iki kişinin aynı noktada buluşması, aynı noktaya bakmasıdır; sadece tensel birlikteliği ifade etmez ve kurtuluşu değil mücadeleyi imler. Bu kadınlar yazarın annesi Nagima’ya benzerler; fedakârlık onların kişiliğinin temel ve ayırıcı niteliğidir. Kadının varlık alanı, evi, eşi, çocukları ile sınırlıdır; o bu sınırlar içinde güvendedir ve buranın düzeninden sorumludur:

“-Allah’a şükür, diyordu, iyi bir eve, hayırlı bir yuvaya düştün. Burada mutlu olacaksın. Bir kadını mutlu eden şey çocuk doğurmak ve bir evde bulunması gereken şeylere sahip olmaktır. Allah’a şükür biz ihtiyarların kazandığı her şey size kalacak. Bunları mezara götürecek değiliz. Yalnız şunu bilmelisin ki, mutluluk ancak namus ve haysiyetini koruduğun sürece vardır. Bu sözümü sakın unutma![150 - Cengiz Aytmatov, Cemile-Sultanmurat (Çev. Refik Özdek), Ötüken, İstanbul, 1990, s. 15]
Gün Olur Asra Bedel romanında Sarı-Özek bozkırının çok zor koşullarında Zarife Abutalip’in, Ukubala Yedigey’in, Caydar Tanabay’ın yanında olur. Ukubala hayata dair kendi seçimlerini belirleyen kişilerden biridir. Ailesini dinlemeyerek balıkçı olan Yedigey’le evlenir. Zarife yüreğinin sesini dinleyerek ağabeyine ailesine karşı çıkar; Abutalip ile evlenir. Gündüz kavurucu sıcak, gece ise dondurucu soğukların hakim olduğu ıssız, kurak bir kapalı/dar mekan Sarı-Özek, bozkırın unutulmuş kitabıdır: “Sarı- Özerk’te yaşamayı göze almak için yürek isterdi. Bozkır uçsuz bucaksız, insan ise küçüktür, insan çok güçlü ve hünerli olmalıydı. Burada yoksa çürüyüp giderdi.”[151 - Cengiz Aytmatov, Gün Olur Asra Bedel, s. 15.]
Kadın kahramanlar öyle sıradan değil, doğayla mücadele eden bir erkek gibi demir yolunda çalışan, gerektiğinde kolhoz işlerinin başına geçen yöneticilik yapan aktif kadınlardır. Onun kahramanları bir o kadar güçlü ve bir o kadar da derindir. Çünkü onlar uçsuz bucaksız Sarı Özerk’te yaşam mücadelesi verirler. Toprakla iklimle vahşi doğayla mücadele ederler. Kadınlar hem doğayla hem de insanların meydana getirdiği savaşla mücadele halindedir. Bu koşullar altında hayata öyle sarılırlar ki bir an ipi bıraksalar her şey ellerinden kayıp gidecekmiş gibidir:

“Demiryolunda, kalın eldiven takmadan çalışmak imkânsızdı. Eldivensiz ne taşa dokunabilirsiniz ne demire. Güneş tepede kor ateşli bir maltız idi sanki. Su her zamanki gibi tankerle uzaktan taşınıyor ve Boranlıya gelinceye kadar neredeyse kaynayacakmış gibi ısınıyordu. İnsanın üzerindeki elbise de iki gün içinde kavrulup yırtılıyor, lime lime oluyordu.”[152 - Cengiz Aytmatov, age., s. 134.]
Bu iklim şartlarında hayatın savaşın zorluklarının mücadelesini veren insanlar aynı zamanda ötekileşen Akdoğan bakışlı Tansıkbayevler, Sabitcan gibi komünistlerle de savaşarak öz benliklerini korumaya çalışırlar. Onlar sadece doğanın zorlu şartları ile değil; insanoğlunun evrene ve insana zarar veren tehditleri ile de mücadele ederler. Rejimin dejenere ettiği askerler, subaylar, komünist üyeler tarafından uçsuz bucaksız, kuç uçmaz kervan geçmez olarak ifade edilen Sarı-Özek bozkırına Abutalip, Zarife ve çocukları sürüklenir. Orada yeniden var oluşun, tutunmanın mücadelesini adımını atarlar.

“Ee, böyle işte, Sarı- Özerk’in ekmeği acıdır. Kışın buraya geldiklerinde kadıncağızın yüzü bembeyazdı. Şimdi kararıp toprak rengini aldı. Kadının kısa zamanda güzelliğini yitirdiğine acıyordu. Güzel saçları kaşları kirpikleri de kavruldu, dudakları dilim dilim çatladı. Acınacak halde zavallı, yine de dayanıyor, koy vermiyor, kendini. Dik durmaya çalışıyor. Hem, iki çocuğu varken dayanmasın da ne yapsın. Aferin sana kadın, aferin!”[153 - Cengiz Aytmatov, age., s. 138.]
Cengiz Aytmatov’un yüceleştirdiği ideal kadın örneklerinden “uysal kadın imgesi” [154 - Michel Foucoult, Cinselliğin Tarihi II (Çev. Hülya Uğur Tanrıöver), Alfa, İstanbul, 1996, s. 54.] Zarife, “fırtınadan kanatlarıyla yuvasını korumaya çalışan bir dişi kuş”[155 - Ramazan Korkmaz, age., s. 41.] gibidir; savaş yüzünden kocasının başına gelenlere beraber ve aynı eşitlikte katlanır. Analık duygusu bir kadının dünyada sahip olabileceği en güzel manevi zenginliklerindendir; fedakârlık ve sadakatle bütünlenir. Cesur, güçlü ve olağanüstü niteliklere sahip kadınlardan biri olan Zarife, diğer hemcinsleri gibi bir yandan savaş, bir yandan sefalet ve yokluk, diğer yandan vagonları yanmış, çatıları delik deşik olmuş kapıları uçmuş trenlerin ardında umutsuz, meçhul bekleyişlerle kuşatılmış bir yaşam sürdürür:

“Tam gidip bakmaya karar vermişti ki onu kapının önünde gördü. Elinde olmadan irkilmiş, duraklamıştı. Etrafındaki kalabalığa rağmen her şeyden öyle uzak, öyle yalnızdı ki, o giren çıkan kalabalığın içinde koyu bir leke gibi duruyordu. Fark edilmemesi mümkün değildi. Yüzü, ölü yüzü gibi soğuktu. Bakmadan, görmeden, uyur-gezer gibi yürüyordu. Kimseye dokunmuyor, çarpmıyor, dudaklarını sıkmış üzüntülü ama başı dik… Çölde yürüyen biriydi, sanki.”[156 - Cengiz Aytmatov, age., s. 258.]
Zarife, Abutalip’in ölüm haberini aldığı zaman dünya başına yıkılır. Umutları, hayalleri hayat karşısında beraber verdikleri uğraşlar o an hatırına gelir. Artık tek dayanabileceği dayanak çocuklarıdır. Çünkü “onlar benim mirasım, benim ruhumdan, benliğimden, yazılarımdan ibaret olacak” diyen Abutalip’ten geriye kalan son eserlerdir:

“Hayat böyleymiş! Her şey korkunç, karışık, anlaşılmaz, işin bir başı var bir de sonu, ortasında ise herkes kendi kaderini yaşıyor. Çocuklar olmasaydı Yedigey yemin ederim ki bir dakika beklemez, hayatıma son verirdim. Böyle yaşamak neye yarar, ne gereği var? Ama çocuklar var, beni onlar tutuyor. Onlar benim hem kurtuluşum, hem de kaderim.”[157 - Cengiz Aytmatov, age., s. 261.]
Zarife, büyük bir sınav verir. Abutalip’in evden ayrılmasıyla bu sınav başlar. Bekleyişler, hasretler, küçücük umutlar Zarife’yi hayata bağlar. Bir gün dönecek yine bu yolda birleşeceğiz ümidiyle kendisine teselli verir; ta ki ölüm haberini alana kadar. Onun acıları yine bir nebze katlanılabilir durumdadır. Ya yavruları Daul, Ermek bu acıya nasıl dayansın? Onlara Nayman Ana efsanesini anlatan babalarını nasıl unutsunlar. O küçücük ruhlarında böyle bir dramla karşı karşıya kalırlar:

“Abutalip’in karısı Zarife geceleri birkaç kez petrol lambasının fitilinin, küllenen ucunu kesiyor, bu yüzden birden bire aydınlık artınca, gözleri encikler gibi yumulup uyuyan soluk tenli iki çocuğuna takılıyordu. İşte o zaman içi soğuk bir ürperme ile doluyor, yumruklarını sıkıp göğsüne bastırıyor. Onları hayal ediyordu. Olanca hızları ile koşarak, yarışarak, kollarını açarak, ama bir türlü koştuklarına ulaşamadan…”[158 - Cengiz Aytmatov, Cengiz Han’a Küsen Bulut (Çev. Refik Özdek), Ötüken, İstanbul, 1991, s. 6.]
Tüm kadınlar, tek bir vücutta, ruhta birleşirler. Ne savaş ne Stalin diktatörü, ne de Sarı-Özerk bozkırının dondurucu soğuğu ve yakıcı sıcağı onları ayırmaya gücü yetmez. Zarife, Ukubala, Cemile, Togulan, Tolgonay, Ales hayat karşısında her zaman kendi özgür seçimleri ile yaşarlar; bunun pişmanlığını duymazlar. Bir kadın olarak öze dönüş yolunda büyük adımlar atarlar. Ukubala da Zarife gibi Yedigey’in savaştan döndüğü yıllarda bütün ağır işleri severek isteyerek kendisi üstlenir:

“Yedigey’i en çok üzen, umutsuzluğa düşüren karısının açıklı haliydi. Kendisi yapması gereken işi, toza toprağa bulanarak, kan ter içinde kalarak onun yapmasıydı. Yüzü gözü kapkaraydı, kadıncağızın. Yalnız dişleri ve gözünün akı görünüyor, ter içinde yüzüyordu. Ter ensesinden sırtına, boynundan göğsüne akıyor, kömür tozu ile karışıp çamura dönüşüyordu. Onu böyle görmek yüreğini paramparça ediyordu Yedigey’in…”[159 - Cengiz Aytmatov, Gün Olur Asra Bedel, s. 78.]
Kendi öyküsünün kahramanı olmaya çalışan, varlığını ispat çabası içerisindeki kadınlardan Ukubala her zaman eşine destek çıkar. Savaştan sağ olarak dönmesine o kadar sevinir ki yaptığı işlerin yorgunluğunu hissetmez bile. Geleneğin/ törenin temsilcisi bu kadınlar, İkinci Dünya Savaşı’nın etkilerini duygularında düşüncelerinde bekleyişlerinde hayatlarının her saniyesinde hissederler; en önemli özellikleri yazarın da anlatılarında yoğun olarak değindiği annelik duygusudur. Tüm insanlığı benliğinde taşır ve anlatılarının etimonu olarak merkeze yerleştiren yazar, anne kavramını eserlerinde etkili bir şekilde işler; sadece biyolojik insanın acılarını değil; evrende var olan bütün canlı unsurların acılarını duygularını hissederek anlatır. İnsanlarda var olan ortak duyguları aşkı, sevgiyi, anneliği bireysel tutkulardan soyutlanarak bu kavramları toplumsallaştırır. Anlatılarda yüce ana tipi kendi bencilliğinden sıyrılarak yeni tohumlarda doğar.
İnsan, bedensel ve ruhsal bütünleşme arzusu ile evlenir ve çocuk sahibi olur. Bu Yaradan’ın ve Tanrı’nın emrindendir. Bunu yasaklamak ya da yok saymak mümkün değildir. Cengiz Han’a Küsen Bulut romanında Cengiz Han’ın fetih sonuna kadar çocuk sahibi olma yasağını ihlal eden Yüzbaşı Erdene ve Togulan birlikteliği, insani ayrıcalıklarını kullanma ve yaradılış özünde var olan çoğalma içgüdüsü sonucu yaşanır. Bu ihlal, olanların/dış gerçekliğin olumsuzluklarına karşı kendi imgesini koruma yönünde tepki vermesine yol açar:

“Cengiz Han, tehdit dolu bir sessizlik içinde devam ediyordu yoluna. (..) Dünyayı fethetmesine bir engel de yoktu. Ama yine de bir şey olmuştu: Kaya gibi. Dağ gibi güçlü buyruğundan, küçük, küçücük bir çakıltaşı kopmuştu. (..) tırnağına batan bir kıymak gibi canını yakıyor.”[160 - Cengiz Aytmatov, Cengiz Han’a Küsen Bulut, s. 65.]
Cengiz Han, geçmişteki tüm yanlışlarına rağmen kendisini kutsayan Tanrı’nın emirlerini kendi kudreti uğruna değiştirmeye çalışır; gücünün ve hükümdarlığının sembolü ejderha işlemeli sancakları işleyen nakışçı Togulan ve yüzbaşı Erdene’nin idamını emreder. Bu emir ve emrin yerine getirilişi, “Büyük Han’ın buyruklarına uymayanların başlarına gelen kendi gözleriyle gören”[161 - Cengiz Aytmatov, age., s. 79.] diğerleri için de bir uyarı niteliğindedir. Bu idam sırasında da yine kulakları sağır edercesine davullar çalınır. Cengiz Han’ın kendiliğinin sesi olan davul, öfkeli kalabalığın sesi ile daha da vahşi bir nitelik alır. Erdene ve Togulan öldürüldükten sonra, Cengiz Han ve ordusu hiçbir şey olmamış gibi ve en önemlisi de hizmetçi kadın Altın ve bebek Kunan’ı bozkırın ortasına terk ederek yollarına devam ederler. Eylemin yaşayan kurbanları Altın ve Kunan’ın bu yalnız ve çaresiz terk edilmişliği, acıkan çocuğa yaşlı kadının göğsünden imgesel su olan sütün gelmesi ve beyaz bulutun koruyuculuğunun Cengiz Han’dan onlara geçişi ile aralanır; yaşanan mucizelerin etkisi ile umutsuzluktan kurtulurlar:

“Altın memesini hafifçe çocuğun ağzından çekti ve apak süt damladığını görünce bağırmaktan kendini alamadı. (..) Etrafına bakındı. Hiçbir şey, hiç kimse yoktu görünürde. Uçsuz bucaksız düzlükte küçük bir hayvan bile yoktu. Yalnız güneş vardı. Bir de, tam tepesinde, yukarıda, o küçük beyaz bulut. (..) Ona bu mutluluğu veren yer, Gök ve süt idi. Bunların beraberliği idi.”[162 - Cengiz Aytmatov, age., s. 81-83.]
Besleyiciliği ile birlikte ruhu ve bedeni gevşeterek “anneleşen su”ya[163 - Gaston Bachelard, Su ve Düşler (Çev. Olcay Kunal), YKY, İstanbul, 2006, s. 142.] dönüşen süt, “bir madde, bir töz, mutlu bir izlenim verecek kadar yoğun yatıştırıcıların ilki”[164 - Gaston Bachelard, age., s. 137.] olarak derin bir imgeleme sahiptir. Altın, kavramsal düzlemde “hiç kullanmadığı bir kapıyı kullanıp gül bahçesine çıkabilme, dirilişi anlama ve onu yeniden yaşayabilme gücü”[165 - Sevim Kantarcıoğlu, T. S. Eliot’un Şiirlerinde İnsanın Kendini Gerçekleştirme Teması, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1981, s. 64.] ile tinsel varoluşun sürekliliğini işaret eden bir norm karakterdir. “Kökende yatan verici sezgi”[166 - Jean Paul Sartre, İmgelem (Çev. Alp Tümertekin), Öteki, İstanbul, 2006, s. 105.] ile bebeği besleyen ve ona anne olan yaşlı kadın, toprak ve su/süt ile bütünlenen varlığı ile Gök’ün/ Tanrı’nın yaratıcı gücün temsilcisi olur.
“Kadının dünyası erkeğidir, ailesi, çocukları ve evidir” anlayışının bir sonucu olan bu rol ödünçlemesi ile kadınlar, “itaatkar, edilgen, hareketliliği düşük ve yaşam alanı sınırlı”[167 - Aksu Bora, Kadınların Sınıfı, İletişim, İstanbul, 2005, s. 103.] bireylere dönüşürler:

“En önemlisi üç oğlumuz oldu. Üç su damlası gibi benzerlerdi birbirlerine. Yüreğim sızlıyor, bir gariplik çöküyor onları hatırlayınca. (..) Yavrularım benim, yüreğim yanıyor ondan söylüyorum bunları, ana yüreği…”[168 - Cengiz Aytmatov, Toprak Ana, s. 14.]
“beni en çok sevindiren şeyin ne olduğunu bilmiyordum: Suvankul’un köye ilk traktörü getirmiş olması mı, o gün çocuklarımızın nasıl büyümüş olduklarını babalarına nasıl da çok benzediklerini görmek mi? Yaşlı gözlerle onları uzaktan izliyor ve mırıldanıyordum: Hep böyle bir arada olun sevgili evlatlarım!”[169 - Cengiz Aytmatov, age., s. 19]
Kadın, toplum tarafından bir kurtuluş ve kurtarılma umudu olarak kendisine ezberletilen ve benimsetilen evliliği yani eş olma durumunu tüm acılara ve sıkıntılara rağmen özveriyle sürdürür. Bireysel varlığını öteler, evi yani eşi ve çocukları için yaşamaya başlar. Onu mutlu eden her şey kendi dışındaki gelişmelerdedir. Böylece “kadınla erkek arasındaki uzlaşma ve dengenin karakteristik özelliği”[170 - Alfred Adler, İnsanı Tanıma Sanatı (Çev. Kamuran Şipal), Say Yayınları, İstanbul, 1996, s. 168.] olan ebedi arkadaşlık gerçekleşir:

“Belki de mezara kadar, onun kaderini paylaşacak bir kadın…”[171 - Cengiz Aytmatov, Kassandra Damgası, s. 123.]
“Küçük anne mert, hatır sayan, kimseye kötülük düşünmeyen bir kadındı. Ark kazarken olsun, küçük su yolu açarken olsun, hiçbir işte gençlerden aşağı kalmazdı. Sözün kısası ketmene sıkıca yapışır ve onu çok iyi kullanırdı.”[172 - Cengiz Aytmatov, Cemile-Sultanmurat, s. 9.]
“Cemile, çalışkanlıkta annenin bir benzeriydi. Yorulmak nedir bilmez, her işten anlayan ama hareketleri biraz farklı bir kadın.”[173 - Cengiz Aytmatov, age., s. 9]
“Büyük ailemiz huzur içinde, uyum içinde yaşamasını benim anneme borçluydu. Her iki evi o, tam yetkiyle ve kusursuz yönetirdi. Aile ocağının bekçisiydi o. Dedelerim, ninelerim henüz göçebe hayatı yaşarlarken, çok genç yaşta onlara gelin gelmiş. Sonra ailelerimizi liyakatle dürüstlükle, yönetmiş ve atalarımızın hatırasına tam saygı göstermiş. Köyde onu en akıllı, en tecrübeli, en üstün nitelikli ev kadını olarak görür, saygı gösterirlerdi. Evde her şeyi annem idare ederdi.” [174 - Cengiz Aytmatov, age., s. 10.]
Zorunluluklar karşısında “evin erkeği” olmak zorunda kalan kadın, içe/ eve hapsedilişten kurtulur ve ekmeğini getiren, düzenin koruyucusu kimliğini üstlenir. Böylece kadın olarak erkeğin en önemli üstünlüğünü ele geçirilir, erkeğe bağımlılık aşılmış olur. Bu yönelim “erkeksi bir davranışa başvurarak yazgılarını düzeltmeye kalkışan”[175 - Alfred Adler, age., s. 156.] kadınların varoluş çabası ile örtüşür niteliktedir.
Acıların yıldırmadığı aksine güç kazandırdığı kahraman kadın Tolgonay, ölüm ve yaşamın burun buruna geldiği coğrafyada (Sarı-Özerk, Tanrı Dağları, Ala Mengü dağları, Mujunkum bozkırı) nefes almaya çalışır. Kavurucu sıcaklar, dondurucu soğuklar, bıçak gibi kesen rüzgar ve ayazın hakim olduğu iklim koşullarında ekmek için savaş verir. Diğer tarafta savaşın ruhsal baskısı devrededir; bu kaosta yaşamaya, askerlere cephane ve yiyecek yollamaya çalışan elleri nasırlaşmış, saban süren kadınların yıkımı iki katına çıkar. Tren istasyonunda şafak vakti Maysalbek’i bir kerecik görmek umuduyla bekleyen, yürekleri dağlayan Tolgonay, savaşın bittiği haberini aldığında tüm kadınların psikolojisini yansıtır:

“Sanırdınız ki büyük bir güç bize kanat vermişti. Kollarımızı açıp ona doğru koşarken, kucağımızda bütün hayatımızı, çektiğimiz bütün acıları, sıkıntılı bekleyişimizi, uygusuz gecelerimizi, ağaran saçlarımızı, dullarımızı, yetimlerimizi, gözyaşlarımızı, iniltilerimizi, cesaretimizi her şeyimizi taşıyor, zaferle dönen o askere götürüyorduk.”[176 - Cengiz Aytmatov, Toprak Ana, s. 101.]
Ağaran saçlar, uygusuz geceler, iniltiler ve cesaret, sevgi, fedakârlık ile yoğrulan bu kadınlar kavramı hiçbir zaman yıkılmazlar, vazgeçmezler:

“Sanki o anda birbirlerinin öz kardeşi olmuşlardı. Seyde’nin yüreğinde de onlara karşı bir anne sevgisi uyandı; gencecik yiğitlere acımakla birlikte göğsü gururla doldu. Ah, onlara yardım edebilseydi!.. İçinden, ayağa kalkıp şöyle bağırmak geçti: ‘ Durun, ey yiğitler, durun! Yaşamınızın baharında yerinizi, yurdunuzu bırakıp gitmeye kalkıyorsunuz. Oysa sizlere doya doya yaşamak yaraşır. Bırakın, ben gideyim; yerinize ben öleyim!..’
Tam böyle düşündüğü sırada İsmail’e kavurga götürmesi gerektiğini hatırladı. Kocası onu bekliyordu. Başı önüne düşerken aklına evi geldi: ‘Daha kavurgalar dövülecek, bebek emzirilecek… Amma da oturmuş kalmışım!..’”[177 - Cengiz Aytmatov, “Yüz Yüze”, Yıldırım Sesli Manasçı-Yüz Yüze-Deniz Kıyısında Koşan Ala Köpek (Çev. Refik Özdek), Ötüken, İstanbul, 1990, s. 185.]
Bir eş ve anne olarak tüm erkekleri koruma içgüdüsüyle hareket eden Seyde, “bağımlılıkla bağımsızlık arasındaki iç ruhsal çatışma”[178 - Collette Downling, age., s. 229.] yaşar. Ev ve ev dışı tüm işleri yapabilecek ruhsal hazırlığını tamamlar. Önceliği evinden yana yapsa da cephe de dâhil her yerde erkeğin yerine ya da yanında olabileceği noktasında kendine güvenir. “Bence gerçek mutluluk bir yaz yağmuru gibi apansız geliyor insana. Farkına varılmadan, yaşadıkça, başkalarıyla kurduğumuz ilişkilerde yavaş yavaş birikiyor, sonra bir yere toplanıyor. Biz buna mutluluk diyoruz.”[179 - Cengiz Aytmatov, Toprak Ana, s. 17.]
Yeni evli bir çift olan İsmail ve Seyde merkezli olarak II. Dünya Savaşı’nın sıkıntılı ortamındaki yaşama mücadelesinin anlatıldığı Yüz Yüze anlatısında, kadın karakter savaş karşıtıdır. Seyde, eşinin yokluğunda üç yetim çocuğu ile birlikte dul bir kadın iken tek geçim kaynağı olan ineğin kesilip yenilmesini kabul edemez ve bağışlayamaz. Seyde ve kadınların büyük çoğunluğu savaşın olumsuzlukları ile kuşatılmışlardır, maddi ve manevi yoksunluklardan bunalmışlardır:

“Düşüncelere dalan Seyde o anda yeryüzünde her şeyi unutmuş gitmişti. Gözlerinin önünde asker dolu bir tren vardı şimdi. İçinden tünel geçen dağın arkasındaki tren uçsuz bucaksız Kazak ovasından uçarcasına koşuyor, vagon pencereleri önünde biriken delikanlılar sıra sıra uzanan Ala Dağlar’a bakarak ellerini sallıyorlar, türkü söylüyorlardı. Sonra dağlar da gerilerde kalıyor, mavi bir sis bürüyordu onları. Trenin arkasından yetişmeye çalışıyordu Seyde. Fakat tren gidiyor, ovanın ortasında o yalnız başına kalıyordu. Oradaki bir telgraf direğine kulağını dayıyordu o zaman. Direk inledikçe kopuzdan dinlediği ‘Anaç devenin ağıtı’ türküsünü duyar gibi oluyordu. Bu ayrılık türküsünden çok duygulanan Seyde ağır ağır başını doğrulttu.”[180 - Cengiz Aytmatov, “Yüz Yüze”, s. 184-185.]
Bir eş ve anne olarak ayrılık karşısında direnci kırılan başkişi, tükeniş anlarında tutunma noktası olarak türkülere yönelir. O, kendisi gibi anaç devenin türküsü ile savaşın ve ayrılığın yıkımlarını aşmaya çalışır. Kararlı, sevgi dolu, fedakâr bir Türk kadını olan Seyde, gidenlerin değil kalanların hikâyesinin kahramanıdır. Savaş nedeniyle ayrılan tüm insanlar benzer trajedileri yaşarlar: “Düşünüyorum da dünyada bütün insanlar, oğullarını, kardeşlerini, kocalarını bizim beklediğimiz gibi, sevgiyle, umutla bekleselerdi savaş olmazdı yeryüzünde.”[181 - Cengiz Aytmatov, Toprak Ana, s. 73.]
Savaş, tehditkâr ve yok edici yüzüyle kadınları zorlu yaşam koşullarında ve tek başına mücadeleye zorlar. Bu durum tüm aşkların yarım kalmasına, tüm dayanak noktalarının sarsılmasına neden olur; her şey eksik kalır:

“Suvankul’la iyi kötü, uzun yıllar birlikte yaşadık. Mutlu günler gördük acılarımızı paylaştık. Yuvamız çocuklarımız oldu. Savaş olmasaydı ömrümüzün sonuna kadar birlikte yaşayacaktık. Ya Kasım’la Aliman? Ne yaşamışlardı onlar? Bütün hayatları yarınları düşünmekle geçmişti. Gençliklerini en güzel yıllarını savaş kararttı. Zaman geçtikçe Aliman’ın yarası da kapanacaktı. Yeryüzünde tek başına değildi ki insan. Belki Aliman’ın seveceği bir insan çıkar o zaman hayat yeni umutlarla dönerdi ona.
Savaşta kocaları ölen pek çok kadın da böyle yaptı. Savaş bitince evlendiler. Kimi yeniden sevdi, mutlu oldu, kimi kavuşamadı mutluluğa. Ama hiçbiri yalnız kalmadı. Kocalarının kadını oldular. Ama bütün insanlar bir değil. Bazıları acılarını, üzüntülerini kolayca unutuveriyorlar, yeni bir hayata başlıyorlar. Bazıları içinse zor oluyor bu. Geçmişin acı anılarını kolayca atamıyorlar. Aliman da böyleydi. Kasım’ı unutmadı. Bende destek olamadım ona. Kendimi hep suçlarım bu yüzden. Güçsüz davrandım. Üzüntülerimden silkinip kurtulamadım.” [182 - Cengiz Aytmatov, age., s. 56.]
Uzun ve umutsuz bekleyişlerin sona erdiği anlarda ise, kadınlar evrendeki yolculuklarına yenilenerek başlarlar:

“Bulutların ardından güneş sıyrıldı çıktı. Yeni doğmuş bir bebek gibiydi. Yağmurla yıkanmıştı. Aliman çıplak ayakla ıslak toprakta yürüyor, her adımda bir avuç toprak serpiyordu. Gülümsüyordu. Bildiğimiz tohum değildi bunlar. Uzun bir bekleyişin umut tohumlarını serpiyordu.”[183 - Cengiz Aytmatov, age., s. 80.]
“Bak Arsen, bu dağlar var ya, hep benim aşkımı bekliyorlardı, ben de bu nedenle buralara sık sık geliyordum. Böyle olacağına inanmadığım halde yine de bekliyordum. Çünkü buralarda, bizim köylerde, Ebedi Nişanlı’nın dağlarda dolaştığına inanırlar” dedi.”[184 - Cengiz Aytmatov, Dağlar Devrildiğinde-Ebedi Gelin (Çev. Refik Özdek), Ötüken, İstanbul, 1993, s. 186.]
Evdeki melek kimliğindeki kadın, masumiyet, yumuşak başlılık, uysallık, erkeği memnun etme ve kendini ona/ çocuklara adama erdemleri ile donatılmıştır. Asalet sahibi olarak doğurganlık özelliğini yuvanın koruyuculuğu ile daha da kutsal bir misyon taşır. O artık ideal eş, ideal anne, ideal ev hanımı sıfatlarının gereğini yerine getiren bir savaşçıdır. Hassasiyetlerle örülü dünyası ile evi aidiyet hissinin ve güvenlik alanının adı olarak belirler; güvenlik alanını kapsayan ev merkezli hareket etmeyi tercih eder.
Ateşle Varoluşu Aşan Kaynak: Sevgili
Aşk, mutluluk beklentisi içerisinde yaşamını şekillendiren birey için “yazgıyla özgürlüğü bağlayan çözülmez bir düğüm”[185 - Octavio Paz, Çifte Alev: Aşk ve Erotizm (Çev. Tomris Uyar), OkuyanUs Yayınları, İstanbul, 2002, s. 41.] halindedir. Kadın, birey olarak erkek gibi yani özgürce ve varoluşunu sorgulamaksızın sevmek ister. Böylece aşksız cehenneme dönüşen evreni tekrar cennet yapar. Yaşam, ölüm, bilgi, dostluk, insan, toplum, kültür, evren, zaman, düşünce, mutluluk vs. en varlıksal sözcüklerim ana-kavramı olarak aşkı belirler.
Aytmatov kadınları için aşk, kader ve seçim kesişen eyleme dönük bir bütünleşme isteği ile yaşanır. Kadının mutluluğa olan açlığını ve doyumsuzluğunu yansıtan aşk kültü, sürekli bir güzellik ve mutluluk isteği taşır. Aytmatov anlatılarında Abutalip-Zaripa, Yedigey-Ukubala, Raymalı Aga-Begümay (Gün Uzar Yüzyıl Olur), Erdene-Tolugan (Cengiz Han’a Küsen Bulut), Kasımcan-Saadet (Beyaz Yağmur), İlyas-Asel (Al Yazmalım Selvi Boylum), Tanabay-Bibican (Elveda Gülsarı), Cemile- Danyar (Cemile), İsmail-Seyde (Yüzyüze) birliktelikleri aşkın kadın ve erkek için tamamlayıcı işlevini netleştirici niteliktedir.
Louis Aragon tarafından “dünyanın aşkı anlatan en güzel hikâyesi”[186 - Luis Aragon, “Dünyanın Aşkı En Güzel Anlatan Hikâyesi” (Çev. Kemal Göz), Cengiz Aytmatov-Doğumunun 75. Yılı İçin Armağan, Bişkek, 2004, s. 235.] olarak nitelenen Cemile öyküsünde aşk, “yücelten olgu”[187 - Tuncar Tuğcu, Yabancılaşma Problemi, Alesta Yayınları, Ankara, 2002, s. 157.] olarak önce başkişinin yaşadığı davranışsal değişimlere yansır:

“Cemile de değişmişti birden bire! O kahkahacı, saldırgan, çok konuşan Cemile yoktu şimdi. Sönük gözlerine soluk bir bahar hüznü dolmuştu. Yolda giderken hep inatla bir şeyler düşünüyordu. Dudaklarında hülyalı bir gülümseme vardı. Hep dalgındı. Yalnız kendisinin bildiği bir şeye için için sevindiği, mutlu olduğu da anlaşılıyordu. Bezen bir çuvalı omuzlar, sonra olduğu yere dikilip durur, önünde azgın bir sel varmış gibi, anlaşılmaz bir sessizlik içinde bekler, adımını atıp atmamaya karar veremezdi. Danyar’dan uzak duruyor, onun gözlerine hiç bakmıyordu.”[188 - Cengiz Aytmatov, Cemile, s. 46.]
Danyar’ın varlığı, sönük gözlerine duru bahar hüznü çöken Cemile’ye insan olduğunu, kadın olduğunu hatırlatır. Kocası cephede savaşırken kolhozlarda yaşam mücadelesi veren Cemile, bu duyguları ilk kez Danyar’a karşı hisseder, bunu bastırmaya çalışır ve duygularının peşinden koşar. İç benliğinin sesine kulak verir, kimseye aldırış etmez; Danyar’ın eski pabuçlarına, Kürkürü vadisinde söylediği türkülere gider. Onu Danyar’a yönelten sadece kocası Sadık ve Sadık’ın ailesine gösterdiği bir tepki değildir; savaşa, felakete, kaosa, sözde komünist parti üyeleri olan yöneticilere başkaldırıdır:

“Cemile’m! O geniş bozkırda, hiç ardına bakmadan yürüyüp gittin! Yoruldun mu, kendine olan inancını mı yitirdin mi? Öyleyse Danyar’a yaslan. Sana aşk üstüne türkülerini söylesin! Bozkır canlansın ve bütün renkleriyle oynamaya başlasın! Git Cemile, git! Hiç pişman olma, sen mutluluğunu en sarp yollarda yürüyerek buldun!…”[189 - Cengiz Aytmatov, age., s. 71.]
Cemile geleneğe karşı çıkar, öze dönüşün bütün seslerine kulak verir. Onun için aşk, “bedenlerin açılması, bedenlere içten sahip olunması”[190 - Gaston Bachelard, Ateşin Tin Çözümlemesi (Çev. Nail Tezel), Kesit, İstanbul, 1999, s. 67.] ve bir olmak demektir. Oysa askerden yolladığı mektuplarda Sadık, Cemile’ye mektubun son kısmında kuru bir selam gönderir ki bu durum onu derinden yaralar:

“Annem mektubu birkaç kez okuturdu bana, sonra mektubu elimden alır, sofuca bir sevgiyle, sanki uçup gidiverecek bir kuşu tutuyormuş gibi, çatlamış ellerinde beceriksizce evirip çevirir, kıvırarak kâğıdı üç köşe katlardı. Bu sırada gözleri yaşarırdı annemin, titreyen sesiyle:
-Ah, yavrularım, mektubunuzu işte böyle muska yapıp saklarız, diye mırıldanırdı. Bir de analarının, babalarının, akrabalarının hatırını sorarlar. Nasıl olalım biz, köyümüzde yaşayıp gidiyoruz işte. İki satır sağlık haberlerinizi alalım, yeter bize.
Elinizdeki üç köşe katlanmış kâğıda bir süre daha bakar, sonra bunu, içinde bütün mektupları sakladığı, meşin bir torbaya koyar, sandığa kilitlerdi. (..) Mektup aldığı sırada Cemile evdeyse okuması için ona da verirdi. Yengem üçe katlanmış kâğıdı eline alınca yüzü utançtan kıpkırmızı kesilirdi. Gözlerini satırlarda hızla gezdirerek yutarcasına okurdu mektubu. Yalnız sona yaklaştıkça omuzları düşer, yanaklarının kızartısı yavaş yavaş sönerdi. O sırada kaşları da çatılmış olurdu. Son satırları okumadan, ödünç aldığı bir şeyi geriye verirmiş gibi, mektubu anneme soğukça verirdi.
Gelinin duygularını kendisine göre yorumlayan annem, mektubu yerine koyup sandığı kilitlerken yengemin gönlünü almaya çalışırdı.
-Sana ne oluyor, kızım? Sevineceğine üzülüyorsun. Kocası askerde olan yalnız sen değilsin ki! Senin gibi bütün genç kadınlar dertli, hepimiz dertliyiz. Herkes gibi sen de dişini sıkıp bekleyeceksin. Kocasını özlemeyen, dört gözle gelmesini beklemeyen kadın var mı? Yalnız belli etme, acını içinde sakla!
Yanıt vermezdi Cemile. Fakat karasevdalı, durgun bakışlarıyla bakarken; ‘Anneciğim, siz halimden ne anlarsınız?’ demeye getirirdi.”[191 - Cengiz Aytmatov, age., s. 229-230.]
Cemile ataerkil düzenin baskısı ve kuşatılmışlığına karşı aşkın gücünü kullanır. Fakat bu tercih ve eyleme taşınması kolay değildir. Çünkü “‘kadınlık’, pasiflikle özdeşleştirilmiştir, hakkını savunmayla değil; itaatle özdeşleştirilmiştir, bağımsızlıkla değil, kendini feda etmeyle özdeşleştirilmiştir, kendini kutlamayla değil.”[192 - Nathaniel Branden, Kadının Özgüveni (Çev. H. Betül Çelik), Sistem Yayınları, İstanbul, 2002, s. 10.] Bu bedensel tutukluluktan kurtulma, varoluşsal haklarını yeniden/geri alma ile mümkündür:

“Sevdiği başka bir şey de türkü söylemekti. Yanındaki büyüklerden çekinmez, bir şeyler mırıldanırdı hep. Bütün bunlar köylerde yeni gelmiş bir gelinin davranışlarıyla bağdaşmıyordu elbette, fakat iki annem de zamanla Cemile’nin durulup ağırlaşacağını söyleyerek avunurlardı. Şimdiki gençler hep böyle değiller miydi? Bana sorarsanız, Cemile yengemden iyisi yoktu. İkimiz alabildiğine eğlenirdik. Vara yoğa güler, avluda birbirimizi kovalardık.
Cemile güzeldi de. Kalın iki örgü yapıp omzuna salıverdiği saçları ince, uzun boyuyla ona pek yakışırdı. Başına sardığı beyaz yazmasını hafifçe alnının üstüne indirmesi düzgün esmer yüzüne ayrı bir güzellik verirdi. O güldükçe koyu lacivert badem gözlerinden sanki gençlik fışkırır, açık saçık köy türküleri söylerken bu gözlerde haşarı bir oğlanın bakışları parlardı.”[193 - Cengiz Aytmatov, age., s. 225.]
Aşka, sevgiye, ilgiye duyduğu ihtiyacını gideremeyen Cemile, sessizliği, derinliği, gizemliliği ve söylediği “iki sevgilinin arasında sağlam bir köprü kuran bozkırın türküleri”[194 - Orhan Söylemez, “Aytmatov’un Aşkları ve Kadınları”, Cengiz Aytmatov (ed. Ramazan Korkmaz), Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2009, s. 42.] ile içten içe Danyar’a bağlanır. Bu türküler Türküler, binlerce yıllık ezgilerin gücünde bireylerin kendini keşfini sağlar. Ölü ilişkiler ağındaki Cemile, gerçek aşkı ruh güzelliğinde keşfeder. Cemile’nin iki öyküsü vardır; kendisinden üstün olmasını hazmedemediği Cemile’yi kaçıran Sadık ve türküler eşliğinde aynı yöne bakarken ruhuyla buluştuğu Danyar ile yaşadıkları. Cemile, Danyar aşkı ile içinde bulunduğu çıkmazı, labirente dönüşen mekânı anlamlandırmaya çalışır. Onun aşkı, mutsuzluk ile mutluluk arasındaki çizgide seyreder:

“Danyar’ın müziğinden duygulanan Cemile’nin elini usulca ona uzattığını görürdüm. Fakat Danyar bunun farkına varmazdı. Başını arkaya atıp bir elini ensesine koyarak gözlerini yükseklerde bir noktaya diker, sallana sallana yürümesini sürdürürdü. O zaman Cemile’nin boşta kalan eli çaresizce düşerdi arabanın kenarına. Sonra da titreyerek elini arabadan çeker yolun ortasında kalakalırdı. Onun, başını önüne eğmiş, şaşkın bir halde Danyar’ın arkasından uzun uzun baktığını, sonra da peşimizden yürüdüğünü görürdüm.”[195 - Cengiz Aytmatov, age., s. 251.]
Bu aşk, sadece bir kadınla erkeğin birbirine yönelimi ile sınırlı değildir; kendini aşarak bir başkasında yenilenmektir. Louis Aragon, bu aşkı türkülere, efsanelere, Kürkürü ırmağına, at arabalarına, Issık gölüne, Orta Asya bozkırına, hayata duydukları aşka bağlar:

“-Danyar işte geldim, gelmeye karar verdim.(..)
-Seni ona değişir miyim hiç! Sen öyle mi sandın? Hayır, hayır asla! O beni hiç sevmedi. Mektubunun en sonunda bana bir tek selam söylüyordu, o kadar. Bundan sonra sevse de istemem. Kim ne derse desin. Sevgilim, kimsesiz sevgilim benim! Seni hiç kimseye kaptırmam! Uzun zamandan beri seviyorum seni… Bildiğim zamanlardan beri seni sevmiş, seni beklemişim ben. Ve işte geldin, seni beklediğimi biliyormuş gibi geldin!”[196 - Cengiz Aytmatov, age., s. 259.]
Aşk için özgürlüğünden, özneliğinden, ruhundan vazgeçen Cemile, varoluşsal kaygılarını maskeleyen bir söylem içindeki Cemile, “kendisinin bile fark edemediği bir dürtünün nesnesi”[197 - Erich Fromm, Sevme Sanatı (Çev. Işıtan Gündüz), Say Yayınları, İstanbul, 1998, s. 30.] halinde özgürce ve varoluşunu sorgulamaksızın sever; bunaltılarını aşmak için umut sığınağı olarak aşka tutunur:

“Başı önüne eğik yürüyen Cemile arabanın kenarına sımsıkı tutunmuştu. Danyar’ın sesi tiz bir perdeye yükselince başını arkaya attı, araba yürürken içine sıçradı, geçip Danyar’ın yanına oturdu. Ellerini göğsünde çaprazladı, taştan bir heykel gibi dondu kaldı.(..) Danyar, Cemile’nin yanına oturduğunu fark etmemiş gibi, türküsünü kesmedi. Az sonra Cemile’nin kolları ağır ağır kucağına düştü. Danyar’a doğru sokularak başını onun omzuna yasladı. Kamçıyı yiyen rahvan atın birdenbire sıçraması gibi, Danyar’ın sesi de bir anlık irkilmeden sonra daha bir güçlendi. Şimdi bir aşk türküsü söylemeye başlamıştı. (..) Dünyada her şeyi unutarak türkünün temposuyla bir ileri, bir geri sallanan bu iki insanı artık tanımıyordum. Oysa sırtında, yıpranmış asker fanilasıyla arabanın önünde oturan Danyar hiç değişmemişti. Yalnız gözlerinin karanlıkta alev alev yandığını sanıyordum. Cemile de öyle, o bildiğimiz Cemile’ydi yalnız, Danyar’a iyice sokulmuş, gözlerinde yaşlar ışıldarken sessizleşip ürkekleşmiş… Mutluluk buydu işte. Danyar, Cemile’den esinlenerek söylediği türküleri ona adıyor, onun için söylüyor, onun türküsünü söylüyordu…”[198 - Cengiz Aytmatov, age., s. 253.]
Cemile için “sevmek, suskunluktu, sevmek dokunamamak, erişememek, sevişememektir.”[199 - Fatmagül Berktay, Kadın Olmak Yaşamak Yazmak, Pencere Yayınları, İstanbul, 1998, s. 20.] O, “âşık olan kadın, çoğu zaman mutsuzluk içindedir, çünkü sevdiği adamı, sanki hiçbir zaman bütünlüğü içinde göremez.”[200 - Jose Ortega Gasset, Sevgi Üstüne (Çev. Yurdanur Salman), Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2001, s. 55.] kaygıları ile aşkı, yüreklerden çıkıp eylemsel bir düzen arayışına dönüştürür:

“Cemile bir kere daha arkasına bakarak dönüp Danyar’a sarıldı, sonra boylu boyunca yanına uzandı. Onu sımsıkı kucaklayan Danyar’ın kollarının arasında omuzları titriyordu… (..) Cemile ateşli ateşli fısıldıyordu:
-Seni ona değişeceğimi mi sandın? Hayır, yapamazdım bunu. çünkü Sadık hiçbir zaman sevmedi beni. Tanrı selâmını bile mektubun en sonuna kordu. Gecikmiş sevgisi kendinin olsun, artık istemiyorum onu. Başkasının ne diyeceğine de aldırdığım yok. Sevgilim sensin, garibim, seni kimselere vermem. Çoktandır vurgunum sana; meğer bilmeden de sever, beklermişim seni. Beklediğimi bilmiş gibi bana geldin işte…”[201 - Cengiz Aytmatov, age., s. 260.]
Bu aşk Seyit’in “Fırçayı her vuruşumda Danyar’ın türküsü çınlasın! Fırçayı her vuruşumda Cemile’nin yüreği çarpsın”[202 - Cengiz Aytmatov, age., s. 71.] sözleri ölümsüzleşecektir. Cemile’nin yaşadıklarını başka bir safhada Togulan yaşar. O da aynı şekilde aşkının Yüzbaşı Erdene’nin peşinden koşar. Cengiz Han’ın koyduğu yasayı çiğneyerek ölüme gider:

“Asılarak öldürülecek olan bu son mahkûm arabanın üzerinde ayakta tutularak birliklerin, kafilelerin önünden geçiriliyordu. Entarisi göğsünden çekilip yırtılmış, saçlarının örgüleri çözülmüş ve dağılmış, sabah güneşinde ışıl ışıl parlıyor ve onun solgun yüzünü örtüyordu. Ama mağrurdu, başını dimdik tutuyordu, nefret dolu gözlerle ama mutsuzca bakıyordu kalabalığa… Saklayacak hiçbir şeyi yoktu artık. Evet o, bir adamı sevmişti, hayatından fazla sevmişti! Yavrusu da işte böyle bir sevgiden doğmuştu!”[203 - Cengiz Aytmatov, Cengiz Han’a Küsen Bulut, s. 74.]
Aşk, insanın içindeki bütün kötülükleri atan, ona kimi zaman çocukluk heyecanı veren, kimi zaman da beklenmedik şeyler yaptıran gerektiğinde insanı esir alan yüce bir duygu halidir; özne olunca kendisinden önceki halinden sıyrılır. Cengiz Han aşka, sevgiye, insana ait duygulara, doğa yasasına karşı çıkar. Batı seferinin gerçekleşmesi için hiç kimseye çocuk doğurma hakkı vermez; sevmek, sevilmek ve aşk ateşini yaratıcı bir özne olarak çocukla kutsama hakkını insanın elinden almaya kalkışır. Bu ancak Tanrı tarafından yapılabilecek bir müdahaledir ki, Tanrı insana bu hakkı hediye etmiştir. Cengiz Han, davul sesi ile kendisini ötekilerden ayırır ve sadece kendisini ve gücünün sessel simgesi olan davulu dışındaki bütün uyarılara kapatır:

“Yüzlerce davul gümbürtüsü onun savaş narası, vahşi acımasızlığının bir simgesi (..) Böyle zamanlarda Cengiz Han, sarhoş gibi oluyor, kudret hırsı dinmiyor, yatışmıyor, fetihler arttıkça daha da artıyor ve bundan kaçınılmaz olarak bir tek sonuç çıkıyordu ortaya: Yararlı olan, yalnız onun emelini gerçekleştirmek için çalışan, canla başla buna katkıda bulunan idi. Ötekilerin yaşamaya hakları yoktu.”[204 - Cengiz Aytmatov, age., s. 43-45.]
Emelini gerçekleştirme yönünde kendisine faydası olmayanların yaşama hakkının bile olmaması gerektiğini düşünmesi, noktasal aşamadan dalgasal aşamaya geçişin göstergesidir. Geçmiş ile şimdi’nin kırık aynasına yansıyan bu bilinç yansımaları, Moloch, Stalin ve Cengiz Han’ı aynı noktada birleştirir. Zira, geçmiş sürekli bir doğuş halinde şimdi’yi belirlemektedir. Bu üç tiran için hedeflerine ulaşmalarını engelleyecek olan ötekilerin yaşama hakkı bile yoktur:

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/anonimnyy-avtor/aytmatov-arastirmalari-69499909/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Metindeki temel öğeler metin boyunca yinelenir. Her şey çok açık olarak anlatılmaz. Bazı kısımlar es geçilir, bazen de sezdirilir. Metinde okuyucunun da tamamlayacağı kısımlar vardır. Her metnin temel bir izleği vardır. Kullanılan anlatım biçimine uygun dilbilgisel zamanlarla olay anlatılır. Metindeki tümceler arası ve bölümler arası ilişkileri belirten yapılar söz konusudur. V. Doğan Günay, Metin Bilgisi, 5.b., Papatya Bilim Yayınları, İstanbul 2017, s. 78.

2
Umberto Eco, Lector in fabula (Le rôle du lecteur), Livre de Poche, Paris 1989 s. 63.

3
Bu konuda çok sayıda kaynak bulunabilir. Okuyucu daha fazla bilgi için birkaç kaynak da biz verelim: Tahsin Yücel, Eleştiri Kuramları, 2.b., Türkiye İş Bankası Yayınları, İstanbul 2009, ss. 37-98; V. Doğan Günay, Metin Bilgisi, Genişletilmiş 5.b., Papatya Bilim Yayınları, İstanbul 2017, ss. 425-444; V. Doğan Günay, Söylem Çözümlemesi, Genişletilmiş 2.b., Papatya Bilim Yayınları, İstanbul 2018, ss. 55-186.

4
Cengiz Aytmatov, Cemile, Çeviren: Şerif Hulusi, Hür Yayınevi, İstanbul 1965, s. 6.

5
Doktora Öğrencisi, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Çağdaş Türk Lehçeleri ve Edebiyatları Bölümü.

6
Turkish Studies, 2007, s. 723-735.

7
Dr. Öğr. Üyesi, Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi, Çağdaş Türk Lehçeleri ve Edebiyatları Bölümü.

8
Joseph Campbell, İlkel Mitoloji, Tanrının Maskeleri, İmge Kitabevi, İstanbul 1992.

9
Şerif Mardin, İdeoloji, İletişim Yay., İstanbul 1992, ss. 115-116.

10
Ali İhsan Kolcu, Milli Romantizm Açısından Cengiz Aytmatov, Ötüken Yay., İstanbul 1997, s. 39.

11
Mircea Eliade, Mitlerin Özellikleri, Simavi Yay., İstanbul 1993, s. 27.

12
Şerif Can, Klasik Yunan Mitolojisi, İnkılap ve Aka Yayınevi, İstanbul 1963, ss. 5-6.

13
Samuel Henry Hooke, Ortadoğu Mitolojisi, (Çev.: Alaeddin Şenel), İmge Kitabevi, Ankara 1995, s. 25.

14
Hooke, a.g.e., s. 44.

15
Fred Gladstone Bratton, Yakın Doğu Mitolojisi, (Çev.: Nejat Muallimoğlu), M.Ü.İ.F. Yay., İstanbul 1992, s. 68.

16
Abdülkadir İnan, Tarihte ve Bugün Şamanizm, Türk Tarih Kurumu Yay., Ankara 1986, s. 13.

17
Bahaeddin Ögel, Türk Mitolojisi I, Türk Tarih Kurumu Yay., Ankara 1993, s. 419.

18
M. Öcal Oğuz, “Mitolojimizde ve Ural Batur Destanında Başlangıçtaki Sonsuz Su”, Milli Folklor, Ankara 1998, S. 38, s. 22.

19
Alice Marriott, Carol K. Rachlin, Kızılderili Mitolojisi (Çev.: Ünsal Özünlü), İmge Kitabevi, Ankara 1998, s. 36.

20
Oğuz, a.g.m., s. 23.

21
Jean-Paul Roux, Türklerin ve Moğolların Eski Dini (Çev.: Aykut Kazancıgil), İşaret Yay., İstanbul 1994, s. 150.

22
Roux, a.g.e., s. 150.

23
Kolcu, a.g.e., ss. 248-249.

24
Gülsine Uzun, Cengiz Aytmatov’un Türkçeye Çevrilmiş Eserlerinde Mitolojik Unsurlar, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Muğla Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Muğla 1998.

25
Beşir Ayvazoğlu, “Turan Ülküsünün Büyük Yazarı Anlatıyor: Ufku Milli Olanın Ötesine Genişlemek”, Türkiye Gazetesi, İstanbul 12 Mayıs 1992.

26
Sabiha Özen, “Her Yazar Kendi Halkı İçin Yazmayı Nazarda Tutar”, Dergâh, S. 24, İstanbul 1992, s. 13.

27
Turkish Studies, 2007, s. 723-735.

28
Prof. Dr, Ankara Üniversitesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü.

29
Cengiz Aytmatov-Muhtar Şahanov, Şafak Sancısı, İstanbul, Da Yayıncılık, 2002, s.164

30
Enes Cansever’in kendisi ile yaptığı mülakattan, Kardeş Kalemler, Ocak 2010, S.37, s.26

31
Enes Cansever’in kendisi ile yaptığı mülakattan, Kardeş Kalemler, Ocak 2010, S.37, s.26, 27

32
Dergâh Dergisi, S. 21, 1990.

33
Prof. Dr., Ege Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi Türk dili ve Edebiyatı Bölümü.

34
Cengiz Aytmatov, Dişi Kurdun Rüyaları (Çev. Refik Özdek) Ötüken, İstanbul, 1990.

35
Aytmatov Gün Uzar Yüzyıl Olur adlı eserinin önsüzünde bu konuda şöyle demektedir: “Önceki yapıtlarımda olduğu gibi bu sefer de söylencelere, efsanelere, masallara dayanıyorum. Çünkü bunlar bizden önceki nesillerin bizlere miras bıraktıkları deneylerdir. (…) Söylenceler olsun, hayal ürünü konular olsun, yazarlığımın amacı değil, yalnızca bir düşünme yöntemi, aynı zamanda gerçekleri anlatma ve yorumlama yollarından biridir.” Cem Yayınevi, İstanbul, 1985, s.8.

36
Cengiz Aytmatov, Beyaz Gemi (Çev. Mehmet Özgül), Cem Yayınevi, İstanbul, 1980.

37
Cengiz Aytmatov, Gün Uzar Yüzyıl Olur, s. 23-24.

38
Cengiz Aytmatov, age., s. 96-97.

39
Cengiz Aytmatov, age., s. 97.

40
Cengiz Aytmatov, age., s. 134.

41
Cengiz Aytmatov, age., s. 135.

42
Cengiz Aytmatov, age., s. 335-337.

43
Cengiz Aytmatov, age., s. 45-46.

44
Bu teknik Aytmatov’un hemen bütün romanlarında görülür. Gün Uzar Yüzyıl Olur’da efsanedeki ‘Man-kurt’la Kazangap’ın oğlu Sabitcan, yeni bulunan Orman-Göğsü gezegeni ile Dünya; Beyaz Gemi’de “Boynuzlu Geyik Ana” efsanesindeki zengin kişinin oğulları ile Urazkul; Dişi Kurdun Rüyaları’nda Abdias ile Hz. İsa arasında kurulan gizli ilişkiler ağı bu anlatım tekniğinin ilk bakışta göze çarpan örnekleridir. Yazıda söz konusu etmediğimiz Gülsarı romanında da bu anlatım tarzının tipik bir örneği ile karşılaşırız. Bir koyun çiftliğinden sorumlu olan çoban Tanabay, kendisine verilmiş olan her türlü görevi gücünün üzerinde çalışarak karşılamaya çalışırken aslında boğaz tokluğuna bile çalışıyor değildir. Böyle bir zor durumda iken, Tanabay, “Devrim”den önce kardeşiyle birlikte bir “ağa”nın yanında boğaz tokluğuna çalıştıkları yılları hatırlar. Geçen o kadar zamana ve umutlara rağmen aslında Tanabay ve onun gibilerin hayatında bir değişiklik olmadığını yazar böylece çok çarpıcı bir karşılaştırmayla ortaya koyar. Fakat yazar kendi hükmünü açık olarak ifade etmez. Olayları anlatır ve sonuç çıkarmayı aradaki zaman farkını ortadan kaldırmaya muktedir olabilen okuyucuya bırakır.

45
Cengiz Aytmatov, age., s. 341-343.

46
Cengiz Aytmatov, Dişi Kurdun Rüyaları, s. 231.

47
Cengiz Aytmatov, age., s. 14.

48
Cengiz Aytmatov, age., s. 92.

49
Abdias ve Hazreti İsa arasında kurulan ilişkiyi yazar-anlatıcının şu sözleri de teyit etmektedir: “Gerçekte Yüce Yaradan’ın paradoksları da sınırsızdır. Yüzlerce yıl önce bir defa daha tuhaf bir adam susması gerektiğine inanmış ve bu yüzden hayatını yitirmişti. Kendisini kurtaracak sözleri söylemeyi reddettiği için yitirmişti hayatını. (…) o gün de bir Cuma günüydü ve o adam da hayatını kurtarmak için onların istediği şekilde konuşmayı, istenen kelimeleri söylemeyi reddetmişti.” (ss.52-55)

50
Cengiz Aytmatov, age., s. 175-176.

51
Cengiz Aytmatov, age., s. 176.

52
Dişi Kurdun Rüyaları Türkiye’de neşredildiğinde eser hakkında çıkan bir tanıtma yazısında böyle bir iddiaya yer verilmiştir: “Cengiz Aytmatov bu son romanında karşımıza tam inanmış Hristiyan misyoneri hüviyetiyle çıkmaktadır. Belki de öyledir. Aksi olsa yazdıklarını yazmazdı, yazamazdı.” (Abdürrahim Karakoç, Yeni Düşünce, 25 Mayıs 1990.) Dr. Hayati Bice de bu romanı “Aytmatov’un intiharı” olarak nitelemekte ve bu eseriyle Aytmatov’un kendi roman geleneğinin dışına çıktığını ileri sürmektedir. (“Biz Cengiz’i Çok Sevmiştik… Severiz de…”, Türk Yurtları, s. 44 vd.) Oysa yukarıda belirttiğimiz gibi Aytmatov bu romanında da önceki eserlerinde ele aldığı bir temayı geliştirmiş ve daha ayrıntılı olarak işlemiştir.

53
Cengiz Aytmatov, age., s. 34.

54
Cengiz Aytmatov, age., s. 155.

55
Cengiz Aytmatov, age., s. 164.

56
Ra’d suresinin 11. ayetinin bir kısmı: “Bir millet kendi durumlarını değiştirmedikçe Allah onların durumlarını deriştirmez.” (Süleyman Ateş meali). Bu eserde ayet ve hadislerle benzerlik gösteren başka ifadeler de vardır. Fakat eserin ikinci dilden (Fransızca) tercüme edilmiş olması bu benzerlikler hususunda yargı belirtmekte ihtiyatlı olmayı gerektirmektedir.

57
Cengiz Aytmatov, age., s. 190.

58
Cengiz Aytmatov, age., s. 43.

59
Cengiz Aytmatov, age., s. 188-190.

60
Doç. Dr., Marmara Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Öğretim Üyesi.

61
Ercih Fromm, Rüyalar Masallar Mitler Sembol Dilinin Çözümlenmesi, Çev. Aydın Arıtan-Kaan H. Ökten, Say Yayınları, İstanbul 2014, s. 35.

62
Veysel Şahin, “Aytmatov’un Beyaz Gemi Romanında Ötelerin Çağrısı ve Kaçış”, Cengiz Aymatov, Ed. Ramazan Korkmaz, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara 2009, s. 286.

63
Cengiz Aytmatov, Beyaz Gemi, Çev. Refik Özdek, Ötüken Yayınları, İstanbul 1999, s. 54.

64
Erich Fromm, Rüyalar Masallar Mitler Sembol Dilinin Çözümlenmesi, Çev. Aydın Arıtan-Kaan H. Ökten, Say Yayınları, İstanbul 2014, s. 36.

65
Cengiz Aytmatov, Beyaz Gemi, s. 31.

66
Cengiz Aytmatov, Beyaz Gemi, s. 31.

67
Balığa dönüşme isteği/hayali, okuru kutsal ya da mitolojik anlatılara götürecektir. Örneğin Eski Ahit’te anlatılan efsaneye göre Kızıldeniz’de sulara gömülüp “Maçune Manuşa/Balık Adamlar”a dönüşürler. Denizde yaşamaya başlayan bu yaratıklar, ne zaman insana dönüşeceklerini de sorarlar. Bkz. Özhan Öztürk, Folklor ve Mitoloji Sözlüğü, Phoenix Yayınevi, Ankara 2009, 170. Hristiyanlara göre balık sözcüğün kökeni Hz. İsa’nın tanrılık adıyla ilintili olduğu gibi, balık Havarilerin ağıyla kurtarılan ruh olup Hz. İsa’nın elinde çoğalma niteliği taşır. Bkz. Orhan Hançerlioğlu, İnanç Sözlüğü (Dinler-Mezhepler-Tarikatler-Efsaneler), Remzi Kitabevi, İstanbul 1975, s. 94. Kur’an-ı Kerim’de de Yunus peygamberi bir balık yutar, belirli bir süre Yunus peygamber balık karnında kalıp daha sonra bir bakıma yenden doğar. Âb-ı hayat efsanesinde pişmiş balığın canlanması söz konusudur. Yine başka bir efsanede ya da Bizans inanışına göre Bizans’ta büyük bir felaket olacağı zaman tavada kızartılan balıklar denize dönmek isterler. Ayrıntılı bilgi için bkz. Abdulkadir Emeksiz, “İstanbul Folkloru”, Karaların ve Denizlerin Sultanı İstanbul, C. II, (haz. Filiz Özdem), Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 2009, s. 274. Yine Budizm ve güney kültürlerinin tesiriyle Altay Türkleri arasında dünyanın (üç) balığın sırtında durduğu inancı vardır. Bkz. Bahattin Ögel, Türk Mitolojisi (Kaynakları ve Açıklamaları ile Destanlar), C. 1, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1993. s. 440-443.

68
Gaston Bachelard, Su ve Düşler maddenin imgelemi üzerine deneme, Çev. Olcay Kunal, YKY, İstanbul 2006, s. 131.

69
Çocuk özne bitkilere de “sevimliler”, “cesurlar”, “korkaklar”, “zararlılar” vb. anlamlar yükler. (s. 8)

70
Gaston Bachelard, Su ve Düşler maddenin imgelemi üzerine deneme, Çev. Olcay Kunal, YKY, İstanbul 2006, s. 11.

71
Veysel Şahin, “Aytmatov’un Beyaz Gemi Romanında Ötelerin Çağrısı ve Kaçış”, Cengiz Aymatov, Ed. Ramazan Korkmaz, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara 2009, s. 286.

72
Özlem Kaşkaoğlu, “Cengiz Aytmatov’un Beyaz Gemi Romanında Halk Edebiyatı Motifleri”, Akademik Tarih ve Düşünce Dergisi, S. 6/2, 2019, s. 1013.

73
Cengiz Aytmatov, Beyaz Gemi, s. 38.

74
Cengiz Aytmatov, Beyaz Gemi, s. 39.

75
İbrahim Şahin, “Beyaz Gemi: Simgenin Ölümü”, Uluslararası Her Yıl Bir Büyük Türk Bilgi Şölenleri 4./Cengiz Aytmatov, s. 200.; https://www.academia.edu/37008262/Beyaz_Gemi_Simgenin_%C3%96l%C3%BCm%C3%-BC.05.10.2020.

76
Sema Özher, “Beyaz Gemi Adlı Romanda Yüce Birey Arketipi”, Bilig, S. 37, Bahar 2006, s. 87.

77
Cengiz Aytmatov, Beyaz Gemi, s. 165.

78
Cengiz Aytmatov, Beyaz Gemi, s. 168.

79
Cengiz Aytmatov, Beyaz Gemi, s. 168.

80
Carl Gustav Jung, Dört Arketip, Çev. Zehra Aksu Yılmazer, Metis Yayınları, İstanbul 2003, s. 62.

81
Prof. Dr., Balıkesir Üniversitesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü.

82
Peyami Safa, “San’atte tarihîlik ve ebedîlik”, Milliyet Gazetesi, 02.10.1958

83
Şuayıp Karakaş, “Türkistan’da Kızıl Kırgın Kurbanları”, Türk Dünyası Dil ve Edebiyat İncelemeleri Dergisi, S. 5., 1998, s. 27-28.

84
Albert Camus. Başkaldıran İnsan, Kuzey Yayınları, Çev. Tahsin Yücel, Ankara 1985, s. 257.

85
Cengiz Aytmatov ve Muhtar Şahanov, “Yüzyılların Kavşağındaki Dostluk”, Kuz Başındaki Acının Çığlığı, s 31.

86
Ahmet Hamdi Tanpınar, Edebiyat Üzerine Makaleler, Dergâh Yayınları, İstanbul 1997, s. 91.

87
Dieter Thoma, Babalar: Bir Kahramanlık Hikâyesi, İletişim, İstanbul 2011, s. 126.

88
Ramazan Korkmaz, Aytmatov Anlatılarında Ötekileşme ve Dönüş İzlekleri, Grafiker, Ankara 2008, s. 11.

89
Abdılcan Akmataliyev, Cengiz Aytmatov’un Dünyası, AKM, Ankara 1998, s. 5.

90
Dieter Thoma, age., s. 226.

91
Cengiz Aytmatov ve Muhtar Şahanov, age., s. 22-23.

92
Cengiz Aytmatov ve Muhtar Şahanov, age., s. 48.

93
Cengiz Aytmatov, Gün Olur Asra Bedel, Çev. Refik Özdek, Ötüken Neşriyat, İstanbul 2009, s. 185-186.

94
Cengiz Aytmatov, Beyaz Gemi, Çev. Refik Özdek, Ötüken Neşriyat, İstanbul, s. 120.

95
Cengiz Aytmatov, Beyaz Gemi, s. 166-167.

96
İbrahim Şahin, Cengiz Dağcı Belgeseli, Yönetmen Zafer Karatay, 2011

97
Cengiz Aytmatov ve Muhtar Şahanov, age., s. 167.

98
Cengiz Aytmatov ve Muhtar Şahanov, age., s. 13.

99
Abdılcan Akmataliyev, age., s. 11.

100
Ali İhsan Kolcu, Bozkırdaki Bilge, Akçağ, Ankara 2002, s. 19.

101
Ali İhsan Kolcu, age., s. 97.

102
Cengiz Aytmatov’un 2 Mayıs 1992’de yaptığı konuşma: “ Zeki Gürel, Turan Ülkesinin Ruhu Cengiz Aytmatov”, https://www.turkyurdu.com.tr/yazar-yazi.php?id=434

103
Doğumunun 70. Yıl Dönümünde Cengiz Aytmatov Uluslararası Bilgi Şöleni Bildirileri (8-10 Aralık), ss. 213-225.

104
Prof. Dr, Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi, Çağdaş Türk Lehçeleri ve Edebiyatları.

105
Manas Entsiklopediya, Muras Yayınları, Bişkek, 1995, s. 47.

106
Akmataliyev, Abdıldacan. Cengiz Aytmatov’un Dünyası, AKM Yayını, Ankara, 1998, s. 94.

107
Aytmatov, Cengiz. “Bayırkı Kırgız Ruhunun Tuu Çokusu”, Manas Kırgız Elinin Baatırdık Eposu Sagımbay Orazbakov’dun Varyanto Boyunça, Han-teniri Yayınları, Bişkek, 2010, s. 5-10.

108
Naciye Yıldız. “Cengiz Aytmatov ve Manas Destanı”, Doğumunun 70. Yıl Dönümünde Cengiz Aytmatov Uluslararası Bilgi Şöleni Bildirileri, AKM Yayını, Ankara, 1998, s. 214-225.

109
Cengiz Aytmatov, Yıldırım Sesli Manasçı (Çev. Refik Özdek), Ötüken, İstanbul, 1993, s. 15.

110
Gelenekler Bağlamında Cengiz Aytmatov’un Yaratıcılığı, Kazan, Rusya, 12-14 Kasım 2018, ss. 146-175.

111
Prof. Dr., Karadeniz Teknik Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü.

112
Ramazan Korkmaz, Aytmatov Anlatılarında Ötekileşme Sorunu ve Dönüş İzlekleri, Grafiker Yayınları, Ankara, 2008, s. 19.

113
Cengiz Aytmatov, Toprak Ana (Çev. Refik Özdek), Ötüken, İstanbul, 1995 s. 107.

114
Gaston Bachelard, Mekânın Poetikası (Çev. Aykut Derman), Kesit Yayınları, İstanbul, 1996, s. 45.

115
Carl Gustav Jung, Dört Arketip (Çev. Zehra Aksu Yılmazer), Metis Yayınları, İstanbul, 2003, s. 31.

116
Sema Özher, “Aytmatov Anlatılarında Yüce Ana Arketipi ve Bu Arketipin Kişisel Görüntü Seviyeleri”, Cengiz Aytmatov (ed. Ramazan Korkmaz), Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2009, s. 146.

117
Elif Şafak, Siyah Süt, Metis Yayınları, İstanbul, 2007, s. 16.

118
Gaston Bachelard, age., s. 42.

119
Cengiz Aytmatov, age., s. 48.

120
Cengiz Aytmatov, age., s. 25-27.

121
Cengiz Aytmatov, age., s. 94.

122
Cengiz Aytmatov, age., s. 13.

123
Cengiz Aytmatov, age., s. 87.

124
Cengiz Aytmatov, age., s. 49

125
Cengiz Aytmatov, age., s. 37.

126
Cengiz Aytmatov, age., s. 94.

127
Cengiz Aytmatov, age., s. 21.

128
Cengiz Aytmatov, age., s. 27.

129
Cengiz Aytmatov, Gün Olur Asra Bedel (Çev. Refik Özdek), Ötüken, İstanbul, 1993, s. 148.

130
Cengiz Aytmatov, age., s. 168-169.

131
Şevki Işıklı, Kadın ve Felsefe, Emre Yayınları, İstanbul, 2005, s. 47.

132
Cengiz Aytmatov, Dişi Kurdun Rüyaları (Çev. Refik Özdek), Ötüken, İstanbul, 1990, s. 169.

133
Cengiz Aytmatov, age., s. 303-304.

134
Cengiz Aytmatov, age., s. 167-168

135
Cengiz Aytmatov, age., s. 274-275.

136
Ahmet Kabaklı, “Folkloru Kullanışta Cengiz Aytmatov ve Yaşar Kemal”, Türk Edebiyatı Dergisi, İstanbul, 1994, Haziran, S. 248, s. 1005,

137
Cengiz Aytmatov, Elveda Gülsarı (Çev. Refik Özdek), Ötüken, İstanbul, 1993, s. 92.

138
Cengiz Aytmatov, age., s. 218.

139
Cengiz Aytmatov, Beyaz Gemi (Çev. Refik Özdek), Ötüken, İstanbul, 1991, s. 23.

140
Cengiz Aytmatov, Elveda Gülsarı, s. 128.

141
Cengiz Aytmatov, Beyaz Gemi, s. 85.

142
Cengiz Aytmatov, Kassandar Damgası (Çev. Ahmet Pirverdioğlu), Elips, İstanbul, 2011, s. 232.

143
Cengiz Aytmatov, age., s. 203.

144
Cengiz Aytmatov, age., s. 237.

145
Cengiz Aytmatov, age., s. 144.

146
Gaston Bachelard, age., s. 42.

147
Collette Downling, Sinderalla Kompleksi (Çev. Selçuk Budak), Öteki Yayınları, İstanbul, 1998, s. 10.

148
Elisabeth Badinter, Biri Ötekidir (Çev. Şirin Tekeli), Afa Yayınları, İstanbul, 1986, s. 117.

149
Engin Geçtan, Hayat, Metis Yayınları, İstanbul, 2002, s. 34.

150
Cengiz Aytmatov, Cemile-Sultanmurat (Çev. Refik Özdek), Ötüken, İstanbul, 1990, s. 15

151
Cengiz Aytmatov, Gün Olur Asra Bedel, s. 15.

152
Cengiz Aytmatov, age., s. 134.

153
Cengiz Aytmatov, age., s. 138.

154
Michel Foucoult, Cinselliğin Tarihi II (Çev. Hülya Uğur Tanrıöver), Alfa, İstanbul, 1996, s. 54.

155
Ramazan Korkmaz, age., s. 41.

156
Cengiz Aytmatov, age., s. 258.

157
Cengiz Aytmatov, age., s. 261.

158
Cengiz Aytmatov, Cengiz Han’a Küsen Bulut (Çev. Refik Özdek), Ötüken, İstanbul, 1991, s. 6.

159
Cengiz Aytmatov, Gün Olur Asra Bedel, s. 78.

160
Cengiz Aytmatov, Cengiz Han’a Küsen Bulut, s. 65.

161
Cengiz Aytmatov, age., s. 79.

162
Cengiz Aytmatov, age., s. 81-83.

163
Gaston Bachelard, Su ve Düşler (Çev. Olcay Kunal), YKY, İstanbul, 2006, s. 142.

164
Gaston Bachelard, age., s. 137.

165
Sevim Kantarcıoğlu, T. S. Eliot’un Şiirlerinde İnsanın Kendini Gerçekleştirme Teması, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1981, s. 64.

166
Jean Paul Sartre, İmgelem (Çev. Alp Tümertekin), Öteki, İstanbul, 2006, s. 105.

167
Aksu Bora, Kadınların Sınıfı, İletişim, İstanbul, 2005, s. 103.

168
Cengiz Aytmatov, Toprak Ana, s. 14.

169
Cengiz Aytmatov, age., s. 19

170
Alfred Adler, İnsanı Tanıma Sanatı (Çev. Kamuran Şipal), Say Yayınları, İstanbul, 1996, s. 168.

171
Cengiz Aytmatov, Kassandra Damgası, s. 123.

172
Cengiz Aytmatov, Cemile-Sultanmurat, s. 9.

173
Cengiz Aytmatov, age., s. 9

174
Cengiz Aytmatov, age., s. 10.

175
Alfred Adler, age., s. 156.

176
Cengiz Aytmatov, Toprak Ana, s. 101.

177
Cengiz Aytmatov, “Yüz Yüze”, Yıldırım Sesli Manasçı-Yüz Yüze-Deniz Kıyısında Koşan Ala Köpek (Çev. Refik Özdek), Ötüken, İstanbul, 1990, s. 185.

178
Collette Downling, age., s. 229.

179
Cengiz Aytmatov, Toprak Ana, s. 17.

180
Cengiz Aytmatov, “Yüz Yüze”, s. 184-185.

181
Cengiz Aytmatov, Toprak Ana, s. 73.

182
Cengiz Aytmatov, age., s. 56.

183
Cengiz Aytmatov, age., s. 80.

184
Cengiz Aytmatov, Dağlar Devrildiğinde-Ebedi Gelin (Çev. Refik Özdek), Ötüken, İstanbul, 1993, s. 186.

185
Octavio Paz, Çifte Alev: Aşk ve Erotizm (Çev. Tomris Uyar), OkuyanUs Yayınları, İstanbul, 2002, s. 41.

186
Luis Aragon, “Dünyanın Aşkı En Güzel Anlatan Hikâyesi” (Çev. Kemal Göz), Cengiz Aytmatov-Doğumunun 75. Yılı İçin Armağan, Bişkek, 2004, s. 235.

187
Tuncar Tuğcu, Yabancılaşma Problemi, Alesta Yayınları, Ankara, 2002, s. 157.

188
Cengiz Aytmatov, Cemile, s. 46.

189
Cengiz Aytmatov, age., s. 71.

190
Gaston Bachelard, Ateşin Tin Çözümlemesi (Çev. Nail Tezel), Kesit, İstanbul, 1999, s. 67.

191
Cengiz Aytmatov, age., s. 229-230.

192
Nathaniel Branden, Kadının Özgüveni (Çev. H. Betül Çelik), Sistem Yayınları, İstanbul, 2002, s. 10.

193
Cengiz Aytmatov, age., s. 225.

194
Orhan Söylemez, “Aytmatov’un Aşkları ve Kadınları”, Cengiz Aytmatov (ed. Ramazan Korkmaz), Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2009, s. 42.

195
Cengiz Aytmatov, age., s. 251.

196
Cengiz Aytmatov, age., s. 259.

197
Erich Fromm, Sevme Sanatı (Çev. Işıtan Gündüz), Say Yayınları, İstanbul, 1998, s. 30.

198
Cengiz Aytmatov, age., s. 253.

199
Fatmagül Berktay, Kadın Olmak Yaşamak Yazmak, Pencere Yayınları, İstanbul, 1998, s. 20.

200
Jose Ortega Gasset, Sevgi Üstüne (Çev. Yurdanur Salman), Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2001, s. 55.

201
Cengiz Aytmatov, age., s. 260.

202
Cengiz Aytmatov, age., s. 71.

203
Cengiz Aytmatov, Cengiz Han’a Küsen Bulut, s. 74.

204
Cengiz Aytmatov, age., s. 43-45.
Aytmatov Araştırmaları Анонимный автор
Aytmatov Araştırmaları

Анонимный автор

Тип: электронная книга

Жанр: Историческая литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Aytmatov Araştırmaları, электронная книга автора Анонимный автор на турецком языке, в жанре историческая литература

  • Добавить отзыв