Nisgil

Nisgil
Sabir Şahtahtı

Sabir Şahtahtı
Nisgil

Bu eser, Aras Türk Cumhuriyeti’nin 100. yıl dönümüne ve Nahçıvanımızın bugünümüze kadar ulaşmasını sağlayan Yüce Ruhlara adanmıştır!


Eser, XX. asrın öncesinden başlayarak yüz yıllık büyük problemler yaşayan, Azerbaycan halkının facialarından söz ediyor. Hadiseler yüksek ahlâki değerlere, terbiye ve bilgiye sahip iki gencin azaplı hayat yolunu aydınlatıyor. Yazar, edebî ustalıkla dünyada meydana gelen siyasî sürecin Azerbaycan’a etkisini, Nahçıvan’ın tarihi sıkıntılarını, büyük devletlerin Orta Doğu ile ilgili acımasız siyasetinin ağır neticelerini, en güçlü istihbarat teşkilatlarının kendi amaçları için uyguladıkları acımasız metotları, XX. asırda yaşadığımız sıkıntıların nedenlerini kaleme almıştır.

I. BÖLÜM
Aralık 1949’un son günlerinde, bir aile daha gecenin karanlığında Kolanı’dan yola çıktı. Meşedi Cevat’ın hanımı, 1930’lu yıllarda Kolhoz[1 - Kolhoz: Eski Sovyetler Birliği’nde tarım üretim kooperatifi.] Tarım Kooperatifi’ni protesto ettikten sonra Nahçıvan’dan kaçan ailelerden birinin kızıydı. Babası 1908’de Güney Azerbaycan’ın Tebriz ve Salmas bölgelerindeki Şah rejimine karşı mücadele eden silahlı grupları örgütlemek suçlamasıyla tutuklanmış, daha sonra hapisten kaçarak Nahçıvan’a sığınmıştı. Şimdi, dumanlı bir gecede bir çift öküzün çektiği bir araba ile yurtlarından ayrılıyorlardı. Küçük kervanın önünde bir kılavuz eşek gidiyordu. Arkadaki arabaya ise kestane renginde bir at bağlanmıştı.
Bolşeviklerin duymaması için kendi eşyalarını katırlarla köyün dışına taşıyıp arabalara yüklemişlerdi. Öndeki arabada Meşedi Cevat, arkadaki arabada ise yaşlı annesi ile hamile karısı oturuyordu. Arabaya, çeşitli halılar, kilimler, giysiler ve yol için yiyecekler konulmuştu. Meşedi, altın ve takılarından bazılarını bahçesine gömmüş, bazılarını da öküz arabasının oturma yerindeki tahtaları oyarak içine saklamıştı. Kendileri ile beraber götürdükleri altın ve takılarla Aras Nehri’nden geçebilselerdi, hayatlarının sonuna kadar rahatça yaşarlardı. Ancak bundan da önemlisi sağ salim yolculuğu tamamlamaktı. Kaybettikleri çok şey vardı: Geçmişlerini burada bırakıp gidiyorlardı, gelecekle ilgili, onlara ait bir şey kalmamıştı. Ama o ümitliydi. Gideceği yerin ışığına değil, gittiği karanlığa boyanmış yurdun aydınlanacağından umutluydu. Bu altınları toprağa gömerken, gözleri yaşarana kadar dua etmişti: Allahım ülkeme dönmem için bana yardım et!
Böylece, gece gündüz yol alarak Arasdeyen Düzü’ne[2 - Nahçıvan’da bir yer ismi.] vardılar. Meşedi Cevat’ın kendisi bir arabayı, annesiyse diğerini kontrol ediyordu. Hiç kimseden ses çıkmıyordu. Herkes Meşedi Cevat’ın kararlarına tâbi idi. Yolculuğun üçüncü günü Şeril[3 - Nahçıvan’da bir ilçe olan Şerur: Halk arasında bu bölge “Şeril” diye bilinir.] Düzü’ne varmak üzereydiler. Aniden Meşedi Cevat:
– Duralım, diyerek öküzlerin üzengilerini çekti.
Arabaların gıcırtısı dursa da hayvanların puflamaları durmadı. Arabadan ilk olarak yaşından beklenmeyecek bir çeviklikle Reyhan Hanım indi. Etrafı dikkatle süzerek biraz kibirli bir sesle:
– İyi bir yere benziyor ancak kurdu kuşu çok olur böyle yerlerin.
Artık durmuşlardı. Hem de herkes takatten düşmüştü. Meşedi, kılavuz eşeğin üstüne yüklenen ottan bir bağ çıkarıp hayvanların arasında bölüştürdü. Sonra arkadaki arabada bağlı olan atı çözerek terinin soğuması için biraz dolaştırdı. Ortalıkta çıt çıkmıyordu. Hayvanların geviş sesinden başka bir ses duyulmuyordu.
Aras Nehri’ne yakın bir yerde, iri gövdeli bir ağacın altında gecelediler. Sabah erkenden yöre haklına görünmeden yola çıkaçaklardı.
Meşedi Cevat’ın bütün endişesi hamile karısıydı. Kadının doğum vakti yaklaşmıştı. Yolculuğu ertelemek için çok düşünmüşlerdi ama daha fazla gecikemezlerdi. Çünkü Bolşevikler iki kilo altın istemiş, bunun ödenmesi için iki gün süre vermişlerdi. Meşedi onların hilesini iyi biliyordu. Altını verse de vermese de onlara iyi davranmayacaklardı. Belki de bu iki gün zamanı da vermeyeceklerdi. Karısı hamile olduğu için kimsenin aklına geceleyin köyü terk edebileceği gelmezdi.
Meşedi ya silahlı çatışmaya girecek ya da onların istediklerini verecekti. O, üçüncü yolu seçmek zorunda kalmıştı. Onun için zaman kaybetmeden Aras Nehri’ni geçmeliydiler. Bütün ailesinin, çocuklarının hayatı buna bağlıydı.
Üçüncü geceyi Şeril Düzü’nde geçirdiler. Aras’tan tahminen bir kilometre uzakta, ağaç gibi kalınlaşan ılgın çalılarının arasında konakladılar. Yolun yorgunluğunun yanında, eğri büğrü yollarda giden arabaların, insanın içini ürperten sesleri, tahtaların ve tekerleklerin gıcırtısı yolcuların sinirlerini iyice yıpratmıştı. Aras’tan esen serin rüzgâr insanı üşütse de giysileri kalın olduğundan kendilerini koruyorlardı. Aslında yürekleri üşüyordu. Bu nedenle bedenlerindeki üşümeyi hissetmezlerdi.
Meşedi Cevat, elindeki şişle toprağı kazarak küçük bir ocak yaptı. İki tarafa taş koyarak çalı parçalarını içine yığdı. Meşedi, çocukluktan beri ocak yakmayı severdi. Yaşlandıkça içindeki bu sevgi daha da büyümüştü. Nevruz ateşinin yakılmasını iki üç ay önceden heyecanla beklerdi. Ancak gençlik yıllarında vatanın her yerinde yoğunlaşan savaşlar nedeniyle dağda, bağda mecburen yakılmış ocakları gördüğü için, ateşe olan sevgisi azaldı. Şimdi ise o, aynı çocuk yaşlarında gördüğü ateşlerden birini yakıyordu…
Ne annesiyle ne de karısıyla sohbet etmek düşüncesinde değildi. Konuşmak için hevesi kalmamıştı. Endişesi; gidecekleri yer, karşılaşacakları durumla ilgili sorulacak sorulardı. Şimdi o, çıtırdayarak yanan közlerle konuşuyordu:
– Bu kısmetim midir, talihim mi, yoksa uğursuzluk getiren yıldızlar altında mı dünyaya geldim?
Tam o anda ocağın ortasında patlayan bir köz ona cevap verdi. Çukur gibi kazdıkları yerde o köz sanki bir kuyruklu yıldıza dönüştü. Meşedi gerici ve, hurafeci değildi. Her şeye akıl ve mantıkla yaklaşan, inançlı biriydi.
Ellerini önce ateşte, sonra nefesi ile ısıttı.
– Yoksa ben kuyruklu yıldız doğunca mı doğmuşum. Bir insan kaç defa yurt değişir?
Bu sorular kafasından geçince alnını ovuşturdu.
– Hayır olamaz! Diyelim ki benim talihim uğursuz, göç eden biri olarak yazılmış. Peki, bu acıları yaşayan milyonlarca insanın talihine ne demeli?
Haddinden fazla yorulsalar da işleri yoluna girmişti. Bekledikleri tehlike gerçekleşmemişti. Karşılarına ne Bolşevikler çıkmıştı ne haydut çeteleri ne de yırtıcı hayvanlar. Bütün bunlara rağmen yine de tek rahatsızlıkları hamile kadındı. Bu olumsuz vaziyet aklından çıkmıyordu…
Meşedi silahı hazır bir şekilde yanında tutuyordu, kısa bir hençeri ise kuşağına sokmuştu. Hava karardıktan sonra vahşi hayvanların sesi, köpeklerin ürümesi endişe veriyordu. Buralarda en büyük tehlike, vahşi hayvanların ani saldırısıydı. Aç kurtlardan etrafta çok fazla olabilirdi. Onun için ateşin içine kalın ve uzun odunlar koymuşlardı. Böylece ani bir saldırı hâlinde kendilerini savunabilirlerdi. Zaten, ateş olan yere kolay kolay kurtlar yaklaşmazdı.
Meşedi Cevat eğitimsiz olsa da dünya görmüş bir adamdı. Çevresinde olan olaylara duyarlıydı. 15 Mayıs 1945 yılında Ermenistan Komünist Parti Merkez Komitesi 1. Kâtibi Arutinuv, mektupla Stalin’e başvurarak dışarıda yaşayan Ermenilerin, Sovyet Ermenistanı’na getirilmesi hakkındaki kararın kabul edilmesinde etkili rol oynamıştı. Meşedi Cevat, Stalin’in bu kararını Vedibasar’ın aydın insanlarından duymuştu. Söylendiğine göre önce tarafsız kalan Stalin, daha sonra Bolşeviklerin Kafkaslara tam hakim olmasından sonra her zamanki gibi Ermenilerin tarafını tutmuştu.
Bu nedenle de Ermeniler Zengezur’u Stalin’in desteği ile ele geçirmişlerdi. Söylenenlerin bir kısmı yalan olsa da diğer kısmı doğru çıkıyordu.
Meşedi Cevat, duyduklarından sonra Kafkaslarda yeni bir kargaşa sürecinin başladığını anlamıştı. Artık silahlı isyanlar da fayda vermeyecekti. Çünkü, XX. asırda öncekilerden farklı olarak Sovyet Hükümeti’nin düzenli orduları vardı. Nihâyetinde uzun müzakerelerden sonra Stalin, Azerbaycan halkına karşı düşmanlık yapacağını, aldığı kararlarla açıkça gösteriyordu.
Sadece 1946 yılında Filistin, Suriye, Fransa, ABD, Mısır, Yunanistan, Irak ve İran’dan otuz dört bin beş yüz Ermeni göç ettirilerek Revan’a[4 - Şimdiki Erivan] yerleştirildi. Bunun ardından Revan’daki Müslüman Türklere baskı yapılmaya başlandı. Bu baskıların altında yatan gerçeği herkes biliyordu. Türkler, Revan civarından uzaklaştırılmak isteniyordu. 23 Aralık 1947’de SSCB Bakanlar Kurulu, Kolhozlarda çalışanların ve diğer Azerbaycanlıların Revan’dan, Azerbaycan’nın Kür-Aras Ovası’na göç ettirilmesi ile ilgili kararı kabul etti. 1948-1950 yılları arasında Ermenistan’dan Azerbaycan’ın diğer bölgelerine yüz bin insanın göç ettirilmesi planlanmıştı. Aynı kararın 1. bendinde 1948 yılında on bin, 1949 yılında kırk bin, 1950 yılında elli bin insanın göç ettirilmesi planlanmıştı.
Revan şehrinin Stalin ve Spandoryan bölgesinde yaşayan Azerbaycanlılar 1949 yılının Kasım ayında yük vagonlarına bindirilerek Saatlı bölgesine gönderileceklerdi. Her iki bölgedeki Azerbaycanlı ailelerin evleri emniyet güçleri tarafından özel olarak ablukaya alınmıştı ki evlerini izinsiz olarak değiştirmesinler. Ev eşyalarını ve altın, gümüş gibi kıymetli mücevherlerini hatta hayvanlarını bile satmasınlar.
Ocağın başında oturarak yaş ılgın kökü ile ateşi karıştıran Meşedi, bütün bu hadiseleri unutamıyordu. Doğru veya yanlış şimdi o, sonu görünmeyen bir yola çıkmıştı. Hem de yalnız değildi. İki canlı karısı ise durumu daha da zorlaştırıyordu. Gecenin karanlığı çok korkunçtu. Meşedi korkak birisi değildi ama şimdi korkuyordu. Her an üzerlerine saldırabilecek vahşi hayvanlar, ansızın ortaya çıkabilecek silahlı Bolşevikler, iki canlı karısının çektiği korku da onun için aynı tehlikeyi taşıyordu.
Korktukları başlarına geldi de; gecenin bir yarısında karısının sancıları başladı. Reyhan Hanım’ın bu işlerde tecrübesi vardı. Aslında gerekli olabilecek malzemeleri de yanına almıştı. Onun sayesinde gelin kolay bir doğum yaptı. İkiz kız çocuklarını doğuran Tovuz, acısını unutmuş, sevincinden gülüyordu. Tam o anda uzaktan bir çakal sesi duyuldu.
Gecenin karanlığında, belenmiş bebeklerin açık kalan suratları ay ışığı gibi parlıyorlardı. İkisi de ses sese vermiş ağlıyorlardı. Çakalların seslerini duyduklarında, sanki anlıyorlarmış gibi sustular. Reyhan Hanım, yeni doğan bebeklerle annelerinin rahatlarını sağladıktan sonra oğlunun yanına giderek yere bağdaş kurdu. Meşedi’ye göz aydınlığı verdi. Gelini duymasın diye yavaş bir sesle:
– Ay parçası gibi güzel iki kızın oldu. Bugün, yılın son günü. Allah’a şükür ki kurtulduk; ancak bu çakal sesleri içimi ürpertiyor. Sanki baykuş sesi gibi, bu belirtiler insana hayırlı haber getirmez!
Annesi, oğlunun düşüncelerini okuyormuş gibi konuşmuştu. Her ikisi de bir dağ adamı olarak aslında hayvanların özelliklerini iyi bildikleri için aynı şeyleri düşünmüşlerdi. Kim bilir, belki gelin de kendileri gibi ürperiyordu. Burada geceleyip uygun bir zamanda ve ay ışığında Aras’ı geçmeliydiler. Lohusa kadının biraz toparlanması için iki gün gecikeceklerdi. Yeterince yemek yemeseler de bebekler sütle besleniyordu. Birkaç saat sonra durum biraz değişti. Çakalların sesleri kesildi ve çocuklar da sakinleştiler.
Meşedi Cevat’ın Batabat’ta[5 - Batabat: Nahçıvan’da çok meşhur bir göl. Gölde yüzen adalar bulunur.] akrabaları vardı. Öncelikle karısını götürerek akrabalarına emanet etmek istiyordu. Annesiyle konuşarak önce kendisinin Aras Nehri’ni geçip ilerideki köylerin durumunu kontrol etmesine karar verdiler. Öyle de yaptı. Atına binerek sessizce gözden kayboldu. Aradan yarım saat geçmemişti ki Meşedi’nin aynı sessizlikle geri döndüğünü görenler, onun iyi haberlerle gelmediğini anladılar.
Meşedi atından inerken etrafta silahlı Bolşeviklerin olduğunu söylüyordu. Moralleri bozulmuştu. Burada kalmaları artık tehlikeliydi. Onun için güneş doğar doğmaz yola çıktılar. Lohusayı arabanın birine bindirdiler. Lohusanın rahat etmesi için arabanın içini minderler ve eski elbise parçalarıyla doldurmuşlardı. Öğlene kadar yol aldılar. İyice yorulmuş ve acıkmışlardı. Gece olmadan güvenli bir yer bulmak için arabaları hiç durmadan sürüyorlardı.
Arazi, çöl gibi çıplaktı. Nihayet uzaktan bir ağaç göründü. Hem dinlenmek hem de su bulmak için demir yolunun soluna doğru yöneldiler. Meşedi yanılmamıştı. Tarlalardan epeyce uzakta küçük tepelerin yamacında tek bir meşe ağaçı vardı. Biraz yaklaşınca meşe ağacının altında gürül gürül akan bir çeşme olduğunu fark ettiler. Burası Şeril Gölü’nün sahiliydi. Aras Nehri buradan 300-400 metre uzaktaydı.
Gözlerden ırak bu alan, gizlenmek için uygundu. Arabalar durunca Meşedi atından inip diğer arabadaki karısının yanına gitti. Tovuz’un rengi kaçmıştı. Meşedi elini onun alnına koyarak:
– Nasılsın, diye sordu.
Tovuz, zoraki gülümseyerek kocasının yüzüne baktı. İyice hâlsizleşmişti. Annesiyle yardımlaşarak Tovuz’u arabadan indirdiler. Meşedi onlara moral vermek için gülümsüyordu. Aslında perişan bir durumdaydı. Kafasındaki cevapsız sorular onun dengesini bozmuştu. Pehleviler rejiminin vatandaşı olmak için nereden ve nasıl başlayacağını düşünüyordu.
1925 yılında askerî bir darbe ile iktidarı ele geçiren Muhammed Rıza Şah rejimi ülkede Türklere karşı geniş çaplı manevi bir soykırım başlatmıştı. Zerdüştlüğün ülkede genişçe yayılması için çaba gösteren rejim, kökenleri çok eski tarihlere dayanan Azerbaycanlı Türklerin yaşadıkları bölgelerde dinî ve millî ideolojilerin yok edilmesine kasıtlı olarak izin vermişti. Ülkedeki Ermeni toplumuna özel bir ilgi gösteriyordu.
Devlet dairelerinde, sosyal alanlarda, hatta toplantılarda Türkçe konuşmayı yasaklamıştı. Günlük yaşamında bile ana dilinde konuşan Türklere devlet dairelerinde iş vermiyorlardı.
Yine küçük taşlardan kurdukları ocakta ateş yaktılar. Uzaktan alevler görünmesin diye arabalardan birini ocağın bir tarafına, diğerini ise öbür tarafa koydular. Havada kış belirtisi yoktu. Sanki sonbahar bu taraflara yeni ayak basmak istiyordu. Meşedi, arabanın altına gizlediği tüfeğini alarak etrafı keşfe çıktı. Şanslarına Aras’ın su seviyesi düşüktü. Geceyi burada geçirip sabahleyin tan yeri ağarmadan nehirden geçeceklerdi. Fakir sofra örtüsünün etrafında daire biçiminde oturan aile, bu ağır yolculukta ilk defa rahat nefes alıyordu.
Bebeklerin sesi çıkmıyordu. Sanki yol yorgunu bu insanların durumuna acıyarak susmuşlardı. Meşedi, hazırladığı ocakta biraz çay yapmaya çalıştı. Az sonra ateşin üzerinde kaynayan çay ve lavaş ekmekle dürüm yapılmış peyniri, iştahla yediler. Ocağın is ve duman kokusu çayın içine sinmişti. Tam o anda sürüsünü çeşmeye doğru getiren bir çoban gördüler. Çoban, yemek bohçasını omzunda taşıdığı bir değneğe takmış, sağa sola sallayarak çeşmenin başına geldi. Kadınlar yaşmaklarını tutarak yabancı adama sırtlarını döndüler.
Çoban selamlaştıktan sonra kadınların rahatsız olduğunu görerek aceleyle elini yüzünü yıkayıp, bir avuç su içtikten sonra çeşmenin başından uzaklaştı. Birkaç dakika sonra elinde bir çaydanlıkla geri döndü. Süt getirmişti. Meşedi, minnet duygularını bildirerek sütü boş bir çaydanlığa boşaltıp teşekkür etti. Ateş sönmeden sütü de ateşin üzerine koyarak kaynattılar. Herkes doymuştu. Özellikle süt herkesi kendine getirmişti.
Yemekten sonra Reyhan Hanım bebekleri getirmek için arabaya doğru yürüdü. Bebeklerden birini annesine vererek öbür bebeği almak için yeniden arabaya doğru yöneldi. Tam arabanın yanında ikinci bebeğin arabada olmadığını görünce şaşkınlıkla durakladı. Bir an arabanın içinde bir yerde olduğunu düşünerek gözleriyle arabanın içini taradı. Aklına gelen şey Reyhan Hanım’ın boğazını kurutmuştu.
Meşedi, hiç kımıldamadan duran annesine anlamsızca bakarken yerde annesine doğru hızla giden yarım metre boyundaki boz renkli yılanı gördü. Her ikisi de aynı anda çığlık attılar. Yılan, Reyhan Hanım’ın ayağından sokarak hızla uzaklaştı.
Meşedi, bir hamlede yerde çığlık atan annesinin yanına gitti. Çorabını çıkararak ısırılan yerin biraz üstünden sıkıca bağladı. Sonra ısırılan yerdeki zehri emerek yere tükürdü. Kadının dili tutulmuştu. Meşedi, yılan soktuğu için dili tutulan birini hiç duymamıştı. Annesinin hâlinden yılanın çok zehirli olduğu sonucuna vardı.
Annesini çeşmenin başına uzatarak yarayı emmeye devam etti. Annesi ise eli ile arabayı işaret ederek anlaşılmaz bir şeyler söylüyordu. Ne oğlu ne de gelini kadının ne demek istediğini anlamıyordu. Başlarına gelen ikinci felaketten henüz haberleri yoktu.
Reyhan Hanım’ın ayağı bir saat içinde şişerek simsiyah oldu. Şişlik gittikçe bütün bedenine yayıldı. Yavaş yavaş tüm hareketleri yavaşladı ve sonunda bedeni cansız bir şekilde Meşedi’nin elinde kaldı. Meşedi’nin bütün çabalarına rağmen annesi kurtulamamıştı.
Lohusa Tovuz, çaresizlik içinde çırpınıyordu. Bu ıssız yerde ne yapacağını şaşırmıştı. Şiddetli ağrılarını bir yana bırakarak eşine teselli vermeye, diğer yandan da ağlayan bebeği susturmaya çalışıyordu.
Bağırışları duyan çaban koşarak çeşmenin başına geldi. Gördüğü manzaradan etkilenmişti ama mantıklı karar verecek sadece kendisi vardı. Elini Meşedi’nin omuzuna koyarak:
– Oğlum, ölüme çare yoktur. Başın sağ olsun. Cenazeyi defnetmek lazım. Bu kır yılanlarının büyük bir bölümü engerektir. Bu mevsimde bunları topraktan seçmek zordur. Havalar tam soğumadı. Onun için kış uykusuna yatmadılar. Bu mevsimde hem saldırgan oluyorlar hem de zehirleri çok keskindir.
Durdu, derin bir nefes alarak devam etti:
– Cenazeyi bir saat içinde gömmemiz gerek, yoksa şişerek patlar. Sakıncası yoksa soracağım, nereden geliyorsunuz?
Meşedi susuyordu. Çoban önce Meşedi’nin yaşadığı facia yüzünden kendinde olmadığını düşündü. Sonra ihtiyatlı davrandığı aklına gelerek sözlerine devam etti:
– Benim adım Amid. Çobanım. Sanırım bu rahmetli anneniz. Kimlik kartınızı verin, merhumeyi köyün mezarlığında defnetmek için gerekli işlemleri yaptırayım. Benden çekinmeyin. Bizim buralarda kimseye zarar vermezler.
Meşedi susuyordu. Nihayet boğuk bir sesle:
– Kimlik kartı olmadan defnedemez miyiz?
– Revan’dan mı geldiniz? Şimdi anladım. Eğer NKVD[6 - NKVD: Halk Dâhilî İşler Komiserliği (Kısaltma Rusça’dır). Olay tarihinden 3 yıl önce ismi değişse de halk arasında aynı adla tanınıyordu.] bu durumu öğrenirse seni de beni de sürgün ederler.
Çoban ellerini ağzının iki yanına dayayarak sürünün olduğu tarafa doğru bağırdı. Bir iki dakika sonra on on iki yaşlarında bir çocuk dörtnala sürdüğü atıyla çeşmenin başına geldi.
Çoban:
– Samil, hemen eve git, Zehra Nine’ni, Sümbül’ü ve Amil’i alarak buraya getir. Ninene de ki cenaze defni ve mezar kazmak için gerekli malzemeleri yanına alsın. Ha, bir de ağzınızı sıkı tutun. Hiç kimse bir şey bilmemeli. Anladın mı?
Çocuk, başı ile söyleneni anladığını onayladı. Atını köye doğru döndürüp dörtnala sürdü. Yaklaşık kırk beş dakika sonra uzaktan eski bir at arabası göründü. Arabada on sekiz yirmi yaşlarında, yaşına göre iri gövdeli bir kız, çarşaflı bir kadın ve iki delikanlı vardı.
Arabadan bir sıçrayışla atlayan genç kız cenazeye doğru yaklaştı. Yüzünü kıbleye doğru dönerek dua okudu. Cenazenin baş tarafına doğru geçip babasına ve kardeşlerine işaret ederek yardım etmelerini istedi. Yardımlaşarak cenazeyi eski at arabasına taşıdılar.
Çoban eğilerek kızının kulağına fısıltı ile:
– Köyün şu an kullanılan mezarlığına götüremeyiz. Buralarda bir yere defnetmek de doğru olmaz. Hava kararınca eski mezarlığa gömeriz. Revan’dan kaçmışlar. NKVD’nin haberi olursa vay hâlimize, dedi.
Kız, öteki arabadan eski elbise parçalarını ve çarşafı alarak örtü olarak kullandı. Cenazeyi tek başına yıkayarak evden getirdikleri malzemelerle kefenlemeye başladı.
Arabanın yanına gitmek isteyen Tovuz’u gören çobanın karısı:
– Sen gelme ay kızım, cenazeyi görüp de korkarsan sütün kaçar. Biz hallederiz, diyerek Tovuz’u engelledi.
Tovuz, ağlamaya başlayan bebeği emzirerek yapılanları incelemeye başladı. Bir iki saat içinde cenazenin tüm işi bitmişti. Hepsi çeşmenin etrafında toplandılar. Çobanın çocukları ve torunları mezar kazmaya gitmişlerdi. Havanın kararması ile birlikte onlar da mezarlığa gideceklerdi.
Meşedi, köyün adını ve civarı öğrenmeye çalışıyordu. İmkânı olduğu zaman onu aramaya gelecekti. En azından mezarlığı ziyaret ederdi. Çoban Amid eliyle yamacın eteğinde kurulan köyü göstererek:
– Oğlum, dünya fanidir. Ömür namerttir, ona güvenilmez. Nerede biteceğini Allah’tan başka kimse bilemez. Bak, eski mezarlık bu gördüğün tepededir. Tam etekteki karaltı, görüyor musun? Mezarı orada kazıyorlar. Mezarlık, Seyitler Mahallesi’yle karşı karşıya.
Yakınlardaki siyah bir karganın sesi herkesin içini ürpertti. Kafaları öylesine karışmıştı ki ikinci bebeği unutmuşlardı. Saatler sonra ikinci çocuğun arabada kaldığı Tovuz’un aklına geldi. Kucağındaki bebeği yere bırakıp, hızla arabaya doğru gitti. İçini garip bir korku sarmıştı. Ayakları titremeye başladı. Tam da az önce ölen kaynanasının durduğu yerde durup arabaya bakarken, içindeki korku çığlığa dönüştü. Korkunç bir çığlık attı. Çığlığın yankısıyla etraftaki kargalar uçuşmaya başladılar. Tovuz’un çığlığı ile birlikte Meşedi Cevat hemen ayağa fırladı. Tovuz’un yanına gelinceye kadar kadın bayılıp yere düşmüştü.
Az sonra kendine gelip yeniden bağırmaya başladı. Meşedi Cevat, korkunç gerçeği anlamıştı. İkinci bebek kaybolmuştu. Az önceki ağlama sesleri ve haykırışlar bu defa yerini daha şiddetli çığlıklara bırakmıştı. Cenaze ortada kalmıştı. Meşedi Cevat, şaşkınlıkla arabanın sağında solunda bebeği ağrıyordu. Koşarak arabanın etrafını dolaştı. Daire şeklinde koşarak, her defasında daha geniş bir alanı arıyordu ama çabaları nafileydi. Koşmaktan nefesi kesilmişti. Çaresizlik içerisinde arabanın yanına döndü. Çoban ve ailesi ne olduğunu anlamaya çalışıyorlardı. Bitkin bir hâlde gelen Meşedi Cevat’ın:
– Diğer bebek yok, demesiyle başka bir bebeğin daha olduğunu anladılar. Onlar da etrafa bakıyordu ama ortalıkta bebek falan yoktu. Meşedi Cevat’ı ve gelini sakinleştirmek çobana düştü.
Hava kararmaya başlamıştı. Bir an önce cenazeyi defnetmeleri gerekiyordu. Arabayı yavaş yavaş köyün eteğine doğru sürdüler. Kazılan mezara koydukları cenaze için Çoban Amid dualar okudu. Tovuz şoka girmişti. Bebeği kucağına almış, sessizce arabada oturuyordu. Sanki ikinci bebeği zorla elinden alacaklardı…
Tekrar çeşmenin başına döndüler. Amid’in kızı Sümbül, annesinin kucağındaki bebeği sevmek isteyince Tovuz bir çığlık atarak bebeği kucağına bastı. Ağlıyordu. Sonra Sümbül’ün de ağladığını görünce bebeği ona doğru uzattı. Bebeğin sağ eli beleğinden dışarı çıkmıştı. Bileğinin üstünde sedef büyüklüğünde siyah bir ben vardı. Sümbül, o benden birkaç defa öptü. Çocuğun masum yüzüne bakarak başını salladı. İki günlük bebek ağzını sağa sola gezdirerek annesinin memesini arıyordu. Elindeki bene tekrar bakarak “Nisgilli[7 - Nisgilli: Dertli, gamlı, kederli.] günleri burada bırakıp gidin!” diyerek bebeğin kulağına eğildi. Üç defa “Nisgil!” diye fısıldayarak Meşedi Cevat’a doğru döndü:
– Nedense bu isim kaç gündür dilime dolanmış. Bu gece rüyamda da tenha bir mezarlık görmüştüm. Birisiyle mezarı ziyaret ediyordum. Baktım ki mezar taşının etrafı kıpkırmızı kandır. Yanımdaki adam bu kırmızı rengin mezarın gözyaşları olduğunu söyledi.
Sümbül ağlamaya başlamıştı. Bir türlü susmuyordu. Az sonra hepsi toparlandılar. Sümbül kucağındaki çocuğu annesine verdi. tekrar Meşedi Cevat’a dönerek:
– Gördüğüm rüya buymuş meğerse. Hayırlısı olsun. Zorluklar daha sizi bekliyor. Hanımın iyice sarsıldı ona iyi bak. Ben sağ olduğum müddetçe annesinin mezarını sahipsiz bırakmayacağım, rahat ol.
Cenazenin defin işlemi bittikten sonra yeniden çeşmenin başına döndüler. İki günde ailenin iki üyesini kaybetmişlerdi. Küçük bebeğini kaybeden Tovuz, sanki bir şey duymuyor, bir şey görmüyordu. Uzun tartışmalardan sonra bebeğin arabadan düştüğü kanısına vardılar. Çoban Amid’in torunları, arabadan düşen bebeği bulmak için arabanın geldiği yolu takip ettiler ancak bebeği bulamadılar. Meşedi Cevat, sabırlı birisiydi. O, karısının ve öbür kızının sağ kalmasına şükrediyordu. Hava karardıktan sonra arabalarını yıkık, eski köprüden epeyce uzakta Aras kıyısına doğru sürdüler. Önce köprünün aşağısından gitmek istediler ancak Amid: “Hükümetin silahlı adamları buralarda devriye geziyor!” diyerek başka bir yeri teklif etti. Biraz daha aşağılarda ise su çok derindi ve güçlü akıyordu. Biraz daha aradıktan sonra uygun bir yer buldular. Vedalaşmak vakti gelince Meşedi, annesinin kimliğini Amid’e verdi. Bunun sebebini kendisi de anlamamıştı.
***
Çoban Amid (Gaçak Gaçay), 1918 yılının yaz aylarında Kâzım Karabekir komutasında bulunan Iğdır’daki Osmanlı Şark Ordusu’na yazılmıştı. İlk defa babası ile ava giderken, on yaşında silahla tanışmıştı. Vatan müdafaası için eline silah aldığında, iri yarı, pehlivan gibi, bıyıkları yeni çıkan genç bir delikanlıydı. Nahçıvan’ın müdafaasına, sonra ise Ermeni işgalinden kurtarılmasına katılan ve bu zamana kadar yaşayan sayılı insanlardan biriydi.
Ocak 1919’da Nahçıvan’a vali olarak atanan Yarbay Frederik Eastfield Laughton ve daha sonra onun yerine atanan Yarbay John Chalmers Simpson[8 - “Tarihi ve Çağdaş Nahçıvan” İstanbul, 2016, s.206] ile şahsen iletişim kurmuştu. O devirde, Nahçıvan’daki İngiliz silahlı kuvvetlerinin asıl amacı yerli toprak ağalarından Ermeni silahlı güçleri için gıda temin etmekti. Özellikle de yerli toprak ağalarını, Ermeilere tahıl satmaları için zorluyorlardı. Birinci Dünya Savaşı’nın acılarına, Avrupa’nın yarısının aç olmasına bakılmadan, Avrupalı komutanların kendi altın paraları ile Ermenilere buğday aramaları yerli halkı tedirgin ediyordu.
Aynı yılın ağustos ayında Yarbay Plovden, Yüzbaşı Poidebard, ABD İnsanî Yardım Teşkilatı’ndan Binbaşı Stevart Forbes ve Clerance D. Ushher’den ibaret heyet, Nahçıvan’daki Müslüman Şûrası’nın lideri ile görüştüler. Bu heyet, Yüzbaşı Piodebard’ın Nahçıvan’a vali tayin edilmesi ve en az beş yüz kişilik silahlı gücün bölgede kalmasında ısrar ediyordu. Onların niyetinin İngilizlerden daha kötü olduğu belliydi.
Halil Bey, bu heyetle sert bir şekilde konuşarak bölgenin terk edilmesini istiyordu.
Fransa ve İngiltere silahlı kuvvetlerinin raporlarında, yerli beylerin Nahçıvan’ın savunması için hızla teşkilatlandıkları yer alıyordu. Bu raporları General Thomson’a götüren atlı ulağı yakalayan Amid ve onun iki arkadaşı raporları Halil Paşa’ya götürdüler. Halil Paşa da durumu derhâl Kazım Karabekir’e bildirdi. Böylece durumdan haberdar olan Mustafa Kemal Paşa, bu raporlar sayesinde İngiltere, ABD ve Fransa’nın Nahçıvan ile ilgili planlarını bozdu. Sonraki yıllarda ise bu yurdu düşmandan korumak için bölgedeki tüm Türk ve Müslümanları “Nahçıvan Türk’ün kapısıdır!” diyerek seferberliğe davet etti.
Bundan hayli bir zaman sonra Hacı Cabbar Şeyhzade[9 - Hacı Cabbar Şeyhzade: Nahçıvan’da Sovyet hakimiyeti kurulduktan sonra Türkiye’yi ümit olarak gören Hacı Cabbar Şeyhzade, Mustafa Kemal Atatürk’ün yakın arkadaşı olmuştu. Yeni Türk Cumhuriyeti’ne epeyce maddi yardımda bulunmuştu. Bu yardımlarından dolayı Atatürk ona “Kömek” adını vermişti. Ömrünün son yıllarında Atatürk ona nerede yaşamak istediğini sorunca, “Iğdır’da kalmak isterim, böylece Nahçıvan’ın havasını teneffüs edebilirim!” diye cevap vermişti.] Osmanlı’nın Doğu Ordusu vasıtasıyla Atatürk’e bir mektup gönderdi. Bu mektupta Nahçıvan için yardım talep ediyordu. Daha sonra Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde okunan Bu mektupta: “Savaşın son yıllarında Türk ordusunu karşıladık, bağrımıza bastık ancak onlarla beraber olmayı felek bize çok gördü! Ermenilerin zulmü, gereksiz yere ağlamanın faydasız olduğunu bizlere ispat etti. Onun için mücadele ettik ve istiklalimizi kazandık. Mülteci olduk, aç kaldık, şükürler olsun ki Ermeni olmadık. Rus ve Azerbaycan Sovyet Hükümeti hayvanî düşüncelerle topraklarımızı acımasız düşmanımız olan Ermenilere peşkeş çektiler. Nahçıvan, Şerur, Ordubat ve Vedibasar’ın gözyaşı döken halkını unutmayın lütfen. Bize yardım edin.”
Bu zamanda Nahçıvan Devrim Komitesinin başkanı Behbud Ağa Şahtahtinski, Nahçıvan’ın savunması için çalışmalara başlamıştı. O, bölgenin siyasî kaderi ile ilgili olarak Lenin[10 - Vladimir İlyiç Ulyanov (bilinen adıyla Lenin 22 Nisan 1870, Simbirsk – 21 Ocak 1924, Moskova): Rus sosyalist devrimci ve politikacı. Marksist Leninist ideolojinin fikirsel önderi, Ekim Devrimi’nin lideri ve Sovyetler Birliği’nin kurucusu.] ve Mustafa Kemal Paşa ile sık sık görüşüyordu.
Hacı Cabbar’ın talebi ile o devirde ilk duygusal adımlarını atarak Türk Parlamentosu’nun dış siyasetle ve Azerbaycan’la ilgili olarak ilk kararı alındı. Azerbaycan Halk Cumhuriyeti Hükümeti ve Parlamentosu Nahçıvan ile ilgili sorunları dikkatle inceliyor, hükümetin Revan ve Tiflis’teki diplomatik misyonu bunlarla ilgili faaliyet gösteriyorlardı. Ancak bütün bunlar yeterli değildi. Bölgenin güvenliği için ilk fırsatta askerî bir gücün oluşturulmasına ihtiyaç vardı. Mevcut siyasî ve uluslararası durum, Nahçıvan halkının Azerbaycan ile birleşme arzusunun gerçekleşmesine imkân vermiyordu. Büyük devletler eski Azerbaycan toprağı olan Revan’da Ermenistan adında bir devletin kurulması ile yetinmiyorlardı. Kurulan bu devletin güçlenmesi ve topraklarının genişlemesi için ellerinden geleni yapıyorlardı.
Böyle bir zamanda hele Türkiye Büyük Millet Meclisi kurulmadan çok önce, 1918 yılının Kasım ayında Nahçıvan’da kurulan Aras Türk Cumhuriyeti, Nahçıvan’ın Ermenistan Taşnak Hükümeti tarafından işgal edilmesini önledi. Tarihî Azerbaycan topraklarını koruyup kolladı. Azerbaycan Halk Cumhuriyeti Hükümeti’nin Nahçıvan meselesinde gösterdiği kararlılık, arazinin korunması ile ilgili yaptığı çalışmalar ve siyasî iradesi, Nahçıvan halkının kararlı duruşu, Azerbaycan’ın kuruluş aşamasında Nahçıvan’ın özerk statü kazanmasında önemli rol oynadı. Daha sonra yapılan bir hamleyle Ermeniler Zengezur’u işgal ettiler. Buradaki amaç Ermenistan arazisini büyütmek ve uygun bir zamanda da Nahçıvan’ı işgal etmek için ortam yaratmaktı. En tehlikelisi ise Orta Asya’nın uzaklarından başlayarak ta ki Avrupa’nın eteklerine kadar büyük bir bölgede yerleşmiş olan Türk halklarını coğrafi bakımdan birbirinden ayırmayı başardılar.



II. BÖLÜM
Şahtahtı, Aras sahilinin yamacında, Şeril Ovası’nın en rüzgârlı yerinde, çok eski eserlerin, hilal biçiminde işlenmiş mezar taşlarının bulunduğu mezarlıkların olduğu ucu bucağı görünmeyen traverten[11 - Traverten: Nahçıvan Özerk Cumhuriyeti’nde yatakları olan inşaat ve montaj işlerinde kullanılan antibakteriyel özellik taşıyan bir taş.] yataklarının üstünde kurulmuştur.
Etrafında çıplak tepeler olmasına rağmen buranın toprağı; lezzetli meyve ve sebze yetiştiren bir yer olarak, kendine mahsus “tutma yemişi[12 - Bu meyve türü Şahtahtı’da yetişir ve çiçek, bar verdiği andan itibaren özel bir teknikle yetiştirilir. Şahtahtı S., Tanrı Sevgisi, Sumgayıt, Neşrler Evi, 2013, s. 104-105.]” ile şöhret kazanmıştır.
Yazın her karış toprağı kızgın güneş altında ışıl ışıl parlar, Aras Nehri’nin şırıltısı ise açıkça işitilirdi.
Kışın ayazlı günlerinde yine güneş ışığı vardır ama her tarafı bembeyaz kar kaplamıştır. Aras’ın kıyısındaki çalılarda yuva yapan vahşi hayvanların sesi açıkça duyulurdu.
Güneşin etrafa yaydığı ışıkların görünüşü burada her zaman farklı olurdu. Bu ışıklar her yönde farklı renkte görünürdü. Halkın kendine mahsus özlemleri vardı. Aras’ın her iki tarafında bulunan ve kaygılı gözlerle birbirini izleyen hasret dolu bakışlara şahitlik ederdi Şahtahtı.
Tarih boyu defalarca düşmanlar tarafından kılıçtan geçirilen halk, çok defa mermi yağmuruna maruz kalmıştı. Sadece 20. asırda iki defa Ermeni Taşnaklar tarafından talan edilmiş, toprak ağalarının evlerinin kapıları pencereleri sökülerek başka yerlere taşınmıştı. Burası, birçok tarihî eser ve mekâna sahiptir. “Yürüyen Kervansaray”, “Gavur Kalesi, “İğdeli Pir”, “Taş Hamam”, “Şah Bağı”, “Kaftarlık”, “Ağbulak”, “Cin Deresi” bunlardan bir kaçıdır.
Tunç devrine ait birçok eser burada bulunmuştur. Güney Azerbaycan’ın üç dört tane köyü buradan açıkça görülür. Buradaki kerpiç evlerin arasından uzanan dolambaçlı yollarda yürüyen insanlar gözle seçilebilir, arada bir görülen at arabaları ve fayton tekerleklerinin gıcırtısı rahatça duyulur. Medeniyet ilerledikçe Avrupa yapımı otomobillerin motor gürültüsünün duyulduğu en eski yerleşim yerlerinden birisidir.
Bölgedeki siyasî ihtiraslar ilk olarak burada ortaya çıkmıştır. Siyasî teşkilatların değişik kolları buralara her zaman ilgi duymuştur. 19. asrın sonunda Gümrü-Culfa demir yolunun inşasına başlandığında bölgeye gönderilen Çarlık Rusya askerlerinin iki bölüğü, hatta ceza almış bir Rus taburu, Şeril Ovası’ndaki arazide kamp kurmuşlardı.
Rusların sayısındaki artış, bölgedeki sosyo-politik, sosyo-ekonomik yaşam ve kültürel uyum üzerinde hızlı bir etki yarattı. Demir yolunun inşasında, işçilere günlük su temini konusunda büyük zorluklar yaşandı. Sonunda Aras Nehri’nden su çekilerek çözüm bulundu. O zamandan beri bu yerleşim yerinin merkezinde, Aras’tan çekilen çakılların oluşturduğu ve “Rus Diki”[13 - Rus Diki: Bu tepenin halk arasında birkaç adı vardır. Rusların Aras’tan su almak için kurdukları tesis nedeniyle bu ad ile anılmaktadır.] olarak bilinen bir tepe vardı. Bu tepenin üzerinde çalışan teknisyenlere ek olarak, başka bir sakin daha vardı: Çoban Amid.
Amid her fırsatta Aras’ın kıyısına gelerek, karşı tarafa gönderdiği akrabalarının arkasından hasretle bakardı. Sadece o muydu bu hasreti çeken? Tabii ki hayır! Çoban Amid ve onun ailesinin yaşadığı bu dramatik hayat, aslında büyük bir ulusun yaşadığı trajediydi.
“Rus Diki”nin altında özel karışıma sahip bir kil yatağı vardı. Oradan alınan toprağa keçi kılı katılarak yaklaşık iki metre derinliğinde tandır yapılırdı. Tandır yapmak ustalık işiydi ve herkes yapamazdı. Uzun yıllar tandır yapmak için alınan toprak “Rus Diki” nin yamaçlarında büyük bir mağara oluşmasına neden olmuştu. Bu mağara bazen koyunları ve kuzuları yağmurdan korumak için sığınak olarak kullanılırdı.
Oradan biraz aşağıda ise bir çöplük vardı. Bolşevik Hükümeti, Nahçıvan’da kurulduktan sonra bölgedeki Sovyet askerî birimlerinin sayısı da artmaya başladı. Bu askerî birimlerde, daha çok eski SSCB’den askerler görev yapıyordu. Burada görev yapan askerlerin ırkları ve dinleri ne olursa olsun, tüm ordu yerli halk tarafından Rus olarak kabul edilirdi. Sovyet askerî personelinin sayısı arttıkça, kil yatağının alt kısmındaki çöplüğün hacmi de büyüdü.
Yerli halkın memnuniyetsizliğine rağmen, askerî birliklerin çöpleri buraya taşınıyordu. Patlamamış füzeler, mermiler, askerlerin ihmalinden mi yoksa kasıtlı olarak mı atılmış olduğu bilinmeyen askerî teçhizat ve asker ailelerinin eşyaları dahil olmak üzere her şeyi bulmak mümkündü. Ancak buradaki eşyaları, sağlam olsa bile birinin alması, halk tarafından ayıp sayılırdı. Olsa olsa atılan atıklar içinde bulanan tahta ve demir çubukları alarak, köpeklere yuva ya da tavuklara kümes yapılırdı.
1949’un son gününde köyün en fakir ailesinde ikiz kardeşler doğdu. Aynı zamanda Rus çöplüğünde, bir dolabın içinde bir bebek bulundu. Kardeşlerin isimleri Kabil ve Habil, köyün öbür tarafında doğan çocuğun adı da Möhnet’ti. Altı ay olmuştu ki ikiz kardeşlerin babaları iş bulmak için Bakü’ye gitmiş, bir daha köye geri dönmemişti.
İkizlerin annesi Hacer, çocukluğundan beri ablası Pakize’nin himayesinde büyümüştü. Daha doğrusu, 1931’de başlayan “Kolhoz” yapılanması bu kızları da yetim bıraktı: Bolşevikler babalarını, amcalarını, dayılarını ve ailenin diğer büyüklerini Kolhoz yapılanmasına karşı çıktıkları için kurşuna dizdiler. Pakize, küçük kız kardeşini evlendirdikten sonra Sovhoz[14 - Sovhoz: SSCB’de devlet mülkiyetindeki tarım işletmeleridir.] Başkanı Salman Borçalı ile evlendi.
O antik Türk yurdu Borçalı’nın eski sakinlerinden biri olan Salman, Bolşeviklerin savaşcılarından biriydi. Kendi dediği gibi, “Savaşa savaşa gelmiş, yorgunluğunu gidermek için bu alanda bir demir atmıştı.”
Talih bu ailenin yüzüne gülmemişti. Evlilikleri on yıla yakın sürdüğü hâlde, Salman ve Pakize’nin çocukları olmamıştı. Hacer, çocuklarından Habil’i kız kardeşine evlatlık verdi. Birkaç yıl sonra aile Tiflis’e taşındı. On altı yıl sonra Salman ve Pakize, Tiflis’te bir trafik kazasında öldüler ve oraya gömüldüler. Habil bir kez köye döndü. Bu sırada ne Kabil ne Möhnet ne de Nisgil köyde değildi.
İkizlerin doğuşu, 20. yüzyılın ikinci yarısı boyunca bölgedeki birçok konuşmaya ve söylentiye neden oldu. Son olarak, yüzyılın sonunda, birçok siyasî sır ortaya çıkarıldı. Gizli işlere tanık oldu ve uzun yıllar boyunca dünyayı korkutan Sovyet gizli servisinin iğrençlikleri ortaya çıktı.
Olay gerçekleştiğinde Azerbaycan, Sovyetler Birliği’nin sömürgesiydi, sırlar ortaya çıkınca ise bağımsızlığını yeniden inşa etmek için ulusal kurtuluş mücadelesi dönemini yaşıyordu.
Bu topraklarda alfabe, bayrak, devlet idaresi, dini ilişkiler, ideoloji, istihdam, mülkiyet kuralları gibi birçok şey defalarca değişmiş olsa da, tüm süreçleri etkileyen ana siyasî faktör, imparatorlukların çıkar çatışması hâlen devam ediyordu.
İlçedeki tek matematik öğretmeni olan, hayatı boyunca da sadece bir defa koyun sığırtmacı olan ve aynı zamanda Sovhoz’un muhasebeci olan Samad Bahışov, Rus çöplüğünde bir dolabın içinde bir çocuk buldu. Koyunları kendi başına bırakan Samad Bey, bebeği hemen evine götürmeye karar verdi. Samad Bey, kültürlü birisiydi. Söylentilerden kurtulmak için ilk etapta bulduğu bu çocuğu gizlemesi gerektiğini düşündü. Böylece çocuğu tekrar dolabın içinde koyarak yola koyuldu. Bu dolabı Rus Diki’nden en az bir kilometre uzakta olan evine götürmesi o kadar da kolay olmadı.
İyi ki Kolhoz’un arabalarından birisi karşısına çıktı. Ancak Samad Bey toprak ağası olan ailesinden kalan son temsilcilerden biri olmakla beraber, ağır başlılığı ve tok gözlülüğü ile çevresinde saygı görüyordu. Rus çöplüğünden dolap aldığı çevrede duyulursa onun prestiji için iyi olmazdı. Şimdi o, bunu düşünmüyordu. Çünkü masum birisinin hayatını kurtarmak her şeyden önemliydi.
Casusluk suçuyla Sibirya’ya sürülen babası ve erkek kardeşleri geri dönmeyen Samad Öğretmen, bir çokları tarafından “Samad Bey” diye çağrılırdı.
Bir süre sonra, askerî birlikten bir askerin, izinsiz olarak birliğinden ayrılıp Aras Nehri kıyısına gittiği ve yeni doğan bir çocuğu Şeril Gölü’nden 400-500 metre uzakta Aras Nehri kıyısında bulduğu anlaşıldı. Asker, bir yandan çocuğun ölümünden korkuyor, diğer yandan izinsiz olarak birliğini terk ettiği için cezalandırılmak istemiyordu. Her şeyden önce, çocuğu köydeki evlerden birine vermek istedi ama kapısını çalacağı evin sahibinin orduya bilgi vereceğini düşünerek bundan vazgeçti.
Daha doğrusu, asker Anatolia Harçenko askerî cezaevinde çok kalmıştı. Beton duvarlı, nem kokulu daracık hücrede eziyet verici anları, havasız geçen geceleri ve soğuk duvarları hatırlayınca, tekrar oraya dönme riskine girmedi. Asker, kucağında bebekle Rus Diki’nin yamacına ulaştığında, askerî birliğin kamyonu eski ev eşyalarını çöpe atıyordu. Araba çöplükten ayrıldıktan sonra kucağındaki çocuğu sağlam bir gardırobun içine koydu. Sonra hiçbir şey olmamış gibi birliğine geri döndü.
Aynı gün çobanlık sırası kendisinde olan Samad Bey, çöpün yanında durup sürüyü çimenlerde bıraktı. Hayvanlar çimenlikte ayazdan yumuşayan otları afiyetle yiyorlardı. Tam o anda küçük çocuğun ağlama sesinin duyarak çöplüğe gidince, dolabın içindeki bebeği gördü.
Bolşevikler evlerini yağmalayıp kapılarındaki faytonlarına el koyduktan sonra Samad Bey, arada bir ata binerdi ama şimdiye kadar hiç öküz arabasına binmemişti; ama bu sefer bindi. Arabacı onu evinin kapısına kadar götürdü. Hatta çöplükten aldığı dolabı taşıması için yardım etmek istedi. Fakat Samad Bey buna izin vermedi. Sebebi belliydi: Samad Bey, arada bir inleyen bebeğin uğultulu sesinin duyulmasını istemiyordu. Yolda da bir iki defa inleyen bebeğin sesi tekerleklerin gıcırtısı arasında kaybolmuştu; ama inerken bebeğin sesinin duyulacağından korkuyordu. Arabadan, dolabı kucaklayarak indirdi.
Bebeğin sesi çıkmıyordu. Bir an bebeğin boğulduğunu düşünerek endişelendi. Aceleyle evinin bahçesine girerek dolabı yavaşça yere bıraktı. Kapağını açtığında bebeğin gülümsediğini görerek rahatladı. Bez parçalarına sarılmış bebeği kucağına alarak eve girdi. Birkaç gün önce doğum yapan karısı Candan, kocasının kucağındaki beze sarılmış çocuğu görünce şaşkınlıktan ne diyeceğini bilemedi. Durumu kısaca özetleyen Samad Bey, bebeği karısının kucağına verdi.
Candan Hanım, hemen bebeğin beleğini değiştirerek, üşüyen bebeğin vücudunun alışması için sıcak odaya geçerek onu emzirdi. Üç gün bebeğe baktılar. Bu arada ne yapacaklarını düşünüyorlardı. Samad Bey çok akıllı birisiydi. Kadının bu ilgisi ile beraber gözlerinin derinliğinde kök salan kıskançlığı hemen okudu.
Samad Bey:
– Hanım, köye yeni atanan Yavuz Öğretmen ve eşinin çocukları yok. Geçen gün hanımı sana tam olarak ne anlattı?
Candan Hanım’ın gözleri ışıklandı. Eşinin ne demek istediğini anlamıştı. Sevinçli bir sesle:
– Evet, bu çocuk onların işine yarar. Çünkü onlar akrabalarından birinin çocuğunu evlatlık almak istiyorlardı ama hiç kimse çocuğunu evlatlık vermek istememiş.
– İyi de kim kendi çocuğunu evlatlık verir ki?
– Akrabalarının hepsi bu fikri reddetmişler. Kimsesiz çocukların kaldığı yetiştirme yurdundan almalarını tavsiye etmişler.
– Peki, yetiştirme yurduna başvurmuşlar mı?
– Evet. Oranın bir takım şartları varmış. Ayrıca araştırma süreci uzunmuş. Zaten o süreç bitmeden buraya geldikleri için bir evlat edinememişler.
– Bu çocuk, Yavuz Öğretmen’in tam aradığı çocuk bence.
– Haklısın!
Hemen Yavuz Öğretmen’i bularak durumu anlattılar. Yavuz Öğretmen hiç düşünmeden öneriyi kabul etti. Yavuz Öğretmen’in eşi Gülgez de kendisi gibi Rus dili öğretmeniydi. Evliliklerinin beşinci yılında gelen bu bebeği Allah’ın bir hediyesi olarak görüyorlardı.
Yeni bebeğin verdiği mutluluk onları büyülemişti ancak çocuğun resmî kayıtlara geçmesi ve bir ad konulması gerekiyordu. Karı koca epeyce düşündükten sonra kızın adını “Nargile” koymaya karar verdiler. Yavuz Öğretmen, önce doğum evrakı çıkarttı. Biraz zorluk çekti ama tanıdık bir doktor aracılığı ile bu belgeyi alınca çok sevindi. Hemen nüfus dairesine giderek çocuğu kaydettirmek istedi.
Nüfus memuru önce doğum belgesini inceledi. Her şeyin kuralına uygun olduğuna kanaat getirince önündeki uzunca ve çok eski kütük defterini açtı. Bir yandan da konuşarak Yavuz Bey’e nereli olduğunu soruyor diğer yandan kütük defterinin sararmış yapraklarını çeviriyordu.
Yavuz Öğretmen, çenesi düşük bu memurla karşılaştığı için biraz şaşkındı ama işinin bitmesi için mecburen katlanacaktı. Memur hiç durmadan konuşuyordu.
Yavuz Öğretmen’e dönerek:
– Adı neydi?
– Nargile.
– Hımmm, hemen yazalım. Güzel ve değişik bir isim…
Memur birden bağırdı:
– Eyvah!
Yavuz Öğretmen irkilerek memura baktı. Memur şaşkın şaşkın önündeki defterin sararmış yapraklarını inceliyordu. Kafasını iki yana sallayarak devam etti:
– Nirg diye başladım. Şimdi ne yapacağız? Bu kütükler devlet evrakıdır, silinmez. Ne yazık ki “a” harfi yerine “i” yazdım. “Nirgile” olmaz mı? Veya böyle “Nirg” olarak kalsın.
Yavuz Öğretmen’in yüzüne bir mutsuzluk yayıldı. Hemen itiraz etti:
– Memur Bey, kızlara güzel adlar yakışır. Hiç “Nirg” diye isim var mı? Kızımın böyle bir isimle anılmasını istemem. Bu isimlerle çocuk büyüdükçe üzülür.
– Peki, buradaki “r” harfinin kuyruğunu hafifçe kıvırırsam “s” olabilir. İstersen “Nisgil” olarak yazayım. Eğer evrakı karalarsam beni görevden alırlar hatta hapis cezası bile alabilirim.
Yavuz Öğretmen’in canı sıkılmıştı. Çaresizce başı ile onayladı. Bu isim yüzünden günahsız birinin hatası nedeniyle hapis yatmasına razı olamazdı. Bir de işin üstüne gidilirse evrakların sahte olduğu anlaşılırdı. Böylece çocuğun adı “Nisgil” oldu.
Sovet hakimiyeti, toprak ağalarının ve beylerin çoğunu perişan etmişti. Yavuz Öğretmen’in ailesi köydeki zengin ailelerdendi. Dolayısıyla gelirleri ile rahatlıkla geçiniyorlardı. Ayrıca bağ bahçeden elde ettikleri gelirleri onlar için ek bir gelir oluyordu. Giyim dışında başka bir harcamaları olmuyordu. Gülgez Hanım’ın el becerisi ile dokuduğu kazak ve yelek gibi giysiler de giyim masraflarını azaltıyordu.
Nisgil, her geçen gün biraz daha büyüyor, ailesi üzerine titriyordu. Köyün sayılı ailelerinden oldukları için de kimse bebeğin nasıl olduğu ile ilgili soru sormadı. Böylece, bebeğin çöplükten bulunduğu sırrını Samad Bey ve eşi Candan Hanım’dan başka hiç kimse bilmedi.
Yavuz Bey, bebekle ilgili açıklama yapmamak için akrabaları ile ilişkisini keserek ömrünün sonuna kadar öğretmenlik yaptığı yerde kaldı. Bununla beraber bebeğin bulunması ile ilgili çeşitli şayialar yayılıyordu; ancak Nisgil bunları duymuyordu. Bazı şeyler duyduğunda ise annesi ve babası ölmüştü. Bu nedenle Nisgil de uzun yıllar gerçeği öğrenemedi.
Yavuz Bey ve eşi Nisgil’in yüksek tahsil alması için her şeyi yaptılar. Onlar Azerbaycan dili veya Rus dili öğretmeni olması konusunda sürekli tartışıyorlardı. Ancak Nisgil, doktor olmayı seçti. Köyde yayılan şayiaya göre Nisgil, komşu köydeki Rus askerî birliğindeki askerlerden birinin çocuğuydu. Çocuk büyüdükçe sarışın olması da bu savı güçlendiriyordu. Güya, Rus subaylarından birisinin karısı köyde biri ile ilişkiye girmiş, hamile kalınca çocuğun esmer olacağını düşünerek korkmuş, tanıdıkları aracılığı ile kocasını Sibirya’ya göreve göndermiş, çocuk doğunca da onu bir ağacın altına bırakarak eşine çocuğun öldüğünü söylemiş.
Bir zaman sonra köyün kadınları Nisgil’in babasını da buldular: Onlara göre Samad Bey, Nisgil’in öz babasıydı. Çünkü askerî birlik içindeki Rus okuluna gidip gelen tek insan Samad Bey’di. Hatta köyün koyunlarını otlatmak için kendi sırasını iki gün sonraya alarak Rus öğretmenin doğum gününü kendi çobanlık sırasına denk getirerek çocuğun çöplüğe bırakılmasını takip etmiş ve oradan almıştı.
Rus öğretmen de çocuğu bir beşiğe koyarak eşyaları ile birlikte Rus çöplüğüne atması için bir askere para vermişti. Böylece çocuk öz babasına kavuşmuştu. Samad Bey de kendi eşi durumu anlamasın diye öz kızını Yavuz Öğretmen’e evlatlık vermişti. Bütün bu olanlar mantık ve tarih silsilesi içerisinde birbiri ile tutarlıydı.
Rus askerî birliğinin içindeki Rus okulunun müdiresi Nina Vladimirovna matematik öğretmeniydi. Onuncu sınıfların matematik sınavındaki trigonometri sorularını öğrenciler yapamamışlardı. Bu nedenle öğretmenler öğleden sonra bu sorular üzerine çalıştılar ama bir çözüm bulamadılar. Ondan dolayı isteseler de istemeseler de sınavları iptal etmek zorunda kalmışlardı. Tek ümitleri Samad Bey’di.
Nina Vladimirovna da eşinin II. Dünya Savaşı’ndan ganimet olarak kalan Alman malı hizmet arabasına köy muhtarını da alarak beraber Samad Bey’i almaya gittiler. Onlar birlikte geri döndüklerinde vakit öğleden sonrayı geçmişti. Samad Bey, müdirenin odasına girer girmez soruları dikkatle inceledi. Diğer öğretmenler merakla Samad Bey’in söyleyeceği şeyi bekliyorlardı.
Samad Bey:
– Bu soru yanlış. dokuzuncu sınıfların kitabının elli altıncı sayfasında bu örnek var ama “x” ve “y” bilinmeyenlerinin yeri değişmiş, diyerek odadan çıkmak istedi ama güzel sesi ile herkesi etkileyen sarışın Rus öğretmen onu oturması için ikna etti. Birkaç dakika sonra sınav bitti. Ders kitabını inceleyen öğretmenler Samad Bey’in dediklerini kabul etmişlerdi.
Sınavın bitmesi ile öğretmenler odasında şen şakrak sesler yükselmeye başladı. Diğer öğretmenler evlerine giderken okul müdiresi Samad Bey’i odasında misafir ediyordu. Yerel halkın âdetlerini bilen Nina, Samad Bey’e konyak ya da votka değil kekik otlu çay ikram etti. Kendi eli ile yaptığı poğaçalar masaya dizilmişti. Samimi duygularını bildirmek için arada bir, bildiği Türkçe kelimeler ile Samad Bey’e iltifat etmeye çalışıyordu.
Gerçekten de o çay sofrasında çok güzel ve samimi duygular yaşanmıştı. Ancak aralarında başka bir şey olup olmadığını ikisinden ve Allah’tan başka kimse bilemezdi…
***
Eşinden üç yaş daha küçük olan Nina Vladimirovna, olağanüstü bir şekilde teğmen rütbesini alan ve Nahçıvan’a askerî görev için gönderilen eşinin görev emrini gözyaşlarıyla öğrendi. Asya’nın soğuk ikliminden, çok daha karmaşık olan Anadolu’nun doğusunda bulunan Nahçıvan’a yapılan atamadan duyduğu tedirginliğin sebebi yerel halk hakkında duyduklarıydı. Nina buraya geldiği günden itibaren duyduğu tedirginlik ve değişmeyen fikirleri Samad Öğretmen’i tanıyınca değişmişti.
Geldikleri günden beri yerli halkla çok az teması olan Nina, geri dönecekleri günü belki de yüzlerce kez Sovyet takvimi üzerinde hesaplamıştı. Samad Öğretmen’in Rus dilinde akıcı ve pürüzsüz konuşması, ansiklopedik bilgiye sahip olması, samimi davranması, matematiği bu kadar iyi bilmesi Rus dilinde konuşan Nina’yı hayran bırakmıştı. Bu uzak Sovyet eyaletinde, bu kadar yüksek zekâya sahip birinin varlığı onu şaşırtmıştı. “Saf Türk müsünüz?” diye bir soru sorarak meslektaşını zor durumda bıraktı. Sorunun arkasındaki düşünceyi tahmin eden Samad, sohbeti farklı bir yöne çekince Nina, meslektaşının kendisinden çekindiğini düşündü. Bu nedenle, zorla duyulan bir fısıltı ile devam etti:
– Samad Abiloviç[15 - Samad Abiloviç (Samad Ebil oğlu): Rus dilinde saygı belirten hitap ifadesidir.], benden çekinmeyin. Bana güvenin. Ben de Müslüman bir Tatar Türk kızıyım. Sizin yaşadığınız acıları iyi biliyorum. Aynı acıları Kırım Türkleri de tattılar. Türk dili ile konuşan halklar birbirlerini daha iyi anlarlar ve çabuk kaynaşırlar.
Samad Bey gülümseyerek cevap verdi. Müdirenin odasındaki sohbet uzadıkça uzadı. Odadan çıktıklarında iki eski dost gibi yakınlaşmışlardı. Dışarıda hava açık olmasına rağmen hafif bir yağmur vardı. Nina Vladimirovna gökyüzüne bakarak:
– Islanacaksınız!
Samad Bey havaya bakarak gülümsedi. Yumuşak bir sesle:
– Şimdi keser, ılık yağış fazla uzun sürmez buralarda.
– Yağmurun sıcağı, soğuğu, ılığı mı var?
Samad Bey Nina’nın gözlerine bakarak:
– Bedene tesir eden her şeyin derecesi yüreğin sıcaklığı ile hissedilir.
Sonbahar yeni başlamasına rağmen havaların soğuk geçmesi yeşil doğayı amansızca soldurmuştu.
Nina:
– Yazık ki bu güzellik çok çabuk soldu!
Samad Bey gülümseyerek:
– Kızıl sonbahar…
Bu sözlerle Nina’nın hayıflanma duygusu birden değişti. Okul müdiresi ilk defa, kızarmaya başlayan yaprakların yeşilden daha güzel olduğunu fark etti. İçinden Samad Bey’in zekâsını ve duygularını, kızarmış yaprakların güzelliği ile karşılaştırdı.
Samad Bey gülümseyerek:
“Yeniden doğulmaz, solmazsa eğer
Ebedi yaşam manayı geçer.
Tabiat elbise değişmemişse, İnsanın gözünde aşağı düşer.” dörtlüğünü hem Rusça hem de Türkçe olarak yavaş bir sesle mırıldandı.
Samad Öğretmen’in her iki dilde akıcı olarak okuduğu şiirden etkilenen Nina Vladimirovna gözlerini ondan ayırmadan yere doğru eğildi ve yarısı kırmızı, yarısı sarı bir yaprağı alarak burnuna götürdü. Çoktandır hasret kaldığı ve en çok sevdiği kokuyu bulmuş gibi içine çekti. Merakla:
– Şiir kimindir?
Nina, sorunun cevabını beklemeden “Çuda[16 - Çuda: Esrarengiz.]” diyerek genç kızlar gibi sağ tabanına basarak yerinde yarım daire döndü. Gülümsüyordu. Gözlerinde garip bir mutluluk ışıltısı vardı. İlk defa olarak sonbaharın güzelliğini emsalsiz bir şekilde yaşadığını hareketleri ile ifade ediyordu.
İki adım ötedeki bir gül dalını koklayan Nina Vladimirovna, yaprakları soğuktan buruşmuş bir goncanın etrafında gezen arının bal yapmak için gerekli ortamı bulamadığını düşünerek hüzünlendi. Üzgün bir sesle:
– Bakın, bu arı da sonbaharın gelişine sevinmemiş. Demek ki ben yalnız değilim!
Kollarını göğsünde çapraz bağlayınca göğüsleri dikleşti. Nina bu hâliyle çok daha güzel görünüyordu. Kafasını indirip kendi göğsüne bakması ile ellerini indirmesi bir oldu. Nina elinde olmadan yaptığı bu hareketten utanmıştı.
Samad Bey:
– Arı, gülün etrafında polen aramıyor. Şimdilik sadece geziniyor. Daha önce aldığı polenler için güle teşekkür ediyor. Dikkatli bakın, yedi defa döndükten sonra buradan uzaklaşacak.
Nina şaşırmıştı. Dikkatli bir şekilde arıyı izlemeye başladı. Geçekten de dördüncü turdan sonra arı oradan uzaklaştı. Üç turu daha önce yaptığı anlaşılıyordu. Hayranlıkla Samad Bey’e bakmıştı. Demek ki tüm canlılar karşılıklı olarak birbirlerine, bir şekilde minnet duygularını gösteriyorlardı. O günden sonra Nina doğa olaylarını ve doğadaki diğer canlıları daha dikkatli bir şekilde gözlemlemeye başladı. Okulun diğer öğretmenleri, Nina’daki bu değişikliğin Samad Bey’den kaynaklandığını anlamışlardı.
Nina, sürekli Samad Bey’den söz ediyor hatta onun ev adresini bile biliyordu. İyi bir matematikçi olmasının yanında Rus dili gramatiğini iyi bilmesi, felsefeye ilgi duyması, zeki bir aydın olması nedeniyle Samad Bey sürekli gündemdeydi. Bu olaylar tahminen Nisgil’in bulunmasından on dört ay önce olmuştu. Nisgil’in babasını aramaktan yorulmayan köyün kadınları dedikodularına bir tarih de uydurdular: Güya Samad Bey, Nevruz Bayramı’nda matematik öğretmeninin evinden çıkarken görülmüştü. Tabii ki kimin gördüğünü kimse bilmiyordu…
***
Askerî birlik komutanı Andrey Topçi’nin Sohvoz başkanına başvurması boşuna oldu. Çünkü, Tiflis’e taşınmaya hazırlanan Salman ailesi, komutanı kapı önünden geri döndürerek ev eşyalarını toplamak istiyordu. İlave belgelerle uğraşmak istemiyordu.
Üsteğmenle birlikte muhasebe odasına girdiğinde, muhasebeci elindeki büyük çotkosunu[17 - Çotko: Eskiden hesaplamaların yapıldığı bir tür abaküs.] yan çevirerek taşları bir tarafa itti. Sanki çalışmasını bitirdiğini göstermek ister gibi bir yüz ifadesi vardı. Başkan bir adım daha ileri giderek: “Vayennilerin[18 - Vayenniler: Askerler.] samana ihtiyacı varmış! İyi de bunu nasıl bilebilirdik?” dedi ve alaycı bir şekilde dudağını büktü.
Muhasebeci, üsteğmenin ve başkanın ellerini sıkarak masanın üstünde duran sarı kağıdı eline aldı. Sanki böyle bir olayı bekliyormuş gibi sakince devam etti:
– İki gün önce, devlet sınır birliklerine yardım etmek için yeni bir emir geldi. Bu evraka dayanarak işlem yapabiliriz.
Üsteğmen kâğıdı eline alarak inceledi ama Azerbaycan dilinde yazıldığı için hiçbir şey anlamadı. Muhasebeci iki cümle ile durumu özetleyerek sordu:
– Samanı temin edebiliriz ama karşılığında ne vereceksiniz?
Komutan omuzlarını silkerek bir şeyleri olmadığını anlatmaya çalıştı. Muhasebeci biraz düşündükten sonra gülümseyerek:
– Size vereceğimiz ot ve saman karşılığında bize yakacak verme imkânınız var mı?
– Bizde yakacak yok ki!
– Var! Aras Nehri kıyısından topladığınız odunlarla takas yapalım. Biz de odunları köy nüfusu arasında paylaştırırız. Böylece kışın soğuğundan köylüyü korumuş oluruz.
Bu olayın ertesi günü Samad Bey eşi ile birlikte Yavuz Öğretmen’i ziyarete gitti. Nisgil’in doğum günüydü. Doğum evrakına 31 Aralık 1949 yazdırmışlardı. Yavuz Öğretmen bu tarihi seçtikleri için çok mutluydu. Çünkü eski yıl bitiyor yeni yıl geliyordu. Bu tarihte milyonlarca insan kutlama yapıyordu.
Yavuz Bey’in evinde de bayram şenliği vardı. Nisgil’le beraber evlerine hem yeni yıl hem de yeni bir ruh gelmişti. Çok mutluydular. Nisgil büyüdükçe, zekası, güzel huyu ve terbiyesi ile herkesi kendisine hayran bırakıyordu.
***
Andrey Topçi ve Nina Vladimirovna’nın bulundukları faytonun tekerleği, bölgedeki tek iki katlı ve bodrumlu sanat eseri gibi düzenlenen evin önünde yerinden çıktı. Her ikisi de ciddi bir kaza geçirmişlerdi. Aksi gibi yol da eğimliydi ve şiddetli bir yağmur yağıyordu. Aşağı inmek istediler ama ıslandıkları için tekrar faytonun tentesi altına sığındılar. Ancak bir tekerleği çıkmış ve yan yatmış olan faytonda oturmak zor oluyordu.
Faytonu kullanan asker, yardım almak için etrafı inceledi. Hemen yanı başlarında duran dut ağacından yapılmış işlemeli tahta kapının üstündeki tokmağı var gücüyle vurmaya başladı. Bir iki dakika sonra kapı açıldı. Samad Bey, Nisgil’in doğum gününden yeni eve geldikleri için üzerini değiştirmemişti.
Dışarı çıkar çıkmaz neler olduğunu hemen anlayarak aceleci bir şekilde:
– Çabuk içeri geçin. Bu yağmurun şiddeti kolay kolay azalmaz.
Nina Vladimirovna, çiçekli şemsiyesini açarak köşesine sığındığı faytondan indi. Kendilerini eve davet eden adamın akıcı bir Rusça ile konuşması, karı kocayı şaşırttığı kadar endişelendirmişti de… Her ikisi için de yabancı olmayan bu emredici ses tonu onları etkilemişti. Faytondan inerek içeri doğru yürüdüler.
Samad Bey misafirleri tanımıştı. Bu gelişin bir tesadüf olmadığını, altında başka maksatlar olabileceğini düşünse de onları evine davet etmekten çekinmedi. Ancak içinde farklı bir rahatsızlık oluştu. Herkes, askerlerin yerli halktan topladıkları haberleri KGB’ye gönderdiklerini biliyordu. Bunun sonucunda ya günahsız hapisler ya da Sibirya’ya sürgün…
Evdeki geniş odaların düzeni, sessizliği ve huzuru etkileyiciydi. Duvarın içine gömülmüş olan şöminenin dışarı taşan kısmında nakışlı demir bir kapı, onun üstünde ise kazanı ve çaydanlığı sıcak tutmak için konulmuş bir mermer, ilk bakışta insanda güzel duygular uyandırıyordu. Üç kişilik, kış aylarında salon olarak kullanılan bu küçük odanın ortasına serilmiş Revan Türklerinin el dokuma halısı hemen dikkati çekiyordu.
İki pencerenin arasına konulmuş gaz lambasının aydınlattığı bu odanın karanlık köşesinde, ilk bakışta seçilmeyen bir piyanonun bulunması Nina Vladimirovna’yı son derece şaşırtmıştı. Nina herkesle selamlaştıktan sonra davet beklemeden piyanoya doğru giderek elini tuşların üzerinde gezdirdi. Sanki piyanoyla konuşuyormuş gibi kendi kendine gülümsedi. Göğsüne kadar kaldırdığı parmaklarının gölgesi tuşları insafsızca altında saklayan kapağın üstünde tuhaf bir şekilde hareket etti. Piyanonun siyah kapağını yavaşça kaldırdı. O anda gaz lambasından süzülen zayıf ışıkta beyaz tuşlarının ışıltısı siyah piyanonun üstünde parladı.
Parmaklarını yavaşça tuşların üstüne koyduğunda yüreği hızlı hızlı çarpmaya başladı. Heyecanı zirve yaptığında tuşlardan yükselen melodi kulaklarında çınladı. Gözlerini kapatmıştı. Tuşlara basmadığı hâlde kulaklarında çınlayan melodinin, çoktandır piyanoya duyduğu özlem nedeniyle olduğunu anlayınca gözlerini açtı. Tam karşısında duran Samad Bey, karşı odayı işaret ediyordu. Gülümsedi ve piyanonun başından ayrıldı.
Nina, az önce sessizce odada bir kanepede oturan çocuğu arıyordu ama o ayrılmıştı. Çocuğun odadan sessiz sedasız ayrılması ona garip gelse de çocuğun bu davranışını kültürlerinin bir parçası olarak düşündü. Doğu aile kültürünün yeni bir bölümünü keşfetmiş olmaktan mutlu olmuştu.
Odanın bütün köşelerinde duvarlara bir çıkıntı yapılmış, üstüne taşlardan yontularak yapılan şamdanlar yerleştirilmişti. Odanın temiz havasından ve odaya yayılan hafif mum kokusundan, şamdanların yeni yakıldığı anlaşılıyordu. Kışın bu ayaz zamanında oda çok sıcak olmasa da insanı üşütmüyordu.
Odanın tam ortasında bulunan masa ve etrafına dizilmiş sandalyelerin işlemeleri, çok nadir görülen oyma desenlerle yapılmıştı. Genel görünüm, içindeki antik mobilyalar ve halılar nedeniyle evin Sovyet döneminden çok önce yapıldığı anlaşılıyordu.
Kumandan ıslanmış frujkasını[19 - Frujka: Geniş güneşliği olan şapka.] başından çıkarıp asmak için bir yer arayınca, yaşına göre çevik ve büyük görünen on iki yaşlarında yeşil gözlü bir çocuk furujkayı kumandanın elinden alıp köşedeki askıya koyarak aynı köşedeki sandalyenin üstüne oturdu. Şamdanlar iyice yanmaya başladığı için ortalık aydınlanmıştı. Ev sahibi misafirleri tekrar “Hoş geldiniz.” diyerek selamladı.
Nina, “Oho, tovariş uçitel!”[20 - Oho, yoldaş öğretmen!] diyerek ev sahibine elini uzatınca eşi iyice şaşırdı: “Bu ne güzel tesadüf Samad Abiloviç,” sözü komutanın dilinin ucunda kaldı. Öğretmenler şaşırmıştı. Nina, merakla eşine dönerek sordu:
– Siz tanışıyor musunuz?
Tam o anda, evin çarşaflı hanımı ve bir gencin içeri girmesiyle bu soru cevapsız kaldı. Birazdan çay sofrası hazır olmuştu. Gül kurusu çaylar, tatlı sohbet eşliğinde yapılırken vakit epeyce geçmişti. Misafirlerini merakla süzen matematikçi Samad Bey, bu misafirliğin tesadüf olmadığını, 1937 yılında zalim Stalin’in yaptığı gibi sürgün öncesi bir inceleme olduğu hissine kapıldı. Hatta olayları biraz daha düşününce bu duygusundan emin olup derinden bir “Ahhh!” çekti.
Çizgili bir çarşafı olan evin hanımı Rusça bilmediği için sohbete katılamıyor, çay servisi ile ilgileniyordu. Tam odadan çıkarken eşinden başka kimsenin duyamayacağı kadar yavaş bir sesle “Bozbaş[21 - Bozbaş: Parça et ve nohutla özel kaplarda pişirilen yöresel bir yemek.] yemeğim var!” diyerek cevap beklemeden odayı terk etti.
Hem ev sahibi hem de misafirler, altı yumurta büyüklüğündeki Tebriz piroğu[22 - Piroğ: Poğaça türü bir yiyecek.], çay, kuru üzüm, kesme şeker ve nabattan[23 - Nabat: Nahçıvan’da meyve suyu ve şekerden yapılan kristal bir şeker türü.] oluşan yiyeceklerin zamanın en zengin sofrası olduğunun farkındaydılar. Nabattan ve çaydan yayılan büyüleyici kokunun yanında sapsarı üzümün tadının güzelliği misafirler için yeni olduğundan bir müddet gözlerini sofradan ayıramadılar. Nina Vladimirovna piroğların ailede her kişi için ikişer tane olarak pişirildiğini anlamasına rağmen daha fazla dayanamayıp piroğlardan birini yedi. Öyle güzel bir tadı vardı ki çayının soğumasını beklemeden elini tekrar sofraya uzattı ve ikinci piroğu da aldı. Eşi de farkında olmadan aynı davranışı gösteriyordu.
Sohbet uzadıkça uzadı. Epeydir odanın köşesinde bir minderin üstünde bağdaş kurarak oturan çocuk odanın kapısına gitti. Sonra geri gelerek babasının kulağına bir şeyler fısıldadı. Babası çocuğa ters ters bakınca çocuk gerisin geriye yerine gitti. Nina’nın kulağına “fayton” sözü gelince, tekerleğin onarıldığını anladı.
Nina hemen ayağa kalktı ve gözlerini sofradan ayırmadan “Gitme vakti geldi!” diyerek eşine işaret etti.
Tam o anda evin hanımı içeri girerek masanın üstündeki boş bardakları elindeki gümüş tepsiye dizdi. Samad Bey’in kulağına eğilerek: “Yemeğim hazırdır. Misafirleri gönderme!” dedi. Misafirler ayağa kalkmışlardı ama gözleri masanın üstündeki Hemedan kilinden yapılmış, Tebrizli nakkaşlar tarafından güzel bir şekilde işlenmiş tabakların içinde duran piroğlara bakıyordu. Nina, gurur meselesi yapsa da eşi bu piroğları yemek istediğini belli etmişti. Kadın, buna meydan vermemek için hemen eşinin koluna girerek onun masadaki piroğları almasını engelledi. Tatlı bir gülümseme ile Samad Bey’e bakarak:
– Samad Bey, her şey için teşekkür ederiz. Hanımefendiye teşekkürlerimizi iletin lütfen. Bizi çok güzel ağırladınız.
– Nina Hanım, bizim için şerefti. Hoş geldiniz. Kapımız her zaman dostlarımıza açıktır.
Odayı terk etmek için kapıyı aralayıp öbür odaya geçince burasının biraz daha az aydınlatıldığını ve kokusunun farklı olduğunu hissetti. Nina, odaların büyüklükleri ve aydınlatmalarının yanında kokularının da birbirinden farklı olduğunu anlamıştı. Odalara sinmiş bu kokuları daha önce hiçbir yerde almamıştı. Duvara iki tane tablo asılmıştı. Bu resimdekilerden birisi Samad Bey’di ama diğeri ya kardeşi veya babasıydı.
Odadaki tüm eşyalar antik olduğu kadar düzenli bir şekilde yerleştirilmişti. Nina için matematikçi, eşi için ise muhasebeci olan Samad Bey, nazik bir ifade ile akşam yemeğinin hazır olduğunu söyleyerek misafirlerinin yemeğe kalmasını rica etti. Tam o anda Nina duvarın ortasındaki aynanın yanında duran, krem renkli küçük dolabı gördü. Bu dolap bir zaman evinden çöplüğe attırdığı dolaptı. Şaşkınlıktan Nina’nın gözleri fal taşı gibi açılmıştı. Gerçi odada bulunan bütün dolaplar ton farkıyla aynı renkteydi ama bu dolabın kendisine ait olduğundan emindi. Bir an yanıldığını düşünerek biraz daha dolabı inceledi ama içinden: “Hayır yanılmıyorum, bu dolap benim çöplüğe attırdığım dolap!” dedi.
Biraz ilerleyince mutfağın duvarına mozaikle işlenmiş bir resim gördü. Daha önce böyle bir eser görmediğini hatırlayınca bunun nadir bir sanat eseri olduğunu anladı. En cahil insan bile bu resme bakınca bir anlam çıkarabilirdi. Resimde, bir gün içinde yedi çeşit gıdadan daha fazlasının zararlı olduğu anlatılmak isteniyordu. Resimde, altı ayrı yerde faydalı yiyeceklerle beraber bir tane de zararlı yiyecek resmedilmişti. Yedinci bölümde ise birbiri ile uyuşmayan yiyeceklerin resmi vardı. Bu bölüm ilk bakışta daha dikkat çekiciydi. Bal peteği ile Şahtahtı kavunu o kadar güzel işlenmişti ki sanki birbirini iten mıknatıslar gibi duruyordu. Buradaki meyvelerin baş harfleri, Arap alfabesiyle yan yana dizildiğinde “Birlikte yemeyin!” şeklinde bir ifade çıkıyordu. Bu yazıda yedi günlük takvimin beşinci gününe denk gelen Cuma orucunun faydalı ve vacip olduğunu gösteren yazı ise ev sahibinin inançlı biri olduğuna işaret ediyordu.
Çıranın ışığı merdivenlere düşünce bir şimşek çaktı. Birkaç saniye ile peş peşe çakan şimşeğin ışığı ortalığı süt gibi aydınlattı. Çocuğun elindeki çıranın ışığı şimşeğin güçlü ışığı karşısında çok zayıf kalmıştı. Tsunamiden sonra denizde meydana gelen dalgalanma gibi çıranın ışığı önce çekildi, sonra bir canlının yaşama aşkı gibi gür bir şekilde parladı. Daha sonra veda şarkısı okuyormuş gibi yana eğilerek lambanın duvarlarına sarıldı. Sanki şimşek, ışığının karşısında acizliğini anlamıştı. Yerden fışkıran çeşme suyunun kaynaması gibi ışığı yükseldi ve söndü. Siyah bir is, lambanın iç duvarlarına yapıştı.
Etraf zifirî karanlık olmuştu. Merdivenlerin başında duran evin hanımı yavaş bir sesle: “Ragif!” diye seslendi. Ana oğul, çakmak taşını fitilin yanında birbirine ne kadar sürdülerse de fitil tutuşmadı. Evin hanımı birkaç denemeden sonra ümitsizce:
– Bu fitil bir daha yanmaz, diyerek belini doğrulttu.



III. BÖLÜM
Komşu köyde bulunan Rus okulunda, Azerbaycanlı olarak Kabil’den başka hiçbir öğrenci yoktu. O da beşinci sınıftan sonra bu okula geçmişti. Çar ve Sovyetler Birliği’nin tarihini, rejimin kurallarını, yönetim metotlarını iyi bilenler bile beşinci sınıfın üstündeki çocukların her biri için askerî bölümde özel bir şube olduğunu akıllarına getirmemişlerdi. Buraya seçilen çocuklar yetenekli, özel becerilere, derin analiz gücüne, keskin bir hafızaya sahip, inatçı, duyarlı, sakin olduğu kadar sert tavırlı ve nihayet fikirlerinden dönmeyecek kadar kararlı bir şekilde yetiştiriliyorlardı. Dahası, Kabil henüz daha alt sınıftayken beynine, gerçek bir Sovyet vatandaşı olmanın yolunun askerî doktor olmaktan geçtiğini yerleştirmişlerdi.
O ise babası ve komşuları Samad Bey de dâhil olmak üzere akranları ile yaptığı sohbette askerî doktor olma kararını kendisinin aldığını söylüyordu.
İran, Türkiye, Arap ülkeleri ve Kuzey Afrika’da görevlendirmek üzere bütün alanlarda istihbaratçı yetiştirmek için genç ve yetenekli insanlar arasından seçim yapmak üzere Kafkasya’daki bütün askerî birliklerde özel şubeler oluşturulmuştu. Bu şubelerin ikinci bölümleri bu eğitimler için görevliydi.
Elbette yeni yetişen genç Sovyet vatandaşları, kendileri hakkında karar verecek olan rejimin planlarından habersizdiler. Kabil de etrafında olanlardan habersiz bütün gücünü ilim ve eğitime vermişti.
Rus okulu ile köyün arası dört beş kilometre vardı. Köyün öğrencileri askerî birlikteki konsere davet edilmişti. Geri döndüklerinde Kabil ile Nisgil tesadüfen yol arkadaşı olmuştu. Her ikisi de 9. sınıfta okuyordu. Bu yolculukta yol kenarında bulunan bütün ağaçlar, onların üstündeki kuş yuvaları, meyvelerin tadı, irili ufaklı bütün çalılar onların gözlerine farklı görünüyordu.
Bu yolu defalarca aileleri ile birlikte gitmişlerdi ancak şimdi her şey daha farklıydı. İki genç, dersleri ile ilgili konuşuyorlardı. Nisgil, Kabil’in kendi okullarından ayrıldığından beri çok değiştiğini fark etmişti. Konu doğa olaylarına geldi.
Nisgil:
– Bana göre rüzgâr doğanın konuşma tarzıdır. Yağmur ise öksürük ilacıdır. Rüzgâr yavaşça eser, bazen hızlanır. Öksürük rüzgârı alınca kendisini tutamaz. İşte o zaman yağmur imdada yetişir. Rüzgâr ne kadar hızlı eserse essin, üstüne yağmur yağınca sakinleşir.
Nisgil, bütün bunları Samad Bey’in tatlı sohbetlerinden duymuştu. Şimdi ise kendi düşüncelerini anlatıyordu. Daha sonra sohbet ders dışına çıktı. Kabil, “Uzak Sahillerde”[24 - Faşistlere karşı partizan birlikleri kurarak kahramanca dövüşen Mihaylo adlı Azerbeycanlı bir gencin dramı. Romanla aynı isimde bir film çekilmiştir.] romanından söz ederek kendisini romanın kahramanı Mehdi Hüseyinzade gibi gördüğünü söyledi. Ancak Sovyet okullarında genelde barış anlatılıyordu. Bu nedenle kimse savaş olacağına inanmıyordu. Nisgil de bu romanı merakla okumuştu. O da Anjelika gibi sevmek istiyordu ama kaderinin ona benzemesini istemiyordu.
“Uzak Sahillerde” filmi onların bir dahaki görüşmeleri için bir bahane oldu. Onlar da gizli görüşmelerini her cuma günü akşam saatlerinde kütüphanede yapmaya karar verdiler. Bu karara göre ertesi gün kütüphaneye giderek “Uzak Sahillerde” kitabının bazı bölümlerini beraber okuyacaklardı.
Ertesi gün Kabil kütüphanenin kapısında heyecanla bekliyordu. Ancak kütüphanenin kapısında antika bir siyah kilit görünce içinde tuhaf duygular uyandı. Sanki bu kilit, onların gitmek istedikleri hayat yoluna vurulmuştu. Ortalarda kütüphaneci de yoktu. Biraz bekledikten sonra Nisgil’in de gelmediğini görünce pişmanlık içinde evine doğru yürümeye başladı.
Bir dahaki görüşmeleri bir ay sonra oldu. Birlikte kütüphaneye gittiler ama orada okumak için fırsat bulamayacaklarını anlayınca akıllarına bir fikir geldi: kitabı çalacaklardı. Ancak bu fikir içlerine sinmiyordu. Biraz düşündükten sonra “Uzak Sahillerde” kitabını çalmak zorunda olduklarını anladılar. Çünkü iri siyah gözlü, her zaman gülümseyen kütüphaneci Sedaget Hanım, okuyucuların aldıkları kitapları okuyup okumadiklarini sorarak kitabın bir haftadan fazla kalmasina izin vermezdi.
Rus Diki’ndeki kütüphanenin bütün duvarlarında pencereler vardı. Onlardan iki tanesi Aras Nehri’ne bakıyordu. Kitapla beraber pencerenin karşısında oturarak ortalığın biraz kalabalıklaşmasını beklediler. Karşı karşıya oturmuşlardı. Kitap okuyorlardı ama aslında birbirlerini süzüyorlardı. Sessizlerdi. Kaç gündür çiseleyen yağmur birden sağanak hâline döndü. Pencereden dışarı baktılar, hiçbir şey görünmüyordu. Az sonra bir karaltı seçildi. Omuzlarına attığı kepeneğin içinde tepede durmuş Aras’ın karşı kıyısını seyreden bu adam çoban Amid’di.
Amid’in yaşamını, taşıdığı sırları yazan olsaydı kitaplara sığmazdı. Bu iki genç nereden bilsinler ki bu gördükleri adam, “Uzak Sahillerde” kitabındaki yenilmez adam Mehdi Hüseyinzade kadar canlı yiğit “yakın sahillerdeki” adamdı. Bu iki kahraman arasındaki tek fark birinin Alman faşizmine, diğerinin Rus faşizmine karşı savaşmalarıydı. Bu iki genç nereden bilsinler kendi tarihleri sahteleştirilmiş, kimlikleri unutturulmuş, kahraman evlatları bir şekilde yok edilmişti…
Nahçıvan’da Sovyet egemenliğinin kurulması bölge için büyük tehlike yaratmıştı. SSCB ile Türkiye’nin ilişkilerinde oluşan her gerilimden ustalıkla faydalanan Ermeniler, Nah-çıvan Özerk Cumhuriyeti’ni Ermenistan’a bağlamak için her türlü hileye başvurdular. Mantıksız olarak iddia ediyorlardı ki Nahçıvan isminin sonu “van” ile bittiği için bu torpaklar onlara verilmeliydi. Yani bir zaman sonra utanmadan Tayvan için de bunu iddia etmeleri mümkündür. Çünkü onun da sonu “van”la bitiyor. Ermeniler, Nahçıvan’a ait bu konudaki bilgileri halktan gizlemeye çalışsalar da bu mümkün olmuyordu. Bunun sonucunda 1930’un ilk günlerinden başlayarak Nahçıvan MSSR’de Sovyetler aleyhine isyanlar başladı. Nahçıvan’ın dağlık bölgelerinde bu isyanlar daha uzun süreli olarak devam etti.
İsyanların en güçlü üyeleri Keçili ve Nahacir gruplarına katılmışlardı. Gaçay da isyanların ilk gününde Nahacir grubuna katılmıştı. Nahçıvan bölgesinde ordu olmamasından istifade ederek Sirab, Erezin, Ebregunus köylerinin de isyancı gruplara katılmasını sağladı. Keçili, Şahbuz isyancı grupları da onlarla birleşmişti.
Bolşeviklere karşı isyan eden gruplardan birisi de Şahbuz kazasında başlayan Keçili İsyanı’ydı. Yirmi bir yaşındaki Gaçak Guşdan Harekâtı kısa zamanda genişledi. Genç yaşında millî özgürlük uğrunda mücadele eden Guşdan, yedi yıl boyunca Keçili’yi saran dağlarda yaşadı. Hükümetin ajanlarına ve tüm korkulara karşı yolundan dönmedi. Bir müddet sonra da Gaçay’la dost oldular.
Gaçak Guşdan’ın adamları Kolanı’dan epeyce uzakta kurdukları pusuda artık orta yaşlara gelmiş olan Gaçay’ı yakaladılar. Gaçay, direnmeden teslim oldu. Amacı Guşdan’la tanışmaktı. Bu nedenle kendisini yakalayanların sorularına cevap vermedi. Gaçay’ın gözünü bağlayarak onu bir mağaraya götürdüler. Gözleri açıldığında etrafı iyi göremiyordu. Nihayet keçi yağından yapılmış mum ışığında etrafı görmeye başlayınca kendisini seyreden Guşdan’ı gördü. Her ikisi de birbirlerinin adını duymuşlardı. Biraz sohbetten sonra Guşdan:
– Senin keskin nişancı olduğunu duymuştum, neden ateş etmedin?
– Dost kapısına güç vermeye geldiğim için!
– Demek bize katılıyorsun!
– Çünkü sen oldun değirmenci, çağır gelsin Köroğlu buğdayı!..
Aynı gün sohbet bu kadarla bitti. Gaçay’ın bu gruba katılması isyancıları daha da heveslendirdi. Aras Türk Cumhuriyeti’nin kurulması, Nahçıvan’ın Ermeni Taşnaklardan korunması ve özerk statü kazanması için aktif olarak çalışan Gaçay, Behbud Bey Şahtahtılı’nın en yakın silah arkadaşı olmuştu. O, gizli karargâhı Batabat Gölü’nün sağ tarafındaki ormanda kazılmış olan mağarada bulunan isyancı grubun tek bilgili üyesiydi. Onu Gaçak Guşdan’a sevdiren önemli olaylardan birisi de siyasî yönden akıllı olmasıydı. Gaçay, genç yaşından beri Sosyalizm ideolojisine yürekten inanıyordu. O zamanlar, Behbud Bey Şahtahtılı ile sohbetlerinde Orta Doğu’yu cehaletten kurtarmak için Marks ve Engels’in teorilerinin Arap diline çevrilmesi ile ilgili konuşmuşlardı. Neriman Nerimanov’un “Varoşlardan devrime” çağrısına ilk cevap verenlerden birisi Gaçay oldu.
Ona göre istenilen siyasî kuruluşu halk kitlelerinin isyanı ile yıkmak mümkündü. Ancak devrim insanların bilincinde olmazsa onu yaşatmak mümkün değildi. Hatta yüz yıl yaşasa bile bilinç altlarına hakim olmayan siyasî ideolojiler yıkılmaya mahkumdu. Bolşeviklerin, Nahçıvan’ın millî oluşumunu Ermenileştirmek, bu olmazsa Kremlin’in isteği ile Ermenistan’la birleştirmek konusu ortaya çıkınca, Gaçay’ın yüreğindeki sosyalizm aşkı nefrete dönüştü. Çarlık Rusya’nın halkları karşı karşıya getirerek kendi imparatorluğunu koruma siyasetinin Bolşevikler tarafından daha acımasız bir şekilde uygulanması, Gaçay’ın Bolçeviklere duyduğu nefreti her gün artırıyordu.
Behbud Bey Şahtahtılı’nın Tiflis’te intihar ettiği haberi Gaçay’ı derinden sarsmıştı. Bu olayı Bolçeviklerin siyasî cinayeti olarak görse de içinden isyan etmekten başka bir yol görünmüyordu. Gaçay’a göre; kendi prensiplerinde ısrarlı olan, güçlü bir siyasî iradeyle karşısındakini hayran bırakan, her koşulda yarınlara ümitle bakan, korkusuz ve cesur Bebud Bey Şahtahtılı intihar etmezdi.
Gaçay, isyancı gruba katıldığı günden beri Gaçak Guşdan Harekâtı’nın yakında biteceğini görüyordu. Düşmana karşı acımasız olan bu genç millî mücadele arkadaşları ile o kadar samimiydi ki her an bir ihanetle suikasta kurban gidebilirdi. Ayrıca isyancı grubun gelecek için düşünülmüş, stratejik bir planı yoktu. Ermeniler de bu durumdan istifade ederek gruba yanlış bilgiler vererek onları yönlendiriyorlardı. Moskova’ya gönderdikleri raporlarda ise bu isyanların bastırılması için Nahçıvan’ın Ermenistan’la birleştirilmesi gerektiğini belirtiyorlardı. Ancak isyan iyi bir liderden yoksun olduğu için halktan yeterince destek alamıyordu.
Gaçak Guşdan ile Gaçay’ın son görüşmesi Batabat’ta-ki gizli mağarada oldu. Küçük gölden yaklaşık olarak yetmiş seksen metre uzaklıktaki yamaçta kazılan bir tünel sığınağa çevrilmişti. Burası yaklaşık elli kişinin yaşayabileceği şekilde düzenlenmişti. Yazın sıcağında bile bu mağaradaki insanlar üşüyordu. Bu nedenle içeride sürekli soba yakıyorlardı. Mağaradan çıkan dumanların dikkati çekmemesi için yan taraftan içi oyulmuş boru şeklindeki uzun çınar ağaçları uç uca dizilerek dumanın dışarıya çıkması sağlanıyordu.
İki dost, sobanın başında oturup olan biteni konuştular. Gaçak Guşdan, durumun gergin olduğunu bilse de moralini bozmuyordu. Ancak Gaçay’ın sorularının bitmeyeceğini anlayarak sordu:
– Doğrusunu söyle bakalım, durumumuzu nasıl görüyorsun?
Gaçay:
– Su testisi su yolunda kırılır, diyerek gülümsedi.
Gaçak Guşdan:
– Atasözünü örnek verme zamanı değil. Sen kendi fikrini söyle.
– Şu anda Bolşeviklerin durumu bizden daha kötü. Bu kıtanın neredeyse dörtte üçünü işgal etmişler, yine de gözleri doymuyor. Ancak verdikleri sözleri yerine getiremiyorlar. Milyonlarca insan onların sözlerine inanarak perişan oldu. Şimdi bu sözlere inananlardan birazcık kaygı duyan insanları “vatan haini” olarak ilan ediyorlar.
Gaçak Guşdan’ın sinirleri bozulmuştu; güçlü parmakları ile yakasını çekiştirerek gömleğinin düğmesini açarken:
– Biz ne yapmalıyız?
Sesinde, ümitsiz bir titreyişle beraber hükmeden bir ton vardı.
Gaçay:
– Gruptan rahatsız mısın?
Gaçay cevap beklemeden sakin bir şekilde yeniden devam etti:
– En kısa zamanda dağlara ordu gönderecekler. Tek tek de olsa hepimizi öldürmeye çalışacaklar. Hatta bu ordunun askerleri Ermenilerden oluşacak.
Gaçak Guşdan’ın gözlerinden alev fışkırıyordu. Sinirden titreyen elindeki ağaçla sobanın ateşini eşeledi:
– Yani bunca yılı dağlarda boşuna mı geçirdik?
Gaçay yine gülümsedi:
– Hayır, aksine bu iş Nahçıvan’ın Ermenilere verilmesini ciddi şekilde engelledi. Yıllardır devam eden isyan, Moskova’yı telaşlandırdı. Şimdi Ermeniler Nahçıvan’la ilgili hayallerini gizlemek zorunda kalıyorlar. Daha doğrusu Moskova da Ermenilere bu fırsatı vermeyecek. Halkın genel bir isyanından korkarlar.
– Diyelim ki bizi öldürdüler, sonra ne olacak?
– Sonrası Azerbaycan’ın liderine bağlı olacak. Tarihin bütün devirlerinde Ruslar hainleri, millî bilinci olmayanları iş başına getirerek onların eliyle halkı razı etmişler. Eğer Azerbaycan’a liderlik yapan şahıs kuvvetli, millî bilince sahip, vatansever olursa o zaman halka dayanarak bütün tehlikeleri yok edebilir. Yok, eğer aksi olursa…
Sohbetleri gittikçe uzadı. Gaçak Guşdan’ın eğitim düzeyi az olduğu için anlamadığı noktaları tekrar soruyordu. Sohbetlerine atasözleri ve deyişler renk katmıştı. Gaçay’ın dediklerinin çoğu ona mantıklı gelmişti:
– Bundan sonra planlarımızı değiştirmeyi mi öneriyorsun?
Gaçay:
– Can derdine düşmek her zaman cahillik sayılmıştır. Bu gençleri korumak lazım. Çaresi de o tarafa geçmeleridir.
Guşdan, onun ne demek istediğini anlasa da “Ya Allah!” diyerek onun sözünü kesti. Oradan, önce evlerine gidip ailesiyle helalleşerek geri dönüp savaşa hazırlanma kararı verdiler. O gün, Gaçak Guşdan’ın mağarada kaldığı son gece oldu. Sabaha kadar gözüne uyku girmedi. Mağaranın tavanı, karanlık gecelerin yıldızsız seması gibi canını sıkıyordu.
Sabahleyin, aynı zamanda Gaçay ile mağaranın ortasında karşılaştılar. Yerde iri bir diken bitmişti. Guşdan çizmesiyle dikeni ezdikten sonra mağaranın tavanına yorgun yorgun baktı. Yerdeki dikenin aynısı tavandan aşağı doğru sarkıyordu. Mağaranın alaca karanlığında tuhaf görünüşleriyle dikkati çeken bu dikenlerden biri sarı diğeri siyahtı. Onlar, sanki bu iki diken arasında kalmışlardı.
Guşdan, akşama doğru köye gitti. Daha önceki yıllarda olduğu gibi 1932 yılının sonbaharında Şahbuz Dağları’nda çok güçlü seller oluyordu. Sular sanki meydana gelecek felaketi anlatıyordu. Guşdan, hiçbir şeyin farkında olmadan dağdan iniyordu. Köyde doğruca ailesinin yanına gitti. Onun köyde olduğunu hükümet güçlerine haber verdiler. O gece evinde kalan Guşdan’ın mutluluğu kısa sürdü. Tan ağarırken evinin askerler tarafından sarıldığını “Teslim ol!” sesini duyunca anladı.
Evet, teslim olabilirdi ancak Guşdan bu teklifi hemen reddetti. Askerî birliklerle sonuna kadar savaşarak son mermiyi kendisine sakladı…
Gaçak Guşdan İsyanı’nın başlamasına zemin hazırlayan sebep; NKVD çalışanı, Ermeni Orbelyan’ın Nahçıvan köylerine Ermeni ailelerini yerleştirmesi ve onları silahlandırması idi. Köyün yerli halkına ise isyancı muamelesi yapılıyordu. Orbelyan, Nahçıvan’dan önce Hızı kazasının[25 - Azerbeycan’ın bir ili.] Ağdere köyünde kanlı işler yapmıştı. Bu köyde, 1931 yılında yüz civarında sivil halk kurşuna dizilmişti[26 - Bununla ilgili 1940 yılı 145-205 liste, P-4768, No: 3 adlı arşiv belgesinde geniş bilgiler vardır.].
Ondan sonra, Ermenistan’a giderek oradan Keçili ve civar köylere yeni göç eden Ermenilere bir Fransız tüfeği ve iki yüz mermi verdi. Azerbaycan Türklerinin elindeki silahları topladı. Karşı çıkanları ise tutukladı. O, sadece Keçili köyünden yetmiş insanın kurşuna dizilmesine sebep oldu. Bu insanların büyük bir bölümü köyün yaşlılarıydı ve köylerine Ermenilerin yerleştirilmesine karşı çıkıyorlardı. Halkın itirazını gören Orbelyan sinsi bir planla Nahçıvan Özerk Cumhuriyeti’nin Dış İşler Halk Komiseri Aydemirov’u kendi tarafına çekmişti.
Gaçay, Keçili İsyanı’nda ki yenilginin sebeplerini biliyordu: bilgisizlik, plansızlık, bir de düşmanın amansız ve hilekâr olması.
İsyanların üstünden uzun yıllar geçse de bölgede siyasî ve sosyal durumu korumak için güçlü bir baskı vardı. Nahçıvan’a karşı toprak iddialarını hayata geçirmek için çaba harcayan Ermeni milliyetçileri ve kiliselerin tesiri ile devamlı olarak Ermenistan Özel Hizmet Büroları tarafından Moskova’ya sahte raporlar gönderiliyordu.
Gaçak Guşdan’ın öldürülmesi, Gaçay’ı çok etkilemişti. O, bu haberi duyduktan sonra daha dikkatli olması gerektiğini anladı. Ortaya çıkmak çok tehlikeliydi. Askerî birlikler arkadaşlarının birçoğunu öldürmüş, diğerlerini de çeşitli vaatlerle kandırarak teslim almışlardı. Onun ele geçirilmesi, kendisinden çok ailesi için tehlikeliydi. Uzun düşüncelerden sonra sahte bir kimlik çıkararak Amid Kazımov Cümşüdoğlu adı ile çobanlık yapmaya başladı.
***
1965 yılının sıcak yaz günleri gelmişti. Havaların kurak geçmesi ekinleri küle çevirmişti. Albay Topçi, Nahçıvan’daki askerî hizmetini bitirip geri dönüyordu. Geldiğinde olduğu gibi geri dönerken de Topçi’nin omuzlarında üç yıldız vardı. Bu yıldızların sayısı değişmemiş, albay olarak geri dönüyordu. Askerî hizmetini şimdi Uzak Doğu’da, Kamçatka’da yapacaktı. Geri dönüşü nedeniyle Aras Nehri kıyısındaki kaçak dinlenme yerinde bir parti vermişti. Samad ve Yavuz öğretmenler beraber bu partiye gelmişlerdi. Askerler, Aras’tan yakaladıkları iri sazan balıklarını temizleyip mangalın yanına getirmişlerdi. Masaya dizilen yemeklerin hepsini askerler hazırlamıştı, bazıları ise konservelerdi. Yemekten sonra büyük bir Şahtahtı kavunu kestiler. Nina Vladimirovna, bal gibi tatlı bu kavunları bostanlardan alarak evine götürürdü. Kavunun esrarengiz kokusu etrafa yayılınca “Peh peh!” diyerek sordu:
– Samad Abiloviç, bu kavunun tadının sırrı ne?
Samad Bey, bu soruyu bekliyormuş gibi: “Meşhur bir destanda bununla ilgili sözler var.” diyerek öğretmenin sözlerine şiirle cevap verdi:
Söz aldı Abülfez âşık edeple
Sözleri dizmişti boncuk gibi şestle[27 - Şest: Şeref, haysiyet.]
Kavundan konuştu o hükümdara
Sözleri can verdi taşa, duvara
Tüpürcek çiçeği korur miciden[28 - Mici: Sineğin bıraktığı larva.]
Samad Bey’in şiiri hem Azerbaycan hem de Rus dilinde söylemesi, Nina Vladimirovna’nın gülümsemesine neden oldu. Ancak bu uzun sürmedi. Tatar kadın yıllardan beri alıştığı bu yerden ve insanlardan ayrılacağı için üzülmüştü. Diğer misafirlerin üzüntüleri ise farklıydı. Kimse bu sebepleri konuşmasa da bu askerlerin Aras kıyısında bulunmaları onları içten içe üzüyordu. Buradaki yerli halkın Aras Nehri’ne doğru bakması yasaktı. Ancak Rus komutan burada kendisine ihtişamlı bir dinlenme mekânı yapabilmişti. Hele Aras’ın karşı tarafına duyulan hasret bambaşkaydı.
Nina Vladimirovna gözyaşlarını tutamadı. Uzun yıllar kaynaştığı bu insanlardan ayrılmak ona ağır geliyordu. Sonsuzluk, kimseye söyleyemediği aşkı, bir de uzak Kamçatka’ya yapılacak olan yolculuğun zorluğu yüreğini sızlatıyordu. Nina Vladimirovna evlendikten bir yıl sonra hastalanmış ve rahmi alınmıştı. Bu nedenle çocuğu olmuyordu.
Sınav salonundaki yanlış sorunun kurduğu dostluk köprüsü, Nina ile Samad Bey’in ailesini birbirleriyle kaynaştırmıştı. Ancak eşi hasta olduğu için Samad Bey bu veda toplantısına yalnız katılmıştı.
Yavuz Öğretmen’in eşi Gülgez Hanım, sakince dinliyordu. Nina’nın duygusallığı üstündeydi. Ağlamaya başladı. Gülgez Hanım, onu sakinleştirmeye çalışarak Aras’ın kıyısına doğru götürdü. Orada yüzünü yıkamasını istedi. Nina, Aras Nehri’nin suyunu yüzüne çarparken tam karşısında küçük bir girdap meydana geldi. Tam o anda içinde sakladığı sırrı anlatmak istedi. O, aydın birisiydi. Bu sırrının kendisine veya eşine herhangi bir zarar veremeyeceğini biliyordu ama kimsenin kendisine “Gniloy jivot”[29 - Slavlar arasında “çürük karın” anlamında kullanılan bir söz.] demesini istemiyordu. Uzun yıllar çocuk sahibi olamayan Nina bu derdini, Aras Nehri kıyısında yapılan bu partide kendisine yakın bulduğu Gülgez Hanım’a anlattı. Ondan, bu sırrı kimseyle paylaşmamasını isteyerek her şeyi anlatmaya başladı.
Nina Vladimirovna, Türkolog bir ailede büyümüştü. Edebiyatçı, piyanocu ve bestekâr olarak tanınan Nina, kendisini kolaylıkla sevdiriyordu. Genç yaşına rağmen Türk halklarının tarihi ve medeniyeti ile örf ve âdetleri hakkında derin bilgiye sahipti. O, Samad ve Yavuz öğretmenlere “Siz Türk’sünüz. En eski Türk halkısınız!” diyordu. Onlarsa duyduklarının gerçek olduğunu bilseler de bu konu açılınca hep bir ağızdan “Hayır, biz Azerbaycanlıyız!” diyorlardı.
Nina, onlara bazı kitaplar verdi. Bu kitapları okuyunca, Sovyet rejiminin okullarda kasıtlı olarak yanlış bilgi verdiğini söylüyordu. Bir şeyi daha anladılar ki Sovetler sadece Azerbaycan’a değil, Kırım Türklerine de zulmetmiştir. Gülgez Öğretmen, Nina’nın sırrı için “Duyduklarımı Aras’a akıttım!” deyince, Doğu halklarının tarihini iyi bilen Nina parmak kalınlığında bir kamışı yerden alarak anlamlı anlamlı ona baktı:
– Bundan iyi ney olur, diyerek gülümsedi.
Gülgez Öğretmen çok sonraları bir kuyuda biten kamıştan yapılan neyin “İskender’in kulakları eşek kulağı!” diye çaldığını hatırlayınca Nina’nın ne demek istediğini anladı. Ama bunun kimseye faydası olmayacaktı; çünkü Nina çoktan uzak diyarlara gitmişti bile… Hatta Gülgez Öğretmen, başkasının sırrını konuşacağını ve Nina’nın ardından “çürük karın” sözünün önce köyde yayılacağını, sonra bir kıtayı dolaşacağını kendisi de tahmin edemezdi.
Nina, Gülgez Öğretmen’in “Duyduklarımı Aras’a akıttım!” sözünden çok mutsuz olmuştu. Elinde olmadan kamış parçasını yere atarak ayağı ile ezdi. Derinden bir “Ahhh” çekerek yüzünü Aras’a doğru döndü. Bir an ona öyle geldi ki burada söylediği sırrı rengârenk olup önce Aras’a akacak, sonra oradan Hazar’a, oradan Volga ile yukarı doğru akarak dünya sularına karışıp oradan da vatanı Kırım sahillerini geçerek güneşin doğduğu ülke Japonya yakınlarındaki yarımadaya ulaşacaktı.
Yanlış bir matematik sorusunun oluşturduğu dostluk köprüsü böylece sona erdi. Yıllar sonra eşinin görev yerinin değişmesi nedeniyle Nahçıvan’dan taşınan Nina Vladimirovna, içinde sakladığı sırrını anlatmış, Gülgez Öğretmen’in dediği gibi onu Aras’a emanet ederek oradan ayrılmıştı.
Onlar Şerur-Bakü yolcu trenine bindikleri gün köyde bir dedikodu yayıldı. Buna göre Nisgil Samad Bey’in gizli kızı değil, Yavuz Öğretmen’in Rus Nina ile olan gizli aşkının meyvesiydi. Samad Bey, sadece arkadaşı Yavuz’a yardım etmişti. Aynı gün, baska bir işi olduğu için onun yerine Samad Bey köy sığırtmacı olarak görev almış ve o gün doğan çocuğu çöplükten alarak Yavuz Öğretmen’e vermişti.
Nina ile Yavuz Bey birbirlerine öylesine âşıklardı ki Nina yeni doğum yaptığı için iç organları yara olduğu hâlde çimenlikte birbirlerine sarılarak saatlerce kalmışlardı. Kadının sütü olmadığı için de koyun sütü sağarak bebeğe vermişlerdi. Bütün bunları Gülgez Öğretmen duyduğu zaman, Aras kıyısındaki o partinin üstünden epey zaman geçmişti. Yavuz Öğretmen’in onurunu korumak için Aras’ın kıyısında konuşulanları tek tek yeminler ederek anlattı. Bütün bu yeminler karşısında ona inanmamak mümkün değildi. Hatta olay öyle bir hâl aldı ki Nina’nın yerine okul müdiresi olarak atanan sarı saçlı kadın bile tüm olanları duydu.
Tanıştıkları ilk günden beri Nina’yı sevmeyen yeni okul müdiresi bu haberi ilgi ile dinledi. Nina’yı sevmiyordu çünkü onların görev yerleri eşleri ile birlikte karşılıklı değiştirilmişti. Onların yüzünden çok sevdikleri Kamçatka’daki görev yerlerinden olmuşlardı. Yeni okul müdiresi, duyduğu haberi iletmek için hemen postaneye koştu. Oradaki eski arkadaşlarına haberi verirken biraz da ekleme yaptı. Başka biriyle yasak ilişki yaşadığı ve bu ilişkiden bir çocuk sahibi olduğunu, daha sonra hastalandığı ve rahmini aldırdığını hatta Nina’nın beş altı ay içinde öleceğini ekledi.
Nina, birkaç gün sonra Kamçatka’da yeni müdire olduğu okulunda göreve başlamıştı. Arkadaşlarının bakışlarının ardındaki mananın ne olduğunu anlamaya çalışırken, Aras’a emanet ettiği sırrının çalıştığı yere ulaştığını fark etti. Artık bu gerçekten kaçmak imkânsızdı. Nina Vladimirovna ise Samad Bey’i nasıl büyük bir aşkla sevdiğini, yıllar sonra Çernobil’deki faciada kendisini ölümden kurtaran doktor Nisgil’e anlatacaktı.
***
23 Ağustos 1966 günü Nisgil ile Kabil, Şerur-Bakü treniyle bir kompartımanda beraber yola çıktılar. Şimdi onlar için her şey gelecekteydi, hem mutlulukları hem mutsuzlukları… Bu yolu Yavuz Öğretmen de onlarla birlikte gidiyordu. Yaklaşık on üç saat gideceklerdi. Tamamen tesadüf sonucu oluşan bu yolculukta, eski sınıf arkadaşı olan bir öğrenci ve bir kursiyerle birlikte mutlu anlar yaşayacaktı. Her ikisi de doktor olacaktı. Aralarındaki tek fark Kabil Harp Akademisi’nde tıp okuyacak, Nisgil ise Bakü’de okuyacaktı. Kabil ve Nisgil, en mutlu anlarını yaşadıklarının farkındaydılar. Hiçbir zaman akıllarına bile getirmedikleri mutluluk onları takip ediyordu. Eğer onların yanında anneleri olsaydı birbirlerini ne kadar büyük bir aşkla sevdiklerini hemen anlayacaklardı. Çünkü anne, evladının yüreğini gözünden okurdu. Sık sık vagonun koridoruna çıkan gençler trenin demir tekerleklerinden çıkan sesi bile aşk müziğinin notaları gibi kabul edip ondan zevk alıyorlardı. Yavuz Öğretmen, Kabil’i restorandan su almak için gönderdi. O zaman Nisgil, denizdeki yosunlar gibi yemyeşil gözlerini açarak merakla sordu:
– Trende restoran var mı?
Nisgil’in içindeki aşk, gözlerinden süzülen mutluluk ile birleşerek kalbinde öyle bir çarpıntıya sebep oldu ki göğüs kafesi gözle görülür şekilde inip çıkmaya başladı. Trendeki restoranı görme isteği ile Kabil’i yalnız bırakmama isteği çakıştı. Diğer vagonun koridoru Aras tarafındaydı. Hava sıcak olduğu için koridordaki pencerelerin birkaç tanesi açıktı. Açık pencerelerden giren rüzgâr sağa sola çarparak farklı sesler çıkarıyordu. Nisgil, saçlarını arkada toplamıştı. O zamanların modası olan yumruk büyüklüğündeki toka ile saçlarını tuttursa da vagonun pencerelerinden giren rüzgâr saçlarını dağıttı. Dirseğini pencereye dayayan Kabil, onun bu romantik görünüşünden zevk aldığını gizlemedi. Fısıldayarak:

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/sabir-sahtahti/nisgil-69499309/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Kolhoz: Eski Sovyetler Birliği’nde tarım üretim kooperatifi.

2
Nahçıvan’da bir yer ismi.

3
Nahçıvan’da bir ilçe olan Şerur: Halk arasında bu bölge “Şeril” diye bilinir.

4
Şimdiki Erivan

5
Batabat: Nahçıvan’da çok meşhur bir göl. Gölde yüzen adalar bulunur.

6
NKVD: Halk Dâhilî İşler Komiserliği (Kısaltma Rusça’dır). Olay tarihinden 3 yıl önce ismi değişse de halk arasında aynı adla tanınıyordu.

7
Nisgilli: Dertli, gamlı, kederli.

8
“Tarihi ve Çağdaş Nahçıvan” İstanbul, 2016, s.206

9
Hacı Cabbar Şeyhzade: Nahçıvan’da Sovyet hakimiyeti kurulduktan sonra Türkiye’yi ümit olarak gören Hacı Cabbar Şeyhzade, Mustafa Kemal Atatürk’ün yakın arkadaşı olmuştu. Yeni Türk Cumhuriyeti’ne epeyce maddi yardımda bulunmuştu. Bu yardımlarından dolayı Atatürk ona “Kömek” adını vermişti. Ömrünün son yıllarında Atatürk ona nerede yaşamak istediğini sorunca, “Iğdır’da kalmak isterim, böylece Nahçıvan’ın havasını teneffüs edebilirim!” diye cevap vermişti.

10
Vladimir İlyiç Ulyanov (bilinen adıyla Lenin 22 Nisan 1870, Simbirsk – 21 Ocak 1924, Moskova): Rus sosyalist devrimci ve politikacı. Marksist Leninist ideolojinin fikirsel önderi, Ekim Devrimi’nin lideri ve Sovyetler Birliği’nin kurucusu.

11
Traverten: Nahçıvan Özerk Cumhuriyeti’nde yatakları olan inşaat ve montaj işlerinde kullanılan antibakteriyel özellik taşıyan bir taş.

12
Bu meyve türü Şahtahtı’da yetişir ve çiçek, bar verdiği andan itibaren özel bir teknikle yetiştirilir. Şahtahtı S., Tanrı Sevgisi, Sumgayıt, Neşrler Evi, 2013, s. 104-105.

13
Rus Diki: Bu tepenin halk arasında birkaç adı vardır. Rusların Aras’tan su almak için kurdukları tesis nedeniyle bu ad ile anılmaktadır.

14
Sovhoz: SSCB’de devlet mülkiyetindeki tarım işletmeleridir.

15
Samad Abiloviç (Samad Ebil oğlu): Rus dilinde saygı belirten hitap ifadesidir.

16
Çuda: Esrarengiz.

17
Çotko: Eskiden hesaplamaların yapıldığı bir tür abaküs.

18
Vayenniler: Askerler.

19
Frujka: Geniş güneşliği olan şapka.

20
Oho, yoldaş öğretmen!

21
Bozbaş: Parça et ve nohutla özel kaplarda pişirilen yöresel bir yemek.

22
Piroğ: Poğaça türü bir yiyecek.

23
Nabat: Nahçıvan’da meyve suyu ve şekerden yapılan kristal bir şeker türü.

24
Faşistlere karşı partizan birlikleri kurarak kahramanca dövüşen Mihaylo adlı Azerbeycanlı bir gencin dramı. Romanla aynı isimde bir film çekilmiştir.

25
Azerbeycan’ın bir ili.

26
Bununla ilgili 1940 yılı 145-205 liste, P-4768, No: 3 adlı arşiv belgesinde geniş bilgiler vardır.

27
Şest: Şeref, haysiyet.

28
Mici: Sineğin bıraktığı larva.

29
Slavlar arasında “çürük karın” anlamında kullanılan bir söz.
Nisgil Sabir Şahtahtı

Sabir Şahtahtı

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Nisgil, электронная книга автора Sabir Şahtahtı на турецком языке, в жанре современная зарубежная литература

  • Добавить отзыв