Yosun Kokusu

Yosun Kokusu
Sabir Şahtahtı

Sabir Şahtahtı
Yosun Kokusu

“Yosun Kokusu” romanı ilk bakışta Afganistan’da hususi çıkarları olan dış güçlerin kurduğu siyasi oyunların acılarını yaşayan Afgan halkının zorlu hayatını yansıtan aşk hikâyesidir. Eserin derin katmanlarında Sovyetler Birliği’nin sebep olduğu sıkıntıların bütün siyasi detaylarının yanısıra emparyalizmin acımasızlığı da tasvir ediliyor.
Yazar romandaki acı hadiselerinin arka planında Afganistan’daki Türk sorunun tarihini ve mevcut durumunu, halihazırda en büyük küresel problemlerden biri olan göç akınını, su havzalarında boğulan insanların imdat çığlıklarını yülseltiyor ve bütün dünyayı bu iniltiye ses vermeye davet ediyor.
Kitapta gerçekleşen olaylardan ilmi bir kaynak olarak istifade edilemez

YOL AYRIMI
Yollar. Beni ben eden yollar… Beni bana tanıtan, anlatan, kimliğimi kavratan yollar. Ve sonunda beni benden alan yollar. Yol var ki taşlı, topraklı, çakıllıdır ama insanı mutluluğa götürür. Yol var ki düz ve pürüzsüzdür ama sonu her şeye boyun eğmek ve mutsuzluktur. Bir de bazen pürüzsüz yollar kaygan olur. Topraklı yolun tozu, gözlere dolunca üstüne su çarparsın temizlenir, çamura batan ayakları ise yıkarsan temizlenir. Hangi yolda gittiğin önemli değil, önemli olan nasıl gittiğindir… Önemli olan gittiğin yolda düşmemektir. Tabii ki düşmek farklı sebeplerden olur!
Evimiz Kabil’in eteklerinde bulunuyordu. Kapımızdan çıkınca çatallaşan küçük bir yol kavşağı ile karşılaşırdınız. Hangisi ile gitsen ileride yol yine çatallaşırdı. Yollar o kadar birbirine benziyordu ki insan şaşırıyordu. Yolların hepsi bizim evimizin sağından solundan geçiyordu.
Anneme göre, babam bu bölgeyi onun isteği üzerine düğünden önce satın alarak iki katlı bir bina inşa etmiş. Binamız yüksek ve geniş bir bahçe içindeydi. Üç katmanla birbirinden ayrılan avludan baktığınızda Darul Aman Sarayı[1 - 1920 yılının başlarında Kral Emanullah Han tarafından Afganistan’ı modernleştirmek için yaptırılmıştır.] açıkça görünüyordu. Babam, dağın yamacındaki bu yeri aldıktan sonra, traktörle adım adım düzleştirmiş, sonra bahçemize yüz arabaya yakın kara toprak getirtmiş. Buna ek olarak ırmaktan alınan alüvyonlu toprak karıştırıldığı için toprak çok verimli hale gelmişti. Anama göre, kuşun gagasından düşen her şey bizim bahçede yeşerirdi. Gerçekten de haklıydı. Evimizin önünde çeşit çeşit gül ve süs bitkisi vardı. Orta alanda meyve ağaçları ve yedi tane de meşe ağacı vardı.
Bu ağaçları diken olmamıştı. Doğal bir şekilde büyümüşlerdi. Burada Kabil’de yetişen tüm meyve ağaçlarını görmek mümkündü. Alt kısma sebze ve bostan ekilirdi. Yemek için kulladıklarımızından arta kalanlar kurutulurdu. Hem kurusu, hem yeşili, insanın dilini kabartacak kadar tatlı olurdu.
Geniş bahçemiz ve güzel evimizden başka, Kabil’den biraz uzakta 107 hektarlık bir nar bahçemiz vardı. Bu büyük bağın yanındaki su arkının etrafına farklı farklı ağaçlar, bağın dört tarafına ise çınar ağaçları dikilmişti. Bu çınarlar bağımızı koruyan yüksek duvarlar gibi her taraftan görünüyordu. Komşu çocuklardan “çınar duvarlı bahçe” sözünü, çok duymuştum
İlkbahar başladıktan sonra babam sık sık bağımızı kontrol etmek için oraya giderdi. Bağın tüm işlerini ise Munis Bey yapıyordu. Bağın üst tarafında kamıştan yaptığı küçük kulübede ailesiyle beraber yaşayan Munis Bey, meyveler toplandıktan sonra Kabil’e göçüyordu. Munis Bey işine o kadar bağlıydı ki serçeler bile bağımızdan hiçbir şey götüremezdi. Bahçedeki kulübenin yakınında güneş altında parlayan bir araç–gereç vardı. Bunlarla, sıcaktan patlayan narların suyu alınarak büyük tahta fıçılarda toplanıyordu.
Henüz olgunlaşmayan ve yere dökülen narlar ise temizlenip, tuzlanarak turşu olarak kuruluyordu. Sirke ile yapılan turşular bunlarla karıştırılmazdı. Burada hiçbir zaman ikiden fazla tahta fıçı görmedim. Dolan fıçı hemen götürülüyor, yerine boş bir fıçı konuyordu. Doğrusu ben bunların nasıl satıldığını bilmiyordum. Tek bildiğim bu nar bağının bize bol kazanç getirmesiydi. Bahçeye her geldiğimizde Munis Bey bize, nar suyu ikram ederdi. Bir sonraki ziyaretimizde “Ne içersiniz?” diye sorunca babam yavaş bir sesle: “Soğuk olsun!” dedi. Munis, ağır adımlarla yanlarına basa basa arka tarafa gitti ve az sonra geri geldi. Elinde üç tane 250 gramlık cam şişe tutuyordu. Annemle babam iştahla nar suyunu içtikten sonra “Mahsülümüz bol olsun!” diye dua ettiler.
Ben ne narı ne de suyunu severdim. Ancak annemin ısrarıyla yüzümü ekşiterek nar suyunu içtiğim, Munis Bey’in oğlunun dikkatinden kaçmamıştı. Bir kez daha öğlen sıcağında bağa geldik. Nar suyundan kurtulmak için bir bahane arıyordum. Ama o zamana kadar “dilsiz çocuk” olarak bildiğimiz Munis’in oğlu arka tarafa geçerek elindeki şişelerle geri döndü. İlk şişeyi bana verdi. Mecburen şişeyi başıma çektim. Fırsat bulsam yere boşaltacaktım ama buna gerek kalmamıştı. Çünkü “dilsiz çocuk” olarak tanıdığımız Nevid, bana verdiği şişenin içine nar suyu yerine çay koymuştu. İlk kez az şekerli soğuk çay içiyordum. Bu çayın nasıl olduğunu hiç düşünmedim bile; Çünkü nar suyu içmediğim için çok memnundum. Tahminen aynı yaşta olduğumuz Nevid’in bu hareketi çok hoşuma gitmişti. Ona güvenebileceğimi hissediyordum.
Çocukluğumdan beri sevmediğim bu nar bahçesinin, sonsuz merağıma ve şaşkınlığıma sebep olan sayısız hatırası vardı. Annem arabadan iner inmez bahçenin sağ tarafındaki itburnu ağacının altına girerdi. Hem de yalnız! Hatta beni bile yanına almazdı. Bazen ağacın yapraklarını, bazen çiçeklerini bazen de dallardan sallanan meyvelerini öperdi.
Bir süre sonra hepimiz o ağacın altındaki eski tahtadan yapılmış bir masanın etrafında oturuyorduk. Annemin ağacın altında ağladığını fark etmemek imkansızdı. Annelerin gözyaşlarını çocuklarından gizlemesi mümkün değildi.
O çocuk aklımla, itburnu ağacının kökünden değil, meyvesinden, çiçeklerinden veya filizlerinden su içtiğini düşünüyordum. Hem de annemin gözyaşları ile birlikte.
Ben bir kenarda durarak gizlice annemin yaş içindeki ışık saçan gözlerine bakardım. Ancak biz de ağacın altında toplanınca annem birden neşelenirdi. Bir gözü bende, digeri ağaçta olurdu…
Evin ve bahçenin işlerini ise orta yaşlı bir kadınla bir erkek yapıyordu. Adil ve Şabran diye çağırdığımız bu insanlar kardeşti. Sessizce içeri girip işlerini yaparlardı ve sessizce giderlerdi. Biz konuşturmadığımız müddetçe onlar da konuşmazdı.
Babam, onlara yaşayabilmeleri için bahçemizin altındaki arsada küçük bir kulübe yaptırdı. Bu insanları tanıdığım günden beri ne ağladığını ne de güldüğünü görmüştüm. Onlar için anladığım tek şey, hizmetçiliği kaderleri olarak benimsemiş olmalarıydı. Yaşı olgunlaştıkça onların kaderi ile Afganistan’ın kaderini aynı görüyordum.
Belki de bu yüzden hiçbiri evli değildi. Annem onların bu durumuna çok üzülüyordu. Bu konuda babama sessizce bir şeyler söylediğini defalarca duymuştum.
Şabran her zaman çarşaflı gezerdi. Bağda, bahçede çalışırken de çarşaflıydı. Annem ona fazla görünmememi söylüyordu. Büyüdükçe, Şabran’ın bizi nazar etmesinden annemin korktuğunu anladım. Şabran beni çok severdi. Onun için meyve ağaçlarının ve bostanın ilk ürünlerini bana verirdi. Onun yüzünde, yaşlı gözlerindeki hüzün ifadesinden başka bir ifade görememiştim. Aslında Afganistan halkı tarafından normal karşılanan bu durum milyonlarca insanın acı kaderine teslim olma haliydi. Şabran’ı bir defa gülümserken gördüm: Sol gözünde kan toplanmıştı. Annem ona dikkatlice bakarak: “Ani sevinç, gözlerine kan getirmiş!” dediğinde Şabran gülümseyerek cevap verdi:
–Dün ineğimizin ikiz doğurmasından etkilendim. Ağa’mın bundan mutlu olacağını düşünerek ben de sevindim, dedi.
Babam, kendi annesini babasını hatırlamıyordu. Ben de bu konuyla ilgili onlara bir şey sormasam da, dedemi ve ninemi mahkeme binasının karşısında Zahir Şah’ın düşmanlarını öldürdüğünü biliyordum. Dedem uluslararası hukuk eğitimi almış, bir müddet krallıkta çalıştıktan sonra Zahir Şah’la tanışmıştı. Genç yaşta kralın güvenini kazanan dedem öldürüldükten sonra Zahir Şah, babamın devlet korumasında okuması için özel emir vermiş. Ancak babamı amcası büyütmüş. İşte onlar arasındaki soğukluk konusu ise bir başkaydı.
Annem ise kendi deyimiyle hem yetimmiş hem de esir. Babamdan farklı olarak o, anne ve babasının yüzünü bile görmemiş. Yetimhanede büyümüş. Babamla da orada tanışmışlar. Çünkü o zamanlar medresede okuyan öğrencileri sık sık yetimhaneye götürerek oradaki çocuklara manevi destek olmasını sağlamak istiyorlarmış. Annemin dediğine göre babamla tanışıp evlenmeseymiş, diğer sahipsiz kızlar gibi, ya bir mollanın yada bir zenginin imam nikahlı üçüncü, dördüncü belki de beşinci karısı olacakmış. Babam biraz da yüzsüzlük ederek amcasından ricada bulunarak annemi evlerine getirmesini istiyormuş. Ta o zamanlardan beri Zühre Hala’mla annem arkadaş olmuşlar. Amcam bir de farkına varmış ki babam aşık.
Annem her defasında bu konuyu anlatırken kederlenirdi. Konu babamın kendisine nasıl aşık olduğuna gelince yüzü aydınlanırdı. Öyle zamanlarda annem gül gibi etrafa koku salardı. Ben de bunu bildiğim için her çocuk gibi sohbeti annemle babamın aşk hikayesine getirmekten zevk alırdım. Annem, Nizami Gencevi’nin kendi aşklarını Leyla ile Mecnun’da yazdığını anlatırdı. Bu destanı okumasam da hakkında çok şey biliyordum.
Annem doktor, babam mühendisti. Ancak her ikisi de saatlerce siyasetten konuşurlardı ama yorulmazlardı. Sohbetin konusu genelde Afganistan’dı. Büyüdükçe, vatan sevgisinin onların aşkına ilave güç kattığını anlamıştım. Annemin çok nadir hallerde kahkahayı andıran gülüşü olurdu. Böyle zamanlarda yanaklarında oluşan gamzeleri ona farklı bir güzellik verirdi.
Kestane renkli saçları açık olunca yüzünün büyük bir bölümünü kapatırdı. Onun çok güzel göründüğü bu halini sadece evde ve babamla konuşurken görürdüm. Boyları aynı olsa da annemin zayıf oluşu bazen de yüksek topuklu ayakkabı giymesi onu babamdan daha uzun gösterirdi. Her zaman bu boy meselesinin farkına varınca elimde olmadan içimde tuhaf bir gülümseme oluşuyordu. Afgan anlayışı ile dersek, kadın erkekten uzun olmamalıydı. Babamı ise aslen bir Afganlı gibi düşünüyordu: Heybetli duruşu, sert bakışları, oldukça kuvvetli elleri vardı. İri gövdeli olsa da çevik hareketleri ile insanı şaşırtıyordu. Çoğu zaman resmi, yani Avrupalılar gibi giyinirdi. Nadiren giydiği Afgan milli kıyafetleri de ona çok yakışırdı. Başında pakol[2 - Pakol: Afganistan’da erkeklerin kullandığı milli kalpak.] görünce, kendimi güvende hisseder, sevinirdim. Bu sevinci bana yaşatan medresedeki çocukların kendi aralarında devam eden konuşmalarıydı.
Ülkede medeni hayat tarzı ile yaşayanların az olması nedeniyle onların medeni giyim tarzları dikkat çekiyor, bu nedenle ben sürekli olarak diğer çocukların baskılarına maruz kalıyordum. Kendim Afgan milli elbiseleri giymeme rağmen babamın kravat takması nedeniyle ülkeye ihanet etmiş gibi bir tavır görüyordum.
Çikolata rengindeki pakol babamın heybetini biraz daha artırıyordu. Bana göre babam milli kiyafetler içinde olunca bedeni, demir zırh gibi ok geçirmez oluyordu. Alışkanlık gereği evde milli kiyafetlerde dolaşırdı. Veya çok nadir hallerde araba ile uzak bir yolculuğa çıkınca yerel kiyafetler giyerdi. Medresedeki çocuklar, onu bu kıyafetle görmedikleri için çok üzülürdüm. Çünkü babamın, medresede veya sokakta millilikten, vatan sevgisinden konuşanlardan çok daha vatansever olduğundan emindim. O, Afganistan’ı çok severdi. Ülkemiz için canından bile vaz geçebilirdi. Bütün bunları aklım erdiğinden beri biliyordum. Çünkü babamla ilgili acı–tatlı bir sürü hatıralar aklımdaydı. O, sadece annemin karşısında ipek kadar yumuşak olurdu. Bunun asıl sebebini ergenliğe vardığımda anlamıştım: Onu annemin huzurunda mum gibi eriten aşktı.
Ailemizin büyüğü, babamın amcasıydı. Aile denince, o kadar da kalabalık değildik. Annemle babamın tek çocuğu, amcamın ise bir kızı ve bir torunu vardı. Uzak akrabalarımızın her birisi ise Afganistan’ın farklı yerlerinde yaşıyorlardı. Belki de bizden uzaklaşmışlardı. Ülkeden kaçmaya mecbur olanları ise hiç anlatmıyorum. Amcamın uzak akrabalarından bazıları ise farklı şehirlerde yaşadıkları için gidiş–gelişimiz yok gibiydi.
Sonsuz bir saygıyla sevdiğim bu akıllı insanı başkaları da benim gibi “Ağa” diye çağırırdı. Yüksek okul eğitimi almak için Ağa’mla birlikte Moskova’ya gidince onun pasaportuna tesadüfen baktığımda onun adının “Ağa Mehdi” olduğunu şaşkınlıkla gördüm. Ağa’mın Zühre adlı çok sevdiği bir kızı vardı. Onu da “Bibi[3 - Bibi: Anadolu’da ve Azerbaycan’da halaya verilen ad.]” diye çağırırdım. Ağa’m kızı Zühre ile babamın evlenmesini çok istemiş. Ancak babam, anneme aşık olduğu için annemle evlenmiş.
Ağa’m bu nedenle babama kızgın olsa da dedemden kalan mirası zamanı gelince babama vermişti. Annemin dediğine göre amcasının kızı da babamı sevmiyormuş. Belki de böyle değildi; annem kendisini haklı çıkarmak için böyle söylüyordu. Ağa’mın kızı, babamla evlenmediği azmış gibi evlendiği diğer adamın kaderi de iyi olmamıştı. Kocası, ordusu komutanıyken, mayına basarak ölmüştü. Bu olayların ailemizde yarattığı travmayı ergenlik çağlarımdan beri biliyordum. Buna rağmen konu ile ilgili kimseye birşey sormamıştım.
Biz, sık sık Ağamlara giderdik. Kar gibi beyaz sakalı ona tuhaf bir görünüm kazandırmış, nurani bir yüzü vardı. Yazın bunaltıcı sıcağından, kışın ayazından yüzleri bozaran Afgan erkeklerinin, mangalda yeni kızaran kebap gibi kırmızı suratlarının Ağa’ma benzemesini çok istiyordum. Onun gibi beyaz sakallı ve nur yüzlü olmasını bekliyordum. Yaşım ilerledikçe Ağa’mın babasının ve kaynatasının Nogay Türk’ü[4 - Nogay Türkleri: Şimdiki Dağıstan arazisinde yerleşen ve uzun yıllar yaşayan Türkler.] olduklarını öğrendim. Bütün bunları annem bana anlatıyordu. Ancak Ağa’m kendisini Türk olarak görmüyordu. Çünkü bazen “Elhemdülillah ki ma temiz Afgan ve Müslüman estim”[5 - Şükürler olsun ki biz tertemiz Afgan ve Müslümanız.] derdi. Onun kendi ağzından hiçbir zaman “Türk” olduğu ile ilgili tek kelime duymadım. O gerçek bir Müslüman olmakla beraber, sanki insanlarda Müslümanlığa karşı ilgi yaratmak için yaratılmıştı. Onun akıllı davranışları, güzel sohbetleri, başkalarını sabırla dinlemesi, her zaman bana zevk verirdi.
Ağa’m bilgili ve akıllı olduğu gibi, kısa ve somut şeylerden konuşmayı başarıyordu. O, Ruslarla ilgili olarak: “Rusların gelişi[6 - 1979 yılında SSCB askerleri Afganistan’a girdiler ve oradaki halkı Rus gibi görmeye başladılar.] İslam’a hakarettir. Buraya yerleşebilseler facialar, gitseler felaketler olacaktır,” derdi. Bu dediği üç şeyin hepsi de gerçekleşti. Hem de aralıksız ve birbirinin devamı olarak gerçekleşti. Hem de Ağa’mın söylediği gibi… Bazen de Ağa’mın fikirlerini değil, arzusunu söylediğini düşünüyordum. Belkide böyle olması için dua ediyordu. Bazen de böyle düşündüğüm için kendime kızıyordum. Çünkü, Ağa’m Afganistan’ın geleneklerinin yaşamasını, halkın refahını herkesten daha fazla isterdi ve hiçbir zaman Afganistan’a beddua etmezdi.
Ağa’mın kalbinin derinliklerinde anneme ve babama karşı kırgın olduğu onun her hareketinden belli oluyordu. Belki de böyle değildi: Ben olayları bildiğim için Ağa’mın her hareketine bir anlam yüklüyordum. Babam onunla her görüştüğünde neredeyse onun ayaklarına kapanacaktı. Babam hiçbir zaman Ağa’ma karşı saygıda kusur etmiyordu. Ağa’m da babama karşı kötü davranmıyordu ama onu affetmediği belliydi. Ağa’mın eşi rahmetlik olalı çok olmuştu. Ağa’m hiçbir zaman evlenmedi. Bu durum Afganistan’da görülmüş bir şey değildi. Konuşulanlara göre komşumuz Hasretadlı adam, karısını mezarlığa gömüp evine döndüğünde, çoktandır göz koyduğu bir kadını kendisi ile beraber evine getirmişti.
Psikolojik rahatsızlık yaşayan kızı Ağa’ma azap veriyordu. Ağa’m inançlıydı. Defalarca: “Allah’ım, beni bu beladan rahat bir ölüm vererek kurtar,” diye dua ettiğini kulaklarımla duymuştum. Her defasında ellerini havaya kaldırıp fısıltı ile dua ettiğini görünce ona kulak veriyordum: Acaba aynı şeyleri söyleyecek miydi? Evet, söylüyordu. Ancak iki sebepten dolayı bu duanın yürekten okunduğuna inanmıyordum: Birincisi Ağa’mın dindar olduğunu bildiğim için onun duasının kabul edilmemesine, ikincisi ise, o ölürse kızının yetim kalacağı için bu dua gerçek olamazdı. Bütün bunlardan çıkardığım sonuç; Ağa’m kızının kaderi ile barışamıyordu. Bu yükü taşımak günden güne ona zor geliyordu. Yaşlılık her geçen gün Ağa’mı güçten düşürüyor, hastalık ise hergün bibimin derdini ağırlaştırıyordu. Böylece onların varlığı arasındaki uyumsuzluk gittikçe güçleniyordu.
Suçlu babam mıydı? Beni uzun yıllar düşündüren bu sorunun cevabını bulamasam da anlıyordum ki, hem babam hem de annem benim geleceğimden korktukları için Ağa’mın huzurunda mum gibi oluyorlardı. Zühre Hala’m hergün değişik bir şekilde Ağa’mın yakasından tutup, rahatsız ediyordu. Aslında bu durum annemle babam için de geçerliydi.
Ağa’m akıllı bir ihtiyardı. Onun şahsiyetinin, toplum üzerinde etkisinin göründüğünden daha büyük olduğunu çok sonraları öğrenecektim. Onun ağzından çıkan her söz sanki hiçbir zaman solmayan, her zaman yemyeşil kalan bir fidan gibi yerinde yeşeriyordu. Ağa’mın fikirleri, kararları hem devlet adamları hem de toplum arasında saygı ile karşılanırdı. Maddi zenginliği ona cömert olma imkanı da veriyordu. Gerektiği zaman alışveriş konusunda taviz vermez, kararlı olurdu. Önceleri babamın huyu da onun gibi diye düşünüyordum; Ancak babamın biraz çılgın, bazen de Ağa’mdan daha sert olduğunu hissediyordum. Çünkü, düşündüğünün tersi olunca hemen yumruklarını sıkıyordu.
Ağamların bahçesine girerken, hemen sağ tarafta birbirine bitişik üç tane kulübe vardı. Bahçe duvarının hemen yanında da dört tane ayva ağacı yükseliyordu. Sonuncu ağaç birinci kulübenin hemen kapısının önündeydi. Bu kulübelerde evin hizmetçileri yatıyordu. Hepsi de Hazara’ydı.[7 - Afganistan halkının yüzde 20’sini oluşturan Farsça konuşan, Şii, Türk-Moğol asıllı olan halk.] Bahçenin baş tarafında yapılan biraz daha büyük bir kulübede ise hizmetçilerin başı eşiyle birlikte kalıyordu. Çocukları olmayan bu çift ise Peştun’du.[8 - Peştun: Paştun, Afganistan’ın güneydoğusu ile Pakistan’ın kuzeydoğusunda yaşayan İranlı bir ulus. Konuştukları dil, Peştucadır.] Adamın asıl adını hiçbir zaman öğrenemedim. Herkes onu “Dursun” diye çağırıyordu. Karısının adı ise Zübeyde’ydi. Yuvarlak yüzü, iri burnu ve kısık gözleri olan bu kadın hiçbir zaman halinden şikayet etmezdi. Çocuklarla olan ilişkisine gelince, yaramazlık yapanları cezalandırmak için özel metotları vardı.
Yazın hep birlikte yaylaya giderdik. Dursun ne pazarda, ne yaylada ne de başka bir yerde hizmetçileri tek başına bırakmazdı. Ağa’nın verdiği emirleri uygulamak için elinden geleni yapardı. Ağa’m hizmetçilerinin Hazara olduğu için Afganlılar tarafından rahatsız edilmesini istemiyordu. Evet, Ağa’m kendi ailesini koruduğu gibi, hizmetçilerini de koruyordu. Hem de onun bu savunmasında büyük bir samimiyet vardı.
Zübeyde, hiç kimseye hayır demese de benim Hazara çocuklarla oyun oynamama engel oluyordu. Sadece Zühre Hala’mın kızı Kumru ile oynamama izin veriyordu. Onun bu davranışının altında annemle babamın isteği olduğunu rahatlıkla anlayabiliyordum. Kumru, kötü bir oyun arkadaşı değildi ama sakin görüntüsüne rağmen biraz umursamazdı. Hele sık sık ağlamasından nefret ediyordum. Tek kelimeyle kendisini sevdiremiyordu. Sadece kahkaha ile gülmesinden hoşlanıyordum. Ayda–yılda bir defa gördüğüm bu gülüş şekli Afganistan’da kadınlar için ayıp sayılırdı. Bu nedenle büyüdükçe bu gülüş şekli ağırlaşan bedeninin altında ezilip yok olurdu. Özetle hiçbir halini beğenmiyordum. Hal böyle olunca o, benim için nasıl değerli olabilirdi?
Ağa’m medresede aldığım dini eğitimin bana yetmeyeceğini biliyordu. Onun için boş zamanlarında bana kitap okuyarak beni heveslendiriyordu. Medresede ne öğrendiğimi merak ederek bana sorduğu her soruya aynı cevabı verince, ister istemez mutsuz bir şekilde başını sallıyordu. Sonunda benim de isteğimle Farsça bilen bir özel öğretmen tutuldu. Öğretmen her şeyi o kadar güzel anlatıyordu ki medrese birden gözümden düşmüştü. Çünkü bu özel öğretmen bağırmıyor, ödevleri yapmadığımda veya bir suçum olduğunda bana tokat atmıyordu. Kemerinin altında ders çalışmayan, ya da yaramazlık yapan öğrencilerin ayaklarının altına vurmak için kamçı taşımadığı onu daha çok sevdim.
Bir defasında Ağa’mın elinde farklı harflerle yazılmış bir kitap gördüm. Eskimiş kalınca bir kitabın karton kapağında orakla çekiç resimleri vardı. Orağın bir tarafındaki renkler iyice solmuştu. Tam olarak bu alet ölçüsünde olan ile bizim elllerde haşhaş kozası kesmek için kullanılan araca benzettim.
Komuşumuzda gördüğüm alete de benziyordu. Benim yaşımdaki oğlu, dağda haşhaş tarlalarının olduğunu söylüyordu. Ağa’m, benim onlardan uzak olmamı istiyordu. Büyüdükçe bunun sebebini anladım. Onlar ailece uyuşturucu ticareti yapanlardandı. Ağa’m, benim dikkatli bir şekilde kitabı incelediğimi görünce:
–Beğendin mi, diye sordu.
Ben kitaptan daha çok üstündeki orak resmini merak etmiştim. Ağa’mın karşısında kendimi ezdirmedim. “Evet,” diyerek başımı dik tuttum. Ağa’m sol tarafında duran kağıtla tükenmez kalemi eline alıp kitabın üstüne koydu. Kağıdın yukarısına bir tane, aşağısına iki tane nokta koyarak bunları bir çizgi ile birleştirdi. Ardından bir daire çizerek sağ tarafına bir kol çıkardı. Sonra defteri bana uzatarak:
–Bunları sen çiz, bakayım, dedi.
Beni bir gülme tuttu. Sanki toprak yolda dere tepe giden bir motosiklet gibi hırıltılı bir ritimle gülüyordum. Neyseki bu defa kendimi hemen toparladım. Ağa’mı kızdırmamak için hemen ciddileştim. Bir hafta sonra Rusça büyük ve küçük “a” olduğunu öğrendiğim bu harfleri Ağa’mdan daha iyi çizmiştim. Hem de nokta falan koymadan başarmıştım yazmayı.
Kendi ağzımla başımı belaya sokmuştum.
Ağa’m:
–İstersen sana Rusça bilen bir öğretmen tutalım, dedi.
İçimden “hayır” desem de sahte bir gülümseme ile mutlu olduğumu belirttim. Hemen ertesi günden başlayarak Rus öğretmen ders için gelmeye başladı. Rusça öğretmenim de dindar birisiydi. Rusça’yı düşmanla tartışmak için öğrendiğini söylüyordu. Ben ise bu yabancı dili öğrenmek istediğimi söyleyip, kendi kendime düşmanlık yapmıştım.
Ben Rusça öğrenmeye başladığımda Ruslar henüz Afganistan’ı işgal etmemişti. O zaman düşman olarak yerli Komünistleri görüyorduk. Öğretmen o kadar güzel anlattı ki iki ay içinde bütün harfleri öğrenmiştim. Bu öğretmenin sevmediğim tek şeyi, ders anlatırken ağzından etrafa, elimin üstüne, yüzüme hatta bazen ağzımın içine kadar gelen tükrükleriydi.
Bir gün ders bitmiş öğretmen gitmeye hazırlanıyordu. Yüzüme dikkatli bir şekilde bakarak:
–Afganistan’ın geleceği sizin elinizde. Bu dili ne kadar iyi öğrenirsen, düşmanla o kadar rahat mücadele edersin, dedi.
Biraz tedirgin bir şekilde etrafa baktı ve “Ağa, bu söylediklerimi öğrenmesin, olur mu?” dedi. Korkmadığını göstermek istiyordu ama Ağa’mdan çekindiği açıkça belliydi. Ben “Bilse ne olur?” diye sorunca iyice panikledi. Biraz tereddüt ettikten sonra: “Belki kızar!” dedi. Sözlerinin benim üstümdeki tesirini ölçmek için yüzüme dikkatli bir şekilde bakarak:
–Belki de beni kovar, yeni bir öğretmen bulur.
“Başka bir öğretmen bulur!” sözcüğü beni de öğretmen kadar heyecanlandırdı. O anda gözlerimin önüne medresedeki Molla Cabir’in korkunç yüzü geldi. Sağ dirseği ile hırkasını geri itti, elini yan tarafına dayayarak şişman karnının üstünde dik duran kırbacını gözlerimin önünde canlandırdım.
Onun acımasız “kamçı” vurulması ile ilgili kararları, ve sırtımızda patlayan kamcı sesleri kulaklarımda çınladı. O, hiç bir zaman Ağa’mın korkusundan bana kamçı vurdurmasa da, titrediğimi hissettim. Yavaşça, “Söylemem” dedim. Öğretmen de sakinleşmişti. Gülümseyerek eliyle saçlarımı okşadı. Sonra tombul dudaklarını saçlarımın üstüne yapıştırıp öptü. Bana öyle geldi ki tükrükleri saçlarıma yapışmış, ağzındaki sular derime kadar akmıştı. Öğretmen gider gitmez, hemen bahçedeki çeşmenin altına kafamı sokarak iyice yıkadım.
Farsça öğretmenim aynı zamanda Kabil’in kenarındaki İmam Hasan Camisi’nde imamlık yapıyordu. Onun da Ağa’m gibi bembeyaz sakalı vardı. Bıyıkları ise dibinden kesikti. Kafasındaki saçlar her zaman ustura ile kazınmış olurdu. Masmavi gözleri ile nisbeten parıltılı sakalı arasında her zaman bir uyumsuzluk hissederdim. Yazarken sol elini kullanırdı. Nedense sağ elini fazla kullanmazdı ama tam bileğinde tuhaf bir kesik izi vardı. Herkes onu, İranlı Molla Haşim olarak bilirdi.
Halk arasında Molla Haşim’in büyük saygınlığı vardı. Pürüzsüz ve sağlıklı yüzü onun yaşından daha genç gösteriyordu. Her zamanki gibi Rusça öğretmenim gittikten yarım saat sonra o gelirdi. Bu defa geldiğinde Rusça öğretmenimin saçlarımdaki tükrüğünü yeni temizlediğim için saçlarımdan sular akıyordu. Defterimi koltıuğumun altına sıkıştırmış merdivenlerden çıkarken Molla Haşim’le karşılaştım. Ne olduğunu anlamaya çalışırken koltuğumun altındaki defteri çekerek: “Defter ıslanacak!” dedi.
İçeri geçip saçımı kuruladım ve geri döndüm. Molla Haşim, Rusça yazdığım defteri okuyordu. Öylesine dalmıştı ki beni fark etmesi epey zaman aldı. Başının üstünde dikilip kendisine baktığımı fark ettiğinde irkilerek defteri yanına bıraktı. İş üstünde yakalanan hırsızlar gini renkten renge girdi.
***
Zahir Şah’ın devrilmesinden sonra ülkede siyasi durum oldukça kötüye doğru gitti. 1970 yılından başlayarak ard arda devam eden kuraklık, sonunda kıtlık yaratarak sosyo-ekonomik dengeyi bozmuştu. Şimdi ise manevi kuraklık yaşıyorduk. Aynı yıllarda babamında çok etkilendiğini annem yeni yeni anlatıyordu. Çünkü Zahir Şah’ın yakın adamları siyasi takibe uğruyor, tutuklanıyor ya da ortadan kaldırılıyorlardı. Zahir Şah, İtalya’da tedavi olurken darbe yapan amcası oğlu ve kayın biraderi Davud Han’ın da Ağa’ma büyük saygı beslediğini sonradan öğrendim.
Rusça öğrendiğim zamanlarda sık sık Ağa’mı ziyarete gelen insanları bir köşede oturarak dinlerdim. Siyasi sohbetler beni mıknatıs gibi çekiyordu. Bazı kelimeleri anlayamıyordum: Milli Sosyalizm, sağcılar, solcular, libareller, demokratlar, muhalifler gibi kelimeler, beni epeyce düşündürüyordu.
Bu kelimeler arasında en fazla “cihat” kelimesini duyuyordum. Ağa’m konuştukça evde bulunan misafirler not alıyorlardı. Anladığım kadarıyla cumhuriyetin kuruluşu ile ilgili tavsiyeler veriyordu. Bazen siyasi tartışmaların en ateşli bir yerinde konuşmalar Arapça’ya dönüyordu. Ancak, konuşmalarda geçen “cihat”, “şürevi”, “cengi cihan” gibi kelimelerden konunun ne olduğunu anlayabiliyordum.
Evimizde sık sık şiir geceleri ve ilmi konuşmaların yapıldığı toplantılar da düzenleniyordu. Kabil’in yüksek tahsilli insanları bu toplantılara katılıyordu. Bazen Afganistan’ın değişik şehirlerinden gelen misafirlerimiz de oluyordu. Ağa’mın teklifi ile her dafasında bir misafir, toplantıyı yönetiyordu. Toplantının en sonunda Ağa’m bütün konuşmaların bir özetini yaparak toplantıyı bitiriyordu.
Bir gün doğa olaylarının konuşulduğu ilginç bir sohbetin şahidi oldum: İmam Cevahir, yağmur ve rüzgarın oluşması ve onların birbirlerine etkisi konusunda yaklaşık yarım saat konuştu. Ben, toplantının başından beri kafama takılan bir soruyu sormak için fırsat kolluyordum. İmam Cevahir’in sözleri biter bitmez, ayağa kalkarak, meclis adabına uygun elimi kalbimin üstüne koyarak titrek bir sesle:
–Sahip İmam, bulutlar süzülerek nereye gidiyorlar?
Ağa’mdan başka herkes gülmüştü. Hatta yüksek sesle kahkaha atanlar bile vardı. Bu gülüşmelerden o kadar sıkıldım ki, yüzüm kızarmaya başladı, ateş yavaş yavaş vücudumun her tarafına yayıldı. Sanki altıma kaçıracaktım. Bacaklarımı sıkarak bir Ağa’ma bir de İmam Cevahir’e bakıyordum. Sonra toplantıdaki insanları süzerek, beni bu sıkıntıdan kimin kurtaracağını anlamaya çalışıyordum. Neredeyse “imdat” diye bağıracaktım. Birden, toplantı bitince herkesin birbiriyle el sıkışarak vedalaştığı o an aklıma geldi. İçimden “Keşke şimdi herkes vedalaşsa!” diye geçirdim.
Tam o anda İmam Cevahir, yaşlı bedenini kilimin üstünde toplayarak nargilesinin marpucunu eline alıp ağzına götürdü. Ağa’m ise her zamanki sakinliği ile oturuyordu ama ben onun ruhunun çaresiz bir şekilde nasıl çırpındığını hissedebiliyordum. Daha önceki toplantılarda son sözü demek için herkesten izin isterdi ama şimdi aceleyle konuşmaya başladı:
–Öncelikle alimlerin huzurunda saygısızlık eden oğlumun sorusunu cevaplandırayım.
Ağa’m bana ilk defa “oğlum” diye hitap edince duygusallaştım ve vücudumun ateşi daha da arttı. Ancak, bu defa sevincimden ateşim yükselmişti. Altıma kaçırdığımı unutmuş, Ağa’m sözlerinin öncesinde ne dediğini anladığımda o devam etti:
–Biz “buluş” denilen her yeniliğe dikkat edecek olursak, insanın her şeyi doğadan aldığını görürüz. Eğer uçak, kuşların teknolojik modeli ise gemiler de balıkların demirleşmiş şeklidir. Ağır silahlar, Japonya’ya atılan atom bombası, volkan ile mantarın ortak şekli değil midir? Mantar zehirlenmesi mide ve bağırsakları aynı radyasyon zehirlenmesi gibi etkiler. Sadece Allah, her şeyi insan için ve onun devamlılığını sağlayan kainat için yaratmıştır. İnsan ise bunların benzerini kötü niyetler için yapmıştır. Biraz daha net konuşursak, buluşu yapanlar değil, o buluşu kullananlar kötü niyetli oldular.
Bulutlar aşıktır, onlar kendi maşuklarını toprakta kaybedip, göklere çıkmışlar. Bütün dünyayı dolaşıp maşukları bulamayınca gözyaşı akıtmaktan başka yolları kalmamış. Toprak yeşerttikçe yeşertiyor ki, belki bulutların maşuklarını onlara gösterebilsin. Ulu Rumin’in dediği gibi: “ Bulutlar ağlamasa, çimenler gülmez!” Alah insanı kendisine hem de doğaya borçlu yarattı.
Ağa’mın sözleri her zamanki gibi dua edilerek alıkşlandı. Ben sevinç içinde çırpınıyordum. Ağa’m gibi güçlü bir koruyucum olduğu için gururluydum. Bu tarihten sonra bulutların hareketini izlemek benim en önemli işim oldu. İzlediğim beyaz, siyah, gri, hatta nadiren de olsa kırmızı renkli bulutlar gerçekten de ağlıyorlardı.
Ben büyüdükçe, Ağa’mın Afganistan hakkında dedikleri bir bir çıkıyordu. Gerçekten de İslamiyet hakarete uğramıştı. Çünkü Sovyet ordusu Afganistan’daydı. Bundan iki yıl sonra ben 10 yaşına girmiştim. O yıl doğum günümü komşumuzun iki oğlunun aynı anda şehit olması nedeniyle yapamamıştık. Sonraki iki yılda da durum aynı oldu; çünkü bizim sokakta hep şehit çadırı vardı. Bu yıl ortalık daha sakindi; çünkü Sovyet kurşununa hedef olacak kimse kalmamıştı. Kalanlar ise farklı sebeplerden dolayı bu kavgaya katılmıyordu. On üç yaşındaydım ve sanki bu yıl doğum günü kutlayacaktık. Doğum günüme günler kalsa da evde hummalı bir hazırlık vardı. Annemle babam, benim doğum günüm nedeniyle Ağa’mın bize geleceğini umuyorlardı. Bütün bunları onlardan duymasam da hareketlerinden hissediyordum. Çünkü konuşmalar genellikle fısıltı halindeydi ve benden gizlenirdi. Ağa’mın bize geleceğini ümit etseler de ikisi de buna pek inanmıyordu. Bunu ya zeki olduğum için ya da ailemin saf olması nedeniyle anlıyordum.
Nihayet Dursun bize geldi. Yüz ifadesi pek hoş olmasa da zorla gülümsemeye çalışıyordu. Avluda duran babamın yanına gitti. Ayakta yapılan konuşmalardan durumun iyi olmadığını anlamıştım. Dursun günahkar adamlar gibi neredeyse iki kat eğiliyordu. Ağa’m doğum günü kutlamasının kendi evlerinde yapılması için haber göndermişti. Sanırım gelen sipariş olumlu değildi. Pür dikkat babama ve biraz geride onları dinleyen anneme bakıyordum. Babam birkaç defa “Başım üstüne!” diyerek verilen kararı saygı ile karşılayacağını belirtiyordu.
Ailemin suratı ertesi gün öğlene kadar düzelmedi. Ağa’mın bizi affederek evimize geleceği hayallerimiz boşa çıkmıştı.
Doğum günümden iki ay önce Ağamlara geldik. Gerçi hafta sekiz, biz dokuz bir aradaydık. Daha doğrusu ben bu evin bir ferdiydim. Bu defaki gelişimiz doğum günü için bazı hazırlıklarda yardım istemekti. Ağa’m doğum günüyle ilgili herhangi bir şeyin komşular tarafından bilinmesini istemiyordu. Ama hizmetçilere ek olarak bir hizmetçinin daha gönderileceğini söyleyince içimde tuhaf bir sevinç havası esmişti.
Sabahın tez gelmesini ve gönderilecek hizmetçilerin kimler olacağını görmek istiyordum. Bununla ilgili hiçbir şey bilmesem de içimde güzel bir haber alacağıma dair bir his vardı. O sabah Ağa’m Dursun’u çağırarak, birinci kulübedeki Hazaraların, en baştaki ailenin yanına taşınmasını ve hemen onun yanına yeni bir kulübe yapılmasını istedi. Boşalan kulübeye de anne ve kızdan oluşan başka bir hizmetçi taşınacaktı. Ben, merakımı yenemeyerek yeni hizmetçilerin ne zaman geleceğini sordum. Ağa’m beni kırmamak için özel bir gayret sarfetti. Büyük insanlara verilen cevap gibi saygılıydı. Cevabı kısa, bakışları tuhaftı. Sanki gözlerinin derinliklerinde var olan ne idiyse onu herkesten gizlemek için bakışlarını Kabil dağlarının zirvesine çevirdi.
Ağa’mın dediği zamanda hizmetçiler gelmişti. Böylece benim de hayatımda yeni bir dönem başlamıştı. Kalbimi, duygularımı sürekli okşayan bu dönemin aynı zamanda bana problemler yaşatacağını düşünemezdim. Uzun yıllar kalbime yerleşen duyguların aşk olduğunu anlamaya başladığımda bu duygular beni ateşlendiriyor, düştüğüm zor durum ise varlığını küle döndürüyordu.
Ağa’m benim için sanki doğum günü değil de bir düğün hazırlığı yapıyordu. Bodrumun kapısının önüne konulan bir makinadan şeker kamışı suyu çekiliyordu. Bahçede üç büyük pilav kazanı ocak üstündeydi. Ocaktan biraz ileride bir ağaçtan asılan kuzulardan kesilen etler şişlere diziliyor, büyük bir mangalın üstünde konuyordu. İki kebapçıdan birisi parça etlerden, diğeri de kıyma etten yapılan şiş kebapları ayrı ayrı kazanlarda topluyorlardı. Ben hizmetçilerin çocuklarını toplamış mangalın kenarındaki duvar boyunca uzanan bir söğüt kütüğünün üstüne oturmuş, yapılan şişlere bakıyordum. Pişen kebaplar, sıcak kalması için çelik kazanlarda ateşin kenarına yerleştirilene kadar bizim karnımız doymuştu. Bütün yemekler hazır olduktan sonra Ağa’m kendisi için hazırlanan yere oturdu. Karşısında küçük bir masa vardı. Ağa’m yemeğe başlamadan önce uzun uzun dua okudu. Hemen sonra yanlarına dizilen komşulara yemek servisi yapılmaya başlandı. Yemekler bir sininin üstünde servis ediliyordu. Her sinide bol miktarda pilav, aile sayısına göre iki şiş kebap ve daha önceden hazırlanan bir çerez tabağı vardı. Yemek servisi başlayınca Ağa’m Dursun’u yanına çağırarak yavaş bir sesle:
–Yemek taşıyan hizmetçilere dikkat et, her tarafa dağıtılsın, dedi.
Sinilerdeki yemekler evlere dağıtılmaya başlandı. Ben Ağa’mın yanında duran kütüğün üstündeki yerimi beğenmiş, iyice yerleşmiştim. Birazdan Dursun, Ağa’mın yanına gelip elini kalbinin üstüne koyarak saygıyla eğildi:
–Ağa, yemekler kırk eve dağıtıldı. Herkes dualarla gönderilen yiyecekleri aldı. Bunlardan bazıları sizi ziyaret etmek istiyorlar.
Ağa’m başı ile onay verdi. Tesbihini şakırdatarak çekerken, nargilesinden bir nefes alıp, dumanını dışarı üfürdü.
Dursun’a doğru bakarak:
–Bizim sokakta unutulan kimse oldu mu?
–Sadece Meşedi Salman’ın kapısı kilitliydi. Oğullarının şehit haberi geldikten sonra karısını alarak gitmiş. Kapıya asılan kilit neredeyse paslanacak.
Ağa’m:
–Allah sabır versin. Ağır bir dertle karşılaştı zavallı, diyerek salavat çevirdi.
Az sonra Zübeyde, Ağa’mla beraber bana da çay getirdi. O zaman moda olan armut boğazlı çay bardağından bir yudum almıştım ki kapı çalındı. Gelen Nevid’in anası ile iki küçük kız çocuğuydu. Bu kızları sık sık mısır kavurması için çağırırdık. Nevid’in annesi bana hediye getirmişti. Gazeteye sarılmış hediyeyi masanın üstüne bırakarak yüzümden öptü. Sonra dua etmeye başladı ama benden ziyade Ağa’ma dua ediyordu. Böylece tebrikleşme başladı. Evimize kimse davet edilmediği için sadece evimizde olanlar ve hizmetliler beni tebrik ettiler.
Şekerkamışı tezgahı tıkırdayarak şekerkamışlarını ezip suyunu çıkardığı bir anda Dursun, hizmetçilerden birisi ile birlikte bir semaveri avluya getirdi. Ağa’m dikkatli bir şekilde semaverı inceledikten sonra:
–Bunun cehennemi[9 - Semaverin ortasında ateş yakılan yer.] rus mermisidir.[10 - Bakırdan yapılan mermi.]
Dursun, suçlu insanlar gibi boynunu büktü. Ağa’m kendisine baktığını görünce mecburen cevap vermek zorunda kaldı.
–Evet Ağa, bunu bir defa kaynatabilirsek, gece yarısına kadar devam eder. Pazardan bir günlüğüne kiraladık. Yarın geri vereceğiz.
–Cafer Usta yine bu işi mi yapıyor?
–Evet, iki–üç tane ücretli eleman tutmuş, onlar savaş alanlarından top ve tank mermilerini toplayarak ustaya getiriyorlarmış.
Ağa’m derinden bir “ah” çekti.
–Memleketi cehenneme çevirdiler, biz de semaver cehennemini ganimet biliyoruz.
O anda bahçe kapısı yeniden çaldı. Ağa’m “Buyurun!” deyince, komşumuz Ağa Şahbazi ile oğlu içeri girdiler. Ağa’m özel bir saygı ile onları karşıladı. Şahbazi’nin benden beş yaş daha büyük oğlu Cahit, Sovyet orduları Afganistan’a girince öğretmenleri ile beraber dağa çıkmıştı. Toplam iki ay içinde bir kolunu ve ayağını kaybeden bu gencin yüzünden nur yağıyordu. Gerçekten yakışıklı birisiydi.
Cahit sağlam kolunu semavere dayanıp durmuştu. Ben gayri ihtiyari olarak bir Cahit’e bir de Ağa’ma baktım. Ağa’mın yüzü kıpkırmızı olmuştu. Sanırım Cahit’te durumun farkına varmıştı. Aniden pis bir şeye dokunmuş gibi kolunu semaverden çekti. Ağa’m Dursun’a seslenerek bahçe kapısını kilitlemesini söyledi. Bunun anlamı misafir kabulünün sona ermesiydi. Töreye göre de kapı kilitli ise davet edilmeyen hiç kimse evin kapısını çalmazdı.
Herkes evde toplandı. Benim doğum günüm nedeniyle hizmetçiler de bizimle beraber akşam yemeği yiyeceklerdi. Bu durum Afganistan’da, gece karanlığında iğne aramak gibi bir şeydi. Salonun duvar kenarlarına uzunlamasına açılan yer sofralarına meyve, sebze ve yemek konmuştu. Çocuklar için orta salonda bir sofra açılmıştı. Büyükler için ise salonun baş tarafında daire şeklinde bir sofra düzenlenmişti.
Ağa’m namaza başlamadan önce Dursun’a dönerek emredici bir sesle:
–Ay Dursun, hanımlara söyle çocukları bekletmesinler. Onların yemeklerini verin, dedi.
Daha sonra abdest alıp içeri geçtiler ve benim için üç rekat şükür namazı kıldılar. Ardından şehitler için dualar edildi. Ben ne çocuktum ne de büyük; Bu nedenle istediğim sofraya oturma hakkım vardı. Bu nedenle de evimizin yeni sakini Sara’nın yanına oturdum. Ne yazık ki Kumru da öbür tarafımdaydı. Burada oturma amacım namaz kılan Cahit’i izlemekti. Farkında olmadan kaderimin yanına oturmuştum. Namaz ve dua bitince sofranın başına geçtiler. Ağa’mın yanı boş bırakılmıştı. Ben de teklif beklemeden oraya geçtim. Her zaman olduğu gibi yemek üstünde konuşulmuyordu. Sadece yemeğe uzanan ellerin sofraya değerek çıkardığı hışırtı, boşalan tabakların ve ağzını şapırdatarak yiyenlerin sesinden başka odada ses yoktu.
Yemek sofrası toplandıktan sonra çay için sofra kuruldu. Odada bulunanlar Ağa’ma hürmeten konuşmuyorlardı. Ağa’m ise Cahit’e ilgi gösteriyordu. Yemek esnasında da ona adı ile hitap ederek farklı yemeklerden de tatmasını isteyince, Cahit bembeyaz dişleri görünecek gibi gülümseyerek saygı gösterdi. Çay sofrası da yavaş yavaş toplanıyordu. Herkes izin alarak kalkmaya başlayınca Ağa’m onlara biraz beklemelerini işaret ederek odadan ayrıldı. Biraz sonra geri döndüğünde hemen arkasında duran Dursun’un elinde bir baston ve iki paket vardı. Ağa’m önce bir paketi Cahit’e uzatarak:
–Oğlum, bu seccadeyi özel olarak Türkmen ipeğinden senin için yaptırdım. Üstündeki nakışlardaki yazılar benim sözlerimdir. Bu baston da senin için: Üzerindeki taşlar kehribardır. Bunları da Türkiye’nin Bayburt şehrinden Kabil’e getirtip özel olaraq yapdırdım. Bu son paket ise ikimizin arasında sır olarak kalacak. İnşallah düğününde bundan faydalanırsın. Kısmet olur da o günü görürsem, daha iyi bir hediye alırım. Sen her Afgan’ın saygı göstermesi gereken bir kahramansın.
O zaman yaşım ve dünya görüşüm nedeniyle olayların sebebini anlayamıyordum. Cahit bize gelmeseydi bile sanırım hediyeleri evine gönderilecekti. Özellikle bastonu almak için benimle beraber Kabil pazarındaki Şamil ustanın dükkanına üç defa gittik.
Aradan birkaç ay geçtikten sonra Cahit’in şehit olduğunu duyduk. Kabil dağlarında yarısını bıraktığı bedeninden geriye kalan kısmına patlayıcı bağlayarak Kabil pazarının girişinde duran Sovyet tankının yanında kendisini patlatmıştı. Sovyet işgali karşısında gerçek bir mücahit olduğunu sakat bedeninden ikinci defa vazgeçerek göstermişti. Zavallı Cahit neler görmüş, neler yaşamıştı? Komşuların dediğine göre ağrıları başladığında kafasını duvarlara çarpıyormuş. İntihar haberini duyunca sanki kendim görmüş gibi gözlerim önünde Cahit’in başını duvara nasıl vurduğu canlandı.
Afganistan için normal sayılan bu durumlar beni çok rahatsız ediyordu. Çünkü Cahit sadece dış güzelliği ile değil saygılı davranışları ile de daha iyi bir hayat yaşamayı hak ediyordu. Ağa’m Cahit’in şehit haberini aldığında düzenlenen taziye masrafları için yardım etmişti. O zaman Ağa’mın Afganistan’da Sosyalizmin yerleşmesine değil, Rusların işgaline karşı olduğunu anladım. Ağa’m, zengin olsa da sosyal adalet istiyordu. O, toplu olarak bilinçlenmeyi ve milli bilincin gelişmesini yegane kurtuluş yolu olarak görüyordu.
Biz büyüdükçe, Zübeyde’nin işi ağırlaşıyordu. Aslında biz bağımsızdık ama onun kendisi bizi denetlemeyi bir görev biliyordu. Biz derken Sara ile kendimi kasdediyordum. Zühre Bibi’mi kollamak ise onun başlıca göreviydi. Zühre kendisini kaybettiğinde onu Zübeyde’den başka hiç kimse sakinleştiremiyordu. Bibi’m çok kuvvetliydi, bu nedenle onu kaba kuvvetle tutmak çok zordu ama Zübeyde onu nasıl sakinleştireceğini çok iyi biliyordu. Zaten Ağa’m Zühre’ye kaba davranılmasını kesinlikle yasaklamıştı. Gerçi doktorlar onun birisinden korkması gerektiğini söylemişlerdi ama Zübeyde sayesinde buna gerek kalmıyordu.
Zübeyde’nin ikinci görevi de beni Hazara kızı Sara’dan korumaktı. Tabi Sara’yı da benden… Doğum günümde hayatımıza giren Hazara kızı Sara’ya aşık olmaya başlamıştım. Biz büyüdükçe Zübeyde’nin üstümüzdeki baskısı daha da artıyordu. Bizi birbirimize yaklaştırmıyor, birbirimize dokunmamıza izin vermiyordu. Kumru ile bir araya getirmek için de özel bir çaba harcıyordu. Bu çabalar tam aksine beni daha çok Sara’ya bağlıyordu. Bütün bu işler için Ağa’mın Zübeyde’ye emir verip, vermediğini çok merak ediyordum. Sonra “Bu akıllı ve gururlu adam bunu yapamaz!” diye düşünüyordum. Ancak biz Afganlılar işaret dilini konuşma dilinden daha iyi anladığımız için Zübeyde, Ağa’mın düşüncelerini okuyordu.
Ben, her hareketimle Sara’yı kendime bağlamıştım. Aramızda her geçen gün biraz daha kuvvetli bir duygu gelişiyordu. Bizim evde hiçbir zaman hizmetçilerin yeme–içme ve giyim problemi olmazdı; Çünkü biz ne yersek onlar da aynı yemeği yiyorlardı. Buna rağmen sık sık ona tereyağlı çörek götürüyordum. Bir gün hiç unutamayacağım bir hadise oldu. Çok ilginçtir ki uzun yıllar ard arda vatan ve aile problemleri yaşasam da bu olayı unutamadım: Aynı gün Sara ve anası Feride’nin bizim eve taşınmalarının bir ayı dolmuştu. Ancak bu müddet bana çok uzun gelmişti. Sanki biz Sara ile aynı evde doğup büyümüştük. Pencereden bakınca Sara’nın bahçede tek başına olduğunu gördüm. Hemen ekmek üzerine incir reçeli sürerek bahçeye çıktım. Birisi görse bile durumu anlayamazdı. Sara’nın yanına yaklaşıp ekmeği ona verdim. Tam yemek üzereyken Zübeyde beni çağırdı. Yanına gittim, bana bir şeyler söyledi, Sara’nın yanına döndüğümde gözlerim faltaşı gibi açılmıştı. Kumru, reçelli ekmeği Sara’nın elinden alarak köpeğe atmıştı. Köpek ekmeğin önünde, kafasını ön kollarının üstüne koyarak ekmeğe bakıyordu. Sanki başkasının yemeğine tenezzül etmiyor gibiydi. Zavallı Sara’m, benim dönmemi beklediği için bir lokma bile almadan ekmeği elinden alınmıştı.
Bu olayı unutamadım. Sanki Sara ile aramızda oluşan güzel duyguları parça parça ederek köpeklere atmışlardı. O sinirle yumruğumu sıkarak Kumru’nun üstüne yürüdüm. Tam o anda Sara ile bakışlarımız çakıştı. Sakin olmamı istediği her halinden belli oluyordu. O bakışlar karşısında ellerim boşaldı ve yanıma düştü. İçimdeki kin ve nefret sanki bir anda filizlenerek bütün vücuduma hakim oldu.
Bizim ailede hiç kimse ne burka[11 - Burka:Sadece yüz bölgesinde küçük delikli parçası olan dini giyim. Taliban döneminde Afganistan’da mecburi giyim.] ne de çarşaf giyerdi.
Bibi’mden başka kadınların hepsinde baş örtüsü vardı ama herkes istediği gibi bağlardı. Bu özgürlüğü onlara hatta hizmetçilere Ağa’m vermişti. Sara ve Kumru da eşarp bağlıyorlardı. Kumru siyah bir kumaştan elde dikilmiş eşarp Sara ise farklı renklerde ama eski şallar bağlıyordu. Bu rengli şalların altında yuvarlak yüzü, gurub vakti güneşe benziyordu.
Çocukken en çok sevdiğim Nevruz Bayramı, İstanbul’daki düğün faciasına kadar unutamadığım güzel olaylardandı. Kabil’deki evimizde Nevruz için özel hazırlık yapılırdı. En çok sevdğim boyalı yumurtalardı. Zübeyde bunu bildiği için yumurtaları Şubat’ın üçüncü haftasından boyamaya başlardı. Ben yumurtadan bıkana kadar bunu yapmaya devam ediyordu. Nevruz Bayramı’nda topladığım yumurtalarla kendimi zengin birisi olarak görürdüm.
Bazen de bana verilen yumurtaları kendim tokuşturarak kırıyor, sokakta yumurta tokuşturmadan kazandığımı söylerdim. Ağa’m benim yumurtalara olan ilgimi bildiği için İsfahan’dan tahtadan yapılmış yumurtalar getirtmişti. Rengi, şekli hatta ağırlığı yumurta kadardı. Bu tahta yumurta ile sokakta çok sayıda yumurta kazanmıştım. Ağa’m bu yumurtayı medreseye ve sokağa çıkarmamam için iyice tembihlemişti. Gerçekten de bu sahte yumurta bana problem yaratabilirdi. Kabil’in piçleri bunu duysaydı cezam çok ağır olurdu. Ben ise büyük ustalıkla, yumurtanın boyası soluncaya kadar tokuşturma işini başarıyla yürüttüm.
Zühre Bibi’min yemeğini Zübeyde özel olarak hazırlardı. Bibim yemekten sonra azcık olduğu yerde kestirip, daha sonra yatağına giderdi. Çoğu zaman evin köşesindeki beyaz koyun derisinin üstünde, üstüne ince bir pike atılmış, uyurken görürdüm. Sonradan öğrendim ki Zübeyde onun yemeğine afyon katıyormuş. Zühre Bibi’min en çok sevdiği meşguliyet mısır ve nohut kavurmaktı. Bu da sadece kışın soba üstünde oluyordu. Ağa’m onun bu zevkini gidermesi için evin tam ortasındaki ayaklı sobayı kaldırtıp, yere yakın ve biraz daha geniş bir soba koydurtmuştu.
Bibim mısır patlatırken ben hemen komşu çocukları ve hizmetçilerin çocuklarını bize çağırırdım. Sobanın etrafını çevreleyerek otururduk. Sobanın sıcağı vurdukça Bibi’min kızaran yanakları, ona tuhaf bir güzellik verirdi. İlk işe başlayınca giydiği elbiseleri soba kızarmaya başlayınca tek tek çıkarır, en sonunda üstünde ince bez elbisesi kalırdı. Zübeyde ise yardım etmek için sürekli onun yanında olurdu. Hem de aniden bu ince elbisesini çıkaracağından korkuyor gibiydi. Soba kızardıkça, patlayan mısırlar bembeyaz pamuk kozaları gibi saçılıyor, bunu izleyen Bibi’m kahkahalarla gülüyordu. Mısır patlamaları çoğaldıkça Bibi’m neredeyse gülmekten bayılıyordu.
Ağa’m bu manzarayı uzaktan izleyip, arada bir gülümsese de gözlerinin derinliğindeki keder her gün biraz daha kalınlaşıyordu. Biz ise patlayıp yere düşen mısırları kapmak için birbirimizle yarışıyorduk. Bazen birbirine çarpan kafalarımızın çıkardığı patırtı, ardından çıkan “of”, “of” sesleri yeni bir mısırın yere düşmesiyle kayboluyordu. Ben ise bu kalabalıktan istifade ederek Sara’nın ellerine rahatlıkla dokunuyordum.
Nohud ve buğday kavrulması ise bambaşkaydı. Kavurga işi bitmeyene kadar, Bibi’m kimseye vermezdi sadece benim elime arada bir kavurga sıkıştırırdı. Ben de ilk fırsatta onları Sara’nın dudaklarının arasına iterdim. Canı kavurga isteyen diğer çocukların sobaya doğru yaklaşmasını ise uzun tahta kaşığı havada sallayarak önlerdi.
Bazen uzun kaşığı havada sallayarak:
–Yakına geleni sobanın üstüne atarım, diye tehtid ediyordu.
Ben, büyüdükçe Bibi’min bu halini üzülerek seyrediyordum. Kırk yaşlarındaki bu güzel kadın mısır patlatmak, nohut ve buğday kavurgası kavurmaktan başka bir şeyden zevk almıyordu. Bu durumun Ağa’mı nasıl üzdüğünü artık rahatlıkla görebiliyordum.
Ergen gençlerin en çok sevdiği oyun uçurtma uçurmak ve çizgiden kurtarma oyunu[12 - Sert toprağa çizlien bir daire içindeki ebeyi kemerle dövmek. Bu olaydan kurtulmak için ebenin kendisini döven bir kemeri yakalayıp kemerle vuran kişyi daire içine çekmesi gerekirdi.] olsa da benim ilgimi bunlar çekmiyordu. Çünkü uçurtmanın ipinin elimi kesmesine dayanamıyordum. Daire oyununu da deri kemer dayağı yememek için istemiyordum. Bir defasında yaklaşık bir saat dayak yemiştim. Ondan sonra bir daha bu oyuna yaklaşmadım.
Bahçemizin arka duvarı boş bir arsaya bakıyordu. Oradaki duvarın önünde topladığımız yassı taşları belli bir uzaklıktan vurmaya çalışıyorduk. Bu oyunu o kadar oynamıştık ki attığımız taşlardan duvara çarpanlar, duvarın tüm sıvasını dökmüştü. Ben solaktım ama iyi nişancıydım. Hatta bir defasında komşumuzun danasını tam kafasından vurmuştum, dana yerde epeyce böğürdü. Bir daha da kimseye, hatta hayvanlara bile taş atmadım.
Bu taş oyununu da bana Nevid öğretmişti. Beni yenen tek kişi de oydu. Onlarla karşılıklı komşuyduk. Sağır ve dilsizdi. Ancak onun enerjisi kollarında toplanmıştı. Bir defasında bir arkadaşı ile bir kilo ayçiçek helva ile bahse girdi. Bahsin konusu Nevid’in bir yumrukta bir sıpayı yere devirip devirmeyeceği idi. Şöyle bir gerildi ve bir yumrukta sıpayı yere devirdi. Tabi kazandığımız helvayı hep beraber yedik.
Benden başka tüm mahallenin çocukları onu küçümsüyorlardı. Sonradan anladım ki herkes onun fiziki gücünü kıskanıyordu. Çünkü Kabil’de akıl gücü değil, fiziki güç önemliydi. Ancak keskin nişancı olmak ise fiziki gücü de yenerdi. Kolu kuvvetli, korkusuz olanlar Kabil’de saygı görürdü. Nevid’de bunların ikisi de vardı. Genellikle onunla tüm oyunları ortak oynardık. Biz işaretlerle birbirimizi anlıyorduk. Diğerleri bizim ne konuştuğumuzu anlamadıkları için oyunu biz kazanırdık. Uzun zaman Nevid’i evimizin hizmetçisi olarak gördüm. Ancak bana nar suyu yerine soğuk çay verdikten sonra onunla arkadaş olduk.

YAYLA
Biz yaylaya yılda toplam iki defa giderdik. Buradaki çadır ve kulübelerdeki tezgahlarda ilmik ilmik dokunan halılara bakmayı çok severdim. Bazen kulübelerdeki iplik yumaklarını top olarak kullanır, onlarla oynardım. Başka çocuklar bunu yapamazlardı ama bana kimse bir şey demiyordu. Ağa’mın koyun ve deve sürülerinden alınan yünler, önce yıkanır, sonra iplik yapılır ve dokuma tezgahına taşınırdı. Burada dokunan kilim ve halılar yaz ayının bitmesi ile birlikte Kabil’e taşınırdı. Yaylada hoşlanmadığım tek şey yıkanmış yünün kokusuydu. Hatta döşemeye serilen halılar tertemiz, çiçek gibi oluyordu ama burnuma dolan islak yün kokusu nedeniyle halıdan uzak duruyordum. Sanki bu koku içime işliyordu. En çok babamla sohbet edecek zamanımız olduğu için yaylaya gitmekten hoşlanıyordum. Yaylada babamla güzel vakit geçiriyorduk. Onunla sohbet etmek imkanımız oluyordu. Yine böyle bir zamanda bana: “Hiç bir kıza yalan yere ümit verme. Evlendiğin kadını ise boşamamaya gayret et!” demişti. Mücadeleci bir hayatım olsa da, hayatın genel kanunlarına uysam da babamın vasiyetini bozacağımı nereden bilebilirdim ki? Hem de tekrar, tekrar bozacaktım!
Babamın vasiyetine uymayınca azap çekeceğimi, hayatın beni kadınlarla sınav edeceğini nereden bilebilirdim? Ben büyüdükçe annemle babamın gözleri ışıklanıyordu. Bir gün Ağa’mın kendilerini af edeceğini ümitle beklemeye devam ediyorlardı. Sanırım bu af, sadece benim Kumru ile evlenmem sonucunda gerçekleşecekti. Ancak kader annemle babam için böyle bir fırsat vermeyecekti.
Radikal İslamcı bir genç 1982 yılının yaz ayında annemle babamı kurşunladı. Babam teröristin niyetini anlayarak kendisini annemin önüne atmıştı ama karın boşluğundan geçen ilk mermi annemin karaciğerini dağıtmıştı. Birkaç mermiden sonra tabancası tutukluk yapan terörist tabancasını orada atarak kaçmıştı. Ne yazık ki bu teröristin izini bulamadılar.
Bu olaydan iki gün önce annemle avluda çay içerken, aniden: “Benim neden kardeşim yok?” diye sormuştum. Annem utanarak hafifçe kızardı. Bana sitemle: “Utanmaz!” dedi. Gözlerinin yaşardığını görünce bu soruyu sorduğum için pişman olmuştum. Annem yerinden kalkıp eve gitti ve az sonra geri döndü. Parmakları ile saçlarımı tarar gibi yaptı. Sonra baş parmağım büyüklükte kadifeden dikilmiş bir torbayı boynuma astı. Sonra ipek gibi yumuşak elleri ile yüzümü tutarak kafamı biraz yukarıya kaldırdı. Avurtlarımı sıktığı için dudaklarım öne doğru çıkmıştı. Birkaç saniye gözümün içine bakarak:
–Bunu sakın kaybetme! Annenin nefesi var onun üstünde, seni koruyacaktır.
Gözlerinde biriken gözyaşı alnıma damladı.
–Niye ağlıyorsun anne?
–Sevincimden oğlum, sevincimden!
Ondan duyduğum son sözler bunlardı. Ertesi gün de bu facia oldu. Annem olay yerinde rahmetli oldu. Babam ise altı ay hastanede yattıktan sonra bastonla yürüyebildi.
Gün geçtikçe evdeki hava ağırlaşıyordu. Babam ağrılarını ve içinde bulunduğu durumu unutmak için kendisini içkiye vermişti. Bazen o kadar sarhoş olurdu ki ayakta durmakta zorlanırdı ama kimseye zarar vermezdi. Sarhoşken beni görmeye, ayıkken de Ağa’mı görmeye gelirdi. Sanki kurtuluş arıyordu. Babamın her iki hali de beni üzüyordu. Ağa’m da onun bu haline üzülüyordu ancak onu sakince dinlemekten başka bir tepki vermiyordu. Feleğin babamı da bana çok göreceğini nereden bilebilirdim. Bir yıl sonra da bütün malının bana verilmesini vasiyet ederek sesizce ortadan kayboldu.
Yalnız kalınca Ağa’mın evine yerleştim. Kendimi çok şanslı hissediyordum. Artık sürekli sevdiğimin yanında olacaktım. Ancak bu olay aklıma gelince şimdi bile utanıyorum. Ailemin ölümü bana başka bir mutluluk vermişti. Büyüdükçe gam ve kederim de büyüyordu. Neyse ki defter kalem ile aram iyiydi, kendimi onlarla meşgul ediyordum. Yoksa ben de mahallenin diğer gençleri gibi uyuşturucu bağımlısı olurdum. Belki de farklı bir olayın kurbanı olurdum. En iyimser ihtimalle muhacirlerle birlikte dağlara çıkmış olurdum. Gerçi muhacirlere sempati ile bakıyordum ama bunun bir çıkış yolu olduğunu düşünmüyordum.
Çocukluğumdan beri yeşili ve suyu çok seviyordum. Bu tutkum yeni oyunlar icat etmeme neden olmuştu. Medreseye gidinceye kadar bahçe kapımızın yanında meşe–meşe oyunu icat etmiştim. Ağaçların yapraklarını kopararak onları ikiüç karış uzunluğundaki toprağa diker ve sulardım. Tabiki yaprakların doğal suyu bitince solmaya başlarlardı. Ağa’mın kuraklıkla ilgili fikirlerini dinledikten sonra hidroloji mühendisi olmaya karar vermiştim. Çünkü bu kuraklıklar, zaman zaman Afganistan’da hükümetleri bile değiştirmişti. Hidrolog olmaya karar verince de, bu işin içine girmeye başlayınca da o meşe meşe oyunlarını sık sık hatırlardım.
Kendimi bildim bileli bu fikirleri kafamdan geçiriyordum. Afganistan’ın haline bakınca ya yağmur sularını toplamayı veya yer altından su çıkaracak teknolojileri düşünüyordum. Böylece ülkemizde çok sayıda göl olacak, etrafları ağaçlarla bezenecek, kayalıkların etrafında yeşillikler bitecekti. Aslında bu fikirleri Ağa’mdan almıştım.
Bir defasında çok güçlü bir sel Kabil’i bastı. Bu korkunç olayı evimizin avlusundan seyrediyorduk. Yerin altından gelen sular bizim evin karşısındaki yolun sol tarafını patlatarak havaya fışkırıyordu. İçimden bu suyun hiç kesilmemesi için dua ediyordum. Birkaç saat sonra o havaya fışkıran sular önce yavaşladı sonra tamamen kesildi. Yağmur sonra topraktan yayılan koku beni büyülüyordu.
Ağa’ma dönerek:
–Ağa, bu sel neden deniz olmadı, dedim.
Ağa’m ciddi bir şekilde yüzüme bakarak:
–Sular yeryüzünde nasıl akıyorsa, yerin altında da aynı şekilde akıyor. Hatta gökyüzünde de, dedi.
O anda bu sözleri pek anlayamamıştım. Zaman içerisinde bu fikirler zihnime yerleşmişti: Yer altında tektonik olayların meydana gelmesi, bulutların yer değiştirmesinin sebeplerini, suların farklı oranda birleşimleri ile ilgili bilgilerim arttıkça, doğa ilimlerine olan merakım da artıyordu. Suya olan ilgimi anlayan Ağa’m beni, “Naqlu”, “Qargha”, “Şah ve Arus”, “Bend–Emir”, “Dehle” barajlarına götürmüştü. Dehle barajına iki defa gittik. İkinci gidişimiz daha ilginç olmuştu: Barajın yakınlarındaki antik köyde Ağa’mın eski bir tanıdığının evinde üç gün kaldık. Gündüzleri balık tutmak ve sandalla gezmek için baraj gölüne gidiyorduk. Burada gördüğüm güzellik bana Sara’nın gözlerindeki güzelliği hatırlattı. Suların dibindeki yosunları görünce sanki benim mutlu olmam için Sara’nın gözlerinin rengini buraya aktarmışlar gibi geldi.
Böylece yıllar geçti. On altı yaşına geldiğimde Ağa’mla beraber Türkmenistan’ın sınırına altı günlük bir gezi yaptık. İki araba ile yola çıkmıştık. Bizim arabayı Ağa’m kullanıyordu. Ön koltukta ben, arkada ise Kumru ile Sara oturuyordu. Diğer arabada ise Dursun ile karısı ve Zühre Bibi’m vardı. Mürgab Çayı’nın küçük bir kolu ile beslenen gölün sahilinde mola verdik.
Ağa’mın bu geziyi benim suya olan ilgimi artırmak için düzenlediğine emindim. “Pınare Abı germ”[13 - Farsça: Sıcak su kaynağı.] adındaki bu küçük gölün her tarafından buharlar yükseliyordu. Ağa’m bu gölün özelliğinden ve faydalarından epeyce bilgi verdi. Bu nedenle araba durur durmaz ilk olarak ben indim ve gözlerim yüzen salı aradı. Sudan tuhaf bir koku geliyordu. Biraz uzaktan masmavi görünen bu göl, yakına gelince yemyeşil olmuştu. Tahminen bir hektarlık alanın dörtte üçü kayalıklarla kaplıydı. Gölün kaynağı iki ayrı yerden çıkıyordu. Kayaların olduğu taraftan çıkan su, buz gibi, diğer taraftan çıkan su ise kaynar denecek kadar sıcak ve kokuluydu. İlginç olan ise gölün suyu birbirine karışmıyordu.
Ağa’m yere iner inmez kokulu su ile elini yüzünü yıkadı. Kumru burnunu tutarak arabaya geri döndü. Sara ise aynı Ağa’m gibi yaparak bir avuç suyu yüzüne çarptı. Sonra kendisini izlediğimi görünce hafifçe gülümseyerek sanki “Senin için her şeye varım!” demek istiyordu. Tam o anda milli Afgan kıyafeti giymiş yaşlı birisinin bize doğru geldiğini gördüm. Başında pakol ve üstünde her Afganlının giydiği uzun, düğmeli ceketin her tarafı kir içindeydi. Özellikle ceketin ceplerini kapatan parçanın rengi, üstündeki kir nedeniyle değişmişti.
Biraz yaklaşınca:
–Köyümüze hoş geldiniz sahip, diyerek elini kalbinin üstüne koyup Ağa’mı selamladı.
Geleneklere göre selam verirken hafifçe eğilmişti. Ağa’m elini onun omzuna koyarak selamını aldı.
Sonra gölü işaret ederek:
–Hanımları ve çocukları sal ile gezdirmek için geldik.
Adamın gözleri ateşi sönen mum gibi kısıldı. Suçlu bir şekilde erkekçe cevap verdi:
–Salın ipi çürümüş. Bu tarafa çekemiyoruz. Altı aydır ümidimizi rüzgara bağlamıştık ki belki salı bu tarafa getirir diye. Eğer tarafa gelirse, ipini değiştireceğiz. Falcı kadının dediğine göre birileri onu kırmış ve küstürmüş. Bu nedenle sadaka istiyor. Ben de her Cuma günü yarım girvenke[14 - Girvenke: Eskiden kullanılan ölçü birimi. 1 girvenke 400 grama eşittir.] ekmek kırıntısını kayalıklardan göle doğru atıyorum.
Ağa’m ağızlığa takılı sigarasından derin bir nefes aldıktan sonra serçe parmağı ile sigaranın izmaritini yere attı. Tütün tabakasını çıkararak yeni bir sigara sarmaya başladı. Adama doğru bakmadan:
–Gelir! Sal, beni, çocuklarımın yanında mahçup etmez.
Biz yere açılan sofrada karnımızı doyururken salın bize doğru geldiğini fark etmemiştik bile. Ben ayağa kalkıp salın geldiğini söylediğimde, Zühre Bibi’m ve Kumru’dan başka herkes ayağa kalktı. Yere serilen küçük kilimin köşesine oturan Zühre, Kumru’nun başını dizine dayamış onun saçlarını okşuyordu. Kumru’nun saçlarının okşandığını görünce annemi çok özlediğimi hatırladım. Öldüğünden beri ilk defa anne hasretini bu kadar şiddetli hissetmiştim. O anda “Keşke yaşasaydı da, Bibi’m gibi hasta olsaydı!” diye düşündüm. Düşüncemden irkildim ve hemen bu düşünceyi kafamdan çıkarmaya çalıştım; Çünkü annemin Zühre gibi olmasını, onun kadar acı çekmesini asla istemezdim. Ben annemin bu şekilde acı çektiğini görseydim kalbim parcalanırdı.
İlk bakışta bir adayı andıran sal, kalın ağaçlardan yapılmış, üstüne bir karış kalınlığında toprak dökülmüştü. Gölün kenarlarında biten çiçekler sal kenarlarında da vardı. Yüz metre karelik salın üstünde birkaç tane iri taş da vardı.
Birazdan salın üstündeydik. Dursun, salın tam ortasında beline bağladığı uzun ipin diğer ucunu arabanın çeki demirine bağlamıştı. Sal, suyun soğuk bölümünde yavaş yavaş sallanıyordu. Ben sala yüzükoyun uzanmış balıkları seyrediyordum. Az sonra Sara’da yanıma gelerek benim gibi yüzükoyun uzandı. Aramızda irice, yüzeyi delikli, ilk bakışta çürümüş dişe benzeyen iri bir taş parçası vardı. Az sonra toplandık. Sanırım Kumru gibi o da kükürtün kokusundan tiksinmişti… Ancak bir deste yosun toplamıştı yine de.
Sara, elindeki yosunların suyu süzüle süzüle onlardan bir taç örmeye başladı. Belki bahçede olsaydık taçın kenarlarına lale, nergiz, papatya gibi çiçekler de koyacaktı. Şimdi sadece yosunlardan örülmüş tacı başına koydu. Yosunlardan süzülen sular, yüzünden aşağıya doğru akmaya başladı. Bu sular, bir kavunun toprak tarafında beyaz kalan yüzeyi gibi bir iz bırakmıştı. Dursun ona bakıp, eleştirmek için bir şeyler söyleyecekken Ağa’mın sert bakışları ile durdu. Sara kendi halindeydi. Yosunun rengi onun gözlerinin yeşilliğini biraz daha koyulaştırmıştı. Yüzünde dünyanın en mutlu insanının ifadesi vardı. Zarif dalgaların altında dans eden yosunların, yüzeye çıkmak için sallanan kolları, Sara’nın eşarbının altından gözlerine dökülen saçları gibi mutluluk tablosu oluşturuyordu.
Evet, ben Sara’nın gözlerini sevmiştim. Masmavi suyun dibinden görünen yemyeşil yosun gibi gözleri beni büyülemişti. Bu yeşil gözleri onun yüzüne bambaşka bir güzellik veriyordu. Büyüdükçe bu gözlere bakmaktan kendimi alamıyordum. Ancak onunla karşılaşınca bakışlarını benden kaçırıyordu. Böyle utangaç oluşu beni daha çok tetikliyordu. Onun bu utangaç ve iffetli davranışı, namahremlere bakmaması “Allah’a dua!” diye düşünüyordum. Gözlerindeki ışığın kaynağı, yeşil renginden miydi yoksa doğal hali böyle miydi bilemiyordum.
Yemekten sonra Ağa’mla gölün yukarısına doğru gittik. Biraz uzaklaşınca sarp kayalıkların üzerinde havuza benzeyen küçük bir gölcük gördük. Gölün suyu o kadar berraktı ki bakınca insanın gözlerini alıyordu.
Ben hemen Ağa’ma dönerek:
–Burada yüzebilir miyim, diye sordum.
Ağa’m önce “Olur!” diye cevap verdi ama gözlerini kısarak daha dikkatli bir şekilde göle bakınca:
–Bu gölde su yılanları var. Aniden yüzeye çıkarlar. Bu yılanlar zehirli değildir; Ama ısırabilirler. Eğer korkmayacaksan yüzebilirsin.
Yılan sözcüğünden biraz korkmuştum ama Sara’nın yanında sözümü geri alamazdım. Ağa’m tereddüt ettiğimi görünce benimle beraber suya girmeye karar verdi. Ağa’m çok terbiyeli birisiydi. Bu nedenle elbisesini çıkarmazdı. Çoluk çocuğun önünde elbiseli olarak suya girdi. Su, bayağı sıcaktı. O gün yorulana kadar suda yüzdüm. Sudan çıktıktan sonra Ağa’m yüzmenin faydaları hakkında bize bilgi verdi:
–Aslında sırt üstü yüzmek çok faydalıdır. Bu şekilde daha çok suyun üstünde kalabilir ve daha çok yüzebilirsin. Yüzmek bütün organların hareket etmesini sağlayarak kalbe temiz kan pompalar. Eklem yerleri hareket ettiği için buralarda ağrı ve kireçlenmeler ortaya çıkmaz. İnsandan başka hiçbir canlı suyu sağa sola çarparak yüzmez. Sadece hareket eden organlarını kıpırdatarak ileri doğru giderler.
Bu olaydan bir yıl sonra Ağa’m beni İran’a götürdü. Yola çıkana kadar Sara’nın da bizimle beraber geleceğini ümit ediyordum. Ancak yalnız yola çıkmıştık. İran’da ne zaman geri döneceğimizi düşünmeye başlamıştım. Canım çok sıkılıyordu. Birkaç şehri gezdikten sonra Urimiye’nin Tikentepe ilçesine gittik. Misafir kaldığımız evde yüzen adadan söz açılınca Ağa’mın bana baktığını hissettim. Benim olayla ilgilendiğimi anlayınca gülümsedi:
–Yarın o adaya gideriz, dedi.
Ertesi gün erkenden Çemli Göle gittik. Boz Dağların eteğinde yemşeşil ovanın ortasında bulunan bu göl, yaklaşık 80 kilometre karelik bir alanı kaplıyordu. Gölün güzelliği insanın ruhunu okşuyordu. Ağa’m ısrar etse de ben gölde yüzen adaya binmedim. Ağa’m: “Kızların da gelmesi mi gerekirdi?” diyerek olayı anladığını belli etmişti. Çemli Göl’ün görünümü büyüleciydi. Pınare Abgerm’den farklı olarak etraftaki kızıl renkli dağların rengi göle yanısıyordu. Ancak Sara yanımda olmadığı için bu güzellikten zevk alamıyordum. Bu göl çok derindi. Ağa’m burada da yüzmenin faydalarından ve tekniklerinden söz etti. Sanki benim gelecekte karşı karşıya kalacağım tehlikeden korunmam için yapacağım şeyleri anlatıyordu.
***
Hidroloji mühendisi olarak Afganistan’a dönmek içimde kutsal bir arzu vardı. M.V. Lomonosov adına Moskova Devlet Üniversitesinde okumaya tam da bu su aşkı götürmüştü beni. Ben de içimdeki aşkın yardımıyla Afganistan’ı yeşilliğe kavuşturmak niyetindeydim. İçimde bir duygu vardı; Arzularım gerçekleşecek ve Afganistan’da yaşayan insanların fikirleri değişecekti. Bana göre, her taraf yemyeşil olursa, insanlarımız Avrupalılar gibi birbirini dinleyeceklerdi.
Afgan insanının sert mizacı, dört tarafımızı saran boz Dağların genzimize yaptığı bir etkiydi. İsteklerimin gerçekleştiğini, rüyalarımda görüyordum. İçimdeki bir güç bana, mücadeleyi bırakmamayı öğütlüyordu.
1978 yılında Sovyetlere yakınlığı ile bilinen Afganistan Demokratik Halk Partisinin (ADHP) lideri Nur Muhammed, rakibi Hafızullah Emin tarafından öldürülünce ülkede çok şeyler değişti. Artık hiçbir şey güvende değildi. Hafızullah Emin önderliğinde ADHP’nin yönettiği ülkede her şeyin rengi gri olmuştu. Ülke “Halk” ve “Perçem” hareketleri arasında bölünmüştü. Yönetim, ülke insanları hakkında iyi niyet taşısa da, dış güçler vatandaşlık bağının güçlenmesine izin vermiyordu. Bütün bunlara rağmen, yönetimin eğitimle ilgili açıklamaları beni sevindiriyordu. Aralarında benim de bulunduğum çok sayıda genç, Sovyetlere ve Doğu Avrupa ülkelerine eğitim için gönderildik. ADHP lideri Necibullah’ın teklifi ile Moskova ile eğitimle ilgili bir antlaşma yapılmıştı. Ben de Ağa’mın isteğini göz önünde bulundurarak Moskova Devlet Üniversitesini seçmiştim.
Kabil’de son defa Ağa’mla avluda çay içerken bu konuda konuştuk. Artık çocukluk yıllarım geride kalmıştı. Ağa’mın bana dostça davranması özgüvenimi geliştirmişti. Kesin olarak bildiğim halde bir daha sormak ihtiyacı duydum:
–Ağa, Doğu Avrupa ülkeleri yerine neden Sovyetleri tercih ediyorsun?
Ağa’m ağızlığındaki sigarayı kül tablasına bastırarak söndürdü. Gözünü ufuğa doğru dikerek biraz düşündükten sonra:
–Aslında bu soruyu çoktandır sormanı bekliyordum. Durumumuz günden güne zorlaşıyor. Sovyetlerin kendisi de aynı durumda. Onlarda çalkantı içinde. Eğer Sovyetler burada tutunamazlarsa o zaman burada bize yer olmayacak. Çünkü bu ülkede Sosyalist olarak tanınıyorum. Aslında gerçek de öyledir. Ancak benim prensiplerim, isteklerim tamamen farklıdır: Beraberlik ve birlik…
Bana göre sosyalist düşünceli olduğun için Avrupa’da seni rahat bırakmazlar. Nereye gitsen kapılar kapalı olur sana. Sovyetlerin dilini, Rusçayı bildiğin için o, ülkenin her tarafında iş bulabilirsin. Eğer Afganistan’da güvenlik sağlanırsa su mühendisi olarak geri dönersin.
Sonra Ağa’m derin bir nefes alarak sustu. Sanki son dediğine kendisi de inanmamıştı.
1978 yılının Mayıs ayında Domodedova Havaalanında şiddetli bir yağmur yağıyordu. Halk bu soğuk havada kısa kollu gömlekle geziyordu. Beni ise havanın soğukluğundan ziyade insanların bu ince giysileri üşütüyordu. Burada yaz ayı vardı ama Kabil ile çok farklıydı. Bizde elbiseler ince olabilirdi ama açık saçık olamazdı.
Moskova beni sıcak karşıladı desem yalan olmazdı. Kızların kısa etekleri, göbekleri açık ve mutlu yüzleri beni büyülemişti. İnsanların rahat olması etrafa mutluluk saçıyordu. Kabil’in etrafını saran boz renkli dağların karanlığına biz de giyimimizle bir katkı yapıyorduk. Arzuladığım bir yerde olsam da Moskova bana yabancı gelmişti. Buranın havasını içime çekince sanki zihnimi değiştirdi ve içimdeki devrimci düşünceleri ortaya çıkardı. Benim devrimci düşüncem Afganistan’a özgürlük istiyordu sadece. Havaalanından ayrılmadan önce birilerine Afganistan’da olan olaylardan haberlerinin olup olmadığını sormak istiyordum. Afganistan’da, Mücahidlerin “Erteşi şurevi şeytan est”[15 - Sovyet ordusu şeytandır.] diyerek nefret ettikleri Sovyet askerlerinin cinayetleri hakkında ne bildiklerini merak ediyordum.
Lakin zihnimde kök salan olumsuzluklar tez bir zamanda kayboldu. Derslere başladıktan sonra, bu düşüncelerden uzaklaştım. Moskova’nın geniş ve ışıklı yolları, eğlenceli hayat tarzı ruhumu okşuyordu. Cinsel isteklerim bütün duygularımdan daha güçlüydü burada. Afganistan’da hayvanlarla seks yapan, hizmetçileri, çocukları taciz edenlerin gerçek sayısını kimse bilmiyordu. Buradaki ortam ise çok farklıydı. Afganistan’daki çok eşlilik ile buradaki çok eşliliği karşılaştırmaktan yorulmuyordum. Yakınlarımdan ne Ağa’m ne de babam çok eşli değildi. Ancak yakın komşularımızdan iki, üç, dört hatta yedi evli olanlar vardı. Hepsi de problem içinde kıvranıyorlardı. Bizden iki sokak aşağıda geçinemedikleri için ilk ve dördüncü karısını balta ile öldüren Nesip adındaki birisi 19 çocuğunu yetim bırakarak hapse girmişti.
Babamın kuzeni Kerim, dördüncü karısı ile gerdeğe girmeden, diğer üç karısının ortak girişimi ile zehirlenerek öldürülmüşlerdi. Yine annemin halası kendi evine gelecek kumasını babasının evinde öldürtmüştü. Bütün bunlar Afganistan’da normal karşılanan günlük olaylardı. Moskova’da ise ayyaşlık ve çok eşlilik kanunla yasaklanmıştı. Bunlar Komünist ideolojisine aykırı davranışlardı. Bu büyük ve soğuk Moskova şehri, gerçekten bir aşık ve maşuk şehriydi. Burada erkeklerin yaptıklarını kadınlar da çok rahatça yapıyorlardı. Bir şişe votka ile bir parça el büyüklüğünde bir sala[16 - Çiğ yenilen domuz yağı.] her şeyi değiştirebilirdi. Afganistan’da ve Moskova’da gördüğüm bu tür ilişkilerin hangisinin kötü, hangisinin iyi olduğunu anlamakta zorluk çekiyordum. Ancak bunların ikisinin de normal bir hayat tarzı olmadığını biliyordum. Moskova’da evlenmeyen ve dost hayatı yaşayan kadınlar normal kabul ediliyordu. Ben de kısa bir zamanda bir Moskovalı gibi hayat sürmeye başlamıştım. Buradaki eğlenceli hayata rağmen derslerimi bırakmamıştım.
Okudukça okumak, öğrendikçe daha fazla öğrenmek istiyordum. Eğlenceli hayat sanki daha çok okuma hevesimi kamçılıyordu. Eğlenceler o kadar çok oluyordu ki, kitaplarla uğraşınca dinlenmiş gibi oluyordum. Görüştüğüm kızlarla en fazla bir iki defa yatağa girdiken sonra onlardan uzaklaşıyordum. Sanki ucu bucağı olmayan ürünü bol bir bahçeye girmiştim, tattığım meyvelerden bir diş aldıktan sonra fırlatıp atıyordum.
Moskova Devlet Üniversitesi 1755 yılında kurulmuş köklü bir üniversiteydı. Tüm dünyada da Rusça kısaltılmış adıyla yani MQU kodlarıyla tanınıyordu. Bütün yabancı öğrenciler, yurda, idari binaya ve üniversiteye giriş–çıkışlarda imza veriyordu. Üniversitenin yatakhanesinde kalıyordum. Ben, yatakhane sorumlusunu bir şekilde ayarlamıştım. Tabi ki bu bana ayda 100 dolara mal oluyordu ama işimi de görüyordum. Verdiğim bu rüşvet sayesinde yatakhaneye dönmesem de benim yerime birisi imza atıyordu.
Rusça bildiğim için diğerleri gibi hazırlık sınıfında değil, birinci sınıftan okula başlamıştım. Sınıfımızda sadece üç tane Rus öğrenci vardı. Diğerleri, Viyetnam, Küba, Laos ve Sovyet Rusya’nın etkili olduğu devletlerden gelen öğrencilerdi. Derslerim iyi gidiyordu. Bizim bölümde Afganistan’ın jeolojik haritasını Afganlılardan daha iyi biliyordum. Afganistan’daki nehirlerin büyük bir bölümü kumlu alanlara aktığı için tarımda kullanılamıyordu.
Ülkenin en büyük nehirleri kuzeydeki Koçka ve Kunduz nehirleriydi. Amuderya’ya döküldükten sonra Aral Gölü’ne akıyordu. Amuderya ise Türkmenlerin Ceyhun dediği 2500 kilometrelik Orta Asya’yı dolaşan bir nehirdi. Mürgap Çayı, Türkmenistan’dan geçerek orta alanların sulanmasında önem arz ediyordu. Herirud Çayı ise tarım alanlarının sulanmasında önemli bir etkisi olmakla beraber, Karakum çölünde suyunun önemli bir bölümünü kaybediyordu.
Coğrafya ve hidroloji bilimlerine olan ilgim nedeniyle bu konuda bilgi veren ek kurslara yazılmıştım. Bölümümüzün müdürü profesör V.M.Evtiqneev[17 - Кафедрой заведовали: профессор В.М. Евстигнеев (1988-1995).] şahsen derslerimizi takip ediyordu. Bu dersleri ise üniversitede yarı zamanlı çalışan Andrey Andreyeviç bizlere öğretiyordu. Hoca ile bazen sohbetimiz olurdu. Günün birinde dersimizin konusu “Afganistan’daki dış güçlerin çatışması,” oldu. Birden bire hidrolojiyi bırakıp siyasete girmiştik. Afganistan’ın doğal zenginliklerinden bahseden Andrey, Afgan dağlarında dünyanın en zengin elmas ve altın yatakları olduğunu belirterek: “Dağlardan akan sel suları, binlerce büyük karatlı elması, altını ve kıymetli madeni kendisi ile beraber akıtıyor. Avrupalı şirketler tarafından toplanan bu değerli madenler kaçak yollarla yurt dışına kaçırılıyor!” dedi.
Sonra durdu ve dikkatli bir şekilde bana bakarak: “Kabil’in eteklerindeki taş ocaklarını görmüyor musunuz?” dedi. Sorusunu bitirmeden başımla onun sözlerini tastik ettim.
Derinden bir “ah” çekerek sözlerine devam etti:
–Afganlılar hiç düşünmüyorlar mı? Neden bu taş ocakları sel olduktan hemen sonra faaliyete başlayıp, birkaç gün çalıştıktan sonra faaliyetlerini durduruyorlar?
Hoca konuştukça vatanımın acıları, insanlarımızın cahilliği, dış güçlerin acımasızlığı, bir sinema filmi gibi gözümün önünde canlandı. Hocanın dedikleri yalan değildi. O taş ocaklarını kendi gözlerimle görmüştüm. Selden hemen sonra taş ocakları çalışmaya başlar, birkaç gün sonra tüm çalışmalar durdurulurdu. Ancak Afgan halkı sanki gaflet uykusundaydı. Ben de o derin uykuda olanlardan biri değil miydim?
Afgan dağları hakkındaki bu bilgi beni dehşete düşürmüştü. Manyetik kasalı imalat makinalarının bir hafta içinde kese kese altınları nasıl topladığını öğrendikçe Afganistan’da meydana gelen çatışmaların asıl sebebini öğreniyordum. İçimde bir sızı oluşuyordu.
Andrey Andreyeviç’le, Ağa’mın bulutlarla ilgili fikirlerini defalarca paylaşmak istiyordum. Onun Ağa’mın bu fikirleriyle ilgileneceğinden emindim. Nihayet günün birinde bu konuyu açınca Andrey Andreyeviç Ağa’mın hangi dilleri bildiğini sordu: “Arapça, Farsça, Rusça, Peştun ve Çin dillerini biliyor,” cevabıma şaşırmıştı.
Dudaklarını büzdü ve tuhaf bir şekilde başını sallayarak:
–Çok iyi bir öğretmeni bırakıp Moskova’ya neden geldin?
Şaşırmıştım. Tepkimi ölçmeye çalışarak devam etti:
–Bir zaman gelecek, insanlar bulutları yönetecekler. İhtiyaç duyulan bölgeye yeteri kadar bulut yönlendirilecek. Bunu insanın nefesi ile yapacaklar. Belki ben bunları göremeyeceğim ama sen mutlaka görürsün.
Öyle bir devir gelecek ki insanın nefesindeki karışım bütün bunları yapabileceği gibi insanı da bulutların üstüne çıkaracak. Sen bizim oksijen alıp, karbon dioksit vermemize bakma; İnsan nefesinde olan enerjinin temeli hava ve sudur. Nefesimizi ciğerlerimizden idare eden bir beden ölçüsünde rüzgardır.
Hocayı dikkatle dinleyerek anlamaya çalışıyordum. İlmin derinliklerini hissetmeye başlamıştım. Afganistan’ın kurtuluşunun sadece silahlarla olamayacağını şimdi daha iyi anlıyordum. İlimi bilen ve geliştiren gençler, ileride Afganistan’ın kurtuluşunda etkili olacaklardı.
Evet, ben Afganistan’ın uçsuz–bucaksız dağlarında, kum çöllerinde yeşillik yaratabilirdim. Bir an vatanımın her tarafını yemyeşil olarak hayal ettim: Her taraf yeşillikler içindeydi, sayısız göl ve şelaleler yapmıştım. Sara, hep yanımdaydı ve bütün bu güzellikler onun yeşil gözlerinden almıştı rengini. Onun yeşil gözleri benim de hayat yolumu ışıklandırıyordu. Hayalimde canlandırıp, ruhumu rahatlattığım bu ışık sadece benimdi.
***
Yatakhaneye giriş–çıkış işini hallettikten sonra eğlence meselesini de hallettim. Burada Afganistan’dan farklı olarak ne anaşa[18 - Anaşa: Haşhaştan yapılan zehirli uyuşturucu, afyon.] vardı ne de nargile. Restoranlarda ve barlarda genellikle votka, kanyak ve bira gibi içkiler satılırdı. Gorbaçov[19 - Mihail Gorbaçov: Sovyet Komünist Partisi Merkez Komitesinin son genel sekreteri. İlk ve son Cumhurbaşkanı. (1885-1991)] yönetimi, iş saatleri içerisinde alkollü içecekleri yasak etmişti ama istediğin içkiyi istediğin saatte bulmak mümkündü; Sadece ödenecek fiyat aralığı genişliyordu.
Uzun boyumun, düzgün yürümemin, arkaya taradığım parlak saçlarımın, beni her zaman çekici yaptığını biliyordum. Kıvırcık saçlarım, jölenin ışıltısı ile esmer yüzüme ayrı bir güzellik veriyordu. Günlük traş oluyordum. Sovyet fabrikalarında dikilen kalitesiz elbiseler yerine Amerikan malı pantolon ve her gün değiştirdiğim gömlekler beni farklı yapıyordu. Sokakta yürürken karnımı içeri çekerek, göğsümü ileri doğru veriyordum. Hatta bu alışkanlığım evde bile devam ediyordu. Bu halime Moskova kızlarını ayartmak zor değildi.
Size Moskova’da ilk olarak tanıştığım ve bana güzel anlar yaşatan Oksana’dan söz edeyim: Adının anlamı bizde “efsane” idi. Onun için onu “Efsane” diye çağırmaya başladım. O ise tanıştığımız ilk günden beri bana kendi adımla değil, “Afgan” demeye başladı. Bu adla beni çağırmak onun için sadece kolay değildi, hem de onun sesiyle çok ahenkli oluyordu. Ben de bundan rahatsız olmadım. Bazen ismimim önüne “moy”[20 - Rusça “benim Afqanım!” anlamında kullanılır.] ekleyerek beni çağırıyordu. Tatlı bir sesle “Moy Afgan!” diyince sanki adımı değil, bir şiiri seslendiriyordu. Bundan çok hoşlanıyordum. Bu kelime ile beni kendisine ait gösteriyordu: Afganım…
Onu ilk olarak bir barda gördüm. Barmen, kıza baktığımı görünce baş parmağını havaya kaldırarak “çok iyi” işareti yaptı. Bu barda iyi para harcıyordum. Bu nedenle barmen benimle özel olarak ilgileniyordu. Barmenin bana olan ilgisini Oksana da fark etmiş beni gizlice dikizliyordu. Bir ara bakışlarımız çakıştı. Gülümseyerek başımla yanımdaki koltuğu işaret ettim. Hiç çekinmeden yerinden kalkıp yanıma geldi. Yürüyüşünde bir zerafet vardı. Çantasını yüksek bar taburesinin yanına asarak “Ben Oksana!” dedi.
Tanışma faslı bitince sohbete başladık ama bar kalabalık olduğu için birbirimizi duymak için kulağına eğilmek zorunda kalıyordum. Eğilirken yüzüme değen saçları, yanaklarından tenime akan sıcaklık ve hoş kokusu beni büyülemişti. Dudakları o kadar biçimliydi ki utanmasam orada öpebilirdim.
Efsane, orada bile melul bakışları ile bana teslim olduğunu belli etmişti. Konuşurken gülüyor, gülerken kafasını omuzlarıma bırakıyordu. İçim tuhaf olmuştu. Bu kız çok güzel ve bir o kadar da samimiydi. Birden aklıma babamın sözleri ve Sara geldi. Kızı etkilemek için ekstra bir şey yapmamıştım, kıza ümit vermemiştim. Beni beğenmişti. Ancak beni de çok etkilemişti.
Hafif bir kız değildi, eğlenmeyi çok sevdiği her halinden belli oluyordu. Gerçi bu bara gelen herkes eğlenmeye geliyordu. Özellikle yabancı öğrencilerin en gözde mekanı burasıydı. Burası deyim yerindeyse süt gölü gibi bir şeydi. Ortalık kız kaynıyordu. Oksana ile tanışıncaya kadar birkaç kızla arkadaşlık yapmıştım. Beraber gecelemiştik. Bu yaptıklarımı Afganistan’da yapsaydım su yerine kan akardı. Çünkü bu tür arkadaşlıklar Afganistan’da asla affedilmeyecek namus meselesi sayılırdı.
Efsane ile Sara’nın benzer taraflarını fark edince çok şaşırmıştım. Aralarında 7–8 yaş farkı vardı ama ikisine de aşıktım. Sadece Sara kapalıydı, onu istediğim zaman rahatça göremezdim. Her zaman Sara’ya hasret kalmıştım ama Efsane hep yanımdaydı. Onun da yeşil gözleri Sara gibiydi. Boynu kuğu gibi, dudakları etli, göğüsleri iri, her zaman kırmızı görünen yanakları onu çok çekici yapıyordu. Geniş yüzüne karşın ince burnu, dudakları ile çok uyumluydu. Saçları kısa kesildiği için boynu daha uzun görünüyordu. Gülünce ortaya çıkan dişleri sedef gibi beyazdı. Bana güneş ışığına dayanmayıp eriyen kar taneciklerini hatırlatıyordu. Bütün hareketlerinde bir zerafet vardı: Sanki yürürken ayaklarını yere basmıyordu.
İlk günlerde Efsane’ye para, bana da ihtiraslarımı soğutacak biri lazım diye düşünüyordum. Sanki birbirimiz için yaratılmıştık. Kendisine bir şeyler alması için sürekli olarak ona para veriyordum. Önceleri her görüştüğümde 50 dolar, sonra 20 dolar en sonunda da 10 dolar vermeye başladım. İki ay sonra artık para vermedim. Ben durumun değişmeye başladığını düşünürken yanıldığımı anladım.
Moskova’daki ilk doğum günümü beraber kutladık. Kutlama fikri Efsane’den gelmişti. Moskova’nın en pahalı restoranlarından “Praqa” restoranında organizasyon yapmıştı. Bütün bunları kendisi halletmiş parayı da kendisi ödemişti. Ayrıca bana Japon malı yanlarında dört düğmesi olan bir elektronik saat hediye etmişti. Bütün bunlar benim ona şimdiye kadar verdiğim paranın iki katından fazlaydı. Bu anlayışı ile beni gerçekten çok şaşırtmış, düşüncelerimden utandırmıştı.
Doğum günümden sonra kendimi bir Afgan vahşisi gibi göstermeye başladım. Amacım onu kendimden uzaklaştırmaktı. Ona kaba davranmaya, hatta hafif de olsa fiziksel şiddete baş vurdum. Bir Afgan erkeği Moskovalı bir kıza kötü davranıp, kaba güç gösterisinde bulunuyordu. Meğerse onun aradığı da sert bir erkekmiş. Bu davranışlarım onu daha çok etkilemişti. Bana aşık olduğunu anladıkça babamın vasiyeti aklıma geliyordu. Bir de halen aşık olduğum Hazara kızı Sara vardı. Öbür tarafta ise annemin ve babamın beni evlendirmek istediği Kumru… Bu üç kızın arasından nasıl kurtulacaktım.
Evet, ben şu anda Efsane’yi daha çok seviyordum. Bu aşk bilinçsizce bir şey değildi ama aklımın ve mantığımın kalbime hükmetmesiydi. Onu bir gün görmeyince kendimi kötü hissediyordum.
Efsane, edebiyatı çok seviyordu. Benimle tanıştıktan sonra da günlük olarak benim kalbimden geçenleri okuyup değerlendiriyordu. Beni kızdıracak bir davranış içinde asla bulunmuyordu. Genellikle benim hoşlandığım konulardan sohbet açardı. Benim bıktığımı anladığı anda da konuşmayı bitirirdi.
Tanıştıktan iki ay sonra beni evlerine davet etti. Bu daveti çok istemekle beraber biraz tereddütlüydüm. Efsane, bunu hemen anladı. Bakışları ile korktuğumu anlatmaya çalışarak:
–Afganistan’ı düşünme, burada evlerde silah yoktur, dedi.
İkimiz de gülmeye başladık. Benim rahatladığımı görünce şakasına devam etti:
–Bizimkiler olsa olsa bıçak taşırlar. Kullanınca da erkeklerin cinsel organını tam kökünden kesiyorlar, diyerek kahkahalarla gülmeye başladı.
Onun sözlerinde hem sitem hem şaka hem de gerçek vardı; Çünkü iki gün önce bir arkadaşımızın elini sarılmış olarak görüp, ne olduğunu sorduğumuzda, bir Rus’un eşi ile görüştüğünü ve bu nedenle Rus’un arkadaşımızı bıçakladığını öğrenmiştik. Efsane konuşurken bu konuda duyduğum bazı olaylar gözlerimde canlanıyordu. Çünkü Afganistan’da böyle bir olay olsa, o kişinin sadece kendisi değil, tüm ailesini kurşuna dizerlerdi.
İlk defa Moskova’da bir eve giriyordum. Birbirinden küçük odalar çok düzenliydi. Ben şaşkınlıkla odaları incelerken birden bir piyano sesi duyuldu. Efsane, sanki beni müzik dinlemeye çağırmış gibi siyah piyanonun başına geçmiş duygulu bir parça çalmaya başlamıştı. İncecik parmakları piyanonun siyah beyaz tuşlarına dokundukça sanki ruhumu okşuyordu. Burada duyduğum müzik, barlarda, kahvelerde duyduğum gürültülü müzik formatından çok çok farklıydı. Bu yaşıma kadar böyle duygulu bir müzik dinlememiştim. Şaşkındımi, çünkü Efsane’nın müzik yeteneğinden haberim yoktu.
Müzik bitince Efsane, birkaç saniye durup piyanoyu seyretti. Odanın köşesindeki kanapeye oturmuş onu seyrediyordum. İlk defa onu ihtirasımı gidermek için değil, ruhumdaki boşluğu doldurmak için istiyordum. Bu müzik resitali beni büyülemişti; Sanki benim orada olduğumu unutmuş başka bir dünyada yaşıyor gibi olmasından ayrıca etkilenmiştim. Afganistan’da sık sık duyduğum “küfre düşmek” sözü gibi algılanmasa, onun Allah ile yüz–yüze, göz–göze tek kaldığını söyleyebilirdim.
Bu duygularımdan onun zarif dudaklarından dökülen “Büyük Rus piyanisti Mixail Pletnyov ile ilgili bir şey duydun mu?” sözleri ile kendime geldim. Yerimden kalkıp ona doğru gitmek istediğimde o bana doğru geldi. Doğrusunu söylemek gerekirse şimdiye kadar bu müzisyenle ilgili bir herhangi bir şey ne okumuştum ne de duymuştum. Benim müzik anlayışım Kabil’in çadır düğünlerinde duyduğum gürültülü müziklerle şekillenmişti. Kendimi aptal durumuna düşürmek istemedim. Sanırım Efsane’de beni utandırmak istemiyordu. Yüzüme doğru iyice yaklaştı. Nefesi yüzümü okşuyordu. Gözlerimin içine bakarak:
–Mixail Pletnyov medeni dünyayı “Şimdi insanlar sanki bir yere yetişecekmiş gibi acele ediyorlar! Onların hayat tarzını ritmik ve modern müzikler oluşturuyor” diye yorumlamıştı. Yani bizim barlarda duyduğumuz müziklere ilgi artıyor. Toplum müziğin derinliğine inerek onu anlamaya çalışmıyor. Benim çaldığım müziği değerlendirmeni istiyorum. Nasıl buldun?
Duygulanmıştım. Gözlerimi kapatıp ağlamak üzereydim. Efsane’nin müziğine vereceğim değer de bundan ibaretti. Ancak neden ve neye ağlamak istediğimi o zaman anlamadığım gibi şimdi de bir anlam veremiyorum. Bana çalınan bu eseri anlamamıştım ama çok etkilendiğim açıktı. Kimbilir müziği anlamak belki de onun etkisi ile kederlenmektir. Belki de bu kadar duygusal olmaya değmezdi.
Efsanelerin evi Sovyet vatandaşlarına göre daha büyük ve gösterişliydi. 15–20 metrekarelik üç oda ile küçük bir mutfak, banyo ve tuvaletten ibaretti. Biz en geniş odadaydık. Pencere tarafına konulan piyano ile aynı köşede küçük bir masa vardı. O köşe ile birleşen duvara dayanmış iki veya üç kişilik sofalar tam köşede masanın karşısında birleşiyordu. Masanın üstünde ise bir okuma lambası duruyordu.
Efsane ile yüzyüze durunca lambanın ışığı yüzümüze vuruyordu. Lambanın ışığı onun beyaz yüzüne vurunca sapsarı bir renge dönmüştü. O anda Efsane’nin nefesini daha yakından hissettim. Elimde olmadan bir gün önce bu halde dursaydık ona sarılarak sevişmeye zorlardım, diye düşündüm. Şimdi ise müzik beni büyülemişti. Bütün varlığı ile kendisini bene teslim eden bu kadını sanki yeniden keşfetmiş ve büyülenmiştim. Bir kadın için büyülenmek, sevginin zirve noktasıymış. Yine de düşüncelerimi Efsane’nin zarif sesine teslim ettim.
Az önce piyanonun tuşlarının üstünde gezen parmakları ile dudaklarımı okşadı. Sonra işaret parmağını dişlerime doğru değdirerek tırnakları ile yavaşça sanki piyanonun tuşları gibi onların üstünde qlissando[21 - Barmakların pianonun tuşları üstüne çekilmesi hareketi.] çekti. Qlissandonun ne demek olduğunu da ondan ilk defa duydum ve anladım. Önce yavaş yavaş yağtığı bu dokunuşlar gittikçe hızlanmaya başladı. Ömrümde ilk defa yapılan bu okşamayı bütün vucudumda hissediyordum.
Daha sonraları kendim parmaklarımı dişlerimin üstünde gezdirdim ama asla Efsane’nin yaptığı gibi olmamıştı. Birkaç defa Efsane’den dişlerime dokunmasını istemeyi düşündüm ama önce aldığım güzel duyguları yeniden alabileceğime inanmadığım için bundan vaz geçmiştim.
Efsane, dişlerimin üstünde gezindikten sonra:
–Musiki Allah’ın dilidir, diye bir söz duydun mu? Eğer böyleyse benim için beş tane dahi insan var.
Sesinin titremesini gizlemek için yavaşca öksürerek boğazını temizledi. Sonra sağ elinin parmaklarını katlayarak saymaya başladı:
–Johann Sebastian Bach, Ludwig van Beethoven, Wolfgang Amadeus Mozart, Sergey Rahmaninov, Frederic Chopin. Bu ünlü kişiler Allah’a çok yakın insanlardır. Onlar farklı zamanlarda yaşasalar da buna inan. Hatta bunlar Allah’a yakınlıklarını korumak için aralarında gizli bir çatışma bile olmuştur. Her birisi diğerlerinden öne çıkmak için müzik dünyasının ayrılmaz bir parçası olmuşlardır.
Ben artık ağlamak istemiyordum. Efsane’nin yeteneğine hayran kaldığım gibi onun düşüncelerine de hayran olmuştum. O sağ elini havada tutuyordu. Günlerdir okşadığım bu elin güzelliğini yeni fark ediyordum. Elimi uzatarak bu eli yeniden tutmak istedim. Ancak bu, önceki günlerin ihtirası değildi. Aynı Kabil’de sobadan sıçrayan mısırları tutmak için elini uzatan Sara’nın yuvarlak eline ilk defa dokunduğumda hissettiğim hevesle şimdi de Efsane’nin elini okşuyordum. Elimde olmadan tavana baktım. Lambadan süzülen ışık, onun elinin gölgesini tavana nakşetmişti sanki. Tavandaki gölgeler sanki piyanonun tuşları gibiydi. Bana müziği sevdiren bu zarif parmaklar şimdi de gözlerimi okşuyordu. Efsane’ye olan aşkımı, ondan nasıl etkilendiğimi söyleyemem ama o, ruhumun gıda kaynağı olmuştu.
***
Moskova’da gıda maddesi almak için girilen kuyruklardan nefret ediyordum. Özellikle bu sırada beklerken yapılan konuşmaları, basit siyasi tartışmaları duymaktan hiç hoşlanmıyordum. Bütün Sovyet vatandaşları gibi yabancı uyruklu öğrencilere de aylık olarak belli bir miktarda et, şeker ve yağ veriyorlardı. Yabancı öğrencilerin gıda paketi halkın aldığı kadar olsa da fazla fazla yetiyordu. Çünkü, pahalı olsa da restoranlarda ve büfelerde yemek yiyorduk.
Biz gıda paketlerimizi gastronom adındaki ticaret merkezlerinden alabiliyorduk. Bize yakın iki tane gastronom vardı: Birisi yurda üç kilometre uzaklıkta, diğeri ise daha yakın mesafedeydi. Ben daha yakın olan dükkanı tercih ediyordum. Bir defasında dükkanın önünde sırada beklerken yaşlı ve sakat bir kadın bir sakat arabasını elleriyle iterek dükkana girdi. Arabada iki ayağı dizinden kesilmiş ve bir kolu olmayan, orta yaşlı bir adam oturuyordu. Ceketinin yakası madalyalarla doluydu. Kadın arabayı dükkanın bir köşesine koyarak tezgahtarın yanına gelerek, elindeki erzak kuponlarını uzattı. Tam o anda arabadaki adam hafifçe dengesini bozunca düşmesin diye hızla yanına giderek arabasını düzelttim. Kadın öfkeyle yanıma gelerek bana baktı. “Ne yapıyorsun?” der gibiydi. Tam cevap verecekken başladı Brejnev’e[22 - Brejnev: SSCB’nin 1964-1982 yılları arasındaki lideri.] ve Yazov’a[23 - Yazov: SSCB’nin 1987-1991 yılları arasındaki savunma bakanı] küfürler etmeye. Küfürlerin dozu gittikçe arttı ve sonunda:
–Bunağın kendisi geberdi, bak beni ne hale soktu. Benim oğlumun Afganistan’da ne işi vardı? Şerefsiz Sokolov’a[24 - Sokolov: SSCB2nin 1984-1987 yılları arasındaki savunma bakanı.] defalarca oğlumu geri getirin diye, telgraf çektim. Yazov’da onun gibi birisi… Bana bakan birisi gerekirken, bu yarım canımla oğluma ben baıyorum. Aldığım emekli maaşı yemeğimize zor yetiyor. Geroy[25 - Geroy: Kahraman] her gün votka istiyor. Karısı da bunu terk etti. Oğlum olabilir ama ayaklarını ve kolunu benim için yitirmedi. Ben neden bu acıyı çekiyorum ki?
Kadın söylendikçe sinirleniyordu. Yavaşça sıradaki yerime dönmek için harekete geçince, kadın omzumdan tutarak beni kendisine doğru çekti. “Sen Afgan’mısın?” dedi. Bu sözleri suratıma inen bir tokat gibi olmuştu. Yüzüm alev alev yanıyordu. Şimdi Brejnev’i bırakmış bana küfrediyordu.
Ne diyeceğimi bilemiyordum. Aniden arabada oturan sakat genç emridici bir sesle:
–Ma[26 - Ma:Ana] onun ne günahı var? O bir Komünist olmasaydı buraya okumak için gelmezdi, dedi.
Tam o anda Cahit’in sakin ve insanı etkileyen bakışları gözlerimin önüne geldi. Bedenlerinin yarısını savaş meydanlarında kaybeden bu insanların sessiz bakışlarını görünce karışık duygular sarıyordu beynimi. Bu iki kişiyi karşılaştırınca geroy daha şanslıydı: Bir arabası vardı. Cahit’in bir arabası
da yoktu bastonla sürünerek yürüyordu. İkisinin de kötü talihleri ortak olduğu gibi onları yaşama bağlayan şeyler de ortaktı: Cahit, esrarla, Geroy da votka ile ayakta duruyordu. İkisinin de son ümitleri uyuşturucu ürünleriydi.
Kadın ise hala küfürlere devam ediyordu. Şimdi sıra partiye[27 - Komünist Partisi.] gelmişti. Sanki konuşmaktan, heyacandan yorulmuştu. Dudakları kıpırdıyor ama sesi gittikce azalıyordu. Tezgahtarlar da onu tanıdığı için, her zaman alış–veriş yaptığım genç kadın elini dudağına götürerek bana sus işareti yaptı. Onlardan daha birisi de bana susmam için işaret yaptı. Sanki beni tanıyanlar halime acıyorlardı. Susmayıp da ne yapacaktım ki?
Kadın sinirle önümde durmuş bir şeyler diyordu. Ben ancak gülümseyebildim. Bu onu daha da sinirlendirdi:
–Dişi kedi gibi dişlerini gösterip, neden gülüyorsun?
Yüzümü kapıya doğru dönmekten başka çare bulamadım. Efsane benim gülümsememden çok hoşlanıyordu. Bana “U tebya zameçatelnaya ulubka[28 - “Senin çok güzel bir gülüşün var,” anlamında.],” derdi. Demek ki parlak dişler herkeste aynı duyguyu uyandırmıyordu. Dükkanda duyduklarım, gördüklerim ve yaşadıklarım beni Cehennemin kapısına kadar kovaladı.
O tarihten sonra o kadını görmemek için, daha uzaktaki dükkandan alış veriş yapmaya başladım. Son defa Moskova’yı terk edince oradaki dükkana gitmiştim. Gördüğüm, karşılaştığım manzara kalbimi paramparça etmişti…
***
İlk defa SSCB’nin diğer bölgelerinden olan Kırım’ı ziyaret ettik. Bundan bir hafta sonra Doğu Avrupa ülkelerine gezi ve inceleme için götürdüler. Aralık 1989’da on kişilik bir grupla bir haftalığına Romanya’ya gittik. Gezinin amacı Romanya’daki siyasi yapılanmayı öğrenmek ve oradaki iki ayrı üniversite ile ilişki kurmaktı. Üniversitelerde jeoloji laboratuvarlarındaki çalışma koşullarını araştıracaktık. Uzmanlık alanımızla birlikte sosyal bilimlerde bir tür uygulamalı ders olacaktı. Geriye dönünce gezi izlenimlerimizi yazılı olarak tarih ve felsefe bölümlerine de gönderecektik.
Gezinin ikinci günü ortalık karıştı. Her yerde gösteri vardı. İlk günlerde yerel basından ne olup bittiğini öğrenemesek de, diğer Avrupa ülkelerinin TV ve radyo haberlerinden neler olduğunu öğreniyorduk. Moskova’ya döndükten sonra da bu konuyla ilgili çok sayıda haber vardı. Veremya TV haberlerini izlerken gördüğüm dört kişiyi daha önce Bükreş’te kaldığımız otelde kahvaltıda görmüştüm. Onlar kahvaltıdayken tesadüfen ellerindeki pasaportları dikkatimi çekti. Pasaportun rengi ve üstündeki şekiller Romanya’ya ait değildi. Demek ki mitinglerde ön planda olan bu dört kişi Romanya’ya başka bir yerden, bana göre özel bir görev için gelmişlerdi.
Romanya’da yıllardır devam eden rahatsızlıklar, Aralık 1989’da zirve yapmıştı. Rahatsızlık Romanya’nın Transilvanya bölgesinde daha güçlüydü. Halkın büyük bir bölümünün kendisini destekleyeceğini düşünen Çavuşesku, 17 Aralık 1989 günü Timişoara’da göstericilerin üzerine ateş açılması emrini verdi. O anda biz de oradaydık ve bir tesadüf eseri kurtulduk. Çünkü her taraftan mermi yağıyordu. Ortalık mahvolmuştu. Biz başkente gelirken gördüğümüz Romanya’dan eser yoktu. Halk sokaklara dökülmüştü. Otele gelinceye kadar akla karayı seçtik.
İşin ilginç yanı Afganistan’da hergün duyduğumuz olağan yaşamın bir parçası olan kurşun sesleri beni burada çok etkilemişti. Hemen ertesi gün bizi özel bir uçakla Moskova’ya götürdüler. Burada öğrendiğimize göre göstericilerin kurşunlanmasından sonra halk sokaklara dökülmüş ve isyanı durdurmak mümkün olmamıştı. Azadlık radyosunun siyasi yorumcularına göre Çavuşesku ve eşi Romanya Senatosunun çatısından kaçmışlar ama Tırgovişte şehrinde yakalanarak hapsedilmişlerdi.
SSCB’nin çökertilmesi ile ilgili olarak ABD’nin AB’nin taktikleri başarılı olmuş, Doğu Avrupa’daki ilk değişiklik Romanya’dan başlamıştı. Ancak ben bu gösterilerin Romen halkının kararı ile meydana geldiğine inanmıyordum. Devlet ve halk ne kadar güçlü olsa da bazen büyük güçlerin planlarını bozmaya güçleri yetişmiyor.
***
Gobaçov’un başlattığı yeniden yapılandırma Sovyetlerde sessizce uygulanıyordu. Sovyetlerdeki bu değişiklikleri izledikçe beni bir şey düşündürüyordu: Bu değişiklikler Afganistan’a nasıl yanısıyacaktı. Sovyetlerin on yıl Afganistan’da bulunması, ülkeyi siyasi olarak öylesine bölmüştü ki bunun ortadan kalkması sadece bir mucize olabilirdi: Çünkü ülke siyasi ve manevi olarak kutuplaşmıştı. Kardeş kardeşe, akraba akrabaya, aileler birbirine düşman olmuştu ve herkes silahlıydı. Konuya ne kadar iyimser bakmaya çalışsam da yine aynı noktaya dönüyordum: Afganistan’da su yerine kan akacaktı.
Siyasi tarih dersinde Gorbaçov’un bu girişimlerinin meyvesini yakında alacağımız yönünde bizi inandırmaya çalışıyorlardı. Onlara göre Sovyet hakları özgür ve adaletli seçimlerin tadını alınca her şey daha güzel olacaktı. Ben bunlara pek inanmıyordum. Bir gün bir fırsatını bulup Andrey Andreyeviç’i okulun yemekhanesinde yakaladım. Yemeğimizi bitirdikten sonra konuyu Gorbaçov’a getirdim.
Andreyeviç kızgınlıkla: “Gorbaçov bir casustur. Bu gidişle ona Nobel ödülü bile verirler!” dedi. Şaşırmıştım. Bütün Nobel ödülü alanlar casus muydu? Bu düşünceyi duymak benim için önemli bir yenilikti. Başladım hocaya sorular sormaya. Önce kaçamak cevaplar veren Andreyeviç sorularımdan bıkınca geniş bir şekilde bilgi vermek zorunda kaldı:
–Rus İmparatorluğu tarihin her devrinde karşılaştığı zorlukları askeri güç yoluyla halletti. Lenin bile, Bolşevik Devriminden sonra ekonomik ve siyasi durumdan rahatsız olan halka “Ben hiçbir şeyi değiştirmedim: Sadece beyazı kırmızı ile boyadım!” demişti. Gorbaçov’un casus olduğundan hiç şüphem yoktur. Bunu Rus Devleti’nin arka plandaki yöneticileri de biliyorlar. Şimdi derin devleti yöneten Generallerin, Mareşallerin önünde devletin sınırlarının korunması var. Şimdi Sovetlerin ayrı–ayrı bölgelerinde milli ve dini çatışmalar yaratacaklar ki, halkların kafası bu savaşlarla karışsın. Zaten Sovyetler Birliği’ni de bu yolla kurdular. İmparatorluk nasıl kurulursa aynı şekilde de dağılır. Şimdi derin devleti yönetenler zaman kazanmaya çalışıyorlar ki, neyi nasıl edeceklerine karar versinler. SSCB nükleer gücü olan bir devlettir. Eğer ABD ve diğer AB ülkeleri Sovyetler dağıldıktan sonra nükleer başlıkların kontrol edilebileceğinden emin olsalar, Sovyetleri parça parça edeceklerdir.
Romanya’da yaşadığımız olayın şokundan tam kurtulmadan beni Rektör Yardımcısı yanına çağırttı. Ne olduğunu merak ederek hemen Rektör Yardımcısının olduğu binaya gittim. Büyük bir bölümünü ilk defa gördüğüm elliye yakın Afganlı öğrenci koridorda toplanmıştı. Sonra hepimizi küçük bir toplantı salonuna aldılar. Bu salon öğrencilik hayatımda gördüğüm en ışıklı ve zevkle döşenmiş bir salon olsa da içimi bir sıkıntı basmıştı. Sanki kötü bir haber vereceklerdi. Bize, eğitimimizi Moskova, Belerus ve Ukrayna’da devam edemeyeceğimizi söylediler. Herhangi bir sebep söylemeseler de bunun güvenlik nedeniyle alınmış bir karar olduğu açıkça belliydi.
Tiyatro salonunu andıran sahnede Rektör Yardımcısının yanında oturan birisinin siması bana hiç yabancı değildi. Ancak hafızamı zorlasam da bu adamın kim olduğunu hatırlayamadım. Hem de onların oturduğu yerden bir haylı aralıydım. Moskova’ya ilk geldiğim günlerde bütün yabancı öğrenciler gibi ben de her selam verene KGB[29 - KGB: Sovyet gizli servisi.] ajanı gözüyle bakıyordum. Şimdi bizimle görüşecek adamın da aynı olduğunu düşünerek, zihnimde adamın kimliğini sorgulamaktan kendimi alamadım. Sonra tek tek öğrenciler adamın yanına gitmeye başladılar. Yanına gelen öğrenciye bazı sorular soruyor, sonra önündeki deftere bazı notlar alıyordu. Sıra bana geldiğinde aynı şahıs gözüne siyah bir gözlük taktı. Bana da şimdi ne olduğunu hatırlamadığım bir iki soru sordu ama dikkatim adamın sesini değiştirdiğine yönelmişti. Kendisini zorlayarak burnundan konuşuyordu. Sonra yüzüme bakmadan “Gidebilirsin!” dedi.
Teşekkür için elimi kalbimin üstüne koyup başımla selam verirken sağ bileğindeki yara izini görünce irkildim. Ayaklarım beni orada hissettiğim tehlikeden uzaklaştırdı. Onu tanıdığımı hissetmemesi gerekiyordu. Ayaklarım birbirine dolaşarak sahneden aşağıya indim. Arkamdan bana bakıp bakmadığını anlamaya çalıştım ama korkudan geriye dönüp bakamıyordum. Eski yerimden biraz daha uzaktaki bir koltuğa oturdum. Bu adam İranlı Molla Haşim’di. Uzun yıllar bana Farsça öğreten beyaz saçlı ve sakallı Molla Haşim…
Molla Haşim şimdi çok farklı giyinmişti. Saçları da kiremit renginde ve yana taralıydı. Demek ki Kabil’de özellikle saçını ve sakalını beyaza boyamıştı. Anlaşılan, şimdi saçları kendi rengindeydi, çünkü Sovyetlerde erkekler saçlarını boyamazlardı. KGB ajanlarının değişik kılıklara girdiğini biliyordum. Bu olaydan sonra her şeyden şüphe etmeye başladım. Aklıma Esfane geldi: Benimle tanışması, beraberliğimiz, yaşadıklarımız gözümün önünden tek tek geçti. Şimdi o da benim gözümde şüpheliydi…
Gerçekten de Moskova ve diğer Slav ülkeleri artık bizim için çok tehlikeliydi. Bunu ilk günden beri hissediyordum. Hele gastronomdaki kadının yüzüme söylediği sözler yüzünden biliyordum ki her an nahoş bir olay yaşanabilir.
Ayaklarını, ellerini, gözlerini veya bedeninin bir bölümünü Afganistan’ın dağlarında bırakan çok sayıda insan vardı. Bunların ailesi veya komşularından Afganlılara sempati ile bakmalarını beklemek saflık olurdu. Çünkü kimin Necibullah, kimin Nur Muhammed Terakki, kimin Hafizulla Emin taraftarı olduğunu kimse bilemezdi, üstelik bu Moskova’daki vücudunun parçalarını kaybetmiş insanları ilgilendirmezdi. Onlar için sadece bir Afganlıydık. Bana eğitimimi tamamlamam için üç şehir teklif ettiler: Bakü, Semerkant, Duşenbe…
Ağa’m Sovyetlere karşı çarpışıp esir düşen mücahid askerlerden birkaçını rüşvetle kurtarmıştı. Onlardan birisi Azerbaycanlıydı. Bana göre herkes Ağa’mın bu yaptığını biliyor ve ona minnet duyuyordu. Bu nedenle beni hürmetle karşılayacaklarını düşünüyordum. Azerbaycan’daki herkesin kendi derdi olduğunu bilmiyordum.
Romanya’da meydana gelen olayları gördükten sonra Moskova’daki hayatım bana çok güvenli geliyordu. Buradaki eğlenceli ve rahat hayattan ayrılmak istemiyordum. Ancak KGB’den öyle korkmuştum ki bir an önce Efsane’den bile uzaklaşmak istiyordum. Belki bugün erkendi ama yarın çok geç olabilirdi. Sara’nın sineme çektiğin dağın zirvesine çıkmış, orada çaresiz kalmıştım. O zirveden geleceğime bakarken başım dumanlanıyordu. Güzel hiç bir şey görünmüyordu. Ne oradan aşağıya inebiliyordum ne de oradaki sıcağa, soğuğa dayanabiliyordum. Bütün bunlar yetmezmiş gibi bir de asıl adını bilmediğim Molla Haşim’i gördükten sonra Esfane’nin de hayatıma sokulmuş bir casus olduğunu düşünüyordum. Bu nedenle ondan uzak durmak istiyordum!
Andrey Andreyiç’le vedalaşıp sessizce Moskova’yı terk edecektim. Telefonla onu aradığımda sanki bunu bekliyordu. Beni evine yemeğe davet etti. Elimde iki aylık erzak kuponum kalmıştı. Onları alarak gastronoma doğru yürüdüm. Oradan alacağım erzağı hocanın evine götürecektim. Gastronoma vardığımda karanlık düşmek üzereydi. Yüz metrekarelik dükkanda benden başka 6–7 müşteri vardı. Raflar genellikle boştu. Herkesin ümidi elindeki kupondaydı. Soğutucuların çoğunun içinin boş olması nedeniyle kapıları açık bırakılmış, çalıştırılmıyordu. Satıcı kız beni tanıyordu. Ona rüşvet vereceğimi biliyordu. Hemen tezgahın başına giderek kuponlarımı tezgahtara uzattım. Kuponla alacağım eti ve yağı sardı. Sonra rafların altından iki şişe votka çıkardı. Aldıklarımın fiyatını ikiye katlayıp faturayı bana uzattı. Tabiki itiraz etmeden parasını verdim.
Tezgahtar hesabını yaptıktan sonra aldıklarımı sarı kağıtla aceleyle paketledi. Kızın telaşını kapı gıcırtısını duyup geriye baktığımda anladım: Birkaç ay önce gördüğüm kadın, sakat oğlunun arabasını iterek içeriye girmişti. Bir an korkmaya başladım. Kadının yüzü daha da buruşmuştu ama yüzünde bir sakinlik vardı. Sakat arabası boştu. Kadın onun üstüne bir çanta koymuş alışverişini taşımakta kullanıyordu. Arabaya dayanarak onu baston gibi kullandığını anladım. Arabanın sırt dayanacak yerine oğlunun madalyalarını asmıştı. Tezgahtar, kadının bana kızdığını hatırlamıştı. Yavaşça “Oğlu öldü!” diyerek bir an önce benim eşyalarımı paketleyip torbaya yerleştirmeye çalışıyordu.
Kadın engelli arabasını iterek sıraya baktı ve farkına varmadan ileri doğru yürüdü. Bir yandan rafların boş olduğunu görünce derin bir “of” çekti. Ben paketimi alıp geri çekilince tezgahtara:
–Yarın arkadaşlarımla beraber mezarlığa Geroy’un yanına gideceğiz. Ne olur bana yarım litrelik bir votka ver!
Tezgahtar:
–Üzgünüm az önce bitirdim. Hiç votkam kalmadı. İstersen diğer gastronoma bir bakın.
Kadın:
–Rica ediyorum, bana bir şişe bulun çok önemli. Hem ben oraya kadar yürüyemem ki!
Tezgahtar kız yemin ederek elinde kalmadığını söyledi.
Ben tezgahtan biraz uzaklaşmıştım ama kulağım onların konuşmasındaydı. Bu fırsatı kaçıramazdım. Hemen torbamdaki şişelerden birini ayırıp kadının şaşkın bakışları arasında engelli arabasının üstüne bıraktım. Kadının yüzü hafifçe kızardı. Ne diyeceğini bilemedi. Ben hafifçe gülümsedim, sonra dişlerimin ağardığını ve kadının buna kızacağını düşünerek hemen dudaklarımı kapadım. Başımla selam vererek kapıya doğru yöneldim. Kapıya vardığımda arkamdan “Teşekkür ederim!” sözlerini duydum. O an Geroyun durumu gözlerimin önüne geldi. İki bacağını ve bir kolunu Afganistan’da bırakan acaba kaç tane Geroy vardı? Elimde olmadan Geroyun ruhuna bir Fatiha okudum.
Andrey Andreyeviç, küçük evinde benim için veda sofrası kurmuştu. O güne kadar onun evli olmadığını bilmiyordum. İlmin zirvesini fetheden bu akıllı insanın, özel hayatında mutsuzluğun girdabında olduğunu o gün öğrendim. Sovyet vatandaşları için kolaylıkla bulunmayan inek ve tavuk konserveleri masadaydı. Onları tek tek açıyor sonra kadeh tokuşturuyorduk. Sanırım domuz etinin Müslümanlar için haram olduğunu bildiğinden domuz eti masaya konmamıştı. Anlaşılan beni günahların birisinden korurken, diğerinin içinde yüzdürüyordu.
Hocam epeyce içtikten sonra ağlamaya başladı. Aslında ikimiz de ağlıyorduk ama benim gözyaşlarım içime akıyordu. Hem, ağlasaydım bile, hocam bunun farkında değildi. İçime dolan bu acının bir sel gibi beni boğduğunu hissetmeye başladım. Bakü’ye gitmek için hazırlandığım bugünlerde kalbim üç yol ayrımında ezilip inliyordu. Hayatıma giren üç kadından hayali olarak bir görüntü yaratmıştım. Son zamanlarda zihnimi en çok Kumru meşgul ediyordu. Ağa’ma yakın görünme isteğim, bana Kumru’yu düşündürüyordu. Bu soru gece gündüz hep içimdeydi. Hocamla kadeh tokuşturduğum bu anda işte bu soru içimi sıkıyordu.
Hoca, sigara paketinden birini kendisi aldı ve paketi bana uzattı. Ben de bir tane alınca, sigaralarımızı içmek üzere ikinci katta bulunan evin balkonuna çıktık. Evin hemen altından geçen küçük yaya yolu parka doğru gidiyordu. Sigaralarımızı daha yeni yakmıştık ki aşağıdan gülme sesleri geldi. Aşağıya bakınca bir genç kızla bir delikanlı gördüm. Kız gülerek hafifçe erkek arkadaşından aralandı. Erkek, kızı öpmek isteyince kız gülerek yeniden uzağa kaçtı. Moskova’da normal karşılanan bu durumu görünce Sara ile Kumru aklıma geldi. Onların da böyle neşeli günler geçirmeye hakları yok muydu? Bu hakkı onlara Allah vermişti. Aşağıdaki gençler gibi neşeli bir şekilde yanımda olsalardı, Andreyeviç’in derdinden kendime çıkardığım yükü omuzlarımdan alırlardı.
Hocamın sarhoşluğu arttıkça, ağlaması da artıyordu. Sonunda onu yatak odasına sürükleyerek götürüp, odanın ortasındaki iki kişilik karyolasına zorlukla uzattım. Andreyeviç, bir şeyler sayıklıyordu. Penceresinin perdesini kapatıp, son kez karyolada uyuyan hocama bakıp, veda ettim. Evin ışıklarını söndürüp evin kapısını kapattığımda saat 12’yi gösteriyordu. Öğrenci yurduna varıncaya kadar içimden kötü kötü düşünceler akıp geçti. Büyük heyecan ve merakla ayak bastığım bu masallar aleminden acı ve üzüntü ile ayrılıyordum. Elveda Moskova!…

KIRMIZI RÜZGAR
Bakü’ye TU–154 yolcu uçağı ile uçaçaktım. Kaç gündür yaşadığım fiziki ve manevi yorgunluğun bedenimde ve zihnimde yarattığı baskı ile ayaklarımı neredeyse sürükleyerek uçaktaki yerime oturdum. İçeri giren ilk yolculardandım. Yerime oturur oturmaz gözlerimi kapadım ve uçağın iniş anonsu ile gözlerimi açtım. Nerelerden uçtuğumuzu öğrenmeme Sara izin vermemişti. Rüyamda onu görmüştüm. Uzaklarda bir yerde, ne yaptığımı ne ettiğimi bilmeden gür akan bir çayın kenarında dolaşıyordum.
Bir de gördüm ki birkaç tane kız güle oynaya ellerinde çamaşır leğenleri ile çaya doğru iniyorlar. Tıpkı Afganistan’daki gibi kızlar eteklerini ıslanmasın diye toplayarak bellerindeki kemerin altına soktular. Ben kuşburnu ağaçlarının arasına girip kızları izlemeye başladım. Kızların bembeyaz bacakları beni tahrik etmişti. Aniden bir homurtu duyup geri baktığımda babamın kızgın bakışlarıyla karşılaştım. Çalının dibine doğru iyice büzüldüm. Orada uyumaya başladım. Kuşburnu ağacı çiçeklenmişti. Beyaz ve menekşe rengi çiçeklerin kokusundan sarhoş olmuştum. Çiçek yapraklarının üstünde Sara’nın fotoğrafı vardı. Hem de hepsi birbirinden farklıydı. Hangi fotoğrafa bakacağımı bilmiyordum. Sonra fotoğraflar Efsane’nin fotoğrafı ile birleşti. İkisi de kol kola girmişlerdi. Onların birbirlerine bu kadar benzemesi hem iç açıcıydı hem de şaşırtıcı. Kuş burnunun altındaki rüyamdan ayılınca ne hissettiğimi hatırlamıyorum ama uçaktaki rüyamdan uyanınca bir iki dakika nerede olduğumu düşündüm. Bir rüya görmüştüm. İki rüyanın etkisinden olacak uyanmakta zorlanıyordum. Uçak sarsıntıyla da olsa indi. Perona yanaşınca eşyalarımızı toplayıp çıkışa doğru yürüdüm. Uçağın merdivenine adımımı atınca yüzüme petrol kokulu hafif bir rüzgar çarptı. Güneş beyaz bir bulutun arkasından kırmızı bir renkte görünüyordu. Bana öyle geldi ki yüzümü yalayan rüzgar da kırmızı renktedir. Hava soğuk olsa da üşümüyordum. Başka bir deyimle Bakü bu kış ayında beni sıcak karşılamıştı. Belki de bu sıcaklık havanın değil, şehitlerin kanının sıcaklığıydı. “20 Yanvar” şehitlerinin kanıyla kırmızıya boyadığı sokak ve caddelerin, ertesi gün karanfillerle kırmızıya boyandığını görünce hayrete düşmüştüm. Daha önceden de Bakü’de sakinlik yerine mitinglerin olduğunu öğrenmiştim; ancak su yerine kan aktığını da yeni öğrenecektim… Bir de feryat sesleri ile karşılandığım bu Müslüman ülkesinin merkezinden iki yıl sonra feryat, figanla yola çıkacağımı da bilmiyordum.
10 Kasım 1887 yılında Bakü’deki bu teknik okul kurulmuş daha sonra bu okul Azerbaycan Petrol ve Kimya Enstitüsüne dönüştürülmüştü. Benim de isteğim üzerine evraklarım bu okulun idaresine gönderilmişti. Bu okul eğitimi ile dünyaca ünlüydü. Eğitimime burada devam edecektim. Azerbaycan’a tam da matem günlerinde gelmiştim. Bu nedenle okuluma ancak 24 Ocak günü başvurabildim.
Dekandan, çok sayıda Afganlının da burada okuduğunu öğrenmiştim. İnsan, nefsi ile kendisine düşmandır. Ben de kendime düşmanlık etmeye başlamıştım. Açıkçası bu düşmanca duygularımın taslağını Kabil’de çizmiştim. Moskova’da temelini atarak Bakü’de ise inşaatına başladım. Bakü’de Afganistan’a göre daha rahattım. Sovyetler çökmeye başladığı için burada da düzen bozulmaya başlamıştı. Dükkanlar bomboştu. Yüz dolar bozdurduğum zaman bir torba Sovyet parası veriyorlardı. Ancak satın alacak bir şey yoktu. Okul hemen sahile yakındı ama öğrenci yurdu ise epeyce uzakta Dostluk Sineması’nın arkasındaydı. Parası olan zengin öğrenciler zaman buldukça yakındaki “Muğan” kahvesinde toplanıyorlardı. Afgan öğrenciler beni de kendileriyle beraber Muğan Kahvesine götürdüler. İlk defa Bakü’yü görüyordum. Kahvenin olduğu parkın tam karşısında daha büyük bir park vardı. Aralarından yol geçiyordu. O parkın hemen girişinde Çaparidze’nin[30 - Çaparidze: Azerbaycan halkına karşı zalimce davranan Gürcü asıllı Bolşevik.] granitten yapılmış bir heykeli vardı. Biz Muğan’a vardığımızda o heykelin arkasında çok sayıda asker duruyordu. Bu askerlerden bazıları yere uzanmıştı. Bazıları da pantolonlarını aşağıya indirerek popolarını güneşlendiriyorlarmış gibi tuvaletlerini yapıyorlardı.
Bu beyaz popolu askerler Afganlıların eline geçseydi, sanırım onlara tecavüz ederlerdi. Bu ahlaksız davranışlarını asla affetmezlerdi. Bunların bir iki tanesinin poposunu av tüfeğinin saçmaları ile doldursalar diğerleri dersini alırdı. Birden Kabil’deki evimizin yanında olan olay aklıma geldi. Evimizden biraz aşağıda Tavuk sokağında iki Rus askeri ağacın dibine işedikleri için av tüfeği ile popolarını dağıtmışlardı. Burada ise bunlar hiç kimseden korkmadan istedikleri yere tuvaletlerini yapıyorlardı. Aslında Sovyet ordusunun gerçek yüzü buydu. Afganistan’da başka şekilde, Bakü’de başka şekilde halka saygısızlık yapıyorlardı. Çaparidze ile ilgili olarak tarih dersinden bilgim vardı. Sanki bu Bolşevik devrimcisinin granitten heykeli yapılırken ileride yaşayacakları utancı dikkate almışlardı. O anda baska bir Sovyet subayı, başını aşağı eğen heykelin tam arkasına işedi…
15 Şubat 1989 yılında Sovyet askerleri Afganistan’dan tamamen çekildiler. On yıllık işgalden sonra Afganistan’dan çekilmeleri onları manevi olarak çökertmişti. Sanki 20 Yanvar’da kendi ülkelerindeki manevi çöküşün intikamını alıyorlardı. Afganistan’dan Sovyet askerlerinin çekilmeye başladığını Moskova’daki öğrenci yurdunda duymuştum. Kimisi bunu Afganlıların milli zaferi, kimisi de bunun yeni bir siyasi oyunun başlangıcı olduğunu iddia ediyordu. Ben de kendimi bir şeyler söylemek zorunda hissettim. Sussaydım Ağa’ma haksızlık yapmış olurdum:
–Afganistan’da felaket başladı, dedim.
Üç kelimeden oluşan bu sözler, öğrenci yurdunun bu küçük odasındaki duvarlara çarparak yankılandı. Herkesin rahatsız bakışları bana çevrilmişti ama ben başka bir yorum yapmak istemiyordum. 26 harften oluşan bu sözlere en az 26 türden saygısızca yorum yapıldı. Değirmen taşının öğüttüğü un tozu gibi etrafa fikir üfürenlerin bu fikirlerine dayanak göstereceklerini düşünmüyordum.
Ben ise en az on yıl bu siyasi sohbetlerin içinde olan birisiydim. Afganistan’ın her tarafına katı bir düşmancılık tohumu ekilmişti. Bu düşmanlık tohumunu, ne sususzluk, ne ayaz ne de Afrika çöllerinin sıcağı ortadan kaldırabilirdi. Sadece bilim ve aklın ışığında ortaya çıkacak milli bir bilinç başarılı olabilirdi. Bu da sadece zihinleri zehirleyen dış güçlerin kovulması ile mümkündü. Zavallı Afganlılar: Bizi tanıyan dış ülkelerin bize en büyük hediyesi silahtı. Bildiğimiz ise onların öğrettikleri savaş oyunlarıydı. Biz de halk olarak güzel ve iyi şeyleri öğrenmek için çaba harcamamıştık. O nedenle en iyi bildiğimiz iş, insan öldürmek, kardeşi kurşunlamak, düşman bildiğimiz kişilerin soyunu kurutmaktı.
Benim Afganistan’a olan bağlılığım bu odada olanlardan daha az değildi. Aksine daha çoktu. Çünkü, çocukluğumu, gençliğimi kitapların içinde geçirerek Afganistan’ı susuzluktan kurtarmak için çalışıyordum. Oysa benim ülkemde ağaçları kanla suluyorlardı. Cenazeleri yıkamak için su lazım değildi. Çünkü, öldürülen her üç Afganlıdan iki tanesinin vücudu parça parça olduğu için yıkanmadan defnediliyordu. Hatta, kurşunlardan, bombalardan, mayınlardan ölenleri gömecek insan bile bulunamıyordu.
Yanımdaki gençler ise Afganistan’daki durumun silah gücü ile düzeleceğine inanıyorlardı. Ne yazık ki bunlar Sovyetlerin Hümanizm söylemlerine uygun olarak bu memlekette okuma hakkı kazanmışlardı. Ama Sovyet ordusunun bizim yurtta kalmasını istemiyorlardı. Ben de istemiyordum. Ben sadece iyi şeyler olacağına inanıyordum. Güya eğitimli bu insanlar böyle düşünüyorlarsa, Afganistan’da eğitimden, medeniyetten uzak insanlar acaba ne düşünürlerdi?
***
Muğan’ı tahminen otuz yaşlarında Hanlar adındaki birisi çalıştırıyordu. Buraya ilk geldiğim gün bu adamın çok komik ve şakacı birisi olduğunu anlamıştım. İlk geldiğimde o da 20 Yanvar şehitlerine yas tutuyordu. Bu yas nedeniyle erkekler kırk gün traş olmazlardı. Hanlar’ın da saçı sakalı birbirine karışmıştı. Ben Afganistan’da bile bu kadar sakallı insan görmemiştim. Sanki Bakü’deki yaşlıların bile sakalı siyah renkliydi. Sanki insanların kalbindeki keder, zihinlerden çıkmayan belirsizlik, insanların sakalına siyah renk olarak yansımıştı. Yas nedeniyle kahvede üç gün çaylar ihsan olarak verildi. Bakülüler bu milli duruşu 20 Yanvar’ın yedisinde ve kırkında da gösterdiler.
Bakü’ye gideceğimi Efsane’ye söylememiştim. Daha doğrusu babamın vasiyetini tutmaya çalışmıştım. Bu benim tavrımdı, Efsane bu konuda ne düşünürdü bilmiyordum. Efsane beni Şubatın sonuna doğru, su çarşambası[31 - “İlk Çarşamba”, “ Sular Nevruzu” gibi isimlerle de anılır.] günü Muğan Kahvesinde yakaladı. Elleri ile yakama yapışıp beni bir silkeledi. Sonra boynuma sarıldı ve hıçkırarak gözyaşlarını yüzüme sürdü. Orada oturanlara aldırış etmeden dakikalarca bana sarılı kaldı.
Hanlar, Azerbaycan Türkçesini bilmeyen öğrencilere komik hareketler yaparak herkesi güldürüyordu. Her elinde iki tane iri demlik tutarak sandalyeye yaklaşıyor, suratını zencilerden birinin burnuna yaklaştırarak “Semaver vahşice kaynıyor!” diyordu. Zenci “Çto[32 - Çto:Ne], çto!” diye sorunca, Rusça “Senin dudakların için ölüyorum!” diyordu. Tabi ortalık o anda kahkahaya boğuluyordu. Bu şen şakrak ses, neredeyse karşıdaki granit heykeli yerinden oynatıyordu.
Hanlar özellikle de Kübalı ve Viyetnamlıların çekik gözlerine değişik komik sözler söylüyordu. Efsane benim boynuma sarılınca, yine her elinde iki demlik tutarak mutfaktan çıkıyordu. Demlikleri boş masalardan birisinin üstüne koyarak yanımıza geldi. Zavallı bir şekilde boynunu bükerek: “Dünyanın en zavallı hem de en mutlu Afgan’ı!” dedi. Bu defa sözleri, orada oturanların alkışları ile karşılandı. Belki de Muğan’da duyulan ilk ve son alkış sesleri oldu…
Efsane’nin koluna girerek hemen kahveden ayrılsam da bu durum hemen etrafa yayıldı. Nerede kalacağımızı düşünürken aklıma yurtta beraber kalmak fikri geldi. Müdürün cebine bir yüzlük koyunca üç dört gün beni görmeyeceğini söyledi. Bir çözüm bulmak için hemen ev aramaya başladım. Moskova’da yabancı öğrencilerin ev kiralaması yasaktı ama Bakü’de parayı veren düdüğü çalıyordu. İki gün sonra Azadlık caddesinin biraz yukarısında Karl Marks’ın heykeline yakın bir yerde iki odalı bir ev kiraladım.
Afganlıların bir kısmı Karl Maks’ın ideolojisi için silahlı mücadeleye hazırlanırken, başka bir gruptan olan Mücaditler buna karşı çıkıyor, Bakü’de ise Sovyet ideolojisinin sarsıldığı bu günlerde onun heykelini sökmeye çalışıyorlardı. Her zaman balkonda çay içerken sohbet ederdik. Bu defa nedense balkonda Karl Marks’ın fikirlerini irdeliyordum.
Efsane ile Bakü’de görüştükten bir hafta sonra dini nikah kıymaya karar verdik. Onunla daha fazla günah işlemek istemiyordum. Zaten Moskova’da yeteri kadar günah işlemiştim. Onunla resmi bir şey de yaşamak istemiyordum ama günahtan kaçınmak için nikah istemiştim. Bu dini nikah onun da aklına yatmıştı. Eve bir hoca getirmek için Bakü’nün merkezindeki Taze Pir Camisi’ne gittim.
Niyetimi söyleyince beni yaşlı bir hocanın yanına götürdüler. Elindeki Kur’an’ı heceleye heceleye okumaya çalışıyordu. Hatalı okuduğu duaları görünce ona hiçbir şey demeden oradan ayrıldım. Üzülmüştüm: Arapça’yı tam olarak bilmeyen birisi hocalık yapıyordu. Daha sonra öğrenci arkadaşlarımdan birisi beni Hacı Sabir Hasanlı’nın yanına götürdü. Hacı’nın hem sesi hem de düzgün okuduğu Arapça’sı çok güzeldi. Nikah için eve gelmek istemedi. Efsane’nin kefil ettiği bir arkadaş ile bizim nikahımızı kıydı. Hacı’nın yazdığı nikah kağıdını her zaman evimizde sakladığım Kur’an’ın arasına koydum.
Böylece dini nikahla bir arada yaşamaya başladık. Gün geçtikçe ona daha fazla ısınıyordum. Ama içimdeki manevi açlık bana rahatlık vermiyordu. Her namaz kıldıkça Allah’a bu ızdıraplı yaşamdan kurtulmak için dua ediyordum. Arzuladığım bu hayatın yoluna kendim, kendi nefsimle, ihtirasımın gücüne esir olmakla, taşlar döşemiştim. Şimdi bu yolu temizlemeye gücüm yetmiyordu. Bu taşlar ileri de gitsem, geri de gitsem ayaklarımı parçalıyordu. Başka bir yola ise geçemiyordum. Çok ilginçtir, bütün bu konularda düşünmeye başladığımda hemen Kabil’deki bahçe kapımızın önünden başlayan tozlu topraklı yol ayrımı gözlerimin önüne geliyordu.
Efsane ile balkonda kurduğumuz çay sofrası, en sonunda gökte yıldız arayışı ile bitiyordu. Küçük bir semaveri bitiriyorduk. Sohbet o kadar koyulaşıyordu ki, sokaklardaki araba seyreliyor, insanlar azalıyor, sabahın dinginliğindeki yerini koruyan sessizlik gittikçe daha da güçleniyordu. Gökyüzü biraz açılınca bizim eğlencemiz başlıyordu. Bazen birimiz, bazen de her ikimiz çocuklar gibi parmaklarımızı daire şeklinde bükerek dürbün yapıyor, oradan yıldızlara bakıyorduk. Bazen ikimiz de aynı yıldızı izlemek istiyorduk ama bunun aynı yıldız olup olmadığı konusunda ikimizin de şüphesi oluyordu. Yıldız izleme seansımız çuğunlukla mutsuzlukla bitiyordu. Efsane, bir niyet tutarak izlediği yıldız kayınca, ellerini dizine vurarak hayıflanıyordu. Evet, geçirdiğimiz bu mutlu anların arasında saklanan endişelerimiz, bizim ruh halimizi bozuyordu. Yaşadığımız telaşı yaratan sebepler ise farklıydı. Ben ondan kaçmak isterken, o ise beni kaybetmemenin yollarını arıyordu.
Bir gün çay sofrasından sonra yıldızları seyredip eve geçtiğimizde, divana uzanıp yine hayallere daldım. Ondan kurtulmanın yollarını düşünüyordum. Efsane bana çay getirip kendisi de divanın ayak tarafına oturdu. Sürekli bana bakıyordu. Gözlerine bakınca mutfakta geçirdiği süre içinde ağladığını anladım. Sanki düşüncelerimi okumuştu.
Ağlamaklı bir sesle:
–Ben seni hiç kimse ile paylaşmak istemem. Eğer senden çocuğum olsaydı onunla bile paylaşmazdım. Ancak kendimi kandırdığımı biliyorum. Benden ayrıldıktan sonra yaşamını nasıl düzenlersen düzenle ama lütfen bana bildirme. Bir de beni kalleşçe terk etme. Seni tanıdığım günden beri, hatta beni Moskova fahişesi olarak gördüğün günlerde bile senin için hep iyi dileklerde bulundum. Benim kalbim düşüncelerimden daha güçlüdür. Bir kez beni bırakıp kaçtın. Bir de aynı kalleşliği yapacağından ve kalbimin derinliğindeki kabusun, düşüncelerime galip gelerek kaçtığın yollara nefret çiselemesinden korkuyorum. Beni kırarsan günahı ağır olur. Seni korkutmak için demiyorum ama nefretimi kazanmamaya çalış.
Evet, Efsane beni deli gibi seviyordu. Eğer babamı tanımış olsaydı bana söylediği kelimeleri babamdan çaldığını düşünecektim. Uzun, sarı saçlarını açarak sırtına atınca su perisi gibi görünüyordu. Birlikte sokağa çıktığımızda herkes bize gıpta ile bakıyordu. Benden üç–dört santim kısa olsa da düzgün duruşu, boyunu daha da uzun gösteriyordu. Benim esmer, onun beyaz yüzü birbirini tamamlıyordu. Onun bembeyaz yüzü gece daha ışıklı, gündüz daha farklı görünüyordu. Sanki kalbinin nuru yüzüne yansıyordu. Sanki yüzünü süt ile yıkamışlardı. Yüzünde ne bir ben ne de leke vardı.
Genellikle felsefik konuşmalar yapıyorduk. Onun zengin bilgisi, çok net tespit ve analizleri beni hayran ediyordu. İlgi alanlarımız aynıydı ama o çok korkusuzdu. Eğitimden söz açılınca bana:
–Allah bu gözleri cerrah olman için sana vermiş, derdi.
“Ellerin şifalıdır!” dediğinden hemen sandalyede ters oturarak omuzlarını ovmam için işaret ederdi.
Evimizde bir Türkmen köpeği saklıyorduk. Ufak tefek bir vücut yapısı ile yıllar boyu Türkmenlerin sadık bir arkadaşı olan bu köpeğin kendisine özgü huyları vardı. Efsane’den öğrendiğim bu bilgilerin köpeği daha fazla tanıdıkça doğru olduğunu anlıyordum. Her şeyden önce sevilmek istiyordu. İpek gibi yumuşak tüylerini okşadıkça mutlu oluyordu. Daha ilk günden beri bana ilgi gösteriyordu. Efsane ilk önce benim bir Müslüman olarak köpeğin evde kalmasına karşı çıkacağımı düşünmüştü. Ancak Bakü’ye gelince onun köpeğini özlediğini düşünerek bir köpek satın almasını teklif ettim. Bu habere çok sevinen Efsane, Moskova’dan kendi köpeğini getirtti. Bir arkadaşı trenle köpeği bize getirip aynı gün geri döndü. Köpeğin kuyruğundan başlayan gri bir şerit burnuna kadar uzuyordu. Bu şerit Alyaska’nın bedenini simetrik olarak ikiye bölüyordu.
Alyaska, bizim sevimli köpeğimizdi. Sohbetimiz bitince onunla şehirde gezmeye çıkıyorduk. Bu köpek sanki dil biliyordu. Bizim gergin olduğumuzu hissetttiği anda değişik hareketler yaparak bizim gerginliğimizi gideriyordu. Aç kalınca sağ baş parmağımı hafifçe ısırıyordu. Tuvaleti gelince arka ayaklarının üstünde oturarak hafifçe boynunu büküyordu. Dışarı çıkmak isteyince de kapının önüne giderek oraya uzanıyordu.
Efsane annesiyle babasının boşandığını ilk tanıştığımız gün söylemişti. Babası uzak bir göreve gidince annesi ondan boşanmıştı. Dediği doğru olsa, babasının KGB’de üst düzey bir yönetici olduğunu sonradan öğrenmişlerdi. Birkaç defa yeniden beraber olmak istemişlerse de bunu başaramamışlardı.
Bizi tanıyan herkesin, Efsane’nin güzelliği nedeniyle beni kıskandıklarını biliyordum. Ben ise Efsane’ye duyduğum ilgiden dolayı kendimden nefret ediyordum. Beraber gezerken elimi onun omuzlarına atarak yürüyordum. O zaman bana bakıp “Tı krasiviy Afqanskiy boyç”[33 - Sen yakışıklı bir Afgan savaşçısısın.] diyordu. Ben sinirlenince de “U tebya zamiçatelniy tvyordıy xarakter”[34 - Senin çok sert mizacın var.] diyordu. Yatağa girdiğimizde ise kedi gibi bana sokularak kulağıma “tı nastoyaşşıy mujçina”[35 - Sen gerçek bir erkeksin.] diye fısıldıyordu. Beni her türlü beğenen bu kadına karşı ilgisiz kalamıyordum.

SU SEVGİSİ
Azerbaycan’daki siyasi ve toplumsal gerginlik yüksek okullardaki eğitimi tamamen aksatmıştı. Ancak bizim eğitim aldığımız Rus bölümüne etki etmemişti. Azerbaycan’daki bu durum bizim bölümü doğrudan etkilemese de diğer yabancı öğrenciler gibi ben de etkilenmiştim. Bütün bunlara rağmen hidroloji biliminin derinliklerine indikçe Afganistan’a olan hayranlığım artıyordu. Bu konu, Bakü’de, Moskova Devlet Üniversite’sinden daha üst düzeyde işleniyordu. Bilgim arttıkça daha çok hayalperest oluyordum. Daha doğrusu Bakü’ye geldikten sonra Afganistan’ı su içinde yüzdürebileceğime olan inancım bire beş artmıştı. Ülkemi gerçek bir cennete çevireceğimden hiç şüphem yoktu. Ne yazık ki yağmurdan sonra ortaya çıkan mantar gibi benim ülkemde çoğalan silah ve cephaneler ortalığı kan gölüne çevirmişti.
Bazıları evini barkını korumak için silah edinmek çabasındaydı ancak kan döken bu aletin günlük yaşamda normal bir oyuncak haline gelmesi ise ayrı bir sorundu. Beni yaşatan hayaller dünyasıydı. Evimizle, nar bağımızla, Ağa’mın toprakları ile ilgili gece gündüz planlar yapıyordum. Nereden okuduğumu hatırlamadığım “Su hayatın kaynağıdır!” sözünü kendime ilke edinmiştim. Bu ülkü ile insanları etrafıma toplayıp, gece gündüz çalışacaktım. Projelerimi tüm devlet kurumlarına gönderecektim. Onları gören herkesin bana ve fikirlerime saygı göstereceğini düşünüyordum. Bu fikirlerimi arada bir Efsane ile paylaşıyordum. O ise beni dikkatle dinliyor, arada bir sorular sorsa da bazı düşüncelerini benden gizlediğini hissediyordum. Bir gün Sahil restoranda oturmuş çay içiyorduk. Onun fikrini almak için aklıma gelen şeyi sordum:
–Benimle Afganistan’a gelir misin?
Sanki bu soruyu bekliyormuş gibi çok net cevap verdi:
–Hayır!
Bu cevabı duyunca önce sinirlendim. Omuzlarımı kaldırıp, kaşlarımı çattım. Sonra ondan kurtulacağım aklıma gelince gözlerimdeki gülümsemeyi fark etti.
Kızgın bir sesle:
–Sevindin değil mi? Hiç sevinme, çünkü sen de Afganistan’a gitmeyeceksin.
–Gideceğim.
–Neden? Yoksa boğazına iki metrelik ipin geçmesini mi istiyorsun? Taliban Sovyetlerde okuyan tüm öğrencilerin listesini yapmış. Onların kim olduklarını sen daha iyi bilirsin.
Omuzlarımı silkeleyip sussam da yüzümdeki merak çizgileri onun devam etmesini sağladı:
–Onları yıllarca Pakistan’da beslediler. Afganistan’da Sünni bir devlet kurmak için eylem hazırlığı yapıyorlar. Bu işin finansını ise Suudi Arabistan yapıyor. Yazık ki çok kötü şeyler olacak. Senin vatanın için gerçekten üzülüyorum. Sen Sünni–Şii olaylarını biliyor musun?
–Ben Müslüman değil miyim? Elbette biliyorum. Bize Tatar ismini Ruslar verdi. Tatar denilen insanlar öz be öz Türk ve Müslümandır. Sadece coğrafi yakınlık nedeniyle bazı Slavyan geleneklerini öğrenmişiz. Öyle de olsa Marks ve Engels’in felsefesi ile büyümedik. Bizlere kahramanlık, vatan severlik ve yenilmezlik aşılamışlar. Milli destanlar ile terbiye edilmemize rağmen bize gerçekçi olmamızı da öğrettiler.
–Biz de kızları haremlere hizmetçi veya sakalı köpek gibi kokan erkeklere para karşılığı köle olarak satmıyorlar. Görüyorsun iki dil biliyorum, hem piyanistim hem de grafiker. Dünyanın neresine gitsem iş bulurum sadece Afganistan hariç.
Utanmaya başlamıştım. Onun neler bildiğini öğrenmek istiyordum:
–Taliban hakkında neler biliyorsun?
Efsane derinden bir ah çekti:
–Özür dilerim çok mu üzdüm seni? Taliban hakkında bildiklerimi kocası Pakistan’da diplomat olan arkadaşımdan duydum. Yanılmıyorsam iki üç yıl içinde onlar Afganistan’ı ele geçirecekler.
Eve varır varmaz Andrey Andreyeviç’e telefon ederek ondan Afganistan’ı bekleyen tehlikeleri soracaktım. Bu hocam sanki benim ümit yerim, danışmanım olmuştu. Sadece iki gün önce hayalimde, benim hidroloji projelerim sayesinde Afganistan’ın boz Dağlarının yemyeşil olduklarını düşünmüştüm. Daha güçlü sellerin getirdiği altın karışımı balçık, dış ülkelerin atölyelerine taşınarak milli varlıklarımız çalınamayacaktı. Bir gün Sara’ya “Bak, senin aşkının gücü ile bütün ülkemizi senin gözlerinin rengine benzettim!” diyecektim. Telefonu epeyce çaldırdım ama açan olmadı. İkinci denememde birisi Rusça ne istediğimi sordu. Andreyeviç’le görüşmek istediğimi söyleyince sert bir şekilde: “O intihar etti!” diyerek telefonu kapadı. Dizlerim titredi ve telefonun ahizesini göğsüme basarak divana oturmak zorunda kaldım. Birden, Andrey Andreyeviç Afganistan’ı nelerin beklediğini bildiğini, sadece bana dememek için canına kıydığını düşündüm.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/sabir-sahtahti/yosun-kokusu-69499519/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
1920 yılının başlarında Kral Emanullah Han tarafından Afganistan’ı modernleştirmek için yaptırılmıştır.

2
Pakol: Afganistan’da erkeklerin kullandığı milli kalpak.

3
Bibi: Anadolu’da ve Azerbaycan’da halaya verilen ad.

4
Nogay Türkleri: Şimdiki Dağıstan arazisinde yerleşen ve uzun yıllar yaşayan Türkler.

5
Şükürler olsun ki biz tertemiz Afgan ve Müslümanız.

6
1979 yılında SSCB askerleri Afganistan’a girdiler ve oradaki halkı Rus gibi görmeye başladılar.

7
Afganistan halkının yüzde 20’sini oluşturan Farsça konuşan, Şii, Türk-Moğol asıllı olan halk.

8
Peştun: Paştun, Afganistan’ın güneydoğusu ile Pakistan’ın kuzeydoğusunda yaşayan İranlı bir ulus. Konuştukları dil, Peştucadır.

9
Semaverin ortasında ateş yakılan yer.

10
Bakırdan yapılan mermi.

11
Burka:Sadece yüz bölgesinde küçük delikli parçası olan dini giyim. Taliban döneminde Afganistan’da mecburi giyim.

12
Sert toprağa çizlien bir daire içindeki ebeyi kemerle dövmek. Bu olaydan kurtulmak için ebenin kendisini döven bir kemeri yakalayıp kemerle vuran kişyi daire içine çekmesi gerekirdi.

13
Farsça: Sıcak su kaynağı.

14
Girvenke: Eskiden kullanılan ölçü birimi. 1 girvenke 400 grama eşittir.

15
Sovyet ordusu şeytandır.

16
Çiğ yenilen domuz yağı.

17
Кафедрой заведовали: профессор В.М. Евстигнеев (1988-1995).

18
Anaşa: Haşhaştan yapılan zehirli uyuşturucu, afyon.

19
Mihail Gorbaçov: Sovyet Komünist Partisi Merkez Komitesinin son genel sekreteri. İlk ve son Cumhurbaşkanı. (1885-1991)

20
Rusça “benim Afqanım!” anlamında kullanılır.

21
Barmakların pianonun tuşları üstüne çekilmesi hareketi.

22
Brejnev: SSCB’nin 1964-1982 yılları arasındaki lideri.

23
Yazov: SSCB’nin 1987-1991 yılları arasındaki savunma bakanı

24
Sokolov: SSCB2nin 1984-1987 yılları arasındaki savunma bakanı.

25
Geroy: Kahraman

26
Ma:Ana

27
Komünist Partisi.

28
“Senin çok güzel bir gülüşün var,” anlamında.

29
KGB: Sovyet gizli servisi.

30
Çaparidze: Azerbaycan halkına karşı zalimce davranan Gürcü asıllı Bolşevik.

31
“İlk Çarşamba”, “ Sular Nevruzu” gibi isimlerle de anılır.

32
Çto:Ne

33
Sen yakışıklı bir Afgan savaşçısısın.

34
Senin çok sert mizacın var.

35
Sen gerçek bir erkeksin.
Yosun Kokusu Sabir Şahtahtı
Yosun Kokusu

Sabir Şahtahtı

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Yosun Kokusu, электронная книга автора Sabir Şahtahtı на турецком языке, в жанре современная зарубежная литература

  • Добавить отзыв