Kardeş Sesler 2015

Kardeş Sesler 2015
Anonim


Kardeş Sesler 2015Hikâye, Şiir, Deneme

Takdim

Osman ÇEVİKSOY
AYB Edebiyat Akademisi Bşk.
Avrasya Yazarlar Birliği olarak edebiyat dünyamıza yeni yazarlar, yeni eserler kazandırmanın mutluluğunu bir kere daha yaşıyoruz. Çünkü AYB Edebiyat Akademisi atölye çalışmalarında yedinci dönemi geride bıraktık.
Yeni bir kuruluş sayılmamıza rağmen Türkiye’de pek çok ilki biz gerçekleştirdik. Bu ilklerden biri de gerçek atölye çalışmalarıyla edebî ürünler üretilen yazarlık okuludur. Her dönem ürünlerimizi, önce çeşitli yayın organlarında yayınladık, dönem sonunda kitaba dönüştürdük.
Çalışmalarımızı çıkar gözeterek değil, emeğimize yüreğimizi de ekleyerek sürdürdük. Sonuçta beklediğimizden daha yüksek bir başarıya ulaştık. Son altı dönemde Türk Edebiyatına altısı ortak kitap, on beşi müstakil kitap olmak üzere toplam yirmi bir eser kazandırdık. Bu kitaplarda yer alan ürünlerle edebiyat dünyamıza elliden fazla yazarın adım atmasını sağladık.
Ortak kitaplarımızla edebiyat dünyasına giren arkadaşlarımızdan yazmaya ve kendini geliştirmeye devam ederek müstakil kitap çıkaranlar oldu. Daha da ileri bir çalışkanlıkla nerdeyse her yıl yeni bir kitap çıkaran; estetik seviyesini her kitapta biraz daha yükselten arkadaşlarımız oldu. Avrasya Yazarlar Birliği olarak bu arkadaşlarımız bizim mutluluk kaynaklarımızdır. Giderek böyle başarılı arkadaşlarımızın çoğalacağına, Türk edebiyatında farklı bir ses, farklı bir renk, farklı bir iz bırakacaklarına içtenlikle inanıyoruz.
“Kardeş Sesler” her dönem sonunda çıkardığımız ortak kitabımızın adıdır. İlkini, 2010’da “Kardeş Hikâyeler Kardeş Şiirler” adıyla çıkardık. Sonraki yıllarda “Kardeş Sesler 2011, 2012, 2013, 2014” adlarıyla atölye çalışmalarımıza katılan arkadaşlarımızın ürünlerini kitaplaştırmaya devam ettik. Yedinci dönem sonunda ortaya konan “Kardeş Sesler 2015”te Akif Mollaoğlu, Alper Şenadam, Binnur Karyağdı, Ebabekir Cambolat, Funda Gökçen, Güldane Berk, Mustafa Özcan Revanoğlu, Rabiye Zincirkıran, Recep Koçak, Rumeysa Atasay, Seda Nur Akyol, Sema Tanrıverdioğlu Ersöz, Süleyman Can Numanoğlu olmak üzere on üç arkadaşımız hikâye, deneme ve şiirleriyle yer aldılar. Şiir atölyesinde şair Ali Akbaş, deneme atölyesinde yazar Hüseyin Özbay, hikâye atölyesinde yazar Osman Çeviksoy ve Ataman Kalebozan gönüllü olarak özveriyle çalışıp sonuç aldılar. Her metin; ilgili hoca tarafından estetik, konu, kurgu, ifade, yazım ve noktalama yönlerinden defalarca değerlendirildi. Bu değerlendirmeler ışığında yazarları tarafından son şekli verilen eserler, son kez hoca onayından geçerek AYB Edebiyat Akademisi internet sayfasında, dergilerde ve bu kitapta yer almaya hak kazandı.
Yedinci dönem atölye çalışmalarını içeren Kardeş Sesler 2015’in ilgiyle okunacağına inanıyoruz. Özellikle, gönlünde yazma sevdası taşıyan, çeşitli sebeplerden dolayı atölye çalışmalarımıza katılamamış arkadaşlarımız, bu kitabı ilgiyle ve inceleyerek okuyacaklardır. Böylece ortak konuların farklı yazarlar tarafından, hangi bakış açılarıyla, nasıl kurgulandığını görerek yazarlığın sırlarını ve sınırlarını keşfetmeye çalışacaklardır.
Kardeş Sesler 2015 ve önceki yıllarda çıkarılan ortak kitaplar (6 adet) ve yazar yetiştirme programına bağlı olarak çıkarılan müstakil kitaplar (15 adet), Türkiye’de bir “ilk”in öncü kitaplarıdır. Bir yönden değil, pek çok yönden ilgiyle okunduğunu biliyoruz.
Ulaştığımız başarı seviyesinde en büyük pay, yazarlığın çilesini baştan kabullenmiş, eleştirileri dikkate alarak ve inanarak yazmaya devam etmiş katılımcı arkadaşlarımızındır. Kardeş Sesler 2015’te yer alan arkadaşlarımızı kutluyor, gelecekte her birinin yeni yeni müstakil eserlerle karşımıza çıkmalarını diliyor ve bekliyoruz.

Akif MOLLAOĞLU


28.08.1975 Ankara doğumludur. 1997 Çorum Meslek Yüksek Okulu Elektrik Bölümü, 2015 Anadolu Üniversitesi Açık öğretim Fakültesi İşletme Bölümü mezunudur. 2001-2011 yılları arası İvedik Organize Sanayi’nde Soya Ltd. Şti. de çalıştı. 2012 yılında ülkemizde ilk defa yapılan Engelli Memur Sınavı ile Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığında memur olma hakkını kazandı. Hâlen aynı görevde işitme engelli bir memur olarak çalışmaya devam etmektedir.
Yazmak, hayatının ayrılmaz bir parçası olan MOLLAOĞLU ayrıca resim ve origami çalışmaları yapmaktadır.

DENEME:
Bardak Sonsuzluk
Diken
Köprü
Yürümekle Varılmaz
Yıkılan Duvarlar
Vedalar Vakitsizdir

ŞİİR:
Şiir Gibi
Sorular
Evim
Yol

BİR BARDAK SONSUZLUK
Ofisimin pencere kenarına bakıyorum. Bir güvercin konmuş. Başını bir sağa bir sola çevirip duruyor. Sonunda bakışlarımı fark etti. Muhteşem göz daireleri iç içe. Beyaz sarı ve ortada siyah nokta. Her an kalkışa hazır bedeni ile bir bana bir kaçacağı istikamete bakıyor. Başındaki ve bedenindeki tüyler kabarıp iniyor. Bir bana bir hayata çeviriyor bakışlarını sanki. Ürküyor mu, soruyor mu yoksa benden bir şey mi bekliyor? Kim bilir!
Pencereyi açıp da ellerime alamayabilirim, konuşamayacağımızı da biliyorum. Dalıyorum düşünce denizine, güvercinimi de yanıma alarak. Beraber bırakıyoruz boşluğa kendimizi. Kocaman açıyoruz kanatlarımızı. Sırtımızdaki rüzgârı ve altımızdan bizi iten boşluğu hissetmeye çalışıyoruz. Biraz kanat çırptıktan sonra süzülüyoruz.
Kuş bakışı seyre dalıyoruz yaşamı. Ne güzel nefes alıp veriyor, bu ağaçlar, bu gökyüzü, bu güneş, bu sabahlar, bu nehirler.... Uçmak bir rüyayı yaşamak. Rüzgârı kanatlarında hissetmek. Hayatın daha fazlasına şahitlik etmek ve doyasıya kutlamak ne güzel.
Ve rüyalar yine gerçeğe düşüyor. Gerçekliğin dipsiz kuyusuna bu kadar hızlı inmese keşke. Rüyalarımdan bir parça tutmak ve gerçeğe katmak için elimi ne kadar uzatsam da yetişemiyorum.
Peki, bazı gerçekler ile aram neden bu kadar bozuk? Neden artık gündüzleri de rüyalara bu kadar çok dalıyorum?
Bağdaş kurup oturuyorum. Araştırmalarımdan, izlenimlerimden, haberlerden parçaları önüme atıyorum öylece, karışık. Bir yapboz yapacağım. Bir başka anlam arayacağım yine bu olup bitenlerde. İşte önümdeki parçalardan bazıları:
Oktay Sinanoğlu: 1956’da ABD Kaliforniya Üniversitesi Berkeley Kimya Mühendisliği’ni birincilikle bitirdi. 1960-1961 yıllarında atom ve moleküllerin çok-elektronlu kuramı ile “Doçent” oldu. 1963’te 50 yıldır çözülemeyen bir matematik kuramını bilim dünyasına kazandırarak 28 yaşında “tam profesör” unvanını aldı. 20. yüzyılda Yale Üniversitesi’nde bu sanı kazanan en genç öğretim üyesi olarak tarihe geçti.
Polonya vatandaşı 28 yaşındaki Michael Perlinski fotografik hafıza yeteneği sayesinde şu anda 33 dil biliyor. Edebiyat da, resim de, müzik de, fen ilimlerinde bazı insanlar kendilerini tarihe yazdırmışlardır. Onlar özel bazı şeylere sahiptiler. Ama önümdeki parçalarda insan dışındaki canlılardan da sıradan özelliklerin dışındaki yeteneklere sahip şeyler olduğunu görüyorum.
Su Ayısı: Yeryüzündeki canlılardan büyük çoğunluğunu yok eden felaketlerden sağ kurtulabilmeyi başarabilmiş bir canlıdır. Mutlak sıfıra yakın sıcaklığa (-273 santigrat derece) bile direnebilen su ayısı, bir okyanusun dibindeki ısı ve basınçta yaşayabilir. Bu bir anlam da şu da demek. Bahsedilen ortam tam vakum ortamı, kozmik radyasyon ya da bir uzay boşluğuna yakın ortam. Mutlak kuru bir ortamda on yıl yaşayabilme özelliği ise başka bir yanı. Peki, bu olağanüstü özellikler ne kadarlık bir hacme sığdırılmıştır sizce? İşte orası da ayrı bir mucize. 0.3 ila 0,5 milim arası bir hacme.
Pistol Karidesi (Tabanaca Karidesi) : Bu karides pençelerini o kadar hızlı kapatıyor ki o anda oluşan hava kabarcığındaki sıcaklık güneş yüzeyi gibi sıcak olurken ses düzeyi ise 218 desibele ( insan için normal ses düzeyi 60 db, insan da kalıcı hasar yapan ses düzeyi 160 db) ulaşabiliyor. Suda oluşturduğu basınçla saatte 100 kilometreye ulaştırdığı hava kabarcığı sayesinde kendinden çok büyük canlıları rahatlıkla avlayabiliyor.
Sonra hayat içinde olağan normal denilebilecek parçalara bakıyorum. Günlük sıkıntılar, geçim derdi. Ay sonunu getirme çabası. Eşe göre ayrı, çocuklara göre ayrı, patrona göre ayrı arkadaşa, sokaktaki yabancıya göre ayrı davranılması, ayrı duruşların olması gereken haller. Bilerek ve bilmeyerek yapılan davranışlar. Kızgınlıklar, hastalıklar, kazıklanmalar ve günahlar ile bezenmiş bir yaşam serüvenini anlatıyor parçalar.
Kimi zaman ise mutluluk gözyaşları ile yıkanan benliğimi görüyorum. Etrafımdaki kalabalık şehre inat kozmik yalnızlığım ile baş başa kalışım da az değil hani şu parçalar içinde.
Ya şu Özgecan kısmı, şu savaşlar, Afrika’da ki açlar, yanı başımda olduğu halde hiç haberimin olmadığı çaresiz komşumun hali ne olacak. Dayanılmaz acılar ile bir başına bırakılan, anasız babasız canların halini anlatan parçaları nereye nasıl yerleştireyim? Hangi anlam dairesi içinde nasıl bir süzgeçten geçirmeliyim?
Bir tarafta mucizeler ile çepeçevre sarılmış durumdayım. Bedenimde ve kâinatımda inanılmaz akıl sır ermez bir oluş bir sonsuz hayranlık âlemi, bir tarafta işte öylece geçen bir hayat bir tarafta da insana hayatı dar eden insanlar.
Zor, çok zor bu yaşam. Okyanus kenarında, arkasında orman “oh ne güzel hayat ne muhteşem bir manzara “ diyor birisi. Diğeri, kahvaltısının üzerine düşen, kimin ne amaçla ne akılla gönderdiği belli olmayan savaşın tohumu bomba ile gününü ve ömrünü tamamlıyor. Bir yerlerde dizeler, şiirler, hikâye ve romanlar durun etmeyin bakın neler neler oldu yetmez mi bu kadar derken, bakın böyle böyle de olabilir bir yaşam diye nice kurgular ile dile gelirken. Bir yandan da yaşamımızı süslemeye bizi bizden alıp götürmeye hizmet ederken, diğer yandan yazmak nedir okumak nedir ne işe yarar anlamayan zihinler.
Yoruluyorum. Bunca parça çok karışık. Nasıl bir araya getireceğim ben bunları? Ya da böyle mi bıraksam? Anlamlı bir şekil oluşturmaları ya da bir yerde buluşmaları gerekmiyor mu acaba? İsteyen kendince parçalarla mı oyalanıyor bu hayatta?
Peki, ben yine kararsız kararsız bekleyecek miyim? Yine çok mu zaman kaybedeceğim? Neyi bekliyorum? Neyi arıyorum? Bildiğim bir şey var o da bu parçalar ve sonra eklenecekler arasından bulacaklarım olacak, yıllarca beklediğim cevaplar çıkacak kaşıma. Kafamı ve parçaları karıştırmaya devam etmeliyim.
Biliyorum. Bir bardak su da hiçbir şeyde göremeyebilirim, bir bardak suda sonsuzluğu da bulabilirim.

(Avrasya Yazarlar Birliği, Edebiyat Akademisi, Deneme Atölyesi, 2015)

DİKEN
“Ayağına batan dikenler, aradığın gülün habercisidir.”
    Halil Cibran
Ressamın tuvale ilk fırça darbesi, bir resmin habercisi. Renkleri birbirine dolayacak şimdi ressam. Ardından, kendini oraya getiren geçmişini dokuyacak, eğitimini, acılarını ve gülüşlerini resmedecek. Ressamın kendi resminde gördüğü ile resme bakanların gördüğü hiçbir zaman aynı olmayacak.
Bir ağaç aynı zamanda üzerine nice yaşanmışlıklar nice şahitlikler elbisesi giyinmiş olarak çıkar, karşıma. Yaşlı bir ağaç gördüğümde ilk önce gövdesindeki kabuklarına, yara izlerine baka kalıyorum. Düşüncelerimde gözlerinden öpüyorum. Bütün o acıya, sert rüzgârlara, soğuğa, yakan sıcağa, sevdiğimin ismini yazacağım diyerek tam kalbine bıçak saplayanlara kendini siper ediyor. Çocukları onun sayesinde yemyeşil ve rengârenk dünyaya gelmeye devam ediyor.
Zaten, güle oynaya nereye varılır ki bu dünya da. Ne içimdeki yetiyor ne dışımdaki. Varamıyorum bir türlü düşlediğim dünyalara. Bütün gül yüzlü melekler, annelerinin göz nuru bebekleri bir büyük acıya, sancıya şahitlik ederek gelmiyorlar mı bu dünyaya?
İşte öyle.
Zamanı delip geçen bir söz, yüreğe dokunan bir türkü, bir şiir. Büyük bir yürek yangının küllerinden doğmuştur çoğu kez. Taşın fazlası yontulduğunda nasıl heykel ortaya çıkıyorsa, yangınına kelimelerini tutan yazarlardan da o denli büyük eserler çıkıyor. Bir davası varsa, bir şiire, bir ütopyaya yolculuğu varsa insanın yoluna taş koyanı da olacaktır. Dikenler batacaktır, eline, dizlerine, bağrına. Kimi zaman onaylanacak çokça dışlanacaktır. Sırrı biliyorsa gönüllü atacaktır kendini dikenlerin arasına. Kendimi dertten, eleştiriden, düşmekten korumaya çalışarak en güzel güle nasıl sahip olabilirim ki? Birçok kişinin yaptığını yaparak, yazdığını yazarak, söylediğini söyleyerek, hangi hayalime ulaşabilirim ki?
Coştukça, canı ne istiyorsa, hangi güzelliğe dokunmak istiyorsa dokunsun, olmaz mı sizce? Neden gül olmaktan çok, diken olmayı seçen var? Yoksa dikenlere katlanamayanlar, diken olduklarının farkında mı değiller? Kendini bırakıp başkalarını düşünüyor, insanların büyük bir kısmı. Başkalarının başarısı ve hataları üzerine inşa edilen bir algı sistemi ile yolculuk yapmak garip olsa gerek. Kendimi, içimdeki ve dışımdaki dünyayı tanımaya çalışarak yol alsam. İlerlesem kendi içime doğru. Ben düzeldikçe düzelmez mi dünya?
Kendini değil da başkalarını düzeltmeye çalışan bir gurup insanın dikeni battığında, acımıyor artık kalbim ve hayallerim. Kendi yetersizliklerim ve başkalarının yetersizlikleri bahane değil. İnanıp güzel işler yapan, çalışan, koşan bir yüreğe bahaneler çok da engel olamaz düşüncesindeyim. Düşünsenize, oturduğum yerde, söylenip duracağıma, ne derler ya da acabalar ile vakit kaybedeceğime, yürümeye, koşmaya devam etsem; her şekilde, duranların tanık olduğu yaşamdan daha fazlasına tanık olmayacak mıyım?

(Avrasya Yazarlar Birliği, Edebiyat Akademisi, Deneme Atölyesi, 2015)

KÖPRÜ
Atomların molekülleri, moleküllerin makro molekülleri, makro moleküllerin makro moleküler kompleksleri oluşturmasıyla, dokuların en küçük yapı taşları olan ve yaşamın bütün özelliklerini sergileyen hücreler oluşmaktadır.
Yaklaşık yüz trilyonluk bir hücre ailesi bedenimi oluşturuyor. Her biri ayrı muazzam bir fabrika. İçlerinde, yaşam var, enerji santralleri, yönetim merkezi, kütüphane, ulaşım yolları ve nice yapılar var. Özel yapım mikroskoplar ile görülebilen bu hacmi olağanüstü küçük yapının içine sonsuz bir teknoloji yerleştirilmiş.
Çok detay bazen canımı sıkıyor. Sonsuz büyüklükteki bu kâinat, aklın hesabına sığmayan uzaklıklardaki yıldızlar, içimdeki sonsuz düzen, teknoloji ve yapılar. Galaksilere baksam canım sıkılıyor. İçime baksam, mesela kalbime, beynimin yapısına her şey harika bu dünyada.
İşte bu olağanüstü büyüklükler ve aklı zorlayan yapılar canımı sıkıyor. Olağanüstülüğün ortasında sıkılan canıma sıkılıyorum.
Geçen gün ders çalışırken bir tanıma denk geldim. Kültür: El değmemiş( bakir) doğaya karşı, insan varlığının ve etkileşiminin vazgeçilmez ve ayrılmaz bir parçası ve ürünüdür.
Bu koca kâinata, bu koca mucizeler kâinatına kültür ekip kültür bırakıyoruz. Peki, nasıl bir kültürü var insanlığın? Her millete her insan gurubuna, tarihin her sokağına girme imkânım yok. Kendime bakmalıyım o halde. Benim bireysel kültürüm ne? Ne alıyorum toplumdan, ne veriyorum?
Neler anlatıyorum, hareketlerimle sözlerimle yazılarım ile etrafımdaki insanlara ve yaşama? Arkamda bıraktığım ayak izlerim nasıl bir kültürün imzası?
Kimi zaman gül bahçesindeyim. Şu masmavi gökyüzü ne güzel. Serçelere oldum olası kafayı takmışımdır. İki serçe arkadaş birbirlerini kovalarken, arabaların altından, dalların arasından, başımın üstünden nasıl da öylece hızlıca geçip gidiyorlar, nasıl da kıvrak hareket ediyorlar, hayran olmamak mümkün mü? Bindir çeşit çiçeklerin kokusuna ne demeli. Bakışlarım sevgiye fener olmuş bir gözle buluştuğunda dünyalar benim olmaz mı? Oluyor. Binlerce çeşitte canlılıkla beraber soluduğum şu hayat bana elbette büyük bir heyecan ve mutluluk veriyor.
Kimi zaman ise uykudan uyandığım için başım ağrıyor. Yüzümde belli belirsiz bir zorlanışla güne bakıyorum. Birazdan televizyonda haberlere bakacağım. Derken bir servise bineceğim. Sıkıntılarını sadece elleri ile değil gözleri ve beden dilleriyle çok açık bir şekilde anlatan insanların arasında yolculuk geçireceğim. Gün içerisinde yoğun bir düşünce trafiğinde kaybedeceğim kendimi. Geçmişim ve geleceğim arasında çekiştirilip ince yerimden kopacağım. Bir of çekeceğim ki karşı ki dağlar, “yine ne oldu” diyecek.
Benim kültürüm ne? Yeri geldiğinde güzeli yaşamak yeri geldiğinde ise orta yerde sıkışıp kalmak mı? Etrafımdan güzel getiriler alıyorum elbette ama aldığım negatif yansımalar çoğunluk ta. O nedenle daha çok mutsuz dolaşıyorum dünyada. Birçok şey tat vermiyor zaman zaman. Gül bahçesinin ortasında kendimi iyi hissetmişim veya bir yazar topluluğu içinde kendimi iyi hissetmişim ne olur ki. Sonra daha fazla acı çekmek için mi bunlar?
İçinde hesabı, çıkarı bitmeyen ama vicdanı tükenmeye başlamış insan sayısı çok fazla oldu. Akşam haberlerini seyretmek bir cesaret ve dayanıklılık gerektiriyor artık.
Peki, pes mi etmeliyim? Olur mu? Üzerime gelen dalgaların büyük bir kısmı beni yıkmak için görünüyor olabilir ama farkında olduğum şeyler de var artık. Bunlardan en önemlisi var olmak. Var olan büyük bir kâinatta, büyük bir varlık âleminde bir yer işgal ediyor olmak. Birçok insanın hayata sapladığı mızraklara inat varlığın kendisinin büyük güzellik içinde muhteşem bir bilgi ve görsellikte benimle birlikte olduğu gerçeğini hiçbir yere saklayamam. Önümde muhteşem bir bulmaca var. Bütün çok ama çok güzel. Olağanüstü. Hayranlıklarda bitiriyor beni. Buradan bakınca birçok insanın negatif hareketlerini, güzel bir tabloya yanlış atılan bir fırça darbesi gibi ya da resmin güzel olmaması için tabloya ve parçalara zarar vermek isteyen yapılar olarak görüyorum. Ve şunu da görüyorum. Onlara rağmen tablo hep güzel bitiyor.
Bu tablodaki yerimin bilincine, şuuruna düştüğüm her an başka bir boyutta geçiyor hayat. Öyle ya diyorum, ne oyalanıp duruyorum. Yaratan elinde fırça ne güzel de yaratmış her şeyi. Her bir renk, her bir varlık parçası yerleştirildiği yerinde memnun ve yerinin hakkını vermek için görevine devam ederken ben hala neden oyalanıyorum?
Ah şu ağaçlar ne de güzel anlatıyor ve öğretiyorlar. Dünyanın neresine yerleştirilmişler, ne kadar hava ne kadar güneş ne kadar gıda alıyorlarmış. Etrafındakiler onun farkında mıymış? Ne kadar değer görüyor. Ne haksızlıklara maruz kalıyorlarmış. Bunun derdiyle mi geçiriyorlar günleri. Hayır diyor ağaç ailesi, hayır. İşimiz içimizde olan güzelliği ve bilgiyi dışarıya taşımak. Açabildiğimiz kadar açmak. Yükselebildiğimiz kadar yükselmek. Ne kadar bilgi varsa ve ne kadar izin verilmişse o kadarı sunmak. Ayrım yapmadan bağrımı delen bıçağın sahibine de gölge olmak. Güneşten, yağmurdan ve topraktan aldığımı insana sunmak. Karşılık mı? O da ne?
Biz ya da ben öyle miyim? İçimdeki bazı güzellikleri, maddi ve manevi, dışarının, etrafın alabilmesi için karşılığını almam gerek. Tanıdığım olması gerektiği gibi, sevdiğim değer verdiğim birileri olması gerektiği ya da bir çıkarımın olması gerektiği gibi.
İşte ağaç ailesi böyle diyor. Evet, canım yine sıkılıyor. Çünkü ben insanım. Bildiğim bilmediklerimin yanında sonsuzlukta bir oranında. Her şeye rağmen bilmediklerimde kaybolup yine ara ara yanlış yollara sapacağım. Bir gün gül bahçesinde, bir gün kavgalarda mola vereceğim. Lakin çok önemli bir şey var işte orada duracağım. Niyetler sokağında. İşte orası mahrem orası kutsal. Orası ben. Orası insanın kalbi. Niyetim belli bu saatten sonra. Mekânı, zamanı ve çevremi değil içimdeki yerimi ve sorumluluğumu bileceğim.
Köprü olacağım. İçimden dışıma, dışımdan içime akacağım. Bu köprüden neler geçeceğine dikkat edeceğim.
Her geçen gün içimi düzenleyip süpürüp tozlarını alacağım. Okullara göndereceğim. Sanatla, sevgiyle, kitaplar ile besleyeceğim. İçim güzelleştikçe içimden dışarıya taşınanlar güzelleşecek. Evim, çalışma masam güzelleşecek. Gözlerimdeki bakışlar iyileşecek. Ha bire çalışacağım. Ne için? Yaratıcı böyle çalıştığı için, büyük bir oluş hep beraber böyle hareket ettiği için.
Tarih yazar, Yaratıcı yazar, kim yazarsa yazsın kim beni nasıl yazacak? Gün beni içinde nasıl ağırlayacak. Gül mü oldum gün bağrında, bir harf mi oldum ilim tahsil edenin dilinde, evinin direği mi oldum hakkıyla yoksa kalpler yapmak yerine kalp kırmaya mı çıktım bu yolda? Bir başıboş rüzgâr olup savrulacak mıyım takvim yaprağında?
Yok yok. Bir kır ata binip koşmalıyım dörtnala. Köprüler kurmalıyım dört bir yana. İçimi güzelleştirdikçe güzelleşmeli dışım. Ben bir ağacım. Etrafımı bataklık sarsa da huzurda, ateşler sarsa da teslimiyetteyim. Emirdeyim. Yerimdeyim. Farkındayım. Bütün kusurlarıma rağmen yaşıyorsam hala görevdeyim. Ben bir başıma değilim. Bana dokunan, benimle yol alan, bana görünmez ağlarla bağlı bir halde bir kâinat evindeyim. Birkaç şey için ağları kopartıp da yerime saygısızlık edip bütünün ahengine haksızlık edemem. Düştüysem kalkmalı, yorgunsam dinlenip yoluma devam etmeliyim. Ama asla vazgeçmemeli asla çok fazla oyalanmamalı ve kendime çabuk gelmeliyim.
Dışarıdan bir ses geliyor şimdi. “Haydi, görev başına.”

(Avrasya Yazarlar Birliği, Edebiyat Akademisi, Deneme Atölyesi, 2015)

YÜRÜMEKLE VARILMAZ
Lâkin varanlar yürüyenlerdir. Dünyamın en ünlü yazarı, şairi ve ressamı benim.
Bir gün, hiçbir şey ve ben kalakaldık zamanın orta yerinde. Daha ötesi yoktu. Ölüm gibi bir şey. Beni bir adım öteye taşıyacak bir araç bulamıyordum. Adımları çeken sebepler bir bir ortadan kaybolmuştu.
Elimde ve zihnim de olan birçok şeyi kaybettiğim o anların sonunda içime bir ışık düştü. Eğer kaybedecek bir şeyim kalmamışsa, beni bir adım öteye çekecek sebepler tükenmişse aslında beni o hâle getiren ve önüme engel olan her şey de ölmüş demekti. Bu düşünceyle içimi, özgürlüğün serinliği ıslattı. Buram buram taze oluş koktu.
Elimi kolumu sallaya sallaya yürümeye başladım. Bana ne dünden.(?)Bana ne içimdeki çekingenlikten(?) Kim ne diyecekmiş bana ne. Şu dünya da güzel güzel yaşamak istiyordum ama izin vermediler, en çok da içimdeki mevcut kıpırdanışlar. Çekingenliğim, korkularım, çevrem, genlerimin istekleri. Ne gariptir; insanın içinden gelen şeyin önce kendini delirtmesi.
Hiç yeteneğim olmadığını düşündüğüm ama içimde arzusunu da bir türlü tüketemediğim resimden başladım yürüyüşe. Bir resim kursuna gittim. Aldım elime kalemi sonra da fırçayı, inadına inadına çaldım tuvale. Kim ne diyecek, güzel mi olacak, hoca beğenecek mi, arkadaşlar şaka yollu takılacak mı hiç önemli değildi. Yetenek mi o da ne? Renkleri değil yeni başlangıçlarımı vurdum tuvale ben. Geçmişimi tepeledim doya doya. Ben fırçayı savurdukça dağıldı sis bulutları. Oh ne iyi oldu ama!
İşitme sorunum varmış. Daha önce bana hayatı zehir eden eksikliğim şimdi başımın tacı olmuştu. O kadar sesin peşinden gideceğim diye ne de çok yormuşum kendimi. Başkalarını ve söyleyecekleri o çok önemli şeyleri duymuştum da ne olmuştu ki. Şimdi özgürlüğümü duyuyorum. Ağacın, yağmurun, toprağın türküsünü duyuyorum, yetmez mi bana? İlham denen mucizeyi nasıl tanırdım dışarıdan gelen sesler kısılmasa? Hatta çok ilginçtir, işitme problemimin en büyük kazancı işitilecek olan esas insanlara ulaşmama vesile olmasıdır. Değerli insanlara ulaşıyorum bir bir ve onlar beni anlıyor. Konuştuklarını kalbim rahat anlıyor.
Yürürken kararınca ağladım, kararınca güldüm. İstediğim kitabı alıp istediğim zaman okudum. Sanayinin dişlileri arasında deniz kenarı mutlulukları yaşamayı öğrendim. Yürümeyi öğrendim. Arkama bakmadan, niyetlendiğim şeye doğru vazgeçmeden yürüdüğümde o şeye muhakkak varacağımı öğrendim.
Yürüyenlerin varanlar olduğunu gördüm. Yola çıkıp da yolda kalanlar da vardı. Bir sebep bulup da “İşte bu vazgeçmemiz için bir işaret” diyorlardı onlar.
Dün sanayinin ağır dişlileri arasındaydım. Hatta yürüyüşe çıktıktan sonra idi. İki parmağımdan küçük birer parça koptu. Tebessüm ettim sadece. Altı üstü bedenimden bir küçük parça eksilmişti. Sonra gördüm ki yürümeye devam ettikçe aslında eksilmemişim kat kat artmışım.
Bir gün istenmeyen nedenlerden işinize son vermek zorundayız dediler. Çevrem ahlar vahlar ederken, bu hâlde nasıl iş bulacak derken, kendimi bir memur koltuğunda buldum. Mekânlar değişti ama ben değişmedim, yürümeye devam ediyorum. Sanayinin ağır şartları yürüyüşüme engel olamadı ama memurluğun rahatlığı epeyce zorladı hani. Ama bilir misiniz rüyalarına, hayallerine vurulmak, yazılmak ve kelepçelenmek nedir? Maddedeki atomdan, dev galaksilere, karıncadan, ağaçlarına her şey yürümeye devam ederken insana yerinde saymak yakışır mı?
Şimdi yazarlık kursuna gidiyorum. Gönlümce yazıyorum. Ne yapmam gerekirse onu yapacağım. Resim yapacağım, yazı yazacağım. Araştırmalar yapacağım. Origami sanatını öğreneceğim. Sırayla imkân buldukça müziğe başka başka güzelliklere yelken açacağım. Ne yapmak istiyorsam elimden geldiğince yapacağım. Bir eş, bir baba, bir vatandaş, bir öğrenci olarak ne yapabiliyorsam inanarak, bir gelişim sürecinde yoluma, yürüyüşüme devam edeceğim.
Evet, dünyamın en yetenekli insanı benim. Benden daha aşağıda daha yeteneksiz birisi yok ki. Bu yürüyüş kendimle, kendime doğru. Ressam, yazar, bilim adamı olacağım. Olmak için yürümeye devam edeceğim. Hepsinden bir parçayım zaten şimdi. Çünkü hepsinin içinde yol alıyorum. Ferid Muhiç haklı: Tek başıma yarışıyorum. Birinci oluyorum.
Ben kendime inanmadıktan sonra hayallerim neden inansın bana. Dışarıda büyük insanlar, büyük yazar ve şairler, büyük ressamlar var elbet. Ama dışarıda. Benim dünyamda ben büyük olmazsam büyük olur başka şeyler. Eskiden olduğu gibi, korkular, pişmanlıklar, acabalar, sorular sorular.
Yunus Emre der ki, “Dağ ne kadar yüce olsa, yol onun üstünden geçer.”
Büyük kitleler birilerini büyük yapar. Acaba nasıl yaptılar der. Yürümüş gitmiş işte. Kiminin zekâsı, kiminin yeteneği, kiminin bilmem hangi özelliği bahane bence. Bütün bebekler için üstün zekâlı ya da bilmem hangi özelliği var diye ayrım yapıyor muyuz? Hepsi de en zor şeyleri başarıyorlar. Yürümeyi öğreniyorlar. Hepsi ama hepsi de bir yabancı dil öğreniyor. Kimin hangi ülkede doğacağı belli mi? Yürümüyorlar onlar hatta. Sürüne sürüne emekleye emekleye, eğlenerek, avazları çıktığı kadar ağlayarak ama asla vazgeçmeden devam ederek başarıyorlar. Bir insan bunlara şahit olup da bir yürüyüşe başlamıyorsa, inanamıyorsa, şu hayatta kaybedilecek en önemli şeyi kaybetmiştir sanırım. Yoksa yanılıyor muyum?

(Avrasya Yazarlar Birliği, Edebiyat Akademisi, Deneme Atölyesi, 2015)

YIKILAN DUVARLAR
Birileri vardı etrafımda. Evimde, sokağımda, ülkemde ve dünyamda. Birileri vardı, canlı cansız bir yaşam vardı bir de ben vardım. Zaman içinde ile yol alırken, yıkılmaz sandığım duvarlar ördüm etrafıma. Kendimin dışında ne varsa ve ne oluyorsa benden ayrıydı. İçimde yaşadıklarımla, düşünce ve duygularım ile dokunulmazdım. Bir duruşum vardı. İnanışım. Bakışım, duyuşum, algılayışım, anlatışım bana aitti.
Rüzgâr savururdu, insanlar kızardı, gülerdi. Geçip giderdi işte hayat. Bütün kozlarını sürerdi önüme de ben yine bildiğimden şaşmazdım.
Ben iyilerden yanaydım. İyi şeyler yapmaya, iyi şeyler yazmaya çalışırdım. Çok aktif olamasam da hayatta, kendimce olumluydum, zarar vermeyen dokunuşlar yaptığıma inanırdım. Biraz fazla çekingendim. Çekinirdim, kaçardım çoğu şeyden. Söyleyeceklerimden korkardım; karşılığında olumsuz dönüşler olacak diye. Yaptığım her şeyi çekinerek yapardım. Olsun, iyi biriydim ve kimseye zararım yoktu ya bu da bana yeter derdim.
Zamanla biraz daha cesaretlendim. Biraz daha sesim çıkmaya başladı ve biraz daha rahat hareket eder oldum. Değişmeyen tek şey yıkılmaz duvarlarımdı; inanışlarım, kendimi çevreden ayrı görüşüm, bildiklerime olan tutsaklığım, hayata, kendime ve insanlara bakış açım…
Yıkıldı. Yerle bir oldu. Deli dolu esen rüzgârlar değil, bir bakış bir söz değildi, duvarları yıkan, delik deşik eden. Amansız bir hastalık, büyük bir mükâfat da değildi. Yeni doğan bir bebeğin ilk ağlayışıydı. Kalbimin tam orta yerinde bir doğuş ve ağlayış. O ağlayış içinde duvarları yerle bir eden bir duyuş, düşünce fırtınası. İçine nasıl düştüm? Nerden geldi bu ağlayış, nerden geldi bu duygu ve düşünceler? Önüne geçemediğim bu yenilgi nasıl oldu? Bildiğim şey, hazırlıksız ve aniden yakalandığımdı. Beni çok sarstığı idi.
Bebek ağlıyor. Hangi mekânda, hangi zamanda ve kimlerin yanında. Önemi yok. İçimde ağlıyor. Ağlıyor ve konuşuyor:
“İyiydim ben. Ekmeğe, havaya, güneşe ihtiyacım yoktu. Anne karnında ihtiyacım olan her şey vardı ama beni aldılar, yaşamın orta yerine koydular. Söyleyin bana, ben kimim? İsmimin ve cinsiyetimin ne önemi var? Ya bahar olacağım ya kış.
Ben, kendisini doğuran anneyi sevenim, aynı zamanda ona en çok eziyet de edenim. Bütün insanlar bir anneden dünyaya gelir. Sonra da en çok zulme en çok aşağılanmaya maruz bırakılır. Ne büyük bir cehalet ve mantıksızlık. İkisi arasında gidip geleceğim. İşin içinde çok zarar vermek var bu dünyaya. Sevmek de var nefret etmek de tamam ama öldüren de benim, yuvalar yapan ama sonra yıkan da benim. İyilik eden ama sonra kazıklayan da benim. Dost oluyorum, dostu yarı yolda bırakıyorum ben.
Anne karnında küçük, çok küçük bir hücre yeterken bana, şimdi koca bir dünya, evler, bağlar bahçeler hatta inanmazsınız ülkeler bile yetmiyor bana. Evet, evet gidiyorum başka ülkenin malına mülküne de göz koyuyorum. Kordon bağından içime akan nimet yeterken şimdi hiçbir sofra beni doyuramıyor.
Ben insanım artık. Dönüşü olmayan bir yoldayım. Bir sevdaya, iyiliğe, şefkate, çiçek olup açmaya, derman olup iyileştirmeye gidecek olan benim. Allah’ın rızasını, merhametini, sevgisini, hoşnutluğunu kazanacak olan benim. İnsanın en büyük korkusu da benim. İsyankârım, cahil ve zalimim. Kendi türünün zarara uğraması, hastalanması, ölmesi, aç kalması, aşağılanması için bu kadar çabalayan aklı olan ama akılsız davranan da benim. Ben başkaları içine düşsün diye kuyu kazan sonra da açtığı kuyuya kendi düşen gafilim.
Ben ağlamayayım, hıçkıra hıçkıra ağlamayayım da kim ağlasın. Garanti edeniniz var mı, ben hangi tarafta olacağım? Yaşama ve insanlara yaralar açan mı, yaralar saran mı olacağım.”
O bebeğin ağıdı susar mı içimde? Ben iyi taraftayım düşüncesiyle kendimi avutabilir miyim? Etrafıma duvar örmek istemiyorum artık. Ayrı değilim hiçbir şeyden. Bir yanım gündüz ise diğer yanım gece. Susmak ile olmaz. Yaralar sarmalıyım. Ben yapmıyorsam kardeşim yapıyor, acıtıyor dünyayı. Daha fazla bebek kurtarmalıyım. Işığımı arttırmalıyım. Karanlık azalmalı.
Hiçbir bebeğin suçu değil, sonradan düştüğü durum. Bebekleri, doymayan, acımayan, yakan ve yıkan, zalim ve uslanmaz yapan insanın suçu, yaptığım ve yapamadığım şeylerin nedeniyle benim suçum.
Ve bu döngü her gün yeni doğmuş bebeklerin kulağına fısıldanıyor. Bütün güçleriyle ağlıyor bebekler yine. Sanık sandalyelerinden birinde de ben oturuyorum.
Cengiz Aymatov’un 1997 yılının yazında, Ötüken Yayınevi tarafından yayımlanan “Kassandra Damgası” adlı romanında: ‘Araştırmalar için uzayda kalan Filoley, uzay istasyonunda yapmış olduğu çalışmalar sonucu tüm insanlığın geleceğini etkileyecek büyük bir buluşa imzasını atar. Uzay rahibi Filoley, anne karnında henüz daha embriyon halindeyken, insanların yaşanılmaz bir yer haline getirdikleri dünyaya gelmeyi reddeden embriyoların varlığını keşfeder. Bu embriyonlar, kendilerini bekleyen kötü hayat şartlarıyla karşılaşmamak için doğuma karşı olumsuz tepki göstermektedirler. Bunun sonucu olarak da, kendilerini doğuracak olan kadına bir işaret göndermektedirler. Filoley, bu embriyonlara “Kassandra Embriyonu” ve bu embriyonların bir işareti olarak hamile annenin alnında beliren küçük beneklere de “Kassandra Damgası” ismini verir.’
Cengiz Aymatov’un romanındaki gibi, embriyonlar yarın böyle bir dünyaya gelmek istemedikleri mesajını bize iletmenin bir yolunu bulsalar, dünyamızın bu mesaja cevabı ne olurdu, merak ediyorum.

(Avrasya Yazarlar Birliği, Edebiyat Akademisi, Deneme Atölyesi, 2015)

VEDALAR VAKİTSİZDİR
Bir gün gözlerimin ta içine bak:
Anlarsın ölüler niçin yaşarmış,
    Sezai Karakoç
Vedalar vakitsizdir. Ta ki vedalar bitinceye dek.
Yüreğinle karşıladığını, yüreğinle uğurlarsın. Olabilir, çok beklemiş olabilirsin. Ya da aniden çıkmıştır O. Sen yine de çok sıkı sarılma.
Bir türlü büyüyemedi kalbim. Büyümemek için her fırsatta çok uzaklardaki ütopyalarıma kaçtım. Büyümeyi hiç istemedim. Oysa etrafımdakiler hep büyüdüler.
Her ışığa sarıldım. Beklediğim geldi, sandım. Gitmeyecek sandım. ‘Vedasız başlangıçlar’ bunlar diye düşündüm. Hâlbuki batan her güneş beni uyarmaya çalışıyordu. Duyamadım!
Vakitsiz vakitsiz vedaların sonu gelmedi. Çocukluğum kayıp gitti ellerimden. Rüyalarım bir bir kaydı ellerimden. Hayallerim için “artık imkânsız” dediler.
Büyüdüm. Askere gittim. Sağlığıma ve düşlerimin birçoğuna veda etmiş olarak döndüm.
İşitme ve denge rahatsızlıklarım orada başladı. Babam önde ben arkada, Ankara da gitmedik hastane bırakmadık, neredeyse.
Aynı; bakışlar, muayeneler ve sonuçlar hep aynı. ‘’Nedeni belli değil, şu anda bir tedavisi yok. Yapabileceğiniz fazla bir şey yok. S/N Tipi işitme kaybı.’’dediler.
Sanıyorlardı ki onlar, bir hastaya baktık ve sonucunu ellerine verdik. ‘’Sıradaki gelsin’’
Peki, gözleriyle, beden dilleriyle, söylemedikleriyle, neler verdiler? Doktor-hasta ilişkisi; bir beden üzerinde problem çözümü. Gerçi, nereden bilsinler değil mi, Tıp Fakültesi’nde bir hastanın neler ile geldiğini ve sonrasında hastaneye ve doktoruna nasıl veda ettiğini, sanırım öğretmiyorlar.
Hastalığım ile ilgili şunu artık iyi öğrenmiştim. Altında derin psikolojik nedenler vardı. Bir dengesizlik vardı. Ben dengeyi kuramadım. Hala da kuramıyorum. Sadece bedenime zarar vermesini engelledik çok şükür.
İnsana güzel yakışır. Hepimizin içinde; bir parça, kışın, karanlığın, günahın olduğunu biraz biliyorum. Kaçışı mümkün olmayan gerçeklikler vardır. Bir güzellik de şudur düşüncemce; günahınla, karanlığınla, kışınla baş başa kalmaya çalışmak; onu etrafına bulaştırmamak. Güvenli ellere, güvenli gözlere teslim olmak.
İnsanların büyük bir kısmı meydanlara indi. Ben karanlığın temsilcisiyim, diye. İşte burada sırlı, hazin, büyük bir veda vardı. Bu vakitsiz, sessiz, tarifi olmayan veda, dünyama ve yaşama ağır yaralar açtı. Aşkın vedası, sağlığın, güzelliğin, ömrün vedası hafif kaldı bunun yanında.
Alışamadığım vedalar var. Güneş gibi güzellikler de vakti gelince batıyor. İşte bu vedalara alışamadım bir türlü. Yaşadığım zamanda, insanın içindeki siyahın izlerinin ağır basmasına, aydınlığa karşı güç gösterilerine ve zaferlerine.
İnsanların benim içim temiz derken, geçip giden hiçbir güzelliğin vedasına aldırış etmemesine alışamadım. Alışmak istemiyorum. Ne kadar çabalasam da bazen onlar gibi olmama neden içsel yapıma alışamadım. Alışmak istemiyorum.
Güzel dünyama zarar veren şeyler çok kök saldılar, her yöne doğru. Onlar yatıya kaldılar. Öyle kolay kolay veda etmeye niyetleri yok.
Bu olup bitenler beni hasta etti. Hastalandım. Kendime hastalandım. Geçmişe, olup bitene, zalimlere ve onları büyütenlere.
Güneş! Onlar için gül.
Toprak! Demet demet çiçekleri onlara der.
Kar! Yağ ki çocuklar sevinsin.
Yumak yumak ellerinde eritsinler.
Yağmur yüklü bulut!
Sen bu gün benim için ağlar mısın?
Ağladım.
Geceye dönen gündüzler, gündüze dönen geceler boyu.
Ağladım ve düşündüm.
Bir gün, vedalar okulunu bitirdim;
Sokağa çıkamayacak hâle gelince; düşünemeyecek, yaşayamayacak hale gelince. Vedalar hepsi birden başucuma geldi ve hepsi birden vakitli veda ettiler; “Zaman gibi nehir gibi günlük gelir ve gideriz” dediler. Mevla bir tek bedenime veda izni vermedi. “Sen akıp giden nehirsin artık” denildi.
Şimdi mi, yüreğime gelene de gelmeyene de eyvallah. Gülerim de ağlarım da. Dün, dündü, değil mi? Oysa bu gün, bu gün değil benim için. Sadece gün var. Yaşama uyanarak karşıladığım ne varsa ama ne varsa bana veda etmek için gönderilmiştir. Hoş geldin, sefa buldun-güle güle. Beraber ve iç içe. Günün içinde olan en büyük mutluluğum da gün ile batar, en büyük acım da. Geçmişim defter üzerinde karalanmış bir müsvedde.
Benimle beraber olan kâinatta ne varsa akar gideriz bir nehir gibi. Acısıyla, tatlısıyla, nefretiyle, sevgisiyle. Bir tek kural var: Bir yere tutunmamak. Bir yerde kök salmamak. Akıp giderken, günü şereflendirmek. Günü, beni ve bende olanı değerli kılmaya çalışmak. Yanan güzel şeylere körükle gitmek. Karanlığa kafa tutmak, tutabilmek için öğrenmeye çalışmak, değişime gönüllü yazılmak. Akıp giderken zaman denen arkadaşla beraber, ardında güzel izler bırakmak. Güzel vedalar bırakmak.
Vedalar senle ilgilidir.
Sendir.
Sen nasılsan veda da odur.

(Avrasya Yazarlar Birliği, Edebiyat Akademisi, Deneme Atölyesi, 2015)

ŞİİR GİBİ
Oldum olası içimi yakar,
Bu oluşlar, içime atışlar.
Dışarıda bir uğultu,
Hayalimde şiir gibi rüyalar.
Şair olmak istiyorum,
Ressam ve yazar.
Şiirler, resimler düşsün içime,
Şiir gibi olsun, zamanlar ve sevdalar.
Şiir gibi aksın,
Kalemim kâğıdın üzerinde.
Şiir gibi yürüsün,
Ayaklarım yeryüzünde.
Şiir ile resim ile müzik ile
Söz ile saz ile hâl ile
Bir anlaşma yapayım kalpten,
Şiir gibi aksın, yarın, içime.
Şiir olmak, renk olmak, musiki olmak,
Dengeyi bulmak istiyorum.
Ben mutluluğu değil, acıyı değil,
İnsanı ötelere iten söz olmak istiyorum.
Benim derdim şiir ile
Söz ile çizgi ile
Benim derdim, olup biteni anlamak ile
Derdim bana yoldaş, bir çizgi ile bir şiir ile.
Şiir gibi her şey, bu oluşlar,
Nasıl anlatsam ah, yetmiyor sözler,
İçim bir gün alev alev yanardağ,
Bir gün süt liman dokunuşlar.
Çare yok,
Başka yol yok,
Akıl ve mantık beri dur.
Şiir gibi olmaktan başka çare yok.
Hey! Siz büyük ressamlar,
Şair ve bestekârlar,
Eşsiz eserler ile tarihe yazılanlar.
Şiir gibi miydi her şey?
Yoksa elinizde sadece eserler mi var?

(Avrasya Yazarlar Birliği, Edebiyat Akademisi, Şiir Atölyesi, 2015)

SORULAR
Sahi! Sorular nereye sorulur?
Cevaplar nasıl duyulur?
Bu güneş, bunca kar ve yağmur,
Bunca oluşlar, dokunuşlar.
Bunca zamandır omzuma neden dokunur?
Sen de ve ben de,
Hayat başka başka dillerde,
Son durağı olmayan bir tren yolculuğunda,
Vagonlar dolusu düşünceyle,
Gidiyoruz tam gaz bilinmeyene.
Akıntıda bir mola.
Karaya oturdu kayık.
Akıp giden bunca şey ne de karışık.
Akıntı da, akan da karışık.
Kafam çok karışık.
Sorular ah sorular.
Bebek ile katil aynı cümlede.
Sevgi ve nefret, sen ve ben,
Elimizde mi, dilimizde mi, nerede,
Cevaplar cevaplar hangi sırlı köşede.

(Avrasya Yazarlar Birliği, Edebiyat Akademisi, Şiir Atölyesi, 2015)

EVİM
Dört duvar arası.
Kimi zaman cennet mağarası,
Bazen de keder yarası,
Ocağım, bucağım, damım orası.
İçindeyim,
İki melek arası, bir de hayat yoldaşı,
Sabahındayım, akşamında,
Cennet ile cehennem arası, dünya hatırası.
Kiracıyım ben, kiracı,
Evimin de kiracısı.
Göçen hiç kimse de kalmadı ki tapusu ve harcı.
Ev denen bu yuva, kalbimin harcı.
Rüyalarımda, hayallerimde ve imanımda,
İnşa ettim alın terlerimde, hayat arkadaşımla.
Yaradan yarattı, uzattı yollarıma.
Evim de bir ocak,
Mutluluk kaynatır biz, bir oldukça.
Olmayana oldursun Mevla,
Bir kutlu yuvaya kondursun Mevla,
Eller ve kalpler buluşsun sema da.
Nice hayırlar buldursun Mevla.

(Avrasya Yazarlar Birliği, Edebiyat Akademisi, Şiir Atölyesi, 2015)

YOL
Önüme uzanmışsın,
Yarınım olmuşsun,
Benim suçum ne?
Ben sana değil, sen bana yol olmuşsun.
Kimi yerde bir yere varıyorsun.
Bazen ulu orta bırakıyorsun.
Düğümleniyorsun.
Karışıp duruyorsun önümde.
Kimleri getirdin, kimleri götürdün benden,
Ne zamanlar öldürdün önceden,
Nereye doğru uzanıyorsun böyle,
Ürküyorum sonunu göremeyince.
Bazı sokakların ne güzel,
Kimi yerde ne mübarekler,
Ah, olmasa da idi şu zalimler,
Söyle ey yol, nedir bu haller.

(Avrasya Yazarlar Birliği, Edebiyat Akademisi, Şiir Atölyesi, 2015)

Alper ŞENADAM


6 Mart 1994 İstanbul doğumlu. İlk ve ortaokulu Bahçelievler Atatürk İlkokulu’nda okudu. Bahçelievler Erkan Avcı Endüstri Meslek Lisesi, Metal Teknolojileri Bölümünü bitirdi. Gazi üniversitesi, Çağdaş Türk Lehçeleri ve Edebiyatları 2. Sınıf öğrencisidir.
Çaycı Dil, Kültür ve Edebiyat Dergisinin yazı işleri sorumlusudur.

HİKÂYE:
Gaza Günü

GAZA GÜNÜ
14 Kasım 1808 gecesi:
Karargâh üstüne zifiri bir karanlık çökmüştü. Eski bir çiftlikten bozma karargâhın etrafında, üçerli gruplar halinde askerler devriye geziyorlardı. “Destur!” diye kaba bir ses yankılandı çiftliğin bahçesinde, ardından bir top sesi. İlk gülle iki katlı konağa ateşlenmişti. Gülle, misafir odasının duvarını delmiş ve iki askeri parçalamıştı. Nefes almadan diğer toplar ateşlendi. Yağmur gibi, gökten şarapnel yağıyordu. Her şarapnel bir candan can alıyordu. Alemdar Mustafa Paşa’nın ordusu fakir köylülerden oluşmuştu. Mustafa Paşa’nın seçtiği askerler, Mevlevi ya da Bektaşi geleneğinde yetişmiş kişilerdi. Aynı kademede olanlar birbirlerine “can” diye hitap ederdi. Toplar sustu. Kaba ses yine yankılandı. “Ali yar, Muhammed yoldaşımız, Allah aşkına hücum!” yattıkları yerlerden binlerce yeniçeri kalkıp yalın kılıç koşmaya başladı. Karargâh koridorlarında Alemdar Mustafa Paşa’nın sesi duyuldu. “Askerlerim! Gazilerim! Namerde boyun eğmeyen yiğitlerim, gün gaza günüdür. Devlet düşmanı, kanı bozuklara acımayın!” Alemdar Mustafa Paşa’nın yaveri bağırarak askerler arasında koşmaya başladı. “Nişan al! Ateş!” yüzlerce can bir anda can verdi. Yaver kılıcını çekti. “Süngü tak! Hücum!” yeniçeriler karargâhı dört bir yandan kuşatmış, Alemdar Paşa’nın ordusu da dört bir yandan kuşatmayı delmeye çalışıyordu. Tan vaktine girilmişti. Gece boyunca süren savaşın sonucunda Alemdar Mustafa Paşa, yanında yirmi askeriyle cephaneliğe çekilmişti. Eskiden buğday deposu olan mahzene indiler. Kapısına büyük bir asma kilit vurdular. Mustafa Paşa’nın yaveri son kalan askerlerini kapının önüne dizdi. Barut fıçılarının üstüne oturmuş paşanın önünde durdu. “Komutanım, emriniz nedir?” “Teslim olmak yok! Buradan kimseyi çıkartmam. Savaşarak ölsek dahi bu mendeburlar, ölülerimizi kapı kapı dolaştırırlar. Yüce Devlet Osmanlı’nın sadrazamı, köpeklere yem edilirse, iç ve dış düşmanlar saldırıya geçer. Daha kötüsü, halk nezdinde Halife efendimizin itibarı yerle bir olur. Aileme ‘Alemdar’ unvanı laf olsun diye verilmedi. Bu kol kopar, başım toprağı öper ve bedenim parçalara ayrılır yine de sancağa toz değmesine izin vermem.” Yaver ve geri kalan askerler, bayrağı tutan direk gibi dimdik durdular. Yaverin “Selam dur!” nidası depoda yankılandı. Alemdar Mustafa Paşa en dibe, karanlık bir köşeye çekildi. Sarma tütün sigarasını yaktı. Derin bir nefes çekti. “Ya Hak!” dedi ve sigarasını barut fıçısına attı…
Padişah Mahmut Han, pencere önünde durmuş. Açtığı devlet sancağının altına akın akın giden milletini izliyordu. Elleri arkasında, sarı kehribardan yapılma, iri taşlı tespihini hızla çekiyordu. Akşam boyunca masa başında planlar yapmıştı. Akşamın karanlığı büyük bir kapışmaya sahne olmuştu. Alemdar Mustafa paşa karargâhına, başıbozuk yeniçeriler saldırı düzenlemişti. Mahmut Han, sabaha kadar iki babayiğit ordunun savaşından saatlik raporlar almıştı. Ne kadar kişi saldırdı… Ne kadar cephaneleri var… Ne kadar cephane harcadılar ve geriye kaç kişi kaldılar… Mahmut Han, cephanelikle beraber yüzlerce çerinin havaya uçtuğunu duyunca… Seccadesini serdi. Namaz kılıp dua etti. Seccadenin üstünde kararını verdi. Vezirini çağırttı. “Yeniçeriler ne kadar zaman da eski gücünü toplar?” “Sultanım, şimdi haber salsalar, en geç iki aya toparlanır. Eskisinden daha kindar olarak dönerler ve…” padişah elini kaldırdı. Sadrazam sustu. “Zaman tahtı düşünme zamanı değil paşa, donanmaya haber salın şehre giriş yapsınlar. Devlet sancağını meydana açıp halka da haber edin, kim Padişaha ve Halifeye bağlıysa… Kadın erkek, çoluk çocuk, yaşlı genç demeden meydana, sancağın altına gelsin. Sokaklarda dolaşan yeniçeri artıklarını da ibreti âlem diye oldukları yerde boyunlarını vurun. Yeni döktürdüğümüz topları da yeniçeri karargâhına doğru çevirin. “Yeter artık! Savaşları kazanmamalarını bir yana bıraktım. Çarşıda ahlaksızlıklar yapmaya başladılar. Ne yazık ki, içlerindeki iyi çeriler de altın hırsına kapıldı. Para hırsı, yüzlerce yıl öncesinde Avrupa’yı titretmiş bir orduyu, başıbozuk isyankâr bir serseri tayfası yaptı.”
Öğle güneşi en tepeye varmıştı. Vezir, kadı Abdurrahman Paşa’yla birlikte padişahın odasına giriş yaptılar. “Sultanım, ordu şehirde hâkimiyeti eline aldı. Halkınız meydanlarda ve toplar yeniçeri karargâhına çevrildi.” “Taş üstünde taş kalmayana kadar durmayın, topları ateşleyin.” Padişah sol yanını tuttu bir iki sendeledi. Kadı ve vezir padişahın düşmesini önleyip sandalyesine oturttular. “Abdurrahman, tez koş! Emrimi orduma bildir. Devlet işi daha önemli…”
Top sesleri duyulmaya başlamıştı. Padişahın odasının kapısı açıldı. İki asker sürüyerek bir yeniçeri çorbacı başını getirdiler. Padişah yüzünü pencereye dönmüş, çeriye bakmaya bile lüzum görmedi. Cebinden, üstü kurumuş kan damlaları olan bir altın para çıkarıp vezire uzattı. Vezir altını aldı. Çeriyi tutmakta olan askerlerden en irisine verdi. Asker ayağıyla çeriyi yerde tutmaya çalışırken elleriyle de, çerinin ağzını açıp altın parayı dilinin altına yerleştirdi. “Vezirim, bu münafığı şehrin ortasında asıp düzenli ordunun karargâhında ifşa edin.”
Padişah güneş doğmadan sarayından çıktı. Yanında Alemdar Mustafa Paşa’nın yerine geçen yeni sadrazamı ve başyaveri de vardı. At üstünde sivil kıyafetlerle, gömülebilen çerilerin kabirlerini ziyaret etti. Sağına soluna baktı. Yeniçerilerine, köylerinden Mustafa Paşa’nın arkasında gelen köylü çocuklarına uzun uzun baktı. “Vah! Nice yiğit göçmüş” diye haykırdı. Mezarcılar sadece uzaktan bakabildiler. Bir günde nice çeri yakını gelip dövünmüştü. Teselli etmek boşunaydı. Çukur kazmaya devam ettiler. Mahmut Han, iç cebinden küçük Kuran’ını çıkarıp okumaya başladı. Her kazma toprağa değil de kalbine saplanıyormuş gibi hissetti. Okumasını bitirdi. Yaşlardan sırılsıklam olmuş yüzünü, sakalını sıvazladı. Yürümeye başladı. Bir mezarın önünde durdu. “Mekânın cennet olsun Paşam” dedi ve atına atladı. Sadrazamı yanına yaklaştı. “Padişahım, kullarınız zatı âlinizden yeni ordunuza ad bekler.” “Hz. Muhammed’in zafer kazanmış ordusu olsun. Münafıkların kalbine hançer gibi saplandı. İnşallah kâfirin kalbini de oklar.”

(Avrasya Yazarlar Birliği, Edebiyat Akademisi Hikâye Atölyesi, 05.03.2015)

Binnur KARYAĞDI


Eve giren para zar zor geçindiriyordu o aileyi yıllardır. Evin büyükleriyle birlikte ev nüfusu altı kişiydi. Yeni bir bebek müjdesi gelince baba itiraz etti. ‘’Zaten geçinemiyoruz, nasıl bakarız yeni doğacak yavruya?’’ dedi. Anne ise zaten kaybetmiş olduğu iki yavrusundan sonra bu çocuğu da ölüme göndermek istemedi. Karşı çıktı kocasının düşüncesine… ‘’Ben bakarım yavruma…’’ dedi. Direnemedi kocası, kadının karşısında ama sözünü dinlemediği için bir süre yüzünü asmayı ihmal etmedi. Aylar geçti, 25 Ekim 1994 günü 4,5 kilo tombik bir çocuk dünyaya geldi…
***
O çocuk bendim. Önceleri istenilmeyen ama doğunca eve neşe olan bir çocuktum ben… Babam işçi, annem ev hanımıydı. Ben doğduğumda ablam ve ağabeyim epeyce büyüktü benden. Bu yüzden onların kanatları altında öğrendim nasıl davranılacağını zorluklar karşısında… Zaman geçti okula başladım. Yıllar geçtikçe umutlanıyordu ailem. Çünkü bu sülaleden okuyan bir çocuk çıkacaktı. En çok da babam güveniyordu bana… Kişisel gelişimimle bizzat babam ilgilenmiş, okuyup onu gururlandırayım diye epey çaba sarf etmişti. İlköğretimi Kara gümrük İlköğretim Okulu’nda, liseyi Fatih Kız Lisesi’nde bitirdim. Küçüklüğümden beri yazar olmak isterdim. Arada sırada hedef şaşmaları oldu elbet ama ben yine edebiyatı seçtim. Bu yıl Gazi Üniversitesi Çağdaş Türk Lehçeleri ve Edebiyatları bölümü ikinci sınıf öğrencisiyim. Bir gün iyi bir yazar olacağım inancıyla okuyor, araştırıyor ve yazıyorum… Diyor ya Franz Kafka: “Çünkü insana en çok kitap yakışıyor ve mürekkebin kuruduğu yerde kan akıyor!” Bu konuda onu takip ediyorum…

HİKÂYE:
Ayn Şin Kaf

AYN ŞİN KAF
Birkaç haftadır düzgün besleyemediğim bedenim bana isyan etmeye başladı. Kalbimle beynim savaş halinde son günlerde. Beynim vücut fonksiyonlarını yerine getirmeye çabalarken gönlüm dur diyor, dur! Bu çocuk daha önce hiç âşık olmadı, bırak yaşasın aşk acısını. Kalbimi dinliyorum. Hoş onu dinlemek istemesem de sesini bir şekilde duyuruyor. Gümbür gümbür sen onu hala seviyorsun diye haykırıyor. Hiçbir şey yapmak gelmiyor içimden: yemek, içmek, gezmek… Çocukluğumdan beri canım her sıkıldığında yürüdüğüm bu sahil bile ferahlatmıyor içimi.
Bu sabah uyandığımda içimde garip bir dürtü vardı. Günlerdir aynaya bakmadığımı fark ettim. Aynada çökmüş bir çift gözle karşılaşmıştım. Aciz, çaresiz bir adam vardı karşımda… Beni bu hale getiren aşktı. O kadar güçlüydü ki bu duygu, kurbanını istediği tarafa çekiyordu. Kimi rezil oluyordu kimi vezir. Ben rezil olmuştum. Hem sevdiğime kavuşamamıştım hem de perişan olmuştum. Aklımdaki düşüncelerle yola koyuldum. Dalından düşmüş bir yapraktım bugünlerde, rüzgârın beni yönlendirmesini diliyordum.
Evden çıktım. Hareket etmek için yeterli enerjim yoktu ama bugün ben vücudumu değil vücudum beni yönetiyordu. Evim çarşıya yakındı. Az sonra çarşının başına geldiğimi gösteren fırının önündeydim. Fırından gelen kokular bana aç olduğumu hatırlattı. Buna rağmen hâlâ canım bir şey istemiyor, yemek fikri aklıma düşünce midem bulanıyordu. Adımlamaya devam ettim. Çarşı çok farklı görünüyordu gözüme. Uyumamla uyanmam arasında çok uzun yıllar vardı sanki. Daha önce hiç girmediğim bir sokağa girdim. Eski bir Fransız filminden çıkmış kadar otantik bir sokaktı. Eski taş binalar, Arnavut kaldırımlar, çift başlı loş ışık yayan lambalar… İnsanın duyguları bilmediği şeyler keşfettiriyordu bazen. Sokağı incelemeye doyamamışken başımın döndüğünü hissettim ve olduğum yere yığıldım.
Uyandığımda başucumda duran yaşlıca bir adam bana elindeki bardaktan şekerli su içirmeye çalışıyordu. Şekerli su midemdeki sancıyı geçirmeye başlamış, gözlerim açılmıştı. İhtiyar adam tatlı tatlı yüzüme bakıyor, sanki bir şeyler söylememi bekliyordu. Yerimden doğruldum, yattığım sedirin sırt kısmındaki sert minderlere yaslandım. İçinde bulunduğum mekânı incelemeye başladım. Karşımda sıvası dökülmüş bir duvar, duvarın ortasında beyaz bir yazı tahtası, yazı tahtasının iki yanında kırmızı ciltli kitapların bulunduğu kitaplıklar vardı. İçerisi, gündüz güneş ışığıyla aydınlanıyordu. Geceleri de duvardaki gaz lambaları ile aydınlatılıyor olmalıydı. Oturduğum sedirin sağ tarafında ufak bir çalışma masası, masanın üstünde bir deste saman kâğıdı, çeşitli kalemlerin bulunduğu bir kalemlik, bir kül tablası ve kirli bir çay bardağı vardı. Yazma yeteneği olmayan birisi bile şair olabilirdi burada. Ben bu düşüncelerle etrafı incelerken, ihtiyar sessizliği bozdu:
–Nasıl hissediyorsun delikanlı? Seni içeri taşıdığımızda yüzün sapsarıydı. Şekerli su iyi gelmiş olacak. Karnın aç mı bir şeyler hazırlayayım mı?
–İyiyim amca teşekkür ederim. Son günlerde beslenmeme dikkat etmiyorum pek. Aslında hiç yemiyorum. Yaşamımı devam ettirebileceğim işleri yapmak gelmiyor içimden.
–Bir derdin mi var delikanlı? Yaşın genç… Ömrünün baharında hayattan vazgeçmek yakışıyor mu hiç?
İhtiyar bunları öyle tatlı bir ses tonuyla söylüyordu ki, derdimi bir çırpıda söylemek geliyordu içimden. Aşktan amca, beni bu hâle deniz gözlü bir yâr getirdi demek istiyordum ama diyemedim. Başımı önüme eğmekle yetindim. İhtiyar omzuma dokundu, yüzünde anlamlı bir tebessüm vardı. Belli ki görmüş geçirmiş adamdı. Âşık adamın halinden anlamış olmalıydı.
Amca yerinden kalkıp, tozlu raflara doğru ilerledi. Bir şey arıyor gibi kitapların arasını karıştırdı. Az sonra elinde bir deste saman kâğıtla geri gelip karşımdaki sandalyeye oturdu. Boynundaki gözlükleri burnunun üzerine yerleştirip bir süre kâğıtlara baktı ve anlamlı bir gülümsemeyle elindekileri bana verdi. Sayfalar iki sütundan oluşuyor, bir tarafında Arap harfli metin bir tarafında Latin alfabesi kökenli metin yer alıyordu. Ben metni okurken amca:
–Bu hikâyeyi bilir misin delikanlı? Dedi.
–Bilinmez mi amca? Bildiğim en iyi aşk hikâyesidir bu belki dedim. Leyli hasretiyle yanıp, Mevla’ya varan kaç âşık vardır ki?
Aşkın amacı Mevla’ya varmaksa sen neden kavuşamadığın yâr için kendinden vazgeçiyorsun?
Amcanın sözleri istemsizce gülümsetmişti beni. İçimde yaşadıklarımdan haberdar gibiydi. Oysa duygularımı açıkça anlatmış olmama rağmen en yakın arkadaşım bile anlamamıştı hislerimi. Aramızdaki yabancılık duvarı kırılmaya başlamıştı.
–Kime anlatsam derdimi; geçer, daha gençsin dedi. Sen de öyle diyeceksen hiç girmeyelim bu konuya bey amca.
–Derdi olana geçer denir mi delikanlı? Bu saçlar değirmende ağarmadı.
Bu sözleri söylerken bir tebessüm belirdi amcanın dudaklarında. Boynundaki gözlüğü, kareli gömleği, keçe yeleği ve keten pantolonuyla filmlerdeki babacan karakterlere benziyordu. Tahmin ettiğim yaşa göre haddinden fazla beyazlamıştı saçları. Tıraşına bakılırsa da ya asker ya öğretmen emeklisi olmalıydı. Ben amcayı incelerken, sigaradan kaynaklandığını düşündüğüm çatallaşmış sesiyle konuşmaya başladı:
Önce tanışalım istersen delikanlı ya da sadece ben tanıtayım kendimi ki konuşmak istediğinde rahat ol yanımda. Adım Hulusi ama burada ki esnaflar bana baba der, en az babaları kadar sever sayarlar beni, sağ olsunlar… Edebiyat öğretmeniydim birkaç yıl öncesine kadar. Öğretmenlikten emekli oldum ama edebiyattan vazgeçebildiğim söylenemez, görüyorsun ya işte yer gök kitap benim için hâlâ…
Kitaplarına bakarken hüzünle bakan gözlerinden sevgiyle dolu bir ışık geçti. Hiç böyle bir öğretmenim olmamıştı geçmişimde. Kim bilir öğrencileri ne kadar seviyordu Hulusi Hocayı ve o mesleğinden ayrılmak zorunda olduğunda ne kadar üzülmüştü. Dersini sevdirmek için gülümsemesi bile yetiyordu belki. İlk kez bu kadar kısa sürede kanım ısınmıştı birisine. Anlatmaya karar verdim yaşadıklarımı. Zaten anlatmazsam delirecektim. Ben de onun gibi kendimi tanıtarak başladım söze:
–Benim adım Sercan, bir konuda ortak sayılırız hocam. Eğer devam etseydim bu sene edebiyat öğretmeni olarak mezun olacaktım. Duygularıma yenik düştüm ve geçen senenin sonunda kaydımı dondurdum. Sanırım bir daha dönmeyeceğim okula…
Hulusi Hoca üzgün görünüyordu. Bir şey söylemek istiyor ama sözlerimi bölmemek adına susuyordu. Güçsüzlüğümü açığa çıkarmak istemiyordum ama dayanılmaz hale gelmişti bu suskunluk.
–İkinci sınıfın sonuna doğru bir kız girdi hayatıma. Yağmur… İlk görüşte takılı kalır ya insanın yüreği, öyle sevdim işte. Adını duymak bile nefesimi kesmeye yetiyordu. Bütün hayatımı ona adamaya hazırdım. Çok seviyorduk birbirimizi, her anımızı birlikte geçiriyorduk. Benimle aynı evde yaşamayı bile kabul etmişti. Yanında uyanamadığım her sabah bana acı veriyordu.
Konuşurken gözlerim yanmaya başladı. Gözyaşlarımın yanağımı ıslatmaya başladığını hissediyordum oysa erkek adam ağlamazdı. Hoca ne düşündüğümü hissetmiş olmalı ki elindeki mendili bana uzatırken ‘’Çekinme evlat, erkekler de ağlar.’’ dedi. Nefesimi kontrol etmeye çalıştım, biraz sakinleştikten sonra anlatmaya devam ettim.
–Bir gece uyandığımda Yağmur bir şeyler yazıyordu. Ne yaptığını sorduğumda suçüstü yakalanmış gibi hızla defteri kapatıp yastığının altına koydu. Önemsiz şeyler dedi ve yattı. İçimde parçalanan bir his vardı. Güven… Sekiz aydır beraberdik ve ona kendimden daha fazla güvendiğimi düşünüyordum. Canımı istese hiç düşünmezdim feda etmek için ama o gece içime derin bir şüphe düştü. Bu şüpheyle yaşamaktansa yazdıklarını okumalıydım. Ders saatlerimiz farklıydı. Onu okula yolladıktan sonra gidip defteri buldum. Nefesim duracak gibiydi. O defterde karşılaşmak istemediğim şeyler yazdığına emindim. Cesaretimi toplamak uzun sürdü, üstelik defter kilitliydi. Kilidi kırıp hızla sayfaları çevirdim, en son yazdıklarına ulaştım. Okuduklarım yüreğimi paramparça etti. Çünkü bana dair sevgi dolu tek bir sözcük bile yoktu. Birlikte olduğu, sarıldığı, öptüğü bendim ama sevdiği başkasıydı. Onu unutmak, ondan uzak kalmak için benim yanımdaydı. Geriye doğru okudum yazdıklarını, her sayfasında o adam vardı. Boyunu, kilosunu, kaşını, gözünü en ince ayrıntısına kadar yazmıştı. En kötüsü de beni hiçbir zaman sevemeyeceği yazılıydı o satırlarda…
Bir yandan ağlıyor, bir yandan o günü tekrar yaşıyor, bir yandan da anlatmaya devam ediyordum. Hulusi Hoca’nın ise yüzünde buruk bir tebessüm vardı.
–Dersten geldiğinde elimde defteriyle yatakta amaçsızca oturuyordum. Her şey açıktı, ona soracak hiçbir şeyim yoktu. Sadece git diyecektim, bir daha görmek istemiyorum seni ama düşündüğüm gibi olmadı. Çünkü defteri elimde görünce bağırmaya, bunları okumaya hakkım olmadığını söylemeye başladı. Suçluydu ama yüksek sesinden aldığı bir güç vardı. Sadece dinledim. Ağlamamak için direniyordum. Güzel olan bütün anlamları yüklediğim kadın gittikçe küçülüyordu karşımda. Sözlerini bitirdiğinde sadece git buradan diyebildim. Bu olaydan sonra birkaç defa gidebildim okula ama bahçede karşılaşmak bile acı veriyordu bana. Kaydımı dondurdum, kendimi dünyaya kapattım. Onunla olmazdı ama onsuz da olmazdı. Onunki mış gibi bir sevdaydı. Sev-miş gibi yanımday-mış gibi bana ait-miş gibi… İşte böyle hocam… Karşında aciz, güçsüz ve kendinden vazgeçmiş bir adam duruyor. Eğer teselli etmeye çalışacaksan şimdiden vazgeç, bu konuda kimse başarılı olamadı.
İhtiyar adam dizlerinden destek alarak yerinden kalktı. Eline bir kalem aldı ve karşımızda duran yazı tahtasına Arap harfleriyle Ayn, Şin, Kaf yazdı. Biraz durakladı, sonra altına Elif, Şin, Kef harflerini yazdı. El yazısı çok güzeldi. Geri dönüp yerine oturdu. Yüzünde hiç solmayan bir gülümseme vardı hâlâ. Bakışları insanın içini ısıtan türden ve yumuşacıktı. Sesini de bakışlarına uydurdu ve yumuşak bir ses tonuyla konuştu:
–Biliyorsun evlat; üstte aşk, altta eşk yazıyor. Aşka eşk yakışır derler, ne kadar doğru bilemem ama görüyorsun ya aşkın boynu bükük, eşkin başı dik… Boyun eğmesini becerebildiğin sürece sararsın sevdiğini Kaf gibi, başım dik duracak diyorsan ağlarsın köşende Kef gibi…

(Avrasya Yazarlar Birliği, Edebiyat Akademisi Hikâye Atölyesi, 08.03.2015)

Ebabekir CAMBOLAT


1981 Yılında Karaman’ın Ermenek İlçe’sinde doğdu. İlkokulu köyünde, Ortaokulu ise imkânsızlıktan ve yakınlarda okul olmamasından dolayı üç yıl ara vererek dört ayrı ilçede okudu. Lise olarak Sağlık Meslek Lisesini seçti. Liseyi üç ayrı şehirde bitirebildi. Meslek Lisesi mezunu olduğu için üniversite engeline takıldı. O yıllarda üniversite okuyamadı.
Ancak üniversite okuyamamak, onun eğitimden ayrı kalmasına kendini geliştirmesine engel olmadı. Ortaokulda öğretmenleri tarafından “Bülbül-i Şeyda” isimli şiir kitabı bastırıldı. Ressam Yüksel Yalvaç’ın yedi resim sergisinde resimleri sergilendi. Öğretmenler günü için yazdığı şiir, ülke çapında dereceye girdi.
Lise yıllarında ise “Nevai” adında edebiyat dergisi, “Bozkirbey” ismiyle haftalık gazete çıkardı. Çalışmaları Selçuk Üniversitesi ve Gazi Üniversitesi öğretim üyelerince takdirle karşılandı ve desteklendi.
Şu anda Ankara’da geç kaldığı eğitimine Kamu Yönetimi bölümünde devam etmekte olup, kendi çabalarıyla orta seviyede iki yabancı dil (Arapça-İngilizce) ve üç Türk Lehçesi (Özbekçe-Uygurca, Azerbaycan’ca) bilmektedir. Çeşitli dergilerde yazıları yayınlanmakta olup, ayrıca bazı yayın organlarında köşe yazarlığı yapmaktadır. E-ticaret uzmanı olan yazarın, ticaret alanında ve Özbek Dilinde Türkiye’yi anlatan iki adet e-kitabı (Elektronik Kitap) mevcuttur.

HİKÂYE:
Ahretlik
Darı Ambarı
Bundan Sonrası

DENEME:
Hasret takvimi

AHRETLİK
Yan yana eşit aralıklarla dizilmiş lataların arasından kararmış nemlenmiş tahtalar sırıtıyordu. Birkaç tanesi çatlamış bir tanesinin düğüm yeri çıkmış olmalı ki oraya zift yapıştırmışlardı. “Neden bakıyorum ilk defa mı gördüm sanki? Hepimizin evlerinin tavanları aynı değil mi?” diye geçirdi aklından. Ama başka da yapacak bir şeyi yoktu ki! Tavandaki lataları sayacak, tahtaları sayacak, o damı nasıl yaptıklarını, tahtaların üstüne serdikleri pürü nasıl güle oynaya getirdiklerini hatırlayacak, pürler başka bir anıyı hatırlatacak böylece vakit geçecekti. Düşüncelerinden bitkin bir ses uyandırdı onu.
–Çavuşuuum…
–Buyur çavuşum, dinliyorum.
–Üşüdüm. Çavuşum, üşüdüm.
–Merak etme, şimdi hallediyorum
Gözleri gaz lambasına gitti Ahmet Çavuş’un. Fitilin bitmesine az zaman kalmıştı. Sabahı bulur diye tahmin ediyordu Kendini zorlayarak ayağa kalktı. Gaz lambasını aldı, evin arkasındaki bölmeye doğru kapılara lambrilere dayanarak yürüdü. Bölmeye girdi. Gaz lambasını kenara koydu, odunları yoklamaya başladı. Eline geçen odunda yaşlık hissetmişti. Ellerini gözünün önüne getirdi, ıslaktı.. Kulağının arkasına bir soğuk dokunmuştu. Şıp… Birden önüne bir damla daha düştü. Doğrulup lambayı koyduğu yerden aldı, tavana baktı. Dam akıyordu, hem de birkaç yerden.
Hava yağıyor olmalıydı. “Normal” diye mırıldandı kendi kendine, “Kasım ayına geldik”. Odunlar ıslanmış olmalıydı. “Bu odunlar yanmaz ki, ah Süleyman Çavuşum ah. O kadar dedim “Camiye gitme evde kıl, sonra hastalanırsın, gerekirse bende gitmem evde cemaat oluruz” diye. Dinlemez ki, hep kafasının dikine dikine gider. Al işte hastalanıverdi ansızın. Ben demiştim, ama nafile, hastalanmanın sırası mıydı?”
Gece yarısı kendi evine de gidemezdi ki. Bir yorgan daha buldu. Palto, çul ne varsa getirip üstüne koydu. Yorganın kenarlarını yastıklara sıkıştırdı. Yine de içine sinmedi Ahmet Çavuş’un. Lambaya baktı alev ifil ifil titriyordu. Çocukken beraber yattıkları aklına geldi. “Altmış küsur yıl sonra yeniden ha” deyip dikdörtgen yorganları uzunlamasına çevirdi. Lambanın zembereğini kısık şekle gelecek şekilde çevirdi. Başucuna koyup, arkadaşının yatağına yatıverdi.
Horozların sesleri ile hasta yatmakta olan Süleyman Çavuş gözlerini araladı. Her tarafı tutulmuş olmalıydı. Kendini bağlanmış şekilde hissediyordu. Yorganı sağından çekmeye çalıştı, gelmedi. Ayaklarını zorla kıpırdatmaya çalıştı, sanki bir yere bağlıydılar. Pencerenin kenarcığından sabah güneşi evin içine vuruyor taze bir hayat müjdeliyordu insanlara. Zorla soluna döndü. Gözleri Ahmet Çavuş’un boynuyla karşılaştı. Kafasını çevirdi emin olmak için. Başka yerlere baktı sonra yeniden soluna döndü. Ahmet yanında yatmaktaydı. İçini sıcak bir his doldurdu. Acemilikte Erzurumlu komutanının sözünü hatırladı. “Kayserili, kazanacaksan insan kazan. Para kazanırsan bir gün kaybedersin. Dost kazanırsan hep kazanan sen olursun” Alnından öpsem diye geçirdi aklından. Yok ya olur mu öyle şey yaşlı başlı oturaklı adamlarız artık. Yerinden yavaşça doğruldu. O an arkadaşının belinin açık olduğunu gördü. Üstü elbiseler çullar ile doldurulmuş ağır mı ağır yorganların kendi tarafından bir parça çekerek arkadaşı tarafına geçirmek istedi. O an uyandı Ahmet Çavuş. İki çocukluk arkadaşın gözleri birbiri ile buluştu.
Her ikisi de birbirine minnetle saygıyla bakıyordu. Yavaşça doğruldular. Bir ressam gelse her ikisini de delikanlı olarak resmetse ancak birbirine sarılmak üzere olan insanlar olarak yorumlanabilirdi bu manzara. Nasıl yorumlanmasın ki! Beraber büyümüşler, aynı zamanda askere gitmişler, her ikisi de askerde çavuş olmuş, hatta aynı gün aynı evin kızları ile evlenmişler bacanak da olmuşlardı.
Süleyman Çavuş’un eşi doğumda çocuğu ile beraber ölmüştü. O zamandan bu yana hiç evlenmemişti, hep yalnızdı. Ahmet Çavuş ise geçen ay kaybetmişti yoldaşını. Ahmet Çavuş yaşça birkaç yıl büyük olmasına rağmen, daha genç duruyordu. Askerlikleri aynı yerde değildi ama birbirlerine saygılı davranmak istediklerinden “çavuşum” diye hitap ediyorlardı.
–Uyandın mı Çavuşum?
–Uyandım da seni de uyandırdım baksana. Çok rahatsız ettim mi seni?
Dedi Süleyman Çavuş.
–Olur, mu çavuşum? Rahatsızlık ne demek? Hem ben alışkınım senin hastalıklarına..
–Ne demek o bakayım. Çıkar şu ağzındaki baklayı
Gülüşüyorlar birbirlerine takılıyorlardı ihtiyarlar. Ahmet Çavuş devam etti.
–Unuttun mu küçükken de yataklara düşmüş, beni günlerce başında bekletmiştin.
–Unutur muyum Çavuşum unutur muyum? Ama o hastalık üzüntüden idi be? Bu farklı o farklı.
Yaşlı çınar birbirlerine anlamlı-anlamlı baktılar. Ahmet Çavuş ağır-ağır yerinden kalktı. Sırrı yine söyleyememişti. “Kahvaltıdan sonra söylerim” dedi içinden. Perdeleri kaldırıp, üstteki çiviye bağladı, pencereyi hafiften açtı. Dağ çayı yapmak ve kahvaltı yapmak için odadan ambara doğru yürüdü. “Yine geçirdik sabah namazını. Allahım ne olacak bu yaşta benim halim?” diye düşünerek çay tomurcuklarını sıyırdı. Süleyman çavuş sadece tomurcuklarını seviyordu.
Yavaş adımlarla kümese girdi. Tavukların sepetine baktı. Bir tane yumurta görünüyordu. Fol mu diye alıp kulağına doğru tutup salladı. Ses gelmiyordu. Fol yumurta değildi. Kümesten eve geri geldi. Tahta sahanlıktan bir tava aldı.
Tahtadan yapılma kahvaltı sinisini yuvarlayarak getirdi. Arkadaşından ses gelmiyordu. “ Yeniden uyumuştur” diye düşündü. Sacayağının üstünden yumurta tavasını aldı. Kahvaltıyı hazırlamıştı. Süleyman Çavuş’un başına geldi. Süleyman Çavuş’un yüzünde tatlı bir gülümseme hareketsiz yatıyordu. Ahmet Çavuş’un gözlerinden yaşlar boşanmaya başladı.
Sır öbür tarafa kalmıştı.

(Avrasya Yazarlar Birliği, Edebiyat Akademisi Hikâye Atölyesi,25.04.2015)

DARI AMBARI
-Annen baban ayrı mı yaşıyorlar delikanlı?
–Yoo, hiç ayrılmadılar ki…
İsteksizce cevapladım. Ailemi, aile sırlarımı tanımadığım adamlara anlatmaya mecbur muyum? Daktiloma eğilip işime koyuldum. İyi ki gitmişim şu daktilo öğreten Meslek Lisesi’ne. Gitmemiş olsaydım şu koca şehirde ne yapacaktım?
O zaman neden geldin buraya? Korktuğun kaçtığın biri mi var?
Adamın susacağı yoktu. İlla konuşturacaktı beni. Belki güvenmiyordur insanlara da o yüzden böyle saçma sorular soruyordur diye kendimi yatıştırmaya çalıştım. Gerçekten de ben niye gelmiştim bu koca şehre? İşlerim kötü gidip batınca, memlekete gün doğmuştu. Artık; salı günleri, ilçe sinemasının kadınlar matinesinde konuşulacak biri vardı. Elimi harama değmediğim halde kim bilir hakkımda neler söylüyorlardı? Konu komşudan hısım akrabadan uzak olmak için atmıştım kendimi buralara. Dükkânı Kalfaya devretmiştim. Verdiğim haftalıkları biriktirmiş, küçük bir birikim oluşturmuştu, onu verebildi ancak. Bekleseydim yüksek paralara devredebilirdim. Beklemedim, Kalfayı tercih ettim, çünkü o, arkamdan kötü laf etmeyeceğinden emin olduğum, beni anlayan, temiz bir çocuktu. Başka iş bulamaz da amelelik yaparsam diye lastik ayakkabılarımı, kalın kumaştan elbisemi ve diğer giyeceklerimi bir valize doldurmuş, gelmiştim.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/anonimnyy-avtor/kardes-sesler-2015-69499684/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
Kardeş Sesler 2015 Анонимный автор
Kardeş Sesler 2015

Анонимный автор

Тип: электронная книга

Жанр: Историческая литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Kardeş Sesler 2015, электронная книга автора Анонимный автор на турецком языке, в жанре историческая литература

  • Добавить отзыв