Batı Trakya′da Türk Edebiyatı′na Gönül Verenler

Batı Trakya'da Türk Edebiyatı'na Gönül Verenler
Anonim


Batı Trakya’da Türk Edebiyatı’na Gönül Verenler(HAYATLARI – EDEBİ KİŞİLİKLERİ – ESERLERİ – ESERLERİNDEN ÖRNEKLER)

ÖNSÖZ
Öteden beri “Batı Trakya’da Türk Edebiyatı’na Gönül Verenler” i özel bir yere koymayı düşündüm. Onlara ayrı bir değer verdim. Çünkü “azınlık”larda en önemli, en temel sorun, o toplumun anadilini yaşatmak, milli kültürünü korumak ve geliştirmektir. “Batı Trakya’da Türk Edebiyatına Gönül Verenler”, belki kendileri de bu işin farkında olmadan böyle önemli bir görevi gönüllü olarak üstlenmiş olan kişilerdir. Çeşitli basın organlarında toplumlarını aydınlatmak için makaleler, köşe yazıları yazmışlar, yazdıkları şiir, hikâye, deneme, günce ve gezi yazılarıyla karınca kararınca Türk dili ve edebiyatına hizmet etmişler, Batı Trakya’da bir edebiyat akımının doğmasına katkıda bulunmuşlardır. Bu kişiler sayesinde Batı Trakya Türk Azınlığının yaşamına şiir, hikâye, masal, deneme, günce, gezi yazısı kavramları girmiş, toplumun kültür dünyasına ayrı bir zenginlik kazandırılmıştır. Yazdıklarıyla toplumlarının yaşamlarına ayna tutmuşlar, bir yerde toplumlarının siyasi ve sosyal tarihlerini de kayıt altına almışlardır.
Hazırlamış olduğum bu çalışma, bu konuda şimdiye kadar yapılmış olan çalışmaların –Batı Trakya’da Türk Edebiyatı’na gönül veren tüm imzalara yer verilmesi, başat imzaların tüm ayrıntılarıyla tanıtılması, yayımlanmış çalışmaların tümünün saptanması açısından- en kapsamlısı, en gerçekçisi olma özelliğini taşımaktadır. Azınlığın tüm basın organları özenle taranarak burada yer almış olan edebi çalışmalar –basın organının adı, sayısı ve tarihiyle birlikte- saptanmış, edebi çalışmaların türleri belirlenmiş; edebi çalışmalarıyla “Batı Trakya Türk Edebiyatı”nın kurucuları ve temel taşları olan şair ve yazarların hayatları ve edebi çalışmalarına geniş bir şekilde yer verilmiştir. Yine, yazdıkları şiir ve diğer yazı türleriyle Batı Trakya Türk edebiyatı bahçesine güzellikler katan imzaların tüm çalışmaları da yer ve tarihleri de belirtilerek saptanmış; -tam bir ölçüt olmasa bile- çalışma sayısı ve edebi değerleri göz önünde bulundurularak bu çalışmalardan bazı örnekler verilmiştir. Çalışma sayısı beşin altında kalan bu imzaların çalışmalarından-birkaç imzanın dışında–örnek verilmeyip sadece bu çalışmaların saptanmasıyla yetinilmiştir. Kitap haline getirilmiş bazı çalışmaların ilk yayınlandıkları basın organlarının saptanmasına ise gerek görülmemiştir.
Bu arada, okuyucuyu aydınlatmak ve bilgilendirmek amacıyla Batı Trakya’da “Türk Edebiyatı” çalışmalarının başlangıcından bugüne kadar geçen süre içindeki kısa tarihçesi verilmiş, bu çalışmalardan ayrıntılarıyla söz edilerek bir yerde “Batı Trakya Türkleri Edebiyatı Tarihi”nin bir özeti de sunulmuştur.
Olaya güncel bir boyut kazandırmak ve bu antolojide yer alacak olan kişileri haberdar ederek bir yerde izinlerini almak, edebi çalışmalarının son durumları hakkında bilgi edinmek amacıyla gerek telefon, gerek internet aracılığıyla görüşme yapılmış, olaya bir canlılık ve güncellik kazandırılmıştır. Koleksiyon sayıları çok kısıtlı olan azınlık basını sayfaları içinde kalan ve kitaplaşma olanağı bulunmayan yüzlerce değerli çalışmanın bir araya getirilmesiyle bu çalışmaların yeniden gün yüzüne çıkarılması amaçlanmış, yeni kuşakların bu çalışmalarla tanışmaları hedeflenmiştir.
Yazarların ilk çalışmalarından da örnekler verilmek suretiyle hem kendi çalışmalarının, hem de Batı Trakya Türk Azınlığı Edebiyatı’nın gelişme sürecinin basamak basamak izlenmesine olanak sağlanmıştır. Yazar ve şairlerin çalışmalarından topluca örnekler verilmiş, bu yöntemle kendileri ve çalışmaları hakkında sağlıklı ve geniş çapta bilgi edinilmesi de amaçlanmıştır.
Bu çalışmaların, “edebiyat” kavramı içinde değerlendirilmesinden ziyade bir toplumun varlığını belgeleyen kanıtlar olarak ele alınmaları gerekmektedir. Olaya özellikle bu açıdan bakılmasının daha büyük bir önem taşıdığı inancında olduğumu da ayrıca belirtmek isterim.
Bir de şunu vurgulamakta yarar var: Eser sahibi ya da Azınlık basın organlarında çeşitli yazıları olan bazı imzaları bu çalışmama dâhil etmedim. Bu çalışmada yer almış olan imzalar öyle veya böyle “edebiyat” kavramı içinde çalışmaları olan imzalar. Başta bazı eser sahibi diğer imzaların başka bir başlık altında değerlendirilmeleri gerekir, diye düşünüyorum.
Verilen bu bilgiler, yapılan değerlendirilmeler, 2010 yılının ilk altı ayına kadar yapılan araştırılmalarla sınırlıdır.
Gösterilen tüm titizlik ve özene rağmen çoğu çalışmada olduğu gibi bu çalışmada da bazı eksikliklerin, yanlışlıkların olması kaçınılmazdır. Çünkü “mükemmellik” kendisine yaklaşılan ama hiçbir zaman ulaşılamayan bir hedeftir. Her şeyin en iyisini yapmaya gayret ettiğim bu çalışmada da bazı hatalar olmuşsa lütfen anlayışla karşılansın ve hoş görülsün, derken yapılan yanlışların, eksik kalmış bazı hususların başkaları tarafından tamamlanmasının beni mutlu edeceğini de içtenlikle belirtirim. Bu arada, çalışmamı hazırlarken kaynak bulmamda her türlü kolaylığı gösteren “Batı Trakya Azınlığı Kültür ve Eğitim Şirketi” çalışanlarına teşekkür eder, tüm okurlara, “Batı Trakya Türkleri Edebiyat Dünyası”na hoş geldiniz, der, iyi okumalar dilerim.

    R. A. Çepelli, Eylül 2010

BATI TRAKYA/YUNANİSTAN TÜRKLERİ’NİN KISA EDEBİYAT TARİHİ

1. BATI TRAKYA’DA “TÜRK EDEBİYATI” ÇALIŞMALARININ BİRİNCİ DÖNEMİ

A- Azınlıkta ilk yazılı edebiyat çalışmaları
Batı Trakya’da -kayda değer- ilk yazılı edebiyat çalışmaları Mehmet Hilmi’nin “Yeni Ziya” ve“Yeni Adım” gazetelerinde[1 - Yeni Adım gazetesi, Mehmet Hilmi tarafından İskeçe’de (Ksanthi) yayına başlamıştır. İlk sayısı 30 Eylül 1926’da basın sahnemizde görülmüş, 17 Mayıs 1930’a kadar 253 sayı devam etmiştir. Mehmet Hilmi 1931’de genç yaşta ölünce gazete başkaları tarafından bir süre yayınlanmış, ancak Mehmet Hilmi dönemindeki düzeyini koruyamamıştır.] yayımlanan hikâyeleri ile sürgün hatıralarıdır. Daha çok siyasi çalışmaları, önder kişiliği ve mücadeleci kimliğiyle tanınan Mehmet Hilmi’nin bu çalışmalarından, aydın ve okur-yazar sayısı çok az olan Batı Trakya Türk Azınlığı’nın ne yazık haberi olmamış, bu hikâyelerin (Gündüz Nene ve Kabahatliyiz) varlığı, “Batı Trakya Türkleri Edebiyatı” konusunda araştırmalar yapan Feyyaz Sağlam’ın[2 - Feyyaz Sağlam, İzmir Dokuz Eylül Üniversitesi Öğretim görevlisi olup Yunanistan Batı Trakya Türkleri Edebiyatı ile ilgili çalışmalarına 1990 yılında başlamış, bu konuda çok sayıda araştırma ve inceleme kitabı yayımlamıştır. Söz konusu çalışmalarıyla, Yunanistan/Batı Trakya Türk Edebiyatı’nın Türkiye’deki Türkoloji çevrelerince tanınmasına katkıları olmuştur.] çalışmalarıyla ancak 1990 tarihinde gün yüzüne çıkmıştır.
1923 tarihinden başlayıp 1960’lı yıllara kadar onlarca Türkçe – Arap ve Latin harfleriyle- gazete ve dergi yayımlanan Batı Trakya’da kayda değer başka bir edebi çalışmaya rastlanmamıştır. Bu durum, Azınlık Postası gazetesinin 18. sayısında çıkan “Sanat Yaprağı” ekinin “Sanat İlâvemiz” başlıklı giriş yazısında da dile getirilmektedir: “Bilindiği gibi Batı Trakya’da bugüne kadar herhangi bir sanat dergisi çıkmış değildir. Ne de yarım asırlık Azınlık tarihimizde sayısı pek sınırlı olan haftalık basınımız sanat konusuna bir yer ayırabilmiştir. Hele Batı Trakya’daki Türk toplumu içinde, bir sanatçının yetişerek eser verdiğini pek hatırlamıyoruz…”
Bunun dışında, 1923’ten 1960 yılına kadar Batı Trakya Türklerinin yazılı edebiyatında bir suskunluk dönemi yaşanmıştır. Bunun nedeni de 550 yıllık Osmanlı yönetiminden sonra “azınlık” olarak Yunan idaresine bırakılan Batı Trakya Türklerinin yaşadıkları büyük şok; bu şokla birlikte gelen umutsuzluk, kaygı, endişe, korku dolu yıllar, art arda yaşanan siyasi olaylar, savaşlar, baskılar, iç ve dış göçlerin getirdiği büyük yıkımlar; huzursuzluklardır. Bir başka neden de-daha önce vurgulandığı gibi- aydın ve okur-yazar azlığıdır.
B- 1960’lı yıllar: “Birlik” ve “Öğretmen” dergileri
1960’lı yıllardan sonra, daha önce Türk-Yunan Kültür Anlaşması uyarınca Türkiye Öğretmen Okullarına ve Liselerine giden öğrencilerin bu okullardan mezun olup Batı Trakya’ya dönmeye başlamasıyla birlikte Batı Trakya’nın kültür ve eğitim alnında gözle görülür değişiklikler oldu. Özellikle öğretmen okulu mezunu öğretmenlerin Batı Trakya’ya dönüp “Azınlık Okulları”nda göreve başlamaları, Rodop – Evros Türk Öğretmenler Birliği -daha sonra Batı Trakya Türk Öğretmenler Birliği- çatısı altında toplanıp yeni bir örgütlenme içine girmeleri, sanat ve edebiyata tutkun aydın öğretmenlerin bu birliğin yayın organı olan “Birlik” dergisinin[3 - Birlik dergisi, Rodop – Evros Türk Öğretmenler Birliği’nin aylık yayın organı. Kuruluş tarihi: 10 Ağustos1963. Dergi, 1963 yılından 20 Şubat 1965 tarihine kadar 6 sayı yayımlandı. Dergi, Temmuz 1966 tarihinde 7. sayısıyla yeniden yayına başladı. Haziran-Temmuz 1968 tarihli 23 -24. ortak sayısıyla yayınına son verdi.](3) yazı kurulu içinde gönüllü olarak aktif görev almaları Batı Trakya Türkleri içinde gerek eğitim gerekse kültür ve sanat alanında yeni bir yapılanmanın kapılarını açtı. Birlik dergisinde, edebiyata meraklı onlarca genç öğretmen, kaleme aldıkları şiir, hikâye, günce, deneme ve sohbet yazılarıyla Batı Trakya Türk Basınında yeni bir dönem başlattılar. Bu edebiyat çalışmalarında doğal olarak ilk başlarda bazı acemilikler görülse de ilerisi için umut veren çalışmalar da vardı. Şiir çalışmalarında –doğal olarak- 1950’li yılların Türkiye’sindeki şiir akımlarının etkisi görüldü Bunlar da, Orhan Veli, Cahit Sıtkı Tarancı, Oktay Rıfat, Faruk Nafiz Çamlıbel, Necip Fazıl Kısakürek, Ahmet Muhip Dranas, Yahya Kemal Beyatlı vb. şairlerdi. Hikâyede, Sait Faik Abasıyanık, Orhan Kemal, Oktay Akbal, Memduh Şevket Esendal, Muzaffer Hacıhasanoğlu, Samim Kocagöz, Vusat Osman Bener, Tarık Dursun K. gibi yazarlar ön plandaydı. Hayat Mecmuasındaki sohbet yazılarıyla ünlü Şevket Rado ve günceleriyle tanınan Oktay Akbal da örnek alınanlar/etkilenenler arasındaydı. Dergide onlarca değişik imzanın şiir, anı, makale, sohbet yazısı, hikâye ve denemeleri yer aldı. Bu çalışmalar içinde Halil Haki, Rahmi Ali, Mücahit Mümin ve Hüseyin Alibabaoğlu’nun yazıları dikkat çekti. Mücahit Mümin’in deneme niteliğindeki düşünce yazılarıyla “Toprak” adlı hikâyesi, Rahmi Ali’nin ilk hikâye denemeleri, Halil Hâki’nin de sohbet yazıları ve bazı şiir denemeleri ilerisi için umut verici çalışmalar olarak göze çarptı. Uzunca bir aradan sonra Birlik dergisi Cunta Yönetiminin baskısıyla başka bir ad, ”Öğretmen” adıyla yayımlandı. Yine çok sayıda değişik imzanın yer aldığı bu sayılar içinde, Alirıza Saraçoğlu, Dede Abdurrahim, Tevfik Hüseyinoğlu, Refika Nazım ve Hüseyin Alibbaoğlu’nun çalışmaları da dikkat çekti. Birlik ve Öğretmen dergilerinde yazılan şiirlerde aşk ve doğa konuları işlendi, sohbet yazıları ve makalelerde daha çok toplumun iç sorunlarına değinildi; toplumun yaşadığı iç ve dış sorunlar az sayıda yazılan hikâyelerin de ana konusu oldu.
“Öğretmen” dergisi[4 - Öğretmen dergisi: Birlik dergisinin devamı olan öğretmen dergisi 1970 -73 yılları içinde 1. sayıdan başlamak suretiyle 20 sayı çıktı. Mayıs 1975 tarihinde 21. sayısıyla yeniden yayınlanmaya başlayan dergi, Şubat 1978 tarihinde 40. sayısıyla yayınına son verdi. Bir daha da çıkmadı.] yeni bir kapak düzeni yeni bir anlayış ve temel bir yazı kuruluyla yaklaşık iki yıllık bir aradan sonra yeniden yayın hayatına başladı. Bu dönemde de dergide Mustafa Tahsin (Tahsinoğlu), Rahmi Ali, Mücahit Mümin, Hüseyin Mahmutoğlu, Mehmet Çolak, Hüseyin Alibabaoğlu, Refika Nazım gibi imzalar başı çekti. Rahmi Ali, “Bir Öğretmenin Günlüğünden Notlar”la Batı Trakya’da ilk kez “günce” geleneğini başlatırken Mücahit Mümin” Yalnızlığa Bırakılanlar” adlı hikâyesiyle Batı Trakya Türk hikâyeciliğinde yeni bir atılım başlattı; ardından diğer başarılı hikâyeler geldi. Mustafa Tahsinoğlu da yazdığı şiir ve kısa eleştirileriyle dikkat çekti. Günceler yazmaya başladı. Bu imzaların ardından Hüseyin Mahmutoğlu ve Refika Nazım da yazdıkları şiir ve hikâyeleriyle dikkatleri üzerlerine çektiler. Mehmet Çolak, yazdığı toplumsal şiirler ve yaşanmış olaylar üstüne kurduğu kısa öyküleriyle adından söz ettiren bir imza oldu. Daha sonraki sayılarda da Mücahit Mümin başarılı hikâyeler yazmayı sürdürdü, Tahsinoğlu da şiir ve günce çalışmalarının yanı sıra hikâyeler yazmaya başladı, Hüseyin Mahmutoğlu, şiir ve hikâyecilikte gözle görülür ilerlemeler kaydetti.
C- “Akın” gazetesinde edebiyat
Akın gazetesi 1960’lı yıllarda çocuklara hitap eden yazıları iktibas etmeye başladı. “Çocuklara Tabiat Hikâyeleri”, yine Türkiyeli yazarlardan alınan yazılarla beslenen “Çocuk Köşesi” vb. çalışmalar bu neviden çalışmalardı. Bunların dışında, Akın gazetesinde Fazıl Hüsnü Dağlarca, İlhan Berk, Memduh Şevket Esendal, Faik Baysal, Ziya Osman Saba, Sait Faik Abasıyanık, Ali Püsküllüoğlu, Necdet Rüştü Efe, Kadircan Kaflı, Kazım Nami Duru, Ragıp Akyavaş, Nihal Yalaza Taluy Tahsin Yücel, Nurettin Artam, Burhan Felek, Hüseyin Rahmi Gürpınar, Ömer Seyfettin, Reşat Nuri Güntekin, Halide Edip Adıvar, Falih Rıfkı Atay, Necip Fazıl Kısakürek, Çetin Altan, Gülten Dayıoğlu gibi Türkiyeli yazarların yazılarına yer verildi. Daha sonra bir “Çocuk Sayfası” ekleyerek sayfalarını, edebiyata meraklı gençlere açtı. Gazetede Asım Haliloğlu’nun yazdığı çocuklara yönelik şiir ve manzum hikâyeler yer aldı. Alirıza Saraçoğlu gazetenin hemen her sayısında yazdığı birçok şiirle adını “velut” bir şair olarak duyurdu. Hüseyin Alibabaoğlu da yazdığı şiir ve masallarını -Birlik ve Öğretmen dergilerinin dışında- daha çok bu gazetede yayımladı. Aynı gazetede yayımlanan Rahmi Ali’nin “Ay ile Güneş” adlı çocuk hikâyesiyle Mücahit Mümin’in “Kafdağı’na Çıkan Çocuk” adlı masalı Batı Trakya’da çocuk edebiyatı alanında ciddi bir başlangıç olarak değerlendirildi. Bunların yanı sıra Akın gazetesinde, Enver Kavaklı, Mehmet Arif, Reşit Salih, Hüseyin Mehmet, Mustafa Hasanoğlu, Halil Haki, İmam Kasım, Mazlum Hüseyin, Rüveyde Dükkâncı, Suna, “F.P”, Âşık Çağlar, Hasan Nazik, Hayri Delioğlu, Aydın İbrahim ve “A” gibi imzalar da görüldü.
Ç- “Azınlık Postası” gazetesinde edebi çalışmalar
Türkiye’de öğrenim gören aydınların Batı Trakya’ya dönmesiyle başlayan kültür ve sanat hareketleri o yıllar içinde yayımlanan haftalık gazetelere de yansıdı. Özellikle “Azınlık Postası” çevresinde toplanan Rahmi Ali, Halil Haki, Mücahit Mümin, Mehmet Arif (Kemal Şevket Batıbey), Mustafa Tahsin (Tahsinoğlu), Nurten Akpınar (Nur) –Şimdilerde Nurten Altınok- Hüseyin Mahmutoğlu, İlbilge, Mümin Şener, Şebnem ve diğer imzalar çeşitli çalışmalarıyla Azınlık Edebiyatı’nın kökleşmesine ve gelişmesine büyük katkılarda bulundular. Azınlık Postası[5 - Azınlık Postası gazetesi, Gümülcine’de (Komotini) Salahaddin Galip tarafından çıkarıldı. Haftalık olarak yayımlanan gazete,. Aralık1981 tarihinde yayınına son verdi.] gazetesinde daha çok Rahmi Ali, Halil Haki, Mücahit Mümin, Mehmet Arif, Hüseyin Mahmutoğlu, Mustafa Tahsin, Nurten Akpınar, İlbilge, Mümin Şener, Şebnem gibi imzalar yer aldı. Mehmet Arif ve Halil Haki, yazdıkları makale ve sohbet türü yazılarıyla toplumun iç sorunlarını dile getiriyor, Rahmi Ali “Yeri Geldikçe” üst başlığı altında her hafta yazdığı sohbet ve köşe yazılarıyla “Azınlık Basını”nda yeni bir gelenek başlatıyor, arada hikâyeler yazıyor, yine azınlık basınında ilk kez “Azınlık Basınında Geçen Hafta” başlığı altında yazdığı yazılarla –Batı Trakya’da- eleştiri türünün başlamasına öncülük ediyordu. Mücahit Mümin ağırbaşlı denemeleri ve gittikçe olgunlaşan hikâyeleriyle dikkat çekiyor, Mustafa Tahsin de (Tahsinoğlu) yazdığı şiirlerle, bu alanda gelecekteki başarılı çalışmalarının müjdesini veriyordu. Başta (Nur) Nurten Akpınar[6 - Nurten Akpınar (Nur) Türkiye’de “Nurten Altınok” adıyla altı şiir kitabı yayınladı.] olmak üzere diğer imzalar da ilerisi için umut vaat ediyorlardı.
Gazetede yer alan Mehmet Arif, Halil Haki, Mücahit Mümin ve Rahmi Ali’nin düşünce yazılarında toplumun daha çok iç sorunlarının ele alınıp işlendiği görülür. Bu yazılarda toplumla yönetim arasında yaşanan anlaşmazlıklar, çatışmalar, baskılar “!967 Albaylar Cuntası”nın sıkı sansürü yüzünden hemen hemen hiç işlenmemiştir.
Yazılarda, toplum yaşamındaki çarpıklıklar, bazı sorunlar dile getirilip bunlara bilimsel çözüm yolları aranır, toplum kendini sorgulamaya yöneltilirken özellikle Rahmi Ali ve Mücahit Mümin’in kullandıkları dildeki arılık ve akıcılık dikkat çekti.
Bunun yanı sıra, 1960 Kuşağı –özellikle bu gazetede yazan öğretmenler- Türkiye’de kazandıkları edebiyat zevkini gazetenin sanat ekine taşıyarak Türk Edebiyatı’nın Batı Trakya’da tanınmasına katkıda bulundular. Gazetenin ”Sanat Eki”nde Nefi, Behçet Necatigil, Ümit Yaşar Oğuzcan, Orhan Veli Kanık, Oğuz Kâzım Atok, Cahit Sıtkı Tarancı, Orhan Hançerlioğlu, Abdülhak Hamit Tarhan, Faruk Nafiz Çamlıbel, Ahmet Kutsi Tecer, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Orhan Kemal, Melih Cevdet Anday, Cahit Saffet Irgat, Muzaffer Tayip Uslu, Nahit Ulvi Akgün… gibi Türk edebiyatının önde gelen isimlerinden bazıları yer aldı.
D- “İleri” gazetesindeki edebi çalışmalar
“Azınlık Postası” gazetesinin son yıllarını yaşaması, bünyesinde “60 Kuşağı” edebiyat meraklılarını toplamış olan “Öğretmen” dergisinin kapanması, azınlığın bazı yazar ve şairlerini bu gazetede yazmaya itmiştir. Bunda Halil Hâki’nin de bir edebiyat meraklısı olmasının, daha önce diğer yayın organlarında bazı edebi çalışmalarının yayınlanmasının büyük rolü olmuştur. İleri gazetesinde başta Halil Hâki olmak üzere, Mehmet Çolak, M. Hatipoğlu, İbram Onsunoğlu, İmam Kasım, Refika Nazım, “M.”, Hasan Haliloğlu, “Seyirci”, “O”, “Sun”, “N.K”, “Öğretmen”, “E.İ.Rodopelli” (Hüseyin Mahmutoğlu), A. Kartaltepe (Rahmi Ali), “N.H”, H. Mahmutoğlu, “A” (Rahmi Ali), M. Ramadanoğlu (Mustafa Tahsinoğlu), M. Nuri, “Yakalı Çoban”, İbrahim İbrahim, A. Küplü, Ali Ayazmalı, Y.M, Oğuzcan, Ne-Sim, R.S. A.E., “Tütüncü”, “Dişçioğlu”, “M.T.R”, “Yaşam”, “M. Tütüncü”, “A.A”, Nesimay, Nermin Sütçü gibi imza ve takma adlarla birçok edebiyat meraklısı şiir ve diğer çalışmalarıyla yer almışlardır. İleri gazetesinde A. Kartaltepe takma adıyla yayınlanan (Rahmi Ali) “Zor İş” adlı öykü, Türkiye’deki “Cumhuriyet” gazetesi köşe yazarlarından Oktay Akbal’ın dikkatini çekmiş, hikâyeden övgüyle söz etmiştir.[7 - Cumhuriyet, 10.4.1977, İstanbul]
E- Çocuk edebiyatına yönelik çalışmalar:
1960’lı yıllarda Türkiye öğretmen okullarını bitirip Batı Trakya’ya dönen öğretmenler diğer edebi çalışmalarının yanı sıra çocuk edebiyatına da el attılar. Salahaddin Galip, önce Batı Trakya dergisinin bir sayfasını “Aliş” adıyla çocuklara ayırmak, daha sonra da “Aliş” çocuk dergisini çıkarmak suretiyle bazı öğretmen okulu mezunu öğretmenlerin katkılarıyla –okuyucu hazırlama açısından- bir alt yapı oluşmasına öncülük etti. Birlik ve Öğretmen dergilerinde de çocuklara hitabeden bazı şiir, manzume ve masallar yayınlandı. Öğretmen dergisinin “Öğrenci” adlı çocuk eki, Akın’ın “Çocuk ve Mizah” adlı çocuk ekleri ve Azınlık Postası gazetesinin “Çocuklar İçin” ve “Çocuk Yaprağı” adlı çocuk sayfalarında yine çocuklara yönelik çeşitli yazılar yer aldı. Bu çalışmalar içinde, Hüseyin Alibabaoğlu’nun masalları, Asım Haliloğlu’nun şiir, manzume ve fabl benzeri çalışmaları, Rahmi Ali’nin çocuk hikâyeleri ve şiirleri, Alirıza Saraçoğlu’nun çocuk şiirleri ve manzum hikâyeleri, Mücahit Mümin’in bir masalı, Refika Nazım, Hüseyin Mahmutoğlu, Naim Kâzım, Kadir Ali ve Mazlum Hüseyin’in çalışmaları özellikle dikkat çekti. Daha sonraki yıllarda çocuk edebiyatı ile ilgili kitaplar da yayınlandı. Çocuklara yönelik ilk kitap Rahmi Ali’nin “Ay ile Güneş” adlı çocuk hikâyeleri kitabı oldu. Rahmi Ali’nin daha sonraki yıllarda “Annem Okşarken Saçlarımı” adlı şiir kitabı ise İstanbul’da basıldı. Ardından Hüseyin Alibabaoğlu’nun “Durdur ile Kurkur” adlı masal kitabı ile “Tohum” adlı şiir kitabı basıldı. Alirıza Saraçoğlu’nun “Yarınlar Sizin Olacak” adlı kitabı Akın Gazetesi Yayınları arasında çıktı. Hüseyin Salihoğlu da çocuk şiirlerinden oluşan “İstikbal Sizi Bekliyor” adlı kitabını yayınladı. Çocuklara yönelik bu çalışmalar azınlık içinde yaşanan çeşitli sıkıntılar dolayısıyla gerektiği şekilde tabana ulaşamadı; dar bir alanla sınırlı kaldı. Bu arada, “Arkadaş Çocuk” dergisi, “Pınar Çocuk” dergisi ve Gündem” gazetesinin aylık eki olan “Boncuk” dergisi de çocuk okuyucusu alt yapısının gelişmesine önemli katkıları olan yayınlar arasında yer aldı.
F- Azınlığın diğer basın organlarında yer alan edebi çalışmalar
Azınlığın diğer basın organlarında da bazı edebi çalışmalar görülmüştür. Yuvamız[8 - Yuvamız dergisi, Eylül 1986 yılında Mustafa Hafız Mustafa tarafından aylık olarak çıkarılmış, 1996 yılında sahibinin ölümü üzerine yayınına son vermiştir. Gümülcine’de ayda bir çıkan dergi daha çok siyasi ve magazin ağırlıklı bir dergiydi.] dergisinde başta Rahmi Ali olmak üzere M.T. Ramadanoğlu/Mustafa Tahsin (Mustafa Tahsinoğlu), Alirıza Saraçoğlu, Reşit Salim, Hüseyin Alibabaoğlu, Ferruh M. Pazvantoğlu, Hüseyin Salihoğlu, Ahmet Davut, Gülten Aliosman, Meral Karasulu, Şükran Refikoğlu, Ayfer Mustafaoğlu gibi imzalar yer almıştır. Dini bir yayın organı olan Hakka Davet dergisinde de başta Alirıza Saraçoğlu olmak üzere, Hüseyin Mazlum, Ercan Caneri, Fehim Mehmetoğlu, Hacıviran Köylü Ahmet Arif, Ali Ayazmalı gibi imzalar görülmüştür.

2. BATI TRAKYA’DA “TÜRK EDEBİYATI” ÇALIŞMALARININ İKİNCİ DÖNEMİ

“Şafak” dergisi:
1989 yılında sanat ve kültür dergisi Şafak’ın[9 - Şafak dergisi 1989 yılında Mücahit Mümin, Rahmi Ali ve Mustafa Tahsinoğlu tarafından çıkarılmış, dergi, 2004 yılında 152. sayısıyla yayınına son vermiştir. Batı Trakya Türk Azınlığı’nın ilk kültür ve sanat dergisi olan aylık Şafak dergisi Batı Trakya Türk Edebiyatı’nın gelişmesine büyük katkılarda bulunmuş, yeni edebiyatçıların yetiştiği bir okul olmuştur.] yayın hayatına başlamasıyla Batı Trakya’da Türk edebiyatının ikinci dönemi başlar. Şafak dergisinin çıkışıyla başlayan bu dönemde Batı Trakya Türk edebiyatı derlenip toplanmış, 1960’lı yıllardan beri Batı Trakya Türk Edebiyatı’nın “lokomotif isimleri” olarak bilinen Rahmi Ali, Mustafa Tahsinoğlu ve Mücahit Mümin’in özverili çalışmalarıyla Batı Trakya Türk Edebiyatı gerek nitelik, gerekse nicelik bakımından en üst düzeylere çıkmıştır. Batı Trakya Türk Edebiyatı’nda “Şafak Dönemi” olarak bilinen bu 15 yıllık süre içinde yüze yakın hikaye, binin üstünde şiir, değişik günceler yayınlanmış; Batı Trakya Türk Edebiyatı’na başarılı gezi yazıları, deneme, anı yazıları, eleştiri, inceleme, skeç-tiyatro vb. yazı türleri kazandırılmıştır. Batı Trakya’da ilk kez bir kültür-sanat dergisinin yayına başlamasıyla Azınlıkta doğal olarak yeni bir sanat hareketi ve çevresi de doğmuştur. “60 Kuşağı”nın –Rahmi Ali, Mücahit Mümin, Mustafa Tahsinoğlu, Alirıza Saraçoğlu, Hüseyin Mazlum, İbram Onsunoğlu- daha olgun ve ağır başlı çalışmalarla okuyucu karşısına çıktığı, yeni yazı türlerini geliştirdikleri Şafak dergisi bünyesinde zamanla yeni bir kuşak doğmuş, bu kuşaktan Şükran Raif, Hakan Mümin, Mehmet Dükkancı, Abdurrahim Subaşılar şiir çalışmalarının yanı sıra hikaye türünde; İbrahim Baltalı, Ferruh Mehmet, İsmail Yusuf, Sema Salihoğlu, Sevkan Tahsinoğlu, Nalan Saraçoğlu, İlker Mehmet, Halil Mustafa, Şule Hüseyin, Emre Ahmet ve başka imzalar da[10 - Tevfik Hüseyinoğlu, Hüseyin Alibabaoğlu, Reşit Salim, Hüseyin Sadık, Aydın Ahmet, Ercan Caneri, Ayşe Kara, Muharrem Kalenci, Mümin Kara, Ahmet Davut, Faize Sıcak Emin, Mehmet Emin Haliloğlu, Vildan Serdar, Şükriye A. Mehmetoğlu, Tülay Şakiroğlu, Gül İhtiyar, İsmet Necdetoğlu, Nuri Mehmet, Hüseyin Şenol, Reyhan İbrahim, Sevim Ali, Cihan Abbasoğlu, Ali Molla Salih, Rebiha Bulut, Varol Haliloğlu, Recep Paçaman, Alev Kadri, Sonnur Halil, Mustafa Mustafa, Rasim Hasan Hint, A.E., Nodul,, Karaca, Nafiye Hüseyin, Faik Ali, Ayşe Hakkı, Yeşim Mehmetoğlu, Dilek Hacıhalil, Nuriye, H.A, Ayfer Mustafaoğlu, Aziz Aziz, Hatice Salih, Öznur Mehmet, Özlem Korkmaz, Nuray Kadri , Ahmet M. Ahmet, Şefaat Ahmet, Hüseyin Salihoğlu, Münevver Nazım, Ali Değirmendereli, Fehim Halil, Hasan Hasanoğlu,, Meral Karasulu, Nuriye,] –daha çok- şiir alanında başarılı çalışmalar sergilemişlerdir.
Azınlık’ta 20 -30 yıllık bir suskunluktan sonra tiyatro hareketi de bu dönemde başlamış, Şafak dergisi bünyesinde oluşturulan “Şafak Okuma Tiyatrosu”yla azınlık, tiyatrolu yıllara yeniden dönmüştür. Bu konuda Şafak dergisinin 141. sayısında yer alan “15. yayın Yılına Girerken” adlı başyazıda şu bilgiler verilmektedir: “Şafak dergisinin varlığıyla ortaya çıkan bir kültür olayı daha vardır ki, azınlığın kültür tarihi açısından oldukça önemli bir olaydır. Bu olay, Şafak Okuma Tiyatrosu olayıdır. Şafak okuma tiyatrosu kurulmadan önce Batı Trakya’da “tiyatro” sözcüğü neredeyse unutulmaya yüz tutmuştu. Ne azınlık okullarında bir “müsamere” yapılabiliyor, ne de kuruluşlarımız böyle bir girişimde bulunuyordu. Cunta idaresinin bu alanda getirmiş olduğu yasaklar zinciri sürüp gidiyordu. Şafak dergisi azınlık yazarlarının Şafak dergisinde yayınlanmış olan ürünlerini doğrudan halka iletme amacına yönelik bir tiyatro grubu kurarak çalışmalarına başladı. İlkokul, ortaokul, lise ve üniversite öğrencilerinden tiyatroya meraklı olanlar uzun yıllar dönüşümlü olarak bu tiyatro grubunun içinde yer aldılar. Böylece Şafak dergisi bir “oldu-bitti” anlayışıyla Şafak dergisinde yer alan ürünlerden bazılarını gerek okuma, gerekse dramatize ederek izleyicilere sundu. Azınlık içinde uzun yıllardan beri yapılamayan bu tür etkinlikler için bir yol açılmış oldu. Şafak dergisi ve ekibinin açmış olduğu bir yol… Bu olaydan sonra azınlık içinde bazı kültürel etkinlikler yapılmaya başladı.”
Batı Trakya Türk Edebiyatı’nın dışarıda, özellikle Türkiye’de tanınmaya başlaması da, bu dönemde, Şafak dergisi döneminde olmuştur. Türkiye’de yayımlanan bazı sanat ve edebiyat dergileri ve yazarlarla dostluklar kurulmuş, bu dostluk bağları, Türk Dünyası’ndaki bazı sanatçılara kadar uzamıştır. Batı Trakya’daki Türk edebiyatı ile ilgili bazı yazıların yazılması, çeşitli edebiyat çalışmalarının buralardaki sanat dergileri ve antolojilerinde yer alması yine bu dönem içinde, Şafak dergisi döneminde olmuştur. Şafak dergisinin yayına başlamasıyla birlikte bazı uluslararası kültürel etkinliklere Batı Trakya’dan, özellikle “Şafak Ailesi”nden yazarlar davet edilmiş, buralarda sunulan bildirilerin ötesinde çeşitli dostluklar kurulmuştur. Özellikle Balkan ülkelerinde yaşayan Türk yazarlarla kurulan dostluklar manevi bir dayanışma ortamı yaratmış, Şafak dergisi Balkan ülkelerinde yaşayan yazarların ürünlerine sayfalarında yer verirken bu ülkelerde yayınlanan Türkçe yayınlarda da Batı Trakyalı yazarların ürünleri yer almış, bu ürünler yüzlerce okuyucuyla buluşmuştur. Öte yandan Şafak dergisinin Türkiye’de ve Balkan ülkelerinde yayımlanan bazı yayın organlarıyla buluşması ve oradaki yazarlarla tanışması, birçok yazarın ürünlerini yayınlamak üzere Şafak dergisine göndermeleriyle başlayan bir dostluk ortamı ve kültür alış verişi Batı Trakya Türk Edebiyatı’nın daha geniş çevrelerce tanınmasına, bu yolla da gelişmesine yardımcı olmuştur. Başta Tahir Özçelik olmak üzere, Mustafa Ruhi Şirin, Mustafa İsen, Feyyaz Sağlam, Güngör Gençay, Fahri Kaya, Şemsi Belli, Mustafa Aslan, Metin Turan, Tahir Kutsi Makal, Hilmi Haşal, Arslan Bayır ve daha onlarca[11 - Nurullah Genç, Muharrem Kubat, Ayhan İnal, Ömer Kayaoğlu, Bedriye Aksakal, Cemal Sayan, Tamer Abuşoğlu, Hasan Hüsnü Durgun, Cavit Arıkan, Yaşar Elden, Nizam Kaya, Abdülkadir Kaçar, Saniye ve Aynur Demir, Ömer Albayrak, Kemal Petriçli, Ahmet Günşen, Havva Bağrıaçık, Kâzım Ünal, Şükrü Öksüz, Sevgi Harmankaya, Ahmet Yardımcı, Bülent Özcan, Hasan Hüseyin Yalvaç, Sıddık Elbistanlı, Tayip Atmaca, Erdal Erçin, Oğuz Adem Selçuk, Cafer Yıldırım, Coşkun Karabulut, Kul Ozan, İ. Yavuz Bildik, Bestami Yazgan, Tahsin Köçek, Yaşar Faruk İnal, Tacim Çiçek, H. Mahmut İletmiş, Sezer Odabaşıoğlu, Ahmet Yılmaz, İdris Baykal İldeniz, Mehmet Aycı, Cevat Ok, Yücel İpek, M Fatih Öztemir, Cem Kaptanoğlu, Tayyar Tahiroğlu, Ali Ulvi Ciritoğlu, Kardiye Turan, Türkân Yeşilyurt, Erol Ars, Metehan Irak, Seçkin Gündüz, Sendik Paşayef Pirsultanlı, Serap Çelik, Burcu Işıksaçar, Ahmet Şerefli, Mustafa Türker, Turan Gökmenoğlu, Bedri Demiroğlu, Ferhan Sarılgan, Vedat Topuzoğlu, Sami Erdem, Zeyn, Ertuğrul Akbal, Selami Yıldırım, Aysel Yıldız-dağ, Mehmet Kevnin Pamukçu, Arif Aydın Bircan, Cazim Gürbüz, Tan Doğan, Osman Nuri Kurt, Müzeyyen Hançerci, Osman Baymak, Senemahu Topuz, İsmail A. Çavuş, Cengiz Pişirici, Birsen Yamalıoğlu, Ali Derin, Hasbi Afşar, Hülya Sönmez, Elif N. Yıldız, Halil İbrahim Özcan, Elif Aydın, Ahmet Tımış, Mehmet Ali Baştuji, Umut Bulut, Güngör Şenkal, İbrahim Çetin, Jale Bektaş, Mehmet Bütüç, Selma Erdal, İslam B. Erdi, Ali Balkız, Aysel Yenidoğanay, Hasan Çakaloğlu, Nukhet Tan, Erdoğan Kahya, Dionis Tanasoğlu, Zeki Büyük-tanır, Terane Halıcı, Faruk Afşar, Şemsettin Murat, Aziz Serbest, Bahri Sohtirik, Durmuş Arabacı, Latif Karagöz, Birsen Pekçolak, Yeşim Bayram, Emine Büyüktanır, Şıh Ali Kaygısız, Naci Ferhadov, İlknur Bayrak, Zeki Karaaslan, Muharrem Tahsin, Yılmaz Uçar, Vakıf Memmedov, Nurettin E. Haykırış, Uğur Hacıhanefioğlu, M. Mahzar Alphan, İlhan Kemal Kaplan, Nevra Çağlayan, Ali Bozdağ, Nurten Turhan Yüksel, Yahya Akbulut, Osman Erkan, Bayram İnce, Zahit Güney, Lütfü Seyfullah, Mehmet Hameş, Berrin Telli, Mehmet Ali Gül, Sevim Aydoğanoğlu, Çetin Boğa, Mustafa Bayramali, Mustafa Aydınlı, Dr. İsmail Hakkı Sır, M. Fikret Ünlüer, Hüseyin Demirci, Bekir Dağsever, Orhan Şentürk, Pınar Uzun, Bilge Palaz, Demet Güncü, Cemal Tuzcuoğulları, İkrime Kara, Kenan Oflaz, Mansur Ekmekçi, Ahmet Tolu, Fergül Çırpan, Bayram Durbilmez, Alaettin Tahir, Fatma Kırbaş, Emine Öztürk, Ata Devrim, Musa Aktaş, Ethem Baymak, İsmail Adil Şahin,] Türkiyeli yazar Batı Trakya Türk Edebiyatı’na gereken ilgiyi göstermişler, gönderdikleri ürünler ve yapıcı eleştirileriyle Batı Trakya Türk Edebiyatı’nın gelişmesine ve tanınmasına katkıda bulunmuşlardır Azınlık edebiyatı bu dönemde konu ve içerik bakımından da zengin bir boyut kazanmıştır. Rahmi Ali, Mücahit Mümin, Mustafa Tahsinoğlu bu türde en başarılı ürünlerini verirken Şükran Raif, Abdurrahim Subaşılar ve Hakan Mümin de Batı Trakya Türk hikâyeciliğini yarınlara taşıyacak imzalar olarak ilerisi için umut vermişlerdir. Mustafa Tahsinoğlu, Şafak dergisinde yayınlanan ve 38 bölüm süren “Şiir/Batı Trakya Türk Azınlığında” adlı incelemesiyle Batı Trakya Türk Basınında -dünden bugüne- yer alan şiir çalışmalarını irdelemiş, okuyucuyu bu konularda aydınlatırken, ileride bu alanda çalışma yapacak olanlara çok önemli bir kaynak bırakmıştır. Aynı alanda Rahmi Ali de Şafak dergisinde yayınlanan “Batı Trakya Türk Azınlığı Basınında Yazın Çalışmaları” adlı incelemesiyle “Azınlık Edebiyatı”na genel bir ayna tutarak tüm yazın çalışmaları hakkında okuyucuyu bilgilendirmiş, bu konuda çalışma yapacak olanlara büyük bir olanak sağlamıştır. Rahmi Ali ve İbram Onsunoğlu Mehmet Hilmi’nin Yeni Adım gazetesinde yayımlanan “Limni, Yenişehir (Larisa) Kitira Hatıraları” adlı anılarından yaklaşık 60 yıl sonra kaleme aldıkları anılarıyla “Azınlık Edebiyatı”na yeni bir tür kazandırmışlar, bu anılarıyla Batı Trakya Türk Azınlığı tarihinin belli bir dönemine ışık tutmuşlardır. Mücahit Mümin “Asmalı Sokak Güncesi” ve “Şafak Güncesi” adlı günce yazılarıyla, hikâye, deneme türündeki çalışmalarına yeni bir tür eklemiş; Rahmi Ali ve Mustafa Tahsinoğlu’nun Şafak dergisinde yayınlanan günceleriyle birlikte Batı Trakya Türk Edebiyatı başka bir boyut, başka bir güzellik daha kazanmıştır. İbram Onsunoğlu, “Batı Trakya Ağzına Özgü Kimi Sözcük ve Deyimler” adlı incelemesiyle Batı Trakya Türk Azınlığı’nın bölgesel dil özellikleri üzerine ciddi bir çalışmanın temellerini attı. Bu arada A. Subaşılar ve Rahmi Ali, Mehmet Dükkancı ve Erdem Ahmet yazdıkları skeç ve piyeslerle tiyatro oyunu alanında yeni bir adımın atılmasına ve azınlık içinde ilk kez bu oyunların oynanmasına öncülük ettiler. Bu oyunlarda Azınlığın yaşamış olduğu siyasi ve kültürel baskılar dile getiriliyor, azınlık içinde tiyatro çalışmalarının önü açılmış oluyordu.
Bu dönemde, özellikle Şafak dergisi içinde yer alan edebi çalışmalarda-günce, deneme, şiir, hikâye, anı vb.– genellikle yöresel konular işleniyor, azınlığa yönetim tarafından uygulanan siyasi ve kültürel baskılar inandırıcı ve hamasete kaçmayan bir üslupla dile getiriliyor, Türkçe’ye özen gösteriliyor, azınlık eğitimi üstüne bilimsel verilere dayalı düşünce yazıları ve denemeler yazılıyor, yazılan şiir ve hikâyelerde azınlık insanının iç ve dış dünyasına ışık tutuluyor, aşk hikâyeleri ve şiirlerinde müstehcenlikten uzak bir anlatımla insanın iç ve dış dünyasındaki çalkantılar gerçekçi bir yaklaşımla dile getiriliyor, gezi ve izlenim yazılarında insanlar arasındaki dostluk ilişkileri ön plana çıkarılıyordu.
Önceleri Atatürk konusunda azınlık basınında daha çok duygusal yaklaşımlarla şiir ve yazılar yazılırken bu dönemde-Şafak dergisinde- Atatürk’ü, Atatürk ilke ve düşüncelerini daha iyi kavramış; Türk Tarihi’ni, Türkiye Cumhuriyeti Tarihi’ni özümsemiş bir yaklaşım ve anlayışla yazılan daha bilinçli şiir ve yazılar yer almağa başladı. Şafak dergisi tüm Kasım sayılarında Azınlık yazarları tarafından yazılan Atatürk’le ilgili yazı ve şiirlere öncelik verdi.
Azınlık Edebiyatı -toplu bir şekilde- ilkönce Türkiye’deki Türkoloji çevrelerince ele alındı. Feyyaz Sağlam Türkiye Kültür Bakanlığı Yayınları arasında çıkan “Batı Trakya/Yunanistan’da Çağdaş Türk Edebiyatı Antolojisi” adlı çalışmasında Batı Trakya Türk Edebiyatı’na daha çok Türkolojik açıdan –tanıtım ve tespit- yaklaşarak azınlık edebiyatını tanıtmaya çalıştı. Bu antolojide Batı Trakya Türk Azınlığı basınında yer alan bütün imzalara –takma adlar da dâhil – yer verildi. Feyyaz Sağlam’ın Batı Trakya Türkleri Edebiyatı hakkında başka çalışmaları da yayınlandı. Bu çalışmalarda aynı şeyler tekrarlanmış olsa da Batı Trakya Türkleri Edebiyatı’nın başta Türkolojik çevreler olmak üzere bazı yerlerde tanınmasına katkıları oldu. Hasan Mercan’ın hazırlamış olduğu “Balkanlar’da Çağdaş Türk Hikayeleri Antolojisi” ve “Balkanlar’da Çağdaş Türk Çocuk Edebiyatı Antolojisi” adlı çalışmalarda da Batı Trakya Türk Edebiyatına yer verildi. Bu çalışmalarda Feyyaz Sağlam’ın çalışmalarından yararlanıldığı için Batı Trakya Türk Edebiyatı hakkında yine aynı şeyler tekrarlanmış olsa da azınlık edebiyatı daha geniş çevrelerce tanınmış oldu. Daha sonra Varlık Yayınları arasında çıkan “Balkanlar’da Türk Çocuk Hikâyeleri” ( Mustafa İsen -Tubâ Işınsu Durmuş) ve “Balkanlar’da Türk Çocuk Şiiri” (Mustafa İsen-Reyhan İsen-Ayşe Esra Kireççi) adlı antolojiler Batı Trakya Türkleri Çocuk Edebiyatı’nın daha geniş bir alanda-edebiyat çevrelerinde de- tanınmasına yol açtı. Bu çalışmalarda Hüseyin Alibabaoğlu, Rahmi Ali, Mücahit Mümin, Hüseyin Mahmutoğlu, Asım Haliloğlu, Alirıza Saraçoğlu, Hüseyin Salihoğlu, Mustafa Tahsin, Naim Kazım, Refika Nazım, Mazlum Hüseyin, Kadir Ali’nin biyografi ve ürünlerine yer verildi. Azınlık yazarları ve şairlerinin ürünleri Türkiye ve Balkan ülkelerindeki birçok Türkçe yayın organında da yayınlandı.[12 - Güldeste ve antolojiler: “Yunus Emre Şiirleri Antolojisi, İrfan Ünver Nasrattınoğlu, 1987, Eskişehir”, “Yunus Emre’ye Şiirler, Ali Yakıcı, 1991, İstanbul”, “Yunus Emre Şiirleri, İrfan Ünver-Tahir Kutsi, 1991, İstanbul”, “Türk Dünyası Şiir Güldestesi, TYB Yayınları, 1993, Ankara”, “Şiir Burcunda Çocuk-GüldesteM.Tatçı, H. Özbay, B. Karakoç, MEB Yayınları, 1993, İstanbul”, “Atatürk İçin Türkiye Dışında Yazılmış Şiirler-Güldeste- İrfan Ünver Nasrattınoğlu, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1994, Ankara”, “Türk Dünyası Şiir Antolojisi, Yakup Altın, 1994, Ankara”, “Çocuk Sevgidir-Güldeste- Yakup Altın, 1994, Ankara” Dergi ve gazeteler: 24 Saat Gazetesi – Ankara, Batı Trakya Dergisi – İstanbul, Tan Gazetesi – Priştine, Şiir Defteri – İstanbul, Eflatun Dergisi- Türkiye, Tercüman Gazetesi Kültür Sanat Eki-Türkiye, Birlik gazetesi-Üsküp, Sevinç dergisi-Üsküp, Tarla dergisi – İstanbul, Güneyde Kültür – Antakya, İnsanlığa Çağrı – İstanbul, Çevren dergisi – Priştine, Edebiyat gazetesi -Azerbaycan, Gaziantep’te Bugün gazetesi – Gaziantep, Güneysu dergisi – Adana…] Daha önce de değindiğimiz gibi Türkoloji çevrelerinde oldukça tanınan Batı Trakya Türkleri Edebiyatı, -birkaç edebiyat olayının dışında-Türk edebiyat çevrelerince çok az tanındı ya da gereğince dikkate alınmadı. Bu durum, Batı Trakya Türkleri Edebiyatı için elbette büyük bir kayıp oldu.
Şafak dergisinin 2004 yılında kapanmasıyla birlikte Batı Trakya Türkleri edebiyatında bir gerileme dönemi başladı. Azınlık yazarları tarafından yazılan bazı hikâyelerin ilk kez Yunanca’ya çevrilip bir Yunan Yayınevi tarafından yayınlanması, yine bazı hikâyelerin Bulgarcaya çevrilip Bulgaristan’da yayınlanması Batı Trakya Türkleri Edebiyatı açısından bir gelişme olarak değerlendirilebilir. Bunların dışında, toplu bir edebiyat akımı ve edebiyat meraklıları grubunun oluşmasını bekleyen birkaç edebiyat meraklısından başka edebiyatla ciddi anlamda uğraşan, ilgilenen bir kesim kalmadı, denilebilir. Şimdilerde şiirde oldukça başarılı adımlar atan Mustafa Çolak ve kendine özgü şiir dünyasında yaşayan Hüseyin Mazlum dışında; azınlığın kendi içyapısından ve yönetimden kaynaklanan sorunlarını bir köşe yazarı duyarlılığıyla oldukça çarpıcı dizelerle dile getiren Hasan Ahmet ve kendi iç dünyalarındaki çalkantıları, çevresiyle olan sevgi bağlarını, özlemlerini, küskünlüklerini dile getiren Şefaat Ahmet ve Fusun Suka’nın şiir çalışmaları var. Bu çalışmalar ve bazı basın organlarında ara sıra görülen kimi şiir denemeleri dışında edebiyat alanında başka bir hareket yok, diyebiliriz.

BİRİNCİ BÖLÜM

(Bu bölümde otuz yedi yazar, doğum tarihlerine göre sıralanarak biyografileri, edebi kişilikleri, saptanmış çalışmaları ve bu çalışmalarından bazı örneklerle verilmektedir.)

MEHMET HİLMİ
(1902 -1931)


“Gençler;
Her saniye, insanları son hızla medeniyet ufuklarına doğru atıyor. Bu uzak, bu yabancı muhit içinde, bu her taraftan gelen zorlukların dikenlerinden kurtulmak ve didiklenmemek istersek bir fikir, bir emek, bir duygu sahibi olmaya mecburuz. Bir yolda, bir hedef önünde bir olmamız lâzımdır.
Milli yol, milliyet sevdası artık kalbimizin kıblesi olmalıdır. Hayatın bundan sonra bizim için merhameti yoktur. Ondan merhamet dilemeyeceğiz. Onu idealimize, irademize mahkûm edeceğiz.”
    (Yeni Adım, 9 Mart 1929, sayı:186)
Hayatı ve Edebi Kişiliği:
1902 yılında Dedeağaç- (Aleksandrupoli) Sofullu’nun (Sufli) Babalar köyünde (Goniko) doğdu. Balkan Harbi’nde köyü tahrip edilerek ahalisi perişan bir halde etrafa dağıtıldığından ailesini kaybeden Mehmet Hilmi, bir kısım köylüleriyle birlikte Dimetoka karyelerinden Ahriyanpınarı’na iltica etmiştir. İlköğrenimini Sofulu ve Dimetoka’da, akrabasının yanında tamamlayan Mehmet Hilmi, Balkan Harbi’nde kendisini gözeten aile ile birlikte Uzunköprü’ye göç etmiştir. Harpten sonra akrabalarının delaleti ve Edirne Valisi Hacı Adil Bey’in muavenet ve himmetiyle Edirne Lisesi’nin ilk kısmına leyli olarak kaydolunmuş, buradan da kendini Edirne Muallim Mektebi’ne kaydettirmiş, aynı okuldan başarıyla mezun olmuştur. Buradan Batı Trakya’ya hizmet aşkıyla dönen Mehmet Hilmi, önce Yenice’de daha sonra da İskeçe Merkez Okulu’nda öğretmenlik yapmıştır. Anadolu’dan gelen göçmenlerin okula yerleştirilmesiyle okul kapanmış, bu yüzden işsiz kalmış ve tütün işçiliği yapmıştır. Bu arada, azınlığın en umutsuz olduğu 1922 -1925 yıllarında (O zamanki kanunsuz idarenin, Anadolu’dan gelen muhacirlerin ve onlarla teşriki mesai eden Türkiye mültecilerinin Garbi Trakya Türklerine yaptıkları zulüm ve i’tisafa -haksızlıklarakarşı Yeni Ziya’da çok milliyetperverane yazılar yazdı ve Garbi Trakya Türklerine büyük hizmetler ifa etti) azınlığın davalarını savunmak ve kendisini harekete geçirmek için hiçbir fedakârlıktan çekinmeyerek “Yeni Ziya” adında bir gazete çıkarmaya başlamış, Azınlık için uğraş vermiş, kendini insanlığa adamıştır. Bu yazıları yüzünden Limni adasına sürgün edilmiştir. Yeni Ziya gazetesi kapanınca Yeni Yol gazetesini ancak iki (ya da dört) sayı yayınlayabilmiş, daha sonra “Yeni Adım” gazetesini çıkarmaya başlamıştır. Yeni Adım’ı yayınladığı sıralarda, Türkiye’de yapılmakta olan inkılâplar Mehmet Hilmi’nin sayesinde Batı Trakya’ya aksetmiştir.[13 - 1928 tarihinde Türkiye’de yapılan “Harf İnkılâbı”nın hemen ardından Gazetenin Adı Latin Harfleriyle “Yeni Adım” olarak yazılmış, 156. sayıda eski bir halk türküsünden bir dörtlük yine Lâtin harfleriyle yayımlanmıştır. Gazetenin mesul müdürlüğünü 49. sayıdan itibaren Mehmet Hilmi üstlenmiştir.] (
) Gazetede Halit Ziya (Uşaklıgil), Reşat Nuri (Güntekin), Ömer Seyfettin’den küçük hikâyeler; Mehmet Emin (Yurdakul), Tevfik Fikret’ten şiirler iktibas edilmiştir. İskeçe ve Gümülcine Gençlik Teşkilatları onun himmet ve gayretleriyle tesis edilmiştir. Önder bir kişiliğe ve çağdaş bir düşünceye sahip olan Mehmet Hilmi, güç koşullar altında mücadelesini sürdürmüş, kendisine suikastlar düzenlenmiş; Yeni Adım’daki yazıları yüzünden de bir defa Kitira Adasına, bir defa da Larisa’ya sürülmüş, 15 defa da mahkemeye sevk edilmiştir. Mehmet Hilmi, 25 Haziran 1931 yılında genç yaştayken İskeçe’de vefat etmiştir…
Mehmet Hilmi’nin ölümü Türkiye’nin büyük gazetelerinde, Türkiye dışında yaşayan Türklere ait gazetelerde geniş şekilde yer almıştır. Bu gazetelerden biri Mehmet Hilmi’nin ölüm haberini şu başlıkla vermiştir: “Türklük Dünyası Büyük Bir Evladını Kaybetmekle Müteellimdir. (elemli, acılı).”
Batı Trakya’da daha çok siyasi çalışmalarıyla tanınan yazar, az sayıda, ama başarılı hikâyeler yazmıştır.”Yeni Adım” gazetesinde yayımladığı hikâyelerinde sıcak insan sevgisi, dostluk ve barış havasının estiği açıkça görülür. Mehmet Hilmi, Batı Trakya Türk azınlığı içinde bilinen ilk Türk hikâyecidir.
“Yerli” takma adıyla tanınan İsmail Bıçakçı da Rahmi Ali’nin kendisiyle yapmış olduğu bir söyleşide[14 - Yerli ile Söyleşi/ Şafak dergisi, sayı:103, sayfa:18, Gümülcine] Mehmet Hilmi hakkında aşağıdaki bilgileri vermektedir:
“Mehmet Hilmi, Yeni Ziya, Yeni Yol ve Yeni Adım gazetelerinin sahibidir. Yeni Ziya ilk gazetesidir. Aslında Yeni Ziya, önceleri Selanik’te yayınlanan bir amele gazetesiydi. 1923 Lozan Antlaşmasından sonra yerli Türkler zorunlu mübadeleye tabi tutulunca gazete yayınını durdurmuştu. Genel işçiler merkezi, bu gazetenin İskeçe’de çıkmasını istemiş; Mehmet Hilmi de bu fırsatı kaçırmamıştı. Gazeteciliğe dair tecrübesi onun okul hayatında başlamıştı. 1919 yılında Edirne’de yayınlanan Trakya gazetesinin hem yazarı hem de muhabiri idi. Yeni Ziya’yı İskeçe Tütün Amele Kulübü binasında çıkarmaya başladı. Yeni Ziya’nın içeriğinde, genel anlamda işçileri destekleme, haksızlıklara karşı işçi grevlerini kışkırtan yazılar vardır. O tarihlerdeki Sovyetler Birliği komünist önde gelenlerini övücü yazıları görülür.”Uzun Mariya”, “Tolstoy’dan Facia-i Aşk ve İzdivaç”, “Balkan Burjuvası’nın Milli Siyaseti” gibi seri yazıları dikkati çeker… Ayrıca onun sürgün anıları olan “Limni. Yenişehir (Larisa) Kitira Hatıraları” Yeni Ziya’da yer alır.
Mehmet Hilmi Yeni Adım gazetesinde daha değişik düşüncelerle karşımıza çıkar. O, bu kez, reformist bir fikrin savunucusu olarak ve milliyetçi bir ruhla basın hayatındaki yerini alır. Batı Trakya Türk halkının problemlerini şiddetle savunur ve gazetesinde dile getirir. Cemaat ve müftülerin seçim yoluyla iş başına gelmelerini isteyen, haykıran ilk kişi odur. Yönetimin, taktik icabı –bu konuda cevap vermemesini- ısrarla eleştiren yine odur. Artık Yeni Ziya’nın “ameleci” mahiyeti kaybolmuş, Yeni Adım, tam anlamıyla inkılâpçı olmuştu. Yeni Adım, basit bir havadis gazetesinden ziyade müthiş, heyecanlı ve ateşli bir ideal gazetesi olmuştu.”
Yayımlanmış çalışmaları:
“Yeni Ziya” gazetesi: (Arap Harfleriyle) (1)
(Limni Hatıraları: “Bir Validenin Hikâyesi”-hikâye- Yeni Ziya, sayı:49, Şubat 1925)
(Limni Hatıraları: “Zavallı Mahkûm”-hatıra- Yeni Ziya, sayı:50, Şubat 1925)
(Limni Hatıraları: “Zindanda Bir Sada”-hatıra- Yeni Ziya, sayı:52, Mart 1925)
(Limni hatıralarından: “Kaçma”-hatıra- Yeni Ziya, sayı:53)
(Limni Hatıraları:”Fahriye”-küçük hikâye- Yeni Ziya, sayı:55)
(Limni Hatıraları:… Yeni Ziya, sayı:57)
(Limni Hatıraları: “Acemi Dilenci” Yeni Ziya, sayı:71) Hilmi’nin çalışmalarından bazıları bu sayılarda da mevcut olabilir.
(1) Koleksiyonda yer alan gazetelerin bazılarının yazılarının silik olması dolayısıyla bunları okumak mümkün olmadı. Mehmet
“Yeni Adım” gazetesi: (Arap Harfleriyle)
(Gündüz Nene-küçük hikâye üst başlığıyla- Yeni Adım, sayı: 16, 17, 18, Yıl:1926)
(Kabahatliyiz-küçük hikâye üst başlığıyla- Yeni Adım, sayı:19, 20, 21, Yıl:1927)
(Menfa –sürgün yeri- Hatıralarından-hatıra- Yeni Adım, sayı:24, 25, 26, 27, 29, 30, Yıl: 1927
(Menfa’ya –sürgün yerine-doğru: “Kitira Adası” Yeni Adım, sayı:102, 103, Mart 1927)
(Gündüz Nene-hikâye- Şafak dergisi, sayı:19, Ağustos 1991)
Limni Hatıraları:
5 Şubat 1925
BİR VALİDENİN HİKÂYESİ[15 - Arap harfleriyle yazılı bu metin, emekli öğretmen Hasan Ali tarafından okunarak Türkçe harflerle yazılmıştır.]
-İki çocuğumun hayatını, kocamın bir kolunu aldınız. Buna doymadınız da benim hayatıma da göz mü diktiniz? Kahraman efendiler!.. diye haykırıyordu. Ahali limana üşüşmüş, herkes bir hayret dinleyor, bağzıları eliyle tasdik işareti idiyor, bir kısmı korkusundan dudaklarını ısırıyordu. Yerdeki topacı eline alan çocuklar, sırtındaki yükü köşe başına bırakan hamallar, karşıki kahvehanenin peykesi üzerinde güneşlenen ihtiyarlar, bu heyecanlı sahneye merak ile koşmuşlardı.
Geridekilerin bir kısmı ayaklarının burnuna basarak ileride haykıran kadını görmek için yükselirken, diğerleri, yekdiğerine meseleyi soruşturuyorlardı. İnce hıçkırıkla, ses devam ediyordu:
–Avrupa harbi midir?.. Tüccar muharebesi midir, nedir; başlamazdan evvel büyük çocuğum sizin elinizde askerlik idiyordu. Mektepte okuyan çocuğu yakasından tutup yirmi üç yaşında bir kurban gibi (……) ittiniz, sürüklediniz. (…) İki ay sonra birisi otuz, diğeri yirmi üç yaşını geçmeden, sevgili evlâtlarımın, harb meydanından, selâmlarından evvel künyelerini aldım. Bütün hayatımda didinerek yetiştirdiğim çocuklarımın hayatını, keselerinizin dolması için gasp ettiğiniz yetmiyormuş gibi daha fazla adam öldürmek, daha iyi vahşet yapmak, dereler gibi kan dökmek için cephelere, kasaphanelere yol yaptırmak maksadıyla kocalarımızı da topladınız. On gün sonra kocamı, işleyemediği için bir köpek gibi döverek kolunu kırdınız.
Sizin kasalarınız doldukça evlerimizin direkleri yıkılıyor, sizin keyfiniz yerine gelmek için bizim hayatımız burnumuzdan geliyor.
Sizin rahatınız, ticaretiniz; biraz daha fazla kazanmanız için milyonlarla ana, karı, çoluk çocuk, genç ihtiyar; fakir fukara aç ve sefil kalıyor, süpürge tohumu yiyor, ot yiyordu. Sizin menfaatiniz için cephelere kurbanlık insan yetiştirmek artık her validenin vazifesi oldu. Kan içen vahşi kuşlara, tırnakları ile ciğerleri söken, paralayan yırtıcı canavarlara, namus hırsızlığı iden alçaklara rahmet okuttunuz.
Tarihin en zalim hükümdarları, en vahşi imparatorları, Karun olan en kan içici milletleri sizin yanınızda, sizlere insanlık ve namus dersi virecek kadar namuskâr ve insaniyetperver kaldılar. Milyonlarla insan kemiğinden ecza yapan, yaralı validenin gözyaşları ile banyo etmeye çalışan bir frangı bin kişiye tercih eden medeniler!.. “Utanınız!”
Dünya kurulalıdan beri şu meşhur tanyeli, denizin dalgaları, şu müthiş rüzgârın merhametsiz fırtınaları, tüyleri ürperten yangınlar, ocakları söndüren zelzeleler sizin kadar kan dökmemiştir. Vahşiler, insanlığı seferden pek çok takdir ider ve severler.
Ey medeniyet perdesi altına gizlenen insan şeklinde gice kuşları! İşte göğsüm açık, bağrım açık, alnım açıktır. İki çocuğumun kanını sizin doymak bilmeyen boğazınıza akıttığım gibi kendi kanımı da virmeye hazırım. Koşunuz alçaklar!”
Kadın bir müddet durdu. Etrafına bakındı, yanındaki çuval ile kavanozu işaret iderek tekrar başladı:
–Şu çuvalın içinde yedi okka zeytun danesi, şu kavanozda yarım okka bal var… Çocuklarımın harbte öldüğünü, kocamın, angaryada sakat olduğunu, benim de yiyecek bir şeyim olmadığını duyan ve karşıki adada oturan bir dostum bana bunları göndermiş. Lâkin gümrük bedelini vermeğe ikdidarım yok. Yarım okka bal ile yedi okka zeytunun gümrüğünü virecek param olsaydı iki günden beri aç yatan kocama bir parça ekmek götürürdüm. Fakat yok! İşte bu efendiler, bunları müzayideye koyacaklar, satacaklar, paralarını alacaklar, anamıza söverek, bizi açlıktan posteki kemirirken, ot otlarken; onlar arkamızdan ‘kahramanlık yaptık’ diyecekler, rütbeler alacaklar, yararlık gösterdik, diyecekler, şan kazanacaklar, vazife gördük diyecekler, terfi edecekler.!.. Lâkin ben bunları tahtakurularına yedirmiyeceğim. Artık kendim için yaşıyacağım, ölürsem de kendim için öleceğim..
Bunu müteakip bir şangırtı işitildi. Ahalinin hayretle açılan ağızları, “bravo”ları kapandı. Biraz sonra ufak dalgacıklar, rıhtımın taşları üzerine dağılan balı yalıyor, zeytun daneciklerini oynata oynata dağıtıyorlardı.
“Jandarmalar geliyor!” diye bir ses yükseldi. Herkes birer ikişer, tehalüke (birbirini ezecek şekilde) çekilmeğe başladı. Uzaktam mahmuz şakırtılarıyla birkaç polis ve bir zabıta göründü. Kadın haykırıyordu:
–“işte, malımı denize attığım için kim bilir şu boylu boslu efendiden ne kadar tekdir; çocuklarımı aldım, doğruyu söyledim diye ne kadar dayak yiyeceğim ve kim bilir, ne cezalara mağruz kalacağım…”
GÜNDÜZ NENE
Her gün evindeki sobasının başını, yahut tatlı bir rehavet ile meşbu olan yatağını terk ederek kahvehanelerin dumanlı havası içinde birkaç saatlik vakit geçirmek isteyen gençler; sabahın sinirlere mahmurluk aşılayan hafif ve serin rüzgârlarının karıştırdığı kumral, siyah saçlarını hoş bir itina ile tanzim ederek sabah kahvesinin arkadaşlarının evlerinde içmeye giden genç kızlar, Gündüz Nene’nin zifiri karanlıklarında nişan veren kuzguni siyah çehresini ve bunun etrafındaki beyaz, bir genç kız sinesi kadar beyaz fistanını görürler, tatlı bir ürkeklikle üslupla konuşurlar, şakalaşırlardı…
Gündüz Nene, memleketin kölelerinden idi. Kölelerin çocuklarından değil… Binaenaleyh, ihtiyar olduğu anlaşılıyordu. Memleketin bütün ihtiyar ve genç beyleri, hatta bunların babaları ve dedeleri, hep Gündüz Nene’nin kolları arasında büyümüşler, hep bu parlak siyah bir renge mâlik olan zenci kadının himmeti ve gayreti ile meydana gelmişlerdi. O kadar ihtiyar olmasına rağmen bu hususta hiçbir emareye mâlik değildi. Yaşadığı senelerin adedini, hesabını şaşıran bu ihtiyar kadının çehresinde hiçbir buruşukluk görünmüyordu.
Ağzında zaman zaman dökülen ince fakat süt gibi beyaz ve muntazam dişler, bu siyah çehrenin arasında inci daneleri gibi arzı endâm ediyor, asırlardan kalmış bir kalenin mermerden bina olunmuş fakat yıpranmamış duvarlarını andırıyordu…
Bu ağır vücudun pek eski bir tarih taşıdığı yalnız ayaklarından anlaşılırdı. Uzun, bitmek, tükenmek bilmeyen senelerin her gün birer ikişer yığdıkları sıklette gittikçe zayıflayan bacaklar, artık hareket edemeyecek bir hale gelmişlerdi. Gündüz Nene, en ziyade onlardan şikâyet ederdi. Bunların bu zafiyetini hiç beğenmiyor, ağır vücudunun altında sürüklenen bu iki ayağa âdeta hiddet ediyordu. Fakat, bunun tek sebebi daha ziyâde, ihtiyarlığına birer canlı şahit olmalarındandı. Zira Gündüz Nene, katiyen ihtiyarlamak istemiyor. Hayatın, önüne serdiği sefalet levhalarından kendine mahsus bir lezzet bularak, derin ve aşılmaz bir ümidin, hoş, cazip bir emelin saadetlerle mâli neticesini görmek, ondan sonra bu beyazları sararmış gözlerini kâinata kapamak istiyordu.
Gündüz Nene, beyaz insanların fildişi kırmak için gittikleri o uzak memleketlerin evlâtlarındandı.
Afrika’nın fildişi sahillerinde, o muazzam ormanların kenarlarındaki zenci köyleri bir zamanlar Avrupalı köle tacirlerinin en ziyade saldırdıkları yerlerdi. Ormanlardaki hayvanlarından, topraklarındaki madenlerinden, velhasıl, her türlü tabii mahsulâtından istifade ettikleri bir memleketin insanlarını da cebren alır, başka memleketlere de bir hayvan gibi satar, para kazanırlardı.
Gündüz Nene, güneşin insan kafasına kızgın taçlar geçirdiği bir memleketten henüz pek küçük iken çalınmıştı…
O, aradan büyük bir asır, belki daha fazla bir zaman geçtiği halde, bu vakayı katiyen unutmaz, onu, her an, ibadet etmeye mahsus mevhum bir kıble gibi kalbinin en derin hücrelerine saklardı.
Kızgın, sıcak günlerin birisinden sonra, yine aynı yeisengâz bir sıcaklık ile giren bir gece, Gündüz Nene’nin kalbine saklanan kıblenin siyah bir çerçevesiydi. İşte, bu zifiri karanlıklar içinde, kulübenin sazlardan örme kapısı yıkılmış, parlak bir ziya her tarafı aydın etmişti. Babası ile anası hemen bu nagehani baskın üzerine oklarına saldırmışlardı. Fakat o saniyede küçük zencinin kulaklarını yırtan iki tiz sedâ her şeyi bitirmiş, bütün ümitler kırılmıştı…
Zenci kız, biraz sonra kolları bağlı olduğu halde, kulübenin kapısından çıkarken, parlak ziyanın altında, anasıyla babasının kanlar içinde çırpıntılarından başka bir şey görmemişti…
Uzun hayatının ilk düğümü olan bu nokta, işte, Gündüz Nene’nin kalbinin en derin hücrelerine yerleşen emellerin temeliydi. Artık, ondan sonrasını tamamen hatırlar; fakat ehemmiyet vermez, düşünmek bile istemezdi. Onu, uzun zaman bir geminin anbarında bağlı tutmuşlar, dövmüşler, nihayet, minareleri, camileri, evleri bol bir kasabaya getirmişler; başka birine satmışlardı. Burası “Mısır” idi. Bu küçük zenci kızı, Mısır’ın büyük konaklarında kırbaçlar altında terbiye edilmiş,, senelerce buralarda kalmış, elden ele geçmişti. Fakat, günün birinde, nasıl bir sebep –burasını o da bilmiyordu- onu bu memlekete kadar atmıştı. Konaklarda genç kızlar, saraylılar, onun, zifiri geceleri utandıracak keskin parlaklığıyla her tarafa ziya veren gülüşü, hiddetinden kudurtacak kadar kuzguni siyah olan yüzünden kinaye olmak üzere ona “Gündüz” ismini vermişlerdi.
Zaman değişmiş; artık, kölelerin yaptığı hizmetlerle, kendilerine ait olan masrafların tekâbül etmediği anlaşılmış; yavaş yavaş bu ticaret terk edilmeye başlanmıştı.
İşte bu vakit, Gündüz Nene, yine konaklarda tanıdığı bir “beyaz” ile evlenerek hürriyetini eline almıştı. Bu tarihten, bugün tam altmış sekiz sene geçmişti. İzdivacından on bir sene sonra kocası ölmüştü. Nihayet Gündüz Nene, yine konaklara devama başlamış, mâişetini oradaki hizmetinden çıkarmaya çalışmıştı.
Bu da kim bilir ne kadar sürdü… Zaman oldu, o konakların kapıları da Gündüz Nene’nin yüzüne kapandı. Fakat o, bunlardan müteessir olmuyordu. Zira, kalbinin derinliklerine sakladığı emel, artık bu topraklarda, hayatının mahvedildiği bu yabancı yerlerde yaşamak ümidini alıyordu. Sanki anasının, beyazın kurşunu ile delinen bağrı kendine açılıyor, bir siyah fakat saf el, kendisini oraya, o taşlarından, topraklarından yeni bir hayat bulmak ihtimalini beslediği o memlekete davet ediyordu. Bu pek eski ve pek kuvvetli arzu kökleştikçe, Gündüz Nene’nin kalbinde tamir kabul etmez, tedavi imkânı muhal bir daüssıla halini alıyordu.
Gündüz Nene, kendi memleketinin buraya ne kadar uzak olduğunu öğrenmişti. Şimdi para toplayacak; bir gün, hiç kimsenin haberi olmadan şimendifere, ondan sonra vapura binecek, anasının, babasının kanlar içinde çırpındıkları o kulübenin kenarında, kendi kendisine ağlayacak, ağlayacak, ağlayacak… Sonra, tâlinin bu acayip cilvesinin mükâfatını Allah’tan isteyecekti…
Zavallı kadın; bu emeli müzehhep hülyalarının fiile gelebilmesi için kim bilir ne kadar çalışmıştı? Kahvehanelerde, camilerin kapıları önünde, beylerin, paşaların konaklarında kim bilir ne kadar dilencilik etmişti?
Artık zayıflamıştı. Memleketin bütün küçük çocuklarını bilir, sever, şakalaşırdı. Onların cıvıltılarından, onların her türlü hareketinden en ziyade anlayan o idi…
Bir küçük çocuk onun gözlerinin önüne, o karanlık gecenin tüyler ürperten faciasını getirdi.
Gündüz Nene’nin yüzünü görmeyeli beş sene oluyor. Bugün memleketimden aldığım bir mektup, bu ihtiyar zenci kadının vefat ettiğini bildiriyor ve:
–“Azizim”, diyor.”Gündüz Nene iki gün evvel öldü. Hem de sokaktaki çamurlu taşlar üstünde… Üzerinde bulunan kemerde 87 adet altın, birkaç frank bulundu.”
Gözlerimden yuvarlanan iki damla yaş ile, ağzımdan gayri ihtiyari şu cümleler fırlamıştı: Zavallı Gündüz Nene… Acaba, o kıymetli emelin, erbâb-ı sahibesi, feri uçmuş gözlerini kâinata ne gibi hissiyatın tesiriyle kapamıştı. Ölümün kucağına atılıncaya kadar, yeis-i galibane pençeleşen bu zenci kadını, bu insaniyetin, medeniyetin düşüncelerine hicap fırtınaları salıyorken gölgesi, ne kadar hürmet edilecek bir seciyeye malikdi…

meşbu: dolu-doymuş
mâli: çok, fazla dolu
tâli: (metinde) talih, kısmet, baht
yeisengaz (ye’s): ümitsizlik, ümit kesme
nagehani: ansızın, birden bire
müzehep (müzehhep): yaldızlanmış, altın suyuna batırılmış
(Not:“Gündüz Nene” adlı hikayenin “üst başlığı”nda 12 Mayıs 1926 tarihinde Kitira Adası’nda yazıldığı kaydı yer almaktadır.)
KABAHATLİYİZ
Kışın şiddetli bir zamanı idi.Sonbahardan bugüne gelinceye kadar bazen mutedil, bazen soğuk ve rutubetli günler ve geceler memlekette pek bol olan dilencileri, sefil ve hasta çocukları, fakir ve alil ihtiyarları sık ve meşum bir elekten elemiş, sıcak çayhanelerin, pek mülâyim salonların iştihaver kokularla meşbu lokantaların müziç sadakacıları, kudurmuş bir rüzgârın önüne katılarak nihayet bulmaz hedeflerin meçhul derinliklerine sürülen hazan yaprakları gibi mahvolup gitmişlerdi.
Kasabanın bekçileri, tenha yollardan mektebe giden çocuklar, her gün birer ikişer fakir cenazesi haber verirler, açlıkla soğuğun acı kamçıları altında inleye inleye mahvolan bu zavallıların kadit haline getirmiş kuru cesetlerini sürüklemeye çalışıyorlardı. Kış bu sene pek merhametsizdi. Soğuk bir şimal rüzgârı bu zengin kasabanın dar sokaklarında Kanun-u evvelin hırçın kraliçeleri gibi saltanat sürüyor, tiz ışıklar, acı iniltilerle insanın kalbine derin bir korku ilka ediyordu. Bir Cuma sabahı idi. Hafif bir güneş, soluk ve sönük şuası ile kâinata hercai bir kadın tebessümü göndererek bulutların arasına girmeye çalışıyordu. Memleketin bütün keyif ehli kimseleri, sıcak çayhaneler, geniş ve ılık salonlarda soğuğun şiddetinin bir iki bardak çay ile yarım saatlik asude bir zamanının teselliaver tesirlerine gömmek ile meşgul idiler. Oturduğum gazino, memleketin en zengin tabakasına mensup şahsiyetlerinin aramgâhı idi. Soba, dışarıdaki sabah ayazının dondurucu iğnelerine meydan okur gibi dolu ve gürültülü idi. Herkes bu geceki hararetin dehşetli sükûtundan bahsediyor, odun kömür bahsi sıcak çay kadehlerinin tesiriyle, hararetlendikçe hararetleniyordu. Bir aralık mevzu dilencilere, sokaklarda donanlara intikal etti. Bu bahis başlar başlamaz, kahvehanenin sahibi kendisine mahsus koltuğunun üzerinde doğruldu. Elindeki kehribar tesbihi yarım çay kadehinin kırmızı çizgili tabağına bıraktı ve bir “hele şükür”le başlayarak kışın şiddetini, Cenab-ı Hak’ın dilenciler üzerine bir gazabı olmak üzere tefsir ve Arzu-ı İlâhi’nin de bunda pek ziyade isabet ettiğini ilâve etti. Muhabbet açılmıştı. İri tüylü, kalın kürkünün altında cılız bir çocuk gibi kalan efendi: -Evet Ahmet Ağa, dedi. Bu sene dilencilerden çektiğimizi Halik elbette görmüştür. Yevmiyeler doksan frank, iş pek bol iken onların kapı kapı dolanmaları ayıp değil mi? Diğer taraftan başında silik bir fes, gözlerinde siyah çerçevelerle bağlanmış, yüzünde bir güzellik bulunan zat atıldı: -Yahu, hakikaten, kışın geldiği günden beri, hiçbir dilenciye tesadüf edemedim. Bunlara ne oldu? Kahveci: -Geberdiler be efendim, diye bağırdı. Hele şu Arnavut Ali’nin hamamının külhanında her gün ikişer üçer kişinin laşesi çıkarılıyor. Ali Ağa da aklınca bu elin nankörlerine iyilik edecek de, onlardan hayır görecek… işte bu sırada idi. Kalın bir su buharı tabakasıyla örtülmüş olan pencerelerin dış tarafında muhteriz ve titrek bir gölge belirdi. Rüzgârın acı darbelerine karşı bin müşkülat ile göğsünü muhafaza etmeye çalışan bu hayal, korkar bir vaziyette elini kapıya götürdü. Herkes de başını kapıya çevirmiş; bütün nazarlar içeriye muhterizane girmeye çalışan yırtık elbiseli zayıf şahsa tevcih edilmişti.
Bu, tahminen on sekiz yaşında bir dilenci çocuğu idi. Kendisini yazın, Belediye Hastanesi’nin kapısı önünde, baygın bir halde yatarken görmüştüm. Hastanede epey bir müddet tedaviden sonra pek zayıf olarak çıkmış, son devreyi bulmuş bir verem müptelâsı zan olacak kadar bir zatürre düşkünü idi.
Gayet hazin bir çehresi vardı. Zayıf simasının sarılıkları içinde eski bir güzelliğin perakende döküntüleri sızlıyordu. Kendisini her vakit görürdüm. Bilmem nasıl bir his, bana bu zayıf çocuğa karşı merhametten ziyade, hürmet telkin ediyordu. Bilemiyordum; hayatını bu kadar soğuk bir maşrapadan içen, gençliğinin en tatlı zamanlarını çayhanenin mütekebbir müdavimlerinden hayatı dilenmekle geçiren bu çocuk, nasıl bir içtimai facianın kurbanıydı?
Hastaneden çıktığı vakit kış henüz başlamış, işsizlik, kanatlarını meşum bir baykuş gibi fakirhanelerin üzerine germeye başlamıştı. Zaten bu çocuğun zafiyeti de iş yapmasına müsaade etmiyordu.
Yavaş yavaş hissedilecek bir korkuyla, kahvecinin sedirine kadar gitti. Pek hazin ve hıçkırıklı sesinin kahveciye:”Efendi peder” diye ettiği hitabın aksini işitiyordu. Her halde bir şey istiyordu. Bunu anlamaya vakit kalmadan kahveci gürledi:
–Haydi git, sobanın başına oturacaksan otur, dedi. Soba başına oturttuğuma dua etmiyorsun da, bir de çay istiyorsun.
Defol, diyorum! Diye bağırdı. Tembel küçük, tembel paraların beni adam mı edecek?
Müşterilere dönerek devam etti:
–Bak bir kere; parası ile değil mi imiş, bir bardak da çay istiyormuş, soğuktan donuyormuş. Arnavut Ali’nin külhanında itişerek yazı geçirmeseydin de, çalışsaydın. Şimdi senin veremli, öksürüklü ciğerlerine çay bardağı verip de, bu kadar müşterimi mi iğrendireyim?
Çocuk döndü. Gözlerinden iki şeffaf damlanın zayıf yanakları üzerine yuvarlandığını gördüm. Göğsü boğucu hıçkırıklarla inip kalkıyor, çehresine böyle köpek gibi kovulup tahkir edilmeye alışmamış olanlara mahsus bir kırmızılık yayılıyordu. Bütün şiddetiyle etrafa latif bir hararet neşreden sobanın yanına kadar geldi. Bir sandalyenin kenarına ilişerek bir şeyler söylendi. Gözlerinden yaşlar akarken ellerini sobanın etrafında gezdirdi.
Diğer tarafta, herkes bitmez tükenmez bir iştiha ile büyük çay bardaklarından hararetle mayiini içiyor, bu müstakire dilencinin huzurundan bizar olduklarını göstererek sahte bir kibarlık taslamak isteyenler suratlarını ekşitip kahvecinin dilenciye değil, vicdana karşı okuduğu hitabeyi takdir ediyorlardı.
Bu muamele kalbimde tamir edilemeyecek bir acılık bıraktı. Beynim fena halde karıştı. Bu ne kadar insaniyetsizlik idi. Bir dilenciye karşı, hatta ne olduğu bilinmeyen, nasıl bir kabahatin mahkumu olduğu tanınmayan böyle zayıf ve aciz bir çocuğa karşı bu ne gadr ne müthiş ceza idi.
Derhal ellerimi vurdum. Efendisinin hitabetinden memnun olduğu anlaşılan garson, pek beşhuş bir yüzle geldi. Büyük bir bardak çay emrettim. Sesimin heyecanı, vaziyetimin dikkati çeken bir şekle girmesi, kahvehane halkının nazarı dikkatlerini üstüme celp etti.
Biraz sonra çay geldi. Dilenciyi yanıma çağırdım. Herkesin bakmaya iğrendiği bu öksürüklü, bu titrek çocuğa çay bardağını uzattım ve huzuruna hitaben:
–Efendiler, dedim. Merak etmeyiniz! Bu bardak da, içindeki çay da, bu dilencinindir. Yalnız biliniz ki, onun ve onun gibilerin iğrenç hallere girmeleri biz namuslu, malumatlı insanların insaniyet ve cemiyet mefhumuna yabancı kalmamızdandır. Bu sıcak ateşin karşısında, sıcak çay içmek hakkı bilmem bizim mi, yoksa bizden ziyade bu dilencilerin mi? Hangimiz buna daha ziyade muhtacız? Bu adamlar çalışmıyorlarsa, bu adamlar tembel iseler, bu adamlar hastalıklı, öksürüklü, veremli ve iğrenç iseler, bunlar cemiyet-i beşeriyetin birer muzır mikropları, hayırsızları, canileri oluyorlarsa, mesuliyet bize aittir. Bunları terbiye etmek, onlara iş bulmak, mektepleri maarifi tamim ve teşmil eylemek, sefilleri soğuktan, hastalıktan, iğrenç akıbetlerden kurtarmak bizim vazifemizdir.
Burada, bu iğrenç adamın huzurunda bizar oluyorsanız, ondan kurtulmak için, onu aç, çıplak ve sefil bırakarak öldürmek değil, doyurup, giydirip terbiye edip insanlara müfit hale sokarak kurtulmak ve kurtarmak cihetini tercih etmelisiniz. İnsanlık bunu emreder.
İş o dilencinin yaşlı gözlerini zayıf, titrek ellerini başka pencerelerden, başka kapılardan, başka gözlerden çevirebilmektedir.
18 yaşında bir gencin sokak ortasında gözlerimizin önünde, soğuk ve açlık tesiriyle ölümle pençeleşmesini seyretmek zannediyorum ki, bizi kendimizden iğrendirecek bir hal, dilencinin hastalıklı salyalarından daha girya bir kabahattir.
Bir adamın hayatı elimizdeyken niçin ölümün pençesine teslim edelim? Bu insaniyetin takdir edeceği değil, red ve tahkir edeceği bir harekettir.
Sözümü bitirmeden çocuk çayını bitirmiş, gitmişti. Çay bardağını mermer masanın kenarına vurdum. Garsonu çağırarak herkesin hayretkar nazarları altında tazmin eyledim.

alil: hasta, sakat
mesbu: dolu, doymuş
müzic:rahatsızlık veren, usandıran
kadid: çok zayıf kimse, iskelet
ilka: bırakma
şua: ışık
aramgah: dinlenme yeri
Halik: Allah
laşe:leş
gadr: acımasızlık, haksızlık
beşhuş: sırıtmak, sırıtkan gülüş
müfid: yaralı
teselliaver(teselliamiz):teselli yollu
girya (giryan):ağlanacak
müstakire (müstakirre):yerleşmiş, karar bulmuş, yerinden oynamaz
muhteriz: sakınan, çekinen
iştihaver: iştah açıcı
(Mehmet Hilmi’nin “Gündüz Nene” ve “Kabahatliyiz” adlı hikâyeleri,
Feyyaz Sağlam’ın hazırlamış olduğu “Batı Trakya/Yunanistan’da Çağdaş Türk Edebiyatı Antolojisi”nden alınmıştır.)

MEHMET ARİF
Kemal Şevket Batıbey] (1906 -1976)


Hayatı ve edebi kişiliği:
Mehmet Arif (Arifoğlu), 1906 yılında Bulgaristan’ın (Belizvor) Akpınar köyünde doğdu. Dört çocuklu ailenin tek erkek çocuğu olan Mehmet Arif, ilköğreniminden sonra Gümülcine Sancak İdadisi’ni bitirdi. Dimetoka’nın Çavuşlar köyünde, Şapçı’da, Kurcalı köyünde, İskeçe’nin Boyacılar köyünde öğretmenlik yaptı. 17 yıl, Gümülcine Cemaat Okulları Müdürlüğü görevinde bulundu. Kurucu üyelerinden olduğu Gümülcine Türk Gençler Birliği Başkanlığı görevinden başka 1952 -1955 yıllarında Rodop-Evros Türk Öğretmenler Birliği başkanlığı da yaptı. Azınlık basınında (Akın ve Azınlık Postası gazeteleri) ağırlıklı olarak daha çok güncel ve didaktik makaleler yazdı. Onun yazılarında doğal olarak, ağır, kurallı cümleler kurmaya itina gösteren bir hava vardır. Sanat kaygısı taşımayan bir anlatım hâkimdir bu yazılarda. Deneme ve makalelerinde kendine has düşünceler üretiyor, bu düşüncelerini başka düşünürlerden aktardığı kısa alıntılarla besliyordu. Yazılarını okurken kendisinin oldukça derin bir kültür birikimine sahip olduğunu görmek mümkün. Bir Bethoven, bir Şirazi, bir Aristo onun hiç de yabancısı değildir. Batı Trakya’da yaşanmış tarihi ve siyasi olayları-ilk kez- “1912 Balkan Savaşında Kavaklıdere Katliamı ve ÜZEYİR AĞA” -tefrika roman-, “…Ve Bulgarlar Geldi”, “Batı Trakya Türk Devleti/1919 -1920” adlı kitaplarında “Kemal Şevket Batıbey” takma adıyla Mehmet Arif dile getirmiştir.
Yayımlanmış çalışmaları
Kitap:
1. “Batı Trakya Türk Devleti 1919 -1920” Kemal Şevket Batıbey takma adıyla, Boğaziçi yayınları-İstanbul)
2. “… Ve Bulgarlar Geldi” Kemal Şevket Batıbey takma adıyla, Boğaziçi Yayınları-İstanbul)
3. “Üzeyir Ağa”-roman- Dede Korkut Yayınları, 1971, İstanbul
“Akın” gazetesi:
(Karakter-Seciye-köşe yazısı- Akın, sayı:165, Ekim 1960)
(İnat-köşe yazısı- Akın, sayı:166, Ekim 1960)
(İtham-köşe yazısı- Akın, sayı:168, Kasım 1960)
(Vefa-Köşe yazısı- Akın, sayı:169, Kasım 1960)
(Sağ Olsun-köşe yazısı- Akın, sayı:170, Kasım 1960)
(Böyle Düşünüyoruz-köşe yazısı-Akın, sayı:375, Aralık 1965)
(Elbet Bir Gün Azap Duyarlar-köşe yazısı- Akın, sayı:377, Ocak 1966)
(Fert Yok Cemiyet Vardır-köşe yazısı- Akın, sayı:378, Ocak 1966)
(İnsan Hakları-köşe yazısı- Akın, sayı:381, Şubat 1966)
(Yeni Harfler-Eski Harfler-köşe yazısı- Akın, sayı:384, Mart 1966)
(Biz Türk’üz Türk Kalacağız-köşe yazısı- Akın, sayı:385, Mart 1966)
(Türk Gençleri Siz Okuyun-köşe yazısı- Akın, sayı:394, Mayıs 1966)
(Terbiye Meselesi-köşe yazısı- Akın, sayı:395, Mayıs 1966)
(İsraf-köşe yazısı- Akın, sayı:396, Haziran 1966)
(Kız Cihazları-köşe yazısı- Akın, sayı:397, Haziran 1966)
(Tek Kitap-köşe yazısı- Akın, sayı:398, 1966)
(Dedikodu-köşe yazısı- Akın, sayı:400, 1966)
(Siyasette Ahlak-köşe yazısı- Akın, sayı:406, Ekim 1966)
(Az Gelişmişlik-köşe yazısı- Akın, sayı:407, Ekim 1966)
(Tarihte Hatalar-köşe yazısı- Akın, sayı:408, Ekim 1966)
(“Mali Hülya, Ektim de Bitmedi”-köşe yazısı- Akın, sayı:409, Ekim 1966)
(Ahlak, Sevgi, Saygı Meselesi-köşe yazısı- Akın, sayı:411, Kasım 1966)
(Niçin Geri Kaldık-köşe yazısı- Akın, sayı:412, Aralık 1966)
(Türklerin İslâmiyete Hizmetleri-köşe yazısı- Akın, sayı:413, Aralık 1966)
(Ümitsizlik-köşe yazısı- Akın, sayı:415, Aralık 1966)
(Azınlığımızın İstikbalinde Gençlerimize Güveniyoruz-köşe yazısı- Akın, sayı:428, Nisan 1967)
(Aile Saadeti-köşe yazısı- Akın, sayı:429, Mayıs 1967)
(Vicdan Huzuru-köşe yazısı- Akın, sayı:431, Mayıs 1967)
(Evlat Sevgisi-köşe yazısı- Akın, sayı:432, Mayıs 1967)
(Medeni Olmak, Haysiyet ve Şeref Sahibi Olmak Demektir-köşe yazısı- Akın, sayı:433, Haziran 1967)
(Öğretmen ve Köylü Münasebetleri-köşe yazısı- Akın, sayı:434, Haziran 1967)
(Dünya Çocuk Günü Münasebetiyle-köşe yazısı- Akın, sayı:441, Haziran 1967)
(Rehberler-köşe yazısı- Akın, sayı:442, Ekim 1967)
(Üstün Zekâlar, Kabiliyetler ve İstidatlar-köşe yazısı- Akın, sayI443, Ekim 1967)
(İnanç Meselesi-köşe yazısı- Akın, sayı:444, Ekim 1967)
(Bize Göre-köşe yazısı- Akın, sayı:445, Kasım 1967)
(Dünyada Yaşama Programı Bulunmayan Bir Toplum Varsa O da Biziz-köşe yazısı- Akın, sayı:446, Kasım 1967)
(Müslüman Kadınları, Sosyal Sorunlar-köşe yazısı- Akın, sayı:447, Kasım 1967)
(Bize Göre Muhafazakârlık-köşe yazısı- Akın, sayı:448, Ocak 1968)
(Bir Hatıra-köşe yazısı- Akın, sayı:449, Ocak 1968)
(Bu da Bir Gerçek-köşe yazısı- Akın, sayı:450, Şubat 1968)
(Meşhur Fetvalar-köşe yazısı- Akın, sayı:451, Şubat 1968)
(Fazilet Fıkaraları-köşe yazısı- Akın, sayı:452, Mart 1968)
(Süs Mendilleri Sergisinin Açılışı Münasebetiyle-köşe yazısı-Akın, sayı:455, Nisan 1968)
(Bölünmiyeceğiz-köşe yazısı- Akın, sayı:611, Ocak 1975)
(Sevmek-deneme- Akın, sayı:613, Şubat 1975)
(Yardımlaşma-köşe yazısı- Akın, sayı:614, Şubat 1975)
(1975 Dünya Kadınları Yılı-köşe yazısı- Akın, sayı:615, Mart 1975)
(Demokrasi-köşe yazısı- Akın, sayı:616, Mart 1975)
(Gençlerimize Güvenelim-köşe yazısı- Akın, sayı:617, Mart 1975)
(Huzur-köşe yazısı- Akın, sayı:618, Mart 1975) (Korku-köşe yazısı- Akın, sayı:622, Nisan 1975)
(Eleştiri-köşe yazısı- Akın, sayı:623, Mayıs 1975)
(Aşırılılık-köşe yazısı- Akın, sayı:627, Haziran 1975)
(Gençler-köşe yazısı- Akın, sayı:628, Haziran 1975)
(Üzeyir Ağa-tefrika roman, “Kemal Şevket Batıbey” takma adıyla- Akın, sayı: 791, 792, 794, 795, 796, 797, 798, 799, 800, 802, 805, 807, 808, 809, 810, 811, 812, 813, 814, 815, 816, 817, 818, 820, 821, 823, 824, 825, 831, 832, 833, 834, 835, 836, 837, 838, 839, 840, 841, 842, 843, 844, 845, 846, 848, 849, 851, 852, 854, 855, 856, 857, 861, 862, 863, 864, 866, 868, 869, 872, 873, 874)
“Azınlık Postası” gazetesi:
(Mehmet Arif’in Azınlık Postası gazetesinde toplam 23 yazısı yayımlanmıştır. Bu sayıya, Mehmet Arif’in, aynı gazetenin 22.10.1973 tarihinde başlayıp 26.6.1975 tarihine kadar süren “Avrupa Gezisinden İzlenimler” adlı 30 bölümlük gezi izlenimleri yazısı dahil değildir.)
(İnsan Kalbi-deneme- Azınlık Postası, sayı:5, Ekim 1967)
(İhtiras ve Aşırı İstekler-deneme- Azınlık Postası, sayı:6, Ekim 1967)
(Değer Ölçüsü-deneme- Azınlık Postası, sayı:7, Ekim 1967)
(Birleşmiş Milletler Teşkilâtı’nın Kuruluş Gününü Kutlarken Neler Hatırladık-köşe yazısı- Azınlık Postası, sayı:8, Kasım 1967)
(İyi İnsan mıyız-deneme- Azınlık Postası, sayı:10, Kasım 1967)
(Ne Zaman-deneme- Azınlık Postası, sayı:11, Kasım 1967)
(Kızılhaç-köşe yazısı- Azınlık Postası, sayı:12, Aralık 1967)
(“Mükemmel İnsan, Başkalarına En çok Faydası Dokunan İnsandır”-köşe yazısı- Azınlık Postası, sayı:14, Ocak 1968)
(Minnettarlık Meselesi-deneme- Azınlık Postası, sayı:15, Şubat 1968)
(Şüphe-köşe yazısı- Azınlık Postası, sayı:16, Şubat 1968)
(Zenginlerimiz Okusun-köşe yazısı- Azınlık Postası, sayı:17, Şubat 1968)
(Büyük Görünmek Hastalığı “Megalomani”-deneme- Azınlık Postası, sayı:18, Mart 1968)
(Azınlığımızın Unutamıyacağı Müstesna Değerler-köşe yazısı-Azınlık Postası, sayı:19, Mart 1968)
(Unutulmaması Lâzım Gelen Değerler:1 “Kırmahalleli Müderris Mehmet Efendi”-biyografi- Azınlık Postası, sayı:20, Nisan 1968)
(İnsanları Yaşatan “Ümit”tir-deneme- Azınlık Postası, sayı:34, Eylül 1968)
(Köy Gençleri Okusunlar-köşe yazısı- Azınlık Postası, sayı:35, Ekim 1968)
(Müktesep Haklar-köşe yazısı- Azınlık Postası, sayı:41, Aralık 1968)
(Fikir Ayrılıkları-deneme-Emekli Öğretmen Akpınarlı Arif Hoca
Vefat Etti-haber/biyografi- Azınlık Postası, sayı:42, Ocak 1969)
(Ağlama Duvarı-köşe yazısı- Azınlık Postası, sayı:44, Şubat 1969)
(Kanun Hâkimiyeti-köşe yazısı- Azınlık Postası, sayı:45, Mart 1969)
(NATO 20 Yaşında-köşe yazısı- Azınlık Postası, sayı:48, Nisan 1969)
(Merhum Öğretmen Kadir Efendi-anma/biyografi- Azınlık Postası, sayı:49, Nisan 1969)
(Şehrimiz Türk Gençler Birliği Yöneticilerine-köşe yazısı-Azınlık Postası, sayı:50, Mayıs 1969)
Köşe yazılarından iki örnek:
AZ GELİŞMİŞLİK
Acı da olsa itiraf etmek lazım… Biz az gelişmiş bir azınlık hüviyetimizi daha çok seneler muhafaza edeceğiz galiba… Vakıa Azınlığımızı cehaletten kurtarmak için çalışmalarımız var. Bu hususu temin edecek elemanlarımız hazır. Fakat ne edelim ki çalışma imkanı bulunamıyor. Daha doğrusu, at var meydan yok.
Bu halin böyle devam etmesi, bizi şimdi bulunduğumuz seviyeden daha aşağıya düşürecektir. Yaşadığımız şu Avrupa kıtası içinde, bizden daha geri kalmış bir topluluk yok zaten. Şaşılacak şey bu, değil mi? Medeni insanların arasında, her cihetten geri kalmış, az gelişmiş bir topluluk… Elbet böyle oluşuşumuzun çok esaslı nedenleri olacaktır. Bunları birer birer saymağa hacet yoktur. Herkesin bildiği şeyler bunlar…
Toplu halde geri kalmamızın sebepleri aşikar ve ortada. Bunlar saklanmaz şeyler. Biz geri kalmış bir topluluk olarak hiç kimsenin ilgisini de çekemiyoruz; halimize bakıp üzülmekten başka elimizden bir şey gelmiyor.
Şimdi bu halimize bakıp mazideki durumumuzu bir hükme bağlamak isteyecekler bulunacaktır elbet. Onlara tarih okumalarını, bizim nasıl bir millete mensup olduğumuzu, bu suretle öğrenmelerini tavsiye edeceğiz. Şimdi yüz yılların ötesinde kalmış bu medeni ve insani meziyetlerimiz unutuldu artık. Hepsi nisyan oldular, hatırlanmıyorlar. Fakat tarih sahifeleri buna şahittir. Böyle, insanların şeref ve haysiyetlerine, milli anane ve benliklerine sahip olarak yaşamalarını sağlamış bir milletin soyundan olan bizlere karşı, daha müsamahalı davranmak bir kadirşinaslık olurdu. Bunlar yapılmadı. Yanlış kanatlarla geri bırakılmamıza sebep olundu.
Milletlerin tarihe geçmiş vasıflarını, şaşaalı ve çok kuvvetli devirlerini ve o zaman içindeki davranışlarını, idarecilerimizin çok iyi bilmeleri lazımdır. Ancak hakkımızda edinecekleri bu temel bilgiler; değerimizin anlaşılmasına yardımcı olacaktır. Ve kalkınmamız için alacakları kararların mahiyetine müspet tesirini icra edecektir.
Yukarıya yazdıklarım, iyi niyetli, insan hak ve hürriyetlerine saygı gösteren kişiler içindir. Bizim geri kalışımıza, bizimle beraber üzülen insanlar içindir. Yoksa, Azınlığımızı sevmiyen, onu, mahiyeti bizce çok iyi bilinen kararlarla gelişmesini önlemeye çalışan insanlara söyliyecek tek sözümüz yoktur. Hakkımızda alacakları kararlar; bugün için bunlara bir mesuliyet yüklemese bile, tarihin acı bir şekilde ithamından kendilerini kurtaramıyacaklardır.
Ne yapalım, ne edelim bu az gelişmişlik durumumuzdan kimlere şikâyet edelim? Her alakalı kulağın politika icabı, duvar gibi sağır olduğu bu zamanda derdimizi kimlere anlatalım? Geri kalmışlığımızdan insan olarak, üzülecek, acı duyacak makam sahibi, fikir sahibi, medeniyet savunucusu insanları nerede bulalım? Neden susuyorlar bunlar?
Hemen ifade edelim ki, şikâyetlerimizin hakka dayandığını kabul edecek ve bize yardım elini uzatacak vatandaşlarımız vardır. Biz onları arıyoruz işte. Geri kalmışlığın hüzün veren utancından kurtulabilmek için şimdi de biz onların yardımını istiyoruz.
Bu bir lutuf dileği değildir. Beş buçuk asır devem eden bir zaman içinde, bizim de, şimdi alakalanmalarını istediğimiz vatandaşlarımızın gelişmelerine yardımcı olduğumuz, tarihten bilinmektedir. Şimdi biz işte bu borcun edasını istiyoruz. Ve istiyeceğiz.

    Akın, Ekim 1966
DEĞER ÖLÇÜSÜ
İnsanların değeri, terazi ile tartılamaz, metre ile ölçülemez. Onlar için mihenk taşı hizmetlerdir.
Hiçbir zaman toplumun ana davaları olan işlere karışmamış kişilerin, ahlâki meziyetleri, şahsiyetleri ve içtimâi noksanlıklara olan vukufları, tecrübe edilmeden anlaşılamaz. Kanaatimizce, toplumun bir insana vereceği kıymet ve ehemmiyeti, aldığı vazifeyi, ekseriyetin ihtiyacına ve isteğine göre yürütüp umumun vicdanında lâyık olduğu yüce mevkii almak için, dürüst çalışmak mecburiyetindedir. Ancak böyle davrananlar, bir değer olduklarını ispat etmiş olurlar. Aksini yapanlar ise, kıymetsiz kişiler olduklarını, lânetle anılmağa müstahak olduklarını, ilân etmiş olurlar.
Böyle pespaye durumuna düşen, bahtsız insanları, fert olarak acıyanlar çıksa bile, cemiyet onları hiçbir zaman affetmez. Ömürlerinin sonuna kadar, birer insan posası olarak, vicdanlarının bile mesul ettiği itibarsız, haysiyetsiz, güvenilmez ve nefret edilen kimseler gibi yaşamağa mecbur kalırlar.
Vakıa, toplumun başına geçmek fırsatını bulanların, hata işleriz, korkusu içinde yaşamaları, bu yüzden hiçbir iş yapmak istememeleri de, daha büyük bir hata olur. Yalnız hiçbir zaman hatırdan çıkarılmaması gereken bir cihet varsa, toplumun genel yaşayışına tesir icra edecek bir karar verirken onun temayüllerini hesaba katmak düşüncesi, bütün davranışlarda hâkim fikir olmalıdır.
Biz aslında, şahsi olmak şartı ile, ufak tefek kusurları kendine yakıştıranları hedef tutup umumi efkâr karşısında, bu hallerini şikâyet konusu yapan akılsızsız mızmızlardan değiliz. İnsan olarak hepimizin, bilerek veya bilmeyerek yaptığımız şahsi kusurları olacaktır. Lâkin bu hallerimizden, mensup olduğumuz toplum, hiçbir zarar görmemelidir.
Eğer hareketlerimizden toplumun; haline ve geleceğine, kötü tesir icra edecek bir durum hasıl olacağı anlaşılırsa, bu kusur değil; cinayet olur.
Zaten böyle kusurları işleyenler, halkın vereceği temyiz edilemeyen kesin bir hüküm ile değer bakımından sıfıra düşmüş olurlar.
Azınlığımızın başına geçmiş bulunanlar, akıllı kişiler iseler, kısaca değindiğimiz bu ilkeler içinde, ana davalarımızı yürütmek mecburiyetindedirler. Şayet kavrayışsız ve her insanda bulunması lâzım gelen hasletlerden yoksun iseler, bizim samimiyetimizin ifadesi olan bu uyarmalarımıza tabii sırt çevireceklerdir. Belki de vazifelere müdahale eden bir şahıs telâkki ederek hırçınlaşacaklardır. İşte o zaman, zaten biraz da akılsız olduklarını, bir kere daha ispat etmiş olacaklardır.
Hazır fırsat elvermişken, konumuzla ilgili bir Çin atasözünü buraya kaydedeyim:
“Ahmak adam, bütün ömrünü akıllı bir adamın yanında geçirse; bir kaşığın, çorbadan nasibi ne ise, onun da akıldan nasibi o kadar olur.”
Unutmamak gerekir ki: Çoğu kere, topluma yapılan hizmetlerin hata ve sevabını, halka anlatmak mecburiyeti hasıl olur. Böyle duruma nasıl olsa düşüleceğini hesaba katanlar, hareketlerini ve kararlarını ayarlayıp toplumun ihtiyaçlarına ve temayüllerine uygun bir sınır içinde yürütmeyi, en makul davranış tarzı kabul ederler. Ve bu suretle halk nazarında değerlerini yükseltmiş olurlar.

ASIM HALİLOĞLU
(1923 -1980)


Hayatı:
Asım Haliloğlu 1923’te İskeçe’nin Kireççiler (Hrisa) köyünde doğdu. Kireççilerli Halil Ağa’nın oğludur. İlkokulu köyünde bitirdikten sonra parasız yatılı sınavını kazanarak önce Edirne, daha sonra da Sivas ve İstanbul’a giderek orta öğrenimini tamamlamıştır. Haydarpaşa Lisesi’ni bitirdikten sonra, sağlık nedeniyle öğrenimine bir süre ara veren Asım Haliloğlu daha sonra İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesine girdi. 1953 yılında buradan mezun olunca Batı Trakya’ya döndü. Gümülcine’nin (Salmoni) Salmanlı köyüyle, İskeçe’nin (Vafeyka) Boyacılar köyünde birer yıl öğretmenlik yapmış, bir yıl da (Ksanthi) İskeçe Merkez Türk İlkokulu’nda müdür olarak görevde bulunmuştur. 1958 ve 1960 yıllarında İskeçe Türk Birliği başkanlığı görevinde bulundu. 19 Şubat 1957 yılında, mesul müdürlüğünü Hasan Hatipoğlu’nun üstlendiği “Akın”[16 - Akın gazetesi, Şubat 1957 yılında Gümülcine’de yayınlanmaya başladı.. Haftalık olarak yayımlanan gazete, Temmuz 1993 yılında 1196. sayısıyla yayınına son verdi.] gazetesini çıkardı ve 23 yıl süreyle bu gazetenin sahipliğini üstlendi ve başyazarlığını yaptı. Bu gazetede yazdığı makaleleriyle azınlık halkının çektiği sıkıntıları dile getirdi. Bu arada yazdığı bazı şiirleri; özellikle çocuklara yönelik şiir ve manzume çalışmalarını bu gazetenin sayfalarında yayımladı. “Türkler İçin Yunanca” adlı gramer kitabı 1965 yılında Gümülcine’de basıldı.
Edebi kişiliği:
Asım Haliloğlu Batı Trakya’da daha çok gazeteciliği ve ödün vermez Atatürkçülüğü ile tanınır. Akın Gazetesinde yazdığı başmakalelerinde daha çok toplumsal konu ve sorunları işlemiş, azınlık insanına yönetim tarafından uygulanan insanlık dışı uygulamaları büyük bir cesaretle dile getirmiştir. Onun makalelerinde ve az sayıda yazdığı şiir ve çocuk manzumelerinde Türkçe’ye verdiği önem hemen göze çarpar. Türk dilini yanlışsız kullanmış, ağdalı bir dil kullanmaktan özellikle kaçınmıştır. Gazetedeki” Çocuk Sayfası”nda daha çok bazı alıntılara yer verilmiş, bu sayfada yerli yazarların ürünleri de yayımlanmıştır. Asım Haliloğlu’nun çocuklara yönelik yazdığı bazı şiir ve –bilinen bazı fabllardan uyarlama- manzum hikâyeler de (Yalan Dünya, Bir Yıl Daha Gitti, Yaslı Bulut ve Ben, Göç, Nasrettin Hoca’nın Borcu, Kar, Akın Gazetesi, Gümülcine, 21 Aralık 1967/ Leylekle Tilki, Akın Gazetesi, Gümülcine, 25.5.1970 / Kurt ile Oğlak, Akın Gazetesi, Gümülcine, 6.12.1969 / Eşekle Tilki, -hikâyeAkın Gazetesi, bu sayfada yer almışlardır. Şiir ve manzumelerinde akıcı bir dil kullanmış, vezin ve kafiyelerdeki başarısı manzumelerine ayrı bir tat ve güzellik katmıştır. Bu alanda Batı Trakya Türkleri Çocuk edebiyatına öncülük eden isimlerin başında yer alır.
Çalışmaları:
Kitap:
1- “Türkler İçin Yunanca- yardımcı Ders Kitabı-”1965 Gümülcine
Akın gazetesi:
(Söyle Hemşerim-mizah/manzume, “Akıncı” takma adıyla-Akın, sayı:219, Şubat 1962)
(Eşekle Tilki-manzum hikâye- Akın, sayı:472, Aralık 1968)
(Kar-şiir- Akın, sayı:473, Ocak 1969)
(Köyünün Verdiği Ders-manzum hikâye- Akın, sayı:474, Şubat 1969)
(Kedi ile Fareler-manzum hikâye- Akın, sayı:475, Mart 1969)
(Akılsız Kurbağa-manzum hikâye- Akın, sayı:476, Nisan 1969)
(Hasta Arslan-manzum hikâye- Akın, sayı:477, Mayıs 1969)
(Kurt ile Kuzu-manzum hikâye- Akın, sayı:480, Ekim 1969)
(Aslanla Tilkinin Dostluğu-manzum hikâye- Akın, sayı:481, Kasım 1969) (Kurt ile Oğlak-manzum hikâye- Akın, sayı:482, Aralık 1969)
(Tilki ile Üzümler-manzum hikâye- Akın, sayı:683, Ocak 1970)
(Altın Yumurtlayan Tavuk-manzum hikâye- Akın, sayı:484, Şubat 1970)
(Nasrettin Hocanın Borcu-manzum fıkra- Akın, sayı:486, Nisan 1970)
(Leylekle Tilki-manzum hikâye- Akın, sayı:487, Mayıs 1970)
(Nasreddin Hocanın Sakızı-manzum fıkra- Akın, sayı:490, Temmuz 1970)
(“Onun İzinde Olmak Gerçek İnsanlıktır”-köşe yazısı-Düşmanı
Dost Sanan Kaplumbağa-manzum hikâye- Akın, sayı:501, Kasım 1970)
(Aslan Postu Giyen Eşek-manzum hikâye- Akın, sayı:502, 503, Aralık 1970)
(Güzel Geleneklerimiz Arasında Hıdrellezi Kutlama-derlemeAkın, sayı:712, 713, Yıl:1978)
Başyazılarından bir örnek:
ONUN İZİNDE OLMAK GERÇEK İNSANLIKTIR
Türk ulusunun büyük kurtarıcısı, gerçek önderi, eşiz asker ve devlet adamı Atatürk ölümünün 32’nci yıldönümünde bir kere daha saygıyla anıldı.
O, yalnız kendi ulusu için bir kurtarıcı ulussever devlet adamı değil, fakat bütün insanlık alemi için barış, yükselme, iyiye, doğruya, güzele yönelme ışığı idi ve ebediyen öyle kalacaktır. Tarihin hiçbir döneminde, hiçbir devlet adamı O’nun kadar “insanlık idealinin aşık ve seçkin siması” olamadı veya bu idealini onun kadar açık bir tutumla ispat edemedi.
Türkiye Cumhuriyeti’ni kurunca hırs, kin, art düşünce O’nun politikasında asla yer almadı. “Yurtta barış, Cihanda barış” dedi ve bu ilke ile güttüğü dış politikada ulusunun daha dünkü düşmanlarıyle gerçek bir işbirliğine girişti, kanlı yaraları sardı.
“Bugün bütün dünya ulusları aşağı yukarı akraba olmuşlardır. Ve olma yolundadırlar. Bu bakımdan insan, üyesi olduğu ulusun varlığını ve mutluluğunu düşündüğü kadar bütün yeryüzü uluslarının huzur ve sükununu düşünmeli ve kendi ulusunun mutluğuna ne kadar değer veriyorsa bütün yeryüzü uluslarının mutluluğuna yardımcı olmağa da elinden geldiği kadar çalışmalıdır. Yeryüzünde ve uluslar arasında iyi geçim olmazsa bir ulus kendisi için ne yaparsa yapsın huzurdan yoksundur… Dünyanın filan yerinde bir rahatsızlık varsa ‘Baba ne” dememeliyiz. Böyle bir rahatsızlık varsa tıpkı kendi aramızda olmuş gibi onunla ilgilenmeliyiz…”
İşte bugünün Birleşmiş Milletler Teşkilatı ilkelerinin müjdecisi sözleri.
“Ne mutlu Türk’üm diyene” sözleriyle Türk milletinin üstün niteliklerini özetleyen büyük Ata, milliyetçi Türk’e nasıl bir insanlık yaraştırdığını da yukarıdaki sözleriyle açık olarak belirtmektedir. İstediği milliyetçilik de dünya insanlığına karşı sonsuz sevgi ve saygı duyguları beslemek ve çok güvendiği milletine böyle tarihi bir görev yüklemek.
Ne kadar söylense azdır. Ne kadar yaklaşılsa erişilmez. Çünkü O bir insanlık idealidir. İzinde olmak gerçek milliyetçilik ve gerçek insanlıktır.
Şiirlerinden birkaç örnek:
GÖÇ
“Elveda” diyerek gider soydaşım,
Anayurt yolcusu, ona ne denir?
Gözü yaşlı kalır köyde soydaşım,
Kader böyleymiş elden ne gelir?
Oğlumuz orada, gelin burada
Kendimiz burada, yürek orada
Ezilir dururuz iki arada
Kader böyleymiş elden ne gelir?
Bilseniz kimlere kalmıştır zaman
Namuslu kişiye verilmez aman
Şikâyet güç olur halimiz yaman
Kader böyleymiş elden ne gelir?
Soyumuz asildir Oğuzlar soyu
Başımız eğilmez atalar huyu
Yad ellerde acımız nesiller boyu
Kader böyleymiş elden ne gelir?
Anneler yollarda evlat kucakta
Hıçkırık sesleri köşe bucakta
Baykuş yuva yapmış sönen ocakta
Kader böyleymiş elden ne gelir!
Açılır kapanır göçmenler yolu
Bağlanır dostların hep eli kolu
“Ötme bülbül içim dert dolu”
Kader böyleymiş elden ne gelir?
Bir yanda tarihin zafer nağmesi
Bir yanda Türklüğün özgürlük sesi
Gönlüme eş olur daha nicesi
Kader böyleymiş elden ne gelir?
Sabreyle ağlama hasret sözüne
Uzaklar yakındır Türk’ün gözüne
Gün olur kavuşur herkes özüne
Kader böyleymiş elden ne gelir?
YALAN DÜNYA
Hoş bir sohbet düşmez gider
Dost yanında dilimizden
Ayrılırken alır keder
Neler geçmez içimizden.
Zaman olur dünya boştur,
Bir bakarsın her şey hoştur
Ömür boyu ümit koştur
Neler geçmez içimizden.
Sazlar çalıp nağme etse
Billur kadeh gelip gitse
Meclis coşup gamlar bitse
Neler geçmez içimizden.
Günler kaçar, aylar kaçar
Gönül kuşu yüksek uçar
Baharda bir çiçek açar
Neler geçmez içimizden.
Rengârenk hayalimiz
Pek yamandır şu halimiz
Bir düşünsek neyiz kimiz
Neler geçmez içimizden.
Çocuk şiirleri ve manzum hikâyelerinden örnekler:
KAR
Penceremden seyrederim,
Ak pak olmuş çamlı dağlar.
Bu güzellik nedir, derim,
Ak pak olmuş çamlı dağlar!
Dışarıda hava soğuk,
Kuş sesleri boğuk boğuk,
Tüter baca oluk oluk,
Ak pak olmuş çamlı dağlar.
Yamaçlara kurtlar inmiş,
Çan sesleri yine dinmiş,
Kelebekler neden sinmiş?
Ak pak olmuş çamlı dağlar.
Bobim durmaz kuyruk sallar,
Tekirciğim hep miyavlar,
Üşümüş bu zavallılar,
Ak pak olmuş çamlı dağlar.
Ah ne güzel bembeyaz kar,
Lapa lapa durmaz yağar,
Bu günde bir başkalık var,
Ak pak olmuş çamlı dağlar.
LEYLEKLE TİLKİ
Tilki ile bir leylek
Dost oldular bir zaman
Sarmaş dolaş ikisi
Görmelisiniz aman!
Tilki bir gün leyleği
Ziyafete çağırdı.
Söylediği o sözler
Ne kadar da kibardı:
“Canım, ciğerim benim
Yarın bize gidelim
Pişirdiğim yemeği
Beraberce yiyelim!”
Leylek te kabul etti.
Uçtu tilkiye gitti.
Çorba konmuş bir tabak
Laka laka laka lak…
Uzun sivri gagalı
Misafirde hale bak!
Aç kalmıştı leylekcik
Yiyemeden bir şeycik
Tilki gibi bir kalleş
Bulunur mu a kardeş?
Bitirince yemeği
Hep kendisi yiyerek
Özür diler leylekten
Üstelik te gülerek:
“Beğenmedin galiba
Güzel değil mi çorba
Pek üzüldüm doğrusu
Haha haha haha ha!”
Leylek onu çağırdı
Ziyafete bu defa
Dar ağızlı sürahi
Doldurulmuştu çorba.
Buram buram tütüyor,
Burcu burcu kokuyor!
Ev sahibi nazikçe
Buyur etti tilkiyi
Kendisi de yaklaştı
Gösterip sürahiyi.
Öyle dar bir ağızdan
Tilkinin burnu girmez
O güzelim çorbadan
Bir yudumcuk içemez.
Leylek gagayı sokar
Laka lak laka lak…
İçer bitene kadar
Şimdi onda keyfe bak!
Sonra tilkiye döner
Ona şunları söyler:
“Af dilemem kardeşlik
Kalleşliğe kalleşlik!”
NASREDDİN HOCA’NIN BORCU
Veresiye mal alır
Bakkaldan Hocamız da
Epeyce borçlu kalır
Yine lâf aramızda
Mahalle bakkalı bu
Hatırlatmaz olur mu
Hocamız “şimdi yok” der,
Savar her zaman onu
Bir gün Hoca kahvede
Dalmış derin sohbete
Tıklım tıklım içerisi
Herkes ona gülmede.
Böyle hoş bir havada
Gelir komşu bakkal da
“Tamam sırası” deyip
Bir lâf eder o anda:
“-Hoca şu bizim borcu
Ne zaman vereceksin?”
Sanki tavan yıkılır
Hoca’nın kafasına
Hoca kalkar yapışır
Adamın yakasına:
“Bakkal bakkal baksana
Nedir bu borcum sana?”
”-Kırksekiz akçe Hoca”
“-Öyleyse iyi dinle:
Yarın al yirmibeşi
Öbürgün yirmisini,
Söyle bakayım şimdi
Hesabın gerisini?”
“-Üç akçe kalır daha!”
Bu cevabı alınca
Şöyle bağırır Hoca:
“-Üç akçelik borç için
Konuştuğun yere bak
Behey akılsız adam
Sende yok mu utanmak!…”

SALAHADDİN GALİP
(1929 – 2008)


Hayatı:
Salahaddin Galip,1929 yılında Gümülcine’de (Komotini) doğdu. 1942’de Gümülcine Rüştiyesi’ni bitirdi. 1945 – 1955 yılları arasında Batı Trakya Türk Azınlık okullarında öğretmen olarak görev yaptı. 1955 – 1957 yıllarında T.C. Midilli Konsolosluğu’nda mahalli katip ve tercüman olarak çalıştı. 1958 – 1961 yıllarında Gümülcine Türk Cemaat başkâtipliği görevini yürüttü. Bu arada basın hayatına atılarak toplumsal hizmetini ağırlıklı olarak bu alana kaydırdı. 1958 Kasım – 1964 Şubat tarihleri arasında İskeçe’de (Ksanthi) yayınlanan Trakya gazetesinde sorumlu müdürlük ve yazarlık yaptı. Kurucularından olduğu sosyal ve siyasi içerikli “Batı Trakya”[17 - Batı Trakya dergisi, 15 Temmuz 1961 yılında yayına başladı, 5. sayısıyla 18 Eylül 1961 tarihinde yayınına son verdi.] dergisinin genel yayın yönetmenliğini üstlendi. 1961 yılında yayına başlayan bu dergi, olanaksızlıklar nedeniyle, yalnız 5 sayı çıkabildi. Bu derginin kapanmasından sonra, aynı yıl içinde haftalık Aliş[18 - Aliş çocuk dergisi 1961 yılında yayımlanmaya başladı. 13 sayı çıkarak yayınına son verdi.] çocuk dergisini çıkardı. Bu dergi de okullara girmesi müfettişlikçe yasaklandığından, ancak 13 sayı çıkabildi. Bundan sonra, 1967 -1981 yılları arasında Gümülcine’de yayınlanan haftalık Azınlık Postası[19 - Azınlık Postası gazetesi, 6 Eylül 1967 tarihinde Gümülcine’de (Komotini) Sala-haddin Galip tarafından çıkarıldı. Haftalık olarak yayımlanan gazete, 348. sayısıyla 11 Aralık 1981 tarihinde yayınına son verdi.] gazetesini çıkardı. Gazete, Cunta döneminde devamlı sansüre uğradı… Gazetecilik ve yazarlık yaşamında 21 kez basın suçundan yargılanan ve çeşitli cezalara çarptırılan Salahaddin Galip, son olarak 1973 yazında Yunanistan’da sözde cumhuriyet ilân edilip ihtilalci Albay Papadopulos’un Cumhurbaşkanı seçilmesi nedeniyle fikir ve siyasi suçlulara genel af çıkarılması üzerine hapisten salıverildi.
1984 yılında Yunanistan vatandaşlık yasasının 19. Maddesi gereği Yunan vatandaşlığından çıkarıldı. Danıştay’a başvurup 1990 tarihinde yeniden Yunan vatandaşlığı hakkını kazandı. Bu kez, 5 Ağustos 1990 tarihinde vatandaşlık yasasının 20. Maddesiyle Yunan Anayasası’nın 4. Maddesi uyarınca, yurt dışında Yunanistan aleyhine propaganda yapmak ve faaliyetlerde bulunmak suçlamasıyla yeniden vatandaşlıktan çıkarıldı. Bu konuda Danıştay’a ve Avrupa İnsan Hakları Komisyonu’na yapılan itirazlarda olumlu sonuç alınamadı.
İstanbul’da ikamet eden ve orada vefat eden Salahaddin Galip, zaman zaman Türkiye’deki dergi ve gazetelerde yazılar yazdı. Yazarın, Şafak yayınları içinde çıkan “Martı Kanadından Damlalar” adlı şiir kitabıyla Azınlık Postası gazetesinde yayımlanan makalelerini topladığı “Batı Trakya’da Yazabildiklerimden…” adlı bir kitabı vardır. Bir de Fransız gazeteci – yazar Jean Leune’nün “Megali İdeanın Yalancı Cenneti” adlı kitabının çevirisini günümüz Türkçe’sine uyarlamıştır.
Edebi kişiliği:
Salahaddin Galip Batı Trakya’da gazeteci olarak bilinir, tanınır. Onun edebiyatla ilgisi, şiir çalışmalarıyla sınırlı kalmıştır. Çalıştığı ve çıkarmış olduğu basın organlarında kendi şiirlerine yer vermemiş, bu şiirlerinden bazılarını o yıllarda, Türkiye’de “Ajans Türk” adlı almanakta yayınlamayı tercih etmiştir… Bunun yanında sahibi olduğu Azınlık Postası gazetesinde bir “Sanat Yaprağı” eki çıkararak, burada Türkiye edebiyatından çeşitli örneklere yer vermiş, yeni yetişen bazı edebiyat meraklıları da bu gazete sayfalarında görülmeğe başlamıştır. Basın hayatıyla iç içe olduğu dönemlerde kendi şiir çalışmalarına hiç yer vermemesi, Salahaddin Galip’in edebiyat alanında Batı Trakya’da tanınmamasına neden olmuştur. Gazetedeki yazılarında daha çok öz Türkçe sözcükler kullanmayı yeğlemiş, kusursuz ve oldukça akıcı bir dil kullanmıştır.
Şiir kitabı ”Martı Kanadından Damlalar” hakkında, Mustafa Tahsinoğlu’nun, Şafak dergisinde yayımlanan kısa bir değerlendirmesi vardır. Söz konusu değerlendirmede, Mustafa Tahsinoğlu, Salahaddin Galip’in şiiri hakkında şunları söyler:
“… Şiirleri dikkatle okudukça, onun iç dünyasındaki çalkantıları görebiliriz. Onun özel yaşamıyla ilgili gibi görünen iç dünyasındaki bu çalkantılar, onun olduğu kadar, azınlık insanının büyük bir kesiminindir de. Azınlık insanının dününü, bugününü bilenler, bu şiirlerde insanımızı bulacaklardır. Şairimiz Salahaddin Galip, sıla hasretiyle yanan bir örnektir. Onun için şiirlerinde kendi vardır, onun için ortaya kendini kor, serer. En güzeli, en içteni de bu…”
Mücahit Mümin de Salahaddin Galip’in şair kişiliği üstüne bazı açıklıklar getirir bir yazısında:
“…Salahaddin Galip’i 1960’lı yılların başlarından beri tanırım. Daha sonra “Azınlık Postası” gazetesini çıkardığında bu tanışıklığımız bir dostluğa dönüştü. Aramızda bir ağabey-kardeş ilişkisi oluştu.”Azınlık Postası” gazetesinin sanata yönelik bir yönü de vardı. O zamanlar biz bu gazetede bu türden yazılar yazıyorduk. Ama çok kimsenin bilmediği başka bir şey daha vardı. O da Salahaddin Galip’in sanatçı yönüydü. Salahaddin Galip bir şairdi. Şiirlerini her okuduğumda bunları neden yayımlamadığını soruyordum kendisine. Üstelik kendi gazetesi de vardı ve bu gazetede bir de “Sanat Yaprağı” eki çıkarıyordu. Ama o, gazetesinde kendi şiirlerini yayınlamak istemedi. Oysa güzel şiirlerdi bunlar…”
Çalışmaları
Kitap:
1. Martı Kanadından Damlalar, Şafak Yayınları 1998, İstanbul
2. Batı Trakya’da Yazabildiklerimden, Kastaş Yayınevi, 1998
3. L’ Eternal Ulysse “Megali İdeanın Yalancı Cenneti” Jean Leune, çeviren: Ali Reşat, günümüz Türkçe’sine uyarlayan: Salahaddin Galip
“Şafak” dergisi:
(Nisan Yağmurları-şiir- Şafak dergisi, sayı:40, Temmuz-Ağus tos 1994)
(Resmidir-şiir- Şafak dergisi, sayı:92, Haziran-Temmuz 1999)
(Doğa Değişti-şiir- Şafak dergisi, sayı:94, Eylül 1999)
İnsanların çeşitli kötü alışkanlıkları vardır ki bunlar sadece sahiplerine zarar vermekle kalmaz, dolayısıyle, onların mensup bulundukları toplumları da zayıflatır, gelişmesini köstekler ve birliği zedeler.
Başyazılarından bir örnek:
DEDİKODU
Bu kötü alışkanlıklardan bir tanesi de hiç şüphesiz dedikodu, yani insan çekiştirmektir. Buna, yıkıcı konuşma da denebilir.
Çeşitli art düşünce ve çıkarların etkisi altında bin bir türlü yalan ve iftiralarla süslenip genel olarak bir çift dudakla bir kulak arasında fısıltı halinde, kimi kere de açıktan açığa yapılan dedikodulara ve dedikoduculara her toplumda az veya çok rastlamak kabildir. Ancak, dedikodu, daha ziyade kültür bakımından geri kalmış toplumlarda kendini belirli bir şekilde hissettirmektedir. Bu da dedikoducuların dedikodularını dinletebilecek kimseleri bulabilmesinden ileri gelmektedir. Halbuki dedikoduyu dinleyenlerin dedikoduyu yapanlardan arif olması gerekir.
Toplumumuz için fayda sağlayacak pek çok konularda olumlu ve yapıcı konuşmalar bir yanda dururken ortaya birini atıp çekiştirmenin üzücü örneklerini çevremizde sık sık görüyoruz. En ilkel ahlâk kurallarıyle dahi bağdaşmayan bu kötü alışkanlık, her şeyden önce toplumumuzun insanlarını birbirinden soğutmakta, aramızda düşmanlık yaratmakta ve dolayısıyle birlik ve beraberliğimizi zedelemektedir. Dedikodu yaparak insan çekiştirmekle kaybedilen zaman ve kıymetli iş saatleri ise şu kısa ömür için hiç de küçümsenmeyecek kadar önemlidir.
Oysa, toplumumuzun sosyal, kültürel ve ekonomik alanlarda gelişip ilerliyebilmesi için birlik ve beraberliğe her zamankinden daha çok muhtaç olduğumuz şu yıllarda dedikodularla kaybedilecek bir tek dakikamız bile yoktur.
Köylü veya kentli kadın ve erkek bütün kardeşlerimiz şunu iyi bilmelidirler ki, evlâtlarımıza güzel ve mutlu bir “yarın” bırakabilmek için “bugün” çok çalışmamız gerekmektedir. Bunu başarmamız da zamanımızı değerlendirebilmemize bağlıdır. Bu münasebetle dedikoduculara katiyen yüz vermeyiniz. Çünki onların, söyledikleri ve söyliyecekleri; tersine olarak kıymetli zamanınızın boş yere harcanmasına sebep olacaktır. Hatta dedikoduculara, yaptıkları hareketin iyi olmadığını hatırlatıp bu huylarından vazgeçmeleri hususunda telkinlerde bulunmak da bir insanlık görevidir. Bu suretle onların bu kötü alışkanlıktan kurtulmalarına yardım etmiş oluruz.

    Azınlık Postası gazetesi, sayı:48, Nisan 1969
“Martı Kanadından Damlalar” adlı kitabından alınan bazı örnekler:
UZAYAN ÇİZGİLER
Ezan okunuyor segahtan
Kuşlar uyandı uyanacak,
Deniz maviye boyandı boyanacak;
Seni özlemişim yine…
Ben zaten gün batışlarında
Ve de gün doğuşlarında
Hep seni özlerim.
Sen hareli yani menevişli rüyalarında, ben burada uyanık
Ufuklar ötesini gözlerim…
Yol olur, ray olur içimde tüm çizgiler;
Uzar her biri uzar da sana gider.
Bir tek ben uzanamam soğuk ve karlı
O buruk ve efkârlı yalnızlıklarına…
HARAP TEKNE
Hasret kıyılarına vurmuş
Harap bir tekneyim ben.
Hatıralar ufuklarımda
Yelken yelken şişmiş;
Bordama çarpan her çılgın dalga
Yüreğimin bir parçasını
Koparıp gitmiş…
SEVGİLERLE YAŞAMAK
Sevgilerle büyük büyük yaşıyorum
Sevmenin, sevilmenin gizemli akışında
Coşuyor, taşıyor, çağlayanlaşıyorum…
Şu kavgalı, şu karmaşık dünyada ben
Doğayla, insanlarla ve özümle barışık
Bir dergâh kumuşum sevebilenlere,
Çiçek tozundaki aşkı görebilenlere açık…
Suyun renginde renklenmek geceler boyu
Ve yaşamayı yaşamak gibi ipeksi bir duyguyu
Üleşiyorum türkülerde paylaşabilenlere…
BİLEMEZSİN
Bilemezsin nasıl gülerim
Gülünce ben,
Nasıl ağlarım ağlayınca.
Hele sevince öyle sever,
Öyle severim ki
Bilemezsin…
KURTULUŞ
Biliyorum,
Sen de sevmiyorsun
Sessizliğini gecenin.
Hele şu gökyüzünü örten
Bulut adlı bilmecenin
Kurşun ağırlığı
Kasvetle çökünce omuzlarına
Çırpınıyorsun değil mi
Kurtulmak,
Kurtulup çıkmak için yarına?
İşte, ben de öyleyim…
SELAM!
Günlerimi mi soruyorsunuz?
Günlerim geçiyor işte…
Ben İstanbul’un içinde,
Batı Trakya benim içimde
Özlemlerle yaşıyorum
Sarmaş dolaş bir biçimde…
HOŞÇA KALIN
Topladık tası tarağı;
Tamam, göçüyoruz artık bu dünyadan…
Billah gideceğimiz yer ölüm ötesi de olsa;
Canımız emrine amade sevimli Azrail’in.
İnanın, nazını çekemeyeceğim artık
Aramızda evliya geçinen üç-beş rezilin…
MARTI KANADINDAN DAMLALAR
Çok uzaklardan geliyorum;
Avuçlarımda güneş, yüreğimde ateş
Ve göklerimde martı kanadından damlalar…
Özlemleri sürüklüyorum peşimde;
Sana her gelişimde
Altın Oraklar ülkesinden
Anılar taşıyorum kucak kucak
Her biri hayal olmuş ya da olacak
Anılar…
Çok uzaklardan geliyorum
Martılar seren direklerimde;
Akşam oluyor, martılar yorgun.
Yüreğim gibi doğaya da akşam
Bir başka yansıyor;
Sanki biraz solgun, biraz durgun.
Evet, akşam oluyor yavaş yavaş,
Ben hazırım arkadaş!
HEPSİ SANA
Anılar yangınında
Saygılar;
Sevgiler,
Özlemler
Hepsi sana toprağım,
Hepsi sana tohumum,
Hepsi sana…
DOST ELLERİ
Bir balyoz altında eziliyor başım;
Balyozu tutan hep dost elleri…
Karakulak saplı bıçağı
Önce göğsüme vuran
Sonra da onu yarada buran
Hep dost elleri…
Dost elleri, dost elleri,
Ben zaten beklerdim sizden
Bunlara benzer darbeleri,
Zavallı dost (!) elleri…

TEVFİK HÜSEYİNOĞLU


Hayatı:
Tevfik Hüseyinoğlu (Komotini) Gümülcine’ye bağlı (Kerasya) Kirazlı köyünde doğdu. Doğum yılı: 1936. Küçük yaşta yetim kaldı. İkinci Cihan Savaşı, Alman İşgali, Bulgar Zamanı ve Çete Harbi yıllarını yaşadı. Çocukluğu sefalet içinde geçti. Kendi deyimiyle “çocukluğunu yaşayamadı.”
Dokuz yaşında başladığı. ilk öğrenimini (Sosti) Susurköy İlkokulu’nda bitirdi. (Komotini) Gümülcine’de Medrese-i Hayriye’yi bitirdikten sonra lise öğrenimini Celal Bayar Lisesi’nde tamamladı. 1967 yılında Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi’nden mezun oldu. Aynı yılın sonbaharında Muzaffer Salihoğlu İskeçe (Ksanthi) Azınlık Lisesi’ne tayin edildi. 2003 yılında emekliye ayrıldı.
Öğretmenlik görevinin yanı sıra başka etkinliklerde de bulundu. Batı Trakya Türk Öğretmenler Birliği’nin çeşitli komisyon çalışmalarına katıldı. Eğitim panellerinde konuşmacı olarak yer aldı. B.T.A. Yüksek Tahsilliler Derneği’nin kuruluş çalışmalarına katıldı. Derneğin yönetim kurulu üyeliklerinde bulundu. Genel sekreterlik ve başkanlık yaptı.
Azınlık basınında sürekli yazan ve çok yönlü çalışmaları olan bir yazar olarak kabul edilir.. Düz yazıları daha çok öğretici nitelikte yazılmış makalelerdir. Gene de, onun edebiyat alanına ilk adımı atması Yunanlı yazar Antonis Samarakis’in “Tehlike İşareti” adlı romanını Türkçe’ye çevirmesiyle olmuştur. “Meslek Borcu” adlı romanıyla da Batı Trakya’da bir ”ilk”e imzasını atmıştır. 2009 yılında BAKEŞ yayınları arasında çıkan “1946 – 1949 / Yunan İç Savaşı’nda Batı Trakya Türk Azınlığı” adlı kitabı Rahmi Ali ile birlikte hazırlamıştır.
Edebi kişiliği:
Tevfik Hüseyinoğlu, azınlık basınında, şiir, makale ve bazı düşünce yazıları yazmış, konulara sağduyulu yaklaşımı ve çelişkisiz düşünceleri ile dikkati çekmiştir. Mustafa Tahsinoğlu, Şiir/Batı Trakya Türk Azınlığında” başlıklı incelemesinde Tevfik Hüseyinoğlu için, “Onun yazınımızdaki yeri ve ağırlığı tartışılmaz. Her şeyin ötesinde, bence onun en önemli yanı, düşüncesidir…” derken onun yazın alanındaki yerini belirler. Ama onun, edebiyat alanında adının duyulması Andonis Samarakis’in eserini Türkçe’ye çevirip bu romanın yayımlanmasıyla başlamıştır. 1985 tarihinde (Komotini) Gümülcine’deki “Eklogi Yayınları” arasında çıkan kitap Batı Trakyalı bir Türk tarafından bir Yunanlı yazardan çevrilen ilk kitap olma özelliğini taşımaktadır. Bu kitabı Türkçe’ye kazandırma amacını, yazdığı önsözün son paragrafında “yeryüzündeki bütün canlıların nefesini bir anda kesecek kadar gelişmiş olan savaş tekniğinin yıkıcılığı ile körlere göz, ölülere kalp takacak kadar ilerleyen tıp ilminin yapıcılığı arasındaki çelişkiyi ilginç analizler ve sentezlerle göz önüne seren bu eseri Türkçe’ye çevirmek ihtiyacını duydum.” sözleriyle açıklayan Tevfik Hüseyinoğlu, o yıllardan bugüne kadar birkaç yayın organında yayımlanan düzyazıları dışında gündeme gelmemiştir 15 yıllık bir aradan sonra oldukça hacimli bir roman olan “Meslek Borcu”yla yeniden okuyucu karşısına çıkmıştır. Bu çalışma sonrası Batı Trakya Türk Azınlığı edebiyatı oldukça başarılı bir roman kazanmıştır. Onun –gerçek anlamda- Batı Trakya Türk edebiyatı içindeki yerini “Meslek Borcu” romanıyla Antonis Samarakis’ten yapmış olduğu “Tehlike İşareti” adlı çeviri belirlemiştir.
Yayımlanmış çalışmaları:
Kitap:
1.“Tehlike İşareti” Antonis Samarakis (Yunanca’dan Çeviri: Tevfik Hüseyinoğlu) Eklogi Yayınevi -1985 Komotini
2.”Meslek Borcu”-roman- BTT. Öğretmenler Birliği Yayını, Gümülcine (Komotini) 2001
3.”1946 -1949 Yunan İç Savaşı’nda Batı Trakya Türk Azınlığı”araştırma- Rahmi Ali-Tevfik Hüseyinoğlu, BAKEŞ Yayınları, Gümülcine (Komotini) 2009 (İnsanda Hayal Gücü ve Aklın Kudreti-deneme- Öğretmen dergisi, sayı: 3,4 Ocak-Şubat 1971)
“Öğretmen” dergisi:
(İç Âlemimizden Çizgiler-deneme- Öğretmen dergisi, sayı: 5,6,7,8 Mart-Nisan-Mayıs-Haziran 1971)
(Sevgi ve Samimiyet, Öğretmen Dergisi, sayı: 10 -11)
(Duanın Psikolojik ve Pedagojik Etkileri-deneme- Öğretmen-12, Ekim 1971)
(Duanın Psikolojik ve Pedagojik Etkileri:2-deneme- Öğretmen-13, Kasım 1971)
(Duanın Psikolojik ve Pedagojik Etkileri:3-deneme- Öğretmen-14, Ocak 1972)
(Yaşlılara Saygı İnsanlık Borcumuzdur-deneme- Öğretmen dergisi, sayı: 38, Aralık 1977)
“Şafak” dergisi:
(Kısa Bir Yolculuk-hikâye- Şafak dergisi, sayı: 8, Eylül 1990)
(Acıların Getirdiği Tatlı Günler-deneme- Şafak dergisi, sayı:9, Ekim 1990)
(Bekleyişler-deneme- Şafak dergisi, sayı:10, Kasım 1990)
(Sınıfta Boş Bir Yer Vardı-anı- Şafak dergisi, sayı:11, Aralık 1990)
(Kalbimden Kulağıma Gelen Ses-şiir- Şafak dergisi, sayı:12, Ocak 1991)
(İnsanlık Terazisi-deneme- Şafak dergisi, sayı:13, Şubat 1991)
(Yunus Emre Sevgi Yılı-deneme- Şafak dergisi, sayı:15, Nisan 1991)
(Anneler Günü’nde Bir Annenin mektubu-deneme- Şafak dergisi, sayı:16, Haziran 1991)
(Yaşlılara Saygıyı Gölgeleyen Anlayış Farklılıkları-deneme- Şafak dergisi, sayı:28, Eylül 1992)
(Yorulmadan Çalışan ve Çalışmadan Yorulanlar-deneme- Şafak dergisi, sayı:39, Mayıs-Haziran 1994)
(Okulun Bahçesine İlk Adım Eğitimin Başlangıcı mıdır-deneme- Şafak dergisi, sayı:41, Eylül-Ekim 1994)
(Eğitimde Okul Aile ve Çocuk: I-deneme- Şafak dergisi, sayı:42, Kasım-Aralık 1994)
(Eğitimde Okul Aile ve Çocuk: II-deneme- Şafak dergisi, sayı:43, Ocak 1995)
“MESLEK BORCU” ROMANI
(“Meslek Borcu” romanı, bazı gereksiz uzatmalara, araya sokuşturulan makale içerikli yazılara karşın, akıcı anlatımı, kusursuz dili ile rahatlıkla okunan bir roman. Bazı yerlerde okuyucuyu sürüklemek ve merak içinde bırakmak için düğüm noktaları da kullanılmış. Öğretici ve öğretmenlik duygusu ağır basan bu roman Batı Trakya’da kendi alanında –daha çok- bir ilk olması bakımından da önem taşır.)
Tevfik Hüseyinoğlu “Meslek Borcu” adlı romanını bir cümleyle şöyle özetler: “Meslek Borcu, uyuşturucu bağımlısı gençlerin düştükleri sefaletin romanıdır.”
Romanın özeti:
(İhsan, lise öğrenciliği yıllarında ailesiyle uyum içinde olan başarılı bir gençtir. İstanbul’a üniversiteye gider. İlk yıllar içinde orada da başarılıdır. Köyüne geldiğinde lise mezunu Ayşe ile nişanlanır. Ailesi onun üniversiteyi bitirip buraya dönmesini beklerle. Ama İhsan’da uzun süre haber alamazlar. İhsan uyuşturucu bağımlısı bir gençtir artık. Gözü kimseleri görmez olur. Ailesi üzgündür, perişandır. İhsanın durumunu liseden öğretmeni olan Turgut Bey de öğrenir. İhsanın durumuyla ilgileneceğine söz verir. Bunu bir görev olarak kabul eder.
Bir gün evine tanımadığı bir gelir. Kendisini çok iyi tanıyan biri… Turgut Bey, kendisini tanımadığını söyleyince o, kendisini eski öğrencilerinden biri Nihat olarak tanıtır. Fakat Nihat’ın daha önce aşırı dozdan ölmüş olduğu bilinmektedir. Turgut Bey bir ikilem içindedir. Nihat kendisini bu uyuşturucu illetinden kurtarması için eski öğretmeninden yardım beklemektedir. Durumu perişandır. Krizler geçirir. Turgut Bey tanıdığı doktorların yardımıyla ona elinden geldiğince yardım eder. Kendini bu işe adar. Bir yandan da dedektif gibi çalışarak İhsan’ı aramayı sürdürür.
Bir gün İhsan’ın uyuşturucu satarken yakalandığı ve mahkemeye çıkacağı haberi verilir Turgut Bey’e. Avukatı ve ailesiyle birlikte o da mahkemeye gider. Orada bir sürprizle karşılaşır: Evinde günlerce baktığı uyuşturucu bağımlısı Nihat sanık sandalyesindedir.. Demek ki evinde günlerce baktığı kişi eski öğrencilerinden İhsan’mış. Orada İhsan’ın artık uyuşturucu bağımlısı olmaktan kurtulduğunu, avukatın olayı toplumsal bir sorun olarak ele alıp savunması sonucu İhsan’ın berat ettiğini görürü. Sevinir. İhsan’ın Nişanlısı da oradadır. Bu arada, Turgut Bey, İhsan’ın babasını da intihar etmek üzereyken son anda ölümden kurtarır. Roman “mutlu son”la biter.)
Romanın (18. bölüm) son bölümünden örnek bir parça:
“Duygu dolu kucaklaşmalar, ağlaşmalar ve öpüşmeler, benim biraz uzakta durmamı gerektirdiği için yanlarına gitmedim.
Cemile Hanım İhsan’ın boynuna atıldı, İhsan annesine sarıldı, bir hasret yumağı oldular. Hiç konuşmadan, tek bir kelime söylemeden beş dakika kadar hasret dolu gözler bakıştı, hıçkırıklar konuştu, gözyaşları birbirine karıştı…
Nihayet, yarıda kalan kelimeler, cümleler telaffuz edilmeye başlandı:
“İhsan! Bundan sonra artık…”
“Evet anne! Bundan sonra hep beraber…”
“Bir daha ayrılmıyacağız değil mi yavrum?”
“Evet anne, hep beraber olacağız, hiç ayrılmayacağız, hiç!”
“Çok şükür yavrum, çok şükür kavuşturana!”
Kavala Adliyesinin koridorlarında, kederi sevince dönüştüren bu kucaklaşma, gelip geçenlerin dikkatini çekmişti, birbirine kenetlenmiş anne oğul yumağının etrafına epey insan toplanmıştı. Ben de bir yabancı gibi kalabalığa karışmıştım. Özellikle kadınlardan duygulananlar, ağlayanlar vardı.
“Nereli bunlar, ne dil konuşuyorlar acaba?” diye yanındakine sordu kadının biri.
“Türkçe konuşuyorlar, Batı Trakya’daki Türklerden olmalılar.” Diye yanıtladı diğeri. “Anne oğul yıllarca görüşmemişler. Oğlan tutukluymuş, bu gün tahliye edilmiş. Zavallı kadın ne ağladı da ne ağladı! Baksanıza hâlâ kopamıyor oğlundan!”
“Ana olsun da ağlamasın olur mu? Ağlayanlar ayrı ağlar, analar ise aynı ağlar. Dünyanın neresinde olursa olsun analık duygusundan boşalan gözyaşları aynıdır…”
Kucak dolusu dosyaları güçlükle taşıyabilen memur kalabalığı yarmaya çalışırken isyan etti:
“Yol verecek misiniz hanımlar! Lütfen müsaade edin geçelim. Panayıra çevirdiniz burayı! Çekilin de işimizi yapabilelim…”
İhsan, iki eliyle yüzünü ovuşturduktan sonra beni gördü ve koşarak yanıma gelip boynuma sarılırken:
“Size minnet borcum var Hocam. Bugünün mutluluğunu, bu anın sevincini size borçluyum! Size anlatacaklarım var, pek çok anlatacaklarım var!” dedi.
“Biliyorum İhsan, biliyorum. Senin bana anlatacakların var, benim de sana anlatacaklarım var,” dedim.”Önemli olan sonuca ulaşmaktı, bu anın mutluluğunu yaşayabilmekti. Hele hasretler giderilsin de ondan sonra görüşeceğiz, saatlerce, günlerce konuşacağız.”
“Alo! Emine! Evet Emine benim, müjdemi isterim. Mahkeme bitti, İhsan salındı.”
Emine’nin attığı sevinç çığlığı, İsmet’in cep telefonundan kulağımıza kadar geldi.
“Evet Emine, yanımda, İhsan yanımda. Veriyorum kızım, veriyorum, telefonu İhsan’a veriyorum.” Dedi İsmet.
İhsan birkaç adım ilerledi, telefonun üstüne yumuldu, konuştukça konuştu…
İhsan özel konuşmasını bitirdikten sonra sesini yükseltti:
“Terminalde beklersin Emine. Herhalde biz otobüsle geliriz, terminalde buluşuruz. Evet, evet. Güneş batar batmaz oradayım, akşam olur olmaz ordayım,” dedi. Ve telefonu kapadı.
Anne oğul, dayı yeğen üçlüsü yine birbirlerine sarıldılar. Baş başa, göğüs göğüse, kalp kalbe yine bir yumak oldular:
“babam niye gelmedi anne?” diye sordu İhsan.
“Anlatacağım, anlatacağım,” diye araya girdi İsmet.
Ben, belirli bir mesafeden mutlu üçlüyü seyrediyordum, bu sonuçtan payıma düşen sevincin zevkini yaşıyordum.
O anda ben, orada yeri olmayan fazlalık bir insan değildim, ama akrabalık duyguları boşalıncaya kadar hasretler üçlüsünden uzak duruyordum. Hatta bir müddet daha da iyice uzaklaşmalıydım. Sahildeki lüks kahveyi göstererek:
“Siz şuraya oturun, biraz daha hasret giderirsiniz,” dedim. “Ben bir çeyrek kadar dolaşacağım. Çok gecikmem, çabuk gelirim. Birer kahve içip gideriz.”
Beraber oturmamızda ısrar etmelerini nezaket kabul ettim, ayrıldım. Anne oğul, tekrar tekrar kucaklaşıyordu. İçimde kelimelerin ifade gücünü aşan bir mutluluk vardı.
Sahilde dolaşırken başımı kaldırıp gökyüzüne, sonsuzluğa baktım. Gökteki maviliğin rengine göre değişen küçük bulut kümelerinin oluşturdukları kompozisyon, büyüleyici bir görünüm sergiliyordu.
Makalelerinden bir örnek:
(Tevfik Hüseyinoğlu’nun çeşitli basın organlarında yazmış olduğu makaleleri daha çok didaktik içerikli, edebiyat ve sanat kaygısı taşımayan çalışmalar olarak göze çarpsa da oldukça akıcıdır ve insanı sıkmaz. Okurlara bu makalelerden birini örnek olarak sunuyoruz.)
YORULMADAN ÇALIŞAN VE ÇALIŞMADAN YORULANLAR
Çalışmak; hayat ile iç içe olan bir hareket tarzıdır, hayata bağlanmanın ve anlam kazandırmanın kaçınılmaz kuralıdır. Çalışmayan insan kendisini boşlukta hisseder, belirli bir hayat düzeni kuramaz.
Yalnız, çalışma anlayışının çeşitli yönleri vardır. En önemli sayılan iki çalışma şeklinin kısa analizi şöyle yapılabilir.
Bütün olumsuzluklara rağmen pırıl pırıl iş çıkaran insanların çalışma anlayışı ve bütün imkânlara rağmen kaytarmanın yollarını zorlayarak günü gün eden, ama üretimi tam alan insanların çalışma anlayışı.
Zamanını alın teriyle kazanılmış para gibi kullanıp çalışmayı zevk haline getirebilen, çalışmaktan sıkılmayan ve çalışırken çevresini sıkmayan, yorulmadan iş üretebilen ve yaptığı işin hakkını verebilen insan mutlu insandır. İşinde verimli olmanın verdiği huzur onu kısa zamanda dinlendirir, yarının getireceği iş onu üzmez, sevindirir.
Zamanını kumarhanede parasını kaybeden kumarcı gibi harcayan insan çalışmadan yorulur. Çünkü görev yeri, iş yeri onun için azap yeridir, dert yeridir. Verimsizliği nedeniyle, çevresinin sessiz tepki imaları onu daha da yorar. Eğer vurdumduymaz cinsten birileri değillerse, bu gibiler için devamlı yorgunluk, gecesi gündüzü stres içinde geçen bir insan olmak kendi elleriyle çizdikleri bir kader haline gelir.
Bir iş yerinde, yönetim odasının kapısında, “Ziyaretin en makbul olanı en kısa olanıdır” levhasını ilk gördüğümde duygulandığımı hiç unutmam. Bu levha zaman, emek ve berim arasındaki sıkı ilişkiyi özetleyen cebirsel bir denklem niteliğindedir, iş hayatının üç ana faktörünü dengelemenin matematiksel ifadesidir. Bu denge kurulmadığı zaman şikâyetten kurtulmak mümkün değildir. Çalışanlar yoğunluktan şikâyet ederler, çalışmayanlar da, işsizlikten şikâyet ederler; işsizlik yorgunudurlar.
Belki de yaşadığımız çağın bir özelliği. Bazı küçük farklarla hemen herkes yorgunluktan yakınır. Ne işte olursa olsun, vücut gücüyle çalışsın, beyin gücüyle çalışsın, insanların çoğu yorgunluktan şikâyetçidirler. Hafta sonu tatilleri, yıllık izinler bu yorgunluk şikâyetlerini kırmak ve dindirmek için konmuş olmalıdır. Yine de yorgunluk şikâyetleri bitmez.
Hafta sonu tatilinde evde toplanan aile fertleri birbirlerinden rahatsızdırlar. Çünkü dinlenme anlayışları uyuşmaz. Küçükler büyüklerden, büyükler de küçüklerden şikâyetçidirler. Yazlıklarda, deniz kenarındaki sayfiye yerlerinde yine yorgunluk şikâyetleri vardır. Hiç çalışmayan insanlar bile rahat değildir, tembellik yorgunudurlar.
Genç insanlar da yorgundur, bitkindir, umutsuzdur. Çağımız biraz da yorgun insanlar çağıymış gibi bir görünüm arz ediyor. Kuşkulardan yorgun, sevgisizlikten, umutsuzluktan, başarısızlıktan ve güçsüzlükten yorgun bir insanlar çağında yaşıyoruz.
Aslında yorgunluk, sevgi ve nefret duygularıyle doğrudan ilişkisi olan psikolojik bir haldir. Sevgi dinlendirir, nefret yorar. Severek yapılan bir iş, ağır da olsa, yorgunluğu hissettirmez. İstemiyerek yapılan bir iş, hafif de olsa insanı yorar. Çevresiyle iyi ilişki kuramayan, daima kusur arayan, herkesin kendisi gibi olmasını isteyen insanlar oturdukları yerde akıllarından geçirdikleri hayallerle bile yorulurlar. Başkalarını kendisi gibi davranmaya ve düşünmeye ikna yollarını ararken hayal ettikleri ütopik sonuçlara ulaşamamanın getirdiği moral bozukluğu çoğu zaman hırçınlığa dönüşür. Bu da yorgunluğun katmerlisidir.
Ahlâk bilginleri çalışmak konusunda şu ilginç görüşleri ileri sürmüşlerdir: “Çalışmak ile verimli hale dönüştürülemeyen her bilgi boştur, sevgi ile hareketlenmeyen her çalışma kısırdır. Yükselttiğimiz binayı, içinde sevgiliniz oturacakmış gibi ruhunuzun hızıyle yükseltiniz. Tohumları şefkatle ekiniz, ürünleri severek toplayınız. Bütün bunlara sevgilinize bir armağan gözüyle bakınız. Çalışmak, gözle görülebilen bir sevgidir.”
Evet, gördüğünüz pırıl pırıl yüzler, ter içinde de olsa, içten gülümserler. Çalışırken, kıvançla sohbet eden insanların bakışları, sesleri ve nefesleri yorgunluktan yakınmıyor. Gönlündeki sevgi gücünü, yaptığı işin ürününe yansıtan insanlarda bütün vücudu saran bir heyecan vardır. Sevgisizliğin ve umutsuzluğun yorgunluğu ise, yorgunluğun en dayanılmazıdır.

    (Yorulmadan Çalışan ve Çalışmadan Yorulanlar/ Şafak dergisi, sayı:39)

HÜSEYİN ALİBABAOĞLU


Hayatı ve edebi kişiliği:
1936 yılında (Ksanthi) İskeçe’nin (Seleron) Gökçeler köyünde doğdu. Aydın – Ortaklar İlköğretmen Okulu’nu bitirdi. Batı Trakya’ya döndüğü yıllardan bu yana -ağırlıklı olarak- “Akın” gazetesinde yazdı; diğer çalışmaları da “İleri” gazetesi ile “Birlik” ve “Öğretmen” dergilerinde yer aldı. Bazı şiir ve yazıları Türkiye’de yayımlanan Balkanlardaki Türk edebiyatıyla ilgili çeşitli antolojilerde yayımlandı. Çocuklara yönelik şiir ve masallar yazdı. Çocuk masallarının bir kısmını “Durdur ile Kurkur” adlı kitapta topladı. “Tohum” adlı kitabı ise Akın gazetesi tarafından basıldı. Mustafa Tahsinoğlu, Şafak dergisinin 25. sayısında yer alan “Şiir/Batı Trakya Türk Azınlığı’nda” adlı şiir incelemesinde, Hüseyin Alibabaoğlu’nun sanata bir araç olarak baktığını, onun için önemli olanın, şiir, masal ve hikâyede dize ve cümle sonlarında uyaklı seslerin olması ve okuyucunun kulağına hoş gelmesidir. Böyle olunca iş başarılmış, demektir, diye yorumlarken oldukça gerçekçidir. Gerçekten Alibaboğlu’nun tüm yazı çeşitlerinde bu “uyak” tutkusu hâkimdir ve bu da onun yazılarında bir dağınıklık ve anlaşılmazlığa yol açmaktadır. Özellikle uyak ağırlıklı masallarını okurken bu masallardan birçoğunun hiçbir şekilde özetlenemez bir özellik taşıması bu değerlendirmelerin açık bir kanıtıdır. Her şeye rağmen bu olumsuz özellikleriyle de olsa Hüseyin Alibabaoğlu bir masal yazarı olarak Batı Trakya Türk Azınlığı içinde kendine has üslubuyla gereken yeri almıştır. Batı Trakya Türkleri çocuk edebiyatı ve şiir sanatına önemli katkıları olmuştur.
Yayımlanmış çalışmaları:
Kitap:
1. Durdur ile Kurkur-masallar- Öğretmen Dergisi Yayınları, 1982, Komotini
2.Tohum-şiirler- Osman Mustafaoğlu Matbaası, 1992 Komotini
“Birlik” ve “Öğretmen” dergileri:
(Tohum-şiir-Dil ve Kültür-deneme- Birlik dergisi, sayı:13, Mart 1967)
(Kaş ile Göz-deneme- Birlik dergisi, sayı:16, Temmuz 1967)
(Kadın-şiir- Birlik dergisi, sayı:17, Ağustos 1967))
(Çalışmak-deneme-Mavi Boncuk-şiir- Birlik dergisi, sayı:19, Ocak 1968)
(Düğün-deneme-Pırpır ile Tektek-masal- Birlik dergisi, sayı:21, Nisan 1968)
(Gaye ve İdeal-deneme- Birlik dergisi, sayı:22, Mayıs 1968)
(Yel ile Sel,-masal- Birlik dergisi, sayı: 23 -24, yıl:1968)
(Durdur ile Kurkur-masal-Dar Sokak-şiir- Öğretmen dergisi: sayı: 1,2,3,4,5……Kasım-Aralık 1970/ Ocak-Şubat-Mart 1971)
(Leylek ile Tilki Hikâyesi-manzum hikâye- Öğretmen dergisi, sayı: 6, Nisan 1971)
(Uçan At-çocuk şiiri- Öğretmen dergisi, sayı: 7, Mayıs 1971)
(Dil Üzerine-deneme- Öğretmen dergisi, sayı: 8, Haziran 1971)
(Sekiz Dolusu Bir Kile Eder-çocuk şiiri- Öğretmen dergisi, sayı: 9, Temmuz 1971)
(Yaz-çocuk şiiri- Öğretmen dergisi, sayı: 12, Ekim 1971)
(Bekri Mustafa-manzum hikâye- Öğretmen dergisi, sayı: 14, Ocak 1972)
(Alibaba ve Kayıp-manzum hikâye- Öğretmen dergisi, sayı: 17, Temmuz 1972)
(Tilkinin Kuyruğu Nasıl Koptu-manzum hikâye- Öğretmen dergisi, sayı: 20, Nisan 1973)
(Dün, Bugün Yarın-makale- Severim-şiir- Öğretmen dergisi, sayı: 33, 1977)
(Tatil-çocuk şiiri- Öğretmen dergisi, sayı: 34, Ağustos 1977)
(Hak ve Adalet- makale- Taş Baba-masal- Öğretmen dergisi, sayı:35, Eylül 1977)
(Mustafa’nın Masalı-masal- Dere-şiir- Öğretmen dergisi, sayı: 37, Kasım 1977) (Nane Molla-çocuk şiiri- “Kovalamaca” –masal- Öğretmen dergisi, sayı: 38, Aralık 1977)
“Akın” gazetesi:
(Eskici-masal- Akın, sayı:472, 473, Yıl: 1967 -68)
(Karahanın Çocukları-masal- Akın, sayı:475, 476, 477, 480, Yıl: 1969)
(Çocuk-şiir- Akın, sayı:516, Mayıs 1971)
(Hıdrellez-şiir-Akın, sayı:517 Mayıs 1971)
(Sus Konuş-masal- Akın, sayı:517, 518, 519, 520 Mayıs-Haziran 1971)
(Bahar-şiir- Akın, sayı:519 Haziran 1971)
(Toprak ve Su-şiir- Akın, sayı:520)
(Tatil-şiir-Üç Kaval Bir Maval-masal- Akın, sayı:521, Temmuz 1971)
(Deniz-şiir- Üç Kaval Bir Maval-masal- Akın, sayı:524, Ağustos 1971)
(Kuşların Prensi-masal- Akın, sayı:527, 528, 529, 530, 533, 534, 535, 538, 539, 540, 541, 542 Yıl:1971 -1972)
(Bağ-şiir- Akın- 527) (Çalışmak-şiir- Akın- 529) (Toprak-şiirAkın-530) (Sonbahar-şiir- Akın-533) (Kış Geldi-şiir- Akın-534)
(Mart-şiir- Akın-541) (Çocuk Elleri-şiir- Akın-542 Yıl:1971-1972)
(Engel_şiir-Kuşların Prensi-masal, Akın, sayı:543, 544, 545, 546, 547, 548, 549, 550, 551, 552, 553, 555, 556, 557, 558, 559, 563, 564, 565, Yıl:1972)
(Annem-şiir- Akın- 548, Mayıs 1972)
(“Yeni Yıl”, “Yeni Yıl”-şiir-Susuz Değirmen-masal- Akın, 566, 567 Yıl:1972 -73)
(Çay Ağzından Gelen Ses-masal- Akın, sayı:569, 570, 571, 573 Yıl:1873)
(Yağmur-şiir- Akın, sayı:579, Nisan 1973)
(Okula Dönüş-şiir- Akın, sayı:584, Ekim 1973)
(Rami’nin Oğlu-masal- Akın, sayı:587, 588, Kasım 1973)
(Köyüm-şiir- Akın, sayı:645, Mart 1976)
(Dere-şiir- Akın, sayı:647, Nisan 1976)
(Kış-şiir- Akın, sayı:667, Ocak 1976)
(Eskici-masal- Akın, sayı:673, Nisan 1977)
(Suların Aşındırdığı Taşlar-masal- Akın, sayı:695, 696, 698-ayrıca “Yeni Yıl” şiiri, 699- masalın devamı, ayrıca:”Bizim Yaka-tekerleme- Yıl:1977)
(Hür Çocuk-şiir- Akın, sayı:700, Şubat 1978)
(Batur’un Kızı-masal- Akın, sayı:707, 708, Nisan 1978)
(Nisan Tası-masal- Akın, sayı:709, 710 Yıl:1978)
(Nisan-şiir- Akın, sayı:714, Haziran 1978)
(Korkaklar-masal- Akın, sayı:725, 726, Aralık 1978)
(Kuzular-şiir- Akın, sayı:730, Şubat 1979)
(Köpek İle Tavşan-şiir- Akın, sayı:733, Mart 1979)
(Karga ile Tilki-şiir- Akın, sayı:734, Nisan 1979)
(Oyun-şiir- Akın, sayı:738, Mayıs 1979)
Nanemolla-şiir- Akın, sayı:739, Haziran 1979)
(Kardeşim-şiir- Akın, sayı:740, Temmuz 1979)
(Eşeğin Kitap Okuması-şiir- Akın, sayı:742, Ağustos 1979)
(Tirfil-şiir- Akın, sayı:767, Ekim 1980)
(Suların Aşındıramadığı Taşlar-masal- Akın, sayı:784, Temmuz 1981)
(Suların Aşındıramadığı Taşlar-masal- Akın, sayı:785, Eylül 1981)
(Suların Aşındıramadığı Taşlar-masal- Akın, sayı:786, Eylül 1981)
(Suların Aşındıramadığı Taşlar-masal- Akın, sayı:787, Ekim 1981)
“Azınlık Postası” gazetesi:
(Sessiz Gece-şiir- Azınlık Postası, sayı:26, Haziran 1968) (Batsın Bu Dünya-şiir- Azınlık Postası, sayı:268, Temmuz 1978) (Dert Küpü-şiir- Azınlık Postası, sayı:270, Ağustos 1978)
(Dur da Bak-şiir- Azınlık Postası, sayı:271, Ağustos 1978)
“İleri” gazetesi:
(sırat köprüsü-şiir, “Öğretmen” takma adıyla- İleri, sayı:114, Nisan 1978)
(Telâş-şiir, “Öğretmen” takma adıyla- İleri- 115, Mayıs 1978)
(Turşu-şiir- “Öğretmen” takma adıyla- İleri- 134, Şubat 1979)
(Çelişki-şiir, “Öğretmen” takma adıyla- İleri, sayı:136, Mart 1979)
(Dünya Çocuk Yılı 1979-şiir, “Öğretmen” takma adıyla- İleri, sayı:137, Mart 1979) (Özgür Bırakın-şiir, “Öğretmen” takma adıyla- İleri, sayı:155, Aralık 1979)
(Yaralandı-şiir, “Öğretmen” takma adıyla- İleri, sayı:162, Şubat 1980)
(“Ne Olacak”-şiir, “Öğretmen” takma adıyla- İleri- 245, Şubat 1982)
(Acı-şiir, “Öğretmen” takma adıyla- İleri, sayı:251, Nisan 1982)
(Haksızlığa Karşıyız-şiir, “Öğretmen” takma adıyla- İleri, sayı:257, Mayıs 1982)
(Soğan Yakası Köyleri-şiir- İleri, sayı:467, Mart 1987)
(Akıncılar-şiir, “Öğretmen” takma adıyla- İleri, sayı:532, Kasım 1988)
(Bayram-şiir- Nokta gazetesi, sayı:14, Ağustos 1988)
(Susayanlar-mini roman- Nokta gazetesi, sayı:20,21, 22, 24, 28 Eylül-Ekim-Kasım-Aralık 1988)
“Yuvamız” dergisi:
(Bizim Kurtlar-masal- Yuvamız dergisi, sayı:34, Haziran 1989)
(Gülenler Gülmeyenler-masal- Yuvamız, sayı:39, Kasım 1989)
(Tekerlemeler ve Deyimler-derleme- Yuvamız, sayı:47, 48, Temmuz-Ağustos 1990)
(Tekerlemeler- Soğan Yaka Köyleri-derleme- Yuvamız, sayı:49, Eylül 1990)
(“Acı Çek”, “Küllemek”-şiir- Yuvamız, sayı:51, Kasım 1990)
(Bilmem ki-şiir- Yuvamız, sayı:78, Şubat 1993)
(Sevgili Öğretmenim-şiir- Yuvamız, sayı:101, Ocak 1995)
(Susayanlar-şiir- Yuvamız dergisi, sayı:102, Şubat 1995)
(Halimiz-şiir- Yuvamız, sayı:104, Nisan 1995)
“Şafak” dergisi:
(Yeryüzü-şiir- Şafak dergisi, sayı: 6, Mayıs 1990)
(Gençlere-şiir- Şafak dergisi, sayı: 8, Eylül 1990)
Şiirlerinden örnekler:
TOHUM
Yine bir tohum gömüldü;
Evren dibinde
Yarın canlanacak filiz olacak
Geçecek hayalin kırıklığı,
Ümit olacak, neşe olacak.
Sonra bir yemiş.
Ama bakarsın bahçıvan ham koparmış,
Değil mi ki dünya böyle
Değil mi ki asır böyle,
Ham da olsa yenecek.
YERYÜZÜ
Sema
Gökyüzü
Ay ve güneş,
Zifiri karanlık gece
Buluştular üç yol ağzında.
Ne konuştular
Kim kiminle gitti?
Bilmiyorum.
Sonra üç çocuk göründü üç yol ağzında
Biri beyaz,
Biri kara,
Biri sarı. Böyle doğdu yeryüzü.
HAKSIZLIĞA KARŞIYIZ
Genç ihtiyar yürüdü,
Direnişle sokağa.
Azınlığı götürdü
İstimlâkler yokluğa.
Yağmur çamur altında,
Gece, gündüz demedi,
Kadın erkek yollarda
Hiç yılmadan direndi.
Seksenbeşlik kadınlar
Sırtlarında ferace.
Ön saflarda pankartlar
Duygulandım görünce.
Direnişler devamlı,
Bir haftadır sürüyor.
Soydaşlarım hummalı,
Gidenler hep görüyor.
Yolda doğan bebekler,
Sıcak yuva arıyor.
Ak sakallı dedeler,
Hıçkırıkla ağlıyor.
Küçük yaşta çocuklar,
Hava soğuk, üşüyor.
Dava günü yaşlılar,
Krizden yere düşüyor.
Marazlanan her yurttaş,
Hastanede yatıyor.
Yardıma koş arkadaş,
Mülkler elden gidiyor.
Mülksüz kaldı soydaşlar,
Tüm azınlık çaresiz.
Yüz on yıllık tapular,
Ellerinde geçersiz.
Bütün Türkler şüphesiz,
Haksızlığa karşıyız.
Direnişte hepimiz,
Kuşkumuz yok haklıyız.
Edilmesin istimlâk,
Azınlık mülkleri.
Buna razı kalamaz Hak
Tanrım koru Türkleri.
Masal:
TAŞ BABA
Akılsız baş
Önüne gelen atar taş
Yarar bir çok baş
Taş Baba diye bir ihtiyar varmış. Ona, ova, dağ, taş darmış. Gezermiş hep eşek ile. Kulağı gevşek ile. Bir gün deh çüş, deh çüş diye yürürken karşısına çıkmış leylek. Demiş ona isterim senden şimdi don gömlek. Taş baba elini kaldırmış. Akan suya daldırmış. Sudan çıkarmış don gömlek. Leylek demiş lâzım seni övmek.
Yürümüş yine ihtiyar yolunda. Bir saat varmış kolunda. Az gitmiş uz gitmiş. Oturmuş yine suyun kenarında bir taşa. Kalmış kendi ile baş başa. O an bir tilki görünmüş. Üzerine bir hayvan postu bürünmüş. Demiş tilki: Leyleğe almışsın don gömlek. Öyle lâzım ki seni övmek. Gelen geçene anlatmak. Bir üstüne bin katmak. Bana da papuç al. Elini suya sal. İhtiyar elini suya salmış. Tilkiye de papuç almış.
Ama kurnaz tilki durur mu. Boş saat kurur mu. Daha fazla kopartsın diye ihtiyarı şikâyet etmiş aslana. Demiş sen ihtiyara bir çukur kazsana. Hem ormanda gezer. Hem seni ezer. Bak bana papuç, leyleğe don gömlek verdi. Zannetti ki bunlarla bitecek derdi. Tilki kaypaklığını yaptı. Aslanın önünden bir pay kaptı.
Aslan kükredi dedi: nasıl ihtiyarmış bu adam görelim. Sonra başına çorap örelim. O an ihtiyar erdi eşeği ile aslanın yanına. Eşeğini bağladı aslanın yanına. Aslana dedi: Size getirdim bir post. Sizinle olmak istiyorum dost.
Aslan ne diyeceğini şaşırdı. Tilki başını kaşıdı. Salan tilkiye, defol git yalancı. Sen benim için oldun bir yabancı. Tilki çabucak çıktı dışarı. Şimdiden sonra olamazdı haşarı.
Taş baba ile aslan dost oldular. Tilkiye yalancı diye ad koydular.

    (Öğretmen dergisi, sayı:35, Eylül 1977)

HÜSEYİN SALİHOĞLU


Hayatı ve edebi kişiliği:
Hüseyin Salihoğlu, 1936 yılında Gümülcine’nin (Komotini) Koyundere (Poa) köyünde doğdu. İlkokulu bitirdikten sonra Hayriye Medresesi’ne girdi. Buradan 1953 – 54 yılında mezun oldu. Sonraki yıl Koyundere Türk İlkokulu’na öğretmen oldu. Koyundere köyünde 9 yıl öğretmenlik yaptıktan sonra Kozlardere Türk İlkokulunda göreve başladı. 42 yıllık öğretmenlik hizmetinden sonra 60 yaşını doldurduğu gerekçesiyle 1997 tarihinde yönetim tarafından görevine son verildi. Halen aynı köyde din görevlisi olarak çalışmaktadır.
Şiirlerinde yeni bir söyleyiş biçimi görülmeyen Salihoğlu, şiirlerini geleneksel kalıplar içinde işledi; şiirlerinin çoğunda hece veznini ve kafiyeyi kullandı. Kendisini bir şair olarak değil de azınlığın yaşamış olduğu olayları manzumeleştiren bir tanık olarak değerlendirmek daha gerçekçi bir yaklaşım olur. Mustafa Tahsinoğlu, onun şiirlerini değerlendirirken, yazılanları bir kaynak olarak görür ve salt bu yönüyle Hüseyin Salihoğlu’nun kalıcılığını vurgular. Yazdığı şiirlerini Akın, Gerçek, İleri ve Güven gazeteleriyle Hakka Davet, Arkadaş Çocuk, Yuvamız ve Şafak dergilerinde yayımladı. Hüseyin Salihoğlu’nun, “İstikbal Sizleri Bekliyor- 1996” ve “Buz Dağları Eriyecek- 2000” adlı yayımlanmış iki kitabı var.
Yayımlanmış çalışmaları:
Kitap:
1.İstikbal Sizleri Bekliyor-çocuklara şiirler- 1996 Komotini
2.İlkokul Çocukları İçin Dindersi – yardımcı ders kitabı- 1997 Komotini
3.Buz Dağları Eriyecek-şiirler- 2000 Komotini
“Şafak” dergisi:
(Sona Ersin Bu Soğuklar-şiir- Şafak dergisi, sayı: 4, Mart 1990)
(Bizi Hakka Götürüyor-şiir- Şafak dergisi, sayı:16, Haziran 1991)
(Külfeti Kendimiz Yaratmayalım-şiir- Şafak dergisi, sayı:29, Kasım 1992)
(Ebeveynler İş Başına-şiir- Şafak dergisi, sayı:46, Nisan 1995)
(Gemiyi Kaçırmayalım-şiir- Şafak dergisi, sayı:47, Mayıs-Haziran 1995)
(Çökmeyecek-şiir- Şafak dergisi, sayı:70, Haziran-Temmuz 1997)
(Notunu Sıfırlıyoruz-şiir- Şafak dergisi, sayı:84, Ekim 1998)
(Buzdağı Eriyor-şiir- Şafak dergisi, sayı:99, Şubat 2000)
(Batı Trakyam-şiir- Şafak dergisi, sayı:100, Mart 2000)
(Düşmanlığa Karşıyız-şiir- Şafak dergisi, sayı:101, Nisan 2000)
(Buzdağı Eriyor-şiir- Şafak dergisi, sayı:106, Ekim 2000-Ara not: Aynı şiir 99. sayıda da yayınlanmış)
(Kavgasız Yaşamak Ne Güzel-şiir- Şafak dergisi, sayı:142, Ocak 2004)
“İleri” gazetesi, “Yuvamız” dergisi:
(Şükürler Olsun-şiir- İleri, sayı:66, Şubat 1977) (Atatürk-şiir- Yuvamız, sayı:27, Kasım 1988)
(Atatürk-şiir- Yuvamız, sayı:40, Aralık 1989)
(Yolunu Benimsiyorum-şiir- Yuvamız, sayı:51, Kasım 1990) (Elveda-şiir- Yuvamız, sayı:115, Mart 1996)
Şiirlerinden örnekler:
“Buz dağları Eriyecek” adlı kitabından:
SAVAŞ OLMASIN
Bütün toplumun fertleri,
Endişeli can derdinden.
Gülle ve silâh sesleri,
Duyulunca çevremizden.
Tanrının verdiği canı,
İnsan eliyle yok etmek,
Dökülen sel gibi kanı,
Dünyaca durdurmak gerek.
Kin, nefret, cana kıymalar,
Kimseye fayda getirmez.
Ortaya çıkan yaralar,
Kolay tedavi edilmez.
Bütün arzumuz hürriyet,
Hüküm sürmeli cihanda.
Savaş büyük bir cinayet,
Gerçekleşmesin dünyada.
Dostluk içinde milletler,
Karşılıklı sevinecek,
Barışa uzanan eller,
Her asırda öpülecek.
YARALANDI
İstimlâkler çökertti,
Ali’nin yuvasını.
Buldozerler yok etti,
Mehmet’in tarlasını.
Kara günler göründü,
Hasanların evinde.
Genç fidanlar söküldü,
Gasp edilen yerlerde.
Işık yoksa aşılmaz,
Yollardaki karanlık.
Yükler ağır, taşınmaz,
Çökmektedir azınlık.
“Ceviz içi” yerleri,
Yitiriyor elinden,
Batı Trakya Türkleri,
Yaralandı kalbinden.
NESİN
Güzel şirin yurdumuzda,
Öz Türk doğduk anamızdan.
Bozukluk yok kanımızda,
Vazgeçmeyiz yolumuzdan.
Kimliğimiz cebimizde,
İsteyene gösterelim.
İslâmiyet kalbimizde,
Şehâdet de getirelim.
Meşaleli yolumuzdan,
Geri adım atmıyoruz.
Türklük çıkmaz kanımızdan,
Bundan gurur duyuyoruz.
Müslüman Türk olanlara,
Boşuna hiç hor bakmayın.
Karakola çağrılana:
“Nesin” diye zorlamayın!
Ünlü bir çavuş olsan da,
Dağlı, ovalı, bir köküz.
Irkımı bin kez sorsan da,
Cevabım değişmez, Türk’üz!
Yolcusuyum doğru yolun,
Sabrım kalmadı susmağa.
Hakkı var mı karakolun,
“Nesin?” diye sormağa?
MAHCUP OLMAYALIM
İstikbali düşünelim,
Meyletmeyelim hataya.
Hep iyi işler ekelim,
Elimizdeki tarlaya.
Tembellikten silkinelim,
Geçen günler geri dönmez,
Kirimizi giderelim,
Son pişmanlık fayda vermez.
Dürüst adımlar atarak,
Örnek bir insan olalım.
Etrafımıza bakarak,
Doğadan ibret alalım.
Şer işlerden sakınalım,
Yaşadıkça bu dünyada.
Yarın mahcup olmayalım,
Son mahkeme-i kübrada.
NEŞELİ ÖTMÜYOR
Anlaşmalarla tanınan haklarımız var,
Uzun yıllardır alamaz olduk.
Önümüzde gidilecek yollar dar,
Onun için rahat yürüyemez olduk.
Vahşet dolu birçok olaylarla,
Ortada yığılan sorunlarla,
Sergilenen çeşitli zorluklarla,
Nahoş günler yaşadık geçen yıllarda.
Kederli geçen günler sıhhate zarardır,
Büyük küpler baskılarla doldu.
Çeyrek asrı aşkın bir zamandır,
Türkçe ders kitabı görmek hayal oldu.
Kitapsız olarak ders yapmak,
Vicdan sahiplerini çok üzüyor.
Her fırsatta çevreye haykırarak,
Toplumumuz yıllarca çile çekiyor.
Çağdaş eğitimden çok çok uzak,
Yönetim değiştirmez ise huyunu.
Batı Trakya’da öğretmen olmak,
Yeterince sıkıyor insanın ruhunu.
Yurtta neşeli ötmüyor bülbüller,
Tam 35 yıllık bir öğretmenim.
Çileli geçse de birçok günler,
Hâlâ ümidimi kesmiş değilim.
ON KASIM
On Kasımın gelişinde,
Anıyoruz Atamızı,
Onun örnek izlerinde,
Buluyoruz yolumuzu.
Kanımızda taht kuran o,
Türklüğe ışık tutuyor.
Ulusunu düşünen o,
Kalkınmayı öneriyor.
Milli bayram günlerinde,
Tazeleniyor sevgimiz.
Bütün şehir ve köylerde,
O’na saygı görevimiz.
Kalbimizde senin yerin,
Mahfuz olarak duruyor.
Milli duygu ve sözlerin,
Göğsümüzü kabartıyor.
Vatanın yükselmesinde,
Her an önderlik ettiniz.
Öğüt dolu sözlerinizle,
Ulusuna yön verdiniz.
Ey ulu önder Atatürk,
Rahatına bak yerinde.
Kalbimiz sağlam, yok çürük,
Ulusun her zaman önde.

ALİRIZA SARAÇOĞLU
(1938 -1994)

“Isınamadı içim nedense sana dünya
Tabir edilemeyen ey esrarengiz rüya
N’olsa fanisin işte, gönül veremem sana
Seni terk edeceğim, senden dert yana yana”
Hayatı:
Alirıza Saraçoğlu, 1938 yılında (Komotini) Gümülcine’de doğdu. Eski ailelerden Hacı Hasan Saraç Efendi’nin oğludur. İlköğrenimini Gümülcine Merkez Türk İlkokulu ile Şehreküstü İlkokulu’nda tamamladı. Celal Bayar Lisesinde bir yıl okuyan Saraçoğlu öğrenimini yarıda bırakarak baba mesleği saraçlığa başladı.
Çocukluk yıllarında şiire merak saran Saraçoğlu, bu şiirlerini çoğu Akın gazetesinde olmak üzere Birlik, Öğretmen, Hakka Davet, Yuvamız ve Şafak dergilerinde yayınlamıştır. Şiirlerinden bazıları Türkiye’de çıkan Diyanet Gazetesi, Akbaba, Töre, Türk Kültürü ve Kardaş Edebiyatlar dergilerinde de yayımlanmıştır. Bazı şiirleri Yugoslavya’da yayınlanan Birlik ve Tan gazeteleri ile Sevinç ve Tomurcuk dergilerinde yer almıştır. Kıbrıs, Makedonya Almanya, Bulgaristan, Türkmenistan vb. ülkelerde “Türk Dünyası Edebiyatı” yaklaşımıyla hazırlanan antoloji ve güldestelerde yer aldı.
Saraçoğlu, bin dolayında yazdığı şiirlerini konularına göre “Ey yağız Toprak”, “Yarınlar Sizin Olacak”, “Bir Allahım”, “Işık Atatürk” ve “Rodop Yıldızı” adlı kitaplarında toplamıştır. Saraçoğlu geçirdiği bir rahatsızlık sonucu 1994 yılında genç yaşta hayata gözlerini yummuştur.
Edebi kişiliği:
Alirıza Saraçoğlu, “velut” bir şair olarak tanınır. Yüreğine dert olan her şeyi haykırma dürtüsü onu durmadan yazmaya itmiş, sanat kaygısını hesaba katmayarak öncelikli olarak toplumunu düşünmüştür. Onun dertlerini kendine dert edinmiş durmadan yazmıştır. O, şiirini toplumun dertlerini, sorunlarını yansıtmak için bir araç olarak kullanmıştır. Şiir onun için bir araçtır sadece. Saraçoğlu hakkında kısa bir inceleme yapan Folklor Kurumu Genel Başkanı İrfan Ünver Nasrattınoğlu da onun şiir sanatı hakkında,: “Çok yazan bir şairin bütün şiirleri elbetteki aynı sanat düzeyinde değildir. Aslında Saraçoğlu, şiirlerinin şiirsel gücü üzerinde durmamaktadır. O, şiir yoluyla, milletine mesajını vermekle yetinmektedir. Bir başka deyişle, Alirıza Saraçoğlu, şiiri bir araç olarak kullanmaktadır.” derken aynı gerçeği dile getirmektedir. Feyyaz Sağlam da Alirıza Saraçoğlu’nun şiiri hakkında görüşlerini bildirirken şöyle diyor: Batı Trakya’nın kırk yıllık serüvenini onun şiirlerinden takip etmek mümkündür. Velut bir şair olarak Batı Trakya Türklerini, Türkiye’yi, Türk dünyasını, İslâm dünyasını ve insanlığı ilgilendiren her ayrıntıyı manzumeleştirdi.” Mustafa Tahsinoğlu, onun edebi kişiliği hakkında daha geniş değerlendirmelerde bulunur: Alirıza Saraçoğlu, ömrünün yarısından fazlasını şiir uğraşı içinde geçirdi. (…) Şiir yazma, şairlik düşüncesini o hiçbir zaman kafasından atamadı. O şiirle yattı, şiirle kalktı, şiirle gezdi; kısacası şiirle yaşadı. Şiir onda yalnız sevdiği bir uğraş değil, düşüncelerini insanına ulaştırdığı bir kanal, bir ileti aracıydı. Bu aracı da bıkmadan, usanmadan bol bol kullandı.
Saraçoğlu, şiirlerinde bir köşe yazarı duyarlılığıyla hemen her konuya el attı. Çoğu Akın gazetesinde yayımlanan Batı Trakya Türk Azınlığına yönelik baskıları konu alan şiirlerini “Ey Yağız Toprak”, çocuklara yönelik ve çoğu öğütlerle dolu şiirlerini “Yarınlar Sizin Olacak”, dini konuları işleyen şiirlerini “Bir Allahım”, Atatürk hakkında yazdığı şiirlerini “Işık Atatürk”, Batı Trakya’nın güzelliklerini işleyen şiirlerini “Rodop Yıldızı” adlı bir kitapta topladı. O, durmadan, usanmadan yazma başarısını ve dayanıklılığını göstermiş, çeşitli baskı ve haksızlıklarla karşı karşıya kalan toplumunun tüm acılarını kendisinde toplamak istemiştir. Bunu bir görev bilmiştir kendisine. Batı Trakya’nın güzelliklerini, insanlarının acılarını dile getirmek onda vazgeçilmez bir tutku haline gelmiştir.
Saraçoğlu’nun çoğu şiirleri öğretici, öğüt verici manzumelerdir aslında. Üstlendiği bu misyon onu çocuklara yönelik şiirler, manzum hikâyeler yazmaya da yöneltmiştir. Bu türden şiirlerini “Yarınlar Sizin Olacak” adlı bir kitapta toplamıştır. Söz konusu şiirlerinde “çocuklara büyük bir sevgiyle yaklaşmış, kendi benliklerini tanımalarını, istemiş, onlara daima doğruyu ve güzeli göstermeye çalışmış, anne, baba ve toplumlarına daha yararlı kişiler olmaları yolunda uyarılarda bulunmuş, dünya insanlığına barışçı bir yaklaşımla bakmalarını öğütlemiştir.”
Saraçoğlu, yaşıtlarına göre şiirinde oldukça ağdalı bir dil kullanmayı yeğlemiş, birçok şiirinin altına not düşerek bazı kelimelerin sözlük anlamlarını açıklama gereği duymuştur. Saraçoğlu’nun manzume ve şiir çalışmaları dışında kayda değer nesir çalışmaları bulunmamaktadır.
Yayımlanmış çalışmaları:
Kitapları:
1.“Ey Yağız Toprak”, Akın Yayınları, 1989, Gümülcine (Komotini)
2.“Bir Allahım”, Akın Yayınları, 1990, Gümülcine (Komotini)
3.“Işık Atatürk”, Akın Yayınları, 1991, Gümülcine (Komotini)
4.“Rodop Yıldızı”, Akın yayınları, 1992, Gümülcine (Komotini)
5.”Yarınlar Sizin Olacak”, Akın Yayınları, 1989, Gümülcine (Komotini)
“Birlik” ve “Öğretmen” dergileri:
(“Hayale Giderken”, “Hastalık”, “Düşünüyorum”, “Huy”-şiirBirlik dergisi, sayı:15, Haziran 1967)
(Köyüm-şiir- Öğretmen dergisi, sayı: 2, Aralık 1970)
(Şâdet-Elvan Elvan Çiçeksin-şiir- Öğretmen dergisi, sayı: 3, Ocak 1971)
(Alın Yazısı-şiir- Öğretmen dergisi, sayı: 5, Mart 1971)
(Öldüğüm An-Gizli Tuttuk-şiir- Öğretmen dergisi, sayı: 6, Nisan 1971)
(Aşka Düşen-şiir- Öğretmen dergisi, sayı: 8, Haziran 1971)
(Öze Doğru-şiir- Öğretmen dergisi, sayı: 9, Temmuz 1971)
(Kül Eyler-şiir- Öğretmen dergisi, sayı: 10,11, Ağustos-Eylül 1971)
(Kara Kış-şiir- Öğretmen dergisi, sayı: 12, Ekim 1971)
(Çile-şiir- Öğretmen dergisi, sayı: 13, Kasım 1971) (Boş Kafes-şiir- Öğretmen dergisi, sayı: 14, Ocak 1972)
(Acı Hatıra, Aydınlığa Çıkalım, Tutkunluk Belası-şiirÖğretmen dergisi, sayı: 15,16 Mart-Nisan 1972)
(Fani Dünya-şiir- Öğretmen dergisi, sayı: 17, Temmuz 1972)
(Öğretmen-şiir- Öğretmen dergisi, sayı: 18, Ekim, 1972)
(Bir Hiçtik…-şiir- Öğretmen dergisi, sayı: 19, Ocak 1973)
“Akın” gazetesi:
(Gediz-şiir- Akın, sayı:486, Nisan 1970)
(Islanışım-şiir-Akın, sayı:518, Mayıs 1971)
(Gönül Bahçesinde-şiir- Akın, sayı:520, Haziran 1971)
(Aşkım ve Dalgalar-şiir- Akın, sayı:537, Şubat 1972)
(İlkbahar-şiir- Akın, sayı:543, Nisan 1972)
(“Kararan Dünyam”, “Yeter”-şiir- Akın, sayı:596, Nisan 1974)
(“Rodop Dağları”, “Bahar Yeli”, “Minare ve Ezan”-şiir- Akın, sayı:597, Mayıs 1974)
(“Hülya”, “Unutmadım”-şiir- Akın, sayı:558, Haziran 1974)
(“Bizim Aşkımız”, “Bahar Zevki”-şiir- Akın, sayı:599, Temmuz 1974)
(“Sessiz Yaşam”, “Güzelliği Ruhta Ara-şiir- Akın, sayı:600, Ağustos 1974)
(“Vuslatı Tatmak İsterken”, “Coştur”-şiir- Akın, sayı:601, Ağustos 1974)
(“Ramazan”, “Aşkların En İlahisi”, “Gel”-şiir- Akın, sayı:602, Eylül 1974)
(“Yüce Bir Aşkla Yaktın”, “Sen Şair Olamazsın”-şiir- Akın, sayı:603, Ekim 1974)
(“Komotini’m/Gümülcine’m”, “Kader”, ”Bahar Faslı”-şiir- Akın, sayı:607, Kasım 1974)
(Batı Trakya Dilberi-şiir- Akın, sayı:610, Aralık 1974)
(“Adören”, “Batı Trakya Gülü”-şiir- Akın, sayı:613, Şubat 1975)
(Aşık Yunus’um-şiir- Akın, sayı:614, Şubat 1975)
(Gençlere Önem Verelim-şiir- Akın, sayı:616, Mart 1975)
(Müsekkin-şiir- Akın, 617, Mart 1975)
(Çile-şiir- Akın, sayı:621, Nisan 1975)
(Selam Ederim-şiir- Akın, sayı:622, Nisan 1975)
(Anne-şiir- Akın, sayı:624, Mayıs 1975)
(Trakya’da Bahar Rüzgarı-şiir- Akın, sayı:625, Haziran 1975)
(Mısraların Esrarı-şiir- Akın, sayı:626, Haziran 1975) (Kuşlara Sordum-şiir- Akın, sayı:627, Haziran 1975)
(Kızlarımız-şiir- Akın, sayı:629, Haziran 1975)
(Minare ve Ezan-şiir- Akın, sayı:631, Ağustos 1975)
(Türkçemiz Ne Güzel Bir Dildir-şiir- Akın, sayı:635, Ekim 1975)
(“Batı Trakya’m”, “Ksanthi’yi Dolaşıyorum-şiir- Akın, sayı:636, !975)
(“Düşün”, “Sabırtaşı”-şiir- Akın, sayı:637, Kasım 1975)
(“Ney”, “Çiçek Misali Bir Kız Gördüm”-şiir- Akın, sayı:638, Aralık 1975)
(“Kıta”, “Gönül”-şiir- Akın, sayı:639, Aralık 1975)
(Yeni Yılınız Kutlu Olsun-şiir- Akın, 640, Aralık 1975)
(“Hani”, “Gün Bugün”, “Karşıyız”, “Hassasiyet-şiir- Akın, sayı:641, Ocak 1976)
(“Bitkisel Yaşam”, “Neredeyim”-şiir- Akın, sayı:642, Ocak 1976)
(“Yaşadığın Zamanı Değerlendir”, “Aşkımı Süslesem”-şiirAkın, sayı:643, Şubat 1976)
(“Doğa Rahmet Bekliyor”, “Seherde”-şiir- Akın, sayı:646, Mart 1976)
(“Toprak”, “Ben ve O”-şiir- Akın, sayı:647, Nisan 1976)
(Çoban-şiir- Akın, sayı:648, Nisan 1978)
(Ecdadını Unutma-şiir- Akın, sayı:649, Nisan 1976)
(Mayıs Sabahı-şiir- Akın, sayı:650, Mayıs 1976)
(“Anne”, “Kulüp”-şiir- Akın, sayı:651, Mayıs 1976)
(“Simvola’da Eski Günler”, “Mesela”-şiir- Akın, sayı:652, Haziran 1976)
(“Sev”, “Kınalı Kuzu”-şiir- Akın, sayı:653, Haziran 1976)
(Öğret-şiir- Akın, sayı:655, Haziran 1976)
(Musallat-şiir- Akın, sayı:657, Eylül 1976)
(“Kitap”, “Okudukça Cehaletimi Anladım”-şiir- Akın, sayı:658, Ekim 1976)
(“Orman ve Ağaç”, “Yılların Çilekeşi”, “Hüzünlü Günler”-şiirAkın, sayı:659, Ekim 1976)
(“Öğretmeni Seviniz”, “Kutsal Manevi Işık”, “Zat-ı Meçhule”şiir- Akın, sayı:660, Kasım 1976)
(“İzinden Gittikçe”, “Ulu Atatürk”, “Atatürk”-şiir- Akın, sayı:661, Kasım 1976)
(Batı Trakya Dilberi-şiir- Akın, sayı:662, Kasım 1976)
(“Bitsin Artık Elim Afetler Ya Rabbim”, “Uygar ve Asri Olalım”, “Ey Pirimiz Mevlana”, “Doğduğun Gündür Mevlanam”, “Kıta”-şiir- Akın, sayı:663, Aralık 1978)
(Yeni Yılınız Kutlu Olsun-şiir- Akın, sayı:665, Aralık 1976)
(Geyik ve Tilki-manzum hikaye-Dil-şiir-Göç Destanı-masalAkın, sayı:666, Ocak 1977)
(Göç Destanı-masal-“Sen”, “Anı”-şiir- Akın, sayı:667, Ocak 1977)
(“Müzik Ruhun Gıdasıdır”, “Tanrım Güzel Yaratmış”-şiirAkın, sayı:668, Şubat 1977)
(“Zemheri”, “Yarınlar Güzel”-şiir- Akın, sayı:669, Mart 1977)
(Nevruz Kutlu Olsun-şiir- Akın, sayı:671, Mart 1977)
(“Nerede”, “İmanım Var”-şiir- Akın, sayı:672, Nisan 1977)
(Yerine Göre Hasetiz-şiir- Akın, sayı:673, Nisan 1977)
(Bu Doğru mu Efendiler-şiir- Akın, sayı:675, Mayıs 1977)
(Yunus’umun Dili-şiir- Akın, sayı:679, Mayıs 1977)
(Bahar Gelince Hoş Olur Yaşam-şiir- Akın, sayı:678, Haziran 1977)
(Biz-şiir- Akın, sayı:679, Haziran 1977)
(Eller ve Biz-şiir- Akın, sayı:681, Temmuz 1977)
(Burası Yaka-şiir- Akın, sayı:682, Ağustos 1977)
(Üzücü Bir Düş-şiir- Akın, sayı:684, Eylül 1977)
(“Okullar”, “Kitap”-şiir- Akın, sayı:686, Eylül 1977)
(Türkçemiz Ne Güzel Bir Dildir-şiir- Akın, sayı:689, Ekim 1977)
(“İzinden Gittikçe”, “Işık Atatürk”, “Ulu Atatürk”-şiir- Akın, sayı:692, Kasım 1977)
(Bu Toprak-şiir- Akın, 694, Aralık 1977)
(Yeni Yılınız Kutlu Olsun-şiir- Akın, sayı:697, Aralık 1977)
(Karakterimiz-şiir- Akın, sayı:700, Şubat 1978)
(Her Gün İstanbul’a-şiir- Akın, sayı:702, Şubat 1978)
(Göç Heyülası-şiir- Timurlenk ve Kuzu Hikayesi-manzum hikaye- Akın, sayı:705, Mart 1978)
(Benim Derdim Senin Derdin-şiir- Akın, sayı:707, Nisan 1978)
(Caba Yaşıyoruz-şiir- Akın, sayı:709, Mayıs 1978)
(İstimlaklerin Düşündürdükleri-şiir- Akın, sayı:710, Mayıs 1978)
(Yeşil Bahar-şiir- Akın, sayı:711, Mayıs 1978)
(Barış-şiir- Akın, sayı:713, Haziran 1978)
(“Rodoplar”, “Ben Gülemem”-şiir- Akın, sayı:718, Temmuz 1978)
(“Ben”, “Yüce Dağlarım”, “”Güzel Rodoplarım”-şiir- Akın, sayı:719, Ağustos 1978)
(Benim İnsanım-şiir- Akın, sayı:720, Eylül 1978)
(“Yarının Hayat Fatih’ine”, “Karşıyız”, “Yaşamak Ölmek”, “Kimdir”-şiir- Akın, sayı:721, Eylül 1978)
(Dönsek Eski Günlere-şiir- Akın, sayı:722, Ekim 1978)
(Liderler Lideri Atatürk-şiir- Akın, sayı:724, Kasım 1978)
(Çiçekler-şiir- Akın, sayı:725, Aralık 1978)
(“Tanrı Bir Gün Yeter Der”, “Gönül Yaresi”-şiir- Akın, sayı:726, Aralık 1978)
(Yeni Yıla Girerken-şiir- Akın, sayı:727, Aralık 1978)
(Derdini Söylemeyen Derman Bulamaz-şiir- Akın, sayı:728, Ocak 1979)
(“Yaşamak İsterim”, “Dilek”-şiir- Akın, sayı:729, Ocak 1979)
(1979 Çocuk Yılı-şiir- Akın, sayı:730, Şubat 1979)
(Çocuğum-şiir- Akın, sayı:731, Şubat 1979)
(İbret-şiir- Akın, sayı:732, Mart 1979)
(Gözyaşı ve Hıçkırık-şiir- Akın, sayı:733, Mart 1979)
(Dayanalım-şiir- Akın, sayı:734, Nisan 1979)
(“Bahar Gelince”, “Geliyor”-şiir- Akın, sayı:735, Nisan 1979)
(“Karakış”, “Kışın Gözyaşları”, “Yazı Anarken”-şiir- Akın, sayı:736, Mayıs 1979)
(Mutsuzlar Arttıkça Mutluların Mutu Azalır-şiir- Akın, sayı:737, Mayıs 1979)
(“Bilsen Nice Efkarlandım”, “Hayalimde Yaşayan Sevgili-şiirAkın, sayı:738, Mayıs 1979)
(Umut ve Hayal-şiir- Akın, sayı:739, Haziran 1979)
(Milli Duygu-şiir- Akın, sayı:740, Temmuz 1979)
(İlelebet Değişmeyeceğiz-şiir- Akın, sayı:742, Ağustos 1979)
(Yaka Tarlaları Alındı-şiir- Akın, sayı:743, Eylül 1979)
(Güzelim-şiir- Akın, sayı:744, Eylül 1979)
(Eski Planlar ve Yeni Tasarılar-şiir- Akın, sayı:745, Ekim 1979)
(Ey Ölümsüz Atatürk-şiir- Akın, sayı:746, Kasım 1979)
(Huzur-şiir- Akın, sayı:747, Kasım 1979)
(Devler-şiir- Akın, sayı:751, Şubat 1980)
(“Var”, “Folya”-şiir- Akın, sayı:752, Mart 1980)
(İnsaf-manzum hikaye-İslam Düşmanlarına Lanet Olsun-şiirAkın, sayı:753, Mart 1980)
(İnsaf-manzum hikaye-Bahar ve Yaşam-şiir- Akın, sayı:754, Mart 1980)
(Dinle Çocuğum-şiir- Akın, sayı:755, Nisan 1980) (Dedim Dedi-şiir- Akın, sayı:756, Nisan 1980)
(Şeytanla Görüşen Zahit-manzum hikaye- Akın, sayı:757, Mayıs 1980)
(Ruh, Müzik ve Adem-manzum hikaye-Ümit-şiir- Akın, sayı:758, Mayıs 1980)
(Ruh, Müzik ve Adem-manzum hikaye- Akın, sayı:759, Haziran 1980)
(Arşimet-şiir- Akın, sayı:760, Haziran 1980)
(“Bilgili ve Temiz Kalpli Olunuz”, “Kötü Kişidir Münafık”, “Dünya Gebe”-şiir- Akın, sayı:761, Temmuz 1980)
(“Gez de Rahat Bulasın”, “Giyom Tel”-şiir- Akın, sayı:762, Temmuz 1980)
(“Ali Kuşçu”, “Ekber Şah”, “Lanet Olsun”, “Kudüs Kan Ağlıyor”şiir- Akın, sayı:763, 1980)
(Yaradana Şükür”, “Öğüt”, “Ben Olsaydım”, “İnsan”-şiir- Akın, sayı:764, Eylül 1980)
(Tarihi Müthiş Bir Rüya-manzum hikaye-Medeniyet Beni cezp etmez-şiir- Akın, sayı:764, Eylül 1980)
(Tarihi Müthiş Bir Rüya-manzum hikaye-Eskimeyen Eskilerşiir- Akın, sayı:766, Eylül 1980)
(“Bir Allahım”, “Ümidini Kesme Mehmet”-şiir- Akın, sayı:767, Ekim 1980)
(İstanbul’un Ayasofya Öyküsü- Akın, sayı:768, Kasım 1980)
(İstanbul’un Ayasofya Öyküsü-Azraile Arzuhal-şiir- Akın, sayı:770, Kasım 1980)
(Yoluç-manzum hikaye-“İz Bırakanlar”, “Dua-şiir- Akın, sayı:772, Ocak 1981)
(Yaşam-şiir- Akın, sayı:773, Şubat 1981)
(“Düşünebilmek”, “Beyaz Umutlar”, “Gözümde Rodos Dağları”şiir- Şubat 1981)
(“Kabemiz”,”İçimizdeki Düşman”, “Doğa Uyanacak mı”-şiirAkın, sayı:775, 1981)
(“Ey Bir Allahım”, “Canilere Lanet Olsun”-şiir- Akın, sayı:776, Mart 1981)
(Sarayın Estetiğini Bozuyormuş-manzum öykü-Siyaset-şiirAkın, sayı:777, Mart 1981)
(“Sınıfımız”, “Gelsin Artık Neşeli Serazat Günler”-şiir- Akın, sayı:778, Nisan 1981)
(“Yüce Sevgiler”, “En Büyük Hata Hatada Isrardır”, “Ölmek, Yok Olmak Değildir”-şiir- Akın, sayı:779, Nisan 1981) (“Atamızın Sılasına Vardık”, “Büyüklerimiz”, “Güçlükler İzan ile Aşılır”-şiir- Akın, sayı:780, Mayıs 1981)
(“Büyüklerimiz”, “Ben Kimim”-şiir- Akın, sayı:781, Haziran 1981)
(İnsan, Melek ve Cin-şiir- Akın, sayı:782, Haziran 1982)
(“Barışsever Atatürk”, “Mabedim”, “İnsanlar Birbirlerini
Sevseler”-şiir- Akın, sayı:783, Temmuz 1981)
(“Kimin Yerini Sevgi Alacak”, “Bayram”-şiir- Akın, sayı:784, Temmuz 1981)
(“Oku da Öğren”, “Sahilde Efsanevi Bir Gece”-şiir- Akın, sayı:785, Eylül 1981)
(“Mustafa Kemal Atatürk”, “Kalemim”, “Kitabım”, “Oku”-şiirAkın, sayı:786, Eylül 1981)
(“Hamama Giden Fakir”, “Kınalı Kuzu”, “Kutsal Bağlar”– Akın, sayı:787, Ekim 1981)
(“Emirgan Lale Bahçesi”, “Zor Kazanılan Zafer”,”Tekrar
Dünyaya Gelmek Nasip Olsa da”-şiir- Akın, sayı:788, Kasım 1981)
(“Çoban”, “Güzel Allah”-şiir- Akın, sayı:790, Kasım 1981)
(Yaza Döndürür Kışı-şiir- Akın, sayı:791, Aralık 1981)
(“Anavatan”, “Savaş Bir Felakettir”, “Zaman Gelip Geçiyor”, “İstanbul”-şiir- Akın, sayı:792, Aralık 1981)
(“Yunus Emre”, “Hayvanlar İçin”-şiir- Akın, sayı:793, Ocak 1982)
(“Yunus Emre “, “Hazin Dağlar, Mahzun Dağlar”, “Ulu Karlı Dağlar”, “Yeşil Gözlü Şirin Dağlar”, “Gülemem”-şiir- Akın, 794, Ocak 1982)
(“Yunus Emre”, “Milletim Yaşasın”, “Aşk Öyle Yüce ki”-şiir Akın, sayı:795, Şubat 1982)
(“Aşık Yunus’um”, “Sıklet”, “Kar”, “Ümit Fidanı”-şiir- Akın, 796, Şubat 1982)
(Göç Destanı-şiir- Akın, 798, Mart 1982)
(Timurlenk ve Kuzu Hikayesi-manzum hikaye-“Bir Zamanlar”, “Umudunu Asla Kesme” Akın, 799, Nisan 1982)
(“Tembellik Ayıptır”, “Taşlar”-şiir- Akın, sayı:800, Mayıs 1982)
(“Türkler”, “Bayramınız Kutlu Olsun”-şiir- Akın, sayı:803, Temmuz 1982)
(“Müzik Ruhun Gıdasıdır”, “Seng-i Musalla”, “Minareler Şehri
İstanbul”-şiir- Akın, sayı:805, Eylül 1982)
(“Ey Yağız Toprak”, “Orman ve Ağaç”, “Yıkık Minare”, “Sana
Senden Gayri Dost Yoktur”-şiir- Akın, sayı:807, Ekim 1982) (“Atanı Tanı Çocuğum”, “Karayı Beyaza Dök”-şiir- Akın, sayı:808, Kasım1982)
(“Başöğretmenimize Sevgi Saygı”, “Parasız Sobam”, “Yaşamın
Cilveleri”, “Ne Hoştur Böylesi”-şiir- Akın, sayı:809, Aralık 1982)
(“Tanrım Güzel Yaratmış”, “Sonbahar”, “Yaşar”, “Umut”, “Aydınlık”, “Mutluluk”, “Barış”-şiir- Akın, sayı:810, Aralık 1982)
(“Ey Pirimiz Mevlana”, “Ecdadını Unutma”, “Dertlerle
Yaşamak”-şiir- Akın, sayı:811, Ocak 1983)
(Aile Ocağı-şiir- Akın, sayı:812, Şubat 1983)
(“Oğuz”, “Yaşam Kavgası”-şiir- Akın, sayı:813, Mart 1983)
(“İlkbahar”, “Neşeli Ol Çocuğum”, “Kızıma”-şiir- Akın, sayı:814, Nisan 1983)
(“Nevruz Kutlu Olsun”, “Tanrıkut Mete”, “Tütüncüler”-şiirAkın, sayı:815, Nisan 1983)
(Sevinin Çocuklar…”, “Uçurtmalar Havalansın”-şiir- Akın, sayı:816, Mayıs 1983)
(Türkçemiz Ne Güzel Bir Dildir-şiir- Akın, sayı:817, Mayıs 1983)
(“Kitap”, “Kitaplar Karanlıkta Tozlanmasın Çocuğum”-şiirAkın, sayı:818, Haziran 1983)
(Aydın Fikirli Olunuz-şiir- Akın, sayı:820, Ağustos 1983)
(“Alantepe Panayırı”, “Öğretmen Kutsaldır Yavrum”, “Batı Trakya’m”-şiir- Akın, sayı:821, Eylül 1983)
(“Bayram ve Öksüz Çocuk”, “Özgür Olacağım Günü Bekliyorum”-şiir- Akın, sayı:823, Ekim 1983)
(“Benim Bahçem”, “Batı Trakya Türküne Saygınlık Kazandıralım”-şiir- Akın, sayı:824, Kasım 1983)
(“Bir Ustası Var”, “Sonbahar”-şiir- Akın, sayı:825, Aralık 1983)
(Dörtlükler-şiir- Akın, sayı:826, Aralık 1983)
(Dörtlükler-şiir- Akın, sayı:827, Ocak 1984)
(Çınarlar-şiir- Akın, sayı:828, Ocak 1984)
(Dörtlükler-şiir- Akın, sayı:829, Şubat 1984)
(Mutlu Bir Sabah-şiir- Akın, sayı:830, Şubat 1984)
(Azınlık İdeali-şiir- Akın, sayı:831, Şubat 1984)
(Sakın Ümidini Kesme-şiir- Akın, sayı:832, Mart 1984)
(“Dünyada En Acı Şey”, “Eski Gümülcine”-şiir- Akın, sayı:833, Mart 1984)
(“Büyük Şehirler…”, “Köyüm”, “Yunus Emre”, “Mağduriyet”şiir- Akın, sayı:834, Mart 1984)
(Yunus Emre-şiir- Akın, sayı:835, Nisan 1984) (Yunus Emre-şiir- Akın, sayı:836, Nisan 1984)
(“Anne”, “Yunus Emre”-şiir- Akın, sayı:837, Nisan 1984)
(“Olaylar Zinciri”, “Gözüm Görmesin Git Bahar”, “Rodop
Dağları”-şiir-Atatürk ve Laiklik İlkesi-köşe yazısı- Akın, sayı:838, Mayıs 1984)
(“Gül Kızım”, “Millet Sevgisi”, “Sen Sen Olmak İstersen”-şiirAkın, sayı:839, Haziran 1989)
(Çocukluğumdaki Ramazan Geceleri-derleme-Kimi Sözler Değişmeli-şiir- Akın, sayı:840, Haziran 1984)
(“Köy Odaları”, “Ormanı Sev”, “Dörtlükler”-şiir- Akın, sayı:841, Temmuz 1984)
(Esaret-şiir- Akın, sayı:842, Ağustos 1984)
(Mektup Yok mu Postacı-şiir- Akın, sayı:845, Ekim 1984)
(“Gez de Hayat Bulasın”, “N’oldun Sen”-şiir- Akın, sayı:846, Ekim 1984)
(Saygı ile Anılan Atatürk-şiir- Akın, sayı:847, Kasım 1984)
(“Oku da Öğren”, “Hazan Gülü”-şiir- Akın, sayı:848, Kasım 1984)
(“Çağdaş Uygarlık ve Gerçek Dindarlık”, “Bize Her Şeyden
Önce Siyasi Destek Gerek”-şiir- Akın, sayı:849, Aralık 1984)
(Yeni Yıla Girerken-şiir- Akın, sayı:850, Aralık 1984)
(“Çocuklar Neşeli ve Şen Olunuz”, “Dörtlükler”-şiir- Akın, sayı:851, Ocak 1985)
(“Kinin Yerini Sevgi Alacak”, “Nasıl Gülerim”, “Azim”-şiirAkın, sayı:852, Şubat 1985)
(Maşa-şiir- Akın, sayı:854, Mart 1985)
(Tuna-şiir- Akın, sayı:855, Nisan 1985)
(“Hayat ve İdeal”, “Dörtlükler”-şiir- Akın, sayı:856, Mayıs 1985)
(Yarınlar Sizin Olacak-şiir- Akın, sayı:857, Mayıs 1985)
(Evinize Geldim-şiir- Akın, sayı:862, Ağustos 1985)
(“Bayramınız Kutlu Olsun”, “Bayram ve Biz”-şiir- Akın, sayı:863, Ağustos 1985)
(“Biz”, “Milletimin Hizmetindeyim”-şiir- Akın, sayı:864, Eylül 1985)
(Mücadelesiz Geçen Hayat Boş-şiir- Akın, sayı:866, Kasım 1985)
(Atam-şiir-Akın, sayı:867, Kasım 1985)
(“Büyük Aşk”, “Düşünemediğim An Ölüyüm”, “Olgunlaşmak İçin”-şiir- Akın, sayı:868, Kasım 1985)
(Dünüm-şiir- Akın, sayı:873, Şubat 1986) (“Atam”, “Türklüğün Güneşi Atatürk”, “Atatürk’ümüz Ölmedi”şiir- Akın, sayı:887, Kasım 1986)
(İstikbale Umutla Bak-şiir- Akın, sayı:888, Kasım 1986)
(Türk Kadını-şiir- Akın, sayı:892, Aralık 1986)
(Aile Ocağı-şiir- Akın, sayı:895, Ocak 1987)
(“Hazin Dağlar Mahzun Dağlar”, “Yaşam Kavgası”-şiir- Akın, sayı:896, Ocak 1987)
“Şafak” dergisi:
(Yaraşır…-şiir- Şafak dergisi, sayı: 3, Şubat 1990)
(Mert Mücahidim-şiir- Şafak dergisi, sayı: 5, Nisan 1990)
(Güzelliği Ruhta Ara-şiir- Şafak dergisi, sayı: 6, Mayıs 1990)
(“Yaza Döndürür Kışı”, “Umut Filiz Sürüyor”-şiir- Şafak dergisi, sayı: 7, Haziran 1990)
(Kızlarımız-şiir- Şafak dergisi, sayı:9, Ekim 1990)
(Türklüğün Önderi-şiir- Şafak dergisi, sayı:10, Kasım 1990)
(Caba Yaşıyoruz-şiir- Şafak dergisi, sayı:13, Şubat 1991)
(Manada Yunus’u Buldum-şiir- Şafak dergisi, sayı:15, Nisan 1991)
(Hüzünlü Günler-şiir- Şafak dergisi, sayı:16, Haziran 1991)
(Dörtlükler-şiir- Şafak dergisi, sayı:17, Ağustos 1991)
(Gül Kızım-şiir- Şafak dergisi, sayı:18, Ekim 1991)
(Afrika Aç-şiir- Şafak dergisi, sayı:20, Aralık 1991)
(Ben İsterim Ruhumu Doyurmak-şiir- Şafak dergisi, sayı:22, Şubat 1992)
(Dâhi Atatürk-şiir- Şafak dergisi, sayı:29, Kasım 1992)
(Batı Trakya Dilberi-şiir- Şafak dergisi, sayı:31, Ocak-Şubat 1993)
(Yaz Günleri ve Mehmetler-şiir- Şafak dergisi, sayı:33, Mayıs-Haziran 1993)
(Atamdan Mesaj ve Uygarlık Yarışı-şiir- Şafak dergisi, sayı:36, Kasım-Aralık 1993)
“Yuvamız” dergisi:
(Önderimiz Mustafa Kemal Paşa-şiir- Yuvamız, sayı:3, Kasım 1986)
(Yeni Yıl…-şiir- Yuvamız, sayı:5, Ocak 1987)
(Dostun Sırrını Fâş Etme-şiir- Yuvamız, sayı:10, Haziran 1987) (Merhametli ol, asil çocuğum-şiir- Yuvamız dergisi, sayı:11, 12, Temmuz-Ağustos)
(“Batı Trakya’m”, “Köyüm”-şiir- Yuvamız, sayı:14, Ekim 1987)
(Atatürk ve Lâiklik İlkesi-köşe yazısı-On Kasım İçin Dörtlükşiir- Yuvamız, sayı:27, Kasım 1988)
(“Atatürk’e Saygı”, “İzinde Gittikçe”-şiir- Yuvamız, sayı:51, Kasım 1990)
(Cihan Sevgiye Pek Muhtaç-şiir- Yuvamız dergisi, sayı:57, Mayıs 1991)
(Atatürk Hurafelerle Savaştı-şiir- Yuvamız, sayı:63, Kasım 1991)
(Müjde Atam-şiir- Yuvamız, sayı:75, Kasım 1992)
(Dünya Türklüğünün Nabzı Ata’m-şiir- Yuvamız, sayı:87, Kasım 1993) Gerçek bir yaşam başlar -kim bilir- ne deminde…
Şiirlerinden örnekler:
GÜZELLİĞİ RUHTA ARA
Güzelliği ruhta ara;
Bakma gözlere, kaşlara…
Aldanma ipek saçlara,
Gül güzeldir ama solar…
Çıkınca gözün rimeli;
Tanınmaz olur sürmeli…
Cımbızda durur hep eli,
Kaşlarını tel tel yolar…
Bakma geçici süsüne,
Katlanmak güçtür güzüne…
Aldandığın gül yüzüne,
Bir gün kırışıklar dolar…
Ruh güzelliği hiç solmaz;
Tomurcuktur… hiç açılmaz…
Kışı yoktur… hep bahar-yaz!
Gerçek güzel ruhlarda var…
KIZLARIMIZ
Bağda, bahçede işler, kınalı körpe kızlar;
Tarlada tütün eker, beli bükülür sızlar…
Çamurlu feracesi sarar ince belini;
Akar sel gibi teri, çapa ezer elini…
Bütün yaz geceleri uykusuz tütün toplar
Yorulur sinirleri; günden güne zayıflar,
Kafeste bir kuş gibi hapistedir evinde;
Yanağında güller var; dudağında al kiraz.
Bir güz gülüne benzer… Baharı yazı pek az!
Çetin yaşam soldurur durur her zinde kızı!
Figan ettirir beni içimde nice sızı…
Dörtlükler
NE OLDUN SEN
Ne idin, ne oldun sen,
Bir gül idin soldun sen;
Baharın pek tez geçti!
Genç ihtiyarladın sen…
İYİ BİR GÜN GÖRMEDİN
Seni güldürmedi kader;
Daima sundu gam keder…
Hiç iyi bir gün görmedin!
Dünden: Bugün daha beter…
    (Şafak dergisi, sayı:141)
“Ey Yağız Toprak” adlı kitabından:
(Ey Yağız Toprak adlı kitapta siyasi olaylar “azınlığa yapılan baskılar, bazı olaylar” şiirleştirilmiştir.)
I
KIZIMA
Ben kızıma bir gül dedim
“Baba,mevsim kıştır” dedi.
Ben gülmesini istedim,
Gülüşü hüzünlü idi…
II
Ben kızıma kiraz dedim
“baba, yaza olmaz!” dedi.
“bahçemiz gitti… bilirim!”
kızım beş yaşında idi…
III
Ben kızıma nergis dedim
“baba yaza açmaz!” dedi…
“Kuş, kelebek uçmaz!” dedi
çocuk da farkında idi…
IV
Gül, saçların tel tel dedim
“baba, teli anma!” dedi.
Gül üzülmüştü.. hemen fark ettim!
Telörgü… aklında idi…
Esaret
-esir milletlere ithaf-
dünyada en acı şey sorsalar nedir
hiç düşünmeden de ki; esarettir
dünyada en tatlı şeyi sorsalar
düşünmeden söyle; hakimiyettir.
Esaretten kurtulsun tüm uluslar
Milletleri yücelten hürriyettir.
Bir yerde kalmasın esir bir ulus
Esaret ölüme mahkumiyettir.
Esaret bir zincir ki kırılmalı
Kim ki kırabilir; hür bir millettir.
Hürriyet ekmekten, sudan da aziz
Cihanda en güzel, en hoş devlettir.
Dünyada en acı şey sorsalar nedir
Hiç düşünmeden de ki; esarettir.
HANİ
Yeşil zümrüt bağlar hayalde yaşar;
Yokovanın meşhur bostanı hani?
Gayrı ne çiftim ne de çubuğum var!
Hayal bahçesinin bağbanı hani?..
Köylerde herkese açık odalar;
Artık hayalimde neşeyle dolar…
Dünümden bugüne hangi eser var?
Eski şehirlerin hoş hanı hani?..
Gül bahçelerini diken bürümüş;
Goncalar açmadan solmuş, kurumuş…
Figan ile uçmuş-gitmiş garip kuş!
Dağların maralı-ceylanı hani?..
Güzeller gelmişler güllü çeşmeye,
Yârin, yâresini açıp-deşmeye…
Kanatlı kuş gibi tez yetişmeye,
Yiğidin atıdır-küheylân hani?..
MAZİYİ YAŞARKEN
Maziyi yaşarken unutulur dert
Dedemi görürüm şanlı-şerefli…
Ecdadım yiğittir; soyum-sopum mert!
Ceddimi görürüm şanlı-şerefli…
Bizim aramızda var kopmaz bir bağ
Din, dil, kültür birdir.. geçse nice çağ,
Tümümüz kalırız haşre kadar sağ!
Ceddimi görürüm şanlı-şerefli…
Madde teni, mânâ ruhları besler
Ezeli ülkümüz sineyi süsler…
Kanımızı kaynatır hamasi sözler!
Ceddimi görürüm şanlı-şerefli…
Itri’nin Tekbir’i yüce bestesi
Tarihten yükselir dedemin sesi…
Toz pembe günlerin o saf neş’esi,
Kendimi görürüm şanlı-şerefli…
“Yarınlar Sizin Olacak” adlı çocuk kitabından: (Çocuklar için yazdığı şiirlerini bu kitabında toplamıştır)
KİTAPLAR
Kitaplar kitaplıkta
Süs olmasın çocuğum…
Kitaplar kitaplıkta
Tozlanmasın çocuğum…
Kitaplar beyninizi
Süslemeli çocuğum
Kitaplar bir gün sizi
Beslemeli çocuğum…
Kitaplar yarın sizi
Hamallıktan kurtarır…
Kitaplar yarın sizi
Irgatlıktan kurtarır…
Yarın yapma zor işi
Oku, çalış Elif’im…
Olma ırgat bir kişi
Oku, çalış Cengiz’im…
BAŞ ÖĞRETMENİMİZE SEVGİ-SAYGI
Azdı okuyan-yazan, eski yazı zor idi;
Arapça, Türkçe’mize asla uymuyor idi;
Ona en güzel şekli yine ceddim vermişti;
Lâkin genç dimağları nice yoruyor idi.
Baş Öğretmen ATA’MIZ sayesinde okuduk;
Yeni Türkçe’miz ile bülbül bülbül şakıdık…
Eski yazıyı ise gömdük tarihe!
Baş Öğretmenimizi sevgi, saygıyla andık…
UÇURTMALAR HAVALANSIN
Karlık’tan rüzgâr esiyor
Uçurtmalar havalansın
Kartallar yarış istiyor
Uçurtmalar havalansın
Koşun yavrum, koşun kıra
Koşun yemyeşil çayıra
Koşun, tırmanın bayıra
Uçurtmalar havalansın.
Renklerini iyi seçin
Kâğıdını ölçüp kesin
Kuyruğunu CEM süslesin
Uçurtmalar havalansın.
Doğa: “Neşeleniniz!” der
Bakın; püfür püfür her yer
Durmayın, koşun Mehmetler
Uçurtmalar havalansın.
KINALI KUZU
Kına yakın şu kıza
Olsun kınalı kuzu
Sürme çekin şu kıza
Olsun sürmeli kuzu…
Bir mavi boncuk takın
Aman nazar değmesin
Hilâl kaşlara bakın
Gören maşallah desin
Bin bir pırlanta parlar
Gülümseyen yüzünde
Bir ümit, bir müjde var
Işıldayan gözünde…
Parlasın alnında nur
Erdemli hey hanım kız
Sendeki üstün onur
Kimde var ey canım kız…
ORMAN VE AĞAÇ
Bulutlara “gel” diyen
Hep yağmurları çeken;
Heyelânı önleyen;
Ağacı sev.. Önem ver!
Okulunda kara tahta;
Hatta kalem ve defter;
Sandalya, dolap, masa,
“Bak, ormandan geldik”der.
Elindeki kalemin;
Ağacın dalıydı dün;
Kuşların konduğu gün;
Açmıştı ne çiçekler…
Büyük servettir orman;
Ve bir cennettir orman;
Cümbüş cümbüştür orman;
Şen kuşlar türkü söyler…
“BİR ALLAHIM” adlı kitabından alınmış örnekler
(Saraçoğlu, çok sayıda dini şiir de yazmış, bunları “Bir Allahım” adlı bir kitapta toplamıştır. Dini öğütlerin ağır bastığı bu şiirlerinde kaderci bir anlayışın varlığı da sezilmektedir.)
NEFSİNE UYAN KİŞİ
Nefsine uyan kişi,
Gün gelir olur pişman…
Yaptırır kötü işi,
İçimizdeki düşman…
Kötü kötü yollara,
Kon der eğri dallara,
Musallattır kullara,
İçimizdeki düşman…
Nefsin saldığı yol loş;
Der ki karanlığa koş!
Çirkini gösterir hoş,
İçimizdeki düşman…
Nefsinle savaş; Er’sen,
Dinle vicdanını sen…
Eğer sussun istersen,
İçimizdeki düşman…
KASVET VE DİN
Bir kasvet bastı nedense akşam
İstilâ etti ta ruhumu gam
Abdestli idim; tesbihi aldım
Boş bir odayı açarak daldım
Bin kez Kelime-i Tevhid çektim
Zail olmuştu bütün kasvetim
Açtım Kur’an’ı: Okudum Yâ-Sin
Gamı-kasveti silmiş idi din
Bir ferah sardı içimi birden
Mutluluk duydum Hakk’ı zikir’den
Üzen ne varsa çıktı fikirden
Manevi hazzı şükür tattım ben…
AŞKLARIN EN İLAHİSİ
Kerem Aslı’sına nasıl meftundu;
Karaca, Elif’e öyle vurgundu…
Aşk yolunda nice âşık yorgundu,
En yorgun, en meftun kim dersen benim…
Yeni Aşıklara misâl olmuşum;
Kerem’den bin beter bir hâl olmuşum…
Aşktan kâh bir zehir; kâh bal almışım!
En yorgun en meftun kim dersen benim…
Can kafesim yandı yandı kül oldu;
Ruhum kemâl buldu Hakka kul oldu!
Kanlı göz yaşlarım bağda gül oldu!
En yorgun en meftun kim dersen benim…
Ebedi vuslatı tattır Allah’ım!
Fani yaşamımı bitir Allah’ım!
Sana geliyorum ey bir Allah’ım!
Acıklı halimi bir gör Allah’ım!
ÇİLE
Neden kederliyim, niçin tasalı?
Elem yüklü ömrüm, kalbim yaralı!
Hep gam… Kalp perişan! Çetin şu yaşam,
Umman gibi engel, aşılmaz aşam…
Azapla kavrulur, aşkla can bulur;
Bazen ümitlerle teselli olur…
Pembe ufuklara dalan gözlerim;
İnci daneleri salan gözlerim…
Derdimi anlattım yıldıza-ay’a,
İrkildi yerdeki bastığım kaya…
Hızır, derdim bildi; dedi ki “Çile;
Deva beni aştı, Allah’tan dile…”
Bin tâbib bir para, kâr etmez bana,
Kâbuslu günlerim erer mi sana?..
Ufuklar toz pembe olur mu bir gün?
Allah’ım dilerse derde verir son…
KITA
Konya’ya vardı ruhum bir kuş gibi dün gece,
Mevlânâ ile döndü durdu bir bütün gece…
Tenimi Rumeli’nde uyur bırakıp ruhum,
“Semâ” âyini ile Konya’da coştu nice…
RODOP YILDIZI adlı kitaptan örnek şiirler:
(Saraçoğlu’nun, bu kitabına aldığı lirik şiirler, bilinen ve çok kullanılmış imgelerle yazılmış olmalarına karşın diğer şiirlerinden daha başarılıdır.)
KÖYÜM
Köyüm dağ yöresinde yeşil gözlü bir gelin;
Esen tatlı rüzgârda bin rayihan var senin.
Dere akar, çay çağlar al-mor çiçekler açar,
Rüzgâr türkü fısıldar, etraf neşeler saçar.
Kirazlar çiçek açar… mani söyler genç kızlar;
Bahçelerde sazlara eşlik eder şen kuşlar.
Bu köy ne şahanedir, Rodop’ta bir tanedir;
Kızları dürdanedir; bakışlar mestanedir
SOLAR GÜLLER
Açmadan solar güller benim bahçemde hâlâ
Gonca gonca filizler dönerler kuru dala…
Yoksa mevsim bahçemde hep hazan mı kalacak?
İçime yaşam boyu hep hüzün mü dolacak?..
Durmadan solar güller mevsim bahara ermez;
Solan bahçede ağlar gezerim kimse görmez…
Feryadımı şen beste sanar işitse eller!
Benim feryadıma ses veriyor bak bülbüller…
HÜZÜNLÜ GÜNLER
Bahar-yaz geldi geçti,
Kâm alamadım bir gün!
Ne gül ne sümbül açtı;
Benim gül bahçemde dün…
Hemdert bülbüller öttü,
Dertler gittikçe arttı…
Hep dünyamı kararttı!
Arttı da arttı hüzün…
Bağrıma taş bağladım,
İçin için ağladım,
Sular gibi çağladım,
Gülmedi gitti yüzüm…
Yazı görmedim asla,
Günlerim geçti yasla,
Gözlerim doldu yaşla,
Yağmuru kadar güzün…
SEN
Ey gönlümün şen kızı, çiçek çiçek dal oldun
Ey Rodop’un yıldızı, petek petek bal oldun
Sen âfeti, tarife sözcükler kâfi değil
Cennet bahçelerinde açan al al gül oldun
Visâl bağında açan çiçeklerin âlâsı
Rodop Dağı’ndan esen mis kokulu yel oldun
Gözlerden damla damla; sıza sıza çoğalan
O billur incilerle, coşa coşa sel oldun
Bülbül bülbül şakıdın yıllarca Rodoplar’da
Bugün sen niye sustun; niye böyle lâl oldun…
BİLSEN NASIL EFKARLANDIM
Ay altında gezindikçe
Tâ yürekten seni andım…
İçlendikçe, düşündükçe
Bilsen nasıl efkârlandım…
Mehtap, güller ne hoş görsen;
Lâkin yoksun hâlâ bak sen!
Hicranınla yanarken ben;
Bilsen nasıl efkârlandım…
Ne hoş açtı gel de bir bak;
Al karanfil ve akzambak…
Baharın sensiz zevki yok;
Bilsen nasıl efkârlandım…
Ölsem gitsem yine yaşar,
İçimde bir emelim var!
Sen hülyama girdikçe yâr;
Bilsen nasıl efkârlandım…
UĞURSUZ AŞK
Uğursuz bir aşk âh-ü figân ettirir beni,
İçimde aşk od’u dağı beklettirir beni…
Gayrı dönülmez geri, ne feci sevmek seni;
Kahrı çok, ümidi yok, gel geri al buseni…
Senin uğursuz aşkın, kalbimde ateş saçan
Bir volkan gibi yakar-yakar eritir beni…
Hasretin ile gönül çırpınır duru her an!
Kahrı çok, ümidi yok, gel geri al buseni…
IŞIK ATATÜRK
(Saraçoğlu, Atatürk konulu şiirlerini Işık Atatürk.-Komotini 1991- adlı bir kitapta toplamıştır. Bu şiirlerinde de duygusallık ön plandadır. Şiirlerinden örnek bir demet:)
ATAM
Batı Trakya Türk’ü seni hürmetle anıyor!
Kalbimizin en çorak yeri aşkınla yanıyor…
İdealin can verdi; hayat verdi Türk’e;
Büyük istikbale giden yolu gösterdi Türk’e…
İlkelerin her Türk’ün pırlanta kalbini süsledi!
Sevgin her Türk’ün tâ iliklerine kadar işledi…
Ey Türk’ün müceddidi… Ey Türk’ün kanı, canı!
Ünün o denli büyük ki, tuttu bütün cihanı…
“Yurtta sulh, cihanda sulh” ilkene dünya inanıyor!
Ne mutlu Seni tüm insanlık saygıyla anıyor…
Ne mutlu bize! Önderimiz sensin bizim;
Kemalizm’den başka kabul etmeyiz hiçbir izim…
Atam! Senin ülkün aydınlatır yolumuzu gün be gün;
Kanındasın! İzinde giden Batı Trakya Türk’ünün…
ATATÜRK’ÜMÜZ ÖLMEDİ
Canevimizde yaşıyor
Atatürk’ümüz ölmedi…
Türklüğe ışık saçıyor
Atatürk’ümüz ölmedi…
İçimizde bayrak bayrak
Her an dalgalanıyor bak
Hep nabzımızda atacak
Atatürk’ümüz ölmedi…
Haftalara-aya sığmaz
Bütün yıl ansak yine az
Türkoğlu nasıl haykırmaz
Atatürk’ümüz ölmedi…
Denizde, karada O var
Edirne’de Kars’ta O var
Güzel Ankara’da O var
Atatürk’ümüz ölmedi…
Tüm mazlumların dilinde
Yaşıyor nasıl da zinde
Bak, yüz milyonlar izinde
Atatürk’ümüz ölmedi…
Türk gençliği uygar, asil
Fikri vicdanı hür nesil
Her genç Mustafa Kemal! Bil
Atatürk’ümüz ölmedi…
Her genç yasalara uyar
Ulu kişileri sayar
Mustafa Kemal’i duyar
Atatürk’ümüz daha ölmedi…
ŞAFAK GİBİ SÖKTÜN ATAM
Zulmeti dağıttın da
Meşale yaktın Atam
Karanlığın ardında
Şafaktın! Söktün Atam…
O acı kara günde
Kocatepe’de önde
Karanlığı yırttın da
Şafaktın! Söktün Atam…
Diyordun ki Mustafa Kemal’im
“Ya istiklâl ya ölüm”
Kocatepe’de o gün
Şafaktın! Söktün Atam…
Türk’ün sesi gür mü gür
Yaşamıştı hep özgür
Türkoğlu olmuştu hür
Şafaktın! Söktün Atam…
Karanlık gece bitti
Yurtta bülbüller öttü
Kara bulutlar gitti
Şafaktın! Söktün Atam…

HÜSEYİN MAHMUTOĞLU


Hayatı:
Hüseyin Mahmutoğlu, 1939 yılında Gümülcine’nin (Komotini) Çepelli (Mishos) köyünde doğdu. İlkokulu köyünde tamamladı. Parasız yatılı sınavlarını kazanarak Kütahya Lisesi’ne gitti. Dışardan sınavlara katılarak Edirne Öğretmen Okulu’nu bitirdi. Öğretmenlik mesleğine (Kalhas) Kalfa köyünde başladı. 1964 -65 öğretim yılında kendi köyü olan Çepelli’de öğretmenlik mesleğine devam etti. Mesleğinin 13. yılında Yunan yönetimi tarafından görevden uzaklaştırıldı. Daha sonra Batı Trakya Türk Öğretmenler Birliğinde sekreter olarak çalışmaya başladı. Buradan emekliye ayrıldı. Yazı hayatına “Azınlık Postası” gazetesinde başladı. Bazı şiir ve hikâyeleri “Birlik” ve “Öğretmen” dergileriyle “İleri” gazetesinde yer aldı. Hüseyin Mahmutoğlu’nun yazı hayatı 1970’le 1980 yılları arasında sınırlı kaldı, yazı hayatına devam etmedi.
Edebi kişiliği:
Hüseyin Mahmutoğlu, edebiyat alanına 1970’li yıllarda ilk kez Azınlık Postası gazetesinde yazdığı anlatı- köşe yazısı denemeleriyle girdi. Daha sonra hikâye yazmaya başladı. İlk hikâyesi “Ana Beni Eversene”, Azınlık Postası gazetesinde yayımlandı. Ardından, “Temel Atma Töreni”, “Onuncu”, “İcarın Tutarı”, “Örümcek Ağı”, “Sen Dinle Babanı”, “Kimine Denizin Tuzu, Kimine Yolun Tozu”, “Ayrılış” , “Anası İstedi”, “Yoksul Kâğıdı” ve “Düdük Sesleri”…adlı hikâyeleri aynı gazetenin çeşitli sayılarında yayımlandı. Mahmutoğlu’nun, “Öğretmen” dergisinde yayımlanan hikâyeleri de var. “Pancar Çapacıları”, “Ödüllendirilen Öğrenci” ve “Cepheden Eve Giden Yol…” Mahmutoğlu’nun daha çok toplumsal konuları işlediği bu hikâyeleri, hikâye tekniği ve dil ustalığı bağlamında ele alınmaktan çok azınlık içinde bu alanda yazılan ürün açısından değerlendirilmelidir. Bazı hikâyelerinde bir dil savrukluğu görülse de kimilerinde oldukça başarılıdır. Hikâyelerinde iç çözümlemelerden çok karşılıklı konuşmalardan çekilerek okuyucuya anlatacaklarını anlatmak ister. Olayları katı bir gerçeklik içinde verir. Olayları bazı hikâyelerinde daha yalın ve inandırıcı bir şekilde vermesine karşın, aceleye getirdiği kimi hikâyelerinde bir yapaylık göze çarpar. Hikâyelerinde kimi gereksiz ayrıntılara yer vermiş olsa da bu hikâyeler, yoklukla boğuşan, haksızlığa uğrayan, cehaletin faturasını çile çekerek ödeyen azınlık insanının yaşamını belgeleyen birer yazı/hikâye niteliği taşırlar. Mahmutoğlu bir ara deneme türünü de el atmış, daha sonra kendini tamamen hikâyeciliğe vermiştir. Mahmutoğlu en verimli bir döneminde hikâyeciliği bırakmış, çalışmaları, 1970’le 1980 yılları arasında sınırlı kalmıştır.
Mahmutoğlu bu dönem içinde bazı şiir denemelerinde de bulunmuştur. Mustafa Tahsinoğlu Şafak Dergisi’nde yayımlanan şiir incelemesinde, Mahmutoğlu’nun şiirinden söz ederken şu değerlendirmeyi yapar: Mahmutoğlu, şiirde gözlemci bir yaklaşımla toplumsal konularda şiirler yazdı. Daha çok uzun şiiri seven şairimiz şiirlerinde hikâyemsi bir havaya sahip. Tahsinoğlu değerlendirmesinde, Mahmutoğlu’nun, serbest bir anlayışla şiir yazdığını, şiire tat veren unsurlar yakaladığını da vurgular.
Yayımlanmış çalışmaları:
“Azınlık Postası” gazetesi:
(Yükselmek-köşe yazısı- Azınlık Postası, sayı:84, Temmuz 1970)
(İşini Bulmak-köşe yazısı- Azınlık Postası, sayı:85, Temmuz 1970)
(Çocuklarımızla-köşe yazısı- Azınlık Postası, sayı:86, Ağustos 1970)
(Köyümüzün Yaşantısı-deneme- Azınlık Postası, sayı:87, Ağustos 1970)
(Kısır Döngü-köşe yazısı- Azınlık Postası, sayı:88, Eylül 1970)
(Tuzlada İş Var-köşe yazısı- Azınlık Postası gazetesi, sayı:89, Eylül 1970)
(Aksaklıklar-köşe yazısı- Azınlık Postası gazetesi, sayı:90, Eylül 1970)
(Kayıpçı-köşe yazısı- Azınlık Postası, sayı:91, Ekim 1970)
(Yalancı Tokluk-köşe yazısı- Azınlık Postası, sayı:92, Ekim 1970) (Yazık Oldu Köye-anlat- Azınlık Postası, sayı:93, Kasım 1970)
(Ana Beni Eversene-hikâye- Azınlık Postası, sayı:95, Kasım 1970)
(Laf Aramızda-öykü- Azınlık Postası gazetesi, sayı:96, Aralık 1970)
(Konuşmakla İş-köşe yazısı- Azınlık Postası, sayı:97, Aralık 1970)
(“Temel Atma Töreni”– hikâye- Azınlık Postası, sayı:98, 21.1.1971)
(Kan Aranıyor-köşe yazısı- Azınlık Postası, sayı:99, Ocak 1971)
(“Onuncu” – hikâye- Azınlık Postası, sayı:102, 6.3.1971)
(Tersanedeki İş-hikâye- Azınlık Postası, sayı:103 -104, Mart-Nisan 1971)
(İcarın Tutarı” -hikâye-Azınlık Postası, sayı:108, 109, Mayıs 1971)
(“Sen Dinle Babanı”-hikâye- Azınlık Postası, sayı:112, 113, Temmuz 1971)
(“Örümcek Ağı”-hikâye- Azınlık Postası, sayı:114, 115, Temmuz-Ağustos 1971)
(“Kimine Denizin Tuzu, Kimine Yolun Tozu”-hikâye- Azınlık Postası, Sayı:116, 117, Ağustos 1971)
(“Ayrılış”-hikâye- Azınlık Postası, sayı:125, 126, Kasım-Aralık 1971)
(Anası İstedi-hikâye- Azınlık Postası, sayı:129, 130, Ocak 1972)
(Yoksul Kâğıdı”-hikâye- Azınlık Postası, sayı:132, 133, 134, yıl:1972
(Düdük Sesleri-hikâye-(Sayı:135, 136, 137)
Öğretmen dergisi:
(Ödüllendirilen Öğrenci-hikâye- (Sayı:33, Temmuz 1977)
(İşin İçinden Pestallozi Çıkamaz-deneme-sayı:34, Ağustos 1977)
(Pancar Çapacıları-hikâye- (Sayı:35, Eylül 1977), (Şafak dergisi, sayı: 7, Haziran 1990)
(İsmet’e-şiir-“Cepheden Eve Giden Yol-öykü- (Sayı:36, Ekim 1977)
(Cepheden Eve Giden Yol-öykü, 2.bölüm- Kavak Dallarına Asılı
Umutlar-şiir- (Sayı: 37, Kasım 1977)
(Salı Pazarının Köylüleri-şiir-(Sayı:38, Aralık 1977)
(Tütüncü Hasanın Türküsü-şiir-(Sayı:39, Ocak 1978) (Öğretmen Zühtü-öykü, “e.i. Rodopelli” takma adıyla- İleri, sayı:64, Ocak 1977)
“İleri” gazetesi:
(Bizim Öğretmensin ya…-anlatı, “: N.Egehan” takma adıyla- İleri, sayı:68, Mart 1977)
(Biz ve Tarlalarımız-köşe yazısı, “N. Egehan” takma adıyla- İleri, sayı:72, Nisan 1977)
(Arabalar-şiir- İleri-106, Şubat 1978)
(Memet Gitti-şiir- İleri, sayı:109, Mart 1978)
(Kiraz Ağacı-şiir- İleri, sayı:176, Mayıs 1980)
(Kapılar-şiir- İleri, sayı:183, Eylül 1980)
KÖYÜMÜZÜN YAŞANTISI
Uzaktan, yakından gelen horoz sesleri… Baca ve ev siluetleri. Tütüncü arabalarının tangırtıları… Tepelerin ardındaki kızarıklık. Doğan bir gün… Sabaha karşı.
Ortalıkta bir tazelik… Altın ışıklarıyle güneş. Gözlerini oğuşturan çocuk. Sürüsünü süren çoban, ineğini sağan ana… Sabah.
Sağda solda bir hareketlilik… Ovaya gidenler, ovadan gelenler. Hayvanlarını otlağa götüren batık suratlı, çorapsız, sandallı çocuklar… Öğleden önce.
Issızlık sırasında ağlıyan bir küçüğün sesi. Güneşten kızarmış kiremitler. Yerden alevlenen ısı… Kavak yaprağının altındaki daracanın cıvıltısı. Tepeyi delen güneş… Öğle.
Uzamış gölgeler, kıpırdıyan rüzgâr. Yavrularına yem taşıyan kuş… Sığındıkları gölgelerden yavaş yavaş çıkanlar; bir kıpırdanış… İkindi.
Koca karınlı inekleriyle evlerine dönen çocuklar. Kapılardan içeriye giren arabalar. Kahve önünde oturmuş birkaç kişi. Yoldan, bir yere yetişmek için hızla geçen motorlu. Tanın kızıllığını batıya fırçalayıp kaybolmuş güneş… Akşam.
Ve gömülmek isteyen ölmüş bir gün…

    Ağustos 1970
Şiirlerinden örnekler:
(Hüseyin Mahmutoğlu’nun şiirlerinde azınlık insanının çilesi vardır, resmi vardır. Bir hikâye havası yatar bu şiirlerde. Ama okurken insanı duygulandıran şiirler. İşte bu şiirlerden bazı örnekler)
KAVAK DALLARINA ASILI UMUTLAR
Sarı
Sapsarı bir yüz
Eskimişliğinde sabahının
Gitti der
Oldum olası bu Trakyalı
Örgüsü
Anasının elinden çıkmış
Geçmişliğine gömülü
Çabası
Oldum olası bu Trakyalı
Bir kıpırtıdır geleceğe
Gözbebeklerinde yanan
Gecenin sıcaklığında
Tarlasının ortasında
Terini siler
Oldum olası bu Trakyalı
Araşır durur kiraz dallarında ,
Tütün yapraklarında harman yerinde
Geçen ne ki eline
Ekşimiş katran
Ağız dolusu toz
Bir avuç umut inanır durur buna
Oldum olası bu Trakyalı
Kızı kızanı oğlu oğlanı
Ha okudu ha okuyacak
Keçisi koyunu danası ineği
Tek güvencesi
Oldum olası bu
Trakyalı Yemeden yatar
Uyumadan kalkar
Bacasının altında
Üç beşine dört beş katası
Oldum olası bu Trakyalı
Boynu ipincedir
Ele güne eğilince
Kapılmışçasına böyle bir inanca
Eli boştur
Oldum olası bu Trakyalı
Kavak dalından
Rodoplar önünde
Bir gölgedir ki
Ege yelinin uçuşturduğu bu
Göz yapraklan
Anadolu’ya uzatmıştır elini
Oldum olası bu Trakyalı
Bu bir tas ki içinde içilmiş
çorba içilmiş umut içilmiş
kan içilmiş yaşam
Ne araştırır durur
Kaşığıyle bilmem ki
Oldum olası bu Trakyalı
TÜTÜNCÜ HASANIN TÜRKÜSÜ
Gecenin sabaha el attığı sıralar
Kocaman bir sessizlik içinde uyurken
Oğlu Erol
Kızı Şermin
Karısı Fatma
Tütüncü Hasan
Deli bir fişek gibi
Çınlatır ortalığı
Kalkışırlar oğul kız ana baba
Geçer katran kokan giysiler sırtlara
Kimsenin
Bakılmaz açlığına susuzluğuna
Döner teker
Yıldızlar altında
Dal dal gölgeler üzerinden geçerekten
Varılır yatak sıcaklığıyle tarla başına
Düşünülmez iki yıllık Erolun
Yaşı başı
Yatırılır çizi ortasına toprağa
Sabaha karşı
Eller bir makine çevikliğiyle
Yaprakları pastallarken
Manasız düşünceler geçer
Gözler önünden
Yıldız gibi kayaraktan
Sonra
Altını ıslatmış küçük Erolun
Sabah çığlıkları arasında
Dolar sepetlere
Şerminin kucaklarıyla tütünler
Bir dönüş yapılır köye doğru
Konu komşucuk
Her gün
Biraz daha solan yüzlerle kişi
Komşusunu ha tanıdı ha tanıyacak
Devran bu ki
Tütünler yaprak yaprak iğnelere geçmede
Cızırdıyan ocaktan gelen
Yanık biber kokuları
Büzüşmüş mideleri seferber etmekte
Bir kardaşlık çağından tütüncü
Hasan Duyulmaz bir gürlemedir
Tütüncü karanlığına
Kardaşlar
Bitsin bu acı
Bitsin bu katran acısı
Tütüncünün verilsin emeği
Gün olur gelir topladıkları
Yıl boyu parmak kadar yavrularıyle
Boşalıverir
Evinden de avucundan da
Tütüncü Hasan’ın
İşte
Bir kaynak sudur tütüncü Hasan’ın başına dökülen
Ne yazık ki duyulmaz bir iniltidir içinden gelen
Tamamlanır tütün acısıyle senenin devri
Yenisi yeni bir türküdür umutlara bakılırsa
Oysa teker döner hep aynı
    (Öğretmen dergisi, sayı:39, Ocak 1978)
Hikâyelerinden örnekler:
(Hüseyin Mahmutoğlu’nun “Azınlık Postası” gazetesi ile “Öğretmen” dergisinde 10’un üstünde hikâyesi yayımlanmıştır. Onun bu hikâyelerinden iki örnek veriyoruz.)
İCARIN TUTARI
Ekşi ekşi ekşimiş havaya baktı. Suratını astı. Yüzünü bir iki kırıştırdı. Aklından, “Gene işimiz…” diye acı acı bağırmak geçti. Yazın yakıcı sıcağını hatırladı. Durduğu basamak taşında ayağı yanardı.
Şimdi ise… İçinden gülümsedi. Dilini çıkardı. Süzülen suya uzattı. Burnuyla karışık tattı da tattı. Bunu beş-on tekrarladı. Susuzluğunu değil, hevesini giderdi. Damlalıklar birer çeşmeydi. Tanrının imbiklediği suyu akıtıyorlardı. Vazife yazı güneşte, kışın bulutlardaydı sanki.
Selim, avlu ucundaki fırına sığınmak isteyen “Karabaş”a ıslık attı. Hayvan işi anladı. Kuyruğuna, ayak arasında sevinç hareketleri yaptırdı. Sonra “ıslanıyorum” der gibi sahibine baktı. Islak tüylerini yaladı. Selim’in saçlarını düzelttiğini gördü. Yağmurluğunu da sırtlamıştı. Kahvehanenin yolunu tutarken “Karabaş” da kümes yanındaki folluğa halka olmuştu.
Umutsuz, yola koyuldu. Son çare kahvehaneyi boylamakta idi. Orası da cepleri öğütüyordu ya. “İşin gözü kör olsun. Yağmur bir taraftan, biz bir taraftan yolları, sokakları aşındırıyoruz. Dünyada iş mi yok? Var. Var ama nerde? Cehennemin öbür ucunda… Almanya’da, Avustralya’da, denizlerde gemilerde… Var git bakalım. Almanya desen, senelere kısmet… Avustralya desen, öbür dünya… Gemilere desen, çoluk çocuk seneler içinde boğulacak. Biz de aileyiz galiba? Aşağı yukarı on iki sene oluyor.” Diye düşünürken kahvehaneye vardı. İlkin pencereden içeriyi süzdü. Camlar buğulanmıştı. Aşağı doğru sıcak sular süzülüyordu. Girsem mi, girmesem mi? derken kapı açıldı. Sarıların Şaban şemsiyesini “küt” diye açarak, “ne hoş yağmur be, haftayı tamamlayacak valla” dedi ve hızla eve yollandı. Selim içeri girdi. Masalar değirmen taşı gibi dönüyordu. Hiç boşta kalan yoktu. Her birinde ya iskambil, ya pastra, ya altmışaltı, ya pinaki veya başka bir oyun oynanıyordu.
Sağı solu süzdü. Kendisiyle kâğıt oynıyacak kimse bulamadı. Karşı köşede üç dört kişi vardı. Onlar da ihtiyardı. “Seyretme de eğlenceli” deyip sandalyesiyle masanın birine süründü. Oyun altmışaltıydı. Komşu Recep’le öbür mahalleden Reşit tutuşmuşlardı. İddialıydı. Ortaya bilmem kaç paket “Karelya” sigarası konmuştu. Önce Recep bunları almış, fakat son iki oyunda hepsi Recep’e geçmişti.
Kahveciye, “Kahveci! bir çay.” Diyeceği sırada, Mümin Ağa; “Selim, ne içeceksin, kave mi çay mı?” deyince yumşadı. Sandalyesine boş boş saldı kendini. İstemem, dese olmazdı. Mümin Ağa’nın ikinci tekrarına, sönük bir sesle, “Ha, çay olsun.” Dedi. İçinden, “Yaşa be, ağa dediğin böyle olmalı işte” diye geçirdi. Tutuk tutuk ona baktı. “Ne kadar işin olsa yaparım valla!” diyecekti, olmadı. Dağdan inme komşuları hatırladı. Ağanın hemen hemen bütün yaz işlerini zamanında bir çırpıda çıkarıyorlardı. Hem de dekarasız. Halbuki o, işin ardını paraya bağlıyordu.
Duman tüten çayını iştahla yudumlarken gözü masa üzerindeki paketlere gitti. Elini cebine attı. Çıkını sıktı. Naylon çıkın hiç tavını kaçırmıyordu tütünün. Mübarek havanda kıyılmış gibiydi. Saracaktı bir sarma. Oyun ucunda Reşit, Paketlerden birini Selim’in önüne sürdü.
–Aç da gezdir.
–Yetmez be.
–Yetmezse bir daha aç.
–Yav, zara yapmıyalım.
–Holan, zararı mı düşünüyorsun sen?
–Bana bak…
–Buyur.
–Kaybedersen?
–Bugün işim tamam. Maça kızı tuttu da tuttu. Önce iş biraz çiğ gitti ama…
Çıkını cebine sokuşturdu Selim. Paketlerden birini aldı. “Buyurun, Reşit’ten…” diyerek dağıttı. İkinci paketteki sigaralar da yarıyı buldu. İçmeyenler bile, “Haydi Reşit, maça kızı kısmetine yol açsın.” Deyip almışlar, ortalığı bol bol dumanlamışlardı.
Ortada Mümin Ağa oturuyordu. Keyfi denkti. Prim mirimle alâkası yoktu. Tütün ekmiyordu. Lâf olsun diye masa üzerinde duran gazeteyi uzattı. Okumak da bilmiyordu ya… Hoş hoş Selim’e bıyık gülüşü yaptı Ve deyiverdi:
–Primleri yazıyormuş galiba?
–Öyle, ayın on beşine doğru vereceklermiş.
–Oku bakalım.
Selim gazeteyi evirdi, çevirdi, “Primler Dağıtıyor” başlıklı kısmı uzun uzun süzdü.
–Martın ortalarına imiş.
–Tam zamanında…
–Hükümet bilir işini. Tütün satımında verecek değil ya. Elbet eller avuçlar boşalınca…
Sobanın sıcağı, kalabalığın nefesi içerdekileri hamurlaştırmıştı. Tütün kokusu, çay, kahve buğusu havada yüzde oranı en çok olan maddelerdendi. Mümin Ağa da gocuğunu sandalyesine serdirmiş, ayaklarını sobanın altına uzatmıştı. İliği kemiği salınmış, ağır ağır üçüncü kahvesini süzdürüyordu. “Umurumda mı dünya?” der gibi pek babacan, etraftakilerle sohbetini kaynatıyordu.
İçerisi sımsıcaktı. Oysa o, geceden üşümüştü. Şimdi üst üste hapşırıklar geliyordu. Selim ceketinin yakasını ve sobadan kırmızılaşan yüzünü siliyordu. Evleri ne ki? Tek oda. Önünde bir de saçak var. Yazın saçak işe yarar, ama kışın hiç. Evin üzeri kevgir… Yağmuru kapkacakla önlerler evcek. Çocuklar ocağın başına toplanır, damlaların türküsünü dinlerler. Analarının masallarına bu durum bir katkı… Baba Selim kahvehaneden ekseri geç döner. Hemen hemen her vakit, kahvehaneler kapanınca gelir. Döndüğünü de evdekilerden kimse anlamaz. Aile yatağına birdenlik yorganı usulca kaldırıp dalar. Çocuklar belki de bu hal için içlerinden: “Geç geliyor, ama kim bilir ne işler yapıyordur babamız?” diye geçirirler.
Mümin Ağa saatı sordu Selim’e. Biliyordu veya güveni yoktu, veya da Selim’in söylemesini istiyordu. O da sıcaklıkla cevabı verdi. Duvara baktı. Kahvenin koca saati tam ikiyi gösteriyordu. Öyle söyledi Ağaya.
Mümin Ağa:
“Tamam” dedi, “tamam.” “Geçti bile ya. Alışmışız güneşe… Açık olsaydı hava… bulutlu. Hani sabah deseler inanacağız.”
Selim:
“Kahve, çay, kahve çay, acıktığını da anlamıyor insan.”
Mümin Ağa:
“Öyle. Doğru den oğlum Selim.” Dedi ve gocuğunu sırtlayıp kendine yol açanlar, sandalyelerini kenara çekenler, ayağa kalkanlar arasından geçip boş boş öksürerek evin yolunu tuttu. Yağmur hâlâ yağıyordu. Ama kuvvetli değil. Hani bizim dediğimiz “Çoban yağmuru” biçimi. İnce elekten elenmiş gibi, toz toz.
Selim bir hız etti,. Gene vazgeçti. Usulca, “Hemen ardından gitmiyeyim” dedi. “Kendimizi yanaşma yapmıyalım. Hem de biraz yol alsın Mümin Ağa. Kimse anlamaz. Çıkar, hızlı hızlı adımlarla yetişirim ona. Tanımışımdır Ağayı. Yumuşak mı yumuşak huylu… Verir bana o yeri. İcarını da hemen istemez. İyi adamın yüzü hoş, gönlü sevinç doludur. Mümin Ağa’nın da öyle… Babacan adam…”
Böyle düşüne düşüne, oyunu takibettiğini bile unutmuştu. Bir ara Reşit, “Sayılar kaç?” demişti. O da, “Ha, sayılar mı?” diye sandalyesinde hoplamış, bulunduğu yerin kahvehane olduğunu anlamıştı.
İçinden, “Şimdi yetişirim” diye geçirmiş, arkadaşlarına da, “Artık eve yemeğe gitmeli, öğle hani oldu.” demiş, onlara sezdirmek istememişti.
Usulca kahvehaneden savuşan Selim, “Acaba bu yoldan mı gitti, öteki yoldan mı” diye düşündü. “Hep bu yoldan gider” düşüncesiyle yürüdü. Ağanın evi öteki mahalledeydi. Oraya dar üç sokak ve çimenlik denen yerden sonra varılırdı. Çimenlikte yakın ağılların gübreleri bulunuyordu. Yağmur gübrelerden geçip sarı, pekmez rengi suya dönüşüyordu.
Yığın gübrelerin eteklerinde Selim izler gördü. Koca koca izler. Kastor potin izleri… “Hah, Ağanını izleri bunlar” dedi. Gerçekten de köyde beş-on komşu müstesna, diğerleri çoklukla altında zincir markası bulunan lastik ayakkabı giyerlerdi. Bu izlerde ise kakma işaretleri var. Yüzde yüz Mümin Ağa’nın izleri.
Çimenlikten öte koştu Selim. “Şimdi yetişirim.” Dedi. Sokağın ucuna vardı. Köşeden sola döndü. Yoktu. İzler hâlâ gidiyordu. Daha hızlandı. İkinci sokağa vardı. Gene yok. Şemsiyeli iki kadın Selim’e dik dik bakıp “Delirmiş zayı” diye söylenerek geçtiler. O anlamadı bile. Link yürüyüşünü hızlandırdı. Köşelerde yay gibi kıvrıldı. Son köşeyi dönünce Ağayı, avlu kapının önünde, üç kişiyle konuşurken gördü. Önce duraladı. Aklından, “Yetiştim ama insan yanında olmaz.” Dedi. “Ah, bunlar da nerden çıktılar? İşim olacaktı. Ama ha, yarına kalsın…”
İstemiyerek, usul usul, başı önde ilerledi. Onu mahalle dışına götüren sokağın ucuna vardı. güneye kıvrıldı. Cami yanından geçti. Mahalle altı yoluna koyuldu. “Ağa dediğin böyle olur. İzleri bile sıcak geliyor insana. Allah boşuna yığmamış malı, mülkü ona. Benim iş de nasılsa oldu ya….” Derken eve vardı.
Sevinçliydi. Kurulmuş sofraya bakmadı. Karısının, “Acıkmadın mı?”sına gülüverdi. Bir de, “Tomtokum” cevabını verdi. Küçük Pervin’i kucağına alıp “Hop! Hop!” havaya hoplattı. Omzunda gezdirdi. Ayakları tavanda, yürüttü.
Karısı:
-Ha, anladım anladım. Verdi yeri, öyle mi?
–Yolunda. Oldu gibi bir şey.
–Demedin mi Mümün…
–Denk gelmedi. Kahvehanede olmazdı. Yetişeyim dedim; öyle hallederim. Baktım, kapı önünde üç kişiyle konuşuyordu.
–Ara bulamaz mı insan hiç?
–Yarına…
–Umutlu mu bari? -İyi adam. Bana “Çay mı içeceksin, gazoz mu Selim?” dedi. -Hiç insan açmaz mı? Olmuş, pişmiş işi bırakıp gelmişsin. -Karı, kızdırma insanı! Yarına dedik… -Aah! Vallaha yarına varmaz, başkası alır. Bakalım o konuşanlar o yer için gelmediler mi? -Onlar giyimli kuşamlı be. Ağanın tanıdığı çok… Teheey! Eşekçili köyünden mi, nereden onlar? Görmüşlüğüm var. Kesti gözlerim. -Hay Allah! Olsa bir kere… -Yarın kasabada halledeceğim. -Öyle mi konuştunuz Mümün Ağaylan? -Hayır. Misafirlerle konuşurken kulağıma gitti. Yarın kasabaya inecekmiş. O gece tarlayı nasıl işleyeceklerini, tütünü nasıl ekip bakım edeceklerini, saat on ikilere kadar konuştular. Sulamak için motopomp, su borusu peylediler. Ne kadar tütün çıkaracaklarını hesapladılar. Sonuç iyi idi. Olmaz mı hiç? “Kavaktarla” denen semtin toprağı iyi. Suyu var. Havası tütüne elverişli… Su da verdin mi, kana kana işle. Yapraklar hep bir boy olur. Tüccar gelince mostralık bile alır. Hükümet en yüksek fiyatı biçer. Sabahın erkeninde Selim yola koyuldu. Yollar çamurdu. Günlerden beri hep yağmur düşmüştü. Şimdi yağmıyordu ama, koca koca bulutlar güneyden kuzeye yuvarlanıyordu. Alçaktan geçiyorlardı. Kavakların tepelerine, evlerin bacalarına değip Rodopların eteklerini buluyorlardı. Güneş, saatte bir, ya görünüyordu, ya görünmüyordu. Herkes yağmurluklu veya şemsiyeliydi gene. Selim de almıştı yağmurluğunu. Bahar havalarına güven olmaz. Bakarsın açıktır, öğleden sonra tutar, kapalıdır gökyüzü, yağmaz. Garaja iki defa uğradı. Hasan Efendi’nin dükkânına karşı kaldırımdan baktı. Yoktu. Keskin’in kahvehanesinin önünden defalarca geçti. Yan gözle camdan içeriyi dikizledi. Bulamadı. Gümülcine koca kasaba. İçinde gez de gez. Hele insan ararken… Selim sokaklarda, Pazaryerinde dolaştı. Rast gelirim diye hayvan pazarına bile gitti. Sonunda aşçının önünde hapahap karşılaştılar. Mümin Ağa afiyetle do-yunmuş, bıyıklarını düzeltiyordu. Mümin Ağa: -Ne o, sen de mi indin kasabaya be Selim? dedi. -Yaa a… -İnsan kasabalı olmalı da yaşatmalı, Selim. aşçısı var, tatlıcısı var, gezilecek yerleri var… barsakları goruldayan, son tükrüğünü kuru ağzından pütürlü diliyle zor toplayan Selim, güç yutkunmayla;
–Şey… sizin o tarr…kavakt…
–Ne diyeceksin? söyle.
–Kavaktarla’yı sizin…
–E…e!
–Tütüne…
–Sıkılma oğlum.
–Bu sene Kavaktarla’yı icara bana versen…
–Olur, olur ama…
–İcarın yarsını önümüzdeki primde veririm. Kalanını okkaya, Allah kısmet ederse.
–A! Oğlum, primle mirimle, okka ile moka ile vermem. Bana iş lâzım iş! Zamanında adam bulamıyorum. Eskiden iyiydi. Dağdan inen komşulara yaptırıverirdik. Onların da burunları büyüdü.
–Tamam işte, olsun. Ben de varım.
–Kaytarmak yok, iş isterim.
–Yaparım, hilesiz yaparım.
–Bak söyliyeyim. Kavaktarla altı dönüm. İcarına karşılık, karşılııık… dur bakayım; Kızılağaç’taki beş dönüm orağı biçeceksin. Ev yanında iki dönüm bağ; onu belleyeceksin. Köklük’teki kirazlığın etrafında geniş, böğürtlenli, güvem dikenli, karaçalılı bir temel var; onu kökleyeceksin ve az altından, diz üstüne çıkacak derinlikte hendek açacaksın. Gölyanı’na kuyu kazdırmak istiyorum. Birkaç gün sen de gelirsin. Ha! Çeşmeyanı’nda dört dönüm çayır var; onu da biçiverirsin. Oldu mu?
–Bir bir ev… eve gideyim. Karıma da sorayım. N’olacak bakayım?
–Sor. Nasıl istersen… Sıkılma.
Selim soluk soluğa kasaba ile köy arasını bir çırpıda aldı. Karısına, “Birkaç yudum bir şeyler koy” dedi. Az atıştırdı. Barsakları hafif yatıştı. Sırtüstü uzandı. Söylenen işleri güne vurdu. Hiç tütün ekmese yazı onlarla geçirebilirdi. Alt tarafı, altı dönüm yerin icarını kurtaracaktı. Kendi kendine:
“Kızılağaç’taki beş dönüm orağı biçeceksin.”
“Evyanı’ndaki iki dönüm bağı belleyeceksin.”
“Köklük’teki kirazlığın etrafını, geniş temeli kökleyip diz boyu hendek atacaksın.”
“Gölyanı’na kuyu kazdırmak istiyorum. Birkaç gün sen de gelirsin.”
“Ha! Çeşmeyanı dört dönüm çayır. Onu da biçiverirsin” diye söylenirken; sarkıtma altındaki külrengi eşeğinin, samansızlıktan, çiti çatır çatır çatırdatarak kemirdiği duyuluyordu.

    Azınlık Postası, 1971
PANCAR ÇAPACILARI
İlkin bir horoz öttü.
Daha sonra birçok… Bunların ardından, ortalığın şavkımasıyle köye dalan kir Spiro, traktörün düdüğünü uzun uzun öttürdü. Zaten saatlerinin çanlarını sabahın beşine ayarlamış olan pancar çapacısı kadınlar düdüğün sesini duyar duymaz kalkıştılar. Akşamdan hazırlanmış çıkınlarını koltuklarına sıkıştırıp, ellerinde çapalar, köy meydanına çıkıştılar.
“Kalimera[20 - günaydın] kir Spiro.”
“Kalimera Fatma.”
“Kalimera kir Spiro.”
“Kalimera Hatice.”
“Kalimera kir Spiro.”
“Kalimera Zeynep.”
Selâm veren her çapacı, gümrükten geçmişçesine içi rahat, plâtformanın[21 - römork] (
) gecenin çiğinden ıslak demirine,gevşekçe çömelip, çapalarına dayandılar. Plâtformaya her geleni de bir güzel süzer kir Spiro. Gözden çürük kaçmasın. Sütte çöp olur ya, yoğurtta ne arasın? Yoksa, kir Spiro, işini beğenmediği çapacıyı tarlada da tersyüz edip, geri çevirir. Ona, kurulmuş bir saat gibi çalışan çapacı gerek. Pancar tarlasına gün doğuşu girip, gün batımına dek, tıkı tık, tıkı tık çapasıyla kazsın. Kir Spiro, plâtformadaki çapacılara sordu:
‘Tamam hepsi sindi?”
“Sıdıka Zekiye, Ayşe.” dediler.
Beş on dakika beklediler. Sıdıka ile Zekiye koşar adım geldiler. Ayşe de meydana, yamacın ucundan kıvrılarak inen sokağın başında göründü. Başını kadınlara çeviren kir Spiro “Daha var?” diye seslendi.
“Kalimera kir Spiro.”
“Kalimera Ayşe.”
“Şimdi tamamız, kırk bir olduk.” dediler, hepsi bir ağızdan.
Bir saat içinde traktör, kocaman bir tarlanın başında durdu. Bu kir Spiro’nun tarlasıydı. Baştanbaşa pancar ekiliydi. Kaçırtılıp, göçürtülen bu pancar çapacılarının akrabalarının arazilerinin birleştirilmesiyle bir çiftlik oluşmuştu. Yakınlarında başka çiftlikler de vardı. O çiftliklerde de ya pancar, ya pamuk, ya da kabak ekiliydi baştanbaşa. Oralarda da başka köylerden toplanmış işçiler işliyorlardı karıncalar gibi.
Ayşe şaştı bu işe. Çiftlik sahiplerini düşündü. Bir de, topraksızları düşündü. Topraksız Selim’ini düşündü. “Kancığım yok. N’apayım? Gideyim şu gemilere, birkaç paramız olur.Bir şey edinmesek de, sıkıntı çekmeyiz kışın. Sobamızda odunumuz, tasımızda tarhanamız olur. Küçük Erdoğan’a okul çantası, okul entarisi, kalem, defter alırız. Sabahlan çay içeriz peynirle.” Demişti; gitmişti ta Martta denizlere.
Başörtüsünün bezinin uzun ucu ile gözlerini kaplıyan buğulu teri sildi Ayşe. Elleriyle yüzünü yellendirdi. Kuruyan boğazında susuzluğu düğümledi. Tükürüğü sakızlaştı. Ağzına bir acılık doldu. Demir yolu gibi uzanıp giden pancar karıklarına, buruk buruk baktı. Çapaladıkları beşinci karıklarının yüz ellinci metresinde, kendine yeni bir hız vererek, dikili çapasına sarıldı. Kırk arkadaşından aynlamazcasına çapalamayı göze aldı.
Çapalar bir indi, bir çıktı; bir indi bir çıktı. Karıklar dikiş makinesiyle dikercesine, çapaların ağzından geçti.
Egenin tatlı lodosu ile dalgalanan pancar yapraklan üzerinden kulaklarına süzülüp gelen korna sesi içlerini serinletti. Bu, her günkü gibi kir Spiro’nun taksisiydi. Öğle vakti kasabadaki mağazasını kapayıp,çapacılara on somun, iki kilo peynir, bir gaz tenekesi su getirmeyi, ödediği gündekilerin üzerine “Bunlar da benden” gibilerden hesaplardı.
Karığını sona erdiren her çapacı, çapasını tarlanın başına, yeni yerine dikip, öğle sıcağının verdiği baygınlık ve çapalamanın kollarına düşürdüğü yorgunlukla ağır ağır sallanarak, tarlanın kuzey ucunda bulunan plâtformanın gölgesine çekildiler. Gruplaştılar. Sofralaştılar. Su içtiler, somun yidiler. Peynir yidiler. Evlerinden getirdikleri zeytinleri, tahin helvalarını yidiler. Ayşe de su içti. Yidi somun. Helva yidi, peynir yidi. Zeytin yidi. Karnı doydu, ağzının acısı gitti, başının sıcağı. İçinden: “Bunlar gider” dedi. “Açlık gider, susuzluk biter de kalb acısı ne gider, ne biter. Koca Selim’im benim Hiç sen Ayşe’nin kalbinden çıkar mısın? Küçük yavrum, Erdoğan’ım. Sen ananın biricik yavrususun. Kim bilir ne kahırlar yağdırırsın komşu annene?”
Ayşe küçük Erdoğan’ını sabahın köründe bırakır komşusu Hacer yengeye. Akşamlan alır. Ancak gece olur yavrusuyle Ayşe. Dert yanarlar ana-oğul birbirlerine, uyuyana dek. Küçük Erdoğan hep sorar, annesi karşılık verir. “Anne, babam nerede? Gemilerde. Gelecek mi? Gelecek. Ne zaman? Yarın mı? Hayır. Bizim dere yolundan mı gelecek? Hayır. Hangi yoldan gelecek? Kasaba yolundan. Bana ne getirecek? Her şey. Çukulata da getirecek mi? Elbette…” Sorularının sonuna ermeden her gece, uyuyuverir annesinin kollarında Erdoğan. Ve gecenin yalnızlığıyle baş başa kalır Ayşe.
Ayşe koştu çalılıklar içine, boşalmak için. Araladı uzun, yeşil otlan, yaptı işini. Bir rahatlık doldu damarlarına. Otlara, çalılara, ötüşen kuşlara döktü içini Ayşe:
“Baharı, yazı hiç anlamam. Güzü, kışı hiç… Köyümüz, tarlaların güzellikleri gelip geçerler gözümün önünden yaşamımca. İsterim de, daha doğrusu hiç anlıyamam. Görürüm sadece, gelirler kasabadan kamyon dolusu, taksi dolusu insanlar. Çınarların, çamların altlarına serilirler. Dolu çınarı vardır bizim köyün. Hele çayın iki yakasındakiler. Kocaman kocaman. Sabahtan akşama kadar karınlarını doyururlar gelenler. Çevirme çevirirler ateşlerde. Kokusu, kekikli yamaçlara yayılır. Evlerimizi doldurur bu koku. Çevirme kokusu. Ne hoş olur bizim çayın çevirmesi bir görseniz. Çocuklarımız koşarak seyretmeye giderler. Büyükler de dayanamazlar. Uzaktan uzağa onlar da göz ederler. Onlarsa çevirmeleri yiyip, birayı içip, çayın köpüklü, cam gibi parlak sularına dalarak tendiriz etlerini serinletirler. Su topu oynarlar, Salıncakta sallanırlar. Yaşlıları, bacaklarını dizlerine kadar suya sokarlar, yüzlerine su serperler. Küçükleri de çimerler doyasıya. En sonunda bir de horo (horon) teperler kol kola verip. Bir bahar boyu sürer gider bu. Sen, çalı! Çalı iken çalı… Dik dikenlerini dalların boyunca. Sen ot! Ot iken ot, aç çiçeklerini, arıların imrendiğince. Hey kuş! Sen öt, ötebildiğince. Katılın doğaya payınızca”
Keskin bir taksi düdüğüyle kendini topladı Ayşe. Kir Spiro diyordu:
“Ben mağazaya gidecek şimdi. Siz çapaların başına… Akşam saat altı. Ben sizi plâtformada koyup götürecek köyde.”
Taksinin yaptığı toz bulutundan sıyrılan çapacılar, çapalarının başına geçtiler.
Dudaklar yerine ellerin çalıştığı bu koca pancar tarlası, düşünenlerin umutlarının çapalandığı bir çiftlikti. Ilımlı esen Ege yeli, temellerdeki allı-aklı gelincik çiçeklerini boyunlarından eğdirerek, çapacılara selâm verdirmekte; pancarlıkların, pamuklukların yeşilliklerini doyasıya okşıyarak kendini Rodoplann koynuna koyuvermekte.
Çapacılar çapalarının başında.
Çapacılar karıklarının başında.
Karıklar uzun
Yel, ılık, buğulu
Ayşe sıcak, terli.
Rodoplar bulutlu.
Ayşe’nin köyü uzakta.
Selim denizlerde.
“Ellere çektiren, elleri güldüren tarla. Hiç mi gururun yok senin? Elleri nasırlaştıran, ellere öğün olan tarla. Şimdi, yeşim yeşim pancar kokarsın. Kadın kokarsın. Gelincik kokarsın, gelin kokarsın. Ayşe kokarsın, Fatma kokarsın. Mehmet’in, Hasan’ın, Selim’in yok mu senin? Neden Mehmet kokmazsın, Selim kokmazsın? Hiç mi onurun yok senin? Elleri nasırlaştırman kime, boğum boğum öğün olman kime?” Ayşe’nin bu düşüncelerini çapa çatırtıları arasından gelen bıçak keskinliğinde bir inilti kesti. Dönüp arkasına baktı. Fatma, uzanmış boylu boyunca karığa. Çapası bir yana düşmüş. Son aylarda ağırlaşmıştı. Geriden çapalardı. Kir Spiro hiç istemezdi onu. ‘Fatma gelme. Gebesin. İşinden ne olacak senin?” derdi. O, “Olmaz kir Spiro. Çapalarım. Başa baş çapalarım. Yeter ki evdeki tosunumun karnı doysun.” Ama günleri yaklaşmıştı. Ayşe koştu. Birkaç arkadaşı yardım etti. Fatma’yı bir kavak ağacının gölgesine uzattılar. Islak bezle yüzünü, gözünü, boynunu başkalarını serinlettiler. Fatma gözlerini açtı. “Sancı Ayşem; kardaşım sancı.” dedi. Ayşe Fatma’nın yüzünü yellendirdi. Bileklerini ovdu. Azıcık su içirdi. ‘Tamı tamına kaç aylık kardaşım” diye sordu. “Sekiz” dedi Fatma. Kendine gelmeye çalışan Fatma arkadaşlarına “Gidin.” dedi. Gidin, iş başı yapın. Tam ederim ben bu karığımı sizinle, Hele azıcık soluklanayım. Dağılıversin sancım.” Çapacılar çapalarının başına geçtiler. Durmadan çapaladılar. Fatma’nın sancısı hepsinin oldu. Dilleri çözüldü. Gönülleri okşayan düşüncelerine daldılar: Ayşe – Ah! Selim’im çıksın denizlerden, gelsin yanıma. Hiç durucu değiliz. El gözünü bakmak niye? Ele pancar çapalamak niye? Geçer gideriz Meriç’ten öte. Buluruz elbette içilecek suyu, yinecek ekmeği olan yer, hayırlısıyle. Demişti Selim’im: “Ayşem, dayan iki yıl. Bizi bir edecek, içimize özgür hava dolacak yerlere kavuşuruz elbette.” Hatice – Uç yıl oldu, Almanya’da. Yüzüne koca yılda üç haftacık kavuşmak ne acı. Ölüm bana. Bir de, o demir tozu kokusu, sinmiş mi güzelim tenine.Yıkım kocama. “Hele sabret, sonunda yüzüm gülecek Hatçem.” demişti, bu gelişinde. Zeynep – Tersane, tersane, tersane!… Yidi içimi. Geminin küflü boyalarını söken kum piştoleti içime sıkılıyor sanki. Ama ne dersin kardaşım, “Parası çok tersanenin Zeynep. Çift vardiya yaptın mı tam sekiz yüz drahmi gündelik. Aldığımız arsanın parasını nasıl tam ederiz. Tütün eksen, parası ne ki? Emeğin, ele doyum. Irgatlık daha paralı. Daha önce kurtarır bizi.” demişti, Hasan’ım. Ayşe daha güçlü vurdu çapasını toprağa. “Vurun arkadaşlarım, kazın kardaşlarım. Bitsin şu iş. Bitsin şu pancarın işi. Bitsin şu kir Spiro’nun işi.” Daha hızlı, daha güçlü vurdular karıklara, toprak dağıldı pancar köklerinin yanlarına. Durmadan karıkları çapaladılar. Akşamı, ter, su içinde ettiler.
Çapacılar artık yoruldular.
Güneş bulutlardaki son kızıllığını toplarken batının derinliklerine, kir Spiro çıkageldi. Karığı başa çıkan çapacı, çapa omzunda plâtformaya koştu. Yıldızlı bir bahar gecesiyle, köy meydanında oldu çapacılar. Tek tek “Kalinikta[22 - iyi geceler] kir Spiro” diyerek evlerine daldılar.
Ayşe de “Kalinikta kir Spiro” diyerek evine döndü. Küçük Erdoğan’ını yatağına yatırdı. Yorgunluk dolu gününü odasına doldurdu. Yatağına serildi ve kendini gecenin uykusuna bırakıverdi.

    (Öğretmen dergisi, sayı:35, Eylül 1977)

RAHMİ ALİ


“AZINLIK
Azınlık
Hudutta bir yolcu
Asmalık’ta istimlâk edilen bir tarla
Yeni Cami’ye giren bir cemaattir
Azınlık
Yasak dağ bölgesinde
Yürekleri salt coşkuyla dolu
Keder dolu gözlerdir
Azınlık
Yarısı kopmuş bir minare
Almanya’da bir işçi
İzmir’den Ege’ye bakan bir gelin
Ve Rumeli türküleri dinleyen ninemdir
Azınlık
Her şeyden habersiz gülümseyen Neslihan
Ve geleceğine ağlayan Emine’dir
Azınlık
Rodoplara başını dayamış bir sevgili
Şehirden kopup gelen sımsıcak bir Türkçe’dir
Azınlık
Tütün tarlalarında yıpranan
Anlamsız bir toplum değil çocuğum
Kendisiyle büyüyen bir düşüncedir”
Hayatı:
Rahmi Ali, 1941 yılında (Komotini) Gümülcine’nin Çepelli köyünde doğdu. İlkokulu bitirdikten sonra, parasız yatılı sınavlarını kazanarak, Türkiye’ye, Malatya-Akçadağ İlköğretmen Okulu’na gitti. Okulu bitirdikten sonra Batı Trakya’ya döndü ve kendi köyündeki İlkokulda, 1961 -62 Öğretim yılında öğretmenlik görevine başladı, bu görevine 2002 yılına kadar devam etti.
Yazı hayatına öğrencilik yıllarında başlayan Rahmi Ali, Batı Trakya’ya döndükten sonra çeşitli dönemlerde“Batı Trakya Türk Öğretmenler Birliği” yönetim kurullarında görev aldı. Bu birlikte genel sekreterlik ve kısa bir süre de başkanlık yaptı. 1960’lı yıllarda bu birliğin çıkarmış olduğu Birlik dergisinin yeniden hayata geçirilmesinde etkin bir rol oynadı. Önce bu dergide, daha sonra da Öğretmen dergilerinde çeşitli yazılar yazdı, bu dergilerin yazı kurulu başkanlıklarında bulundu. Bu arada Akın, Azınlık Postası ve İleri gazetesinde de çeşitli yazıları çıktı. Bazı hikâyeleri Türkiye’de Varlık ve Varlık Yıllığı’nda, Töre, Türk Edebiyatı, 24 Saat, Devrim, Batı Trakya’nın Sesi, Batı Trakya, İnsanlığa Çağrı, Kardaş Edebiyatlar, Şiir Defteri, Tarla, Turnalar, Aykırısanat, Damar, Eliz Edebiyat, Berfin Bahar… gibi dergilerde yer aldı. “Ay ile Güneş” adlı çocuk kitabı Yunanistan’da ve Türkiye’de yayımlandı. “Muhacir Osman” adlı hikâyesiyle Türkiye’de yayımlanan “Töre” dergisinin hikâye yarışmasında birincilik ödülünü aldı., hikâyelerinden bir kısmını “Zor İş” adıyla, bir kitapta topladı. Bu kitapla ilgili çok sayıda eleştiri ve değerlendirme yazıları çıktı. Mustafa Aslan, Güngör Gençay, Satı Merdan, Muharrem Tahsin, Ali Ozanemre, İsa Kayacan vb. Yazı ve şiirlerinden bazıları Bulgaristan, Romanya, Azerbaycan ve Yugoslavya’daki bazı Türkçe yayın organlarında yayımlandı. Türkiye, Makedonya, Bulgaristan, Karadağ’da düzenlenen uluslar arası sempozyumlarda bildiriler sundu. 2002 yılında Kavala’da yapılan Akdeniz Ülkeleri Şairler şölenine, 4. Sapanca Şiir Akşamlarına katıldı.
Başta hikâye olmak üzere şiir, günce, deneme, anı, inceleme ve gezi yazıları türünde yazılar yazan Rahmi Ali 1989 yılında yayına başlayan Şafak dergisinin üç kurucusundan biri olup bu derginin yazı işleri müdürlüğünü derginin kapandığı 2004 tarihine kadar yürüttü. Bunun yanı sıra yine bu derginin bir yan kuruluşu olan “Şafak Okuma Tiyatrosu”nun kurucularındandır. Yazar, aynı zamanda, merkezi Prizren’de bulunan “Balkan Türkoloji Araştırmaları Merkezi”nin de (BALTAM) Yunanistan temsilciliğinde bulundu. İhsan Işık’ın hazırladığı “Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi” inde biyografisine yer verildi.
Edebi kişiliği:
Rahmi Ali, öğretmen okulunda okurken yazı hayatına atıldı. Bu okulun son sınıfında okul çapında yapılan kompozisyon yarışmasında birincilik ödülü alması, edebiyat öğretmenlerinin teşviki onu bu alana yöneltti. İlk makalesi “Akçadağ”[23 - “Akçadağ” İlköğretmen Okulu Eğitim dergisi, sayı:4, Nisan 1960] adlı okul dergisinde yayımlandı. Öğretmen olarak Batı Trakya’ya döndüğünde mesleğinin yanı sıra yazı hayatına da devam etti. Batı Trakya Türk Öğretmenler Birliği’nin yayınladığı “Birlik” dergisinin yayın işlerini üstlendi, bu dergide çeşitli yazılar yazdı. Birlik dergisinin kapanmasından sonra “öğretmen” dergisi aynı çatı altında yayına başlayınca bu dergide de yazmaya devam etti. Bir ara bu derginin yazı kurulu başkanlığını üstlendi. Çocukluk yıllarında derin izler bırakan “İç savaş” yıllarını “Korkunç Yıllar” adı altında hikâyeleştirdi. “Bir Öğretmenin Günlüğünden Notlar” başlığıyla azınlık basınında ilk günce örneklerini verdi. Hikâyeler yazdı.
Azınlık Postası gazetesi çıkmaya başlayınca yazıları ağırlıklı olarak burada görülmeye başladı. Bu gazetede de bazı hikâyeleri yayımlandı, “Yeri Geldikçe” köşesinde çok sayıda sohbet yazısı çıktı. Aynı gazetede daha sonraki yıllarda “Azınlık Basınında Geçen Hafta” başlığı altında yazdığı yazılarla azınlıkta eleştiri geleneğini başlattı. Azınlık Postası gazetesinin “Sanat Yaprağı”nın hazırlanmasında da emeği geçti…
Rahmi Ali’nin “İleri” gazetesinde de birçok yazısı çıktı. Bu gazetede, “A. Kartaltepe” takma adıyla yayımlanan “Zor İş” adlı hikâyeden yazar Oktay Akbal “Cumhuriyet” gazetesindeki köşesinde övgüyle söz etti. Bu gazetede çeşitli rumuzlar altında şiirleri de yayımlandı.
Rahmi Ali, yazı çalışmalarını sürdürüyordu ama asıl ağırlığını hikâye çalışmalarına veriyordu. Bu çalışmalarının belli bir düzeye ulaşıp ulaşmadıklarını ölçmek amacıyla hikâyelerini ilk kez Yurt dışına Türkiye’de yayımlanan ciddi bir edebiyat dergisine (Varlık) gönderdi. Gönderdiği iki hikâyeden biri Varlık dergisinde[24 - “Varlık” dergisi, sayı:795, Aralık 1973, İstanbul] diğeri de “Varlık Yıllığı”nda[25 - “Varlık Yıllığı 1975”, Varlık Yayınevi, Aralık 1974, İstanbul] yayımlandı. Daha sonra “yine Türkiye’de yayımlanan “Töre” derginin[26 - Töre Dergisi, sayı:115, Aralık 1980, Ankara] açtığı bir hikâye yarışmasında “Muhacir Osman” adlı hikâyesiyle birincilik ödülü aldı, aynı dergi sayfalarında bu hikâye üstüne Ahmet Bican Ercilasun, Yağmur Tunalı ve Sevinç Çokum’un değerlendirme yazıları yer aldı.
Rahmi Ali bu arada çocuk edebiyatı çalışmalarıyla da ilgilendi. Çocuklar için, şiirler, hikâyeler yazdı. Hikâyelerini “Ay ile Güneş” adlı çocuk kitabında topladı. Bu kitap Batı Trakya Azınlığında basılan ilk çocuk kitabı olma özelliğini taşır. Yazdığı çocuk şiirlerinden bazıları TRT’nin çocuk programlarında okundu, eski Yugoslavya’da yayımlanan Sevinç dergisiyle Bulgaristan’da yayınlanan Filiz çocuk dergisinde yer aldı. Türkiye’de yayımlanan bazı çocuk şiirleri antolojilerine girdi. Bu arada kırk çocuk şiirinin yer aldığı “Annem Okşarken Saçlarımı” adlı kitabı İstanbul’da yayımlandı. Bir şiir ve on hikâyesi Yunanca’ya çevrilerek 2009 tarihinde Çukatu Yayınları arasında çıkan “Mionotita ine” adlı kitapta yayımlandı. Aynı tarihte Tevfik Hüseyinoğlu ile birlikte hazırladıkları “1946 – 1949 / Yunan İç savaşı’nda Batı Trakya Türk Azınlığı” adlı kitap BAKEŞ Yayınları arasında yer aldı.
Rahmi Ali’nin edebi çalışmalarla dolu yılları doğal olarak “Şafak” dergisi dönemi sırasında olmuştur. 1989 yılında Mücahit Mümin ve Mustafa Tahsinoğlu’yla birlikte çıkardıkları Şafak dergisinde çalışmalarını yoğunlaştırmış, daha önce denediği yazı türlerine, deneme, anı ve gezi yazılarını da katmıştır. Aynı dergide açık adıyla yazmış olduğu hikâyelerinin yanı sıra “RTA” ve “A” rumuzuyla da bir hayli hikâye yazmıştır. Güncelerini “Günlerin İçinden” başlığı altında sürdürmüştür.
Mustafa Tahsinoğlu’nun Rahmi Ali’nin edebi kişiliği hakkındaki düşünceleri ise şöyledir:
“… Rahmi Ali, batı Trakya Türk Edebiyatı içinde özel ve sürükleyici bir yere sahiptir. Edebiyatımızda her şairin, her yazarın ayrı ve müstesna bir yeri vardır. Fakat Rahmi Ali’nin edebiyatımız içinde öyle bir yeri vardır ki, onu çıkarırsanız edebiyatımız sakatlanır…
Rahmi Ali’nin şiirlerinde romantizm, geçmişe özlem, tek benci bir yaklaşım içinde işlediği doyum arayan kişileri karakterize ediş, fakat her zaman kendini hissettiren gerçekçilik ve güncellik göze çarpar.”
Türkiyeli yazar Güngör Gençay da bir dergide yayımlanan “Zor İş” adlı hikaye kitabı ile ilgili değerlendirmesinin bir yerinde şunları söylüyor:
“Zor İş, içinde yirmi öykü bulunan ve Rahmi Ali’nin yetişkinler için çıkardığı ilk kitabı. Öykülerin tümü, dolaylı ya da dolaysız bir biçimde Türkiye ile ilgili. Başka bir deyişle, bunlara iç içe girmiş iki halkın öyküleri diyebiliriz.
İşte burada yazarın duruşu ve bakışı önemli… Çünkü yazar, bir azınlığın kimliğini taşımaktadır. Bu durumda; insanı, özelliklerini ve insan ilişkilerindeki çirkinlikleri öne çıkarır, öykülerinde millici, faşizan bir pencereden bakarsa, bu denli olayları üretirse öykü de, öykücü de çöker. Çünkü insan olduğumuzu unutmak, şairliğimizi de öykücülüğümüzü de alıp götürür.
Bu bağlamda Rahmi Ali’nin öyküleri, gerçekten okunması, irdelenmesi ve örnek alınması gereken öyküler. Çünkü yazar her şeyden önce her iki halkın insanlarına saygılı. Öykülerinde onların toplumsal ve ruhsal durumlarını irdeliyor. Yaşamlarından bir kesiti alarak, toplumsal gerçeklerden koparmadan öyküleştiriyor. O nedenle öykülerin çoğunluğunu Batı Trakya Türklerinin Türkiye’ye göçünden alınmış kesitler, uğurlamalar, yeri yurdu terk etmenin yürek ağrıları vb. türde işlenmiş konular oluşturuyor…”
Mustafa Aslan da aynı kitaptaki hikâyeler hakkında yaptığı değerlendirmenin bir yerinde şunları söylüyor:
“Rahmi Ali’nin Zor İş adlı öykü kitabında yer alan 4 Numaralı Bekleme Kulesi tam anlamıyla ırkçılığa karşı yazılmış en iyi öykü örneklerinden biridir. Kişinin açken buram buram ekmek kokusu duyması gibi bir şey, bu öykü, barışa, kardeşliğe en çok gereksinimimiz olduğu günümüzde.
R. Ali’nin öykülerinde, insanlar arasına kin tohumları saçmaya çalışanların her zaman başarılı olamadıklarını görüyoruz. İnsanlar birbirlerine yakınlaşıp konuştuklarında sorunlarını çözdüklerini, uzaklaştıkları, aralarına duvarlar örüldüğünde düşmanlığın arttığını öyküleri dile getiriyor yazarın. Bütün öykülerinde bu duyarlığı görebiliriz. Üzerinde durulan konulardan birisi de Batı Trakya Türk insanının yaşadığı sorunları dile getirmedeki ustalığıdır. Safinaz (s. 83) adlı öyküsünde Yunanistan iç savaşından da söz eder. Öteki öykülerinde de Yunanistan’ın demokrasiye ulaşmak için verdiği savaşımı anlatılır. Uluslar kendi hallerine bırakılsa çözemeyecekleri sorun yoktur. Ama insanların birbirini kırmasından, öldürmesinden çıkarı olanlar, Yeni Amerika düzeni bunu körükledikçe körüklüyor… Eleni’nin Gözyaşları adlı öyküsünde Eleni’nin bir Türk’e sarılıp ağladığını yazıyor. (s. 20). İki toplum arasındaki dostluğu-kardeşliği pekiştirici tümcelerdir bunlar…”
Yayımlanmış edebi çalışmaları:
Kitaplar:
1-Ay ile Güneş-çocuk hikâyeleri- Öğretmen Dergisi Yayınları, Komotini- 1982, 2.baskı: TC. Kültür Bakanlığı Yayınları
2-Zor İş-hikâyeler- Şafak Dergisi yayınları, Gümülcine, 2002
3-Annem Okşarken Saçlarımı-çocuk şiirleri- Balıklı Çocuk Kitapları-İstanbul
4-Yunan İç Savaşı’nda Batı Trakya Türk Azınlığı (Rahmi Ali – Tevfik Hüseyinoğlu) BAKEŞ Yayınları, Gümülcine 2009
Yazıları:
“Birlik” ve “Öğretmen” dergileri:
(Cennetlik Dostum-sohbet yazısı-Dinin Çocuk Eğitimindeki Rolü-deneme- Küçük Kasırga-anı/hikaye (Sayı:7-8) -Çocuk Terbiyesi-derleme- Birlik dergisi, sayı:7, Temmuz 1966 )
(Dilimizin Melezleşme Tehlikesi-deneme, “R.T.” takma adıyla-Birlik dergisi, sayı:8, Ekim 1966)
(Öğretmene Müdahale-deneme-Sen Değil miydin-şiir- Birlik dergisi, sayı:9, Kasım 1966)
(Odamın Dışında-hikâye-Gayemiz-deneme- Birlik dergisi, sayı:13, Mart 1967)
(“Böyle Gidersek”, “Öğretimde Kolaylık”-deneme- Birlik dergisi, sayı:15, Haziran 1967)
(Bir Öğretmenin Günlüğünden Notlar, “Çocuk Kalbi-kitap tanıtım- Öğretmen dergisi, sayı: 21, Mayıs 1975)
(Bir Öğretmenin Günlüğünden Notlar, Öğretmen dergisi, sayı: 22, Haziran 1975)
(Bir Öğretmenin Günlüğünden Notlar, Öğretmen dergisi, sayı:23, Temmuz 1975)
(Bir Öğretmenin Günlüğünden Notlar, “Anılarla Gelen-anlatı, “MMR” takma adıyla” Öğretmen dergisi, sayı: 24-25, Ağustos-Eylül 1975)
(Dostum A Haklı mıydı?-deneme, “R.T. takma adıyla-Bir Öğretmenin Günlüğünden Notlar, Öğretmen dergisi, sayı: 28, Aralık 1975)
(Bir Öğretmenin Günlüğünden Notlar, Öğretmen dergisi, sayı: 29, Ocak 1976)
(Bir Öğretmenin Günlüğünden Notlar,-günlük- Geceler Tekin Değildi-hikaye- Öğretmen dergisi, sayı: 30, Şubat 1976, “Y.H.” takma adıyla-Şafak dergisi, sayı:18, Ekim 1991)
(Konumuz Eğitimdi-deneme, “R.T” takma adıyla-Bir Öğretmenin Günlüğünden Notlar- Öğretmen-31-32, Mart-Nisan 1976)
(Bir Öğretmenin Günlüğünden Notlar, Öğretmen dergisi, sayı: 33, Temmuz 1977)
(İsmet öldü Diyemem-anlatı-Bir Öğretmenin Günlüğünden Notlar, Öğretmen dergisi, sayı: 34, Ağustos 1977)
(Bir Öğretmenin Günlüğünden Notlar, Öğretmen Dergisi, sayı: 35, Eylül 1977)
(Bir Öğretmenin Günlüğünden Notlar, Öğretmen dergisi, sayı: 36, Ekim 1977)
(Anıtkabir’deki Özel Deftere:2-şiir- Öğretmen dergisi, sayı:37, Kasım 1977)
(Bir Öğretmenin Günlüğünden Notlar, Öğretmen dergisi, sayı: 38, Aralık 1977)
(Yıkıma Gülüş-hikâye,”imzasız” Öğretmen dergisi, sayı: 39, Ocak 1978)
“Azınlık Postası” gazetesi:
(Böbrek Taşları-mizah, “imzasız”– Azınlık Postası, sayı:18, Mart 1968)
(Yaka otobüsleri-mizah, “imzasız”– Azınlık Postası, sayı:21, Nisan 1968)
(Kurak Bahar-şiir, “Şakacı” takma adıyla- Azınlık Postası, sayı:23, Mayıs 1968)
(Haftanın şakası: Eh ama…-mizah, “Şakacı” takma adıyla- Azınlık Postası, sayı:25, Haziran 1968)
(Haftanın şakası: Kiraz ve…-mizah, “Şakacı” takma adıyla-İnsanın bazı anları-deneme- Azınlık Postası, sayı:26, Haziran 1968)
(Ha Konuşma-mizah- Azınlık Postası, sayı:27, Haziran 1968)
(Tükürük-mizah-Haftanın şakası: Ters Orantı-mizah, “Şakacı” takma adıyla- Azınlık Postası, sayı:28, Temmuz 1968)
(Kürdan-mizah- Azınlık Postası gazetesi, sayı:29, Temmuz 1968)
(Küfürbazı Oğlu-mizah- Azınlık Postası, sayı:34, Eylül 1968)
(Bilir Ama…-mizah- Azınlık Postası, sayı:35, Ekim 1968)
(Kara Kedi-mizah- Azınlık Postası, sayı:36, Ekim 1968)
(Kalkınma Yolları-deneme- Azınlık Postası, sayı:44, Şubat 1969)
(Korkak Bakkal…-deneme- Azınlık Postası, sayı:45, Mart 1969) (Biri Sessizce Çıktı Dışarıya-deneme- Azınlık Postası, sayı:46, Mart 1969)
(Fıkra Anlatmak-deneme- Azınlık Postası, sayı:47, Nisan 1969)
(Ayırt etmek-deneme- Azınlık Postası, sayı:48, Nisan 1969)
(Yeri geldikçe/Faydalanmak-köşe yazısı- Azınlık Postası, sayı:52, 16.6.1969)
(Yeri geldikçe/Kibarlık Hastalığı-köşe yazısı- Azınlık Postası, sayı:54, Temmuz 1969)
(Yeri geldikçe/Karamsar Görünmek-köşe yazısı- Azınlık Postası, sayı:56, Ağustos 1969)
(Yeri geldikçe/Başkasının Hakkına Saygı Göstermek-köşe yazısı-Azınlık Postası, sayı:57, Ağustos 1969)
(Yeri geldikçe/Okullar Açılırken-köşe yazsı- Azınlık Postası, sayı:58, Ekim 1969)
(Yeri geldikçe/İlbilge-köşe yazısı- Azınlık Postası, sayı:59, Ekim 1969)
(Yeri geldikçe/Denenmiş Yollardan Gitmek-köşe yazısı- Azınlık
Postası, sayı:61, Kasım 1969)
(Yeri geldikçe/Gelenin Düşündürdükleri-köşe yazısı- Azınlık
Postası, sayı:63, Kasım 1969)
(Yeri geldikçe/Açığa Çıkanlar-köşe yazısı- Azınlık Postası, sayı:64, Aralık 1969)
(Yeri geldikçe/Toz Pembe Hayat-köşe yazısı- Azınlık Postası, sayı: 65, Aralık 1969)
(Yeri geldikçe/Konuşturan Sebepler-köşe yazısı- Azınlık Postası, sayı:68, Şubat 1970)
(Kompozisyon-deneme- Azınlık Postası, sayı:73, Nisan 1970)
(“Uydurma Hikâyeler ve Biz”-köşe yazısı- Azınlık Postası, sayı:74, Nisan 1970)
(Yeri geldikçe/Keçiyollarından Biri-köşe yazısı- Azınlık Postası, sayı:76, Nisan 1970)
(Yeri geldikçe/Sosyal Baskı Üzerine-köşe yazısı- Azınlık Postası, sayı:78, Mayıs 1970)
(İki Bardak Devrildi-deneme- Azınlık Postası, sayı:79, Mayıs 1970)
(Yeri geldikçe/Hurafelere İnanmak-köşe yazısı- Azınlık Postası, sayı:80, Haziran 1970)
(Mahmurluk-şiir- Azınlık Postası, sayı:83, Temmuz 1970)
(Yeri geldikçe/Gerçekleşmesi Gereken Hayal-köşe yazısı- Azınlık
Postası, sayı:84, Temmuz 1970) (Yeri geldikçe/Örnek Almak-köşe yazısı- Azınlık Postası, sayı:85, Temmuz 1970)
(Yeri geldikçe/Aşağıdan Almak-köşe yazısı- Azınlık Postası, sayı:87, Ağustos 1970)
(“10 Kasım” Acısı-şiir- Azınlık Postası, sayı:94, Kasım 1970)
(Yeri geldikçe/Altın Madalya Gibi-köşe yazısı- Azınlık Postası, sayı:97, Aralık 1970)
(Yeri geldikçe/Haklı ve Haksız Tenkitler-köşe yazısı-“Azınlık Basınında Geçen Hafta”-eleştiri- Azınlık Postası, sayı:98, Ocak 1971)
(Yeri Geldikçe/Yine Kalkınma Üzerine-köşe yazısı- Azınlık Postası, sayı:99, Ocak 1971)
(Azınlık Basınında Geçen Hafta-eleştiri- Azınlık Postası, sayı:101, Şubat 1971)
(Azınlık Basınında Geçen Hafta-eleştiri- Azınlık Postası, sayı:102, Mart 1971)
(Yeri geldikçe/Yarını Düşünmek-köşe yazısı- Azınlık Postası, sayı:104, Nisan 1971)
(Dingillerin Çobanı-hikaye- Azınlık Postası, sayı:105,106, 107 Nisan-Mayıs 1971)
(Yeri geldikçe/Alkışlanan Kötülük-köşe yazısı- Azınlık Postası, sayı:107, Mayıs 1971)
(Yeri geldikçe/İşimizin Erbabı Olmak-köşe yazısı- Azınlık Postası, sayı:108, Mayıs 1971)
(Yeri geldikçe/Erdem Üstüne Söylenenlerden-köşe yazısı- Azınlık Postası gazetesi, sayı:109, Mayıs 1971)
(Şüphe-hikâye-Yeri geldikçe/Hayatın Aynalığı-köşe yazısı- Azınlık Postası, sayı:110, 111, Haziran 1971)
(Yeri geldikçe/Yazılarda Gülüş-köşe yazısı- Azınlık Postası, sayı:111, Haziran 1971)
(Yeri geldikçe/Yollarda-köşe yazısı- Azınlık Postası, sayı:115, Ağustos 1971)
(Yeri geldikçe/Bir Silkiniş, Bir Uyanış-köşe yazısı- Azınlık Postası, sayı:118, Eylül 1971)
(Yeri geldikçe/Şak Şak-köşe yazısı- Azınlık Postası, sayı:119, Eylül 1971)
(Yeri geldikçe/Masal Devri Bitmiştir-köşe yazısı- Azınlık Postası, sayı:121, Ekim 1971)
(Yeri Geldikçe/Kurnazlık Üstüne-köşe yazısı- Azınlık Postası, sayı:122, Ekim 1971)
(“Ata ve Saygı”-şiir- Yeri geldikçe/Çok Yönlü Bakmak-köşe yazısı- Azınlık Postası, sayı:123, Kasım 1971)
(Yeri geldikçe/Bayramınızı Kutlarken-köşe yazısı- Azınlık Postası, sayı:124, Kasım 1971)
(Yeri Geldikçe/İnadım İnat Olsun da-köşe yazısı- Azınlık Postası, sayı:129, Ocak 1972)
(Yeri geldikçe/Ufak Tefek Meseleleri Bilmek-köşe yazısı- Azınlık Postası, sayı:131, Şubat 1972)
(Yeri geldikçe/Arz-ı hâl-köşe yazısı- Azınlık Postası, sayı:132, Şubat 1972)
(Yeri geldikçe/Ayağını Yorganına Göre Uzatmak-köşe yazısı-Azınlık Postası, sayı:135, Mart 1972)
(Yeri geldikçe/Nur’un Şiiri-eleştiri- Azınlık Postası, sayı:142, Haziran 1972)
(Yeri geldikçe/Pankartlar-köşe yazısı- Azınlık Postası, sayı:144, Haziran 1972)
(Yeri geldikçe/Akıl Vermek-köşe yazısı- Azınlık Postası, sayı:148, Ağustos 1972)
(Yeri geldikçe/Kendimizi Aşağı Görmek-köşe yazısı- Azınlık Postası, sayı:152, Ekim 1972)
(Kavram Gölgeleri-deneme- Azınlık Postası, sayı:153, Ekim 1972)
(Ata’ya-şiir- Azınlık Postası, sayı:155, Kasım 1972)
(Yeri geldikçe/Zulüm-köşe yazısı- Azınlık Postası, sayı:163, Şubat 1973)
(Yeri geldikçe/”Bencillik”-köşe yazısı- Sayı:164)
(Yeri geldikçe/Kabuğuna Çekilmek-köşe yazısı- Azınlık Postası, sayı:165, Haziran 1973)
(Yeri geldikçe/Nasrettin Hoca-deneme- Azınlık Postası, sayı:168, Temmuz 1973)
(Yeri geldikçe/Tramplen ve Zaltocular-köşe yazısı- Azınlık Postası, sayı:175, Kasım 1973)
(Yeri geldikçe/Kötülüğe Arka Çıkmak-köşe yazısı- Azınlık Postası, sayı:195, Ekim 1974)
(Yeri Geldikçe/İnsan Toplumun İnsan Ferdi-köşe yazısı- Azınlık Postası, sayı:196, Aralık 1974)
(Yeri Geldikçe/Günlük Yaşantı-deneme- Azınlık Postası, sayı:199, Ocak 1975)
(Anıtkabir’deki Özel Deftere-şiir- Azınlık Postası, sayı:279, Kasım 1978)
(Olayları Yüreğinde Duymak-deneme- Azınlık Postası, sayı:294, Mayıs 1979) (Mustafa Kemal’i Anmak-şiir- Azınlık Postası, sayı:302, Kasım 1979)
“Akın” gazetesi:
(Hayvansız Ülke-masal- Akın, sayı:444, 445, 446, 447, 448, Yıl:1967/68)
(Ayla Güneş-masal- Akın, sayı:449, 450, 451, 452, 453, Yıl:1968)
(Azınlıktan Görüntüler-anlatı-Leyla Hanım’ın Akşamlarıhikâye- Azınlık Eğitimini Başarısızlığa Götüren Nedenler:-makale, “imzasız” Akın, sayı:742, 743, 744, Eylül 1979)
(Azınlıktan Görüntüler:1-anlatı-Leyla Hanım’ın Akşamlarıhikâye- Akın, sayı:742, Ağustos 1979)
(Azınlık Eğitimini Başarısızlığa Götüren Nedenler-makale,”imzasız-“Leyla Hanım’ın Akşamları-devam, “Azınlık Eğitimini Başarısızlığa Götüren Nedenler-devam- Akın, sayı:743, 744, -aynı yazıların devamı, ayrıca: “Azınlıktan Görüntüler:2/ sayı:745:aynı hikâyenin son bölümü)
(1980 Yılına Hangi Ruh Haliyle Girdik-deneme,”AK” takma adıyla-Alev İçin Şiirler:1-“A” takma adıyla- Akın, sayı:750, Ocak 1980)
(1980 Yılına Hangi Ruh Haliyle Girdik-deneme,”AK” takma adıyla- Akın, sayı:751, Şubat 1980)
(Yorumumuz-“Akın” imzasıyla- Akın, sayı:751, 752, 753, 755, 756, 757, 758, 759, 760, 761, 762, 763, 764, 765, 766, 767, 770, 772, 773, 774, 775, 777, 778, 779, 781, 783, 786)
(Alev İçin Şiirler:2,3-şiir- Akın, sayı:752, 1980)
(Alev İçin Şiirler-şiir- Akın, sayı:753, Mart 1980)
(Alev İçin Şiirler-şiir-Batı Trakya Türk Öğretmenler Birliği Hakkında Bikri Söz-Köşe yazısı, “AK” takma adıyla- Akın, sayı:754, Mart 1980)
(Batı Trakya Türk Öğretmenler Birliği Hakkında Bikri Söz-Köşe yazısı,-devam- “AK” takma adıyla- Akın, sayı:755, Nisan 1980)
(Alev İçin Şiirler-şiir, “A” takma adıyla-Yanlış Değerlendirmeler-köşe yazısı- Akın, sayı:756, Nisan 1980)
(Azınlıktan Görüntüler:3-“AK” takma adıyla- Akın, sayı:758, Mayıs 1980)
(Alev İçin Şiirler-şiir-Azınlıktan Görüntüler-“AK” takma adıyla-Akın, sayı:760, Haziran 1980)
(Tatilde Okunacak Yazı-deneme- Akın, sayı:762, Temmuz 1980)
(Öğretmenlerimiz-köşe yazısı, “AK” takma adıyla- Akın, sayı:763, Ağustos 1980) (Öğretmenlerimiz-köşe yazısı, “AK” takma adıyla- Akın, sayı:764, Eylül 1980)
(Alev İçin Şiirler-şiir- Akın, sayı:765, Eylül 1980)
(Muhtıraya Verilen Cevap Üzerine-köşe yazısı, “AK” takma adıyla- Akın, sayı:766, Eylül 1980)
(Alev İçin Şiirler-şiir- Akın, sayı:767, Ekim 1980)
(Alev İçin Şiirler-şiir-Muhtıraya Verilen Cevap Üzerine-devamAkın, sayı:771, Aralık 1980)
(Muhtıraya Verilen Cevap Üzerine-devam- Akın, sayı:772, Ocak 1981)
(Alev İçin Şiirler-şiir- Akın, sayı:774, Şubat 1981)
(Alev İçin Şiirler-şiir- Akın, sayı:783, Temmuz 1981)
“İleri” gazetesi:
(Çocuklarımızın Eğitimi ve Thesaloniki Özel Akademi Mezunu Öğretmenler Meselesi-makale, “A. Kartaltepe” takma adıyla- İleri-61, Ocak 1977)
(Azınlığın Dertlerine Dert Katmıyalım-makale, “A. Kartaltepe” takma adıyla- İleri- 62, Ocak 1977)
(Nereye Gidiyoruz-köşe yazısı- “A. kataltepe” takma adıyla- İleri, sayı:63, Ocak 1977)
(Dimokritos’un Bize Ettikleri-köşe yazısı, “A. Kartaltepe” takma adıyla- İleri, sayı:68, Mart 1977)
(Zor İş-hikâye, “A. Kartaltepe” takma adıyla- İleri, sayı:70, Mart 1977)
(Alkış Başına Doğum-makale, “A. Kartaltepe” takma adıyla- İleri, sayı:72, Nisan 1977)
(Acıların Sorumluları-makale, “A. Kartaltepe takma adıyla- İleri, sayı:76, Mayıs 1977)
(Hikâyenin içyüzü-köşe yazısı, “A. Kartaltepe” takma adıyla- İleri, sayı:86, Eylül 1977)
(Kimden Yanayız-makale, “A. Kartaltepe” takma adıyla- İleri-106, Şubat 1978)
(Karter’in Raporu, Azınlığımız ve Baskı Yapanların Tutumları-köşe yazısı- İleri, sayı:107, Mart 1978)
(Notlar:1-köşe yazısı, “A. Kartaltepe” takma adıyla- İleri- 108, Mart 1978)
(Notlar:2-köşe yazısı-, “A. Kartaltepe” takma adıyla- İleri, sayı:114, Nisan 1978) (Elbirlikçiler-makale, “A. Kartaltepe” takma adıyla- İleri- 115, Mayıs 1978)
(Notlar:3-fıkra- “imzasız” İleri- 122, Temmuz 1978)
(1979 Dünya Çocuk Yılı’nda Batı Trakyalı Ali-şiir, “A.” takma adıyla- İleri, sayı:133, Şubat 1979)
(Despotlar Tükenmez-makale-“imzasız” İleri- 134, Şubat 1979)
(Muhacir Osman-hikâye, “A. Kartaltepe” takma adıyla- İleri, sayı:142, Eylül 1979)
(Bayram Akşamı-şiir, “A” takma adıyla- İleri, sayı:148, Ekim 1979)
(Ne Yüzle Anarlar Seni-şiir- İleri, sayı:149, Kasım 1979)
(Notlar:4-köşe yazısı- İleri, sayı:153, Aralık 1979)
(Topraklarımızı Elimizden Aldılar-şiir, “A” takma adıyla- İleri, sayı:161, Şubat 1980)
(Notlar:5-köşe yazısı, “A” takma adıyla- İleri- 175, Mayıs 1980)
(Notlar:6-köşe yazısı, “A” takma adıyla- İleri, sayı:176, Mayıs 1980)
(Notlar:7-köşe yazısı, “A” takma adıyla- İleri, sayı:179, Haziran 1980)
(Notlar:8-fıkra, “A” takma adıyla- İleri- 180, Ağustos 1980)
(Notlar:9-köşe yazısı, “A” takma adıyla- İleri, sayı:183, Eylül 1980)
(Notlar:10-köşe yazısı, “A” takma adıyla- İleri, sayı:197, Aralık 1980)
(Toplum Sorunları Üstüne Tartışmalar: I-deneme, “A” takma adıyla- İleri, sayı:213, Mayıs 1981)
(Toplum Sorunları Üstüne Tartışmalar: I-deneme, “A” takma adıyla- İleri, sayı:216, Mayıs 1981)
(Olayları Yüreğinde Duymak-köşe yazısı, “imzasız”– İleri, sayı:219, Haziran 1981)
(Fevzi’nin Resim Sergisini Gezerken-deneme, “A. Kartaltepe” takma adıyla- İleri, sayı:244, Şubat 1982)
(Notlar:11-köşe yazısı, “A” takma adıyla- İleri, sayı:261, Temmuz 1982)
(Olayları Yüreğinde Duymak:2-deneme- İleri, sayı:267, Eylül 1982)
(Güncelliğini Yitirmeyen Konu-köşe yazısı, “A” takma adıyla- İleri, sayı:271, Ekim 1982)
(Telörgüler İçindeki Yaka Tarlaları Üstüne-şiir, “A” takma adıyla-İleri, sayı:293, Nisan 1983) (Notlar:13-köşe yazısı, “A” takma adıyla- İleri, sayı:324, Aralık 1983)
(Dert Dolu Kış, Umutsuz Yaz-makale, “A” takma adıyla- İleri-349, Haziran 1984)
(Umut Bir Yol mudur-köşe yazısı, “A” takma adıyla- İleri, sayı:353, Eylül 1984)
(10 Kasım Yaprakları-şiir, “A” takma adıyla- İleri, sayı:361, Kasım 1984)
(Notlar-köşe yazısı, “A” takma adıyla- İleri, sayı:370, Ocak 1985)
(Günlerle Gelen-mizah yazıları, “A” takma adıyla- İleri, sayı:371, Ocak 1985)
(“Avrupa Konseyi Hukuk Komisyonu ve Azınlığa Uygulanan
Baskılar Meselesi”-makale, “A” takma adıyla- İleri -377, Mart 1985)
(10 Kasım İçin Dörtlük-şiir- İleri, sayı:408, Kasım 1985)
(Yürüyüş-destan, “A.A.” takma adıyla- İleri, sayı:510, -Mart
1988- 829, Ocak 1996)
(Alkış Başına Doğum-makale, “A. Kartaltepe” takma adıyla- İleri-(Acıların Sorumluları-makale, “A. Kartaltepe takma adıyla- İleri-
“Yuvamız” dergisi:
(Yeri geldikçe/Eskileri Bugün Düşünmek-köşe yazısı- Yuvamız, sayı:1, Eylül 1986)
(Yeri geldikçe/Potbori-köşe yazısı- Yuvamız, sayı:2, Ekim 1986)
(Yeri geldikçe/Fikirler Ölmez-köşe yazısı- Yuvamız, sayı:3, Kasım 1986)
(Yeri geldikçe-köşe yazısı- Yuvamız, sayı:4, Aralık 1986)
(Yeri geldikçe-köşe yazısı- Yuvamız, sayı:5, Ocak 1987)
(Yeri geldikçe-köşe yazısı- Alev İçin Şiirler-şiir, “A” takma adıyla-Yuvamız, sayı:6, Şubat 1987)
(Yeri geldikçe-köşe yazısı- Yuvamız, sayı:7, Mart 1987)
(Yeri geldikçe/Doğru Nedir-köşe yazısı- Yuvamız dergisi, sayı:8, Nisan 1987)
(Yeri geldikçe-köşe yazısı- Yuvamız, sayı:10, Haziran 1987)
(Yeri geldikçe/… Ve Biraz Mantık-köşe yazısı- Yuvamız dergisi, sayı:11, 12, Temmuz-Ağustos 1987)
(Yeri geldikçe-köşe yazısı- Yuvamız, sayı:13, Eylül 1987)
(Yeri geldikçe-köşe yazısı- Yuvamız, sayı:14, Ekim 1987)
(Yeri geldikçe-köşe yazısı- Yuvamız, sayı:15, Kasım 1987)
(Yeri geldikçe-köşe yazısı- Yuvamız, sayı:16, Aralık 1987) (Yeri geldikçe-köşe yazısı- Yuvamız, sayı:17, Ocak 1988)
(Yeni Yılla Birlikte-köşe yazısı- Yuvamız, sayı:18, Şubat 1988)
(Yeri geldikçe-köşe yazısı- Yuvamız, sayı:19, Mart 1988)
(Yeri geldikçe/”Kardaş Edebiyatlar”-köşe yazısı- Yuvamız dergisi, sayı:20, Nisan 1988)
(Yeri geldikçe-köşe yazısı- Yuvamız, sayı:21, Mayıs 1988)
(Yeri geldikçe-köşe yazısı- Yuvamız, sayı:23, 24, Temmuz-Ağustos 1988)
(Yeri geldikçe-köşe yazısı- Yuvamız, sayı:25, Eylül 1988)
(Atatürkçülük-şiir- Yuvamız, sayı:27, Kasım 1988)
(Yeri geldikçe/Kitap Okumak-köşe yazısı- Yuvamız dergisi, sayı:30, Şubat 1989)
(Yeri geldikçe-köşe yazısı- Yuvamız, sayı:31, Mart 1989)
(Yeri geldikçe-köşe yazısı- Yuvamız, sayı:35, 36, Temmuz-Ağustos 1989)
(Acıların Sorumluları-makale, “A. Kartaltepe” takma adıyla-Nokta gazetesi, sayı:54, 55, Şubat-Mart 1990)
“Şafak” dergisi:
(F. Baysal Usulü Şiir-şiir- Leylâ Hanım’ın Akşamları-hikâye-“ Akın Gazetesi” Şafak dergisi, sayı: 1, Aralık 1989)
(Karpuz Satan Çocuk-hikâye-Azınlık-şiir- Şafak dergisi, sayı: 2, Ocak 1990, “Şiir Defteri” dergisi, Nisan 1990, İstanbul)
(Bir İstanbul Yolcusu-hikâye- M. Köylü Hasan Öğretmen-şiirŞafak dergisi, sayı: 3, Şubat 1990)
(Öğretmenim-hikâye- Şafak dergisi, sayı: 4, Mart 1990)
(Günlerin İçinden-günce- Zaman-şiir-Şafak dergisi, sayı: 5, Nisan 1990)
(Dingillerin Çobanı-hikâye- Şafak dergisi, sayı: 6, Mayıs 1990)
(Şüphe-hikâye- Şafak dergisi, sayı: 7, Haziran 1990)
(Pencerede Bir Kadın-şiir- Şafak dergisi, sayı: 8, Eylül 1990)
(Gezi Notları-gezi yazısı- Şafak dergisi, sayı: 9, Ekim 1990)
(Özel Defter’e-şiir- Şafak dergisi, sayı:10, Kasım 1990)
(Öğretmenler Günü’nde M. Köylü Hasan Öğretmen, Ayrılış-şiirŞafak dergisi, sayı:11, Aralık 1990)
(Günlerin İçinden-günce- Şafak dergisi, sayı:12, Ocak 1991)
(Bir Kitap-kitap tanıtım-Alev İçin Şiirler-XV, “A.” Takma adıyla-şiir-Şafak dergisi, sayı:13, Şubat 1991)
(Günlerin İçinden-günce- Şafak dergisi, sayı:14, Mart 1991) (Düğün-hikâye- Bir kitap-kitap tanıtım, A. Takma adıyla- Şafak dergisi, sayı:16, Haziran 1991)
(Tiyatrolu Yıllar-anı/deneme- Gözler-şiir, A. Takma adıyla- Şafak dergisi, sayı:17, Ağustos 1991)
(Gece-şiir-A. Takma adıyla- Şafak dergisi, sayı:18, Ekim 1991)
(Atatürk Resimlerine Bakarken-şiir- Şafak dergisi, sayı:19, Kasım 1991)
(Şafak’ın İkinci yayın Yılını Doldurması Dolayısıyla-denemeGünlerin İçinden-günce- Şafak dergisi, sayı:20, Aralık 1991)
(Günlerin İçinden-günce- “Şimdi Uzaklardasın…”-hikâyeR.T.A takma adıyla- Şafak dergisi, sayı:21, Ocak 1992)
(“Öyle Diyorlar…”-anlatı- Benim Dünyamda Sen-hikâyeR.T.A. takma adıyla- Şafak dergisi, sayı:22, Şubat 1992)
(Haber Bültenleri 1-şiir- Şafak dergisi, sayı:23, Mart 1992)
(Toplumun Kendini Düşünmesi-deneme- Şafak dergisi, sayı:24, Nisan 1992)
(K. Mahallesinde Sabah Mahmurluğu-hikâye- Şafak dergisi, sayı:25, Mayıs 1992)
(Toplumsal Baskının Kötü Yanları-deneme-Bir Kitap-kitap tanıtım, A. takma adıyla- Şafak dergisi, sayı:26, Haziran 1992)
(Günlerin İçinden-günce-Ev-hikâye-R.T.A. takma adıyla- Şafak dergisi, sayı:27, Ağustos 1992)
(Pallas Kahvehanesi-anlatı-A. Takma adıyla-Günlerin İçindengünce- 4 Numaralı Bekleme Kulesi-hikâye-Varlık dergisi, Aralık 1973, Şafak dergisi, sayı:28, Eylül 1992)
(Atatürk-şiir-Atatürkçü Düşünce Nedir-deneme-Özlü Düşünceler- Şafak dergisi, sayı:29, Kasım 1992)
(Bir Boşanma Davası-hikâye- Şafak dergisi, sayı:30, Aralık 1992)
(Günlerin İçinden-günce- Şafak dergisi, sayı:31, Ocak-Şubat 1993)
(İşin Kolayına Kaçmak-deneme-Tütün-hikâye- Şafak dergisi, sayı:32, Mart-Nisan 1993)
(İleriye Dönük Atılımlar Üstüne, Dünden Bugüne-deneme-Kırcalı Salih-hikâye- Şafak dergisi, sayı:33, Mayıs-Haziran 1993)
(Günlerin İçinden-günce- Şafak dergisi, sayı:34, Temmuz-Ağustos 1993)
(İpek Yolu Gezi Notları:1-gezi yazısı-Unutulan Sözcükler Dünyasında Bir Gezinti:1-inceleme, A. Takma adıyla- Şafak dergisi, sayı:35, Eylül-Ekim 1993)
(Sen Rahat Ol-şiir-İpek Yolu Gezi Notları:II-gezi yazısı-Bir Akşamüstü-hikaye, R.T.A. takma adıyla- Şafak dergisi, sayı:36, Kasım-Aralık 1993)
(İpek Yolu Gezi Notları: III-gezi yazısı- Şafak dergisi, sayı:37, Ocak-Şubat 1994)
(Şair Alirıza Saraçoğlu’nun Ölümü Üstüne-deneme-Şu TV Kanalları-anlatı- Şafak dergisi, sayı:38, Mart-Nisan 1994)
(Bir Kitap-kitap tanıtım-Haber Bültenleri: II-şiir-Bir Araştırmacının Yanlışları-eleştiri-Traktör-hikâye, A. Takma adıyla-Bir Kadın-mini öykü, R.T.A. takma adıyla- Şafak dergisi, sayı:39, Mayıs-Haziran 1994)
(Okumak ve Düşünmek-deneme-Muhacir Osman-hikâyeBekleyiş-mini öykü, A. takma adıyla- Şafak dergisi, sayı:40, Temmuz-Ağustos 1994)
(Güzelliklere Doğru-deneme-Alnı Soğuk Cama Dayalıydı Öğretmenin-şiir-Eski Sözcükler Dünyasında-inceleme, A. takma adıyla-Şafak dergisi, sayı:41, Eylül-Ekim 1994)
(Atatürk’ü Düşünüyorum-deneme-Kemal-şiir-İstasyonda Bir Kadın-hikâye, R.T.A. takma adıyla- Şafak dergisi, sayı:42, Kasım-Aralık 1994)
(Günlerin İçinden-günce-Yıkıntı-hikâye, A. takma adıyla- Şafak dergisi, sayı:43, Ocak 1995)
(İnsanları Sevmek-deneme-Mustafa Tahsinoğlu Üstüne Deneme-deneme-Seni Düşünüyorum-hikâye, “RTA” takma adıyla- Şafak dergisi, sayı:44, Şubat 1995)
(Portreler – şiir – Günlerin İçinden – günce – Sana Diyemediklerim – hikâye, RTA takma adıyla – Şafak dergisi, sayı:45, Mart 1995)
(Haber Bültenleri: III-şiir-Saraçoğlu’nun Şiirlerinde Ölümü Arayış-inceleme-Eski Sözcükler Dünyasında-inceleme, A takma adıyla-Şafak dergisi, sayı:46, Nisan 1995)
(Sevgi Çiçeklerini Solduran Olaylar-deneme-Günlerin İçindengünce-Yalnızlık-mini öykü, A. takma adıyla- Şafak dergisi, sayı:47, Mayıs-Haziran 1995)
(Ben Ne Yapıyorum-deneme-İnsanımı Düşünüyorum-şiirMektup-hikâye, “RTA” takma adıyla-Eski Sözcükler Dünyasında-inceleme, “A” takma adıyla- Şafak dergisi, sayı:48, Temmuz 1995)
(Günlerin İçinden-günce-İlk Yürek Kıpırtıları-hikâye- RTA takma adıyla-Kısa Bir Yolculuğun Uzun Anıları-izlenim- Şafak dergisi, sayı:49, Ağustos 1995)
(Günlerin İçinden-günce-Tarlada Yalnız Bir Kadın-hikâye, RTA takma adıyla- Şafak dergisi, sayı:50, Eylül 1995) (Bir Serginin Ardından-izlenim-Eleni’nin Gözyaşları-hikâye- Şafak dergisi, sayı:51, Ekim 1995)
(Atatürk’ü Anarken-deneme-Bir Türkiye Düşünüyor Atatürk-şiir-Anılarımda Yaşıyorsun-hikâye, “RTA” takma adıyla- Şafak dergisi, sayı:52, Kasım 1995)
(Tahir Özçelik’in Ardından-anma-Uzakta Olsan da-hikâye, RTA takma adıyla- Şafak dergisi, sayı:53, Aralık 1995)
(Günlerin İçinden-günce-Bir Şarkıyla Gelen-hikâye, “RTA” takma adıyla- Şafak dergisi, sayı:54, Ocak 1996)
(Toplumcu Anlayış-eleştiri-Yaz Senin Adın-şiir-Güzellik Dağıtan Kızlar-hikâye, “RTA” takma adıyla-Batı Trakya Türk Azınlığı Basınında Yazın Çalışmaları: I-inceleme- Şafak dergisi, sayı:55, Şubat 1996)
(Şeküre-hikâye, “RTA” takma adıyla- Batı Trakya Türk Azınlığı Basınında Yazın Çalışmaları: II-inceleme- Şafak dergisi, sayı:56, Mart 1996)
(125 Numaralı Posta Kutusuna Mektup-hikâye, “RTA” takma adıyla- Batı Trakya Türk Azınlığı Basınında Yazın Çalışmaları: IIIinceleme- Şafak dergisi, sayı:57, Nisan 1996)
(Manisa’da Batı Trakya Türk Edebiyatı Gecesi-izlenim- Batı Trakya Türk Azınlığı Basınında Yazın Çalışmaları: IV-incelemeŞafak dergisi, sayı:58, Mayıs 1996)
(Güzelliklerden Söz Etmek-deneme-İnsanın Kendine Saygı Duyması-deneme, “A” takma adıyla-Emel-hikâye, “RTA” takma adıyla-Batı Trakya Türk Azınlığı Basınında Yazın Çalışmaları: V-incelemeŞafak dergisi, sayı:59, Haziran-Temmuz 1996)
(Anılara Yaslanmak-hikâye, “RTA” takma adıyla- Batı Trakya Türk Azınlığı Basınında Yazın Çalışmaları: VI-inceleme- Şafak dergisi, sayı:60, Ağustos 1996)
(Günlerin İçinden-günce-Fevzi Ali ile Bir Söyleşi-söyleşi- Batı Trakya Türk Azınlığı Basınında Yazın Çalışmaları: VII-incelemeŞafak dergisi, sayı:61, Eylül 1996)
(Barba Nikola ve Kızı Sultana-hikâye- Batı Trakya Türk Azınlığı Basınında Yazın Çalışmaları: VIII-inceleme- Şafak dergisi, sayı:62, Ekim 1996)
(Atatürkçü Düşünceyi Kavramak-deneme-Eski Mahallemizin unutamadığım Kişileri-hikâye, “RTA” takma adıyla- Batı Trakya Türk Azınlığı Basınında Yazın Çalışmaları: IX-inceleme- Şafak dergisi, sayı:63, Kasım 1996)
(“Şafak” 8. Yayın Yılında-tanıtım- Batı Trakya Türk Azınlığı Basınında Yazın Çalışmaları: X-inceleme- Şafak dergisi, sayı:64, Aralık 1996)
(Mücahit Mümin’le Bir Söyleşi-söyleşi-Vitrindeki Fotoğraf-hikâye, “RTA” takma adıyla- Batı Trakya Türk Azınlığı Basınında Yazın Çalışmaları: XI-inceleme- Şafak dergisi, sayı:65, Ocak 1997)
(İnsanların Ulusal Kimlikleri-deneme- Batı Trakya Türk Azınlığı Basınında Yazın Çalışmaları: XII-inceleme- Şafak dergisi, sayı:66, Şubat 1997)
(Otobüsü Beklerken-hikâye, “A” takma adıyla- Batı Trakya Türk Azınlığı Basınında Yazın Çalışmaları: XIII-inceleme- Şafak dergisi, sayı:67, Mart 1997)
(Tütüncülerin Gelini-hikaye, “RTA” takma adıyla- Batı Trakya Türk Azınlığı Basınında Yazın Çalışmaları: XIV-inceleme- Şafak dergisi, sayı:68, Nisan 1997)
(Günlerin İçinden-günce-Mustafa Tahsinoğlu ile Söyleşi-söyleşi- Batı Trakya Türk Azınlığı Basınında Yazın Çalışmaları: XVinceleme- Şafak dergisi, sayı:69, Mayıs 1997)
(Sorumsuzluk ve İlgisizlik-deneme-Tatil Şarkıları-hikâye, “RTA” takma adıyla- Batı Trakya Türk Azınlığı Basınında Yazın Çalışmaları: XVI-inceleme- Şafak dergisi, sayı:70, Haziran-Temmuz 1997)
(Telefonda Bir Kadın-hikâye, “RTA” takma adıyla- Batı Trakya Türk Azınlığı Basınında Yazın Çalışmaları: XVII-inceleme- Şafak dergisi, sayı:71, Ağustos 1997)
(Eylül Yazısı-deneme- Batı Trakya Türk Azınlığı Basınında Yazın Çalışmaları: XVIII-inceleme- Şafak dergisi, sayı:72, Eylül 1997)
(Sinemalı Günlerim-hikâye, “RTA” takma adıyla- Batı Trakya Türk Azınlığı Basınında Yazın Çalışmaları: XIX-inceleme- Şafak dergisi, sayı:73, Ekim 1997)
(Atatürkçülüğü Yaşatmak-deneme-Koşun Buraya-şiir- Batı Trakya Türk Azınlığı Basınında Yazın Çalışmaları: XX-inceleme- Şafak dergisi, sayı:74, Kasım 1997)
(Şafak Dokuzuncu Yayın Yılına Giriyor-değerlendirme-Şükran Raif’le Söyleşi-söyleşi- Batı Trakya Türk Azınlığı Basınında Yazın Çalışmaları: XXI-inceleme- Şafak dergisi, sayı:75, Aralık 1997)
(Yeni Yılın Eşiğinden Geriye Bakış-değerlendirme- Batı Trakya Türk Azınlığı Basınında Yazın Çalışmaları: XXII-inceleme- Şafak dergisi, sayı:76, Ocak 1998)
(Yazılarda Karamsarlık-deneme-Yitik Şarkılar-şiir- Batı Trakya Türk Azınlığı Basınında Yazın Çalışmaları: XXIII-inceleme- Şafak dergisi:77, Şubat 1998) (Abdurrahim Subaşılar ile Söyleşi-söyleşi-Bu Şarkılar…-hikâye, “RTA” takma adıyla- Batı Trakya Türk Azınlığı Basınında Yazın Çalışmaları: XXIV-inceleme- Şafak dergisi, sayı:78, Mart 1998)
(Günlerin İçinden-günce- Abdurrahim Subaşılar ile Söyleşi: II-söyleşi- Batı Trakya Türk Azınlığı Basınında Yazın Çalışmaları: XXV-inceleme- Şafak dergisi, sayı:79, Nisan 1998)
(Her Ulus Şarkısını Kendi Diliyle Söyler-deneme- Abdurrahim Subaşılar ile Söyleşi: III-söyleşi- Batı Trakya Türk Azınlığı Basınında Yazın Çalışmaları: XXVI-inceleme- Şafak dergisi, sayı:80, Mayıs 1998)
(Günlerin İçinden-günce- Batı Trakya Türk Azınlığı Basınında Yazın Çalışmaları: XXVII-inceleme- Şafak dergisi, sayı:81, Haziran 1998)
(Günlerin İçinden-günce- Batı Trakya Türk Azınlığı Basınında Yazın Çalışmaları: XXVIII-inceleme- Şafak dergisi, sayı:82, Temmuz-Ağustos 1998)
(Günlerin İçinden-günce- Batı Trakya Türk Azınlığı Basınında Yazın Çalışmaları: XXVIX-inceleme- Şafak dergisi, sayı:83, Eylül 1998)
(Güzel Günlere Doğru-deneme- Batı Trakya Türk Azınlığı Basınında Yazın Çalışmaları: XXX-inceleme- Şafak dergisi, sayı:84, Ekim 1998)
(Sisli Bir Sonbahar Yazısı-deneme-Atatürk Heykelinin Karşısında-şiir- Batı Trakya Türk Azınlığı Basınında Yazın Çalışmaları: XXXI-inceleme- Şafak dergisi, sayı:85, Kasım 1998)
(… Ve Onuncu Yıl-değerlendirme yazısı-Söndü Yıldızım-şiir, “A” takma adıyla- Batı Trakya Türk Azınlığı Basınında Yazın Çalışmaları: XXXII-inceleme- Şafak dergisi, sayı:86, Aralık 1998)
(Günlerin İçinden-günce- Batı Trakya Türk Azınlığı Basınında Yazın Çalışmaları: XXXIII-inceleme-“Prizren Camileri”-kitap tanıtım- Şafak dergisi, sayı:87, Ocak 1999)
(29 Ocak Olayı ve Düşündürdükleri-deneme-Akşamüstü Şarkıları-hikaye, “RTA” takma adıyla- Şafak dergisi, sayı:88, Şubat 1999)
(Mart Güneşi Aydınlığı-deneme-Emine-hikâye, “A” takma adıyla- Batı Trakya Türk Azınlığı Basınında Yazın Çalışmaları: XXXIVinceleme- Şafak dergisi, sayı:89, Mart 1999)
(Günlerin İçinden-günce- Batı Trakya Türk Azınlığı Basınında Yazın Çalışmaları: XXXV-inceleme- Şafak dergisi, sayı:90, Nisan 1999)
(Karşılıklı Saygı-deneme, “A” takma adıyla- Çalıklı/Valandova VIII. Hıdrellez Bahar Şenlikleri Festivali’nden İzlenimler: I-izlenimBatı Trakya Türk Azınlığı Basınında Yazın Çalışmaları: XXXVIinceleme- Şafak dergisi, sayı:91, Mayıs 1999)
(Çalıklı/Valandova VIII. Hıdrellez Bahar Şenlikleri Festivali’nden İzlenimler: II-izlenim- Batı Trakya Türk Azınlığı Basınında Yazın Çalışmaları: XXXVII-inceleme- Şafak dergisi, sayı:92, Haziran-Temmuz 1999)
(Günlerin İçinden-günce-17 Ağustos depremi Acıları/Korkulu Bir Düş Sandım, Şimdi Bir Ceset miyim, Ekranda Deprem Acıları, Lunapark, Önce Korkularımı Yendim, Çadırın Önü, “A” takma adıyla- Batı Trakya Türk Azınlığı Basınında Yazın Çalışmaları: XXXVIII-inceleme- Şafak dergisi, sayı:93, Ağustos 1999)
(Ders Kitapları Hakkında İddiasız Bir Yazı-deneme- Batı Trakya Türk Azınlığı Basınında Yazın Çalışmaları: XXXIX-inceleme- Şafak dergisi, sayı:94, Eylül 1999)
(Ah Nezahat Hanım Vah…-hikâye, “RTA” takma adıyla- Batı Trakya Türk Azınlığı Basınında Yazın Çalışmaları: XL-incelemeŞafak dergisi, sayı:95, Ekim 1999)
(Atatürk’ü Anarken-deneme-Anlat Bana Atatürk’ü-şiir-Reşit Ağa-hikâye, “A” takma adıyla- Batı Trakya Türk Azınlığı Basınında Yazın Çalışmaları: XLI-inceleme- Şafak dergisi, sayı:96, Kasım 1999)
(Güzelliklerle Dolu Bir On Yıl-deneme- Batı Trakya Türk Azınlığı Basınında Yazın Çalışmaları: XLII-inceleme- Şafak dergisi, sayı:97, Aralık 1999)
(Türkçe Ders Kitapları-deneme-Ayak Sesleriniz-şiir, “RTA” takma adıyla-Ah Benim Güzel Okulum-piyes, 2 perde- Batı Trakya Türk Azınlığı Basınında Yazın Çalışmaları: XLIII-inceleme- Şafak dergisi, sayı:98, Ocak 2000)
(1999 Yılı ve Ardına Genel Bir Bakış-deneme/değerlendirme- Batı Trakya Türk Azınlığı Basınında Yazın Çalışmaları: XLIV-incelemeHalil Mustafa ile Söyleşi-söyleşi- Şafak dergisi, sayı:99, Şubat 2000)
(Martla Gelen-deneme-Batı Trakya Türk Azınlığı Basınında Yazın Çalışmaları: XLV-inceleme-Şafak dergisi, sayı:100, Mart 2000)
(Günlerin İçinden-günce- Batı Trakya Türk Azınlığı Basınında Yazın Çalışmaları: XLVI-inceleme- Şafak dergisi, sayı:101, Nisan 2000)
(Günlerin İçinden-günce-Şükran Raif’le “Acılı Toprak” Oyunu ve Azınlıkta Tiyatro Geleneğini Yerleştirme Çabaları Üstüne Bir Söyleşi-söyleşi- Batı Trakya Türk Azınlığı Basınında Yazın Çalışmaları: XLVII-inceleme- Şafak dergisi, sayı:102, Mayıs 2000) (Kendini Tatile Zorlamak-deneme-Batı Trakya Türk Azınlığı Basınında Yazın Çalışmaları: XLVIII-inceleme- Şafak dergisi, sayı:103, Haziran-Temmuz 2000)
(Öylesine Bir Yazı-deneme-Batı Trakya Türk Azınlığı Basınında Yazın Çalışmaları: XLIX-inceleme- Şafak dergisi, sayı:104, Ağustos 2000)
(Günlerin İçinden-günce-Fotoğraflara bakarken 1-anı, “A” takma adıyla-Batı Trakya Türk Azınlığı Basınında Yazın Çalışmaları: L-inceleme- Şafak dergisi, sayı:105, Eylül 2000)
(Mızgı Köyü İlkokulu-anı, “A” takma adıyla- 5. Uluslar arası Gagauz Kültürü Sempozyumu’ndan İzlenimler-izlenim-Batı Trakya Türk Azınlığı Basınında Yazın Çalışmaları: LI-inceleme- Şafak dergisi, sayı:106, Ekim 2000)
(Atatürk’ü Düşündü Adam-şiir-Atatürk Hakkında Yazı Yazmakdeneme-Kadın-şiir, “A” takma adıyla-5. Uluslar arası Gagauz Kültürü Sempozyumu’ndan İzlenimler II-izlenim-Batı Trakya Türk Azınlığı Basınında Yazın Çalışmaları: LII-inceleme- Şafak dergisi, sayı:107, Kasım 2000)
(2000 Yılına Veda Ederken-deneme-Mehmet Dükkancı ile Söyleşi-söyleşi- 5. Uluslar arası Gagauz Kültürü Sempozyumu’ndan İzlenimler III-izlenim-Batı Trakya Türk Azınlığı Basınında Yazın Çalışmaları: LIII-inceleme- Şafak dergisi, sayı:108, Aralık 2000)
(Günlerin İçinden-günce-Heykelin Önünde Bir Göçmen Aile-anı, “A” takma adıyla-Batı Trakya Türk Azınlığı Basınında Yazın Çalışmaları: LIV-inceleme- Şafak dergisi, sayı:110, Şubat 2001)
(Günlerin İçinden-günce-Feracenin Eteğinde Bir Çocuk-anı, “A” takma adıyla-Batı Trakya Türk Azınlığı Basınında Yazın Çalışmaları: LV-inceleme- Şafak dergisi, sayı:111, Mart 2001)
(Günlerin İçinden-günce-Akçadağ 1959-anı, “A” takma adıyla-Batı Trakya Türk Azınlığı Basınında Yazın Çalışmaları: LVIinceleme- Şafak dergisi, sayı:112, Nisan 2001)
(19 Mayıs’lı Bir Yazı-deneme-Bir Fotoğraf, Sayısız Anı-anı, “A” takma adıyla-Batı Trakya Türk Azınlığı Basınında Yazın Çalışmaları: LVII-inceleme- Şafak dergisi, sayı:113, Mayıs-Haziran 2001)
(Temmuz Sıcaklarında Düşünmek-deneme-Batı Trakya Türk Azınlığı Basınında Yazın Çalışmaları:LVIII-inceleme- Şafak dergisi, sayı:114, Temmuz 2001)
(Yunanistan’da Günümüze Kadar Türkoloji Araştırmaları-bildiri-Batı Trakya Türk Azınlığı Basınında Yazın Çalışmaları: LIXinceleme- Şafak dergisi, sayı:115, Ağustos 2001)
(Eylül Ayının Kitapları-deneme-Anılar İçinde Bir Yolculuk I-anı-Batı Trakya Türk Azınlığı Basınında Yazın Çalışmaları: LXinceleme- Şafak dergisi, sayı:116, Eylül 2001)
(Günlerin İçinden-günce-Anılar İçinde Bir Yolculuk II-anı- Şafak dergisi, sayı:117, Ekim 2001)
(2001 Yılına Kısa Bir Bakış-değerlendirme yazısı-Anılar İçinde
Bir Yolculuk III-anı-Batı Trakya Türk Azınlığı Basınında Yazın Çalışmaları: LXI-inceleme- Şafak dergisi, sayı:119, Aralık 2001)
(Günlerin İçinden-günce-Anılar İçinde Bir Yolculuk IV-anı-Batı
Trakya Türk Azınlığı Basınında Yazın Çalışmaları: LXII-incelemeŞafak dergisi, sayı:120, Ocak 2002)
(Şu Televizyonlar…-deneme-Anılar İçinde Bir Yolculuk V-anıBatı Trakya Türk Azınlığı Basınında Yazın Çalışmaları: LXIII-inceleme-Kendi Peşimdeyim-şiir, “A” takma adıyla” Şafak dergisi, sayı:121, Şubat 2002)
(Baharda Uyanmak-deneme-Anılar İçinde Bir Yolculuk VI-anıGece-şiir, “A” takma adıyla-Batı Trakya Türk Azınlığı Basınında Yazın Çalışmaları: LXIV-inceleme- Şafak dergisi, sayı:122, Mart 2002)
(Kitap, İlgi ve Duygulanmak-deneme-Anılar İçinde Bir Yolculuk VII-anı-Batı Trakya Türk Azınlığı Basınında Yazın Çalışmaları:
LXV-inceleme- Şafak dergisi, sayı:123, Nisan 2002)
(Anılar İçinde Bir Yolculuk VIII-anı-Batı Trakya Türk Azınlığı Basınında Yazın Çalışmaları: LXVI-inceleme- Şafak dergisi, sayı:124, Mayıs-Haziran 2002)
(Yaz Harmanı-deneme-Anılar İçinde Bir Yolculuk IX-anı-Batı Trakya Türk Azınlığı Basınında Yazın Çalışmaları: LXVII-incelemeŞafak dergisi, sayı:125, Temmuz 2002)
(Ağustosun Yarısı Yaz…-deneme- Anılar İçinde Bir Yolculuk X-anı-Ağaç-öykü, “A” takma adıyla- Şafak dergisi, sayı:126, Ağustos 2002)
(Anılar İçinde Bir Yolculuk XI-anı-Kaygı-öykü, “A” takma adıyla-Batı Trakya Türk Azınlığı Basınında Yazın Çalışmaları: LXVIIIinceleme- Şafak dergisi, sayı:127, Eylül 2002)
(Seçim Havası İçinde Düşünmek-deneme-Anılar İçinde Bir Yolculuk XII-anı-Batı Trakya Türk Azınlığı Basınında Yazın Çalışmaları: LXIX-inceleme- Şafak dergisi, sayı:128, Ekim 2002)
(10 Kasım 2002-deneme-Atatürk’ü Düşündü Adam-şiir, “A” takma adıyla-Anılar İçinde Bir Yolculuk XIII-anı-Şumnu’da Üç Günizlenim- Şafak dergisi, sayı:129, Kasım 2002)
(2003 Yılına İlk Adı-deneme-Günlerin İçinden-günce-Anılar
İçinde Bir Yolculuk XIV-anı- Şafak dergisi, sayı:131, Ocak 2003) (29 Ocak 1988 Yürüyüşü’nün Kültürel Boyutu-deneme-Paydosanı/deneme, “A” takma adıyla-Batı Trakya Türk Azınlığı Basınında Yazın Çalışmaları: LXX-inceleme- Şafak dergisi, sayı:132, Şubat 2003)
(Saraçoğlu’nun Şiirinde Toplumcu Yaklaşım-deneme-Batı Trakya Türk Azınlığı Basınında Yazın Çalışmaları: LXXI-inceleme- Şafak dergisi, sayı:133, Mart 2003)
(Nisan Yağmurları-deneme-Batı Trakya Türk Azınlığı Basınında Yazın Çalışmaları: LXXII-inceleme- Şafak dergisi, sayı:134, Nisan 2003)
(Mayıs Ayının Getirdikleri-deneme-Anılar İçinde Bir Yolculuk XV-anı-Batı Trakya Türk Azınlığı Basınında Yazın Çalışmaları: LXXIII-inceleme- Şafak dergisi, sayı:135, Mayıs 2003)
(Haziranda Yazı Yazmak-deneme-Günlerin İçinden-günce-Batı Trakya Türk Azınlığı Basınında Yazın Çalışmaları: LXXIV-incelemeŞafak dergisi, sayı:136, Haziran-Temmuz 2003)
(Çocuk Edebiyatı ve Mustafa Aslan’ın Çocuk Kitapları Hakkında Birkaç Söz-deneme-Batı Trakya Türk Azınlığı Basınında Yazın Çalışmaları: LXXV-inceleme- Şafak dergisi, sayı:137, Ağustos 2003)
(Eylül Ayı Bana Hep Okulu Hatırlatır-deneme- Günlerin İçinden-günce- Şafak dergisi, sayı:138, Eylül 2003)
(Atatürk, Cumhuriyet ve Ötesi-deneme-Bir Kahve İçimi Ekim Ayı-deneme-Batı Trakya Türk Azınlığı Basınında Yazın Çalışmaları: LXXVI-inceleme- Şafak dergisi, sayı:140, Kasım 2003)
(Hoş Geldin 2004-deneme- Şafak dergisi, sayı:142, Ocak 2004)
(İnsanlık Dersleri-anlatı, “A” takma adıyla-Günlerin İçindengünce-Batı Trakya Türk Azınlığı Basınında Yazın Çalışmaları: LXXVII-inceleme- Şafak dergisi, sayı:143, Şubat 2004)
(Batı Trakya Türkleri Hikâyesinde Göç Konusu-inceleme-Günlerin İçinden-günce- şafak dergisi, sayı:144, Mart 2004)
(İnsanlık Dersleri II-anlatı “A” takma adıyla-Günlerin İçindengünce- Şafak dergisi, sayı:145, Nisan 2004)
(İnsanlık Dersleri III-anlatı, “A” takma adıyla-Günlerin İçindengünce- Şafak dergisi, sayı:146, Mayıs 2004)
(4. Uluslar arası Sapanca Şiir Akşamları’nın Ardından-izlenimGünlerin İçinden-günce- Şafak dergisi, sayı:147, Haziran-Temmuz 2004)
(“Hayat Bilgisi” Dersi İçinde Azınlık Eğitiminin Durumunu Düşünmek-deneme- Şafak dergisi, sayı:148, Ağustos 2004)
(Dergiler, Kitaplar ve Tanıdıklar-deneme-Günlerin İçinden-günce- Şafak dergisi, sayı:149, Eylül 2004)
(Dergiler, Kitaplar ve Tanıdıklar 2-deneme- Şafak dergisi, sayı:150, Ekim 2004)
(Şafak Dergisi Kapanırken-anlatı- Günlerin İçinden-günce- Şafak dergisi, sayı:152, Aralık 2004)
Hikâyelerinden Örnekler:
(Rahmi Ali’nin şimdiye değin yayımlanmış 60’a yakın hikâyesi var. Bunlardan yirmisini “Zor İş” adlı hikâye kitabında topladı. Bu kitap Batı Trakya Türk azınlığında yayımlanan ilk hikâye kitabı olma özelliğini taşımaktadır. Hikâyeleri hakkında çok sayıda eleştiri yazısı yayımlandı. Hikâyelerinde lirizm hâkimdir. Akıcı dili ve tip yaratmadaki ustalığı bazı eleştirmenlerce dile getirilmiştir. Aşağıda onun hikâyelerinden dört örnek veriyoruz.)
İKLİM DEĞİŞİKLİĞİ
Yeşil çam dallarıyla kamufle edilmiş konvoy, yürüyen bir orman gibiydi ve kumun içinden çalılık bir alana çıkmak üzereydi. Gulas, gözlerini erzak çantasına dikmiş, açlığını düşünüyordu. Atinalı Mimis, puşt ağzıyla sakız çiğniyor, Kostas Sarafoğlu, küçük çakısıyla soyduğu elmaların kabuklarını gözcü Vasilopulos’un ensesine atıyordu. Gekas bacaklarından rahatsızdı, durmadan sövüyordu. Bütün bunlar canımı sıkıyordu benim; yolun kıyısında pamuk toplayan kızların bizlere öpücük göndermeleri bile sinirlerime dokunuyordu. Yüzbaşı Çukalas olmasa Atinalı Mimis’in başına indirirdim dipçiği şimdiye kadar; pisti hergele, kızıyorum diye yapıyordu bütün bunları, pis pis de sırıtıyordu.
“Kırrak!” Gulas’ın miğferi benim miğferime çarpmış, kafam sarsılmıştı. Öfkeyle kalktı Gulas yerinden.
“Vre hasapi! -ulan kasap” diye bağırdı şoföre, “dikkat et, nereye sürüyorsun arabayı çukurun içine… Domuz çobanı!”
Gözcü demire çarpan ensesini tutuyordu sol eliyle, Mimis gülüyordu. Gekas miğferini başından çıkarıp yere çarptı.
“Monon ikosi meres!..-sadece yirmi gün-” diye bağırdı kuvvetle. Araba düştüğü çukurdan büyük bir homurtuyla kurtuldu, hepimiz geriye doğru kaykıldık.
İki katlı ranzanın altında Gulas yatardı, üstünde ben. İri ve hantaldı Gulas; kolay çıkamazdı üst kata. “Alt katta ben yatarım” demişti. Fakirdi de. Ara sıra verdiğim sigaraların hatırı için yatağımı düzeltir, çalınan havlularımın, çoraplarımın yerine gidip başkalarını getirirdi.
“Ali, ligo boya?..”
46 numara çizmelerini gösterirdi eliyle.
“Al be Gula…” derdim. “Bunlar kalacak dünyada. Ne olacak yani.”
Çocuk gibi sevinir, gider, tel örgülerden atlayarak koynu elmayla dolu olarak gelirdi. Dökerdi onları yatağın üstüne;
“Yi” derdi. “Canının istediği kadar yi.”
Yıkamadan ısırırdım elmayı, isteksiz isteksiz yerdim. O zaman Gulas bana hayranlıkla bakar:
“Bre,” derdi, “neden subay yapmamışlar seni?”
Gülerdim saflığına, gülüşümün donuklaştığını Gulas’ın tuhaf bakışlarından anlardım.
“Sevdas… sevdas… sevdas” diye tuttururdu başını iki yana sallayarak. “Sende sevda var.”
Gulas’ın göğsü sık sık inip kalkıyordu. Bana baktı göz ucuyla. Atinalı gülüyordu.
“Vuruldunuz mu yavrularım?..” diye alay etti. Sesini de kadın sesine benzetmişti. Köpürdü Gulas:
“Bir daha alay edersen gebertirim seni!” dedi. Başındaki miğferi de ayaklarının dibine hırsla çarptı.
“Yavaş ol erkek” dedi Atinalı. Gulas tam tüfeğine davranıyordu ki kayışından tutup oturttum onu. Bu sefer bana:
“Konuşsana biraz da sinir olmayayım şu piçe!” dedi sertçe. Güldüm kendisine, sevindi gülmeme; belli. O da güldü. Bir sigara yaktım, ona da verdim. Ağzıma gelen acı tütünü Mimis’in yüzüne doğru tükürdüm. Şoför mahallinde oturan onbaşı sigaralara dikkat etmemiz için uyarıyordu bizi.
“Tamam, tamam..” dedi Gulas. Sonra bana döndü:
“Düşünüyorsun…” dedi. “Yol boyunca hep düşündün…”
...................................................................................
Evet, düşünüyordum; yol boyunca düşünmüştüm hep. Her yerde de düşünüyordum böyle. Aslında düşünmek de denmezdi buna; sanki can sıkıntımın nedenlerini araştırıyordum durmadan, mutsuzluğumun, karamsarlığımın nedenlerini. Bu, kendisiyle birlikte döndüğümüz dünyanın nasıl döndüğünü anlamaya çalışmak gibi bir budalalık olmaz mıydı?..
Sanki ille de düşünmek mi istiyordum ben?.. Şöyle oturup da rahatlıkla bir kahve içeyim, diyordum, hem de gelip geçenleri göreyim… Nerde… Sürüyle akın ediyorlardı kafama, itiyordum düşüncelerimi; onlar elle önlemeye çalıştığımız akarsu gibi başka yönlerden girip kafama doluşuyorlardı.
Hep de o küçük şehirde buluyordum kendimi. Bir akasyanın zayıf gövdesine dayanmıştı kız sol eliyle. Sağ elinde kalın bir kitap tutuyordu. Kitaba bakıyordum ben, kızın gözleri de kayıyordu kitaba, sanki elinde ne tuttuğunu bilmiyormuş gibi. Derken göz göze geliyorduk. Karşılıklı bakışlar bir devreyi tamamlıyorlarmış gibi hazla yükleniyordum. Ve bir Doğu Anadolu kenti olan D.de buluyorduk kendimizi…
–Ali, tavernaya uğrasak?..
(Durgun suya bir taş atılıyordu, halkalar oluşuyordu ilkin, kızın görüntüsü usul usul bozuluyor, gittikçe siliniyordu. “Ali?” Yeniden gözden geçiriyordu beni, göz ucuyla, ayaklarımdan tutup gözlerime doğru yükseltiyordu bakışlarını.)
–Ali, reçina?..
Türkiye’yi enine boyuna yırtan kara trenler geçiyorlardı uflayarak puflayarak. Törenle diplomalar dağıtılıyordu. İstanbul ışık ışık yanıyordu. Kız yeniden süzüyordu beni göz ucuyla, ayaklarımdan tutup gözlerime doğru yükseltiyordu bakışlarını. İstanbul yosun kokuyordu, tekneler suyun üstünde hopluyor, su ara ara, kıyıda bir tokat gibi patlıyordu.
–Ali, kalk oynayacağız.
Tavernanın pikabı, keyifli insanların başlarını tavana çarptırabilecek bir oyun havası çalıyordu. Yarım kasa reçinanın boşaltılmasında büyük payı olan Gulas zorlukla tutunabiliyordu ayakta, ama coşmuştu bir kere. Kızın gözleri kısılıyor, dudakları titriyordu. “Ali?” Yeniden süzüyordu beni…
–Ali…
–Çek elini be! Oynamak istemiyorum işte; görmüyor musun?
Birkaç defa dolanıyordu tavernanın ortasında Gulas, sonra suçlu suçlu yanıma oturuyordu.
–Ali, ne var Ali, kötü bir şey mi dedim yoksa…
–Anlamazsın bre Gula, diyordum, bilemezsin.
–Neden, hava mı hoşuna gitmemişti?
“Evet,” diyordum gönlünü almak ve sözü kısa kesmek için.”Hava hoşuma gitmemişti.”
Gülmeye çalışıyordu yayvan yayvan. Kokulu ağzını iyice kulağıma yaklaştırıyordu.
–Peki, deminki piliç de mi hoşuna gitmedi de yüz vermedin ona? Ha?..
–Gitmez olur mu be Gula, diyordum, manken gibi kız; ama…
..........................................................................................
Anlıyamıyordu Gulas, anlıyamazdı da. Bilemezdi bunları. Çünkü Gulas, filmde dağınık Osmanlı ordularının kan içici Arap çetecileri tarafından hunharca kılıçtan geçirilişini hararetle alkışlıyor, devrilmiş bir vagonun altına sıkışmış müdafaasız bir Türk subayının kafasının bir kılıç darbesiyle uçuruluşunu gülerek seyredebiliyordu. Temizdi Gulas’ın kalbi, filmden çıkarken, “Güzel bir filimmiş” diyebiliyordu bana ve de üzülerek soruyordu:
–Pek neşesizdin yine; kışlada, sokakta böyle; sinemada böyle… Yoksa rahatsız mısın?
.......................................................................................
Kışlayı kentin merkezine bağlayan sokaklar karanlık ve çamurluydular. Perde arkalarında kadın gölgeleri soyunuyor, dolaşıyor, yataklara düşüyorlardı. Kulaklarımı dolduran şuh kadın kahkahaları hızlandırıyordu adımlarımı, ayağım, çökmüş bir kaldırım taşının su dolu yatağına giriyordu.
Şenlikler tertipleniyordu kentte. Havaya atılan yüzlerce hava fişeğinin allı yeşilli ışıkları altında birbirine değen mutlu erkek, kadın başları çevriliyordu gökyüzüne, binlerce dudak hazdan kıvrılıyordu. Gulas önde duran kadınlardan birine yaklaşıyor, sıkışmalıktan yararlanarak kadına yaslanıyordu iyice. Bana:
“Ne duruyorsun” diyordu. “Böyle fırsat nerede geçer ele?” Oysa benim içimi kent tüm insanlarıyla yanıyormuşçasına bir üzüntü ve korku kaplıyor, sıtma nöbeti geçiren hastalar gibi titriyordum.
........................................................................................
–Ali, kiliseye var mısın?
–Olmaz, ne işim var kilisede!
–Gel be, burada angarya yapacağına…
Giriyorduk mum kokan kilisenin kapısından içeriye. Bir mum alıyordu Gulas, genç bir kadın ikona’yı “Meryem’in tablosunu” öpüyordu.
“Dudaklarının izi kaybolmadan ben de öpeyim” diyordu Gulas;
sen de kolla birini, sen de öp ardından.”
“Kusarım” diyordum. “Öpersem kusarım.” Gülüyordu Gulas sessizce. Dışarı çıkınca kasıklarını tuta tuta gülüyordu.
.........................................................................................
Nöbet dönüşü çizmelerini çıkarıyordu Gulas, “Parmaklarım kopuyor, dökülüyor” diyordu. “Böyle mi üşürmüş insan eti; sızı değil bu; acı! Hem de korkunç!”
“İnsanların kendi kafalarından” diyordum. “Dünyadaki bütün nöbet tutan erlerin ayakları üşür soğukta. Üşümez mi? Ama gene de birbirimizi yer dururuz.”
Gözlerimin içine bakıyordu bir çocuk saflığıyla.
“Biz ne diyoruz, sen ne anlatıyorsun?” Sonra sıkıla sıkıla, “Ver bir sigara” diyordu. “Belki içim ısınır dumandan.”
.........................................................................................
Diktim, gururluydum. Fakat kentin gürültüsü, ışıklar, yüksek yapılar, haki üniformalarım beni küçültüyordu. Çok zamanlar kentin gürültüsü ve ışıkları arasında yitmek üzere olduğumu düşünüyordum. Kışladan çıkışımda ışıklı caddelerde karşılaştığım subayları her selâmlayışımda askerlik dersi öğretmenimiz Yb. “Z” geliyordu gözlerimin önüne. Üzülüyor muydu ne? Beni de bir üzüntü sarıyordu sımsıkı; tavernaya gidip en keskin içkilerden içiyordum. Hareket memurunun gözlüklü kızı gülümsüyordu bir. (Zabeta aman’lı bir Rumca uzun hava çekiyordu) Çalıkuşu romanını çıplak dizleri üstünde tutuyordu. Yüzüme değiyordu saçları; içimde tatlı bir sıcaklık oluşuyor, bu sıcaklık tüm bedenimi sarıyordu. Kalkıyordum ayağa, acıyan kadın gözleriyle küçümseyen erkek gözlerini görüyordum üzerime çakılı. Sandalyeme oturup başımı ellerimin arasında sıkıyordum kuvvetle, sonra da bir taş gibi masaya çarpıyordum.
“Sevdas”, diyordu Gulas beni o durumda görünce. “Sevdas!” Tir tir titremeğe başlıyordu.
.........................................................................................
Ah o yortular, o eğlenceler!.. Bre Gula, bre insafsız!.. Sen ağzında bir çevirme parçası, içkiden sarhoş; gidip yüzbaşı Çukalas’ın orospu karısıyla boyalı yumurta tokuşturmanın vermiş olduğu coşkunlukla kalkıp bir de “kalamatyano” oynuyorsun; bize gelip: “İç vre, vur bakalım, kalk oyna vre, gir şunlardan birinin koluna…” Nöbet tutarken ta kulağına kadar gelen agapimu’lu, kuklimu’lu, melâhrinimu’lu türkülere o akortsuz sesinle içten ve coşarak katıl, kilisene git, her gün subaylarının ağzından ceddinin faziletlerini, kahramanlıklarını işiterek göğsünü kabart, sonra da bana…
........................................................................................
“Bak! Bak da gözün gönlün açılsın.” Gulas omzuma vuruyordu eliyle.
Konvoy elma bahçeleri arasında uzayan dar, tozlu bir yola girmişti. Ağır ağır ilerliyordu konvoy. Kucakları elma dolu kızlar yolun iki kıyısına dizilmişler, gülerek elma atıyorlardı kamyonların içine. Erler, elmaları daha havadayken kapıyor, bir yandan elmaları ısırırlarken bir yandan da kızlara laf atıyorlardı. Konvoyun ardındaki toz bulutu gittikçe büyüyordu. Bulutun içinde, elinde “Çalıkuşu” romanıyla gözlüklü bir kız ardımız sıra geliyor, bense keder dolu bir boşluğa kayıyordum.

    (“Varlık Yıllığı” Aralık 1974)
MUHACİR OSMAN
İkide bir:
–Hay gidi haay! diyordu. Demek Osman Aga’nı görmeğe geldin? Hem de ta buralara!
Bir çayevinde, önümüzde örtüsüz küçük bir masa, karşı karşıya oturuyorduk. Deniz altımızda, bizden ötedeydi. Kıyıya yanaşmış tekneler, çalışan, gezen, duran insanlar, asfaltta karşılıklı akıp giden vasıtalar sessiz, renkli bir kargaşalık için-deydiler.
Osman Aga simit tablasını hemen yanımıza, çayevinin al-çak koruntuluğuna dayamıştı. Baktığımı anlayınca ezilir gibi oldu, gülümsemeye çalışarak:
–Napçan, dedi, burda büle.
Yukarı, Çimentepe sırtlarına baktı, eliyle gösterdi:
–Ne olur burda? Ekin mi, misir mi? Büle işte burda. Benzemez bizim memlekete.
İskemlesinin kıyısına biraz sonra kalkıp gidecekmiş gibi ilişmişti. Gözleri yüzümdeydi hep. Sakalları uzamıştı.
–Otursana, dedim, rahat olsana.
–Abe düşünme beni sen; rahatım ben. Sen bak kendi rahatına.
Gülümsedim, o da gülümsedi. Garson çaylarımızı getirdi. Cebimden bir Yunan sigarası çıkardım, kendisine uzattım.
–İçmem gâvurun cıgarasını, dedi. Sert gelir bana. Bazı memleketliler geldiklerinde verirler bana; içmem. Abe napçam ben sizin cıgaranızı, derim onlara. Anlatın memleketi, anlatın akranları… Onlar gülerler hep. Almışlardır birer saat kollarına, ikide bir bakarlar saatlara. İşimiz var, derler. Falancayı görmemiz lâzım, falan. Anlamaz sanırlar beni. Onlar simitçi Osman Aga’nın yanında oturup konuşmaya tenezzül etmezler be. Ondan bakarlar saatlarına gene gene.
–Al sen, dedim. Ben hususi seninle görüşmek için geldim İzmir’e. Babamın tembihi var. Adaşımı nasıl nasıl görmelisin, dedi.
Sigarayı aldı, elleri titriyordu. Bir hayli uğraştı sigarasını yakmak için.
–Sahi be, dedi. Adaşım nasıldır? Onunla ne odunlar keserdik biz. Ah…Ah…Ah!.. Bir görmeliydin. O zaman küçüktün sen. Kimi Karabayır’a kadar çıkar, “bubaaa, ormancı geldi gene” diye bağırarak karşılardın bizi.
Caddeden bir grup kadın gülüşerek geçtiler. Karşı balkonda bir kadın göründü, çamaşırları toplamaya başladı. Garsonun in-sanı rahatsız edici sesi duyuldu:
–Çay biiir !.. Demliler üç olsun !..
Gözlerim Muhacir Osman’ın yüzündeydi…
Önümüzdeki kalın zaman perdesini aralayıp onun yıllar önce belleğime kazılmış olan yüzünü anımsamaya çalıştım. O, deminden beri, bir türlü salınamadığı iskemlesine adeta çökmüş, gözlerini denizin uçsuz bucaksız ufkuna dikmişti. Kendisini rahatsız etmemek için uzun süre sesimi çıkarmadım. Bakıyor, o bildiğim, benim pek yakından tanıdığım Osman Aga ile bu Muhacir Osman arasında bir türlü bir ben-zerlik, bir yakınlık bulamıyordum.
Biz çocuklar Osman Aga, derdik kendisine; büyükler ve akranlarıysa Uzunların Osman. Köyde adı en çok duyulanlardan biriydi. Güçlüydü, açık elliydi. Alabildiğine de şendi. Çayır biçmede, bağ bellemede, odun kesmede onun üstüne yoktu. Birinin çalışkanlığını mı övecekler; tıpkı Uzunların Osman, derlerdi. Ramazanda, bayramda davul mu çalınacak; bunu Osman Aga’dan başka becerecek birini kimse düşünmezdi. Hele,“Bu Ramazan davulu yine Uzunların Osman çalacak” dediler miydi biz çocukların bayramı olurdu. Bilirdik ki bizim çok sevdiğimiz manileri yine söyleyecek, hatta güzel havalarda sahur vakti dolaşırken ardı sıra gezmemize ses çıkarmıyacak. O ne ses, ne canla başla davul çalmaydı öyle. Her kapıda durur, birer ikişer mani söyler, aynı şevk, aynı heyecan bir ay boyunca sürerdi. Gerek sahur vakitleri, gerekse bayram sabahları olsun, en çok Sığırtmaç Hasan’ın kapısında durur, en güzel manileri de belki orada söylerdi. Raife Teyze sırtında yeni feracesiyle merdivenlerde görünür, krem başörtüsünün ucunu bir eliyle çene-sinin altına tutturmaya çalışırdı. Elini çene altından çeker çekmez yeniden iki yana düşerdi başörtünün uçları, ince zarif boynu, harbollunun güvezi vurmuş ak gerdanı görünürdü. Bütün çocuklar susardık o ara, davulcu Osman Aga’nın ağzından çıkacak sözleri beklerdik; ya da bana öyle gelirdi. Sığırtmaç Hasan’ın karısı Raife, elinde dört ucu işlemeli al mendil, merdivenler üzerinde saygıyla beklerdi. Gür, tatlı bir ses bozardı sessizliği, ardından davulun tokmağı hızla inip kalkardı:
“Gökten indi bir yeşil melek/ Elhamdülillâhi tebarek/ A benim canım sultanım / Bayramınız olsun mubarek”
Bu sırada Raife Teyze’nin yüzü aydınlanır, gülümsemelerin en güzeli, en cömerdi, gelip dudaklarında bir gelincik çiçeği gibi açardı. Sonra merdivenleri, adeta duvağı başında bir gelin ciddiyetiyle iner, gelir; dört ucu işlemeli al mendili davulun kasnağına özenle tuttururdu.
Biz mahallenin tüm çocukları Osman Aga’sız bir bağbozumu da düşünemezdik. Üzüm dolu küfeleri omzuna alır, şıraneye boşaltır, kurnasının altına büyük bir kazan yerleştirilen şıraneye girerek uzun, sağlam bacaklarıyla üzümleri ustalıkla çiğner, ezerdi. Bizim, kurnadan akan şırayı tasa doldurarak içmemize kızmaz, tam tersine gülerdi.
–Çok içmeyin. Sonra sarhoş olursanız karışmam bak, derdi.
İşi olan kadınlar ellerinde kepçe, kevgir veya bakırlarla telaşlanırlar, işi olmayıp da kendilerine eğlence arayan mahallenin genç kadınları ise avludaki ocaklar üstüne dizilmiş şıra tavalarının karşılarında altlarına birer odun çekerek oturur, bazen de ayakta dururlardı. Atılan kuru meşe odunlarıyle yalımlar daha da parlardı. Kadınların yüzlerinde kızıl gölgeler dolaşır, büyüyen gölgeler duvarlara sığmazdı. Bazı açık saçık konuşmalar gelirdi kulaklarımıza. Kadınların gülüşleri ekşi cibre kokan gecede yitip giderdi. Bir ara dışardan Osman Aga’nın sesini duyardık:
–Gülizar, git getir şu bizim kurbanlığı da size güzel bir çevirme yapayım. O meşe odunları kim bilir nasıl da kor tutmuştur.
Karısı Gülizar Hanım -hastalıklı, yüzü sarı olduğu için Gülizar Hanım derlerdi- gülümsemeye çalışırdı:
– Deli bu bizim adam be, derdi. Sahiden deli.
Bir akşam babam, tam ezan vakti Gülizar Hanım’ın ölüm haberini getirdi. Ortalık kararmak üzereydi. Karanlık üzünce dönüştü, yüreklerimize doldu. O gece Ferişte’yi bize getirdiler, bizde yattı. Sonraki gün, ikindi vakti Gülizar Hanım’ı mezarlığın kuzeybatısındaki karaağacın yanına gömdüler. Osman Aga bir hafta sonra sık sık mezarlıkta göründü. Gülizar Hanım’ın mezarının çevresinde ne kadar karaçalı varsa hepsini kökledi. Bir ara Osman Aga’nın, karısı öldükten sonra camiye gitmediği söylentileri dolaştı. Sözde Gülizar Hanım ölünce kendisini namahremdir diye bir daha yanına yaklaştırmak istememişler, saçlarını okşayıp sevmesine engel olmuşlar. Buna pek içerlemiş Osman Aga, elleri çaresiz iki yana düşmüş:
–Yaa… demek üle. Demek şimdi Gülizar namahrem bana?.. demiş, ağlamış. O günden sonra da kendisini camiye giderken gören olmamış. Doğrusu ben bu söylentilere inanmadım hiç. İnananlara da için için kızdım.
Osman Aga, Gülizar Hanım’ın ölümünden sonra daha sık gitti odun kesmeye. Dağdan, adlarını bilmediğimiz çiçekler getirdi bize. Hem de kökleriyle. Kendi avlusuna da ekti bu çiçeklerden. Onları kuyudan su çekerek suladı. Bir gün elinde bir gül fidanı ile bize geldi, bir kürek aldı, çıktı, gitti. Sonraki yaz Gülizar Hanım’ın mezarının başucunda, pembe, tek bir gül açtı.
Osman Aga’yı son olarak bir yağmur sonrası günü görmüştük. Bugünmüş gibi gözlerimin önünde. Bir grup çocuk, suyun eştiği yerlerde çivi, tel parçaları, eski demirler arıyorduk. Tüfekli iki asker Osman Aga’yı önlerine katmış, karakola doğru götürüyorlardı. Osman Aga’nın sırtında uzun bir yağmurluk, başında örme, kahverengi bir başlık vardı. Başı öne eğikti. Koşarak eve gittim. Ferişte bizdeydi ve ağlıyordu. Babam gece geç saatlerde geldi. Anneme:
–Adaşın başı dertte bizim. Hemen biraz yiyecek hazırla. Karakolda çok dövmüşler, bırakmışlar. Ama diyil mi kuşkulanmışlar bir kere, bundan sonra Osman’ı ancak Türkiye paklar. Şimdilik saklanması lâzım…Siz hiç merak etmeyin, dedi.
Bir daha göremedik Osman Aga’yı. Babam bir gece Ferişte’yi de aldı, götürdü. Daha sonra İzmir’e yerleştiklerini öğrendik. Bir ara, Osman Aga’nın, Ferişte’yi zengin bir beye evlâtlık olarak verdiğini duyduk. Annem:
–Yazık, diyordu. Yazık oldu kıza da Osman’a da. Yap-masaydı ya o işi!
Babam:
–Kısmet, diyordu. Kısmet öyleymiş. Osman ne yapabilirdi sanki? Tutmuş çeteciler kendisini, eline para verip, “Bize kasabadan bu eşyaları alacaksın” demişler. “Hayır” desen öleceksin. “Evet” desen ölme tehlikesi var. Birisi peşin ölüm… Osman gene akıllı davrandı; ölümden kaçtı.
Ne oluyordu? Neydi bu olup bitenler? Neler dönüyordu? Herkesin gözlerinde okunan çaresizlik ve korkunun sebebi neydi? Bunu daha sonra K.K.E. (Yunanistan Komünist Partisi) çetecileri her gece köylere baskın yapmaya, köprüleri, demiryollarını atmaya, birkaç uçağın uzak tepelere kartallar gibi saldırarak ortalığı duman ve derinden gelen uzak patlamalara boğmağa başlamasından sonra anlamıştım. Herkesler işinde gücündeyken, ovanın ortasından geçerek düdüğünü acı acı öttüren bir tirenin çığlığı yerini birden korkunç bir patlamaya bırakıyor, yerden kapkara bir duman yükseliyordu. Yarım saate varmadan tüfekli askerler rasgele, sağa sola ateş ederek geliyor, her önüne geleni tüfek dipçikleriyle döverek topluyor, topladıkları kişileri şehre, kışlalara götürüyorlardı. Dövünen kadınlar, ninelerinin feraceleri altında titreşen çocuklar, suskun yaşlı erkekler bir duvarın altında, götürülen yakınlarını bekliyorlardı. O günlerde ara sıra Osman Aga’dan da haber alıyorduk. Bütün arkadaşları birer iş güç sahibi oldukları halde o daha belli başlı bir işe tutunamamıştı. Dilini de düzeltmiyormuş hiç. Burada nasıl konuşuyorduysa orada da öyle konuşuyormuş. Bu konuşması yüzünden herkes “Muhacir Osman” diyormuş kendisine. O gülermiş buna.“Olsun be” dermiş. “Muhacir diyil miyim?”
Muhacir Osman!.. Denizin uçsuz bucaksız ufkundaydı gözleri ve durmadan soruyordu:
–Hasan Çavuşlar’ın tarlasının başındaki kaynarca durur mu? Buz gibiydi suyu… Salardık içine bostanları… Ama yoktur artık. (Sonra bir umutla soruyordu yine ) Yoksam durur mu yerinde? Bazı memleketlilere sorarım, kimi yok der, kimi var. Konuşurlar karı gibi.
Kaynarca çoktan kurumuş, kapanmıştı ama, “Orda” diyordum. “Aynı eskisi gibi. Buz gibi suyu. İçinden yine karpuzlar eksik olmuyor.”
–Bizim viranelikler (evler) ne alemde? Bozmuş, yenilemiş kalba Hacıların Bekir onları. Sen belkim de hatırlamazsın, çok çiçek vardı haremde. Papatkeler, hem de kır meneşeleri. Var mıdır gene haremde?
–Olduğu gibi duruyorlar, diyordum. Hatta kafesler bile. Çocuklar baharda ilk menekşeleri sizin avludan koparıyorlar yine. Bekir, avlunun günbatısına yaptı yeni evi. Hani bir iğde ağacı vardı eskiden; onun olduğu yere. Sizin evler olduğu gibi duruyor.
Seviniyor, dünyalar kendisine verilmiş gibi oluyordu.
–Uğlum Ali, getir bize iki çay gene.
–Ne o Muhacir Osman, bugün doğum günün müdür, nedir?
Duymuyordu Osman Aga.
–Sığırtmaç Hasan ne yapar? Sağ mıdır divane? Karısı Rayfe?.. Onun sağ koluna inme inmiş dediler, doğru mu?
–İkisi de iyi, diyorum. Bir ara Raife Teyze’nin sağ koluna bir tutukluk gelmişti ama, önemli bir şey değil, demişti doktorlar.
Soruyordu Osman Aga. Bayram sabahlarını, Hıdrellez günlerini, kuyuların işleyip işlemediklerini, akranlarını, evleri, sokakları, bazı belli başlı ağaçları soruyor; bunlarla ilgili en ayrıntılı bilgileri öğrenmek istiyordu. Bir ara sustu. Gözleri uzaklarda, denizin sonsuz maviliklerindeydi. Ardımızdaki masalarda müşteriler konuşuyorlar, garsonun o insanı rahatsız edici sesi ara sıra duyuluyordu. Uzakta bir plak satış mağazasından dokunaklı bir kadın sesi ta bize kadar geliyordu. Osman Aga ağır ağır döndürdü başını bana doğru. Dudakları kıpırdadı. Son sözünü söylemeye hazırlanan bir idam mahkûmu gibiydi. Güçlükle yutkundu.
–Karaçalılar… Mezarlığın sağ üst köşesinde çok karaçalı vardı bir zamanlar… Gene var mı?..
Hanidir bekliyordum bu soruyu. Hazırlıklıydım.
–Karaçalı ne gezer orda? dedim. Büyük bir gül ağacı var. Öyle güzel açıyor ki…
Elini uzattı.
–Ver bana o gâvurun cıgarasından, dedi. Sert olsun. İsterse yaksın gırtlağımı!..
4 NUMARALI BEKLEME KULESİ
Nöbet çizelgesini düzenlemekle görevli Başçavuş Kostas Fermanoğlu, kendisinden, beni kuzeybatıdaki bekleme kulesine göndermesini rica ettiğimde gülümsemiş, “Sen de mi Stella’ya?..” der gibi kuşkuyla gözlerimin içine bakmıştı.
Stella, kışladaki bütün erlerle düşüp kalkan bir orospuydu. 4 No.lu Bekleme Kulesi’nin yakınında, pembe boyalı küçücük bir evleri vardı. Bekleme kulesi yüksekte olduğu için, kulenin altındaymış gibi görünürdü evleri. Stella’yı nöbet saatinin 22.00 ile 24.00 arasına rastladığı zamanlar görebilirdim daha çok. Bahçeye küçük bir masa kurar, üvey babası olduğu söylenen genç bir adamla geç vakitlere kadar içki içerdi. Önce sakin görünürdü Stella; üzgün… Sonra sonra açılır, çılgınca güler, üvey babasının boynuna sarılır, dişlerdi onu. Adam acı acı bağırır, Stella’yı yakalar ve hırsla kucağına atardı. Daha sonra Stella, savrularak doğrulmağa çalışır, bekleme kulesine doğru, “Fandare, -asker-” diye bağırırdı, “yarın akşam saat tam sekizde Taşköprü’nün karşısında bekle beni. Sana öyle bir gece yaşatacağım ki…” Ses vermezdim ben. Oysa diğer erler burada kararlaştırırlardı Stella ile buluşacakları yeri. 4 No.lu Bekleme Kulesi’ne herkes, gönüllü gibi koşar gelirdi. Kulenin adı bu yüzden “Stella” kalmıştı.
Başçavuş kuşkulanmakta haklıydı, ama, benim 4. No.lu Bekleme Kulesi’ni yeğlememin nedenleri arasında Stella ancak en son sırayı tutardı. Severdim 4 No.lu Bekleme Kulesi’ni. Kuleden rahatlıkla görülebilen beş-altı evi, bahçelerini; karşıdan karşıya görüp tanıyabildiğim insanlarını severdim oranın. Siyah başörtülü Tasula Nine -komşuları Kira Tasula derlerdi- sabahları erken kalkar, İstanbul Radyosu’nun sunduğu sabah şarkılarını dinler, yaşlı bir katırın çektiği bir yük arabasıyla kiracılık yaptığını sandığım kocasının kahvaltısını hazırlardı. Aradan çok geçmez, kulenin altındaki bütün evlerden Türkçe şarkı ve oyun havaları dağılırdı etrafa. Sabah yeli, Türkçe şarkıları Taşköprü’nün Osmanlı eli izlerine çarpardı.
Kışladan izinli olarak çıktığımda çoğu kez Taşköprü’ye gider, orada dinlendirirdim başımı. Köprüden geçenlerin çoğu, benim Stella’yı beklediğimi sanırlardı. Ben, ağzımda sigara, sadece gülümserdim onlara.
Yanaki’yi de 4 No.lu Bekleme Kulesi’nden görmüştüm. Bir ablası vardı; “Beba” diye seslenirlerdi kendisine, köşedeki tütüncü kulübesinde sigara satardı. Beba güzel kız olmasaydı üzülmeyecektim sözlerine.
“Türk müsün!…” demişti ilk tanışmamızda. “İnanmam, yalan söylüyorsun.”
Türk’e hiç mi hiç benzemediğimi söylemişti. “Senin gibi bir insan Türk olamaz!” demişti. Ama ben, sigaramı gene de ondan almayı kesmemiştim. Kendisiyle sadece selâmlaşıyor, Beba’nın benden utandığını seziyordum. Yine de beni, 4 No.lu Kule’de görünce bakmayı boşlamaz, gülümsemeye çalışarak elinde çantasıyla fakir görünüşlü evlerinin kapısından içeriye girerdi.
“Yanakiii!…” Beba kardeşine seslenirdi böyle. Haşarı çocuktu Yana-ki. -Şimdi büyümüş, çirkinleşmiştir- “Ben de asker olacağım,” diyordu. “Böyle öldüreceğim düşmanları!” Yıkık bahçe setlerinden birinden bir tahta parçası alır, tüfek gibi omzuna dayayarak bana doğrultur; ağzıyla, “Bam! Bam! Bam!” diye sesler çıkarırdı.
Stella’nın evinin ardından başlayıp karşıdaki Taşköprü’ye kadar uzanan taştan bir duvar vardı çayın kıyısında. Yanaki’yi sık sık bu duvarın üzerinde koşarak: “Bana Çakıcı derler; Çakıcı’yım ben!” diye bağırırken görürdüm. Hoşuma gitmişti çocuk. Sevimli, sıcakkanlıydı. Bir gün kendisini çağırmış, ilerde ne olmak istediğini sormuştum.
“Subay!” demişti. “Subay olup bütün Türkleri keseceğim!”
“Niçin Yanaki, niçin keseceksin Türkleri? Türkler iyi insanlar, kimseye kötülükleri dokunmaz. Çocukları da çok severler.”
“Yok,” demişti Yanaki büyük bir ciddiyetle. “Türkler kötü insanlar, subay olup onları öldüreceğim!”
Anlatamamıştım Yanaki’ye Türklerin iyi insan olduklarını bir türlü. En sonunda dayanamamış, Türk olduğumu kendisine söylemiştim, ama Yanaki buna bir ayda zor inanmıştı.”Sahi mi,” diye soruyordu bana kuşkuyla bakarak. “Bütün Türkler böyle mi; böyle senin gibi mi?”
“Kötüleri de var elbet,” derdim. “Buradaki bütün insanlar iyi mi sanki?”
“Barba İspiro kötü çok!” derdi. “Elmalarını yolmuşum diye geçen gün bastonla kovaladı beni!”
4 No.lu Bekleme Kulesi’ndeki nöbet saatim 20.00 ile 22.00 arasına rastladığında olduğumdan daha hafif hissederdim kendimi. Başımda miğfer, sırtımda üniforma, ayağımda postal, omzumda Amerikan malı piyade tüfeğimle hızlı adımlarla yürürdüm nöbet yerine. Hangi bekleme kulesine gittiğimi iyi bilen kenar köşedeki erler, “Ela Stella!” diye ardımdan bağırırlardı. Kesmezdim hızımı. Oraya varınca çoğu kez Tasula Nine’yi görürdüm evinin merdivenine oturmuş olarak. “Nerede kaldın evlât?” derdi bozuk Rumca’sıyla. Sonra Türkçe’ye döner, “alıştım gittim sana,” diye eklerdi. Mektup alıp almadığımı sorardı evden. Bu arada başında boyacı kasketiyle bir genç, Beba’yı bisikletinin önüne oturtur, sol eliyle kızın çıplak bacaklarını okşayarak önümden geçerdi. İçimde bir acı, bir burkulma hissederdim o an. Beba’nın benden yana bakıp gülümsemeye çalışması, çaresizlik içindeymiş gibi utanarak başını öne eğmesi içimdeki acıyı azaltırdı.
Az sonra karanlık basar, elektrik lâmbalarının soluk ışığı altında kapı önlerine toplananlar olurdu. Taşköprü’nün solundaki tavernadan bozuk, pürüzlü bir ses gelirdi:
“İzmir’in kavakları
Dökülür yaprakları
Bize de derler Çakıcı
Yakarız konakları.”
Stella, gözleri bekleme kulesinde, oynak hareketlerle bahçede dolaşır, iç çamaşırlarını toplardı çamaşır telinden. Tasula Nine’nin kocası yorgun argın gelirdi eve. Önce Rumca söverdi; alamazdı hızını da Türkçe başlardı sövmeye. Kadın kocasına yardıma koşardı.
“Olmaz,” derdi adam. “Bu orospu burada durdukça uğursuzluk bırakmaz yakamızı; gene arabayı kırdık!”
Yumruğunu da hırsla Stella’nın evine doğru sallardı.
Daha sonra Türkçe konuşmalar karışırdı şehrin Rumca gürültüsüne, kapı önünde toplanan yaşlılar, bağıra bağıra Türkçe konuşarak memleket özlemini gidermeğe çalışırlardı:
“İyi adamdı kulağı çınlasın. Fakir fukara babasıydı. Osman Ağa gibisine rastlamadım ben… Ah, Erzurum’un suları…”
Bolluk bereketten açarlardı sözü. Ayşecik filmlerini anlatırlardı birbirlerine. Sonra, sarhoş sesleri gelirdi tavernadan; ayakta güçlükle tutunan birkaç karaltı Stella’ların evinin ardından bağrışarak geçerlerdi. Stella’nın orospuca gülüşlerini işitirdim pencerenin camından. O, kuleye karşı soyunurken, üvey babası hırsla kapıyı açar; rakı şişesini kışlanın duvarına çarpardı.
Askerlik görevini 156. Piyade Alayı’nda yaptığını öğrendiğim gençlerden birine 4 No.lu Bekleme Kulesi’ni sordum.
“Stella Kulesi, diyorlardı oraya,” dedi. “Güzel bir kadın oturuyormuş kulenin karşısındaki evde. Stella imiş adı. Bütün kışlanın ve o çevrenin gözdesiymiş. Üvey babası bıçaklamış kıskançlık yüzünden. Şimdi yok tabii, adı kalmış.”
İnsanlar yaşamadıkları olayları ne kadar da soğukkanlılıkla anlatabiliyorlar! Oysa ben bir hayli üzüldüm Stella’nın öldürülüşüne. Stella ile ilişkimiz neydi ki… Bir kez görmüştüm kendisini yakından; elini, kendisine yardım için uzattığım elimle bir kez tutmuştum. O da, sevgilisini bir Paskalya yortusunda görsün, diye. Kışlada başçavuş olan sevgilisini görmek istiyordu. Kapıdan bırakmıyorlardı kendisini. Başçavuş Stella’dan kaçıyordu. Eğlence programı düzenlenmişti kışlada. Sivil halk da davetliydi. Ama, Stella her nedense bırakılmıyordu içeri. Girse, çıkaramayacaklardı elbet. Sevgilisi ile kol kola tutunup oynama fırsatı geçecekti belki de eline.
“Uzat elini,” demiştim kendisine. Çocuk gibi sevinmişti. Kendisini kuleye çektiğimde elimi bir zaman bırakmamış, “Senden utanıyorum,” demişti. “Anlıyamıyorum niçin? Sen utandırıyorsun beni…”
Ben bırakmadıkça çekmek niyetinde değildi elini. Bunu bildiğim için elini son bir defa sıkmış, bırakmıştım. Gülümsemiş, “Bunu unutmayacağım,” demişti. “Teşekkür ederim.”
Sormadım başka bir şey gence. Üvey babasının Stella’yı kucağına alışını, pembe boyalı evin ardından geçen sarhoşları, Tasula Nine’yi, Yanaki’yi anımsadım. Yanaki subay okulunda mıdır şimdi? Yine Türklere öylesine düşman mıdır? Ya o şarkılar?.. Taşköprü yalnız başına mı dinler onları?
“Sizin zamanınızda sağ mıydı Stella?” dedi genç.
“Hayır!” dedim. “Daha yıllar önce ölmüş olduğunu söylerlerdi.”
MACİDE
Kartını dün aldım. “Seni anmak bana yaşama sevinci veriyor” diye yazmışsın. Ne güzel söz… Aslında aynı duyguyu ben de yaşıyordum da sana anlatamıyordum. Bu, benim için de öyle. Yoksa, yıllar önce İzmir’in yoksul bir mahallesindeki o buluşmamız bir rastlantı değildi. Yolum İzmir’e düştüğünde ilk aklıma gelen kişi sen olmuştun. Yıllar geçmişti aradan görüşmeyeli. İçimde büyük bir merak vardı. Acaba Macide nasıl bir kız oldu!.. O uzun tren yolculuğunda hep seninle olmuştum. Gürültülü caddelerden, uçsuz bucaksız yalnız ovalardan, korkunç uçurumlardan kurtulup sana geliyordum. Sen, tatlı su şırıltılarının işitildiği menekşe kokan yeşil yamaçlarda, sevimli leyleklerin dolaştığı beyaz çiçekli çayırlarda, kırlangıçların üstünde uçuştuğu güzel köyümüzdeydin.
Aklıma, o iç savaş yıllarında dağdaki köyünüzü bırakıp bizim köye indiğiniz gün geliyordu önce. Aradan uzun yıllar geçmiş olmasına karşın o günün kimi anıları gözlerimin önünde olduğu gibi canlanıyordu. Eşya yüklü katırlar, eşekler köyün meydanını doldurmuştu. Ağlayan kadınlar, şaşkın ve korkulu gözlerle bakan çocuklar ve suskun erkekler… Herkesin gideceği yer daha önceden ayarlanmıştı. Sen, kır bir atın üstünde, annenin kucağındaydın. Öne oturtmuşlardı seni. Atın semerine sımsıkı tutunuyordun. Dağınık sarı saçlı, mavi gözlü bir kız… Karşıda, komşunun boş evleri vardı. Sizi oraya yerleştirmeyi düşünmüşlerdi. Ağlamıştın. Ablam gelip seni annenin kucağından alıp yere indirmişti. Küçük, ürkek bir kız. O akşam size yiyecek bir şeyler getirmiştik annemle. Annem eve döndüğünde kendini tutamamış, uzun süre ağlamıştı. “Allah’ım, ne zor iş” diyordu ikide bir… Ben bazı şeylerin iyi gitmediğini seziyordum sadece. Ama annemin ne demek istediğini pek anlayamıyordum. Oysa yaşam insana neler öğretiyor… Evet, yaşamak güzel şey, ama yaşamak kolay bir şey de değil.
Kartın elimde. Onu tekrar tekrar okuyorum. Düsseldrof!.. Macide ve Düsseldrof… Bu kaçıncı gurbet böyle… Ballıca, Yassıköy, Diyarbakır, İzmir ve Düsseldrof!..
İzmir’e, yani sana gelirken çocukluk yıllarımızın en güzel anılarını yeniden yaşamak istiyordum. Yakın çayırlıklara gidip beyaz ve sarı çayır çiçekleri topladığımız günleri, birlikte oynadığımız anları, koşmalarımızı yeniden yaşamak istiyordum. Sonra, kasabaya giden babalarımızın dönüşlerini merakla beklemelerimiz… Onların getirdikleri horozlu şekerleri yalamalarımız… Ne kadar şen, ne kadar mutluyduk.
Sonra nasıl oldu bilmiyorum; bir gün ansızın gidiverdin. Sabahleyin kalkıp size uğradığımda birden vurulmuşa döndüm. Her yer, her taraf bomboştu. Ortalıkta dolaşan bir kediniz vardı sadece. O odalar yine boş kaldı öyle… Nesibe Hala saçakta yün eğiriyordu. “Macideler Türkiye’ye kaçtı oğlum” dedi. “Gittiler… Halbuki ne güzel alışmıştık kendilerine…” Onun bu sözleri, bir ara bezinin ucuyla gözlerini kurulaması yüreğimin derinliklerinde bir yerlerimi sızlattı. Evet, o odalar yine boş kalmıştı siz gidince. Sonra o üzücü haberler. Türkiye’ye kaçarken bindiğiniz kayık batmış, dediler. Annem, zavallı kadın günlerce ağladı. Ben bu habere inanmadım. Daha doğrusu kendimi inandırmak istemedim. Babam, sık sık şehre giderek haberin doğruluk derecesini öğrenmeğe çalıştı. Bir gün hepimizi, bütün köyü sevindiren bir haber getirdi. O haber yalanmış, dedi. Hasanlar Diyarbakır’daymışlar. Türkiye’ye varınca onları alıp oraya yerleştirmişler… Annemin gözyaşları dindi. Ben de rahat bir nefes aldım. Kötü kötü rüyalar görmez oldum. Doğrusu Diyarbakır’ın nerelerde olduğunu bilmiyordum. Ama senin bir yerlerde yaşıyor olduğunu bilmek beni sevindirmeye yetti. İçimde yeniden çayır çiçekleri açtı. Senin mutluluk şarkılarını duyar gibi oldum. İçim sevinçle doldu.
İzmir!.. Sıcak bir yaz günüydü. İzmir’in o amansız temmuz sıcakları… Ama bütün bunlar benim için sorun değildi. Sıcaklar güzel, İzmir güzel, insanlar güzeldi. Diyarbakır’da yaşayamazdınız. Bizim Rumeli insanı oralarda yaşayamaz. Daha yıllar önce Diyarbakır’ı bırakıp İzmir’e geldiğinizi biliyordum. İzmir!.. Şimdi İzmir seninle daha bir güzeldi. Abartmıyorum. O andaki duygularım böyleydi. Hemen orada, Eşrefpaşa Durağı’na yakın bir yerde, bir berber dükkânına girdim bavulumla. Berber orta yaşlı biriydi. Tıraş olduktan sonra berbere bavulumu bıraktım. Durumu kendisine anlattım. Adresi bilmediğimi, ancak mahallenizin adını bildiğimi söyledim. Adam gülümsedi. “Ara, ama” dedi, “burası koskoca İzmir. Şansın varsa birilerine rastlarsın…” Ben sizi bulacağıma inanıyordum. Nitekim mahallenin içine girer girmez daracık bir sokakta simit satan birine rastlamıştım. “Bu, Macide’nin babası” dedim kendi kendime. Yanına yaklaştım… Oydu… Ta kendisi… “Hasan Amca” diye seslendim. Ürktü birden. Sanki derin bir uykudaymış da birden bire uyandırılmıştı.”Hah!..” dedi. “Sen bizim köyden olmalısın…” Yüzüme merak ve şaşkınlıkla baktı… “Bizim burada beni bu adla çağırmazlar da…” Beni tanıyamamıştı. Tanıyamaması doğaldı. Çocukluk yıllarımdan beri beni görmemişti. Şimdi birden, delikanlı sayılacak bir yaşta karşısına çıkıyordum. Değişmiştim. Tanıyamazdı elbet. Kendimi tanıttım. Öylesine içten sevindi ki… Sonra da ne yapacağını şaşırmış bir halde: “Bekle burada biraz” dedi. “Satayım bu simitleri de birlikte eve gideriz. Beş on simit kaldı zaten… Evi bilmiyorsun değil mi?..” “Hayır” dedim. “İlk kez geliyorum bu semte. Ve sadece sizi görmek için geliyorum.” Ben orada, bir gölgede babanı bekledim. Biraz sonra döndü. “Hani bavulun?..” dedi. Ona durumu anlattım. Sonra dönüp birlikte bavulu aldık. Bilmem o günü hatırlıyor musun? Bir çamaşır ipine çorap asıyordun. Ayağında çiçekli bir şalvar… Başında bir eşarp… Beni görür görmez: “Aaa, bu, bizim köyden Hanife Teyze’nin oğlu” demiştin sevinçle. Beni tanımıştın! “Mehmet bu; Hanife Teyze’nin Mehmet!..” Gelişimden, beni görmüş olmandan dolayı memnun olduğun her halinden belliydi… Biraz da heyecanlıydın. Yüzün al al olmuştu. Gelip elimi sıkmıştın sadece. Yavaş bir sesle: “Hoş geldin” demiştin. Sonra, çarşıya çıkmak için hazırlanmıştın. “İstersen sen de gel” demiştin bana. Giyinip kuşanmıştın. O kadar güzeldin ki… “Olur” demiştim sevinçle. Gülümseyerek: “Yanımda koskoca bir delikanlı varken rahatlıkla dolaşabilirim” demiştin. “Hadi gel…” Annen, zavallı kadın, “Misafiri rahat bırak; yorulmuştur…” diye üstelemişti ama kim dinler… Ben zaten senin için gelmiştim oraya. O gün nedense, ne sen o eski çocukluk günlerimizi sormuştun, ne de ben kendiliğimden bunlardan söz etmiştim. O günü konuşmuş, yaşamıştık sadece. Uzun boylu, genç bir kız olmuştun… Sarı, ipek gibi saçların vardı. Boyun benden biraz uzundu. Çarşıya her çıkışında delikanlılar tarafından rahatsız edilişinden söz etmiştin… Bir de sevgilin olduğundan. Biraz bozulmuştum önce… Oysa o an, seninle yan yana yürürken ben ne hayaller kuruyordum. Okuyup okullar bitiriyordum. İş sahibi oluyordum, bol para kazanıyordum. Kimi gerçekleri görmezden gelip seninle evlenmeyi kuruyordum. Seni bu fakir kenar mahallenin çıkmaz sokaklarından kurtarıp içinde faytonların dolaştığı çiçekli çayırlara götürüyordum. Sen, Çalıkuşu romanındaki Feride’nin mutlu anlarındaki gibi şuh kahkahalarınla ortalığı çınlatıyordun…
Derken, gerçekler… Sen daha gerçekçiydin bir yerde. Kendi yolunu çizmiş bir halin vardı. Boş hayaller peşinde koşmuyordun. Yaşam seni pişirmişti. Elişleri yapıp para kazanıyordun. Sinemalara gitmeyi sevsen de yaşamın bir sinema olmadığını biliyordun. Bir marangoz kalfasını sevdiğini söylüyordun. Umutlarını bu olay üzerine kurmaya çalıyordun daha çok. Gelin olarak gideceğin evin pencerelerini bile düşünecek kadar yaşamı elle tutulur bir halde düşünmeyi öğrenmiştin. Dantel perdeler ördüğünü söylüyordun. O an gözlerine bakıp dalıyordum. Sen seziyordun bunu. Okumamdan, memleketime döneceğimden, birçok şeylerle karşılaşacağımdan, buraları, İzmir’i unutacağımdan, tüm insanların birer umut avcısı olduklarından söz ediyordun… Gene de bir ara, bana hiç unutamayacağım bir anı yaşatmıştın. Bilmem aklında mı? Küçük bir pastanenin önünden geçiyorduk. Birden durmuştun. “… Gel de birer dondurma yiyelim…” demiştin gülerek. “Hatırlıyor musun, sen bana Helvacı Nuri Dayı’dan az kozlu helvalar yedirmezdin; şimdi sıra bende…” Pastaneye girmiş, dondurmalarımızı yemiştik. Karşı karşıya oturuyorduk seninle. Nasıl mutlu olmuştum bilsen. Seninle yıllar sonra buluşup karşılıklı olarak dondurma yemek… Öyle bir anı yaşamayı nasıl özledim bilsen…
Şu işe bak. Aradan bunca yıllar geçmiş; hâlâ aynı duyguların etkisi altındayım. Kartını alıp cüzdanıma yerleştirdim. Almanya’da oluşuna seviniyorum. İyi yaptın. Orada, o eski mahallede öyle, o şekilde kalmana üzülürdüm. Geçenlerde biri geldi köyümüze. Sizden söz etti. Güzel bir ev yaptırdığınızı söylüyor İzmir’e. O eskilikleri tanıyamazsın, diyor. Sen bunlardan söz etmezsin; biliyorum. Kızların büyümüş. Annelerini yetişmişler, diyorlar. Ne güzel. Bir mektubunda yeniden İzmir’e döneceğinizi yazmıştın. Kocan, o eski marangoz kalfası da kendi iş yerini açacakmış. Bütün bunlar beni sevindiriyor. Annen keşke görebilseydi bunları.
Şimdi seni, o yeni yaptırdığınız evin içinde düşünüyorum. Eminim ki, en güzel dantel perdeleri bu evin pencerelerine takmışsındır. Kocan, evin altındaki işyerinde çalışacak. Sen ona kahve götüreceksin. Çocuklarınla birlikte akşamın serin saatlerinde, o dar mahalle sokağında tur atacaksın. O pastanenin önünden geçerken –duruyorsa eğer- belki de beni hatırlayacaksın. İçinde depreşen anlaşılmaz duyguların sarhoşluğunu yaşayacaksın.
Ben öyle yapıyorum. Birazdan evden çıkacağım. Kartın cebimde olacak. İnsanın hatırlanması ne güzel… Çıkacağım sokağa. Sizin o ilk geldiğiniz evin önünden geçeceğim. Gelsen tanırsın. Duvarlar aynı. Sadece bahçe duvarının kapısı değişti. Karşıdaki kuyu olduğu gibi, öylece duruyor. O büyük portalar (bahçe kapısı) yok yalnız. Hani, koruntuluğuna salıncak kurar da sallanırdık… O yok. Hatırlıyor musun, en çok seni sallardım o salıncakta. Şimdi o evlere başkaları yerleşti. Yeni komşular… Onlara seni anlatıyorum kimi kez… Buraya ilk geldiğiniz günü. Birlikte çektiğimiz sıkıntıları. Sonra yeniden sokaklardayım. O sokaklarda çoğu kez tek başıma dolaşıyorum. Bunca insan arasında kendimi neden bu kadar yalnız hissettiğime şaşıp kalıyorum. İnsanlar kahve önlerinde, sokaklarda hep. Evim, karım, çocuklarım… Yine de kendimi yalnız hissettiğim o anlar… Senin kartların, mektupların bu yalnızlığın içinden çıkarıp kurtarıyor beni. Seninle ilgili kimi anılar kişiliğimle iyice kaynaşmış. Sadece İzmir’de geçen o birkaç gün değil elbet. Daha sonraki günlerimiz de… Gerçeklere ters düşse de kurduğumuz hayaller… Kendimizi gerçek yaşamın pençesinden sıyırmamız zor elbet. Ama şunu rahatlıkla söyleyebilirim: Şöyle, her şeyi bir yana atarak seninle yine küçük bir pastanede birer dondurma yemeyi ne kadar çok istiyorum. Biliyorum, orada yepyeni hayallerden söz etme hakkımız yok, ne de zamanımız, artık. Belki de geçmişten, şimdiki durumumuzdan, evlerimizdeki sıkıntılı yaşantılarımızdan, çocuklarımızdan ve torunlarımızdan söz edeceğiz. Ama olsun… Yine çok mutlu olacağımızdan eminim.
Mektubumu yazarken ne kadar dikkatsizim. Yine olmayacak şeyler yazdım sana. Kartın için teşekkürler. Beni mutlu ediyorsun. Sen de mutlu ol böyle. Benim gibi!..
Şiirlerinden Örnekler:
(Rahmi Ali, şiir yazmaya daha sonraki yıllarda başladı. Bu türde iddialı değildi. Yine de Azınlığın çeşitli basın organlarında çok sayıda şiiri yayımlandı. Atatürk’ü konu alan şiir yazma geleneğini Batı Trakya’da başlatan isimlerden biridir. Toplumsal, kişisel şiirlerin yanı sıra bazı aşk şiirleri de yazmıştır. Şiirlerinde bir hikâye havası, hikâyelerinde de aynı şekilde bir şiir havası sezilir. Çocuk şiirleri de dâhil olmak üzere şimdiye kadar yazmış olduğu şiirlerin sayısı yüzü bulur.)
İNSANIMI DÜŞÜNÜYORUM
İnsanımı düşünüyorum
Umutlarını tüketiyordu zaman
Dövenler dönüyordu, yazdı
Türküleri vay aman
Onlar her zaman korkuluydular
Bilmeden belki nedenini
Tatlı sular içerlerdi testilerden
Uçan kuşlardı hatırda kalan
İnsanımı düşünüyorum
Gurbet, gözyaşı olmuştur gözlerinde
Gelmesin şu bayramlar ne olur
Özlemleri ah anam
Trenler acı ile sevinci taşırlar bir arada
Kimi Bursa’da batar güneş, kimi İzmir’de doğar
Kasetler ne çalarsa çalsın boş
Yüreklerde hep aynı acı hava
İnsanımı düşünüyorum
Kadınlar kapı önlerinde oturur akşamları
Dantel mi örerler, kader mi bilinmez
Hüzünleri bir tamam
Kırık bir plakta eski bir aşk yaşanır
“Bu ne sevgi ah, bu ne ıstırap”
Yıldızlara kayar kadının bakışları
Gönlü uzayda dolaşmaktadır
İnsanımı düşünüyorum
Ekmek derdinden aşkı unutmuş
Gün boyu iş iş iş
Yorgunluğu of aman
Düşünür durur geceleri
Bolluk içinde yaşanan yokluk nedir
Korkulu düşlerle uyanır çoğu
Yaşam çözülmez bir bilmecedir
KEMAL
Kemal’i mi sordun çocuğum
Bir atı var derlerdi
Kötülükleri ezmeğe hazır
Umutsuzdu herkes, bitkindi
Doğdu bir güneş gibi dağların ardından
Mavi bakışları umut dağıtır
Ne dağı dağdı ne ormanı orman
Ölü toprağı serpilmişti üstümüze
Bir “Kemal” sesiyle uyandık, baktık
Dağlar dağ oldu, ormanlar orman
İnsan gözü kördür çocuğum
Anlasa da bunu, geçer zaman
Mustafa Kemal dediler; belki Hızır’dı
Gelinlik kızdım o zaman
Aha şurdan geçmiş dediler orduları
Yedi düvelle baş etmek öyle kolay değil
Ferman halkındı artık; padişahın değildi
Herkes sıvadı kolları
Tersaneler, okullar, fabrikalar
Sevinçle dinlerdik bunları
Düştük yollara, kadın, kız, erkek
Duyuldu her yerde özgürlük şarkıları
Sen Kemal’i sormuştun çocuğum
Ben görmedim, lâkin varmış hilâl bıyıkları
Bir atı var derlerdi
Yere değmezmiş ayakları
    (Şafak, sayı: 42, s.5)
PENCEREDE BİR KADIN
Pencerenin yanında oturuyordu kadın
Açmış bir karanfile takılmıştı düşünceleri
Kalabalık sokak, insanların o telâşlı gidip gelmeleri
Şu anda neredeyim, nasılım
Duyuluyordu yakın istasyonda tiren sesleri
Pencerenin yanında oturuyordu kadın
Karşı yapıda çalışan işçiler vardı
Geceden kalma bir uykusuzluktu ağırlığı
Nedense lise yılları aklına takılmıştı
Dinçti yüreği, gülmeleri, bembeyaz dişleri
Uykuları yasemin, düşleri hep pembeydi
Pencerenin yanında oturuyordu kadın
Gelecek, karanlık bir tünelin sıkıntısı
Ve geçmiş en güzel günlerle dolu
Zaman bir güzel kuştu uçan elinden
Yüreği olanlara değil, olmayanlara yanıyordu
Pencerenin yanında oturuyordu kadın
Reklâm ışıkları kırmızı yeşil, durmadan yanıyordu
Işıklı, gürültülü bir kalabalık cendereydi
Eziyordu o güzelim düşlerini, teller elektrik saçıyordu
Pencerenin yanında oturuyordu kadın
Yaşanmamış bir aşkın özlemiydi gözlerindeki hüzün
Sıradan bir yaşam; elişi, yemek, çamaşır, ütü
Sanki ne bekliyordu yaşamdan, başkaları ne bekliyordu
Söyle, kim yaşamak istediklerini yaşıyordu
(Rahmi Ali, -Batı Trakya’da ilk kez- 1982 yılında Öğretmen Dergisi Yayınları arasında çıkan “Ay ile Güneş” adlı çocuk hikâyeleri kitabıyla “Çocuk Edebiyatı” alanında bir harekete öncülük etmiş, 2008 yılında İstanbul’da basılan ikinci çocuk kitabı “Annem Okşarken Saçlarımı” adlı şiir kitabıyla da bu alana yeniden bir canlılık kazandırmıştır. Annem Okşarken Saçlarımı” adlı kitabı hakkında Türkiyeli yazarlardan Mustafa Aslan’la Güngör Şenkal’ın yayımlanmış birer eleştiri yazısı vardır.)
YİTİK ŞARKILAR
I
Omzunda tütün çapası vardı kadının
Yorgundu ama sımsıcaktı yüreği
Ova bir ihanet, bir umut
Yalnızlık çekilmez bir yokluk
Kimi harmanlar savrulurdu düşlerinde
Çocuklar bir sevinç, bir üzüntü
Ulucami içinde bir şadırvan
İçtim suyu içtim suyu
Vurdu ve sordu toprağa kadın
Sen ve ben dost muyuz şimdi
Niçin yüreğim böyle kıpır kıpır
Korkularım yedi kat yerin dibi
BİR TÜRKİYE DÜŞÜNÜYOR ATATÜRK
Bir Türkiye düşünüyor Atatürk
Gördüğü bozkır değil
Gözleri ışıl ışıl çocukların
Dağlar çıplak değil
Bir Türkiye düşünüyor Atatürk
Özgürlük aşk olmuş, girmiş yüreklere
Yürür koşar adımlarla gençlik
Düşünmek bir erdem, suç değil
Bir Türkiye düşünüyor Atatürk
Türküler doldurur bereketli ovaları
Hızlı bir tren geçer gözlerinden
Olanlar gerçek, masal değil
Bir Türkiye düşünüyor Atatürk
Mutlu bir halk, mutlu bir yarın
Bu ülke, bu insanlar bizim
Gelecek pek uzak değil
Topraklarımızı Elimizden Aldılar
IV
O ne tütün kırmalardı öyle, hırslı,
Şarkılar düşmezdi dilimizden,
Geceydi, gün ışırdı, at arabaları,
Korku kaçardı yarınki neşemizden.
İşimiz zordu, acıydı, belki de gaddar,
Ayşığı güzel, tütün acı kokardı.
Sorarım, ne vardı bizi kıskanacak,
Ayışığı güzel, tütün acı kokardı
.
Şimdi aldılar tarlalarımızı elimizden,
Çocuklarımız ufka hüzünle bakacak.
Toprak uysal, toprak dilsiz ve sağır,
Güneş biraz daha erken batacak.
Çocuk şiirlerinden örnekler:
KİTAPLARIM
Yorulur, dalarım düşlerime
Kitaplarımla baş başa kalırım
Yalnızlık korkusu girerken yüreğime
Robinson Kruzue’yi anarım
Törenler, top ve tanklar, alkışlar
İnsanlar birbirini sevmelidir
Donkişot ne isterdi hayattan
Şanzo Panzo hâlâ gülmektedir
Çalıkuşu’nu çocukça seviyorum
Öğretmen dediğin böyle olmalı
Munise’nin dişleri apak hâlâ
Zeyniler köyüne birlikte gidiyorum
Nasrettin Hoca kendi gülmez hiç
Göle kaşık dolusu yoğurt atar
Dillerden düşmez belki de hiç
Akşehir’de şimdi sessiz yatar
Keloğlan bir iyiliksever delikanlı
Anacığını pek sevmektedir
Nereye varsa bir kötülük, haksızlık
Hepsinin hakkından gelmektedir
Köroğlu, yiğitlik, Ayvaz
Bolu dağları inlemektedir
Nal sesleri, kılıç şakırtıları
Gece uykularıma girmektedir
MEVSİMLER
Baharı nasıl sevmem
Uyanır tüm hayvanlar
Yeşerir doğa bütün
Çiçeklenir ağaçlar
Yaz, çiftçinin umudu
Karıncalar çalışır
Güneş kavurur bizi
Ambarlar kışa hazır
Sonbaharda yapraklar
Hüzün veriyor bana
Okullar açılırken
Neşe dolar her yana
Kışı hep soğuk derler
Karlar, buzlar, yağmurlar
Kötü günler görmeyen
İyi günden ne anlar
RESİM
Bir resim yaptım anne
Evler, dağlar, bulutlar
Kuşlar uçtu havada
Yaprak döktü ağaçlar
Dere üstünde köprü
Arabalar geçerdi
Altındaki sularda
Ne ördekler yüzerdi
Alanlarda çocuklar
Uçurtmalar bulutta
Yanımda sen vardın hep
Sevgilerim dorukta
Ağaçlar orman orman
Kuşlar nasıl sevinçli
Bulut yaptım üstüne
Yağmur yağdı durmadan
Deneme ve köşe yazılarından örnekler:
(Rahmi Ali, 1960’lı yıllarda sohbetimsi bazı düşünce ve köşe yazıları yazmış olmasına karşın gerçek anlamda deneme yazılarına Şafak dergisinde başladı. Çok sayıda denemesi bu dergide yer aldı. Aşağıda bu köşe yazılarından bir; denemelerinden de birkaç örnek veriyoruz)

    Yeri geldikçe
Başkasının Hakkına Saygı Göstermek
Bilmem dikkat ettiniz mi? Çeşitli yaş ve mesleklerde beş yüz-altı yüz kişi bir film seyrediyor, bunların içinden hiçbir kişi çıkmıyor ki, kötü kişi rolünü oynayanı alkışlasın. İyi kişi rolü oynayanın başı dertteyse herkeste bir telâş, bir heyecan… Yeri gelip da kötü kişi, iyinin karşısında yenilgiye uğrarsa seyircilerde bir rahatlama oluyor. Bu durum, bütün sinema salonlarında böyle… Herkes,,iyiye dost; kötüye düşman. Kötüyü haklı bulan hiçbir kişi yok seyirciler arasında. Demek ki iyiliğe doğru bir meyil var insanlarda. Bu bir gerçektir. Ama hırsızlıklar, kavgalar, adam öldürmeler yine bu seyirciler arasından çıkmıyor mu? Bu da bir gerçek değil midir? Nasıl oluyor da filimde bir çocuğun öldürülüşüne göz yaşları döken bir kişi bir çocuğun katili olabiliyor. Bu, ayrı ve geniş bir davadır.
Aslında herkes hür, korkudan uzak, sevilen bir kişi olarak, ailesi ile birlikte neşe içinde yaşamak ister… Öyleyse neden insanlar arasında devamlı bir geçimsizlik hüküm sürüyor? Bunun nedeninin, başkalarının haklarına saygı göstermemekte aramalıyız. Bütün anlaşmazlıklara çekilen yollar buradan başlar. Eğer insanlar keseri hep kendi taraflarına yontmak istemeselerdi, dünyamız muhakkak ki bugünkü durumundan çok daha sakin ve o kadar da refah içinde olacaktı. Ama, yok mu şu keseri hep kendi tarafımıza yontmak?.. Sen böyle düşünüyorsun, ben öyle düşünüyorum, öteki öyle düşünüyor, daha başkaları da aynı şeyi düşünüyor… derken bir ip çekmece başlıyor; ya senin tarafa, ya benim tarafa!.. Sonu gelmiyor bu çekişmelerin. Uzadıkça uzuyor, huzurlar kaçıyor.
Bakıyorum, iki kardeş arasında bir miras davası, iki komşu arasında bir duvar, iki köy arasında bir örü davası… Dargınlıklar, kavgalar ve mahkemeler… İki taraf da huzursuz… İki taraf da sadece kendini haklı, karşı tarafı haksız görüyor. Halbuki normal düşünüp iki taraf da karşısındakinin hakkına saygı gösterse bu çekişmelere hiç de lüzum kalmıyacak, gül gibi geçinilip gidilecek…
Madem ki hepimiz kin, nefret ve kavgadan uzak, huzur içinde yaşamak istiyoruz; öyleyse ne yapıp yapıp başkalarının haklarına saygı göstermesini öğrenelim. Çünkü, ancak bu şekilde özlemini çektiğimiz huzura kavuşabiliriz.

    Azınlık Postası, 29 Ağustos 1969
“KOMPOZİSYON”

    Mücahit Mümin’e
Uzamıştı adamın sakalı ve düşünceliydi. Kadının biri: “Miskin” diye geçirdi içinden.
Adamın tıraş olmaya parası yoktu.
Bir ana, dört saatlik dağ yolundan inerek ateşler içinde tutuşan çocuğunu sırtına bağlamış, doktora yetiştirmeğe çalışıyordu; bazıları gülmüş olmak için güldüler kadına.
Biri “Tam aradığım erkek”, biri de “işte adın bu” dedi içinden. Ama bunu birbirlerine açamadılar. Öylesi daha iyiydi; çünkü ikisi de evliydiler.
Kadının biri:”Hu uu!..” diye bağırdı komşusuna,”duydun mu, Arabacı Arif’in gelinini hastaneye kaldırmışlar!..”
Aylardan Temmuzdu.
Kediyi evin köşesine sıkıştırmış, durmadan maşa ile vuruyordu biri. Kedi sütü murdarlamışmış.
Kadın öbür odada gülüyordu.
Bir tren geçti yola paralel olarak.
Kadın “Uykum var” dedi, kocası sigarayı yaktı.
Saat 12’yi 26 geçiyordu.
Bir yığın tütün döküldü yere sarı sarı, yeşil katran kokan!..
Radyo “Gönül İpek’ten şarkılar dinlediniz” dedi.
Şimşek gecenin karanlığını önce yırttı, sonra dikti. Soğu soğuk yağmur yağdı.
Tepede bir çoban ateşi yandı.
Berikiler uyukluyor, adam İkinci Dünya Şavaşı hatıralarını anlatıyordu.
Bir atom bombası atıldı bir yere, mikroplar açlıktan öldüler.
Biri “Yap bir orta şekerli kahve!” diye seslendi ocağa.

    Azınlık Postası, Nisan 1970
HER ULUS ŞARKISINI KENDİ DİLİYLE SÖYLER
Önümüzdeki Haziran ayı içinde 1997 -1998 Öğretim Yılı da sona erecek. Niyetim, bu öğretim yılının sona ermesi dolayısıyla Batı Trakya Türk Azınlığı okullarındaki eğitim durumuna kısaca değinmekti. Ancak, eğitim durumumuzun oldukça karmaşık, çok sorunlu ve çok boyutlu olması beni böyle rast gele bir yazı yazmaktan alıkoydu. Çünkü bütün bunları dar bir çerçeve içinde ele alıp irdelemeye kalkmak yanlış olurdu. Ancak, her şey yolundaymış gibi bir tutum içine girip hiçbir şey yapmamak da yanlış… Olaya biraz da bu açıdan bakarak Azınlık Eğitimi’nin karşı karşıya kaldığı yüzlerce sorundan sadece birine, şimdiye kadar anadilimiz Türkçe ile yapılmakta olan müzik, beden eğitimi ve resim-iş derslerinin Yunan diliyle yapılan dersler hanesine alınmak istenmesi -bazı okullarımızda alınması-sorununa kısaca değinmek istiyorum.
Konuya ve ayrıntılarına girmezden önce sanıyorum kısa bir açıklama yapmam gerekecek. Okullarımızda Türk diliyle yapılmakta olan bu dersler ikinci devre sınıflarda haftada birer saat, birinci devre sınıflarda ise daha fazla saat üzerinden yapılırdı. Bun-dan beş on yıl önce, bu dersler ders saati olarak ortadan kaldırılıp haftada yedi-sekiz saat yapılan Türkçe dersi saati içine yerleştirildi ve bu derslerden kurtarılan saatler Yunanca derslere katıldı. Yani bir “Alicengiz oyunu”yla bu dersler programdan çıkarılıp sadece birer isim olarak haftalık ders çizelgelerinde yer aldılar. Görünüşte yine müzik, beden eğitimi, resim-iş dersleri yapılıyordu, ama Türkçe dersinden haftada iki üç saat çalınıyordu. Üstelik bu uygulama, “Şimdiye kadar Türk diliyle yapılan dersler yine aynı dilde yapılacak, bu konuda herhangi bir değişikliğe meydan verilmeyecektir” diye bir maddeyi de içeren bir Protokol’ün iki ülke, Türkiye ve Yunanistan tarafından imzalanmasından sonra yapılıyordu. Birinci devredeki derslerin mihver dersi niteliğindeki Hayat Bilgisi dersi ise resmen Türkçe dersler hanesinden alınmış, Yunanca dersler hanesine Yurttaşlık Bilgisi “Patridognosiya” adıyla geçirilmiştir. Yani bir yerde bu dersler “vaftiz” edilmişlerdir. Kimi açık, kimi sinsice, kimi aldatmaca ve kandırmaca yollarıyla yapılmak istenen şey, gittikçe, Türkçe yapılan derslerin sayısını ortadan kaldırıp, bu saatlerin yerine Yunan diliyle yapılan dersleri yerleştirmek, böylece göstermelik olarak -o da şimdilik- sadece Türkçe dersiyle din bilgisi dersini Azınlık okullarının müfredat programlarında bırakmaktır. Öyle sanıyorum, ileride bu iki ders de bazı okullarımızdan başlamak suretiyle, pomaklık ve çingenelik iddiaları ve sonra sonra, bazı bölgelerde ekmeğin kabuğu kalkmasın diye ekmeğin üstüne çizilen çizgilerden haç kokusu alarak gizli Hıristiyan buluşları yapan kafatasçı uzmanların görüşleri doğrultusunda, din dersleri de tercihli dersler listesinde yer alabileceklerdir. Şimdi, bunlar da olur mu; demek kolay… Ama, önce Yunanlılara hazırlatılan Türkçe ders kitaplarının okullarımıza sokulmak istenmesi, ardından Pomakça kitaplar bastırılıp yine bazı okullarımızda Türk dili yerine Pomakça öğretim yapılması yönündeki çalışmaları göz ardı edemeyiz.
Sözü daha fazla uzatmadan asıl diyeceklerime geleyim. Okullarımızda şimdiye kadar Türkçe olarak yapılmakta olan müzik, beden eğitimi ve resim-iş derslerinin Rumca dersler hanesine alınmasını bizim açımızdan sadece bir ders saati kaybı olarak değerlendirmek son derece yanlıştır. Bu olayın, çocuklarımızın yetişmesinde, kişiliklerinin gelişmesinde çok önemli bir boyutu vardır. Ancak bunun toplum tarafından bütün incelikleriyle kavranması pek o kadar kolay değildir. Ama, yönetim, söz konusu derslerin özellikle ilkokul çocukları için önemini ve insanımızın bu incelikleri değerlendirebilecek bilgiye sahip olmadığını çok iyi bildiği için, bu hareketin üzerinde ısrarla ve kararlılıkla durmaktadır.
Bilindiği gibi, müzik, beden eğitimi ve resim-iş dersleri çocuğun ruh ve beden gelişimi ile doğrudan ilgisi olan derslerdir. Çocuk, okula gelmezden önce ninnilerle büyümüş, sonraki yıllarda tekerlemeler ve şarkılı oyunlarla kişilik oluşturmuştur. Ninniler, şarkılar, oyunlar toplumun gelenek ve göreneklerini içi-ne alan unsurlardır. Beden eğitimi dersi, özellikle il-kokul çocukları için bir oyundur. Müzik ve oyun bir bütün halinde folkloru oluşturur. Folklar ise bir toplumun kimliğidir, özüdür, onu ulus yapan önemli öğelerden biridir. Bilimsel anlamda ilkokullardaki müzik eğitiminin önemi hakkında şu görüşlere yer verilmektedir: “Çocuğun ses dünyası, kendini saran ses çevresi ile etkileşiminin sonucu edindiği izlenimleri yanı sıra, kendi iç dünyasını biçimlendiren, değişik anlatım biçimlerini de içerir. Çocuk, sesler aracılığı ile iletişim kurar, şarkı söyler, oyun oynar… Böylece çocuk, söz, çizgi, renk, desen, ritim, mimik hareket gibi öğeleri sesle bütünleştirir. Sonuçta, müzik, anadili ile birlikte onun yaşamında etkili bir öğretim aracına dönüşür.”
Şimdi, buradaki son cümleye dikkat edelim. “… Sonuçta, müzik, anadili ile birlikte onun yaşamında etkili bir öğretim aracına dönüşür.”
Doğrudur. Çocuğa kendi anadilinde öğretilen bir “Annem” şarkısının verdiği, anlamı, tadı, kişilik oluşturmadaki rolünü bir “Manu-la” şarkısı verebilir mi? Mümkün mü bu?.. Olayın iç yüzünün daha iyi anlaşılabilmesi için yaşanmış bir olayı kısaca aktarayım. Oğlu askerlik yapan bir anne, kendisine oğlundan haber alıp almadıklarını sorduğumda neredeyse ağlamaklı bir sesle: Haberini aldık ama, neye yarar, dedi. Bir defacık “Anne” diyemedi bana. Kışladan telefon ettiği için Türkçe konuşmak yasakmış. Rumca konuşmak zorunda kaldık. Bana hep “Mitera” demek zorunda kaldı. Hiç olmazsa bir kerecik “Anne” diyebilseydi… Ben hiç olmazsa telefon kapanırken “Yavrum…” diyebildim. Çok zoruma gitti…
Kadıncağız olayı anlatırken durmadan gözleri yaşarıyordu.
Çocuk, anadili ile söylediği şarkılarda kendini geniş bir dünyanın içinde bulur. Ama, bu dünya onun için akraba bir dünyadır, huzurlu bir dünyadır. “Annem” şarkısını söylerken ya da bu şarkı söylenirken annesiyle yaşadığı anlar, sevinçler canlanır gözün-de; içinde bir sevgi yumağı gittikçe büyür. Kendisi için yapılanları yeniden yaşar, sağlıklı bir yapıya kavuşması için gerekli güven ortamı bulur. Kısacası, anadiliyle söylenen şarkılar, çocuğun yaşamıyla bütünleşir; onun, toplumun sağlıklı bir kişisi olmasında önemli bir rol oynar.
Bu yazı üzerinde çalışırken, bir rastlantı sonucu televizyondaki küçücük bir habere takıldım. İspanyollar, Meksika’yı işgal ettiklerinde ilk yaptıkları iş, Meksika yerlilerinin müziklerini ortadan kaldırma girişimleri olmuş. Çünkü müzik ve oyun Meksika yerlilerinin yaşamlarında çok önemli bir yer tutuyormuş. Yani yerlilerin kültürü ve uygarlığı bu iki öğenin içinde… Onların müzik ve oyunlarını unutturup yerine İspanyol müziğini ve oyununu yerleştirince sonuç ne oluyor?.. Meksikalılar İspanyol oluyor. Burada, azınlık içinde yapılmak istenenlerin amacı da bu… Çocuğun yaşamının bir parçası olan şarkılı oyunları, çizgi, resim ve oyuncak yapma uğraşlarını onun kültür dünyasından koparıp onu bir başka kültür dünyasının içine taşımaktır. Çünkü çok iyi bilinmektedir ki, özellikle, şarkılı, türkülü oyunlar aracılığıyla, çocukların yaptıkları işten zevk almaları sağlanırken ayrıca milli ve bölgesel oyunlarla onların kendi kültürlerini tanımalarına yardımcı olunur. İşte, bütün bunlar en ince ayrıntılarına dek düşünülerek bazı planlar yapılmaktadır. Bu yolla çocuğun dünyasından Türk kültürünün izlerini silmek ya da kendisine bu yolları kapayıp oluşacak boşluğa Yunan kültürünü enjekte etmektir. Bu da, Azınlığı uzun vadede eritmeyi amaçlayan bir yok etme siyasetinden başka bir şey değildir.
Resim-iş eğitimi için de durum aynıdır. Özellikle, ilkokul çağındaki çocuklar için resim-iş, çocuğun kendi toplumuyla özdeşleşmesi, onunla bütünleşmesi açısından çok önemlidir. Bu dersler, çocuğu okula bağlayan, ona okulu sevdiren, kişiliğini ve becerilerini kanıtlamasına yardımcı olan ilgi çekici derslerdir. Hiç kuşkusuz, müzik, resim-iş ve beden eğitimi derslerinin bulunmadığı okullar çocuklar için çekilmez birer kurum olur. Bu dersler çocukları okula bağlayan, onlara okulları sevdiren özel nitelikli derslerdir. Bu derslerin Yunanca dersler hanesine alınmasıyla çocukların kişilikleri, benlikleri üzerinde sap-tırmalar yapmak oldukça kolaylaşacaktır. Bazılarımızın düşündüğü ya da kandırılmak istendiği gibi olay, “Ha kuş, ha puli; ikisi de aynı” hikâyesi değildir. İlkokullarda işlenen resim-iş konularına bir göz attığımızda bu konuların genellikle çocuğun ait olduğu toplumun yaşamından seçilmiş oldukları görülür. E-vimiz, mutfağımız, bayram, köyümüzde düğün, camimiz vb…
Örneğin, ilkokullarda çocuklara verilen “Ailemiz ve Evimiz” konulu bir resim çalışması sırasında, çocuk, yaşamının bütün evrelerini aklından geçirir. Yapılan bir dede, nine, anne, baba, kardeş resmine basit birer çizgi ve renk olarak bakmak yanlıştır. Çocuk çizdiği resimde, kişi, eşya ve mekânla ilgili bütün zaman dilimi içindeki kendinde iz bırakan anları yeniden yaşar ve bunları resminde yansıtmaya çalışır ya da yansıttığını sanır. Nitekim bazı çocuklara yap-tıkları resimlerle ilgili olarak, burada ne var, bu kim, bu çocuk ne yapıyor vb. sorular sorulduğunda çocukların verdikleri yanıtlar, onların konu ile ne denli iç içe yaşadıklarını açıkça gösterir. Böyle bir resimde, çocuğa ninesi masallar anlatır, annesi kardeşine ninni söyler, ağabeyi bir köşede gazete okur, dedesi bitişik odada yatsı namazını kılar, komşu kadınlar misafir odasında sohbet ederler, kendisi de misafir çocuklarla televizyonda bir çocuk programı izler. Çocuk, her yaptığı resimde kendini toplumunun, çevresinin içinde bulur; bunu açıkça anlamasa da kendi kültür değerleri içinde mutlu bir dünyaya doğru uzanır.
Bir de konuya şu açıdan yaklaşmak istiyorum. Mademki bu dersler bu kadar önemli, öyleyse bu derslerin uzman öğretmenler tarafından yapılması daha iyi ve doğru değil mi? Yönetim de zaten bu maskenin ardına gizlenip plânını uygulamaya çalışı-yor. İlk bakışta ne kadar gerçekçi, ne kadar insancıl bir yaklaşım… Bu görüşe bilimsel açıdan karşı gelmek mümkün değil. Doğrudur, öyle olması daha iyidir, ama bu derslerin Türkçe dersler hanesinde ve Türk öğretmenler elinde kalması kaydıyla… Böyle bir düşünceye kim hayır, der?.. Ama çok iyi bilinmelidir ki, amaç, azınlık çocuklarının bu derslerde daha başarılı olmalarını sağlamak, değildir. Amaç, bu ö-nemli kapıdan girip çocuklarımızın kafalarını allak bullak etmek, huzursuzluk yaratmak, toplumun düzenini bozmaktır.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/anonimnyy-avtor/bati-trakya-da-turk-edebiyati-na-gonul-verenler-69499537/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Yeni Adım gazetesi, Mehmet Hilmi tarafından İskeçe’de (Ksanthi) yayına başlamıştır. İlk sayısı 30 Eylül 1926’da basın sahnemizde görülmüş, 17 Mayıs 1930’a kadar 253 sayı devam etmiştir. Mehmet Hilmi 1931’de genç yaşta ölünce gazete başkaları tarafından bir süre yayınlanmış, ancak Mehmet Hilmi dönemindeki düzeyini koruyamamıştır.

2
Feyyaz Sağlam, İzmir Dokuz Eylül Üniversitesi Öğretim görevlisi olup Yunanistan Batı Trakya Türkleri Edebiyatı ile ilgili çalışmalarına 1990 yılında başlamış, bu konuda çok sayıda araştırma ve inceleme kitabı yayımlamıştır. Söz konusu çalışmalarıyla, Yunanistan/Batı Trakya Türk Edebiyatı’nın Türkiye’deki Türkoloji çevrelerince tanınmasına katkıları olmuştur.

3
Birlik dergisi, Rodop – Evros Türk Öğretmenler Birliği’nin aylık yayın organı. Kuruluş tarihi: 10 Ağustos1963. Dergi, 1963 yılından 20 Şubat 1965 tarihine kadar 6 sayı yayımlandı. Dergi, Temmuz 1966 tarihinde 7. sayısıyla yeniden yayına başladı. Haziran-Temmuz 1968 tarihli 23 -24. ortak sayısıyla yayınına son verdi.

4
Öğretmen dergisi: Birlik dergisinin devamı olan öğretmen dergisi 1970 -73 yılları içinde 1. sayıdan başlamak suretiyle 20 sayı çıktı. Mayıs 1975 tarihinde 21. sayısıyla yeniden yayınlanmaya başlayan dergi, Şubat 1978 tarihinde 40. sayısıyla yayınına son verdi. Bir daha da çıkmadı.

5
Azınlık Postası gazetesi, Gümülcine’de (Komotini) Salahaddin Galip tarafından çıkarıldı. Haftalık olarak yayımlanan gazete,. Aralık1981 tarihinde yayınına son verdi.

6
Nurten Akpınar (Nur) Türkiye’de “Nurten Altınok” adıyla altı şiir kitabı yayınladı.

7
Cumhuriyet, 10.4.1977, İstanbul

8
Yuvamız dergisi, Eylül 1986 yılında Mustafa Hafız Mustafa tarafından aylık olarak çıkarılmış, 1996 yılında sahibinin ölümü üzerine yayınına son vermiştir. Gümülcine’de ayda bir çıkan dergi daha çok siyasi ve magazin ağırlıklı bir dergiydi.

9
Şafak dergisi 1989 yılında Mücahit Mümin, Rahmi Ali ve Mustafa Tahsinoğlu tarafından çıkarılmış, dergi, 2004 yılında 152. sayısıyla yayınına son vermiştir. Batı Trakya Türk Azınlığı’nın ilk kültür ve sanat dergisi olan aylık Şafak dergisi Batı Trakya Türk Edebiyatı’nın gelişmesine büyük katkılarda bulunmuş, yeni edebiyatçıların yetiştiği bir okul olmuştur.

10
Tevfik Hüseyinoğlu, Hüseyin Alibabaoğlu, Reşit Salim, Hüseyin Sadık, Aydın Ahmet, Ercan Caneri, Ayşe Kara, Muharrem Kalenci, Mümin Kara, Ahmet Davut, Faize Sıcak Emin, Mehmet Emin Haliloğlu, Vildan Serdar, Şükriye A. Mehmetoğlu, Tülay Şakiroğlu, Gül İhtiyar, İsmet Necdetoğlu, Nuri Mehmet, Hüseyin Şenol, Reyhan İbrahim, Sevim Ali, Cihan Abbasoğlu, Ali Molla Salih, Rebiha Bulut, Varol Haliloğlu, Recep Paçaman, Alev Kadri, Sonnur Halil, Mustafa Mustafa, Rasim Hasan Hint, A.E., Nodul,, Karaca, Nafiye Hüseyin, Faik Ali, Ayşe Hakkı, Yeşim Mehmetoğlu, Dilek Hacıhalil, Nuriye, H.A, Ayfer Mustafaoğlu, Aziz Aziz, Hatice Salih, Öznur Mehmet, Özlem Korkmaz, Nuray Kadri , Ahmet M. Ahmet, Şefaat Ahmet, Hüseyin Salihoğlu, Münevver Nazım, Ali Değirmendereli, Fehim Halil, Hasan Hasanoğlu,, Meral Karasulu, Nuriye,

11
Nurullah Genç, Muharrem Kubat, Ayhan İnal, Ömer Kayaoğlu, Bedriye Aksakal, Cemal Sayan, Tamer Abuşoğlu, Hasan Hüsnü Durgun, Cavit Arıkan, Yaşar Elden, Nizam Kaya, Abdülkadir Kaçar, Saniye ve Aynur Demir, Ömer Albayrak, Kemal Petriçli, Ahmet Günşen, Havva Bağrıaçık, Kâzım Ünal, Şükrü Öksüz, Sevgi Harmankaya, Ahmet Yardımcı, Bülent Özcan, Hasan Hüseyin Yalvaç, Sıddık Elbistanlı, Tayip Atmaca, Erdal Erçin, Oğuz Adem Selçuk, Cafer Yıldırım, Coşkun Karabulut, Kul Ozan, İ. Yavuz Bildik, Bestami Yazgan, Tahsin Köçek, Yaşar Faruk İnal, Tacim Çiçek, H. Mahmut İletmiş, Sezer Odabaşıoğlu, Ahmet Yılmaz, İdris Baykal İldeniz, Mehmet Aycı, Cevat Ok, Yücel İpek, M Fatih Öztemir, Cem Kaptanoğlu, Tayyar Tahiroğlu, Ali Ulvi Ciritoğlu, Kardiye Turan, Türkân Yeşilyurt, Erol Ars, Metehan Irak, Seçkin Gündüz, Sendik Paşayef Pirsultanlı, Serap Çelik, Burcu Işıksaçar, Ahmet Şerefli, Mustafa Türker, Turan Gökmenoğlu, Bedri Demiroğlu, Ferhan Sarılgan, Vedat Topuzoğlu, Sami Erdem, Zeyn, Ertuğrul Akbal, Selami Yıldırım, Aysel Yıldız-dağ, Mehmet Kevnin Pamukçu, Arif Aydın Bircan, Cazim Gürbüz, Tan Doğan, Osman Nuri Kurt, Müzeyyen Hançerci, Osman Baymak, Senemahu Topuz, İsmail A. Çavuş, Cengiz Pişirici, Birsen Yamalıoğlu, Ali Derin, Hasbi Afşar, Hülya Sönmez, Elif N. Yıldız, Halil İbrahim Özcan, Elif Aydın, Ahmet Tımış, Mehmet Ali Baştuji, Umut Bulut, Güngör Şenkal, İbrahim Çetin, Jale Bektaş, Mehmet Bütüç, Selma Erdal, İslam B. Erdi, Ali Balkız, Aysel Yenidoğanay, Hasan Çakaloğlu, Nukhet Tan, Erdoğan Kahya, Dionis Tanasoğlu, Zeki Büyük-tanır, Terane Halıcı, Faruk Afşar, Şemsettin Murat, Aziz Serbest, Bahri Sohtirik, Durmuş Arabacı, Latif Karagöz, Birsen Pekçolak, Yeşim Bayram, Emine Büyüktanır, Şıh Ali Kaygısız, Naci Ferhadov, İlknur Bayrak, Zeki Karaaslan, Muharrem Tahsin, Yılmaz Uçar, Vakıf Memmedov, Nurettin E. Haykırış, Uğur Hacıhanefioğlu, M. Mahzar Alphan, İlhan Kemal Kaplan, Nevra Çağlayan, Ali Bozdağ, Nurten Turhan Yüksel, Yahya Akbulut, Osman Erkan, Bayram İnce, Zahit Güney, Lütfü Seyfullah, Mehmet Hameş, Berrin Telli, Mehmet Ali Gül, Sevim Aydoğanoğlu, Çetin Boğa, Mustafa Bayramali, Mustafa Aydınlı, Dr. İsmail Hakkı Sır, M. Fikret Ünlüer, Hüseyin Demirci, Bekir Dağsever, Orhan Şentürk, Pınar Uzun, Bilge Palaz, Demet Güncü, Cemal Tuzcuoğulları, İkrime Kara, Kenan Oflaz, Mansur Ekmekçi, Ahmet Tolu, Fergül Çırpan, Bayram Durbilmez, Alaettin Tahir, Fatma Kırbaş, Emine Öztürk, Ata Devrim, Musa Aktaş, Ethem Baymak, İsmail Adil Şahin,

12
Güldeste ve antolojiler: “Yunus Emre Şiirleri Antolojisi, İrfan Ünver Nasrattınoğlu, 1987, Eskişehir”, “Yunus Emre’ye Şiirler, Ali Yakıcı, 1991, İstanbul”, “Yunus Emre Şiirleri, İrfan Ünver-Tahir Kutsi, 1991, İstanbul”, “Türk Dünyası Şiir Güldestesi, TYB Yayınları, 1993, Ankara”, “Şiir Burcunda Çocuk-GüldesteM.Tatçı, H. Özbay, B. Karakoç, MEB Yayınları, 1993, İstanbul”, “Atatürk İçin Türkiye Dışında Yazılmış Şiirler-Güldeste- İrfan Ünver Nasrattınoğlu, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1994, Ankara”, “Türk Dünyası Şiir Antolojisi, Yakup Altın, 1994, Ankara”, “Çocuk Sevgidir-Güldeste- Yakup Altın, 1994, Ankara” Dergi ve gazeteler: 24 Saat Gazetesi – Ankara, Batı Trakya Dergisi – İstanbul, Tan Gazetesi – Priştine, Şiir Defteri – İstanbul, Eflatun Dergisi- Türkiye, Tercüman Gazetesi Kültür Sanat Eki-Türkiye, Birlik gazetesi-Üsküp, Sevinç dergisi-Üsküp, Tarla dergisi – İstanbul, Güneyde Kültür – Antakya, İnsanlığa Çağrı – İstanbul, Çevren dergisi – Priştine, Edebiyat gazetesi -Azerbaycan, Gaziantep’te Bugün gazetesi – Gaziantep, Güneysu dergisi – Adana…

13
1928 tarihinde Türkiye’de yapılan “Harf İnkılâbı”nın hemen ardından Gazetenin Adı Latin Harfleriyle “Yeni Adım” olarak yazılmış, 156. sayıda eski bir halk türküsünden bir dörtlük yine Lâtin harfleriyle yayımlanmıştır. Gazetenin mesul müdürlüğünü 49. sayıdan itibaren Mehmet Hilmi üstlenmiştir.

14
Yerli ile Söyleşi/ Şafak dergisi, sayı:103, sayfa:18, Gümülcine

15
Arap harfleriyle yazılı bu metin, emekli öğretmen Hasan Ali tarafından okunarak Türkçe harflerle yazılmıştır.

16
Akın gazetesi, Şubat 1957 yılında Gümülcine’de yayınlanmaya başladı.. Haftalık olarak yayımlanan gazete, Temmuz 1993 yılında 1196. sayısıyla yayınına son verdi.

17
Batı Trakya dergisi, 15 Temmuz 1961 yılında yayına başladı, 5. sayısıyla 18 Eylül 1961 tarihinde yayınına son verdi.

18
Aliş çocuk dergisi 1961 yılında yayımlanmaya başladı. 13 sayı çıkarak yayınına son verdi.

19
Azınlık Postası gazetesi, 6 Eylül 1967 tarihinde Gümülcine’de (Komotini) Sala-haddin Galip tarafından çıkarıldı. Haftalık olarak yayımlanan gazete, 348. sayısıyla 11 Aralık 1981 tarihinde yayınına son verdi.

20
günaydın

21
römork

22
iyi geceler

23
“Akçadağ” İlköğretmen Okulu Eğitim dergisi, sayı:4, Nisan 1960

24
“Varlık” dergisi, sayı:795, Aralık 1973, İstanbul

25
“Varlık Yıllığı 1975”, Varlık Yayınevi, Aralık 1974, İstanbul

26
Töre Dergisi, sayı:115, Aralık 1980, Ankara
Batı Trakya′da Türk Edebiyatı′na Gönül Verenler Анонимный автор
Batı Trakya′da Türk Edebiyatı′na Gönül Verenler

Анонимный автор

Тип: электронная книга

Жанр: Легкая проза

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Batı Trakya′da Türk Edebiyatı′na Gönül Verenler, электронная книга автора Анонимный автор на турецком языке, в жанре легкая проза

  • Добавить отзыв