Tanrı Dağları'nın Zirvesi Aytmatov
Anonim
Tanrı Dağlarının Zirvesi: Aytmatov
SUNUŞ
Tanrı Dağlarının Zirvesi, Aytmatov’a geç kalmış bir veda mektubu…
Salican Cigitov bu kitapta iki önemli makalesiyle yer aldı. “Cengiz Aytmatov edebiyat dünyasında boy gösteriyor” isimli makale Aytmatov’un edebiyat dünyasında adını duyurmaya başladığı yıllardan başlayarak dönemin canlı tanığı sıfatıyla Cigitov’un gözlemlerinden oluşuyor. Salican Cigitov’un ikinci makalesi “Cengiz nasıl çıktı” ise Aytmatov’un nasıl olup da sayısı üç milyonu bile bulmayan ve yeni yeni işlenmekte olan bir yazı diline sahip halkın içinden çıkarak dünyaca ünlü bir yazar olduğu sorusu üzerinde duruyor… Bu iki yazı Aytmatov’u anlamak için başucu kaynağı niteliğinde. Yıllarını Aytmatov araştırmalarına adamış olan Kırgızistan’daki en yetkin edebiyat araştırmacılarından Layli Ükübayeva’nın “Cengiz Aytmatov’un eserlerinde insan yazgısı ve sosyal meseleler” adlı eseri de Türkçe bir kitapta ilk defa yer aldı. Makalesine Kazak yazar Anvar Alimjanov’un Beyaz Gemi için söylediği “… çocuğun ölümüyle etraf tamamen karardı… Hiçbir şey kalmadı” cümleleri ile başlayan Ükübayeva Beyaz Gemi, Dişi Kurdun Rüyaları ve Elveda Gülsarı özelinde Aytmatov’un kahramanlarının yazgısını anlamaya çalışıyor. Georgiy Dmitriyeviç Gaçev’in “Romantik kahramanın Cengiz Aytmatov dünyasına yolculuğu” adlı çalışması Halit Aşlar’ın Rusçadan çevirisiyle kitapta yer aldı. Aytmatov’un kahramanlarını mercek altına alan bu yazı ile okur, Aytmatov okumalarına farklı bir perspektifle yaklaşma fırsatı bulacak.
Luis Aragon’un “Dünyanın aşkı anlatan en güzel hikâyesi” adlı ünlü yazısı da bu çalışmada yer aldı. Cemile’yi okuduktan sonra âdeta büyülenen Aragon, çevirmenlik yapmadığı hâlde kitabı Fransızcaya çevirmiş ve en az Cemile kadar ünlü bir giriş yazısı ile okuyanları büyülemişti. Aytmatov’un önce Fransızcadan daha sonra da başka dillere çevrilerek bütün dünyada tanınmasında Aragon’un katkısı büyüktür.
İdris Nebi Uysal tarafından kaleme alınan “Gölgede kalmış bir eser: Deniz Kıyısında Koşan Ala Köpek” adı geçen eser için yazılmış ufuk açıcı önemli çalışmalar arasında. İdris Nebi Uysal yazısında eserin farklı dönemlerde yapılan çevirilerine de kısaca değiniyor. Kambaralı Bobulov tarafından yazılan “Efsanevî bir aşk hikâyesi” adlı yazı ise Cemile yayımlandıktan sonra Kırgızistan edebiyat dünyasında meydana gelen polemiklerde Bobulov’un Aytmatov’u desteklemek için kaleme aldığı yazı olarak biliniyor. “Evli bir kadın kocasını bırakıp nasıl âşığının peşinden kaçar?” şeklinde özetlenebilecek düşünceye sahip olan Aytmatov karşıtlarına bu yazıda verilen cevap aynı zamanda ilk cevap niteliğinde.
Aytmatov deyince akla gelen önemli isimlerden birisi de Ramazan Korkmaz. Korkmaz’ın “Aytmatov anlatılarında ölümcül kaçış: İçki ve uyuşturucu” adlı önemli yazısı yine Aytmatov’un kahramanlarının yazgısını ele alıyor. Muhtar Avezov’un “Yolun açık olsun” adlı yazısının Aytmatov’un edebiyat dünyası içinde tanınmasında önemli bir payı var. Avezov yakın dostu Aragon’a Cemile’yi okuması için önermekle kalmayarak şiir gibi bir yazı ile onu koruması altına da almıştır. Kırgızistan’da meydana gelen sert polemiklerden Aytmatov’un zarar görmeden çıkmasında Avezov’un bu kısa yazısının önemi büyüktür. Edebiyat dünyamızca iyi bilinen, özellikle Sezai Karakoç’la ilgili yaptığı çalışmalarla tanınan Turan Karataş’ın Elveda Gül-sarı temelinde kaleme aldığı “Hangi at yolda yorulmaz” adlı yazısı çok önemli ve içten tespitler içeriyor. Cengiz Buyar’ın Aytmatov’un yakın arkadaşlarından Osmonakun İbraimov’la yapmış olduğu röportaj büyük yazarla ilgili merak edilen birçok sorunun sorulduğu ve cevabının alındığı önemli bir çalışma. Fatih Özdemir’in “Cengiz Aytmatov’un hikâyelerinde hayvana bakış” adlı çalışması da kitabın içeriğini zenginleştiren önemli yazılardan birisi. M. Safa Karataş tarafından kaleme alınan “Cemile: İmge ve kurgu. Aşk ve anlatıcı” adlı yazıda Cemile romanının kurgusu ve işlenen imgelere değinilerek Aytmatov’un ne derece usta bir anlatıcı olduğu dile getirilmiştir. Mert Öksüz, “Onun iki masalı vardı-Aytmatov’un büyülü gerçekleri ve Beyaz Gemi” adlı yazısında Beyaz Gemi romanındaki mitoloji-gerçek çatışmasının Aytmatov’un yazarlık kariyerindeki yerine dikkat çekiyor. Gökcan Çelik, “Orta Asya’dan yükselen kadın çığlıkları: Cengiz Aytmatov ve Muhtar Şahanov’un kaleminden çağdaş bir dram Sokrat’ı Anma Gecesi” adlı yazısında Aytmatov ve Şahanov’un kaleme aldıkları “Sokrat’ı anma gecesi” adlı dramayı ele almış, dramada işlenen konulara ve verilen mesajlara değinmiştir. Hüseyin Aksoy, “Kültür taşıyıcıları olarak Aytmatov’un romanlarındaki kadınlar” adlı makalesinde Aytmatov’un Beyaz Gemi, Toprak Ana, Gün Olur Asra Bedel, Dişi Kurdun Rüyaları ve Elveda Gülsarı romanlarındaki kadın karakterlerin hem tipolojik yönlerini hem de kültür aktarımındaki rollerini ele alıyor. Ferhat Uzunkaya, “Ekolojik tükenişe mersiye: Dağlar Devrildiğinde” çalışmasında Aytmatov’un Dağlar Devrildiğinde-Ebedi Nişanlı romanını ele alarak Caabars isimli kar parsı ve romanın başkişisi Arsen Samançin üzerinden insanın hem doğal hem de sosyal dengeyi bozarak kendi geleceğini tehlikeye soktuğunu belirtmiştir.
Bu çalışmanın edebiyat bilimi ile uğraşan öğrencilerimize, Çağdaş Türk Lehçeleri ve Edebiyatlarına gönül veren araştırmacılara ve bilim adamlarına faydalı olması dileği ile…
Salican CİGİTOV[1 - Müteveffa Prof. Dr., Kırgızistan-Türkiye Manas Üniversitesi, Türkoloji Bölümü Başkanı ve Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürü. Özbekistan Büyükelçiliği ve bağımsız Kırgızistan Cumhutiyetinin ilk Cumhurbaşkanı Askar Akayev’in başdanışmanlığı görevlerinde bulunmuştur. Kırgız edebiyatında eleştirmen kimliği ile tanınan Cigitov’un şiir ve hikâye kitapları da vardır. Nazım Hikmet ve Mustay Karim’in şiirlerini, Antoine de Saint-Exupery’in Küçük Prens adlı eserini Kiçinekey Hanzada adıyla Kırgızcaya çevirmiştir.]:
CENGİZ AYTMATOV EDEBİYAT DÜNYASINDA BOY GÖSTERİYOR
Sevgili meslektaşım, kalem arkadaşım ve sırdaşım
Dr. Muzaffer Ürekli’ye atfediyorum.
Cengiz Bey ile ilk defa uzaktan tanışmam
Nisan 1952. Bişkek’teki beş numaralı ortaokulun sekizinci sınıfında okuyorum. Köyden geleli dokuz ay olmuş. Çoğunlukla Rus dilini öğrenmekle meşgul olmuş, sonunda masal okur, basit edebî eserleri okuyup anlar hâle gelmiştim. O zamanlar dükkânlarda, gazete bayilerinde kitaplar, dergiler ve gazeteler oldukça ucuz fiyatla satılıyordu. Bu yayınlardan ilgimi çekenleri satın alıyordum. Kesintisiz takip ettiğim bir süreli yayın Kırgızistan Komsomolü isimli gençler için çıkarılan Rusça bir gazeteydi.[2 - Kırgız Türkçesinden Aktaran: Öğr. Gör. Ayhan ÇELİKBAY, Kırgızistan-Türkiye Manas Üniversitesi (şu anda: Doç. Dr., Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi), acelikbay@ankara.edu.tr Orcid: 0000-0002-9628-2377]
Bir gün bu gazetenin o günkü sayısında “Gazeteci Jüyo” isimli bir hikâyenin yayımlandığını gördüm. Yazarının “Cengiz Aytmatov” ve Bişkek’teki Ziraat ve Hayvancılık Enstitüsünde öğrenci olduğu bildiriliyordu. Hikâyeyi ilgiyle okudum. Bu hikâyede uzakta bulunan Japonya’da sokakta gazete satarak geçimini sağlayan Jüyo isimli bir çocuğun yeni bir savaşın çıkmasını önlemek için faaliyet gösteren gruplara nasıl katıldığı tasvir ediliyordu.
İşte o dönemde Sovyet yönetimi “Barışı Savunanlar Konseyi” isimli uluslararası bir birlik kurmuş, “dünyada barış olsun” sloganı ile siyasi kampanyalar yürütüyordu. Barışı Savunanlar Konseyi’nin yeni bir dünya savaşına karşı çıkılması yönünde yaptığı davetlerin sadece Sovyetler Birliği’nde değil, kapitalist ülkelerde de destek bulduğu şeklindeki haberler gazete ve dergi sayfalarında birbiri ardına yayımlanıyordu. Dünya halkı arasındaki barışın korunması konusunu işleyen, savaş ateşini körüklemeye çalışanları suçlayan şiirler, hikâyeler ve makaleler her gün yayımlanıyordu. Yani, Sovyet gazeteleri barışın korunması konusunda yazılan edebî eserlere muhtaçtı. Öğrenci Cengiz Aytmatov da süreli yayın sayfalarında genç bir yazar olarak görünmek için dönemin Sovyet ideolojisinde güncel bir önemi olan bu konuya değinmiş, görmediği, bilmediği Japonya’daki bir Japon çocuğu üzerine bir hikâye yazmıştı.
“Gazeteci Jüyo” hikâyesini ilk defa okuduğumda beni nasıl etkilediği hatırımdan çıktı, ancak bir Kırgız gencinin Rusça bir hikâye yazmasının beni şaşırttığı hâlâ hatırımda. Bu konuyla ilgili olarak bir de aklımda kalan, okulun yatakhanesinde benimle birlikte aynı odayı paylaşan arkadaşlarıma Cengiz Aytmatov isimli bir Kırgız öğrencinin Rusça bir hikâye yazdığının müjdesini vererek gazeteyi gösterdiğimde odada hararetli bir tartışmanın çıkmasıdır: “Bu Kırgız değil herhâlde, Kazak olsa gerek!” demişti biri. “Niye Kazak?” dediğimde o, “Adı da soyadı da Kazakça!” demişti. Yine biri: “Kırgız olsaydı, adı Çınggıs değil de Çınggış, soyadı Aytmatov değil de Aytmamatov olmaz mıydı?” demişti. Sözün kısası, o kadar tartışmamıza rağmen bu yeni yazarın milliyetinin Kırgız mı, yoksa Kazak mı olduğu konusunda bir fikre varamadık. Ancak, ertesi gün hepimiz öğrendik ki, Cengiz Aytmatov benimle aynı sınıf düzeyinde okuyan Temir Şamşibayev’in eniştesi, bizim yatakhanemizde kalan, ancak başka bir okulda bizden bir üst sınıfta okuyan Lyutsiya Aytmatova’nın öz ağabeyiymiş.
Çok geçmeden o dönemde yılda üç dört defa Rusça basılan Kırgızistan isimli edebî bir almanağın yeni sayısını kütüphaneden aldığımda, içinde okuduğum “Gazeteci Jüyo” ile birlikte Cengiz Aytmatov’un “Aşım” isimli yeni bir hikâyesinin yayımlandığını gördüm. Bu hikâyede de Uluslararası Barışı Savunanlar Konseyi’nin yeni bir savaşın çıkmasının engellenmesi yönünde yaptığı davetin Kırgız köylerinde nasıl destek bulduğu konusu işlenmişti.
1952 yılı güzünde tatilden Bişkek’e döner dönmez söz konusu Kırgızistan Komsomolü gazetesinde C. Aytmatov’un “Mı idyom dal’şe” (Biz Daha da İleriye Gidiyoruz) isimli hikâyesini okudum. Hikâyede yaşlı bir murabın[3 - Murap (Mirab): Suların paylaştırılması ile görevli insan.] oğlunun Volga-Don Kanalı’nın inşasına katılması, kanal inşası bitmeye yüz tuttuğunda, Büyük Türkmen Kanalı’nın inşasına gitmeye hazırlanması konusu işlenmişti. O dönemde basın organları, Sovyetlerin diktatör lideri İ. V. Stalin’in tabiatın yeniden düzenlenmesi planının, özellikle “Komünizmin Büyük İnşaatları” genel ismi ile uzun uzun kanalların kazılmasının, vahşi çöller ile ıssız bozkırların kıyılarında orman alanlarının oluşturulmasının sürekli propagandasını yapmıştı. Dönemin bu güncel sorununun propagandasına C. Aytmatov’un da katkı yapmaya çalıştığı açıktı.
1953 yılının yaz ayları olmalıydı, ben Bişkek’teki Kırgız Dram Tiyatrosunun bir gösterisine okul arkadaşlarım ile birlikte gittiğimde Cengiz Bey’in şahsını ilk defa orada gördüm. “Şu adamın yanında duran benim eniştem” diyerek Kırgız’a benzemeyen, Kafkasyalı görünümlü güçlü kuvvetli bir gence doğru el sallaya sallaya kulağıma fısıldadı sınıf arkadaşım Temir Şammibayev (Cengiz Bey’in kaynı). Çünkü ben ona: “Yazarların hepsini uzaktan tanıyorum, sadece senin enişteni şimdiye kadar görmedim” demiştim.
Cengiz Aytmatov, eserlerini iyi bildiğim, kendisini de sokakta, yazar toplantılarında, tiyatrolarda daima gördüğüm dramacı ve nesirci Toktobolot Abdumomunov’un yanında oturuyordu. Her ikisi de gösteriye gösterişli, güzel hanımlarını getirmişlerdi.
Bundan sonra Cengiz Aytmatov ile Toktobolot Abdumomunov’un her zaman birlikte gezdiklerini sokaklarda, tiyatrolarda ve çeşitli kültür toplantılarında gördüğüm için biliyorum. “Eniştenle Abdumomunov sessiz sakin ikiz kuzular gibi sarmaş dolaş olmuşlar” dedim bir gün Temir’e. “O insan eniştemin yürekten dostu” dedi Temir. “Onun hanımı ile ablam Kerez de çok samimî.”
C. Aytmatov bir dostluk işareti olarak T. Abdumomunov’un “Dünürler” isimli hikâyesini Rusçaya tercüme edip “Kırgızistan” almanağında yayımlamak istemişti. Bu gerçek şu sebeple aklımda kaldı: Hikâyenin Rusçaya nasıl tercüme edildiğini merak ettiğimden aslı ile karşılaştırarak okumuştum.
1954 yılı eylülünden itibaren Kırgız Üniversitesinde okumaya başladım. O zamanlar Cengiz Aytmatov beni bir defa daha şaşırttı. Onun Kırgızca yazamadığını düşünürken tek bir Kırgızca dergi olan Sovyet Kırgızistanı’nda (kısa bir süre sonra Ala Too adını alan dergi) Cengiz Aytmatov’un “Ak caan” (Çiseleyen Yağmur) isimli hikâyesi yayımlandı. Hikâye özellikle alışıldık bir Kırgızcayla yazılmıştı!
O dönemde ben Rus dilini iyice öğrenmiş, örnek edebî eserlerin birçoğunu okumuştum. Özellikle, o dönemde ünleri yayılmaya başlayan Rus hikâyecileri Sergey Antonov ile Yuriy Nagibin’in yazdığı her şeyi okumuştum. Edebî eserlerin iyisini kötüsünü bir nebze olsun ayırabiliyordum ve Kırgız yazarlarının nesir türünde yazdıklarından, özellikle hikâyelerinden zevk alamıyordum. Ancak C. Aytmatov’un “Çiseyelen Yağmur”u beni eskisi gibi memnun etmişti. Çünkü bu hikâyedeki hayat olayları ile insan davranışları betimleme yönüyle ilgiyle okuduğum Rusça hikâyeleri çok andırıyordu.
Bundan sonra (yanılmıyorsam 1955’te) sözünü ettiğim Sovyet Kırgızistanı dergisinde genç yazarın “Tünkü sugat” (Geceki Sulama) ve “Asma köpürö” (Asma Köprü) isimli iki hikâyesi yayımlandı. Bu hikâyeler konu açısından orijinal değildiler, ancak Kırgız nesri için yeni bir ifade ve betimleme tekniği ile yazılmışlardı. Bu sebeple bu hikâyeler edebiyatla ilgilenen gençler tarafından çok beğenilmişler ve bazı edebiyat eleştirmenleri tarafından da olumlu bir şekilde değerlendirilmişlerdi.
C. Aytmatov bu yazdığı Kırgızca hikâyelerle edebiyat sahasında tanınmış, 1956 yılında Kırgızistan Yazarlar Birliği’nin teklifiyle SSCB Yazarlar Birliği üyeliğine kabul edilmiştir. Sanırım başlı başına bir kitabı çıkmadan resmî olarak yazarlık unvanı alan ilk Kırgız kalem erbabı bizim Cengiz Aytmatov’dur.
Zamanından önce olgunlaşmış gibi…
1956 yılında Moskova’da SSCB Yazarlar Birliği’ne bağlı iki yıllık “Yüksek Edebiyat Kursları” isimli yeni bir öğretim kurumu açıldı. Bu öğretim kurumunun açılmasındaki amaç Rusya’nın değişik kabilelerinde ve millî cumhuriyetlerde yaşayan, özel sosyal eğitim öğretim görmeyen ve gelecek vaat eden yazarların genel kültür düzeylerinin, özellikle mesleki (edebî) bilgilerinin geliştirilmesine yardımcı olmaktı.
Sovyet yazarları arasına katılması C. Aytmatov’a bu Yüksek Edebiyat Kurslarına kabul edilmesinin yolunu açtı. Yeni açılan bir öğretim kurumunun ilk öğrencileri arasına katılması genç Kırgız yazarının bir insan olarak kaderinin karşısına çıkardığı bir ilk talih kuşu gibi olmuştu. Moskova’da ek olarak aldığı eğitimin kendisinin entelektüel ve mesleki açıdan gelişmesinde büyük bir rol oynadığını Cengiz Bey sonraları yazdığı bir makalesinde şöyle belirtir:
İki yıllık bir eğitim çilesi benim gibi bir veterinere sadece sosyal ve teorik açıdan değil, pratik açıdan da büyük bir fayda sağladı. Özellikle, o dönemdeki seminerlerimiz, tartışma toplantılarımız benim için eser yaratma tecrübesi konusunda iyi bir mektep oldu. Ben de Moskova’nın kültür hayatındaki, özellikle edebiyatı ve tiyatro dünyasındaki yeniliklerin hepsini öğrenmeye, bilincime sindirmeye bütün gücümü verdim.[4 - Айтматов Ч. В соавторстве с землею и водой… Очерки, статьи, беседы, интервью. –Фрунзе: “Кыргызстан” басма үйү, 1978.-155-бет.]
Üstelik C. Aytmatov’un Moskova’da okuduğu iki yıl, Sovyet toplumunda uzun zaman süren Stalincilik zulmünün resmî bir şekilde şiddetle eleştirildiği ve faş edildiği, totaliter rejimin son derece yumuşadığı, aydınların eskiye göre daha özgür düşünme ve düşüncelerini ifade etme olanağı bulmaya başladıkları bir dönemdi. Bu yeni şartlar Sovyet bilimi, sanatı ve edebiyatına devletin kuru ideolojisinin dar çerçevesinden kurtulma, araştırma ve canlanma şansı vermişti. İdeolojik, ahlaki ve estetik araştırmaların özellikle Moskovalı entelektüel muhite zamanında karışması C. Aytmatov’un kendi başına eleştirel düşünme yetisinin sağlam bir şekilde uyanmasına ve gelişmesine aracı oldu.
Yine, İ. V. Stalin’in otoritesine sığınma uygulamasının resmî bir şekilde yürürlükten kalkması Cengiz Aytmatov’un kişisel kaderine de keskin değişiklikler getirmiştir. Önce, yalan bir iftirayla yok edilen babası Stalinizm zulmünün suçsuz bir kurbanı olarak tamamen aklanmış, sonra da kendisi “bir halk düşmanı ailenin bir üyesi” olarak hukuk sınırlamalardan, kariyerinin sekteye uğrama ihtimalinden arınmıştır.
Sovyetler Birliği Komünist Partisinin 1956 yılı Şubat ayında gerçekleştirilen yirminci kurultayında, Sovyetler Birliği’ni 30 yıl kadar bir monarşi şeklinde yöneterek kurduğu totaliter yönetim gücüyle vatandaşlarına bilge, adil ve kutsal görünmeyi başaran İ. V. Stalin’in genel siyasi çalışmalarına olumsuz değer biçilmesi, ardından onun şehirlere, köylere, resmî kurum ve kuruluşlara verilmiş olan adının topluca çıkarılması, binlerce anıtının, portresinin ve kitabının yok edilmesi, hatta adı ve soyadının sözlü ve yazılı basında ifade edilmesinin yasaklanması, bütün Sovyet halkının, özellikle aydın kesimin birçok temsilcisini basit bir ifadeyle şoka sokmuştur. Çünkü, dış dünyaya kapalı bir toplumda, totaliter bir yönetimin kontrolü altında, devlet başkanına körü körüne inanma, yaltaklanma atmosferi altında yaşayan, tamamen ideolojik bir bilince sahip olan eğitim öğretim, sahtelikleri bir gerçekmiş gibi gösteren resmî görüşler ve başka azgın propaganda teknikleri aracılığıyla belli bir kalıba sokulan insanlar bir diktatör olan liderlerinin siyasi suçlarını, ülkede sosyalizm kurulması uygulamasının dramatik, hatta trajik yönlerini bilmiyorlardı.
İ. V. Stalin küçük bir halkın bağrından çıkan büyük bir insandı, bu sebeple millî Sovyet cumhuriyetlerinin yerli halkları arasında ona karşı güçlü bir saygı, sevgi ve inanç mevcuttu. Sonuç olarak dünyaya gözlerini henüz yuman sevgili liderlerinin altının kendi çırakları tarafından eşelenmesini Kırgız aydınları, özellikle Stalinizm zulmünden azap çekmeyen yazarları düşmanca karşılamışlar, diktatöre duydukları sevgiyi eskisi gibi korumuşlardır. Onlar, bir ilah gibi gördükleri Stalin’in bir daha yükselemeyecek gibi görünen itibarını haylazlığı, maceracılığı ve gözü kara kahramanlığıyla alt üst ettiği için yeni Sovyet lideri N. S. Kruşçev’i son derece dışlamışlar, ondan nefret etmişlerdir. Stalin ile Kruşçev’e karşı takınılan bu tür iki farklı tavır Kırgız yazarlar muhitinde uzun süre kendini gösterdi.
20. Parti Kurultayının gerçekleştirildiği sırada ben üniversite ikinci sınıfta okuyordum. Rus basını ve edebiyatında meydana gelen bütün yenilikleri en ince ayrıntılarına kadar okuduğum, canla başla bilgimi arttırmaya çalıştığım bir dönemdi. Ben taptaze bir yetimdim, “büyük terör” döneminde hapishanede öldürülen bir dedenin torunu ve bir dayının yeğeni, “halk düşmanı” olarak iki yıl hapiste kalan, sonra amansız bir hastalığa yakalanan ve bu hastalık sonucu ölen bir babanın oğluydum. Babam sağlığında hapishanede suçsuz yere azap çektiğini ve akrabalarının, yaşıtlarının ve dostlarının haksız yere suçlanarak cezalandırıldığını mırıldana mırıldana bıkıp usanmadan hikâye ederdi. Sonra da bizim köy ünlü Basmacı liderlerinden biri olan Canıbek Kadı’nın çıktığı, birçok gencinin Basmacılık Hareketi’ne doğrudan karıştığı, 1928 yılına kadar yeni hükûmete baş eğmeyen, kendi başına buyruk bir köydü. Bu sebeple büyüyüp yetişkin hâle gelen gençlerin büyük bir kısmı hapse atılmış, sürgüne gönderilmiş, ülke dışına kaçmış, karılarını dul, çocuklarını yetim bırakıp gitmişti. Felaketten sağ salim kurtulmuş olan yaşlılar beşer altışar bir araya geldiklerinde yeni yönetimin köy halkına uyguladığı horluğu bir masal gibi anlatıyorlar, Çarlık zamanına büyük bir özlem duyarak ağlaşıyorlardı. Ben onların o zamanlarda Sovyet Dönemini, yönetimini, Stalin başta olmak üzere liderlerini tasvip ettiklerini ya da övdüklerini hemen hemen hiç duymadım. İkinci Dünya Savaşı’nın tam ortasında çocukları kanlı meydana giden yaşlı kadınların Stalin’e karşı konuştuklarını çok defa duydum. Yine, dağ oyuklarından inip gelen çocuklar sokakta okula giderlerken: “Yüce Stalin Atamız / Sloganlarını saçarız / Evden dışarı çıkamayıp / Donsuz yatarız.” diyerek bir mâni söylüyorlardı. Bu mâniyi ileri gelenlerden birinin bir ozanı şaka olsun diye çıkarmış, münasebetsiz çocuklar da dillerine dolamış olsalar gerek. Kısacası, benim çocukluk çağım Sovyet yönetimine, Bolşevik Partisine ve Stalin’e sevgi göstermeyen, canı gönülden saygı duymayan bir çevrede geçti. Bu sebeple, Stalin’in birçok suçsuz insanın cezalandırılması kampanyalarının resmî olarak suçlanmasını ben hiç yabancılık çekmeden kabul ettim, mırın kırın etmeden destekledim.
Stalinizm eleştirildikten sonra ansızın 1920-30’lu yıllarda, yayımlanmış bulunan, ancak sonraları kütüphane arşivlerinde “hapsedilmiş” yatan kitap, dergi ve gazeteler açığa çıkarıldı. Bu yayınların birçoğunu dikkatle okuduğumda çok şaşırdım: Bizim okuduğumuz ders kitaplarında, siyasi ve bilimsel metinlerde SSCB tarihinin ilk dönemlerine ait birçok gerçeğin gizlendiğini, ters yüz edildiğini, aksinin gösterildiğini gördüm.
Stalinizm zamanında basın yayın organları, edebî eserler ve başka kitaplar aracılığıyla halka, memlekete dikte ettirilen teorik anlayışlar, dogma kökenli fikirler, basmakalıp mitler Moskova ile Leningrad şehirlerinde çıkan gazete ve dergilerin her bir yeni sayısında eleştirildi, çürütüldü ve tekrar gözden geçirildi. Eski ideolojik propagandaya karşı çıkan yeni düşünceler, görüşler ve çözümlemeler dile getirilmeye başladı; tarihî ve sosyal meseleler üzerine şiddetli tartışmalar yapıldı. Öncekilerden son derece farklı, yeni bir anlam ve içerik taşıyan edebî eserler yayımlandı. Ben bu antidogmatik makalelerin, son derece şiddetli tartışmaların, ilginç edebî eserlerin hemen hemen hepsini okudum, her gün yeni yeni bilgileri sindirme sürecinde yaşadım. Bu bilgiler bir hayal okyanusuna dalmamı sağladı, aklımı başımdan aldı ve beni çalışmaya zorladı, hatta bazıları can evimi zangır zangır titretti.
Kısacası, herhâlde ben kendi başına fikir yürütme, kim bilir ne zaman keşfedilen gerçekleri tekrar keşfetme, her türlü nesneye eleştirel gözle bakma doğrultusunda zorlu bir yola girip üniversiteyi bitirinceye kadar özgür düşünme yetisini bir nebze olsun geliştirebildim. Uzun söze gerek yok, Stalin’in otoritesine sığınma âdetine darbe vurulduğunu, onun ideolojik siyasetinin ve ülkeyi yönetme metodunun bir kenara itilmesinin her açıdan yerinde olduğunu, özellikle bilim, sanat ve edebiyat için yeni perspektiflerin açıldığını kendi gözlerimle görmüştüm. Aralarına karıştığım birçok öğrenci ise özellikle aralarında yazarlık sevdasında olanlar, hatta yaşı bizden büyük olan yazarlar Kruşçev’in Stalinizm zulmünü eleştirmiş, onun Sovyet insanını haksız yere suçlanma ve cezalandırılma korkusundan kurtarmasının, entelektüeller için özgür düşünme, gelişme ve çalışma imkânı yaratmasının değerini anlamamışlardı. Aksine, kendilerinin yakından tanımadıkları Stalin’in şahsını, yönetim şeklini ve devrini överek ve savunarak Kruşçev’in topluma soktuğu yenilikleri dışlamışlar, kendisinden hiç de hoşlanmamışlardı.
Ben bizim aydın insanlarımızın faydasından çok zararı dokunmuş olan Stalinizm’e büyük bir darbe vurduğu için Kruşçev’i dışlamalarına hayret ederdim. Bunun sebeplerini ne anlamış ne de birilerine anlatabilmiştim. Ancak bir gün profesyonel hırsızlığı dolayısıyla uzun yıllar hapishanede kalan bir yazarın çok ilginç bir kitabını okurken bu kitaptan işte şöyle bir hayat gerçeğini öğrendim:
Anlaşılan 15-20 yıl hapishanede kalıp hazır yemek, yatak, iş ve banyodan faydalanmaya iyice alışmış bir insan cezası bitip dışarı çıktığı zaman kendi başına yaşamanın meşakkatleriyle yüz yüze gelirmiş. Kendi başına ev araması, iş arayıp bulması, kazandığı parayla gidip yiyecek alması, bunlardan yemek yapması, kendi başına banyoya gitmesi, kendi başına giysilerini, çarşaflarını değiştirmesi çok büyük bir emek gibi görünürmüş. Sonra o insan kendi başına yaşamaya çalışma çabalarından ürker, özgür yaşamaktansa hapishanede alışmış olduğu yaşamını tercih edermiş, basit bir suç işleyip tekrar hapishaneye düşer, zorluk çeken canını rahata erdirirmiş.
Bu gerçek beni son derece şaşırttı ve aniden birçok Kırgız aydınının Stalin’i sevip Kruşçev’i dışlamalarını aklıma getirdi. Onların bu davranışları da geçmişi uzun yıllara dayanan bir hapishaneden çıktıktan sonra kendi başlarına yaşama imkânından ürken, usanan, kendini bırakıveren, tekrar hapishane şartlarını arzu eden insanların davranışlarına benziyordu. İster kabul etsinler ister etmesinler, N. S. Kruşçev, Stalinizm belasını ortaya dökme yoluyla Sovyet aydınlarını Stalinizm’in manevi hapishanesinden çıkarmış, onlara: “Her biriniz kendi başınıza düşünün, her türlü gerçeğe kendi aklınızla ulaşın” gibisinden bir işaret vermişti.
Ancak kendi başına düşünme hareketi kendi başına geçimini sağlama zahmetinden çok daha meşakkatli bir işti. Bu yüzden totaliter yönetim şartlarında eğitim alan ve çalışmaya alışan birçok Kırgız aydını kendi başına aklını çalıştırma, düşünme gayreti içine girme, kendi başına dünyayı tanıma ve hayatın gerçeklerini kafa göz yara yara keşfetme zamanı geldiğinde böylesine meşakkatli bir işten tedirgin olup kaçmaz, kendi başına bata çıka ilerlemeye çalışmadan fikir yürütme mecburiyeti talep etmeyen Stalinizm’in manevi hapishanesini özlemez miydi?
Elbette, Stalinizm yönetimi tarafından aşağılanarak büyümesi dolayısıyla Cengiz Aytmatov bu yönetimi yaratan 30 yıl kadar hüküm süren diktatör liderin son derece büyük itibarının öldükten hemen üç yıl sonra resmî bir şekilde alaşağı edilmesini, onun zulüm siyasetinin açıkça suçlanmasını olumlu bir şekilde kabul etmeye psikolojik açıdan hazırdı. İkinci olarak bu psikolojik hazırlıkla birlikte, kendisinde bir bilinç uyuşmasının gerçekleşmemesi, atak ve yetenekli kalabilmesi de onun yeni bir siyasi muhit tarafından yaratılan fikirleri canı gönülden sindirmesini, totaliter yönetimin birdenbire yumuşamasının ardından Sovyet aydınları için ortaya çıkan elverişli şartlardan zamanında başarılı bir şekilde faydalanmasını mümkün kılmıştır. Üçüncü olarak Cengiz Aytmatov Sovyet toplumunun siyaset, ideoloji ve kültür hayatında bir yenilik süreci ortaya çıktığında, ideolojik canlanma ve araştırma açısından yanı başındaki Moskova aydın muhitinde yaşamıştır. Bu durum da yukarıda belirtildiği gibi, onun bilincinin yoğun bir şekilde harekete geçmesi, Sovyet eğitim ve öğretiminden aldığı yalan kavram ve silüetlerden hızlı bir şekilde kurtulması ve bilgisini eleştiri gözüyle denetlemesi için çok güçlü bir dürtü olmuştur. Kısacası, Sovyet toplumunda kara kışın birdenbire ilkbahara dönüşüverdiği bir dönem (ılık rüzgârların esmeye) başladığı bir sırada, Moskova’da geçirdiği iki yılın genç Kırgız yazarı için manevi açıdan atik bir şekilde gelişme, özellikle dünyaya kendi gözleriyle bakma, kendi başına düşünmeye alışma, yaratıcılık fantazisini istediği gibi özgürce kullanabilme ve kelimeleri kullanma konusunda çile çekerek çalışma tecrübesini zenginleştirme, estetik zevkinin güçlenmesiyle kendini göstermeye başlama dönemi olduğunu belirtmek için yeterli dayanak bulunmaktadır.
Yüksek Edebiyat Kurslarında okumanın yine başka bir olumlu tarafı vardı: Burada okuyan yazarlara doğru dürüst burs, yeterli boş vakit ve yurtta ayrı bir oda veriliyor, bu yazarların geçim problemleriyle dikkatlerinin dağılmaması, huzurla oturup yeni eserler yazmaları için uygun şartlar yaratılıyordu. Cengiz Aytmatov bu fırsattan da başarılı bir şekilde yararlanmış, yenilenmiş olan düşünme yetisini, hayallerini, zevkini harekete geçirerek bedii metinler yazma arzusuna kapılmış, o ilhamla hemen “Betme bet” (Yüz Yüze), ardından “Cemile” hikâyesini yazmıştı.
Rusça yazılan “Yüz Yüze”nin metni ilk önce 1957 yılında Sovyet Kırgızistanı gazetesinin sayılarında birbiri ardına uzun zaman yayımlandı. Moskova’da çıkan Literaturnaya Gazeta, Komsomolskaya Pravda ve İzvestiya isimli yeni bilgilerle oldukça zenginleştirilmiş olan gazetelerin bir sayısını bile kaçırmadan okuyan benim gibi bir insana yeni düşünceler için son derece zayıf olan Sovyet Kırgızistanı’nın o kadar da ilginç gelmemesi dolayısıyla ben bu gazeteyi sürekli takip etmiyordum. Bu sebeple bu gazetenin bir yerlerinde “Yüz Yüze”nin yayımlanmakta olduğu dikkatimden kaçmıştı. Bunun haberini ben troleybüste giderken aydın görünüşlü yaşlı başlı Rusların ağzından işittim. İki Rus kendi aralarında Cengiz Aytmatov’un “Yüz Yüze” isimli yeni eserinin Sovyet Kırgızistanı’nda basılmakta olduğundan bahsetmekteydi. “Hikâyenin başı oldukça ilginçmiş, kalanı da böyle ilginç çıkarsa edebiyat için bir yenilik olur.” dedi biri. “Kırgızlardan da gerçek bir yazar çıkacağa benziyor,” dedi diğeri. Daha sonra da her troleybüse bindiğimde bazı Rus yolcuların gazetenin her sayısında basılan “Yüz Yüze”den bahsettiklerini, bu hikâyede betimlenen hayat olaylarının o sıralardaki güncel siyasi olaylarla ilişkilendirildiğini duyuyordum.
Anladığım kadarıyla, Bişkek’in Rus okurlarının ilgisini “Yüz Yüze”de savaş dönemi köy hayatındaki zorlukların inandırıcı bir şekilde gösterilmesi çekmişti. Çünkü savaştan sonra yayımlanan edebî eserlerin hemen hemen hiçbirinde memleket içlerinde kalan sıradan halkın savaş sırasında mecbur tutulduğu ağır çalışma koşulları, yokluk, kaygı, üzüntü ve sıkıntı içindeki yaşamları konu edilmemişti. “Yüz Yüze”de ise o dönemdeki hayat gerçeklerinin birçok olağan şekli açık bir şekilde yansıtılmıştı.
“Yüz Yüze”nin Rusça tam metnini Literaturnıy Kırgızstan (Kırgızistan Edebiyatı) dergisinde, aynı yazar tarafından Kırgızcalaştırılmış olan varyantını işte bu 1957 yılında Ala Too dergisinde okudum. 1958 yılı başlarında “Yüz Yüze” o dönemde Moskova’da çıkmakta olan önemli edebiyat dergilerinden biri olan Oktyabır (Ekim) dergisinde yazarın Rusça yazdığı varyant ile değil de Kırgızcadan Rusçaya tercüme edilmiş bir eser olarak yayımlandı. Aslında hikâyeyi yazarın kendisi Rusça yazmıştı ancak hikâyenin Rusçası üslup açısından dergi yönetimince beğenilmemiş olmalıydı, hikâyenin dilinin yumuşatılması görevi V. Drozdov isimli bir yazara verilmişti. “Yüz Yüze”nin Literaturnıy Kırgızstan dergisinde yayımlanan varyantı ile Oktyabır dergisinde yayımlanan varyantını karşılaştırarak okudum, tercümanın hikâyeyi Rus diline akıcı, anlaşılır ve bedii güzellikler katarak tercüme ettiğini anladım.
Yine, “Yüz Yüze” Kırgız edebiyatının Moskova’da çıkan önemli edebiyat dergilerinden birinde ilk defa yayımlanan bir hikâye olmuştu.
“Yüz Yüze” hikâyesi, C. Aytmatov’un sanat açısından umulmadık derecede büyük bir sıçrama yaptığını gösteren güzel bir metindi ancak bu metin hem Kırgızcası hem de Rusçasıyla sıradan okurların ilgisini çekerken Kırgız yazarlarının, özellikle edebiyat eleştirmenlerinin umurunda olmamıştı. Gazete ve dergilerde bu hikâyeyi değerlendiren eleştiri yazıları ya da makaleler çıkmamıştı. Ben bu durumu bir adaletsizlik olarak görüp “Yüz Yüze” hakkında bir makale yazmaya başladım.
O dönemde üniversite dördüncü sınıfı bitirmek üzereydim. Benden bir sınıf üstte okuyan, öğrencilik döneminde dahi hikâyeleri ve eleştiri makaleleri ile göze çarpmayı başaran en yakın dostum Kambaralı Bobulov (1936-2003) dördüncü sınıfı bitirir bitirmez Ala Too dergisinin edebî eleştirmenlik bölümünde işe alınmış, bir yıldan beri hem okuyor hem de çalışıyordu. Dergi, eleştiri makalelerine hasret kaldığından Kambaralı bana üç dört makale yazdırmış, yayımlatmıştı. Bu makalelerden sonra ben edebiyat muhitinde tanınmıştım ve yine eleştiri amaçlı uzun bir metin yazarak memleketi şaşırtmak niyetindeydim.
“Yüz Yüze”de köyün çiftçi gencinin savaşa mecburi bir şekilde gönderilmesi, trende giderken kanlı meydanda boş yere ölme ihtimalinden korkması sebebiyle askerden kaçması betimleniyordu. Bu betimlemeyi okur okumaz aklıma savaş dönemini konu alan Sovyet edebiyat kitaplarında rastlanan asker kaçakları geldi. Kitabi asker kaçakları, eski hâkim sınıfların Sovyet hükûmetinin zenginliklerini ve hâkimiyetlerini ellerinden aldığı temsilcileri ya da onların çoluk çocukları olarak sosyalist görgü ve ahlak kurallarına sarılmayan, vatanseverlik duygularından yoksun, hatta kılık kıyafetlerinin tuhaflığı ile hemen dikkat çeken menfur insanlar olarak gösteriliyordu. “Yüz Yüze”deki asker kaçağı ise Sovyet yönetimi tarafından cezalandırılmayan, bu yönetimden nefret etmeyen, hâl ve hareketleri, eli yüzü hiç de fena olmayan sıradan bir köy delikanlısıydı.
Başka bir açıdan savaş dönemindeki hayat olaylarının süslenerek yansıtılması amacı güden roman ve hikâyelerde olumlu kahramanlar savaşa gönüllü oluyorlar, öne atılıyorlar ve askerlik şubesi başkanlıklarını kendilerini daha önce göndermeleri için sıkıştırıyorlardı. Ben ise çocukluk çağında kendi isteğiyle mutlu bir şekilde savaşa (hatta barış döneminde dahi üç yıllık askerlik hizmetine) giden hiç kimse görmemiştim.
Hayal meyal hatırlıyorum, savaş zamanında köyümüzün askere çağrılan erkekleri hemen ormana, dağlara taşlara saklanıp savaşa gitmemenin bir yolunu bulmaya gayret etmişlerdi; onlar ancak ana babalarına ya da yakın akrabalarına hükûmet tarafından büyük bir baskı yapıldıktan sonra bir çareleri kalmamış, büyük bir üzüntü içinde hükûmet memurlarına teslim olmuşlar, hüngür hüngür ağlayarak kanlı meydana gönderilmişlerdi. Bizim akrabalarımızın bir kısmı Özbekistan’a, hatta yakın köylere kaçıp asker olmaktan kurtulmuşlardı. Yine, 1944 yılında ben ikinci sınıfta okurken Ermat amcanın oğlu Nazilbek savaştan son derece zayıf, kupkuru bir hâlde köye döndü. “Nazilbek savaşın içinden kaçıp gelmiş.” şeklinde fısıltılar yayıldı köye. Bu dedikodunun doğru olduğu savaştan sonra anlaşıldı. Askerimiz Nazilbek Ermatov tastamam Kuban bozkırlarında yapılan bir çatışmadan hızla kaçmış ve bir şekilde bulduğu sivil giysilerle aç, çıplak yürüyerek yük vagonlarına tırmanmış, şehirlerde, kasabalarda dilencilik yapmış, tehlikeli bir durumla karşılaştığında dilsiz rolü oynamış, sözün kısası, öle kala üç aydan fazla bir sürede köyümüze kadar gelmişti. Sonra etraf sakinleştiğinde yaşıtları: “Hey, kötüye gidecek bir şeyin yok, o kadar uzun yolu nasıl tükettin, tamam da savaştan nasıl kaçtın?” diye sorduklarında Nazilbek şöyle cevap vermiş: “Savaşın ortasında bulunursan bir gün pat diye murdar ölüverirsin, can tatlıymış, ölmek istemedim, kaçtım!”
Savaş zamanındaki asker kaçaklığına ilişkin çocukluk çağımda işte şöyle bir dedikodu da duymuştum: Cazı nehrinin güney kıyısında tam kuzeydeki bizim köye tam karşı gelen Erkin Too isimli devlet kooperatifi savaş bitmek üzereyken elektrik istasyonu kurup çatılarını, sokaklarını gece boyunca aydınlattı; ektikleri buğdaylardan hayret edilecek kadar bol miktarda hasılat elde etti, beş altı çalışanının “Sosyalist Emek Kahramanı” unvanı aldığı gazetelerde yazıldı. Kolhozun kendisinin de idaresinin de ünü uzaklara yayıldı.
Erkin Too’nun beklenmedik bir şekilde insanı hayrete düşüren başarılara ulaşmasının sebebini bizim köydekiler şöyle anlatırlardı: Doğru mudur, yalan mıdır, şimdiye kadar kimsenin araştırdığı yok, ancak benim çocukluk döneminde duyduğum dedikodulara göre, savaş başlamak üzereyken Erkin Too’nun müdürü uzak köylerden askere alınmaktan kaçan gençleri gizlice kabul etmiş, onları birçok kolhozcuya fark ettirmeden dağ eteğindeki köyünün ta öte tarafındaki ormanlığın çukurluklarına toplamıştı. Yabancı gözlerden ırağa kapatılan asker kaçaklarına yatacak yer kurdurup onların yemek meselesini çözmüş, sonra da onlara toprak sürdürmüş, ekin ektirip biçtirmiş, harman ettirmiş, yem hazırlatmış, hayvan baktırmış, onları tam bir köle gibi zorla çalıştırmıştı. Dede ve ninelerle, kadın ve çocuklarla kalan kolhozlar tarım ve hayvan ürünleri üretiminin iyice düştüğü yıllarda Erkin Too yeterince büyük, güçlü kuvvetli asker kaçaklarından oluşan bir ekibin zorla çalıştırılması sayesinde her açıdan heybetli bir şekilde gelişmişti.
Çocukluk çağından gördüğüm ya da duyduğum bu ve benzeri olaylar “Yüz Yüze” hikâyesini okur okumaz aklıma geldi. O zamanlar savaştan sonraki çok uluslu Sovyet edebiyatında savaş sırasında memleket içlerinde kalan halkın geçimini sağlamasının gerçek dramatik ve trajik taraflarının, insanların değişen ilişkileri ve hüzünlü kaderlerinin olduğu gibi yansıtılmadığına iyice inanmıştım. “Yüz Yüze”de ise geçmiş savaş dönemindeki köy hayatı gerçeğine ait o zamana kadar edebiyata yansımayan dramatik bir olay resmî ideolojik taleplerle örtüşecek bir şekilde siyasileştirilmeden özellikle Kırgız yazarlarının hâlâ tutuna geldikleri “sınıflar mücadelesi” ideolojilerine dayanmadan basit bir gerçeklikle açık, canlı ve inandırıcı bir şekilde betimlenmişti. Hikâyenin bu fazlalıkları sadece gönlümü ferahlatmakla kalmadı, aynı zamanda beni şiddetle sarstı. Bu sebeple yazmakta olduğum makaleye “Yüz Yüze”nin başkahramanı İsmail’in asker kaçaklığı macerasını gerçek hayattaki ve edebî kitaplardaki asker kaçaklarının kaderleri ile karşılaştırmak istedim ve buna hazırlanmak niyetiyle eski yeni savaşlara ilişkin olayların betimlendiği eserleri ve savaş konusunun bedii edebiyatta işlenmesi konusunda yazılan bilimsel kitapları okumaya başladım.
Bir gün bir kitapta o dönemde Sovyetler Birliği’nde büyük değer verilen Ernest Hemingway’in söylediği bir şeye rastladım. O, hem Birinci Dünya Savaşı’na hem de İkinci Dünya Savaşı’na kendi iradesi ile katılmış olduğunu belirterek şöyle demişti: “Savaş dünyanın baş belası, bahtsızlık ve zorluktur, ancak bazen böyle felaketlerin doğrudan üzerine gitmek savaşmak zorunda kalırız.”
Bu sözler “Yüz Yüze”nin konusu ile ilgili olarak kafamda kurduğum düşünceler silsilesine yeni bir yön verdi, bana hikâyenin başkahramanının kanlı meydana gitmekten korkarak kaçmasının psikolojik sebeplerini ortaya çıkarmak için bir anahtar olacakmış gibi göründü.
Bu konuyla ilgili olarak şöyle bir fikir yürüttüm: Elbette, kanlı savaş meydanında bulunan bir insanın tepesinde ölme ihtimali kıla bağlanmış bir kılıç gibi daima sallanıp durur, bu yüzden her bir can taşıyan insan savaşa gitmekten (yani, ölme ihtimalinden) korkar. Savaş meydanına hiç kimse öyle heyecanla, sevinçle, atılarak gitmez. Ancak güçlü kuvvetli bir düşman işgal amacıyla bir ülkeye saldırırsa ülkenin sadece millî bilinci özümsemiş, vatanseverlik inancı taşıyan vatandaşları, kelimenin tam anlamıyla, işgalin kendi halkını, akrabalarını, ailesini köle etmek için yapıldığını şiddetli bir biçimde hisseden, ilerlemekte olan düşmana karşı silahlı bir mücadele yapılmasının zorunlu olduğunu açıkça anlayan bilgili insanlar ölüme razı olarak kendi iradeleriyle savaşa tüm benlikleriyle girerler. Günlük geçimini temin etme, ailesine bakma, efendisine (hükûmete ya da ezici zengine) tabi bir hâlde çalışma durumundaki ve vergi ödeme güçlükleri ile ne yapacağını bilemez hâldeki sıradan çalışanlar, özellikle çiftçiler kanlı meydana sadece devletin mecbur etmesiyle boynundan bağlanmış gibi ezile büzüle, ölme korkusundan bembeyaz kesilmiş bir hâlde çaresizce giderler. Sıradan halkın, canını çok seven, eceli gelmeden ölmek istemeyen, ölmekten aşırı korkan bazı temsilcileri savaşa gidecek bir asker olmaktan titreye titreye kaçar ve asker kaçağı olur. Böyle bir kaçaklık devlet gözüyle bakıldığında sıradan bir suç olarak kabul edilir, pasifist ideoloji açısından bakıldığında ise sıradan bir insanın kibirli, militarist ülke yöneticilerinin çıkardıkları kanlı çatışmalara karşı tabii bir protestosu olarak görülür. “İki deve döğüşse ortadaki karasinekler kırılır.” der Kırgız atasözü. “Yüz Yüze”nin başkahramanı İsmail de boş yere kırılacak karasineklerden biri olmak istemediğinden asker kaçağı olmuştur.
“Yüz Yüze”nin konusunu derinlemesine değerlendirme amacı taşıyan bu düşünce ve yorumlarım küçük bir çocuğunki gibi masum, ideolojik açıdan zayıf olsa bile, gönlümü tamamıyla kazanmış, beni mıknatıs gibi kendine çekmiş, oldukça heyecanlandırmıştı. Bunların hepsini kâğıda geçirmek amacıyla Kambaralı Bobulov’a (Ala Too dergisinin eleştirmenlik bölümünde çalışan arkadaşıma) sakin sakin anlatmaya başladığımda sözlerimden bitirmeme fırsat vermeyecek derecede heyecanlandı ve bana Sovyet vatanseverliği, edebiyattaki partili olma prensipleri, adaletli savaş ve adaletsiz savaş konuları hakkında uzun bir ders verdi. Sonunda o: “Hey rızksız yetim, siyasete bulaşmayıp kendi işine baksana!” dedi. – Makaleni şimdi söylediğin gibi yazarsan hiç kimse basmaz, başkalarını bilmem ama ben basılması için editörüme sunamam”.
Gerçekten de düşündüğüm gibi bir makale yazılırsa bu makalenin basılması mümkün değildi. “Yüz Yüze” hakkında, eserin niteliğinin, tiplemelerinin güzel olduğunun, ustalıkla yazıldığının belirtildiği bir şeyler yazmak ise beni o kadar da cezbetmemişti.
Birdenbire 1958 yılının güzü geldi ve üniversitenin son sınıfında okumaya başladım. İşte o sırada “Cemile” hikâyesi Moskova’da çıkmakta olan en ünlü önemli dergi Novıy Mir’in (Yeni Dünya) 8. sayısında yayımlandı. Bu eser okurların büyük ilgisini çekti. Novıy Mir’in söz konusu sayısı elden ele dolaşarak, sıra beklettirerek, çekiştire çekiştire okundu. Okuyanların hepsi hikâye hakkında memnuniyetlerini, okurken büyük bir zevk aldıklarını belirttiler.
“Cemile” benim gibi edebiyat meydanına yeni yeni adım atan Kırgız gençlerini çok güçlü bir şekilde etkiledi. Çünkü bu eserde hepimizin görüp bildiği köy insanının yaşam biçimi, psikolojik farklılıkları, örf ve âdetleri, aynı zamanda doğduğumuz yerin tabiatının gönüle yakın, tanıdık görünüşleri, olayları, renkleri aynı Rus klasiklerinin romantik gençlik çağlarında kalemlerinden çıkmış gibi yüksek bir derecede güzel betimlenmişti.
Yine, “Cemile” SSCB’nin her bir köşesinde, özellikle Orta Asya’da yaşayan, edebiyat sanatına ciddi bir şekilde girişen, gerçek bedii sanatın değerini anlayan genç yazarların birçoğunu aynı bizler gibi büyüleyerek kendine çekmişti. Buna bir örnek olarak kendi halkı arasında ünlü bir genç nesirci olarak kabul edilen yetenekli Tacik yazarı Pulat Tolistin’in Novıy Mir dergisinde “Cemile”yi okuduktan sonra büyük bir memnuniyetle söylediklerini gösterebiliriz: “Nesir dediğin işte budur! Ben kesinlikle böyle bir nesir okumadım. Bu, gerçekte nesir değil, ilginç bir şiir imiş. “Cemile” gibi bir eser yazsaydım, bu dünyadan boşuna gelip geçmedim diye söylerdim”[5 - Мулложанов М. Любовью к челевеку. Предисловие к книге: Толис П. Молодость. И рассказы. Москва, – 1974,– 7 – бет.]
Novıy Mir’de yayımlanan “Cemile” iki ay sonra (Ala Too dergisi, 10. sayı, 1958) Kırgızca “Ovon” (Melodi) adı ile yayımlandı. Hikâyenin, yazarın kendisi tarafından Kırgızcaya çevrilen varyantı da Rusçası gibi birçok okur tarafından büyük bir ilgi ile karşılandı, sevgiyle dillerde dolaştı.
Şüphesiz, hem “Yüz Yüze” hem de “Cemile” o dönemdeki bütün Kırgız nesrinin henüz çıkamadığı bir seviyede yaratılmıştı. Edebiyatımızda ansızın böyle eserlerin ortaya çıkmasına şaşırdım ve bunun sırrını anlamak için kütüphanedeki gazete ve dergilerin birleştirilmiş ciltlerinden yazarın ilk hikâyelerini dikkatle okudum.
“Gazeteci Jüyo”, “Aşım” ve “Biz Daha da İleriye Gidiyoruz” isimli ilk üç hikâye, yazar tarafından yazılı basın sayfalarında görünmek, halk tarafından tanınmak amacıyla yazılmıştı. Elbette, o dönemde hükûmet siyasetinin yayın organı rolünü üstlenen Sovyet basınının güncel ideolojik kampanyaların fikirlerini çeşitli teknikler ile propaganda eden metinlere her zaman ihtiyacı vardı. Süreli yayın organlarının işte bu tür ihtiyaçlarını ve taleplerinin ne olduğunu zamanında kavrayan, aynı zamanda yazdıklarının yayımlanmasını görme arzusuyla kalbi hızla çarpan Cengiz Aytmatov, Stalinizm rejimi tarafından yeni bir dünya savaşının yapılmaması ve tabiatın değiştirilmesi amacıyla yürütülmekte olan siyasi kampanyaların sloganlarını edebiyat dilinde propaganda etmek için gençlik hayallerinden gerçek hayata hiçbir şekilde geçmemiş basit konuları ortaya çıkarmıştı.
Genç yazarın “Çiseleyen Yağmur”, “Geceki Sulama” ve “Asma Köprü” isimli son hikâyelerinde dönemin siyasi sloganlarının basit bir şekilde gösterilmesi girişimi yoktu. Bu hikâyelerin konuları da sosyalist emek, sosyal gelişme ve Sovyet ahlakı meseleleri ile ilgili olup çoğunlukla düşüncede kalan sahte olaylar olarak kurulmuştu.
Sözün kısası, araştırmaya başladığımda Cengiz Aytmatov’un ilk hikâyelerinin yazarının edebiyat sanatına yatkın, doğru dürüst eğitim ve modern dünya görüşü sahibi olduğunu açıkça göstermesine rağmen, yüksek estetik kriterler ile ölçüldüğünde oldukça zayıf olduğunu gördüm. Açık bir ifadeyle, bu hikâyeler yaz ortasında yapraklı dallarda duran elmalar gibi ham, çiğ ve tatsızdı.
Cengiz Aytmatov’un ilk hikâyelerinden doğru düzgün olanı “Asma Köprü”nün yayımlanmasının üzerinden iki yıl geçmeden güzün ağaç başında olgunlaşan elmalar gibi her açıdan güzel, lezzetli ve iri iri elmalara benzeyen “Yüz Yüze” ile “Cemile” genç yazarın kaleminden çıkıvermişti! Bu, kim bilir nasıl bir sihirli katalizörün gücüyle mayıs ayında büzülen elmaların hemen temmuz başında eskisi gibi büyüyüp kendiliğinden olgunlaşması gibi garipti. Elbette Cengiz Aytmatov’un sanatının gelişmesinde, çok hızlı bir şekilde olgunlaşan, insanı hayrete düşüren büyük bir sıçrama yapmasında bir katalizör görevi gören ve yukarıda geniş bir şekilde açıklanan unsurların (yazarın Stalinizm diktatörlüğünden azap çekerek büyümesi, Sovyet yönetiminin birdenbire yumuşamasından zamanında faydalanması, o dönemde Moskova’ya gidip okuması vb.) rol oynadığı da çok açıktı.
Ben Cengiz Aytmatov’un hikâyelerini okurken Kambaralı Bobulov her defasında dönüp dolaşıp konuyu “Cemile”ye getirdi ve bu hikâyenin iç yüzünü gösteren bir makale yazmaya girişti. O, hemen kadın ve erkek arasındaki cinsel ilişkiler konusundaki bilimsel kitapların özetlerini çıkardı, aşk konusunda yazılan edebî eserlerin birçoğunu okudu, özellikle bir aristokrat gelinin aşk belasına tutulduktan sonra büyük bir mevkideki bürokrat kocasını terk ederek aristokrat bir subayla evlenmesinin betimlendiği Anna Karenina romanını, edebiyat bilimcilerinin bu romanı inceledikleri çalışmalarını tekrar tekrar okuyup hazırlık yaptı. Bunların hepsi “Cemile” hikâyesinin başkahramanının gerçek aşk duygularının büyük bir ilgi çekmesi sebebiyle, onun kanlı meydana giden kocasını terk ederek dış görünüşü itici, ancak iç dünyası zengin, güzel ve vefalı bir yabancıyla kaçmasının psikolojik ve ahlaki açıdan aklanması, yaptığının doğru olduğunun onaylanması için yapıldı.
K. Bobulov işte bu konudaki “Mahabat bayanı” (Sevda beyanı) isimli makalesini büyük bir güç, emek ve zaman sarf ederek yazdı ve Parti gazetesi ve edebî dergide bastırdı. Bu, birçok açıdan doğru olan makale “Cemile” hikâyesi hakkında Kırgız edebiyat eleştirmenliğinde dile getirilen ilk ciddi övgü idi.
“Cemile”nin ideolojik temelinin K. Bobulov’un makalesinde tartışılması Cengiz Bey’in tam gönlüne göre gelmiş, kendisini son derece memnun etmiş gibi görünmektedir. O, bundan sonra Kambaralı’ya kucak açtı, onu kendisinin aktif bir taraftarı ve yol arkadaşı yaptı ve her açıdan koruyup kolladı. Mesela kendi isteğiyle 1963 yılında Pravda gazetesinin özel muhabirliği görevinden ayrıldığında herhangi bir Kırgız yazarı için yüksek mertebeli bu göreve Kambaralı’yı bıraktı.
Kaderin cilvesinden kaçılmaz, “Sevda beyanı” makalesini yazdıktan 5-6 yıl sonra, K. Bobulov Moskova’da doktorada okurken onun güzel karısı başka birisini Anna Karenina ile Cemile’den besbeter sevip ona vardı. Elbette, mert yürekli Kambaralı’nın sevişerek evlendiği yârinden iki çocuğuyla birlikte ayrılması alışıldık bir trajediydi. O, sevgili yârinin bu yaptığını en adaletsiz hainlik, beklenmedik bir hıyanet olarak kabul ederek eşine dostuna dert yandı, büyük bir üzüntüyle hasret türküleri topladı, başta hikâye ve eleştiri makaleleri yazan genç, beklenmedik bir şekilde hüzünlü bir şaire dönüştü.
Karısının kendisini terk etmesinin üzüntüsüyle gide gele ağlayıp sızlamasıyla o beni usandırdı, canıma yetti. Başlangıçta feryatlarını sabırla dinliyor, elimden geldiğince üzüntülü gönlünü avutuyordum, bir gün dayanamayıp şöyle dedim: “Sen, hoca, Anna Karenina ile Cemile’nin sevdikleri insanların arkalarından gitmelerinin her açıdan doğru olduğunu yazmamış mıydın? Ne oldu, kitaptaki karıların kocalarını terk ederek sevdikleri delikanlılara kaçmaları doğru da senin karının Anna ile Cemile’nin yaptığını yapması yanlış mı?”
Benim mümkün olduğunca yumuşak bir şekilde söylediğim bu sözler Kambaralı’ya bir ok gibi saplandı, kendini kaybetti, sonra biraz sinirlenip titreyen sesiyle bağırdı: “Senden bunu da mı duyacaktım? Bitti! Bir daha yüzüne bakmayacağım!” Başka bir şey söylemeye dermanı kalmayıp elini tersiyle salladı ve hızla ardına dönüp gitti.
Bundan sonra ölmeden iki yıl öncesine kadar bana selam vermedi, bir gün benim oturduğum büroya selam vererek girdi. Elini uzatıp tokalaştı, boş koltuğa oturdu. “Ben tuhaf bir hastalığa yakalandım, diyerek konuşmaya başladı. – Eski dost akıldan çıkmıyor, derler. Sadece seninle görüşeyim diye geldim. Senin de başında var ya, bir gün ihtiyarlık insanın sırtına pat diye binermiş.”
Kambaralı ağabey enerjik, yüksek sesle tartışan, şakalaşıp kahkaha atan, hemen heyecanlanan heybetli bir yiğit idi, onun birdenbire mülayim, mütevazı ve solgun bir insan hâline gelmesi beni o anda çok üzmüştü.
“Cemile” hikâyesini yok etme çabaları
1958 yılının güz sonlarıydı. Ben her zamanki gibi Bişkek’teki Merkezî Halk Kütüphanesinde oturuyordum. Birden yanıma Kambaralı Bobulov geldi. “Yarın Yazarlar Birliği’nde “Cemile” için bir tartışma toplantısı yapılacak, dedi. – Baytemirov var ya, o “Cemile”ye darbe vurmaya hazırlanıyormuş. Cengiz’in birdenbire parlamasını hazmedemeyenlerin hepsini tartışma toplantısına çağırmış. Ben de onlara karşı bir grup oluşturuyorum, sen de iyice hazırlan, konuşacaksın.”.
Nasirdin Baytemirov (1916-1996) o dönemde Kırgızistan Yazarlar Birliği’nde nesirci yazarlar bölümüne başkanlık ediyordu. O, bedii sanata yatkın, çalışkan bir emekçi, hızlı ve çok yazan bir yazar idi, ancak genel kültür birikimi, mesleki (edebî) bilgi, estetik zevk açısından eksiklikleri vardı. Sovyet yönetiminin her türlü siyasi kampanyalarını kendine iş edinir, resmî ideolojik taleplere uygun gelecek şekilde nesir, şiir ve drama türündeki uzunlu kısalı eserleri arkasından düşman kovalıyormuşçasına aceleyle yazar, birbiri ardına kitap hâlinde çıkarırdı.
“Cemile” hikâyesinin yayımlandığı dönemde N. Baytemirov dört büyük romanın, dört büyük hacimli hikâyenin, iki seçme hikâyeler kitabının, dört şiir kitabının ve üç piyesin yazarı olmayı başarmıştı. Buna rağmen o kalem arkadaşlarından, özellikle edebiyat eleştirmenlerinden kendini memnun edecek övgü sözleri duyamamıştı. Çünkü, onun yazdıklarında, özellikle nesir türündeki eserlerinde olayların kurguları daima sahte, hiçbir ilginçliği bulunmayan kuru bir temele dayanıyor, kahramanlar ise cansız ve güven vermez bir yapıda bulunuyordu.
Ancak N. Baytemirov kendisini çalışmalarına uygun bir şekilde değerlendirilmeyen bir yazar olarak görüyor olmalıydı ki eserlerinin edebiyattan anlayanlar tarafından övülmemesine üzülüyor, öfkeleniyor görünüyordu. Bu sebeple kalem erbabından herhangi biri süreli yayınlarda sürekli olarak övülürse anında onunla polemiğe giriyor, onu kıskanıyor ve ona düşman oluyordu. Buna bir örnek verelim:
1935-1948 yılları arasında üç romanı yayımlanmasına rağmen Kırgız yazarlarının ustaları arasında kabul edilmeyen Tügölbay Sadıkov’un başına 1949 yılında beklenmedik şekilde büyük bir talih kuşu kondu. O zaman, onun bir yıl önce Moskova’da Rusça basılan “Bizdin zamandın kişileri” (Bizim Zamanımızın İnsanları) isimli romanına üçüncü (en alt) derece Stalin Ödülü verildi.
Üç dereceli Stalin Ödülü Sovyetler Birliği’nde Rusça yayımlanan edebiyat kitapları arasından en iyileri olarak seçilenlere her yıl verilen tek devlet ödülüydü. Bu ödülü Rus edebiyatı eserlerinden birçoğu, millî edebiyatların Rusçaya tercüme edilen eserlerinden ise birazı alabiliyordu. Millî cumhuriyetlerin yazarlarının içinden herhangi bir derecedeki bir Stalin Ödülü’nü almaya layık olan bir kişi derhal kendi edebiyatında en ön sıralara çıkarılıyor, itibar ve şöhrete kavuşuyordu, bu da yetmiyormuş gibi tüm SSCB topraklarında, hatta sosyalist blokta tanınıyor, maddi açıdan da büyük bir rahatlığa kavuşuyordu.
Kırgız yazarları arasında ilk defa Stalin Ödülü’nü alması, T. Sıdıkbekov’un itibarını anında yükseltip toplumdaki yerini kökünden değiştirdi. Öncelikle, “Bizim Zamanımızın İnsanları” 1949-1951 yılları arasında dört defa Rusça basıldı; 1950-1953 yılları arasında Sovyet cumhuriyetlerinin ve sosyalist ülkelerin 11 dilinde yayımlandı; ödül alan romanı şerefine aynı yıllarda yazarın başka eserleri de SSCB halkları dillerine tercüme edilerek yayımlandı. Sonunda, T. Sıdıkbekov sadece dünyanın yarısında tanınmakla kalmadı, aynı zamanda para içinde yüzen en zengin Kırgız yazarı da oldu. Diğer açıdan, T. Sıdıkbekov’un hayatı ve sanatı hakkında üç doktora tezi yapıldı, gazete ve dergilerde, bilimsel eserlerde, ders kitaplarında kendisine yağmur gibi övgüler yağdırıldı. Üst düzeydeki devlet ödülü onun eserleri üzerine her türlü eleştiri yazısının yayımlanmasının önünü açtı.
İ. V. Stalin’in ölmesinin üzerinden bir buçuk yıl geçtikten sonra, başka bir deyişle, 1954 yılı güzünde Kırgızistan Yazarları İkinci Kurultayı toplandı. Kırgız Üniversitesine henüz girmiş olan şahsım da yazar olmak isteyen on civarında öğrenciyle birlikte sıradan bir dinleyici olarak bu kurultaya katıldı. Kürsüde okunan bildirilerde, yapılan konuşmalarda T. Sıdıkbekov çok övüldü. Bir ara söz N. Baytemirov’a verildi. O, klasik giriş konuşmasını yaptıktan sonra başkanlık divanında oturan parti yöneticilerine şöyle bir soru sordu: “Stalin Ödülü sahibini eleştirebilir miyim?” Bu sorudan sonra salondakiler de, başkanlık divanında oturanlar da gürültüyle güldüler. Çoğunluğun gülmesini desteklendiği şeklinde algılayan N. Baytemirov coşup T. Sıdıkbekov’un henüz yayımlanmış olan “Too baldarı” (Dağ Çocukları) isimli romanıyla ilgili ideolojik suçlamalarını kâğıt sayfasından kendinden emin bir ifadeyle okudu. Onun bu eleştirisi hem sıradan bir demogoji hem de bayağı çıktı. Ancak bu eleştiriye N. Baytemirov’un arkasından kürsüye çıkıp konuşan Kırgız yazarlarının hiçbiri de aksi bir karşılık vermedi. Sadece, o dönemde şöhreti henüz SSCB topraklarında yayılmamış olan Balkar şairi Kaysın Kuliyev, N. Baytemirov’un “Dağ Çocukları”na yönelttiği siyasi suçları yalanladı.
İkinci Dünya Savaşı’na bir Sovyet subayı olarak katılan Kaysın Kuliyev (1917-1985), savaş bittiğinde, bir yıl öncesinde Orta Asya’ya sürülen kendi halkının arkasından Bişkek’e gelmiş, burada on yıl kadar yaşamıştı. Kırgızistan Yazarlar Birliği’nde genç yazarların danışmanlığı görevinde bulunmuş, Rusça gazete ve dergilerde gazetecilikle ilgili malzemeler yayımlamış, bazı Kırgız yazarların eserlerini Rusçaya tercüme etmiş, bu şekilde geçimini temin etmişti. Özellikle, T. Sıdıkbekov’un “Dağ Çocukları” romanını Rusçaya tercüme etmiş, eser 1954 yılında Bişkek’te yayımlanmıştı.
Kurultayda kendisinin Rusçaya tercüme ettiği bir eserde ideolojik hatalar bulma gayretkeşliğine oldukça öfkelenmiş olmalıydı ki, K. Kuliyev kürsüye çıkar çıkmaz, N. Baytemirov’un “Dağ Çocukları”na yakıştırdığı siyasi suçlamaları yalanlamakla kalmadı, onun dile getirdiği eleştirilerin sadece kıskançlık dolayısıyla olduğunu, kendisinin de birilerini küçük görmek gibi bir güce sahip olmayan bir yazar olduğunu yüzüne vura vura söyledi. Balkar şairi öylesine ateşli konuştu ki, salonda oturanlara çok güçlü bir tesiri oldu, aralarından biri, çok duygusal ya da saralı mıydı neydi, koltuğundan pat diye yere düştü.
N. Baytemirov’un baş belası olarak T. Sıdıkbekov’dan sonra bütün Sovyet edebiyatı arenasına Cengiz Aytmatov şahlanarak çıkmaya başladı. Rusça yayımlanan “Cemile” henüz yazılı basında övülmemişti, ancak yazarlar arasında özel bir ilgiyle okunuyor, kendisinden memnuniyetle bahsediliyordu. Hikâyenin Rusçasından sonra Kırgızcası da okuyanların hepsini sevindirmiş, kendinden bahsettirir olmuştu. Bundan sonra, alışkanlık hâline gelen kıskançlık duygularına yenilen N. Baytemirov mevkisinden (Nesirciler Bölümü Başkanlığından) faydalanarak “Cemile” hikâyesini henüz beşikten bile çıkmadan kötülemek amacıyla bu hikâye hakkında bir tartışma toplantısı düzenlemişti.
Ben Kırgızistan Yazarlar Birliği’ne resmî olarak verilen tek katlı eski bir eve gündüz saat ikide geldim. İçeriye girdiğimde, koridordaki ilan tahtasında “Cemile” hikâyesinin dili hakkında görüş alışverişlerinin yapılmakta olduğunu bildiren bir kâğıt gözüme çarptı. Bürolardan birine başımı uzattığımda tartışma toplantısına çağrılanların toplanmış olduğunu gördüm. Ben de selam verip girdim ve boş bir sandalyeye oturdum. Bir de baktım ki, uzun masanın orasında burasında N. Baytemirov’un dışında şu kalem erbabı oturuyordu: Kırgız Sovyet edebiyatının kurucularından biri, ünlü şair Temirkul Ümetaliyev (1908-1991); ünlü tercüman, Ala Too (eski Sovyet Kırgızistanı) dergisinin sorumlu yazı işleri müdürü Olcobay Orozbayev; henüz üne kavuşmamış şair, Yazarlar Birliği’nin parti kolu başkanı Tümönbay Bayzakov, doğru dürüst hikâyeleri ile tanınan yazar, hicvî Çalkan (Isırgan Otu) dergisinin başeditörü Kasım Kaimov; yeni yeni okur tarafından tanınmaya başlayan nesirci Kaçkınbay Osmonaliyev; günümüzde unutulup kalan, o dönemde iyi kötü hikâyeler yazan savaş gazisi Cumabek Kıdırmışev; ünlü edebiyat eleştirmenleri olan Keneşbek Asanaliyev, Kambaralı Bobulov ve Kımbatbek Ukayev (1932-1989).
Tartışma toplantısı N. Baytemirov’un kısa bir giriş konuşması ile başladı. O, daha çok “Cemile”nin akıcı bir Kırgızca ile yazılmadığını, birçok cümlenin Rusçadan kelimesi kelimesine tercüme edilmiş gibi sırıttığını örnekler getirerek güya kanıtladı. Sonra söz İkinci Dünya Savaşı’ndan bir kolunu kaybederek dönen Cumabek Kıdırmışev’e verildi, o da bu fikir üzerine şöyle bir görüş belirtti:
Bir asker kanlı bir meydanda halkı korurken onun evde kalan karısının kim bilir nereden peyda olan aklı bir karış havada bir serserinin uzata uzata türkü söylemesiyle aklı başından gidip onun eteklerine yapışarak peşinden gitmesi Sovyet ahlakının taleplerine uygun gelmez…
Bu teze dört yıl boyunca kanlı meydanın tam ortasında bulunarak sağ salim geri dönen ünlü şair Temirkul Ümetaliyev hemen sahip çıkarak onu destekledi. Onun söylediğine göre, faşist baskıncılarla çatışmakta olan bir askerin yurdun içlerinde kalan tertemiz nikâhlı karısının başka birine varmasının “Cemile” hikâyesinde ayıplanmaması, aksine aklanması, hatta gerçek bir aşk örneği olarak göklere çıkarılması kaba bir ideolojik hataymış!
Savaş zamanında kendi gözümle görmedim, yalan söylemeyen, şahit olan bir kişiden duydum, dedi şair. – Bir asker iki kolunu, iki ayağını kaybetmiş, askerî hastanede tedavi görüyormuş. Karısına “Ben işte böyle sakat bir insan oldum, beni buradan götür, canım” diye bir mektup gönderir. Karısı cevap mektubunda kolsuz, ayaksız kalan kocasını reddedeceğini bildirir. O zaman kocası karısına “Senin beni reddetmene üzülmüyorum, bana hükûmet de iyi kötü bakacakmış, ikimiz sevişip evlenmiştik, üç dört yıl uyumlu yaşamıştık, güzel bir şekilde vedalaşalım, bana bir gelip git” diye tekrar bir mektup yazar. Karısı sakat kocasının yattığı askerî hastaneye gelip kocasının karşısında yüreği uçmuş bir vaziyette durur. Sakat koca ona “Yüzünü bana yaklaştırsana, vedalaşma işareti olarak seni bir öpeyim.”der. Karısı eğilerek yüzünü yaklaştırdığında asker onun burnunu “hap” diye hırsla ısırır. Halkını, vatanını korurken sakat kalan şahsını reddeden rezil karısını askerin bu şekilde cezalandırdığını görenler de onun haklı olduğunu düşünerek desteklerler. Sen ise Cengiz, bu şekilde burnunu hırsla ısırdığı karısının savaşın içinde bulunan kocasını terk ederek kaçmasını doğru buluyor, güzelce süslüyor, romantik bir şekilde betimliyorsun. Bu yaptığın, sadece Sovyet ahlakına değil, dedelerimizin, babalarımızın değerlerine de zıttır.
O zamana kadar herhangi bir toplantıda eleştirildiğini görmemiş olmalıdır ki, Cengiz Aytmatov eserinin ideolojik açıdan suçlanmaya başlanmasıyla sert bir şekilde öfkelendiğini yüzünden belli etmeye, sabrını ne kadar korumaya çalışırsa çalışsın, dikenli bir şeyin üzerinde oturuyormuş gibi huzursuzlanmaya başladı. Sadece T. Ümetaliyev’in eleştirisine dayanamayıp “Temirkulcuğum, ben bu töhmetinizi kabul edemem” dedi. O zaman Tümönbay Bayzakov:
Ey, Cengiz, yoldaşların düşüncelerini öfkelenmeden dinle! diyerek yan taraftan kaba bir şekilde bağırdı. – Partiye geçmek üzeresin, eleştirilere karşı doğru bir şekilde davranmasını öğren. Sana ne kadar acı söz söylenirse söylensin, kendini tutarak sakin sakin otur!
Kırgızistan Yazarlar Birliği Parti Kolu Başkanı, Kırgızistan Komünist Partisi Merkezî Komitesinin Genel Sekreteri İshak Razzakov’un bacanağı T. Bayzakov’un müdahalesi C. Aytmatov’u konuşmasını kesmeye mecbur bıraktı.
Ancak, bundan sonra tartışma toplantısına katılanlar “Cemile” hikâyesini hem savunarak hem de överek konuştular. Özellikle usta tercüman, edebiyat bilimci Olcobay Orozbayev hikâyenin yenilikçi, başarılı ve ilgi çekici bir hikâye olduğunu uzun uzun anlattı. Eleştirmenler K. Asanaliyev ile K. Bobulov’un söyledikleri de kanıta dayanır, inanılır ve anlamlı çıktı. Nesirci genç yazarlar K. Kaimov ile K. Osmonaliyev de “Cemile”ye yakıştırılan suçlamalara kaba cevaplar verdiler. Eleştirmen K. Ukayev’in hikâyede başarılı yönlerle birlikte eksiklikler de olduğu gibisinden konuşması dikkate bile alınmadı. Genel olarak bu tartışma toplantısında da “Cemile” daha fazla övgü aldı ve kendisine yüksek bir değer biçildi.
C. Aytmatov’un yeni hikâyesini kötüleme niyetinin suya düştüğünü anlayan N. Baytemirov benim konuşmak için el kaldırdığımı görmezlikten geldi ve tartışma toplantısının sona erdiğini ilan edip yazar C. Aytmatov’a söz verdi.
Tartışma toplantısının başlangıcında öfkeyle oturan C. Aytmatov konuşanların çoğunun eserini kuru suçlamalardan korumaları, sade bir bilgelikle övmeleri dolayısıyla memnun olmuş, yüzü gülmüştü. O, hikâyesi için söylenen bazı eleştirileri nazikçe çürüttü ve sonra “Cemile”nin dilini sıradan Kırgız okurlarının anlamadığı şeklindeki töhmete karşı bir delil olarak çantasından üç dört mektup çıkardı. Sonra o: “Okurlar anlamıyor, diyorsunuz, bana “Cemile”yi okuyan köylülerden teşekkür eden bu gibi mektuplar gelmekte, size okuyayım.” dedi. O zaman T. Ümetaliyev: “Boşver, Cengiz, okuma, mektupları çantana geri koy, dedi. Bana halktan çok mektup gelir, arasında benim için yazılan şiirler de var, ben hiçbirini başkalarına okumam. Sen de böyle yap, ayıp olur.”
Bu reddedilmeden rahatsız olan Cengiz Bey biraz düşündü ve sonra “Cemile”yi eleştirenlerin söylediklerini dikkate alacağını yüzeysel olarak belirtti ve hikâyeyi savunanlara teşekkür etti. Bu şekilde tartışma toplantısı sona erdi. Genel bir değerlendirmeyle, “Cemile” hikâyesinin kötülenmesi amacı güdülerek düzenlenen bu toplantı gerçekte hikâyenin övülmesi toplantısına dönüştü.
Tartışma toplantısına katılanlar gürültüyle koridora çıktı. Cengiz Bey askıdan kabanını aldı, son büronun kapısı açıkmış, buraya gayriihtiyari göz attı, sonra hayretten olduğu yerde kalakaldı. Anlaşılan, bu büroda Toktobolot Abdumomunov Yazarlar Birliği’nde çalışan sekreter ve muhasebeci kadınlarla birlikte oturmuş, çay içiyormuş! Toktobolot ile Cengiz’in ikizler gibi her zaman birlikte dolaştıklarını gören, onların samimi dostlar olduklarını duyan benim gibi bir insan için kafama sorular yağmur gibi yağdı. “Acaba, Abdumomunov “Cemile” için tartışma toplantısı olacağını duymamış mıydı? Şu kadınların oturduğu büroya geçerken Baytemirov’un bu konudaki ilanını görmemiş miydi? Yan büroda “Cemile”nin tartışılmakta olduğunu, her şeyi bilen şu kadınlar ona söylememişler miydi?”
T. Abdumomunov tıpırtıyla koridora çıkanlara birden bakıp aralarından kabanını eline almış bir hâlde kendisine gözlerini diken C. Aytmatov’u gördüğünde yerinden kalkmadan sordu: “Cengiz, ne var, toplantı moplantı mı oldu?” Sersemleyerek şaşkına dönen Cengiz Bey başını bir salladı ve resmî bir ses tonuyla: “Yeni hikâyem için bir toplantı yapıldı, böyle bir toplantıya herkesin katılması gerekiyordu gibime geliyor.” diye mırıldandı. Sonra kabanını giydi, çantasını aldığı gibi hiç kimseyle vedalaşmadan hızla dışarı çıktı.
Yazarlar Birliği binasından ben K. Asanaliyev ve K. Bobulov ile birlikte çıktım. Üçümüz bir tarafa doğru yürümeye başladık. Üçümüz de bu tartışma toplantısının etkisini üzerimizden atamamıştık. Özellikle Kambaralı Bobulov hızlı hızlı çarpan neşeli kalbini sakinleştiremez bir hâlde şamatayla gidiyordu. “Biz yendik, biz onlara baskın geldik!” deyip durdu birbiri ardınca. Aklımdan T. Abdumomunov’un görüp bildiği hâlde tartışma toplantısına gelmemesi konusu çıkmıyordu. Sonra öğretmenimiz Keneşbek Asanaliyev’e yüklenerek bir soru sordum: “Benim bildiğim kadarıyla, Abdumomunov Aytmatov’un dostu, Baytemirov’un düşmanıydı. Düşmanı, dostunun eserini yerden yere vurmak isterken onun tartışma toplantısına gelmemesi de ne demek? Yan büroda tartışma toplantısı yapılırken bildiği hâlde kadınlarla oturup çay içmesi de neyin nesi?” K. Asanaliyev düşünüp cevap verinceye kadar K. Babulov patladı: “Boş yere kendilerini bir şeymiş gibi göstermeye çalışan yazarların tamamı Cengiz’in bir roket gibi fırlayıp gitmesini kıskanıyorlar. Cengiz’in samimi dostu olarak bilinen Abdumomunov’un içi karaymış.” Bu düşünceyi K. Asanaliyev de kabul etti, yazarlar arasında kıskançlıktan doğan düşmanlık olaylarının eskiden beri mevcut olduğunu, T. Sıdıkbekov’un “Bizim Zamanımızın İnsanları” isimli romanının Rusçaya tercüme edilmesi ve Stalin Ödülü’ne aday gösterilmesi sırasında bazı yazarlar tarafından düzenlenen ihanet çalışmalarından örnekler vererek açıkladı.
Yaşlı başlı yazarlardan Ümetaliyev’in tartışma toplantısına geldiğini görmüyor musunuz? Kendi kızıyla aynı yaşta olan genç bir yazara karşı konuşmasına hayret ettim, dedi K. Bobulov sokağı çınlata çınlata bağırarak. – Ah, tövbe! Kendisinin şiirden başka hiçbir şey yazmamış olmasına, Cengiz’in onun ne yaşıtı ne de rakibi olmasına, onunla ün, şöhret ya da mevki yarışına girmemesine rağmen Ümetaliyev niçin böyle yaptı, sebebini biliyor musunuz, Keneşbek Asanaliyeviç?
Bu soruya K. Asanaliyev biraz yürüdükten sonra cevap verdi: “Anlamsız. Kendisine sormalı.” T. Ümetaliyev’in niçin “Cemile”ye karşı çıktığını öğrenmek K. Bobulov için kendisini huzursuz eden bilmeceli bir soru hâline gelmişti. O, iki gün sonra bu soruyla ilgili olarak kulağı delik yazarlardan soruşturup öğrendiklerini bana müjdeledi. Anlaşılan T. Ümetaliyev’e birisi, Aalı Tokombayev’in Cengiz’e “Babanın dostuydum, beraber çalışıyorduk.” diyerek onu kendi tarafına çektiğini söylemiş. A. Tokombayev ile eskiden beri düşman olan T. Ümetaliyev bu dedikodulara inanmış, “Düşmanımın dostu, benim düşmanımdır.” ilkesine dayanmış ve hemşehrisi T. Bayzakov’u peşine takıp tartışma toplantısına gelmiş, “Cemile” hikâyesini karalamıştı. Aynı gün bunu duyan gazeteci ve siyasetçi, Cengiz Aytmatov’un hemşehrisi ve en yakın arkadaşı Turgunbek Suvanberdiyev akşamleyin kendisine yakın, gönül dostu olan T. Ümetaliyev’e gelip onun Cengiz’e karşı çıkmasına üzüldüğünü söylemiş. Onun karşı çıkma sebebini öğrendikten sonra A. Tokombayev ile C. Aytmatov’un arasında hiçbir ilişki olmadığını, Cengiz’in aslında Aalı’nın edebiyat meseleleri üzerinde dile getirdiği birçok düşünceyi beğenmediğini kendisine açıklamıştır. Bu güvenilir bilgiden sonra keyfi kaçan T. Ümetaliyev yaptığı büyük hataya yerinerek evinde oturmuştur. “Temirkulcuğum çocuk karakterlidir ya birilerinin söylediklerini daima gerçek kabul eder.” diyerek sözünü bitirdi Kambaralı Bobulov.
C. Aytmatov’un her açıdan son derece büyük bir itibara kavuştuğu bir dönemde T. Ümetaliyev ona atfen şiirler yazdı, yeri geldiğinde onu göklere çıkararak övdü, yazarların hizipler hâlindeki güç yarışlarında onun taleplerine destek çıkar oldu. Cengiz Bey de yaşlı şaire sevgi ve saygıda kusur etmedi, özellikle onun 60. doğum gününün bir jübile olarak kutlanması amacıyla kurulan komisyonun başkanlığını yaptı, doğum günü münasebetiyle yapılan görkemli toplantıyı başından sonuna kadar yönetti.
Tümönbay Bayzakov da daha sonraları Cengiz Bey’i öven, savunan yazarlardan biri oldu, ona karşı konuşanlar hakkında kinayeli fıkralar çıkardı.
Şöhreti alev alev yayıldığında
“Cemile” için düzenlenen tartışma toplantısının üzerinden henüz çok zaman geçmemişti. Bir gün Sovyetler Birliği’ndeki en ilginç yazılı basın organı Literaturnaya Gazeta’da (Edebî Gazete) Muhtar Avezov’un, “Cemile” isimli hikâyeyi göklere çıkararak öven, aynı zamanda ciddi olan bir makalesini okuduk.
Şüphesiz, M. Avezov Abay Yolu romanıyla dünyadaki pek çok halk tarafından tanınan, aynı zamanda akıllı, bilgili ve güzel yönleriyle de çok milletli Sovyet yazarları arasında son derece büyük bir saygı gören ünlü bir Kazak yazarı, bilim ve halk adamıydı. Orta Asya halkları aydınları, özellikle Kırgız yazarları onu bir tanrı gibi görüyor, ona bir pir gibi saygı gösteriyordu. Bu sebeple onun Literaturnaya Gazeta’nın sayfaları arasında “Cemile” hikâyesine çok büyük bir değer vermesi Bişkek’te bir sansasyon olarak kabul edildi ve Cengiz Aytmatov’un itibarını göklere çıkardı, boş yere kendilerine rakip görüp onu kıskananları çileden çıkardı.
M. Avezov’un makalesinden sonra birbiri ardına Rusya’nın, Kırgızistan’ın ve başka cumhuriyetlerin gazete ve dergilerinde eleştirmenlerin “Cemile”yi göklere çıkaran, olay yaratan makaleleri ve değerlendirme yazıları, okur mektupları çıkmaya başladı. 1958 yılı güzünde Kırgız sanatı ile edebiyatının on günlük bayramının Moskova’da kutlanması dolayısıyla süreli yayın organlarında, ünlü Rus yazarlarının katıldığı tartışma toplantılarında, Moskovalı okurlar ile Kırgız yazarların buluşma toplantılarında “Cemile” genç Kırgız edebiyatının bir başyapıtı olarak baştan sona övgüye boğuldu.
Bu arada Moskova gazetelerinde dünyaca ünlü söz ustası Luis Aragon’un “Cemile”nin Rusçasını Fransızcaya tercüme ederek yayımladığı, çıkan kitapçığa harika bir giriş yazdığı şeklinde bir haber ilan edildi. Çok geçmeden “harika” olduğu söylenen giriş Rusça ve Kırgızcaya tercüme edilip gazete ve dergilerde basıldı. Giriş, gerçekten de mükemmeldi, “Cemile” şerefine söylenen anlı şanlı bir şiir gibi yazılmıştı, okuyanların hemen hemen hepsi üzerinde hikâyenin kendisi gibi güçlü bir etki bıraktı. Bu şekilde, Luis Aragon Cengiz Bey’in itibarını daha da yükseltti.
O dönemdeki kulağı kesik yazarların söylediklerine göre, Muhtar Avezov Moskova’da Luis Aragon ile görüşmüş, sohbet ederlerken Sovyet edebiyatındaki parlak bir yenilik olarak genç Kırgız yazarının “Cemile” isimli hikâyesinden memnuniyetle bahsetmişti; bunun üzerine kendisinde bir ilgi uyanan Aragon “Cemile”yi okuyup çok beğenmiş, hemen ana diline tercüme etmişti. Bu, onun hayatında ilk defa yaptığı tercümanlık çalışmasıymış.
1961 yılında “Cemile” Lenin Ödülü’ne aday eserler arasına alındı. Görüp bilenlerin söylediklerine göre, Lenin Ödülü’nü veren komisyonun üyesi Muhtar Avezov bu komisyonun Moskova’da yapılan oturumlarında “Cemile”yi ödüle aday göstermek için hitap sanatını, büyük itibarını kullanmış ve bütün gücünü harcayıp canla başla çalışmıştı. Bu sefer onun bu cesur hareketi fazla bir işe yaramadı. Buna “Cemile” hikâyesinin hacminin küçük ve sonra da genç bir yazarın ilk ünlü eseri olması sebep olmalıdır.
Daha o dönemde “Cemile” birçok yabancı dile çevrilmiş, eleştiri makalelerinde ve bilimsel kitaplarda tekrar tekrar övülmüş, ödül alma yolunda ilerlemişti. Bu eseri dolayısıyla önce Sovyetler Birliği’nde, sonra da Avrupa’da ün kazanan C. Aytmatov, “Cemile”sini bir anlık bir ürpertiyle gelen bir harika olarak yazmadığını, dünyanın edebiyat göğünden hızla kayarak gözden kaybolan bir kuyruklu yıldız olmadığını “Kızıl cooluk calcalım” (Al Yazmalı Güzelim) (1961), “Botogöz bulak” (Deve Gözü) (1962), “Birinçi mugalim” (İlk Öğretmen) (1962) isimli yeni eserleri ile kanıtladı. Bu eserler fikrî ve bedii nitelikleri açısından “Cemile”den geri kalmamışlardı. Diğer yandan, Cengiz Bey sadece söz sanatına doğal biçimde güçlü bir yeteneği olan bir sanatçı değil, aynı zamanda orijinal düşünebilen bilgili bir aydın olduğunu kendi dönemi için güncel, siyasi, kültürel ve ahlaki meseleleri ele aldığı keskin, ilginç ve örnek makaleleri ile de gösterdi.
“Cemile”, “Al Yazmalım”, “Deve Gözü” ve “İlk Öğretmen” hikâyelerinden özel bir seçme eserler kitabı oluşturulup 1962 yılında “Povesti Gor i Stepey” (Steplerden Hikâyeler) adıyla yayımlandı. Bu kitap 1963 yılında Lenin Ödülü’nü almaya değer bulundu.
Lenin Ödülü SSCB’nin en yüksek devlet ödülü olup bilim ve teknolojideki yeni keşiflere, sanat, edebiyat ve arkeolojideki en önemli eserlere veriliyordu. Her yıl çok sayıda insana da verilmiyordu. Elbette, bu itibarlı ödülü almaya hak kazananların toplumdaki itibarı oldukça artıyordu.
Yine, Cengiz Aytmatov’a kadar hiçbir Sovyet yazarı 35 yaşında Lenin Ödülü’nü alabilmiş değildi. Bu ödül daha önce Merkezî Asya’nın Türk halkları yazarları arasından sadece Muhtar Avezov’a verilmişti.
Böylece, “Yüz Yüze” yayımlandıktan sonraki beş altı yıl içinde Cengiz Aytmatov’un şöhreti artmış, alev alev hızla yayılmış, çok uzaklara kadar gitmiş, itibarı aynı havaya fırlatılan bir roket gibi yükselmiştir. Kırk yaşına gelmeden dünya çapında ün kazanan Kırgız yazarı çok uluslu Sovyet edebiyatını yaratanların ön saflarına geçmiş, Moskova’nın sadece ilerici edebiyat muhitinin değil, en üst düzeydeki siyasi elit kesimin de sevgilisi olmuştu. Kendi içinden her yerde tanınan insanları henüz çıkaramamış olan Kırgız halkı için Cengiz Aytmatov’un adı ulusal bir gurura dönüşmüştü.
Hiç kimse kendi köyünde peygamber olmaz
Rus dilinde böyle bir atasözü var. Bu sözün doğru olduğu Kırgız kültür hayatında C. Aytmatov örneği ile bir kez daha onaylandı.
Cengiz Bey dış dünyada “Kırgız harikası” olarak tanınsa da aynı ulustan olan bazı kalem arkadaşları tarafından dışlandı. Mesela söz konusu dönemde Kırgız yazarları arasında aşağıdaki gibi dedikodular dolaşıyordu.
O dönemde Kırgız edebiyatının saygıdeğer büyüğü Aalı Tokombayev (1904-1988) ciddi bir tavırla: “Aytmatov’a gerçek bir yazar denemez, orta bir hikâyeci diyebiliriz.” demiş. Diğer bir büyüğümüz Tügölbay Sıdıkbekov şöyle demişmiş: “Cengiz şırfıntı bir gelini görkemli bir şekilde betimleyip edep ve ahlakı bozuk Batı dünyası tarafından beğenildi.” Yakınlarda, C. Aytmatov’un dostu olan ünlü dramacı Toktobolot Abdumomunov (1922-1992) şöyle demiş: “Cengiz sabunun köpüren bir köpüğüdür, göreceksiniz, hızlı bir şekilde fos edip inecek.”. Yine ünlü bir yazar Şükürbek Beyşenaliyev (1928-2001) işte şu düşüncesini sık sık dile getiriyormuş: “Aytmatov Kırgız hayatını Moskova’nın eleştirmenlerine uygun bir şekilde yazan bir Rus yazarı. Doğru, eserlerini kendisi Rusça yazıyor ancak ünlü Rus yazarlarına düzelttiriyor ve sonuna “Kırgızca-dan tercüme” diye yazdırıyor. Rusça yazdıklarını kendisi Kırgızcaya tercüme ediyor ancak bunların dili çok zayıf.”
(Böyle dedikoduların boş yere çıkmadığı daha sonra yazılı basında yayımlanan hatıra materyallerinde rastlanan, bize tanıklık eden bazı ifadeler aracılığıyla doğrulanmaktadır. Örneğin, yazar Asanbek Stamov “Bozuk Bıldırcınlar” isimli hatıratında (Kırgız Tuusu, 19 Eylül 1992) A. Tokombayev’in: “Aytmatov yazar değil, sadece iyi bir gazeteci… Aytmatov’u siz bir tanrı gibi görüyorsunuz, biliniz ki, Kırgız toprağında yetişmemiştir, Kırgız edebiyatı tarihinde iz bırakmayacaktır.” dediğini kendi kulağıyla duyduğunu belirtir.[6 - Стамов А. “Бузуку бөдөнөлөр”. -Кыргыз Туусу газетасы, 1992, 19- сентябрь.]
Ünlü nesirci Kaçkınbay Osmonaliyev (1929-1992) ile karşılaştığımız yerlerde sohbet ederdik. O, yazarlığa yatkın, konuşmasını, eski Kırgız hayatını iyi bilen bir kalem erbabıydı. Maalesef, onun bilgisi zayıf, estetik zevki eksikti. Kendisini C. Aytmatov’dan eksiği olmayan yetenekli bir insan olarak kabul etmişti bu açıkgöz insan genelde: “Ben Rus dilini iyi bilmiyorum ya, kör olasıca, deyip içindeki arzusunu dile getirirdi. – Eğer Rusçayı Cengiz gibi bilseydim, dünyada belki ondan da iyi tanınırdım!”
İşte bu şekilde düşünen, düşündüğünü bazen açıkça söyleyen Kırgız yazarları az değildi. Bu tür konuşmalar yapıldığını duyduğumda ben doğrudan atılır: “Rusya’yı bir kenara bırakalım, şu bizim Kırgızistan’da da kendileri Rus, ana dilleri Rusça olan yığınla yazar var, ancak onların hiçbiri Aytmatov gibi bir sıçrama yapamıyorlar.” derdim.
Kısacası, Kırgız yazarların bir çoğunun kafasında Cengiz Aytmatov’un özgün ve az rastlanan bir yetenek, derin bir bilgiye sahip yorulmaz bir emek adamı olduğu için değil, Rus dilini iyi bildiği için dünyaca meşhur olduğu gibisinden dar görüşlü fikirler dahi ağır basardı.
Ancak “Hayattaki klasikler” olarak kabul edilen büyükler de onlardan daha genç olan başka yiğit yazarlar da ünü her tarafa ışıl ışıl yayılan kalem arkadaşlarını, kendilerini dev aynasında gördüklerinden kendilerine denk görmediklerini, ondan hoşlanmadıklarını, dışladıklarını yazılı basın sayfalarında ya da toplantı kürsülerinde açıkça ilan etmeye cesaret edememişlerdir. Bu yazarların tek bir baldırı çıplak kahramanı Nasirdin Baytemirov oldu. O, 1960’lı yıllarda kendine rakip olarak gördüğü C. Aytmatov’a karşı takındığı olumsuz tavrı gizlemeyip sürekli dile getirdi. Buna somut örnekler verelim:
Yanılmıyorsam, 1963 yılı güzüydü. Bişkek’teki Kız Pedagoji Enstitüsünde bir grup yazar, öğrencilerle bir buluşma toplantısı düzenledi. Nasirdin Baytemirov kürsüye çıkıp millî edebiyatın o sıralardaki meseleleri konusunda konuşup Aytmatov konusuna da değindi. Cengiz Bey’i birçok yazar, eleştirmen ve gazetecinin kuşatarak ona haddinden fazla dalkavukluk ettiğini, yersiz övgülerle onu memnun ettiğini söyleyerek salona şöyle bir atik söz fırlattı: “Bu münasebetsiz dalkavuklar Aytmatov yere bir tükürse tükürük yere düşmeden şap diye kaparlar!”
Cengiz Aytmatov’un Lenin Ödülü’nü aldığını Nasirdin Baytemirov tarihteki adaletsizliklerin adaletsizliği olarak kabul etmiş, içi pek bir yanmış olmalıdır ki bu içi yanmışlığın türküsüyle C. Aytmatov’u haddini aşarak karalayan bir şiir yazmış, bu şiirini başka şiirleri ile birlikte Devlet Radyo Stüdyosuna gidip okumuştur. Okunan şiirler yayımlanmak amacıyla Sansür Kurulunda incelenirken Cengiz Aytmatov için yazılan karalama şiiri tutulmuş, “düşüncesi bozuk” bir eser olarak Kırgızistan Komünist Partisi Merkezî Komitesinin ilgili bölümüne teslim edilmiştir. Tam o sıralarda Sovyet sanatı ve edebiyatında güçlenen ideolojik ve yapısal araştırmalara N. S. Kruşçev tarafından büyük bir darbe vurulmuştu ve sosyalist realizm metodu sınırları dışına çıkılması hareketine karşı bütün ülke topraklarını kapsayan ideolojik bir kampanya yürütülüyordu. Bununla ilgili olarak Bişkek’te de yazarları, ressamları, müzisyenleri ve sinemacıları bir araya getiren bir parti toplantısı yapıldı. Bu toplantıda hazırlanan bildiride Aytmatov’un karalandığı şiir tam metniyle okundu ve şiirin yazarı sert bir dille eleştirildi. Bu karalama şiirinin işte şu üç mısrası aklımda kalmış: “Beyin değil, sümük var başında / Bütün dünyayı tekmelesem diye düşünüyor / Geberip git otuz altı yaşında.”
N. Baytemirov’un bu tür hakaretlerini C. Aytmatov görmezden gelmeye çalışmıştı. Ancak o ara sıra dayanamayarak kendisine aç bir kene gibi yapışan yazara karşı beklenmedik zamanlarda hakaretamiz, gönül kırıcı, acı sözler söyledi. Buna bir örnek Aalı Tokombayev’in o dönemde Kırgızistan Komünist Partisi yöneticilerine yolladığı bir mektupta verilmiş:
Yoldaş Aytmatov yazarların parti toplantılarından birinde romancı N. Baytemirov’a sataşıp onun eserlerini üç yıldan sonra hiç kimsenin okumayacağını söyledi. Ancak “özgür sanatçılık”ı koruyan yazar Aytmatov’un müneccimliği esti geçti sözler olarak kalmakta. Baytemirov’un eserleri cumhuriyetin dört köşesinde ve cumhuriyet dışında okunmaktadır. Komünist Baytemirov çağdaşlarımızın çalışmalarını ve hayatlarını yansıtan yeni eserler yazmakla meşgul.[7 - Токомбаев А. По следам споров и обсуждений поэмы Эралиева “Путешествия к жизням, к звездам. – Кыргыз Республикасынын Борбордук Мамлекеттик Архивинин саясий документтер бөлүмү – Фонд 56; оп. 4; д. 1506, л. 3 – 80. 78 – б.]
1965 yılında Kırgızistan Yazarlar Birliği Bişkek’te genç yazarların tartışma doğuran eserleri için Moskovalı otoriter edebiyatçıların katılımıyla bir tartışma toplantısı düzenlediğinde, Nasirdin Baytemirov kürsüden: “Şükürbek Beyşenaliyev yükselip çıkıyor, Cengiz Aytmatov düşüp batıyor.” dedi ve yine bir hikmetli söz söyledi. Salonda oturanlar gürültüyle güldüler, o zaman Cengiz Aytmatov’un kahkahası yüksek çıktı.
Cengiz Aytmatov’un dünyaca tanındığı, Sovyetler Birliği’nde bir yazar, düşünce ve devlet adamı olarak büyük bir itibar kazandığı, Komünist Partisinin şımarık çocuğuna dönüştüğü bir zamanda (1970-1980’li yıllar) Nasirdin Baytemirov daha önceleri nefret ettiği, kin güttüğü rakibine itaat bildirerek gelmiş, özür dileyerek kendini bağışlatmış, onun sevgili arkadaşı olmuştur. O, 60 yaşına girdiğinde C. Aytmatov 60 yaş jübilesine atfen onun sanat çalışmalarını yükseklere çıkaran bir makale yazdı ve bu makaleyi Literaturnaya Gazeta’da bastırdı. Nasirdin Baytemirov ise yerli yersiz Cengiz Bey’i zangır zangır titreyen, heybetli, yüce dağlarla, şakıyıp duran dağ kartalıyla ve yine başka kutsal, yüce şeylerle karşılaştırarak övüp durdu. Bir seferinde bu şekilde övgü yağdırırken genç bir şair, cesur bir gazeteci olarak kendini göstermeye başlayan Alım Toktomuş: “Yahu, Nasirdin ağabey, daha dün Aytmatov’u Beyşenaliyev’den aşağıda görüyordunuz, şimdi ise 180 derece ters dönmüş olmuyor musunuz?” diyerek onu yumuşak yerinden vurmuştu. Hazırcevaplığı her zaman üstünde olan Nasirdin Baytemirov: “Hey, evlat, sen bilmez misin, büyük insan büyük hata yapar.” deyip çekip gitmişti.
A. Tokombayev, T. Sıdıkbekov, T. Abdumomunov ve Ş. Beyşenaliyev, kafalarında Cengiz Aytmatov’un gerçekten büyük bir yazar olmasa dahi kim bilir hangi sebepten Doğu ve Batı topraklarında büyük bir yazar olarak hürmet gördüğü, en büyük unvan ve ödülleri aldığı ancak bunların hepsinin dayanaksız verilen şeyler, ün ve şöhretinin ise geçici bir süre hüküm sürecek bir serap gibi bir görüntü olduğu gibisinden bir inançla öteki dünyaya gitmiş olmalıdırlar, galiba…
Toplumsal itibarı çok yükselen, en yüksek parti ve devlet yönetiminin sempatisini kazanan, Sovyetlerin itibarlı yazarları ve Moskovalı ünlü eleştirmenlerin sevgisini kazanan Cengiz Aytmatov bazı Kırgız yazarlarının kıskançlıktan, anlamamaktan, kadir bilmezlikten kendisini küçük düşürme, adını kötüye çıkarma, kendisine darbe vurma gayretkeşliklerini önemsemeyerek, umursamayarak, onları görmezden, duymazdan gelerek ve kendisinin üstün yanlarını açıkça hissederek yeni eserlerini rahat rahat yazıverseydi de olurdu. Çünkü bütün Kırgız yazarları bir ağızdan kudura kudura onu karalasalar, kaba saba bir şekilde onunla uğraşıp dursalar, yolunu kesmeye çalışsalar dahi onun şan ve şöhretinin tantanalı bir şekilde dünyaya yayılmasını, ülke çapında itibarının yükselmesini durduramazlardı. Ancak o dönemde Kırgız toplumunda, özellikle edebiyatında, eski ile yeni, gericilik ile ilericilik, sersemlik ile beceriklilik arasında hem açıktan açığa hem de gizliden gizliye güç yarışları yapılmaktaydı. Toplumun bir üyesi, yazarların bir temsilcisi ve ilerici görüşlere sahip olduğu için Cengiz Bey bu tür güç yarışlarının dışında kalarak millî genç edebiyatın kaderine kayıtsız kalamazdı. Başka bir açıdan, dış dünyadan büyük bir hürmet görmekte olan yazar için aynı milletten olduğu bazı yazarların ona karşı düşmanca bir tavır takınmaları kendisini üzen, nefret duygularını uyandıran, namus ateşini körükleyen keskin bir uyarıcı olmuştu. Ayrıca, o dönemde Cengiz Bey henüz genç, deli dolu, tartışmaya meyilli, hemen alevleniveren bir gençti. Bu yüzden o, Kırgız yazarları arasında baştan beri süregelen, sonra o dönemde yeniden ateşlenmeye başlayan hizipler arası güç yarışlarına katılmadan edemezdi.
Gerçekten de yukarıda söylendiği gibi oldu ve Cengiz Bey soyunup hizipler arası mücadelelere girdi ve hemen birbirlerine rakip olarak gruplaşan yazarların bir grubunun ateşli lideri hâline geldi.
Küfür içinde
Şüphesiz iş başına yeni geldiği dönemde Sovyet yönetimi televizyon, internet, hatta radyo gibi çok güçlü yayın organlarının desteğini alamamıştı. Bu yüzden gazete, dergi ve tiyatroyla birlikte edebiyat da Komünizm ideolojisinin halka dayatılması için önemli bir silah olarak görülmüş, devlet mülkiyetine alınmıştı. Sovyet ülkeleri edebiyatlarının devletleştirilmesi süreci, 1934 yılında özel olarak gerçekleştirilen bir kurultayda SSCB Yazarlar Birliği’nin ve millî cumhuriyetlerde bölümlerinin kurulması kararı ile sona ermişti.
İşte bu 1934 yılında Kırgız yazarlarının ilk kurultayı toplanmış, bu kurultayda Kırgızistan Yazarlar Birliği şekillenmiştir. Bu birlik sözde, edebî metinleri yaratan insanların kendi istekleriyle (yani, iradeleriyle) birleşmiş toplumsal (yani, devletle ilgisi olmayan!) bir birlik olarak kabul edilmiş, uygulamada ise parti ve hükûmet yönetimine siyasi, materyal ve maddi yönden doğrudan bağımlı küçük bir devlet kurumu olmuştur.
Kırgız yazarlarının kurultayları 1954 yılından sonra beş yılda bir gerçekleştirildi. Kurultaylarda Yazarlar Birliği’ne 30-40 üyeden oluşan bir idare, bu üyeler arasından seçilen 8-10 kişilik bir divan ve divan üyeleri arasından seçilen üç sekreter (başkanı birinci sekreter) seçimle iş başına geliyordu. (Uygulamada hepsini Kırgızistan Komünist Partisi Merkezî Komitesi bir gün öncesinde tespit ediyor, kurultayda sahte bir şekilde yazarlara gizli oy verdirtiliyordu.)
Yazarlar Birliği’nin, kurultayda “seçilen” üç sekreterinin yönetimi altında küçük (8-10 personelli) bir kadro, üç yazılı basın organı (Ala Too ve Literaturnıy Kırgızstan dergileri ve Kırgızstan Madaniyatı gazetesi) ve Komünist yazarları bünyesinde toplayan bir parti birliği mevcut idi.
Birliğin yönetim kadrolarına sahip olmak için iddialı yazarlar arasında büyük mücadeleler yapılıyordu. Çünkü Birinci Sekreter daima Kırgızistan Komünist Partisi Merkezî Komitesinin bir üyesi ya da üye adayı oluyor, SSCB ya da Kırgız SSCB parlamentosuna milletvekili olarak “seçiliyordu”. Yazarlar Birliği’nin diğer iki sekreteri de halk tarafından toplumsal önemi olan insanlar olarak tanınıyordu. Ayrıca birliğin yönetim organları aylığı iyi, işi rahat bir fahri hizmet gibiydi. İkinci olarak bu kadrolara oturanlar eserlerini yazma ve yayımlama açısından avantaja sahip oluyorlardı, bununla birlikte genç yazarların SSCB Yazarlar Birliği üyeliğine alınmalarında, üyeliğe alınanların eserlerinin yayımlanması ve Rusçaya tercüme edilmesinde, hükûmet tarafından yazarlara verilen imtiyazların paylaştırılmasında hâlledici bir rol oynuyorlardı.
Kırgızistan Yazarları Üçüncü Kurultayı 1959 yılı Şubat’ında gerçekleştirildi. Bu kurultayda Literaturnıy Kırgızstan dergisinin fahri editörü Cengiz Aytmatov Yazarlar Birliği İdaresi ve Divanına üye, Toktobolot Abdumomunov (1922-1992) İdare Birinci Sekreteri ve Şükürbek Beyşenaliyev (1928-2001) ile Süyümbay Eraliyev (1921) düz sekreterler olarak seçildiler.
T. Abdumomunov bu zamana kadar parti üyeliğine geçmeden, aylıklı bir işte çalışmadan, birbiri ardına piyesler yazmak ve tiyatrolarda sahneye koydurmak yoluyla ailesine geçim sıkıntısı çektirmeden bakan, usta bir dramacı olarak tanınan serbest bir kalem erbabıydı.
Elbette Sovyet Dönemi sona erinceye kadar herhangi bir bilgili insanın devlet sorumluluğu gerektiren herhangi bir göreve tayin edilmesi ya da “seçilmesi” için Komünist Parti üyesi olması gerekiyordu. Partiye geçmemesi göz önünde bulundurulduğunda T. Abdumomunov’un partisel, hükûmetsel ve toplumsal (yarı siyasi) görevlerde bulunma ve kariyer yapma amacı gütmediği düşünülebilir. Ancak tam bu dönemde eski Kültür Bakanı Abdıkapır Kazakbayev Kırgızistan Komünist Partisi Merkezî Komitesinin (Kırgızistan KP MK’nin) üçüncü (İdeoloji Bölümü) sekreteri oldu ve baştan beri koruyup kolladığı hemşehrisi, aynı boydan olduğu akrabası T. Abdumomunov’u alelacele parti üyeliğine geçirdi ve Yazarlar Birliği İdaresi Birinci Sekreteri olarak seçtirdi.
Sovyet ülke yönetim sisteminin Cumhuriyet çapındaki büyük mevkilerine gelir gelmez bilimi güçlü akrabaların, hemşehrilerin, eş ve dostun devletin iyi görevlerine tayin edilmesi Kırgız bürokratlarının bir alışkanlığıydı. A. Kazakbayev de görünürde doğru sözlü, adaletli, prensipli bir komünistti ama iş kadro seçimine geldiğinde kabileci, hemşehrici, eş dostçu tipik bir parti bürokratı olarak kendini gösterdi.
Kırgızistan Yazarlar Birliği’nde T. Abdumomunov’un yardımcısı olarak çalışan iki sekreterden biri olan Ş. Beyşenaliyev öğrenci olduğu dönemde (1950) partiye geçmeyi başarmış ve Kırgız Pedagoji Enstitüsünü bitirdikten sonra çocuklar için çıkarılan Kırgızca edebî bir dergi ve gençler için çıkarılan siyasi bir gazetede başeditör, Kırgızistan Leninci Komünist Gençler Birliği Merkezî Komitesinde üçüncü sekreter olarak çalışagelmişti.
C. Aytmatov ile aynı dönemde edebiyat meydanına çıkan Ş. Beyşenaliyev “Cemile”nin yayımlandığı sırada iki çocuk hikâyesinin ve bir seçme hikâyeler kitabının, büyükler için iki piyes ve bir romanın yazarı olmayı başarmıştı. Bazı eserleri Rusçaya ve yabancı dillere tercüme edilerek yayımlanmıştı. O, Kırgız aydınları ve Moskova edebiyat muhitinde çocuk eserleri yazarı olarak daha çok tanınmaya başlamıştı.
Ş. Beyşenaliyev doğuştan akıllı, siyasi grupta kariyer edinmeye oldukça yatkın, çok şanslı bir gençti. Çalışkan, gayretli ve inatçıydı. Ancak onun parlak bir yazarlık yeteneği, derin bir edebiyat bilgisi ve nazik bir estetik zevk sahibi olduğunu söylemek zordu. Bunun yanı sıra kuru gururunun ağır basması dolayısıyla kendisinin C. Aytmatov’dan altta kalmayan usta bir yazar olduğu iddiasındaydı.
Dengi C. Aytmatov’un beklenmedik bir şekilde öne çıkması, dünya çapında ün kazanması millî edebî muhitte öncü bir genç yazar olarak kabul edilen Ş. Beyşenaliyev’in gururunu yerle bir etmiş, düşmanlık ve kıskançlık duygularını ateşlemiş olmalıdır. O, dengi olan kalem arkadaşının başarıdan başarıya koşmasını nesnel bir şekilde kabul edemediği için onunla uyumlu olma, yakınlaşma ve birleşme imkânından faydalanmadı, ona sırt dönme tavrı takındı.
Ş. Beyşenaliyev ile birlikte Yazarlar Birliği idaresinin düz “sekreterliği”ne seçilinceye kadar S. Eraliyev, İkinci Dünya Savaşı’na katılmış, oradan parti üyeliğine geçerek sağ dönmüş, savaştan sonraki yıllarda bölgesel siyasi bir gazetenin yazı editörlüğünde çalışmış, sonra Moskova’daki iki yıllık Parti Okulunu bitirmiş daha sonra da cumhuriyet çapındaki Kırgızistan Piyoneri isimli gazetenin başeditörü olmuş olan bir gazeteciydi.
S. Eraliyev savaştan sonra gelecek vaat eden genç bir şair olarak ün kazanarak Kırgız yurdunda tanınmış, 1950’li yılların ortalarında büyük hacimli “Akmöör” isimli destanını mükemmel bir şekilde yazmış, büyük Rus Sovyet şairi A. Tvardovskiy’in “Vasiliy Terkin” isimli klasik şiirini çok güzel bir şekilde Kırgızcaya tercüme etmiş, sonunda Kırgız şiirinin yaratıcıları arasında ön saflara çıkmış, şiirin değerini bilen okurların, özellikle şair olmak isteyen gençlerin sevgilisi hâline gelmişti.
Genç, yaşlı kalem arkadaşlarının arasında C. Aytmatov’un beğendiği, saygı duyduğu, güvendiği bir insan S. Eraliyev idi. Anlaşılan ikisini sadece hemşehrilik uyumu ve karşılıklı insani sempati değil, edebiyat sanatına olan görüşlerinin yakınlığı da samimileştirmiş olmalıdır.
Yazarlar Birliği’nin 1954 yılında “seçilen” sekreterleri görüş birliği içindeki yöneticiler değillerdi. Onlar birbirleri ile anlaşamayan, birbirlerinden hoşlanmayan insanlardı. Mesela S. Eraliyev ile Ş. Beyşenaliyev kanlı bıçaklı idiler. Bu ikisinin zamanında T. Abdumomunov ile araları yok idi. Doğru, Toktobolot Abdumomunoviç çoğunlukla parti üst yönetiminin söylediklerini aynen yapmak, birbirleri ile çatışan hiziplerin herhangi bir tarafında yer almamak, yönetimi altındaki örgütteki iç çatışmaları büyütmemek için var gücünü harcamış, tartışmalarda düşüncelerini tarafsız ve hâlledici bir şekilde dile getirmemiş, su altından iş yürütmüştü. Bunun için de sadece S. Eraliyev ile Ş. Beyşenaliyev değil, başka yazarlar da “sabun vıcığı gibi elden kayan bir şey” diye tanımlayarak ondan hoşlanmıyorlardı.
Doğru, 1954-61 yılları arasında Yazarlar Birliği gürültülü patırtılı çatışmalara sahne olmadan huzurla çalıştı. Tabii ki yazarlar arasında eskiden beri yaşana gelen zıtlıklar tamamen sönmemişti ve küle gömülmüş sıcak bir kor gibi gözlerden ırak kızarıyordu. Üstüne odun, altına ateş konsa bu kor alev alıp yanmaya hazırdı.
O dönemde C. Aytmatov görev açısından yükselme, yeni eserler yazma ve Lenin Ödülü’ne ulaşma faaliyetleri ile meşgul idi ve kalem arkadaşları arasında hüküm sürmekte olan ilişkilerin içeriği ile işi de yoktu. Böyle olmakla birlikte, tek başına kendisi olmasa bile gümbür gümbür duyulmaya başlayan şöhreti yaşlı ve genç yazarların birçoğunu kendine bir mıknatıs gibi çekmeye başladı.
Kırgız yazarları muhiti, 1955-65 yılları arasında zamanın eğitim standartlarına uygun orta ve yüksek eğitim almış, Rus dili ve Rus edebiyatı zenginliklerini iyi kötü özümsemiş, biraz yumuşayan totaliter rejim ortamında özgür düşünme ve yeni düşüncede yazma konusuna muhabbet bağlamış gençlerle çevrilmişti. Aralarında daha sonraları edebiyat ustası olmayı başaran Tölögön Kasımbekov (1931 yılında doğmuştur), Aşım Cakıpbekov (1935-1997), Mar Bayciyev (1935), Beksultan Cakiyev (1936), Murza Gaparov (1936-2002), Keneş Cusupov (1937), Colon Mamıtov (1940-1988), Turar Kocomberdiyev (1941-1989), Kubatbek Cusubaliyev (1941) vardı. Bu insanların hemen hemen hepsi ilk sırada övgü duyma ümidi ve hami bulma dileğine kendilerini kaptırdıklarından Cengiz Bey’in etrafında toplanmaya başladılar. Zamanında Cengiz Bey, ardından yeni nesil kalem arkadaşlarının gümbür gümbür gelmekte olduğuna övünmüş, onlara yerinde, itibar gören konuşmalarıyla yardım etmişti.
O dönemin yaşlı başlı yazarlarından ünlü şairler Temirkul Ümetaliyev (1908-1991), Tümönbay Bayzakov (1920-1984), Sooronbay Cusuyev (1925), ünlü nesirci Kasım Kaimov (1926-1989), otorite sahibi Olcobay Orozbayev (1919) C. Aytmatov’un taraftarları hâline geldiler. Felsefenin estetik dalında uzman olan Aziz Saliyev (1925 yılında doğdu; 1953-1958 yılları arasında Kırgızistan Yazarlar Birliği Başkanı oldu), ünlü edebiyatçılar Keneşbek Asanaliyev (1928), Muhtar Borbugulov (1930) ve Kambaralı Bobulov ise Cengiz Bey’in ateşli savunucuları ve övücüleri oldular.
Yazarlar topluluğu arasında kendiliğinden oluşmaya başlayan bu gruba A. Tokombayev’den başka bir yazarla düşmanlığı olmayan, ömründe parti ya da sendika üyesi olmamış, siyasi ya da edebî güç yarışlarının dışında kalmış olan değerli romancı Tügölbay Sıdıkbekov (1912-1997) da kendini kaptırdı.
Tam o dönemde Kırgızistan’ın parti ve hükûmet yönetiminin en üst düzeyinde Yazarlar Birliği’nin çalışmalarını had safhada ilgilendiren bir değişiklik ortaya çıktı. Kesin bir ifadeyle, 1961 yılı güzünde 1950 yılından beri Kırgızistan Komünist Partisi Merkezî Komitesi Birinci Sekreteri (Cumhuriyetin en üst düzeydeki siyasi lideri) görevini yürütmekte olan İshak Razzakov’un yerine Turdakun Usubaliyev geldi.
Bununla bağlantılı olarak yazarlar arasında Şükür-bek Beyşenaliyeviç, Turdakun Usubaliyeviç’in sadece bir hemşehri olarak aralarında bir yakınlık olan samimi bir arkadaşı değil, aynı zamanda sevdiği, büyük değer verdiği sevgili bir yazar olduğu şeklinde de fısıltılar dolaşmaya başladı. Bu fısıltıların doğru olduğu çok geçmeden ortaya çıktı.
Yüksek Edebiyat Kurslarında okuduğu dönemde C. Aytmatov’un sanat açısından beklenmedik bir şekilde yükselmesi burnu bir karış havada Kırgız yazarlarını bu eğitim kurumunda sabırsızlıkla eğitim almaya celbetti. Onlar, anlaşılan bu eğitim kurumunda iki yıl okudukları takdirde Cengiz gibi parlayarak boy gösterecekleri gibi bir hayale kapıldılar. Aralarından ilk defa öne çıkanı Ş. Beyşenaliyev oldu ve Yazarlar Birliği’ndeki sekreterlik görevini bırakarak düşman kesildiği kalem arkadaşının örneğini tekrarlamak niyetiyle Moskova’ya okumaya gitti. Onun sekreterlik makamı, okumaya gittiğinde donduruldu ve eğitimini tamamlayıp geri döndüğünde tekrar açılıp kendisine verildi. Elbette, Sovyet kanunlarına ve siyasi geleneğe o kadar uygun olmayan bu tür az rastlanan bir iyilik, Cumhuriyetin en üst düzeydeki liderinin büyük bir değer verdiği, yakın olarak gördüğü kıyamayacağı arkadaşına yapacağı lanetli bir işti.
Eskiden beri bir düşmanlık içinde olan Ş. Beyşenaliyev ile N. Baytemirov’un her ikisinin C. Aytmatov’a karşı olan düşmanca düşünceleri onları hem birbirlerine yakınlaştırdı hem de samimileştirdi. Birdenbire birbirlerini bulan bu iki dosta anlı şanlı şairler Şarşenbek Ümetaliyev (1926 yılında doğdu), Kaçkınbay Artıkbayev (1934) ile başka kalem erbabı da katıldı. Onların arkalarında hem Kırgız toplumunda hem de Cumhuriyetin siyasi muhitinde oldukça büyük itibarı olan yaşlı başlı yazar Aalı Tokombayev’in (1904-1988) heybetli gövdesi duruyordu.
Yazarlar arasında C. Aytmatov’un çevresinde toplanan gruba karşı kurulan bu gruba katılan kalem erbabı daha azdı. Ancak bazı aktif “Aytmatovcular” o dönemde bu küçük grubu Kırgızistan Komünist Partisi Merkezî Komitesi organının himaye etmekte olduğunu söylüyorlardı. Onlar Cumhuriyetin parti ve hükûmet yöneticilerinin bulundukları binayı işaret parmaklarıyla gösteriyorlar: “Onların gücü kendilerinde değil, işte şu yukarıda.” diyorlardı.
Bahsi geçen bu iki grup arasındaki ilk açık çatışma 1962 yılında meydana geldi. Bu yılın başlarında daha önceleri çoğunlukla Rus klasik yazarlarının eserlerini tercüme eden yazar Uzakbay Abdukaimov (1909-1963) “May-dan” (Meydan) isimli romanının ilk kitabını çıkardı. Bu kitapta İkinci Dünya Savaşı döneminde kanlı meydanda meydana gelen bazı olaylar, memleket içlerinde kalan halkın günlük hayatında ortaya çıkan tipik olaylar ve savaşçı Kırgızların savaş sırasında yaptıkları betimlenmişti. Dört yıl boyunca kanlı meydanın tam içinde yaşayan U. Abdukaimov görüp bildiklerini büyük bir gerçeklik ve ustalıkla bediî bir şekilde kaleme almıştı, onun romanı yazarlar ve okurlar tarafından sıcak karşılandı.
Ancak Meydan romanını kim bilir neden Aalı Tokombayev “sosyalist realizm metodunu bir kenara atan bir eser” olarak görüp Kırgızistan Komünist Partisi Merkezî Bürosunun bir organı olan siyasi bir gazetede “Meydan romanı üzerine birkaç söz” isimli bir makale (Sovettik Kırgızstan, 1962, 11 Mart) yayımladı. Elbette, yeni romana ideolojik suçların yapıştırılması yazarlar arasında büyük uğultulara sebep oldu.
A. Tokombayev’in Meydan’a saldırmasının sebebini o dönemde yaşlı yazarlar şöyle izah etmişlerdi: Anlaşılan U. Abdukaimov hem kendisini hem de tanıdıklarını eserin kahramanları hâline getirmişti. Özellikle Aalı Tokobayev’i Apsamat ismi ile olumsuz kahraman olarak betimlemişti.
A. Tokombayev’in Meydan’ı siyasi açıdan suçladığı makalesinden sonra Yazarlar Birliği Birinci Sekreteri T. Abdumomunov yazarlar topluluğunu bir araya getirip bir tartışma toplantısı düzenledi. Tartışma toplantısında Ş. Beyşenaliyev, N. Baytemirov, M. Abdukarimov, Ş. Ümetaliyev ve başka kalem erbabı Meydan’a karşı A. Tokombayev’in aldığı pozisyon doğrultusunda konuşma yaptılar. A. Tokombayev ile çoktan beri bir düşmanlık içinde bulunan T. Sıdıkbekov ve T. Ümetaliyev, aynı zamanda S. Eraliyev, O. Orozbayev, K. Asanaliyev, K. Bobulov ve başka kalem erbabı Meydan’ı överek korudular. Tabii ki o dönemde işi başından aşkın C. Aytmatov’un tartışma toplantısına özel olarak gelip romanı temelde olumlu bir şekilde değerlendirmesi tartışmanın gidişatını U. Abdukaimov’un lehine çevirdi.
Sözün kısası, bu tartışma toplantısında “Meydan”ı koruyanlar sayıca da ağır bastı ve bu eseri ideolojik açıdan kötülemeye çalışanlar sayıca azınlıkta kaldı.
İki yazar grubu arasındaki yine bir çatışma Süyüm-bay Eraliyev’in “Cıldızdarga sayakat” (Yıldızlara seyahat) isimli küçük manzumesinden sonra meydana geldi. Bu manzume 1964 yılında Ala Too dergisinin 4. sayısında yayımlanmıştı.
S. Eraliyev sadece Kırgız yazılı şiirinde kalıplaşmış şiir şekilleri dâhilinde şiirler yazmış ve ana dilinin kelime hazinesini, betimleme gücünü, melodik güzelliğini rahat bir şekilde kullanma, millî şiirin teknik imkânlarının güzelliğini gün yüzüne çıkararak zenginleştirme, sıradan hayat olaylarından şaşırtıcı bedii tablolar çizme açısından ustalık derecesine yükselmişti.
1960’lı yılların başlarında çok uluslu Sovyet şiirinde, özellikle Rus şiirinde güçlenen çok yönlü araştırmalar Süyümbay Eraliyev’i de etkilemiş, bir değişime sürüklemiş olmalıdır. O, ansızın Kırgız şiirine konu, içerik ve şekil açısından yenilikler getirerek deneme amaçlı şiirler yazmaya başladı. Onun bu amacı güden şair çırpınışlarının sonucunda “Yıldızlara seyahat” isimli manzume ortaya çıktı.
Bu manzumede, insanoğlunun uzaya egemen olma çalışmalarına ilişkin felsefi meselelerin araştırılarak ortaya konulması ve şiir dilinde tantanalı bir şekilde verilmesi yönünde bir girişimde bulunulmuştu. Ayrıca, “Yıldızlara seyahat” dağınık vezinler, serbest beyitler hem uyumlu hem de uyumsuz mısralarla yazılmıştı.
Elbette usta şairin kaleminden çıktığı için manzumede güzel mısralar, insanı etkileyecek betimlemeler mevcuttu. Ancak manzumenin içerik ve şekil açısından sanat kusurları ile yazılmış olduğu da hissediliyordu. Sözün kısası, “Yıldızlara seyahat” dört başı mamur bir şiir değildi. Bununla birlikte, bu eseri genç okurlar, özellikle genç şairler, millî şiirdeki büyük bir yenilik olarak kabul etmişlerdi.
Kırgız edebiyatında ileri atılan herhangi bir yeni adıma sahip çıkılmasının gerekli olduğunu düşünen Cengiz Bey, sevdiği şair, hemşehrisi, taraftarı Süyümbay Eraliyev’in manzumesini sadece Kırgız şiirindeki değil, bütün Sovyet Türk halklarının şiir sanatındaki büyük bir yenilik olarak değerlendirdi. Onun bu içeriğe sahip makalesi Sovyetler Birliği’nin en önde gelen gazetesi Pravda’da yayımlandı. Bundan sonra “Yıldızlara seyahat”i Cengiz Aytmatov’un aracı olmasıyla ünlü şair Boris Slutskiy Rusçaya tercüme edip yayımladı. S. Eraliyev’in Rusçaya tercüme edilen manzumesi Moskova’nın popüler gazete ve dergilerinin sayfaları arasında Litvanyalı Eduardas Mejelaytis, Azerbaycanlı Rasul Rıza başta olmak üzere ünlü şairler tarafından övüldü.
Kırgızistan’da “Yıldızlara seyahat” manzumesini bazı yaşlı başlı yazarlar dışladılar. Mesela Aalı Tokombayev bu manzumeyi sosyalist düşünceye uygun gelmeyen bir eser olarak kabul ederek “Dekadancılık ve belâları” isimli bir makale yazıp Cumhuriyetin parti gazetelerinde yayımlamaya çalıştı. C. Aytmatov ise iyice artan otoritesi ile buna karşı çıktı. Ancak anlaşılan A. Tokombayev’in makalesinin yayımlanmasına Kırgızistan Komünist Partisi yöneticileri izin vermemişlerdi. Çünkü makale baştan sona Stalinizm diktatörlüğünün güçlendiği sıralarda sık kullanılan siyasi suçlama üslubu ile yazılmıştı. Bu üslup 1960’lı yıllarda oldukça eskiyip bir kenara atılmıştı.
1964 yılı yazında Kırgızistan Yazarlar Birliği “Yıldızlara seyahat” manzumesi için Aalı Tokombayev’in katılımıyla bir açık tartışma toplantısı düzenledi. Bu sefer de manzumeyi savunanlar çoğunlukta, karalayanlar ise azınlıkta kaldı.
“Yıldızlara seyahat” manzumesini düşüncesi bozuk bir eser olarak çoğunluğa tanıtma çalışmalarından düşündüğü gibi bir sonuç çıkmaması dolayısıyla Aalı Tokombayev, Kırgızistan Komünist Partisi Merkezî Komitesine “Eraliyev’in “Yıldızlara seyahat” isimli manzumesi ile ilgili görüşme ve tartışmaların izlerini gözden geçirerek” adıyla uzun bir mektup yazmaya mecbur kalmıştı. Mektupta temel olarak C. Aytmatov “özgür sanat” prensibini savunan bir insan olarak gösterilmiş, onu, sadece S. Eraliyev’in zararlı manzumesini göğe çıkararak öven makalesi için değil, manzumenin uzun bir özetini ünlü Pravdada yayımlattığı için de sert bir dille suçlamıştı. Mektubun sonunda şöyle bir sonuç çıkarılmıştı:
Bu manzume hakkındaki dedikodular hâlâ kesilmedi. En üzücü tarafı şu: Kırgızistan’da “özgür sanat”ı savunanların önderi yoldaş Aytmatov manzumenin Pravda gazetesinde hızla yayımlanmasını becerdi ve bu şekilde manzumeye karşı cesaretle eleştiri yapanların sesini kesmek istedi. Ancak karayı ak göstermeye ne kadar uğraşırsa uğraşsın, kara karalığıyla olduğu gibi kalıverir. Cumhuriyetin ideolojik örgütleri, bu örgütler arasındaki Kırgızistan Yazarlar Birliği de Pravda gazetesini görüp bildikleri için insanları aldatan C. Aytmatov’un bu işine öfkeleniyorlar.
Bu mesele ile ilgili birçok malzemeyi sıkı bir şekilde inceledikten sonra parti itibarım beni hiç sağa sola kaymadan işte bu satırları yazma mecburiyetinde bıraktı. Biz sosyalist realizm metodunun burjuvazi ideolojisinin her türlü izlerine karşı vermekte olduğu mücadeleyi savunuyoruz. Bu mücadele, bizim gibi komünist yazarlardan şu ya da bu eserin Leninci prensip temelinde değerlendirilmesini talep etmektedir.
Ben temel olarak bu manzume hakkında partinin doğrularını sert bir dille söyleyeceğine, skandalist “özgür sanat” teorisini taşıyanlara ve savunanlara parti tarafından bir darbe vurulacağına inanıyorum.[8 - Токомбаев А. По следам споров и обсуждений поэмы Эралиева “Путешествия к жизням, к звездам. – Кыргыз Республикасынын Борбордук Мамлекеттик Архивинин саясий документтер бөлүмү – Фонд 56; оп. 4; д. 1500, л. 73 – 80. 78 – б.]
1960’lı yılların ilk yarısında nesir yazan bir grup gencin bazı eserleri ideolojik hataları olan metinler olarak eleştirildi. Genç millî edebiyata daha önceleri yansıtılmayan hayat olaylarını ve yeni betimleme tekniklerini sokmaya çalışan gençlere karşı dogmatik cepheden yapılan hücumu C. Aytmatov sanki kendisine karşı tertiplenmiş bir hücum gibi kabul etti. Bu sebeple o dönem Kırgız edebiyatı ile ilgili yazdığı makalelerde ve yaptığı röportajlarda genç yazarların yeni eserlerini övdü. Bu şekilde kendi taraftarlarının diğer grubun eleştirmenleri tarafından karalanan eserlerini korumak için seferber oldu.
Yazarlar muhitinde yine bir anlaşmazlık ortaya çıkacağı anlaşıldığında Kırgızistan Yazarlar Birliği’nin yöneticileri nesirci genç yazarların tartışma yaratan eserleri için bir tartışma toplantısı düzenlemeye mecbur kaldı. Bu tartışma toplantısı “Genç Yazarlar Danışma Meclisi” adı ile 1965 yılı mart ayında Bişkek’te gerçekleştirildi. Bu toplantıya Moskova’dan V. Aksenov başta olmak üzere ünlü Rus yazarları çağrıldı. Danışma Meclisine C. Aytmatov da doğrudan katılıp kendi taraftarları ile birlikte “düşüncesi bozuk” şeklinde suçlanan nesrî eserleri koruma altına aldı. Moskovalı yazarlar da bu grubun söylediklerini desteklediler. Bu şekilde Kırgız edebiyatında kendini göstermeye başlayan yenilikçi düşüncelere karşı düzenlenen hücum geri püskürtüldü.
Yazarlar Birliği’ndeki başka bir anlaşmazlık Ala Too dergisi muhitinde çıktı. Bu derginin başeditörlüğü görevini 1963 yılı Şubat ayından itibaren Olcobay Orozbayev yürütüyordu. O, 1958 yılından beri derginin sorumlu sekreteri (editör yardımcısı) olarak çalışıyordu.
Teknik Eğitim Lisesi mezunu (sadece meslekî orta eğitimi) olan ve İkinci Dünya Savaşı’na katılan O. Orozbayev (1919 yılında doğdu) bilgisini kendi kendine geliştirmiş, klasik Rus edebiyatından iyi bir eğitim almış, sözün değerini bilen ünlü bir tercüman idi. Adaleti, tarafsızlığı ve bilgisi dolayısıyla birçok kalem arkadaşı ona hürmet ediyordu.
Bir yılı aşkın bir süre Ala Too dergisinde yöneticilik yapan O. Orozbayev, yayımlanan malzemelerin kalitesini yükseltmek için gücünü harcadı, Kırgız edebiyatına yenilik getiren her türlü metne geniş bir yol açtı. Sonunda, Kırgız dilindeki tek edebî derginin tirajı da itibarı da arttı. Bu sebeple C. Aytmatov’un önderliğindeki grubun baskısıyla Yazarlar Birliği Sekreterliği ve Parti Örgütü O. Orozbayev’in Ala Too dergisine daimî başeditör olarak atanması ricası ile Kırgızistan Komünist Partisi yöneticilerine başvurdu çünkü siyasetle hiçbir ilgisi olmayan böyle bir görev için dahi birisi parti bürokrasisinin izni ile tayin edilmişti.
Ancak Kırgızistan Komünist Partisi Merkez Örgütü Yazarlar Birliği’nin ricasını cevapsız bıraktı, Ala Too dergisinin başeditörünün atanması işi sürüncemede kaldı. Sonradan anlaşıldı ki Cumhuriyetin parti bürokrasisi bu görev makamını Yazarlar Birliği’nin sekreterlik makamı ile birlikte Ş. Beyşenaliyev için kaymaklı ekmek tatlısı gibi saklıyor, onun Moskova’daki Yüksek Edebiyat Kurslarını bitirip gelmesini bekliyordu.
1964 Ağustos ayında iki yıl okuduğu Moskova’dan dönen Şükürbek Beyşenaliyev, okumak için gitmesinden sonra kendisi için özel olarak dondurulan sekreterlik makamına ve Ala Too dergisinin başeditörlüğüne Kırgızistan Komünist Partisi Merkezî Komitesi tarafından tayin edildi. Elbette, iki keskin cepheye ayrılarak güç yarıştıran yazarların bir grubuna iki önemli görevi vermesi, Komünist Parti yöneticilerinin yaptıkları büyük bir hataydı. Bu sebeple bu tür bir adaletsizliği C. Aytmatov’un önder olduğu yazar grubu açıkça protesto ederek kavga çıkardı. Hoşnutsuzluklar çoğunlukla Yazarlar Birliği’nin parti örgütü toplantılarında dile getirildi.
Yazarlar arasındaki durulmayan iç güç yarışı ciddi bir soruna dönüştüğünde Kırgızistan Komünist Partisi Merkezî Komitesi yöneticileri bu meseleye özel bir ilgi göstermişler ve Yazarlar Birliği’nde ortaya çıkan kavgalı durum hakkında Rusça uzun bir bildiri hazırlatmışlardı. Bildiride yazar topluluğunda hizip çatışmaları sonucunda ortaya çıkan kavganın tartışılması ve değerlendirilmesine çalışılmıştı.
Elbette, kavga ateşinin alevlendirilmesinde üst düzey parti bürokratlarının doğrudan payları olduğu için onların kalemlerinden çıkan bildirinin tarafsız bir içeriğe sahip olması mümkün değildi, ancak, bu resmî belgeye yazarların parti toplantılarında, yine başka edebî tartışma toplantılarında yaptıkları konuşmalardan örnekler alınmıştı. Aşağıda biz bu bildirinin yazarlar arasında o dönemde hüküm süren sorunlu atmosferden somut bilgiler veren bazı parçalarını tercüme ederek vereceğiz:
Rapor vermek ve tekrar seçim yapmak için düzenlenen parti toplantısında parti örgütünün çalışmaları prensipli bir şekilde tartışılmadı, bu toplantıda konuşulanların çoğu birilerinin övülmesi, birilerinin suçlanması, karşılıklı hakaret ve sataşma şeklindeydi. Hiziplere ayrılma belası yüzünden T. Abdumomunov (Yazarlar Birliği Birinci Sekreteri – S. C.) Kırgızistan Yazarlar Birliği Parti Kolu Bürosu üyeliğine seçilmedi. Parti toplantısında C. Aytmatov, S. Eraliyev, K. Bobulov, T. Adışeva ve diğerlerinin konuşmaları, Ş. Beyşenaliyev’in Ala Too dergisinin editörlüğüne tayin edilmesi meselesine atfedildi. Onlar derginin sorumlu sekreteri O. Orozbayev’i himaye edip onun editör olmasının zorunlu olduğunu söylediler, (Kırgızistan Komünist Partisi) Merkezî Komitesinin demokrasi prensiplerini bozduğunu, editörlük görevine kimin tayin edileceği meselesi üzerine parti bürosu ve sekreteri (Orozbayev) ile görüş alışverişinde bulunmadıklarını söylediler, biz Merkezî Komitenin kararını kabul etmiyoruz dediler, vb.
…
Buna (sorun çıkmasına–S.C.) yazar C. Aytmatov’un parti ahlakına uygun olmayan taraflı konuşması sebep oldu. Onun ne parti toplantısında takındığı tavırda ne de yaptığı konuşmada komünist bir insana, otoriter, tanınmış bir yazara yakışır bir sadelik vardı. O, konuşmasına şöyle başladı: “Ben bu toplantıya 300 km uzaktan geldim, film (İlk öğretmen – S.C.) çekiliyordu, bu işimi bırakıp geldim, çünkü bu parti toplantısına katılmayı kendime bir görev olarak bildim… Ben… kim bilir nasıl sanat meseleleri… Eraliyev’in manzumesi gibi kıvanç verici olaylar… Üzerine konuşmak istemiştim.” Ancak kendi ifadesiyle, yoldaş Aytmatov böyle yapamıyormuş çünkü “Ben şimdi de bizim Birliği entrikalar ve provokasyonlar sonucu birbirlerine cin görmüş gibi tahammül edemeyen insanların toplandığı bir yer olarak görüyorum.” Daha da ileri giderek o şöyle dedi: “Yazarlar Birliği’ndeki sorun son günlerde Birinci Sekreterimiz yoldaş Abdumomunov’un tutarsız davranışlarından sonra, Beyşenaliyev’in kanunsuz bir şekilde Ala Too dergisinin editörü ve Yazarlar Birliği’nin sekreteri olarak tayin edilmesinden sonra daha da büyüdü… Benim bahsettiğim bu olay Ağustos sonlarında ortaya çıktı. O gün Kırgız edebiyatının kara günü oldu… Bu, sizlerin istediği, çoğunluğun istemediği bir insanın (Ş. Beyşenaliyev’in – S.C.) itibarının yükseltilmesini amaçlayan gizli bir anlaşmaydı.
Yoldaş Aytmatov, yoldaş Abdumomunov’a dönüp şöyle dedi: “Siz, hiçbir işte tutunamayan bir insana, Kırgızistan Yazarlar Birliği’nin prensipsiz sekreterine dönüştünüz. Ben bütün halka sizin ettiklerinizin basit mantığını açıklayacağım. Siz, Merkezî Komitede Beyşenaliyev’in yakın dostu ve akrabası Moldobayev’in çalıştığını öğrendiniz. Siz, orada bu ikisinin dostu Murataliyev’in bulunduğunu öğrendiniz.[9 - Karıbek Moldobayev o dönemde Kırgızistan Komünist Partisi Bilim ve Kültür Bölümü başkanıydı; Beyşen Murataliyev Kırgızistan Komünist Partisi Merkezî Komitesi İdeoloji Bölümü sekreteriydi.] Siz yerinizi korumak için bu insana (Ş. Beyşenaliyev’e – S.C.) dayanmak gerektiğini anladınız.
Bu, ciddiyetten uzak ve sorumsuzca söylenen sözler doğru değildi. Bu cümlelerin her bir kelimesinde haddini aşan bir abartma vardı.
Onun söylediklerini yoldaş Eraliyev tekrarlamaya başladı. O, hiçbir temele dayanmadan “Abdumomunov ben bilirim illetine yakalanıp şişip gitti.” dedi. Ala Too dergisinin çalışmalarındaki eksikliklerden bahsetmeyip derginin editörlük görevini sürdüren O. Orozbayev’e övgüler yağdırdı. “Biz ona (Orozbayev’e) inandık, o da oldukça iyi çalıştı, dedi yoldaş Eraliyev, – Yoldaş Orozbayev (başeditörlük için) teklif edildiğinde (üst makamlar) onu tayin etmedi. Buna biz üzgünüz. Niçin bizim fikirlerimiz dikkate alınmıyor?”
Yoldaş Eraliyev, Yazarlar Birliği İdare Divanının Beyşenaliyev’in (Ala Too dergisinin editörlüğüne) tayin edilmesi konusundaki kararını “rezil bir karar” olarak kabul ediyormuş. “Niçin yoldaş Abdumomunov iki yıldan beri Orozbayev’in editörlük görevine tayin edilmesini talep etmedi? – diye sordu Eraliyev. – Ne olacak, Orozbayev tayin edilmese editörlük için Beyşenaliyev’den başka bir insan mı bulunamadı? Sizler böyle yapmakla insanların namuslarını ayağa düşürüyorsunuz!” Onun daha da ileri giderek söyledikleri şunlar: “Ben açıkça söyleyeyim, Beyşenaliyev büyük çaplı bir kariyer düşkünü, ömrümde böyle bir kariyer düşkününe rastlamadım.” Böylesine büyük suçlamalarda bulunan yoldaş Eraliyev hiçbir delil göstermedi.
Yazarlar arasındaki gruplaşmanın güçlenmesi ve karşılıklı ilişkilerin sertleşmesinde Pravda gazetesi muhabiri yoldaş K. Bobulov olumsuz bir rol oynamıştır. Oturduğu makam prensipli, tarafsız olmayı gerektirse de yoldaş Bobulov edepsizlik ederek sağlam temellere dayanmayan sözler söylerdi. Buna, onun S. Eraliyev’in “Yıldızlara seyahat” isimli manzumesi Yazarlar Birliği’nde tartışıldığında Yazarlar Birliği’nin parti organının bir önceki dönem çalışmalarının bilançosunun çıkarılarak hesabının verilmesi ve yeni seçimlerin yapılması için bir toplantı düzenlendiğinde, genç yazarların Cumhuriyet çapındaki danışma meclisi toplandığında takındığı tavır ve söyledikleri delildir.
Parti toplantısında yoldaş K. Bobulov temel edep kurallarına uymayıp Aalı Tokombayev’i ve başka “ihtiyarları” (onun söylediği şekilde), başka bir ifadeyle yüce neslin yazarlarını siyasi eğitime çekmenin gerekli olduğunu söyledi. O, A. Tokombayev’e dönüp:
Siz bana bütün ülkece (SSCB’ce – S.C.) tanınan ideal bir eser gösteriniz lütfen, dedi. – Ben, yoldaş Tokombayev, sizin yaptıklarınızın farkındayım. Ne zaman iyi bir eser yaratılsa siz onu tamamen kötüleyen bir makale yazıyor, dostlarınızı ise övüyorsunuz.
Buna benzer hakaretler ve kaba sataşmalar ancak yazarlar arasındaki gruplaşmayı güçlendirebilir.
Yoldaş Bobulov’un hiçbir delile dayanmadan kuru bir biçimde yaptığı konuşmaya göre “birçok eser rezil edilecek” imiş, daha yayımlanmadan “yok edilecek” imiş. Sonra o Kırgızistan Yazarlar Birliği Birinci Sekreteri yoldaş Abdumomunov’a kudururcasına sataşarak yoldaş Orozbayev’in Ala Too dergisinin editörlüğüne tayin edilmesini Kırgızistan Komünist Partisi Merkezî Komitesinden talep etmediği için onu “liberalizme yol açtınız” diyerek, “çocuk gibi iş yaptınız” diyerek suçladı. Sonunda şöyle bir sonuç çıkardı: “Bundan sonra size güvenilerek yöneticilik dizgini nasıl verilebilir?”
Yoldaş Bobulov’un nesirde yazan gençlerin meclisinde söyledikleri de prensipsiz, bağırtılı çığırtılı çıktı. O, Kırgızistan Yazarlar Birliği’nde iki grubun mevcut olduğunu söyledi: “Yenilikçilik için, Kırgız edebiyatının gelişmesi için, yeni sanat için mücadele eden bir grup var, ancak bunların hepsine engel olan ikinci bir grup daha var.” K. Bobulov Kırgız edebiyatının gelişmesini sadece iki yazarın adı ile bağlı kıldı. O, doğrudan doğruya: “Kırgız edebiyatından bahsedersek biz sadece Aytmatov ile Sıdıkbekov’u söyleyebiliriz.” dedi. Yoldaş Bobulov’un hiçbir delile dayanmadan söylediğine göre, Aytmatov edebiyata yeni girdiğinde hakir görülmüş imiş, şimdi de nesirde yazan gençler aynı şekilde hakir görülüyormuş.
Parti toplantısında T. Ümetaliyev, N. Baytemirov, S. Cusuyev ve başkalarının yaptıkları konuşmalar da prensipsiz, aşağılayıcı oldu. Mesela yazar Ümetaliyev Meydan romanını eleştiren bir makale yazması dolayısıyla Aalı Tokombayev’in ispiyoncu, birçok yazarın kurban olmasının suçlusu olduğunu söyledi. Yoldaş Beyşenaliyev’in konuşmasında da C. Aytmatov için şiddetli hakaretler, aşağılayıcı sözler vardı. Özellikle o, C. Aytmatov için şöyle dedi:
Yazarlar arasındaki entrikacı… Bazı insanların eline geçen hançer… Bir insan olarak güvenilmez ve kinci… Niçin bizde son yıllarda böyle bir atmosfer hüküm sürmekte? Bunun baş sebebi, Aytmatov’un Yazarlar Birliği’nin huzur içinde çalışmasına darbe vuran despotluğu.
Bazı yazarların haddinden fazla övülmesine de yol verilmekteydi. Mesela eleştirmen yoldaş Samaganov: “Yoldaş Aytmatov ile sadece Kırgız edebiyatı değil, Kırgız halkı da yükseldi.” dedi. Yazar T. Kasımbekov daha da ileri giderek “Eğer doğrusunu söylemek gerekirse Aytmatov’un dışındaki bizler çıplak krallarız.” dedi.
Aytmatov’un kendisi de sevdiği yazarların eserlerini övdüğü zaman söze cimrilik etmiyordu. Buna, Eraliyev’in “Yıldızlara seyahat” isimli manzumesi için söyledikleri bir örnektir. Onun bu manzumeyi konu alan küçük bir makalesi 13 Eylül 1964’te Sovetskaya Kirgiziya (Sovyet Kırgızistanı) isimli gazetede basıldı. Bu makalede biz onun son derece görkemli ifadelerini, durup dinmek bilmeyen övgü selini görüyoruz. Örneğin “Eraliyev Kırgız şiirinin, bana göre, hatta bütün Türk dilli edebiyatın önüne yeni sahiller açtı… Ben gerçek, yüksek şiirden bahsedenlere Eraliyev’in manzumesini mısralarına, harflerine ve çekirdeğine kadar paylaştırmaya hasretim.”
…
Yoldaş Aytmatov yeni yetişen yazarlara abartmalı övgüler yağdırmıştır. Basit bir ifadeyle o kendisini Kırgız sanatının kadrini ve değerini bilen, genç yeteneklerin yetişmesine gayret eden tek bir insan olduğunu kabul ediyordu. Şöyle diyelim, yoldaş C. Aytmatov genç yazarları ilk başarıları için Kırgız edebiyatı ve sanatında yeni amaçlara yönelen yetenekler, yenilikçiler, millî sanatçılar olarak yükseltir. Mesela Sovyetler Birliği Sinemacılık Enstitüsü öğrencisi M. Ubukeyev “Zorlu Geçit” isimli film (bitirme tezi) çektiğinde onu “büyük millî sanatçı” olarak ilan etti.
C. Aytmatov’un düşüncesine göre, gerçek profesyonel Kırgız şiiri S. Eraliyev’in, Kırgız draması B. Cakiyev’in eserleri ile başlamıştır, bu iki kişi ise millî nesrin C. Aytmatov ile başladığını kabul eder.”[10 - Молдобаев К., Турсунов Ж. Справка о положении дел в Союзе писателей Киргизии. Кыргыз Республикасынын Борбордук Мамлекеттик Архивинин саясий документтер бөлүмү – Фонд 56; оп. 4; д. 1506; л. 6 – 20; 12-17- беттер.]
Metninden yukarıdaki uzun parçaların alındığı resmî arşiv belgesi, zamanında Kırgızistan Komünist Partisi Merkezî Komitesinin Bilim ve Kültür Bölümü ile İdeoloji Bölümü tarafından yazılmıştı. Belgede o dönemdeki edebî tartışmalara nesnel olarak değer verildiği de olmuştu. C. Aytmatov’un önderlik ettiği gruba karşı olan grubun yanında yer alarak çıkarılan taraflı sonuçlar da mevcuttu. Ancak içerik ve konu yönüyle iyice eskimiş olan bu belge, öncelikle 1960’lı yılların ilk yarısında Kırgız yazarları arasında meydana gelen tartışmalarda dile getirilen konuların bir esasa sahip olanlarını, ilginçlerini ve bilgi aktaranlarını kapsayacak bir şekilde günümüze kadar ulaştırması açısından değerlidir. Belge metni şu cümle ile sona ermektedir:
Kırgızistan Komünist Partisi Merkezî Komitesi Bilim ve Kültür Bölümü ve İdeoloji Bölümü, Yazarlar Birliği’nin durumu meselesi, Merkezî Komite Başkanlık Heyeti tarafından incelenmelidir, şeklinde bir teklif getirmektedir.[11 - Молдобаев К., Турсунов Ж. Справка о положении дел в Союзе писателей Киргизии. Кыргиз Республикасынын Борбордук Мамлекеттик Архивинин саясий документтер бөлүмү – Фонд 56; оп. 4; д. 1506; л. 6 – 20; 20- б.]
Demek ki, Kırgızistan Yazarlar Birliği’nde hüküm sürmekte olan ve Cengiz Aytmatov’un karıştığı sorunlar büyüyüp Parti Divanında görüşülme derecesine kadar varmıştır.
Başka bir yolla
Kırgızistan Komünist Partisi Parti Divanının, Yazarlar Birliği’nde dinmek durulmak bilmeyen tartışmaların araştırıldığı toplantısı, yanılmıyorsam, 1965 yılı yaz döneminde yapılmıştı.
Toplantıya çağrılan yazarlar bu toplantıda kimlerin neler söylediklerini birkaç gün boyunca gürül gürül konuştular. Onların söylediklerine göre, parti ve hükûmet liderleri anlı şanlı yazarların komünizm fikirlerini bedii bir şekilde propaganda etmek yerine Sovyet kalem erbabına yakışmayan sorunlarla haşır neşir olduklarını bir ağızdan söylemişler, gruplar arası güç yarışlarına aktif olarak karışanların hepsini utandırmışlardı. Cengiz Aytmatov için ise sevgi ve saygı bildiren eleştiriler söylenmişti. Bazı siyasi yöneticiler Cengiz Bey’e yazarlar arasında bitmek bilmeyen kavgalardan daima uzak durması tavsiyesinde bulunmuşlardı. Örneğin, Kırgızistan’ın o dönemdeki başbakanı Bolot Mambetov şöyle demiş imiş:
Cengiz, sen artık dünyaca tanınan bir yazarsın. Beyşenaliyev seninle kapışacak yiğit değil. Haydi, ona iki değil, dört görev makamı verilsin, ne olursa olsun o senin saçının teli bile olamaz. Değerli vaktini kavga gürültüyle harcama, elinden gelirken, sen yeni eserler yazmaya devam et. Bırak başka yazarlar birbirleriyle kapışsın. Birileri sana sebepsiz yere sataşırsa seni koruyan parti var, hükûmet var.
(Bu toplantıda konuşulanların kâğıda geçirildiği ve günümüzde Devlet Arşivinde korunmakta olduğu da şüphesizdir. Bu konuşmalardan parçalar vermek oldukça ilginç olurdu. Maalesef hükûmet kararı uyarınca bu tür arşiv kaynaklarından yararlanmak için üzerinden 50 yıl geçmesi gerekmektedir.)
Merkezî Komite Divanı toplantısında parti ve hükûmet liderlerinin yaptıkları konuşmalar birbirleriyle kavgalı yazarların iki grubunu da ürkütmüş gibidir, açıktan açığa sataşma ve tartışmalar bıçakla kesilmiş gibi kesildi. Ancak yazarlar çevresindeki dedikodular sürüp gitti. Mesela birilerinin söylediklerine göre, C. Aytmatov’un çok değer verdiği, hatta güvendiği bilgili filozof ve edebiyat eleştirmeni Cengiz Bey’den uzaklaşmış imiş, çünkü yerel parti patronları ona bir liyakat nişanı verdirmek istemişler, bununla birlikte Kırgızistan İlimler Akademisi Felsefe Enstitüsü başkanlığı sözü vermişlerdi. Cengiz Aytmatov’un önderlik ettiği yazarlar grubunu bir derece ağırlıklı, güçlü hâle getiren büyük yazar Tügölbay Sıdıkbekov’u da Aziz Saliyev bu gruptan uzak durmasını söyleyerek düşüncelerinden caydırmış, böyle yapmaktansa ortada tarafsız kalarak dört beş ciltlik seçme eserlerini çıkarabileceğini söyleyerek onu yoldan çıkarmıştır.
Ben tam o dönemde bir gün Cengiz Bey’in bürosuna geldim. Yalnızdı. Üzgün oturuyordu. Biraz oradan buradan konuştuktan sonra Aziz Saliyev ve Tügölbay Sıdıkbekov hakkında yazarlar arasında konuşulmakta olan dedikoduların aslının olup olmadığını soruşturdum. O, dedikoduların aslı olduğunu doğrulayarak şöyle dedi:
– Edebiyatta bir yenilik olarak gelişmekte olan akıma yapılan resmî baskıya karşı çıkmaktan onlar kaçındılar. Sovyetler Birliği Komünist Partisi Merkezî Komitesinde de SSCB Yazarlar Birliği’nde de Kırgızlarda da yeni edebî güçlerin ortaya çıkmakta olduğu, onların yerel tutucu yönetimi bir iç hesaplaşmaya mecbur edeceği gibisinden bir inanç şekillenmişti. Moskova’dan bize destek verilmekteyken kendilerine güvenebileceğim anlı şanlı insanlar benden kaçtılar. Hiçbir zaman affedilmeyecek bir ihanet olarak bunu belirtmek gerekir. Onlar benimle birlikte olmanın, bizdeki Stalinizm artıklarına karşı mücadele etmenin meşakkatli bir iş olduğunu anlayıp bir kenara çekilmeye başladılar. Gerçekte üst düzey parti toplantısında biz, edebiyatçılarımızın hatalarını savunan yazarlar yenildik. Bana ne, başka bir yere giderek de geçimimi sağlarım. Ancak benim ardımdan sizler geliyorsunuz. Bizim gençlerimizin de başka halkların genç yazarları gibi özgür düşünmeye, hayatı yeni bir biçimde betimlemeye, edebiyatımızı yenilemeye akılları yeter. Ancak biz de sanatın geliştirilmesi için hiç olmazsa Moskova’daki gibi bir özgürlük verilmiyor. Bizim büyüklerimiz Papadan çok Papacı oluyorlar.
Cengiz Bey bu şekilde uzun süre konuştu. Onun tüm kalbiyle kendi kendine söylediği kederli sözler benim yüreğimi burktu. Ben onun bürosundan karmakarışık duygularla ayrıldım ve iki üç gün bu sözlerin etkisinde kaldım.
Anlaşılan çeşitli konuşmaların yapıldığı parti toplantısında kendisi hakkında dile getirilen eleştiri ve tavsiyeler, aynı zamanda değer verdiği ve saygı duyduğu taraftarlarının yanında kaçmaları Cengiz Bey’i ciddi bir biçimde düşündürmüş, gelecek hayatında nasıl bir tavır sergileyeceğinin, sanat yaşamında ne şekilde ilerleyeceğinin stratejisi ve taktiğini belirlemek zorunda bırakmıştı.
Benim tahminime göre, o hâl ve hareketlerini, ağzından çıkan sözleri, sosyal olaylara tepkisini kendi duygu ve düşüncelerine göre değil, akla ve doğru düzgün bir hesaba dayandırmak gerektiğini anladı.
Birinci olarak yerel yönetime tamamen bağlı Kırgız yazarlarına doğruluk, adalet ve ilerleme için mücadele edilmesi konularında güvenilemeyeceğine ve onlarla bu konularda konuşulamayacağına inandı. Gerçekten de kalem arkadaşlarının kendi aralarında birleşmelerinden, tartışmalarına katılmaktan o kadar da fayda gelmezdi.
Bundan sonra Cengiz Bey Kırgız yazarları arasında arada bir çıkan sorunlardan mümkün olduğunca kaçtı. Hatta Kırgız edebiyatında nelerin yazıldığı, nelerin yayımlandığıyla da ilgilenmedi. 1970’lı yılların sonunda o bana şöyle sordu: “Hangi doğru dürüst eserler yayımlandı? Sovyetler Birliği arenasına atılıp çıkabilecek gençlerimiz var mı?” “Yok, arkanızdan toz kaldırarak gelebilen bir kişi dahi yok şimdilik, siz atınızı oynata oynata sürüveriniz.”
Dünyada büyük bir şöhret kazanan yüce sanatçının ışığıyla parlayarak kendini göstermek isteyen sıradan yazarlar çoğaldı. Onlar kitaplarını kesin bir şekilde C. Aytmatov’un sunuş yazısı ile çıkarmak için büyük çaba harcadılar. Elbette onların yarı pişmiş bir ekmek gibi ham eserlerini ne okumaya ne de överek bir şeyler yazmaya büyük sanatçının zamanı vardı. Ancak kendisini sürekli sıkıştıran kalem erbabının bastırmalarına da dayanamadı. Kendilerinin yazdıkları kitaplar için bir sunuş yazısı getiren herkese Cengiz Bey kendi makalesiymiş gibi imzasını bastı.
Tabii ki bu alışkanlık hâline getirdiği âdeti dolayısıyla o bir seferinde bir yazarın yapmayacağı bir şey yaptı. Bir gün onun sunuş yazısı ile onun sanatına atfedilen bir monografi (yazarı, Abdıldacan Akmataliyev) yayımlandı! Eğer, Cengiz Bey kendi sanatı hakkında Rusça çıkan monografilerden birine “Bu, benim yazdıklarımı analiz eden kitap iyi yazılmıştır.” anlamında bir sunuş yazısı yazsaydı, bu tür sunuş yazısı monografinin baş kısmında yer alsaydı, Rus aydınları ağızlarından başka yerleriyle gülerlerdi. Aydın Kırgızlar ise Cengiz Bey’in kendisi hakkındaki bir kitaba sunuş yazısı yazdığının farkında değillerdi, bunu yöneticiler de görmemişlerdi. Bizim aydınlarımızın kabile türü tabiatları, iyiyi kötüden ayıramadıkları, ahlaki duyarsızlığı bu olayla bir kez daha anlaşıldı.
İkinci olarak söz konusu parti toplantısından sonra Cengiz Bey Moskova’nın en üst siyasi elit tabakasının kendisine göstermiş olduğu sempatiyi koruma ve güçlendirmenin her şeyden daha önemli olduğunu düşünmüş olmalıdır. Sadece, Sovyetler Birliği Komünist Partisi Merkezî Komitesi İdaresinde değil, Siyasi Bürosunda da ona sevgiyle bakanların bulunduğunu o dönemde bizim bazı yazarlar dile getiriyorlardı. Bu dedikodunun aslının olduğu ünlü Rus sinema rejisörü Andrey Konçalovskiy’in hatıra kitabından yapılan aşağıdaki alıntı ile doğrulandı:
Ben ‘İlk Öğretmen’ filmini çekmeye başlarken Kırgızistan’ın birçok yerini gezdim. Bu ülkeyi tanıyayım, müziğini hissedeyim, ruhunu anlayayım, diye böyle yaptım. Eski türkücülerin türkülerini dinledim, Kırgız boz evinde uyudum, votkayı kımızla karıştırarak içtim. Filmin yarısı kadarı çekildikten sonra Kırgızistan Komünist Partisi Merkezî Komitesi Birinci Sekreteri Usubaliyev ile sohbet ederek şöyle dedim:
– Ben bu sefer gerçek bir Kırgız manzarası çekmek istiyorum. “Andrey Rublev” filminin senaryosunu yazdığımda, gerçek bir Rus filmi senaryosu yazmak için hiçbir şeyden kaçınmadım.
O beni soğuk karşılayan bir tavırla:
– Siz gerçek bir Sovyet manzarası çekebilirsiniz, dedi.
Sesinden benden hoşlanmadığını anladım. Ben, belki de söylenmeyecek bir söz söylemiştim! Kırgız manzarası çekme isteğinin ne kötülüğü vardı? O zaman böyle bir cevabın altında neler olduğunu anlamamıştım.
Şüphesiz, o zamanlar Sovyet sinemasında çekilmesine kesinlikle izin verilmeyen kareler çekmiştim. Filmde, yağmur yağarken Altınay’ın nehre çırılçıplak girmesi vardı. Müslüman ülkelerinde ise bir kadın yüzünü örtmeden sokağa çıkamaz. Doğru, Kırgız halkında başka Müslüman haklara göre âdetler oldukça yumuşak. Kırgız kadını hiçbir zaman tesettürlü olmamıştır. Ancak İslam’ın nerede olursa olsun, İslam olduğu da gün gibi açıktır.
O dönemde geçerli olan kurallara göre millî cumhuriyetlerde çekilen filmler önce yerel yönetim tarafından kabul ediliyor sonra Moskova’ya gönderiliyordu. Çekilen filmi Kırgızistan’ın parti yönetimi kabul etmedi. Çekimlerinin biteceği sırada “İlk Öğretmen” filmini saman altı etti. Filmin ekranda gösterilmesi meselesi de ağza alınmıyordu.
Ortada nelerin dönmekte olduğunu anlamadığım için aklım allak bullak olmuştu. Başıma sopa vurulmuş gibi sersemlemiştim. Şurasını kes, çıplak kadın karelerini yok et, dediler. Ben, hiçbir yerini düzeltmem diye inat ettim.
Kırgızistan Sinema Komitesinin başkanı o dönemde Şarşen Usubaliyev isimli ünlü bir insandı. O beni destekledi, savundu ve çok tehlikeli bir girişimde bulundu. Görevinden alınması mümkündü (kısa bir süre sonra da görevinden alındı). Bu karelerin ekranda gösterilmesi gerekir, diye diretti. Doğru, Cengiz Aytmatov tarafından korunacağına inandığı için böyle direndi. Aytmatov’un Cumhuriyette büyük bir ağırlığı vardı. Buna rağmen Şarşen ile aynı soyadını taşıyan üst makamdaki bu insan kızarak Merkezî Komitenin filmi kabul etmesini engelliyordu.
Aytmatov Sovyetler Birliği Komünist Partisi Merkezî Komitesine, Suslov’a gitti. İşte o sıralarda Moskova’ya Frunze’den (şimdiki Bişkek’ten) Kırgız halkını kültürsüz, vahşi gösteren fikri bozuk kareler hakkında bir mektup da gelmişti.
– Biz sizi utandırmayız, demiş Suslov. – Eğer Kırgızistan (Komünist Partisi) Merkezî Komitesi önceden Kırgızlar vahşi değil diye düşünüyorsa o zaman devrim yapmamak gerekirdi diye bir sonuç çıkmaz mı? Manzaranın halka gösterilmesi için izin verildi. Ancak buna kadar bir yıl geçti.[12 - Кончаповскй А. Бозвышающий обман. -Москва., 1992. -34- 36- б.]
Tabii ki M. A. Suslov, Kruşçev devrildikten sonraki dönemde Sovyetler Birliği’nin baş ideolojik yöneticisi ve ikinci sıradaki siyasi liderdi. Dogmatik, tutucu ve Stalinci olarak kabul edilen bu insan, Kırgızistan’ın parti yöneticilerine göre oldukça liberal, uzak görüşlü bir insandı. Elbette, Suslov gibi bir insanın desteği C. Aytmatov için bulunmaz bir ganimetti.
Moskova’nın siyasi ve aydın elit kesiminin saygı ve sevgisine, desteğine layık olan Cengiz Bey Kırgızistan’ın parti ve hükûmet yöneticilerini o kadar önemsemese de olurmuş. Ancak bu yöneticiler Moskova’ya ne kadar bağımlı olurlarsa olsunlar, otonom güçleri olduğu için kendi vatandaşlarının durumlarını da unvan, ödül ve makam açısından olumsuz yönde etkileyebilirlerdi. Bunu anlayan Cengiz Bey yerel yönetimle bir yarışa girmeden, boy ölçüşmeden onlara hem rapor vermek hem de iş birliği yapmak gerektiği şeklinde bir düşünceye gelmiş olabilir.
Kısacası, birçok iç ve dış sebep ve faktör Cengiz Aytmatov’u Kırgızistan içinde sosyal ilerleme, doğruluk ve adalet için mücadele etmeye doğrudan girişmekten alıkoydu. Onun bir insan olarak kaderi, yazarlık hayatı ve siyasetteki çalışmaları da öncekine göre daha başka bir yola girdi. Bu yolda harcadığı seferinin sonuçlarını ayrıca incelemek gerekir.
Kaynakça
Aytmatov, Ç. (1978). V soavtorstve s zemleyu i vodoy… Oçerki, stat’i, besedı, interv’yu.– Frunze, “Kırgızstan” basma üyü, -155- bet.
Mullojanov, M. (1974). Lyubov’yu k çeleveku. Predislovie k knige: Tolis P. Molodost’. i rasskazı. Moskva, 7 – bet.
Stamov, A. (19- sentyabr’, 1992). “Buzuku bödönölör”. Kırgız Tu-usu gazetası.
Tokombaev, A. Po sledam sporov i obsujdeniy poemı Eralieva “Puteşestviya k jiznyam, k zvezdam. – Kırgız Respublikasının Bor-borduk Mamlekettik Arxivinin sayasiy dokumentter bölümü -Fond 56; op. 4; d. 1506, l. 3 – 80. 78 – b.
Moldobaev, K., Tursunov J. Spravka o polojenii del v Soyuze pisateley Kirgizii. Kırgız Respublikasının Borborduk Mamlekettik Arxivinin sayasiy dokumentter bölümü – Fond 56; op. 4; d. 1506; l. 6 – 20; 12-17- better.
Konçapovsky, A. (1992). Boz’ışayuşçiy obman. -Moskva, -34- 36- b.
Salican CİGİTOV:
CENGİZ NASIL ÇIKTI
Cengiz Aytmatov’un yazarlık yetenekleri ve edebiyat dünyasına kazandırdığı yeniliklerle alakalı herhangi bir fikir öne sürmek son derece zordur. Çünkü onun her bir eseri yayımlanır yayımlanmaz dünya süreli basın yayın organlarında sayısız yankılar doğurmakta, polemiklerin ortaya çıkmasına neden olmakta, bu kitapları konu alan değişik bakış açıları ilim adamlarınca çeşitli gazete ve dergilerde yayımlanmaktadır. Aynı zamanda Cengiz’in yazarlık meziyetlerini ve ortaya koyduğu eserleri konu alan yeryüzündeki büyüklü küçüklü yüzlerce dilde edebî makaleler, kitaplar ve doktora tezleri yazılmakta, onun kitaplarında oluşturduğu kahramanlar, idoller ve sanatsal betimlemeler; alanında ün yapmış birçok felsefeci, sosyolog veya düşünür tarafından incelenmekte, tartışılmakta ve bunların analizi yayımlanmaktadır.[13 - Kırgız Türkçesinden Aktaran: Kemal GÖZ, Yüksek Lisans Ö., Kırgızistan–Türkiye Manas Üniversitesi, (şu anda: Doç. Dr., Karamanoğlu Mehmetbey Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi), gozkemal@yandex.ru Orcid: 0000-0003-4768-6604]
Kısacası üzerinde bu kadar çok konuşulan ve yazılan bir edebiyat adamını konu alan bir makalede yeni bir şeyler ortaya koymak çok zor. Fakat beni bu yazıyı kaleme almaya zorlayan bazı geçerli sebepler elbette var. Mesela Cengiz’in nasıl olup da bütün dünya tarafından tanınan şöhretli bir yazar olabildiği sorusu.
Amerikan-İngiliz edebiyatının üstatlarından Henri Ceyms[14 - Henry James: 1843-1916.] dünya milletleri arasında öne çıkarak her açıdan refah seviyesini yakalayan halkların edebiyatları ile alakalı olarak şunları söylemiş: “Büyük bir tarihî geçmiş yoksa az da olsa gelenek oluşturulamaz, büyük bir geçmişe dayanan geleneklerden söz edemeyeceksek çoktan oluşması gereken edebî zevk için ölçü aramanın manası da yoktur ve eğer edebî zevkin yüzyıllar boyu büyük bir sabırla işlenerek oluştuğundan bahsedemeyeceksek öyle veya böyle sanattan söz etmenin de imkânı yoktur.”
Gerçekten de her bir millî edebiyat olgunlaşana, eleştirmenlerden tam not alabilen klasikler ortaya çıkarana ve tam manasıyla dünya edebiyat meydanına çıkana kadar son derece derin ve meşakkatli tarihî bir yoldan geçer. Bu millî edebiyat, hiç olmazsa en az 10 asır boyunca işlenen bir dil, bu zaman dilimi içerisinde her açıdan kendisini geliştirmiş bir ifade yeteneği ve dil özelliklerini zenginleştirmiş, yabancı medeniyetlerin sanata kattığı birikimleri özümsedikten ve evrenseli yakaladıktan sonra ancak içinden Tolstoylar, Dostoyevskiler ve Çehovlar gibi yetenekleri ortaya çıkarabilir.
Bir önceki paragrafta öne sürdüğümüz teze bağlı kalacak olursak hemen her eserinde edebiyat dünyasını ayağa kaldırmayı başaran Cengiz Aytmatov’un vaktinden önce olgunlaşmış bir meyve, hatta tabiatın ve tarihin işleyiş kanunlarına aykırı bir bilmece gibi görünmesi mümkündür.
Elbette Cengiz’in bu şekilde telakki edilebilmesi için elimizde yeteri kadar sebep var. Mesela “Aytmatov fenomeni” altı üstü en fazla yarım asırlık bir tarihi olan yazılı edebiyatın içinden çıkmadı mı? Elli yıl, hemen herkesin kabul edeceği gibi son derece kısa bir zaman. Bilindiği gibi bu kadar zamanda başlarda sadece sözlü olarak yaşayan bir dil bir anda son derece olgun ve ifade yeteneği kuvvetli bir yazı diline dönüşemez. Aynı zamanda bu kadar kısa süre içerisinde, millî bir sanat birikimi ve bu dile has bir medeniyet, içerisinden büyük betimleme ustaları çıkaracak kadar kökleşemez, gelişemez.
Diğer taraftan Cengiz Törökuluulu 20. asrın üçüncü on yıllık bölümüne kadar hemen her açıdan dünya medeniyetlerinden geride kalmış, kendi öz dilinde yayım yapan bir tane bile gazetesi olmamış ve genel olarak sayısı bir milyonu ancak bulabilen bir milletin oğlu değil mi?
Bütün bu sebepler bir araya geldiğinde daha düne kadar Orta Çağ karanlığından kurtulamamış, her açıdan dünya medeniyet çizgisinin gerisindeki bir milletin içerisinden Cengiz Aytmatov gibi birisinin çıkmaması gerekiyordu. Fakat o, hiç beklenilmeyen bir şekilde dünyaca tanınan bir yazar oluverdi. Nedir bunun sebebi o zaman? Elbette sadece bu durum bile karşımıza son derece büyük ve içinden çıkılması zor bir soru olarak çıkıyor. Biz burada “Aytmatov fenomeni”ni ortaya çıkaran unsurları uzun uzun incelemeyeceğiz zaten kısa bir makalede bunu yapmamıza imkân yok, ayrıca bu unsurlar anlaşılması zor, karmaşık çelişkiler de içeriyor.
Burada sadece biraz önce sorduğumuz sorunun etrafından dolaşarak bir kısım fikirler öne sürme imkânımız var. Tartışmasız tek hakikat, dünya edebiyatında bir Çolpan yıldızı gibi parlayarak ismini uzak diyarlara, neredeyse bütün dünyaya duyurabilmesinin Aytmatov’un doğuştan getirdiği birtakım özelliklerine, kendine has betimleme yeteneğine vs. borçlu olduğu gerçeğidir. Nitekim o, annesinden son derece hassas duygularla, ucu bucağı belirsiz hayal yeteneği ile şaşırtıcı bir şekilde zeki olarak doğmuş, Allah onu çalışma isteği ve yorulmazlık bakımından da ideal olarak yaratmıştır. Zira atalarının yüzyıllar öncesinden taşıdığı genler Aytmatov’un bünyesinde en mükemmel hâlini almıştır.
Büyük yetenek denilen şey ışıklar saçan, ben buradayım diye dikkat çeken bir tohuma benziyor. Zamanında ekilmeyerek havadan, sudan ve her türlü dış etkenden kendisine düşecek olan payı olumlu anlamda alamazsa ne kadar iyi olursa olsun bu tohum toprağı yararak yeryüzüne çıkamaz, dallanıp budaklanarak gelişemez. Aynı bu şekilde gerekli olan medenî bir ivme, uygun şartlar ve itici vazifesi gören iç ve dış tesirler bir araya gelmeyecek olursa herhangi bir yetenek de kendisini gösteremez, ortaya çıkamaz.
Şayet Cengiz, Ekim Devrimi’nden önceki bir dönemde yaşamış olsaydı onun da taş üstüne düşen bir tohumdan farkı olmazdı. Karşısına çıkan bütün olumsuzluklara rağmen ortaya çıkıp yeteneklerini gösterebilseydi bile kayalıklar arasında küçük bir aralık bularak gelişmeye çalışan filiz gibi dallanıp budaklanması imkânsız olur, adı bütün dünyada bilinen bir yazar olmak bir kenarda dursun belki de adını Kırgız halkının küçük bir kısmına ancak duyurabilirdi.
Milletlerin tarih sahnesindeki gidişatlarını etkileyen önemli dönüm noktaları vardır. Ekim Devrimi de Kırgız halkı için önemli bir dönüm noktasıdır. Kırgızlar soyu neredeyse tükenmekte olan bir halk iken dünya medeniyetinin o güne kadar yapmış olduğu gelişimi yakından takip edebilme şansı elde etti, kendi ana dilinde bir edebiyata kavuştu, Kırgızca, okullarda düzenli bir şekilde okutulmaya başlanarak çeşitli alanlarda işlenmeye başladı. Neticede genel olarak Kırgız halkının Avrupai müfredatlar göz önünde tutularak kendi ana dilinde eğitim alma şansı bunun yanında kaydedilen kültürel-teknik kazanımlar ve hepsinden önemlisi yeni yeni işlenmeye başlayan edebiyat, Cengiz’in gelişebilmesi için tohum örneğinde bahsini ettiğimiz bereketli toprağın etkisini yaptı, en uygun şartları her açıdan bu yetenek için hazırladı.
Bizim ünlü betimleme ustamız kendi kültürel özelliklerinden de beslendi elbette. Kırgız halkının zengin dili, sözlü anlatım geleneğinin ortaya çıkardığı şaheserleri ve kültürel özellikleri anne sütü ile birlikte bu büyük yeteneğin içine sindi ve bütün bu özellikler onun büyük eserlerinde kendisini buldu. Fakat sadece içinden çıktığı halkın kültürel özelliklerine ve sözlü anlatım geleneğine dayanarak eserler kaleme alsaydı Cengiz Aytmatov ismi bu kadar önemli ve ünlü olur muydu? Doğrusunu söylemek gerekirse Cengiz’in yeni standartlara cevap verebilen edebiyat anlayışı, dünya görüşü, estetik zevki; Rus dili, özellikle de içerisinden dünyaya mal olmuş klasikler çıkarabilen Rus edebiyatı sayesinde belli bir seviyeye gelmiştir.
Daha çocukluğunda son derece iyi bir şekilde öğrenmiş olduğu zengin bir dil olan Rusçanın yüzyıllar içerisinde kazandığı bütün kültürel birikime doğrudan nüfuz edebilme şansı bulmuş olması onun genel olarak aydın kişiliğinin oluşmasına neden olurken özelde ise yazarlık mesleği açısından da kendisini geliştirmesine önemli bir etken olmuştur. Eserlerini genel olarak Rus dilinde kaleme alması, bunları son derece üstün edebî zevki ve geniş hayalleri ile süslemesi onun dünyada tanınan ünlü yazarların arasına girmesine sebep olmuştur.
Cengiz’in edebiyat dünyasında bahsini ettiğimiz derecede büyük bir değeri haiz görülebilmesi için gerekli olan noktaya gelmesinde sosyal şartlar, tarihî süreç, birtakım siyasi olaylar ve kendi kaderi de çok etkili oldu elbette.
Geleceğin büyük yazarı çocukluğunun bir kısmını gelişmiş bir şehir çevresinde geçirdi. Daha sonra beklenmedik bir şekilde kaderin acı oyunuyla tarifi zor acılara katlanmak zorunda kaldı. Babası Stalin döneminde hiç suçu olmadığı hâlde cezalandırıldı ve idam edildi. Çocuk yaştaki “Cengiz”, bir anda “halk düşmanının” oğlu, Sovyet ülkesinin üvey evladı oluverdi. Daha küçük yaşta korkunun en aşağılık hâlini görmek toplum tarafından horlanmanın ve dışlanmanın acı sınavlarından geçmek zorunda kaldı. Kısacası hayatı daha küçük bir çocukken bütün çıplaklığı ve gerçekliği ile gördü. Ve daha çocukken başına gelen bu olayları sorgulamak zorunda kaldı.
Annesi ve kardeşleri ile köye yeniden döndü ama daha çocukluğunu yaşayamadan trajik bir olaya; savaşa da tanık olacaktı. Okuldan geçici de olsa ayrılarak yetişkin insanların yapması gereken işlerde çalıştı. Çocukluktan çıkıp gençliğe adım attığı yıllarda kadın, ihtiyar ve çocuklarla beraber cephe gerisinde çekilen sıkıntıları çekti, türlü trajik olaylarla karşılaştı, insanların gerçek karakterlerinin sıkıntı anlarında bütün gerçekliği ve çıplaklığı ile ortaya çıktığını onların arasında yaşayarak gözlemledi.
Yani Cengiz o yıllardaki acı hayat gerçekliğini bizzat müşahede etti. Doğal insan ilişkilerini ve acı kaderleri gözlemleyerek hiçbir yerde bir daha göremeyeceği hayatın gerçeklerini belleğinde saklamak suretiyle aslında bilmeden kendisi için bir kütüphane oluşturdu. İleride yazacağı eserlerin temelini attı.
Neticede büyük yazarımız, Stalin baskısının had safhada olduğu bir dönemde doğmuş, ilk gençlik çağlarını bu devirde geçirmiş, 25 yaşına kadar hâkim ideolojinin prensipleri doğrultusunda yetiştirilmişti.
Bahsi geçen devirde sosyal demokrasi hemen her alanda olabildiğince kısıtlanmıştı. Kitlelerin serbestçe düşünebilme ve düşündüklerini ifade edebilme özgürlükleri önüne set çekilmiş, yine de hâkim ideoloji tarafından zararlı olarak nitelendirilen fikirlerini açıkça ifade etmek isteyen başlar vurulmuştu. Baskı politikası had safhadaydı. Geniş kitlelere sadece hâkim ideoloji tarafından uygun görülen fikirler kampanyalar yoluyla empoze edilebiliyordu. Yani geniş halk kitleleri korkunun da tesiriyle sanki bir kişiymişçesine düşünmeye alıştırılmıştı. Süreli basın yayın, talim terbiye merkezleri (okullar, üniversiteler vs.) kısacası hemen her kültürel kanal, dogmatizmin yalancılığına ve iki yüzlülüğün batağına saplanıp kalmış, hâkim ideolojinin baskısı, ilim adamlarının, gazetecilerin ve yazarların büyük çoğunluğunu etkisi altına almıştı. Sonuç olarak bu baskı politikaları aydın dediğimiz kitleleri yalan yazmaya, söylemeye zorlamış ve bir kısmını da buna inandırmıştı.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/anonimnyy-avtor/tanri-daglari-nin-zirvesi-aytmatov-69499558/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
notes
1
Müteveffa Prof. Dr., Kırgızistan-Türkiye Manas Üniversitesi, Türkoloji Bölümü Başkanı ve Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürü. Özbekistan Büyükelçiliği ve bağımsız Kırgızistan Cumhutiyetinin ilk Cumhurbaşkanı Askar Akayev’in başdanışmanlığı görevlerinde bulunmuştur. Kırgız edebiyatında eleştirmen kimliği ile tanınan Cigitov’un şiir ve hikâye kitapları da vardır. Nazım Hikmet ve Mustay Karim’in şiirlerini, Antoine de Saint-Exupery’in Küçük Prens adlı eserini Kiçinekey Hanzada adıyla Kırgızcaya çevirmiştir.
2
Kırgız Türkçesinden Aktaran: Öğr. Gör. Ayhan ÇELİKBAY, Kırgızistan-Türkiye Manas Üniversitesi (şu anda: Doç. Dr., Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi), acelikbay@ankara.edu.tr Orcid: 0000-0002-9628-2377
3
Murap (Mirab): Suların paylaştırılması ile görevli insan.
4
Айтматов Ч. В соавторстве с землею и водой… Очерки, статьи, беседы, интервью. –Фрунзе: “Кыргызстан” басма үйү, 1978.-155-бет.
5
Мулложанов М. Любовью к челевеку. Предисловие к книге: Толис П. Молодость. И рассказы. Москва, – 1974,– 7 – бет.
6
Стамов А. “Бузуку бөдөнөлөр”. -Кыргыз Туусу газетасы, 1992, 19- сентябрь.
7
Токомбаев А. По следам споров и обсуждений поэмы Эралиева “Путешествия к жизням, к звездам. – Кыргыз Республикасынын Борбордук Мамлекеттик Архивинин саясий документтер бөлүмү – Фонд 56; оп. 4; д. 1506, л. 3 – 80. 78 – б.
8
Токомбаев А. По следам споров и обсуждений поэмы Эралиева “Путешествия к жизням, к звездам. – Кыргыз Республикасынын Борбордук Мамлекеттик Архивинин саясий документтер бөлүмү – Фонд 56; оп. 4; д. 1500, л. 73 – 80. 78 – б.
9
Karıbek Moldobayev o dönemde Kırgızistan Komünist Partisi Bilim ve Kültür Bölümü başkanıydı; Beyşen Murataliyev Kırgızistan Komünist Partisi Merkezî Komitesi İdeoloji Bölümü sekreteriydi.
10
Молдобаев К., Турсунов Ж. Справка о положении дел в Союзе писателей Киргизии. Кыргыз Республикасынын Борбордук Мамлекеттик Архивинин саясий документтер бөлүмү – Фонд 56; оп. 4; д. 1506; л. 6 – 20; 12-17- беттер.
11
Молдобаев К., Турсунов Ж. Справка о положении дел в Союзе писателей Киргизии. Кыргиз Республикасынын Борбордук Мамлекеттик Архивинин саясий документтер бөлүмү – Фонд 56; оп. 4; д. 1506; л. 6 – 20; 20- б.
12
Кончаповскй А. Бозвышающий обман. -Москва., 1992. -34- 36- б.
13
Kırgız Türkçesinden Aktaran: Kemal GÖZ, Yüksek Lisans Ö., Kırgızistan–Türkiye Manas Üniversitesi, (şu anda: Doç. Dr., Karamanoğlu Mehmetbey Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi), gozkemal@yandex.ru Orcid: 0000-0003-4768-6604
14
Henry James: 1843-1916.