Mil

Mil
Sabir Şahtahtı

Sabir Şahtahtı
Mil

Roman, merhum kardeşim Seyyad’ın aziz hatırasına ithaf olunur
İki gencin ölümsüz aşk hikâyesini konu edinen “Mil” romanı, aşk hikâyesi seven okuyucuları memnun edecek sanatsal bir üslupla kaleme alınmıştır. Bu eser, milliyeti veya dini ne olursa olsun herkes için eğitici olması yönüyle çağdaş dünya edebiyatında büyük bir değere sahiptir. Ulusların kardeşliği için sağlam sütunlar vardır. Bu sütunlar millî ve dinî değerlerle yoğrulmuştur. Eser 1977-1979 yılları arasında eski SSCB ideologlarından Suslov tarafından Tahran’a gönderilen Pravda gazetesinin Şarkiyat eğitimi almış muhabirinin hayat hikâyesidir. Suslov’un bu iş için Kazan’da doğmuş olan Osman İsmayılov’u seçmesi tesadüf değildir. O, Emir Timur’un Tebriz’den Semerkant’a esir götürdüğü Tebrizli bir ailenin soyundan gelmektedir…

    Sabir ŞAHTAHTI
Kitapta gerçekleşen olaylardan ilmi bir kaynak olarak istifade edilemez

BİRİNCİ BÖLÜM
BEN ONU KENDİM İÇİN SEVİYORDUM, O BENİ…


BİRİNCİ BÖLÜM
BEN ONU KENDİM İÇİN SEVİYORDUM, O BENİ…

Her ayrılışımızdan sonraki kısa zaman dilimi yıllar kadar uzun gelmiş, aşk ateşiyle alevlenen hayal dünyam kanatlanıp beni sonsuzluğun bilinmeyen bir noktasına kadar götürmüştü. Hatıralarım, ilk defa çocuk sesi işiten sihirli bir aleme benziyordu. Kâh bebek gülüşünden ilhamını alan dede ve nine kâh evladının gelecek hayalleri ile övünen baba kâh yavrusunun çiçek kokusuyla sarhoş olan anne gibi böbürleniyordu ruhum. Bazen terk edilmiş bir bebeğe benzetiyordum kendimi. Bir an için umutsuzluk girdabında kayboluyordum: ya o gelmezse, geri dönmezse, beni hayatın güzelliğinde saklamazsa?.. Bütün vücudumu saran aşk düşüncelerime düşman, aklıma hâkim, varlığıma galip olmuştu. Lirik müzik sesleri ile sirk izleyicilerini eğlendiren bir canlıya dönüşmüştüm sanki. Şimdi beni aşk yönetiyordu. Ben onun yalnızca kendisini değil adını ve varlığını da seviyordum. Dinlemeye, bakmaya, varlığı ile bağlı hayallere dalmaya doyamıyordum. Mevlâna, “Sevdiğinin nazını değil, cefasını çekmektir sevda…” demişti. Günde yüz, belki de yüz bir kere düşünüyordum onu. Düşüncelerim kâh çamurlu yoldan geçiyor kâh sert kayalara doğru yaslanıyor kâh başı karlı dağlara tırmanıyordu. Sevgilimin cefasının çekmek sevdasına gelip durduğumda vücudum titriyordu. Istırap çekeceğimden değil onun eziyet çekeceğinden korkuyordum.
Beni ben yapan, uzun yıllar arayıp da zar zor bulduğum sevgi ruhlu hayat yolu nereye götürüyordu beni? Neden, niçin bu kadar huzursuzdum? Cevapsız sorular beni çok yoruyor, üzüyor ve umutsuzluğa duçar ediyordu. Ben onu kendim için seviyordum, o beni sebepsiz seviyordu! Bak, sevgimizin farklı yalnızca bu idi. Onun için her şey yapabilirdim. Taşı sıkıp suyunu çıkarırdım, sudan ocak yakardım, fırtınaların karşısında kalkan olup varlığını korurdum. Bir tek acısını yaşamak ağır gelirdi bana. Çünkü Albina’yı acı içinde görmekten korkuyordum. Ne yapabilirdim ki kaderim bu yolda çizilmişti!

HANGİ SUSLOV?
Baş editör Viktor Afanasyev[1 - Viktor Afanasyev 1976-1989 yıllarında “Pravda” gazetesine başkanlık yapmıştır.] beni kapının girişinde karşıladı. Rengi solmuştu. Onu bu hâlde görünce selam vermeyi de unuttum. Birçok kimsenin kültürlü ve adaletli olarak bildiği bu şahsı ben kaba ve kendini beğenmiş bir adam olarak düşünüyordum. Hem de çok korkak tabiatlı biri olduğunu hissetmiştim. Konuşurken gözlerini sağa sola kaçırıyordu. Onunla bu zamana kadar toplam iki defa görüşmüştük. Daha doğrusu bir kez işe girdiğimde şube müdürü ile birlikte huzurunda bulunmuştum. Bir kez de yılın üç aylık sonuçlarının görüşüldüğü Parti Teşkilatı’nın[2 - Komünist Partisi’nin yerel teşkilatı.] genel kurulunda görmüştüm. Viktor Afanasyev hakkında en çok aklımda kalan şey onun hiç kimseye fikrini söyleyip tamamlamasına fırsat vermediğiydi. Aslında bu yaklaşım Sovyet iktidarında bürokratik bir kanun hâline gelmişti.
Şimdi o beni kapının girişinde niye karşılıyordu ki? Üstelik ayakta ve heyecanlı bir hâlde. Farkında olmadan dikkatimi onun düzensiz bağlanmış kravatına ve ofisteki nahoş kokuya vermiştim. Günlerdir penceresi açılmadığı için odadaki havanın değişmediği hissediliyordu. Üstüne Sovyet geleneklerine uygun olarak ofiste gizlice içilen içki ve sigara kokusu iyice birbirine karışmıştı. O, “Acele yoldaş Suslov’un yanına git.” dedi, hemen o an büyük bir terbiyesizlik yaptığının farkına varmış gibi ses tonunu alçaltarak “Gidin…” düzeltmesi ile devam ettiğinde sözlerini o kadar garipsedim ki sanki büyük bir çakıl taşı darbeyle duvara çarpıp düştü onun yanına. O kolumdan tutup sanki sürükleyecekmiş gibi kabul odasına çıkardı:
– Bir dakika dahi beklemek yok, aşağı inin şoför sizi bekliyor…
Viktor Afanasyev aceleci, heyecanlı ve titrek bir sesle söylediği bu cümleyle düşüncesini ifade etse de demek istediği asıl şey her ne ise onu yuttu. Bunu korkak bakışlarından ve titrek sesinden anlamıştım. Aşağı indim.
Yirmi dört yaşıma dayanmıştım. Hayatımda ilk defa belirsizlik içerisindeydim. Suslov bizim gazetenin de neşredildiği matbaanın genel müdürüydü. Bildiğim kadarıyla adı ve soyadı başkaydı. Her kim ise onu Mihail Suslov[3 - Mihail Andreyeviç Suslov, Sovyet devlet adamıdır. Sovyetler Birliği Komünist Partisi Merkez Komitesi üyesidir. 1965’te Brejnev Dönemi’nde Sovyetler Birliği Komünist Partisi ikinci sekreteri oldu.]’a benzetip “Suslov” diyerek çağırdığı için adı böyle kalmıştı. Duyduğuma göre o, Suslov lakabı ile çağrılmaktan çok memnun oluyordu. Kısacası Suslov’un çalışma odası bizim redaksiyon odası ile karşı karşıya, ek binada yer alıyordu. Onun yanına tek bir defa bu gece, nöbetçi olduğum vakit basılmaya gönderilecek hazır gazete listelerini mühürletmek için gitmiştim. Aslında bu yetkiyle glavredler[4 - Eski Sovyetler Dönemi’nde gazete redaksiyon ve yayımlanmasında sansürü düzenleyen, baş editörlerin görevlerini yapan kişiler.] ilgilenirlerdi. O sırada glavred Suslov’un odasında olduğu için sayfaları ona vermek maksadıyla Suslov’un odasına götürmüştüm. Şimdi baş editörün dediği gibi beni bu iki yüz metrelik mesafeye araba götürmeliydi. Niye? Bu sorunun cevabını bulmak için zihnimi yormak niyetinden uzak durmuştum. Merdivenlerin karşısında beyaz bir “Gaz 24” durmuştu. Çiseleyen yağmur pencerelerden içerinin görünmesini engellese de göz ucuyla bakıp direksiyon arkasındaki karaltıdan şoförün salonda olduğunu anladım. Arabaya yaklaşmak düşüncesinde değildim. Yeniden şiddetlenen yağmur fırsat verse karşı binaya yürüyerek gidecektim. Binanın çift camlı giriş kapısının arkasında bir iki dakika beklemiştim, o sırada arkadan Albina’nın ayak seslerini duydum. Evet, ben onu adımlarının sesinden ve de meftun edici kokusundan tanımıştım. Aslında hiçbir zaman pahalı koku sürmezdi. Nedense ondan gelen koku beni hep mest ediyordu… Her ne koku sürerse sürsün bilirdim ki onun doğal kokusudur.
Her işittiğimde bana yaşama umudu veren, ruhumu güçlendirip gözlerimi ışıldatan ayak seslerini işittiğimde Suslov’u da unutmuştum, editörü de beyaz arabayı da aralıksız yağan yağmuru da. Sevdiğim kızı, sözlümü, ninemin diliyle söyleyecek olsam nişanlımı, gelecekteki hayat arkadaşımı kucaklayıp bağrıma basmak istiyordum. Birbirimize öyle ısınmıştık ki sanki doğduğumuzdan beri birbirimizi tanıyorduk. Sanki iki yıllık değil uzun yılların dostu, sevgilisiydik. Albina merdivenlerden indiğinde çiçek desenli şemsiyesi açıktı. Ayak sesleri beni geri çevirdiğinde o, aceleyle şemsiyesini toplamaya çalışıyordu. Ona doğru birkaç adım yürüyüp şemsiyeyi bir kenara attım. Albina’nın elinin sıcaklığı bütün vücuduma nüfuz etti. Kucaklamak istediğimi hemen anlayınca endişeyle etrafına bakındı:
– Kendine gel. Ne yapıyorsun, deli misin, ayıptır ya, bir gören olur!
Ben kayıtsız bir hareketle sağ kolumu onun ince beline dolayıp kendime doğru çektim. O kapana düşen bir kuş gibi çırpınmak istese de güçlü kollarıma teslim oldu:
– Görürlerse ne olur? Yanlış bir şey mi yapıyoruz? Helal nişanlımı kucaklamak için izin mi almalıyım?
– Ayıptır, toplum arasında, hem de yayınevinde bu tür davranışlar doğru değil. Ayrıca nişanlı değil, sözlü! Unutma bunu.
Yüksek sesle güldüm:
– Yayınevinde ha… Burası yayınevi değil, erotik film sahnelerinin eğitim alanıdır. Sen ki bunları çok iyi biliyorsun…
– Peki, peki, başlama yine. Herkes kendinden sorumludur.
Boylarımız birbirine denkti. Narin yürüyüşü, çoğu zaman dağınık olan kahverengi saçları, şefkatli bakışları Albina’ya sonsuz bir güzellik katıyordu. Ayakta durduğu zamanki gibi sandalyede otururken de işveliydi. Topuklu ayakkabıyla daha da güzel görünürdü. Ama benden uzun görünmemek için tanıştığımızdan beri topuklu giyinmezdi. Kol kola girip kapıya yöneldik.
O vakit tepeden tırnağa kadar ıslanmış bir kişinin içeri girmesi beni gaflet uykusundan uyandırdı. Yan tarafta kalan şemsiyeyi almak aklımızdan çıkmıştı. Onu almak için sağa çekildiğimde muhtemelen Albina’da bu maksatla sola döndü. O vakit şiddetli şimşeğin beyazımsı ışığı aramıza düştü. Yıldırım düşen ağacın gövdesi gibi iki yana bölündük. Sanki yüreğimde…
Az önceki mutluluğumdan eser kalmadı. Kendime gelene kadar Albina şemsiyeyi alıp yeniden koluma girmişti. Ama nedense bu defa sağ tarafımdaydı. Şimdi ne onun sıcaklığını hissedebiliyordum ne de duygularım önceki hâldeydi. Ne zaman Albinasızlık korkusu aklıma düşse hep böyle olurdum.
Yan yana yürürken Albina yüzümü görmüyordu. Ben cam kapıyı açmak için elimi kapı kulpuna attığımda narin sesi duyuldu:
– Ne oldu, ruh hâlin niye değişti?
Yalan söyleme, uydurma yeteneğimi ve hazır cevaplılığımı devreye sokup vaziyetten kurtulmak istedim:
– Beni terk edip gidiyorsun, hâlâ daha keyfim yerinde olsun istiyorsun?
Artık kapıdan geçmiştik. Kızıl sonbaharın gelişi, koca çam ve köknar ağaçlarının kokusu ile yağmurun birlikteliğinin kokusundan başka hiçbir şey hissedilmiyordu. Albina, yemekten sonra sahibine sığınıp neşelenen tok kedi gibi bana doğru yaklaşıp yüzünü saçlarımda gezindirdi.
Daha iki saat önce telefonda görüşmüştük. Bugün ninesinin doğum günüydü. Onun için eve erken gidecekti. “İzin aldım.” dediğinde gözlerimi beyaz “Volga”dan ayırmadan şaka yaptım:
– Nine razı olsa restoranı kapattırırdım.
– Hayır, hayır gerek yok, deyip şakamı oldukça ciddi karşıladı.
Aslında sabah işe geldiğinde bütün bu meselelerin hepsinde anlaşmıştık. O, yemekten sonra izin alıp gider, bense mümkün olduğu kadar erkenden varırdım eve. Fakat hâlâ daha anlaşılmayan Suslov olayı aklımı öyle karıştırmıştı ki sorduğum soruları bir daha sormaktan yorulmuyordum. Şimdi de içine düştüğüm durumdan kurtulmak için bahane arıyordum. Zaman ise beklemiyordu. Ayrılık vakti gelmişti. Elimle karşıdaki binaya gösterip:
– Sana akşama kadar kendimi getireceğim. Vaktinde varacağım. Çok bekletmeyeceğim. Aşkım, belki beni oraya götürüp sonra gidersin. Senin şemsiyenin altında gideyim ki ıslanmayayım, dedim.
Bu sözleri söylediğimde ninenin özenle hazırlanmış doğum günü masası gözlerimin önünde canlandı. Her şey hazır, yemekler buğulanır. Bir tek ben yokum. Ninelerdeyken ara ara ile beni sorup kaş çatıyorlar, her şeyi Albina’nın burnundan getiriyorlardı. İki mızmız kadının azarlayıcı sözleri Albina’yı güçsüz, hareketsiz bir hâle getirmiş, kanepenin köşesine sıkıştırmıştı.
“Benimle gelmiyor musun” dediğinde onun sesindeki üzüntüden hem üşür gibi oldum hem de biraz sevindim. Üzüntüm, onunla giderek akşama kadar evlerinde aynı yerde bulunmak şansını yitirmektendi. Sevincim ise bahtiyarlık kokusundan mest olmaktı, Albina’nın bana manevi bağlılığını her an hissediyordum. Belinden tutarak var gücümle bana doğru çektim. Kulağına “Seni istedim.” fısıldamak bahanesiyle boynuna sıcak bir öpücük kondurdum. Albina merakla:
– Hayrola, matbaada ne işin var? Yoksa orada da gözaltında mısın?
Yersiz de olsa yüksek sesle kahkaha attım:
– Yok canım, gözümün altı da üstü de gözlerimin içi de sensin.
Gülümsediğinde avurtları sarkarak küçük bir çukura düşer, yanaklarının rengi yeni olgunlaşan kayısı taneleri gibi allanırdı. Dillendirdiğim övgülerin sonucunu görmek için çevik bir hareketle dönüp onunla yüz yüze durdum. Başımı hafifçe kıpırdatıp görünüşünden ne kadar etkilendiğimi gösterdim. Fakat zaman beni acele etmeye mecbur ettiği için konuya geçtim. “Editör beni Suslov’un yanına gönderdi” deyip ciddi bir duruş takınınca Albina hayretle “Hangi Suslov” diye sordu. Cevabını beklemeden devam etti:
– Hayrola? Onlar düşmanlardır. Belki Mihail Suslov’un yanına gönderdi sen yanlış anladın?
O vakit baş editör bağırtısını duyup geri döndük. O aralıksız yağan yağmura aldırmandan bize doğru yürüyordu. Yardımcının kaba hareketleri ve intizamsızlığı birbirini tamamlıyordu. Gömleğinin üst düğmesi açık olur, kravatı eğri takardı. Pantolonu sarkık göbeğinden kasığına kadar aşağıda olurdu. Kaşla göz arasında “Tam da karikatürlük bir duruşu var” diyerek Albina’ya baktım. O ise alışkanlık edindiği üzere gözlerini kısıp başını azıcık aşağı eğerek “Doğru” dedi. Yardımcı yanımıza varır varmaz hırıltılı bir sesle devam etti:
– Sen buralarda neden eğleniyorsun? Yoksa bizi astırmak, kurşuna dizdirmek mi istiyorsun? Bağışla beni bu yaşımda Lefortova’da[5 - Çar Hükümeti tarafından 1881 yılında inşa edilen dünyanın en korkunç cezaevlerinden biri olan Moskova’daki Lefortovo Hapishanesi bir askeri hapishane olarak kurulmuş ve daha sonra genişletilerek amacını değiştirmiştir.] “dinlenmek” niyetinde değilim. Tam o sırada “Gaz 24”ün şoförü direksiyonun arkasına geçip arabayla bize doğru geldi. Baş editör beni kendi şemsiyesi altına alarak “Acele edin. Bekleyecek vakit yok, gecikirseniz derimizi yüzerler” dedi. Arabaya baktığımda ilk gözüme çarpan siyah renk altında parıldayan plaka oldu. O an arabanın arka plaka yerinin boş olduğunu hatırladım. İşittiğime göre Kremlin ya da KGB arabalarının arka plakaları takılmıyordu…
Kremlin’i defalarca televizyon kanallarında görmüştüm. Bu ışıklı ve muhteşem mekân benim için ulaşılmazdı. Arabanın plakasız olduğunu fark edince Kremlin’in ışıklı koridorlarını hatırladım ve istemsizce bütün bu göz kamaştırıcı manzara bir anda zihnimden kaybolup karanlık bir koridoru, korkunç bir mağarayı anımsattı.

İKİNCİ BÖLÜM
ALBİNA’M


İKİNCİ BÖLÜM
ALBİNA’M

Albina ile Moskova Devlet Üniversitesi’nin (MGÜ)[6 - M. V. Lomonosov adlı Moskova Devlet Üniversitesi (Rus. Московский государственный университет имени М. В. Ломоносова). 1755 yılında kurulan en eski üniversitelerden biridir.] yemekhanesinde tanışmıştık. O gün ikimizde sınavdan çıkmıştık. Açgözlü bakışlarla onu büyülediğime ikna olup yemek tepsisiyle onun masasına geçtim. Sohbetimiz derslerden açıldı. İkimizde Doğu Bilimleri Fakültesi’ndeydik, ben Arap Tarihi o da Tercümanlık bölümünde okuyordu. “Aynı fakültedeyiz. Sizi bu zamana kadar nasıl görmemişim?” dediğimde kulaklarına kadar kızardı. Bu kadar zarif ve nazik bir kızla tanışmam sabırsızlığımı zirvelere çıkarmıştı. O, benim yerli yersiz sorularıma temkinli, kısaca ve akıcı cümlelerle cevap veriyordu. Düşüncelerini o kadar açık ve anlaşılır ifade ediyordu ki sanki yemekhanede değil hitabet dersi sınavdaydı.
Ciddilik ona ne kadar yakışıyorsa tebessüm de güzelliğini o kadar artırıyordu. Mizacım gereği ilk buluşmada önemsizmiş gibi tavır takındım:
– Bir iki yıl sonra bu beyaz benzinden eser kalmayacak.
Sahiden de marifet sahibine bir işaret yeterli. O, benim ne demek istediğimi hemen anladı. Biraz işveli bir bakışla:
– Arabistan çöllerinin veya Mısır’ın sönmeyen güneşinin beni yakacağını mı söylemek istiyorsunuz? Kim bilir, belki yılanların cirit attığı Afrika’nın sahralarıdır kısmetim. Her şeyin bir çaresi var. Çarşafa bürünürüm, dedi.
Kaşığı boş kâseye dayayıp sağ eliyle ipeksi pürüzsüz saçlarının bir tutamıyla yüzünün yarısını örttü. Islak dudaklarına değen saçları hemen parıldıyor arzularımı kamçılıyordu. Sanki o da bunun farkına vardığı için univermak[7 - Sovyet Dönemi’nde meşhur olan alışveriş merkezleri.] vitrinlerini süsleyen oyuncak bebeklere benzer duruşunu bozmakta aceleci davranmadı. Onun bu tavırlarına ve duruşuna karşılık verecek bir söz bulamadım. Başladım onun hareketlerini taklit etmeye. Öncelikle tıpkı onun gibi kaşığı boş kâsenin kenarına dayadım. Bunun ardına elimi nasıl aceleyle uzaktıysam işaret parmağım kaşığa değdi ve kaşık yere düştü. Sakarlığımı belli etmemeye çalıştım. Fakat beceremedim. İş işten geçmişti artık. Muhakkak, kızardığım için bunu hissetmişti. O an sağ elimi boynuna doğru uzatıp alışveriş merkezlerindeki cansız mankenler gibi görünmek istediğimde dirseğim kâseye değmiş ve borş[8 - borş: lahana, pazı ve bazı yeşil sebzelerle pişirilen lahana çorbası.] çorbası devrilmişti. Kaş yapayım derken göz çıkarmıştım. Birbiri ardınca yaptığım hatalardan dolayı çok üzgündüm. Bu davranışlarıma ne tepki vereceğini anlamak için Albina’nın irice gözlerine umut bağlamıştım. O ise hiç acele etmiyordu. Hatta gözlerini kaçırdı benden. Aniden köfte ve püre olan tabağı eline alıp kendi tepsisine koyarak ayağa kalktı:
– Kalk, yan masaya geçelim. Sen masadan hiçbir şey götürme, yeni tepsi alıp gelirsin.
Keyfimi kaçıran bu manzarayı görmemek için biraz ileride, pencerenin karşısındaki masayı ona işaret edip yeniden çorba ya da borş çorbası almak için kasaya doğru gittim. Albina gösterdiğim masada yüzü bana dönük oturmuştu. Alttan alta onun hareketleri izleyebiliyordum. Sabırla izliyordu beni.
İşte yine yüz yüze oturmuştuk. Kendimi daha medeni göstermeye çalışıyordum. Bugüne kadar bana bugünkü gibi etkili bir davranış dersi veren olmamıştı. Fakat Albina kendini o yere konumlandırmadan masa arkasındaki tanışıklığımızı devam ettirdi. “Ben hocanın yanına gidiyorum, resmî görüşmelerin ve tercümelerin tutanaklarını, siyasî tercümelere dair teorileri öğrenirim. İsterseniz birlikte gidebiliriz.” dediğinde yine dilimi tutamadım:
– Çarşafla nasıl yürüneceği, İslam gelenekleriyle nasıl hareket edileceği, seçkin Araplara nasıl davranılacağı meseleleri ders listesine dahil midir?
Benim tamamıyla alay ederek sorduğum sorulara o ciddi bir şekilde: “Elbette ki. Söylediklerinizin hepsi müfredata ayrı ayrı bölümler olarak dahillerdir.” diyerek birkaç saniye sustuktan sonra devam etti:
– Bu bahsettiğim hoca, bir ay içerisinde üniversitede yıllarca öğrendiklerimden daha fazlasını öğretti bana desem inanın ki hiç yalan olmaz. Bir saatlik ders siyasi, tarihî mahiyetteki on kitaba eşdeğerdir. Tüm eğitim öğretiminin temelini yönetim teorisi teşkil eder. Yönetimin daha iyi bir hâle getirilmesinde kültürel ilkelerin uygulanması ile ilgili çok ilginç fikirleri var.
Sohbet bu noktaya geldiğinde beni bir merak sardı. Bir süre dinleyip aniden sözünü kestim:
– Sovyet toplumunda yönetim metodolojisi değişmez: Eğer görev başındaysan herkes sana borçludur. Sana hürmet edeceklerdir. Bütün isteklerin şartsız yerine getirilecektir. Görevlere adım adım tırmanmak istiyor isen mutlaka bir kuyruk bulmayı becerebilmelisin. Bak işte bu yüzden ben de komünist[9 - Sovyetler Birliği Komünist Partisi Merkez Komitesi üyesi] olmaya karar verdim. Gelecek ay partiye biletimi alıp tüm hızımla görev için çalışmaya başlayacağım.
Albina:
– Haklısınız ama bir komünist olarak çelişkili felsefeleri bilmek ancak size yardımcı olabilir. Bir koltuğu korumak için ilk aşamada çevrenizdeki görevlileri, himayenizdeki yetkili kişileri doğru yönlendirebilmelisiniz.
Albina’nın komünist olacağımı duyduğunda şaşıracağını, şöyle ki bana daha sıkı sarılmaya çalışacağını düşünüyordum. Ama o kılını dahi kıpırdatmadı. O an hoşaf kâsesindeki bir dilim elmayı çatalla alıp acele etmeden ağzına götürdü. Elma dilimini dişleri arasında bekletip merakla bana bakıyordu. Mercan dişleri arasında ısırdığı elmanın kırmızı kabuğu ile onun alt dudağı yeni tomurcuklanan gül gibi ruhumu okşuyordu. Sanki bu duruşuyla ondan çok hoşlandığımı hissettiği için elmayı çiğnemekte acele etmiyordu. Tat ala ala onun hareketlerini taklit etmek istedim, ancak hoşafta kaynayıp pişen dilimi dişlerimin arasında tutmak istediğimde elmanın kabuğu sıyrılıp masanın üstüne düştü.
Albina elma dilimini hemen ağzına götürüp çiğnedi, yuttu ve ağzında hiçbir şey yokmuş gibi rahatça konuşmaya başladı:
– Gördünüz mü, ben haklıyım. Siz tıpkı benim gibi pişmemiş elma dilimini dişleriniz arasında tutabilirsiniz. Fakat pişmiş elma parçasını tutmayı beceremezsiniz. Aslında bunun sebebini biliyorsunuz. Ama bu konuyu düşünmeyi gereksiz görüyorsunuz. Eğer düşünürseniz yahut bunu gerekli görürseniz o zaman siz de beklenilen her durumda ortaya çıkan olaylar üzerine karar verme alışkanlığı gelişir.
Sözün ardını getirmeden gülümsedi. Tam bir ciddiyetle ve biraz da tenkit edici şekilde beni kendiyle kurs arkadaşı yapmak için hocasını methetti ve sonunda iki sözden ibaret cümlesini kurup bakışlarını benden kaçırmadı:
– Ne diyorsun?
Aslına bakarsan onun teklifini çoktan kabul etmiştim. Çünkü onunla birlikte olmak için bundan daha güzel fırsat ne olabilirdi? Albina sanki yüreğimi okuyormuşçasına: “Bu kurs bir yerde olmamız için değil. Birlikte daha çok bilgi edinmemiz içindir.” deyip ayağa kalkmak için sandalyesini sakince, azıcık geriye itti:
– O zaman yolcu yolunda gerek. Kalkmamız lazım. Yolumuz yarım saat sürecek.
Birlikte üniversiteden çıkıp Moskova metrosunun “Metro Universitetskaya” istasyonuna doğru gittik. İlk fırsatta kâh koluna yapışık kâh söz söylemek bahanesiyle yüzüne dokunuyordum. Bütün bu çılgın hareketlerime tek bir kelime ile, “Böyle davranışlar medeni değil.” diyerek bana ikinci kez verdiği ders, elinin tersiyle vurulan bir tokat etkisi yarattı.
Albina’dan ayrılıp “Volga”ya bindiğimde, her zaman olduğu üzere yine güzel anılar olarak hatırladığım tanışmamızın ilk gününü bir film şeridi gibi gözlerimin önünde canlandırdım. Şimdi beni hayallerden uyandıracak hiçbir güç yoktu. Şoför motoru çalıştırsa da araba hâlâ daha hareket etmemişti. O, verici istasyonunun karşısında ilgimi çeken araba telsiz telefonuyla[10 - Japonya’da bir telsiz telefonun yapılması Nikita Kruşçev’i kızdırır. O, bu konuda SSCB İletişim Bakanı Moisey Shkudi’yi ciddi bir şekilde suçlar. Sadece bir yıl sonra, 1963 yılının başlarında, bakan Altay-1 adlı bir telsiz telefonu test eder. Test, Moskova’da farklı yönlere park edilmiş 30 Volga otomobili üzerinde gerçekleştirildi.] biriyle konuşuyordu. Şimdiye kadar hakkında yalnızca bir iki şey duyduğum, üzerine “Altay 1” yazılı iletişim cihazı dikkatimi çok çekmişti. Yaklaşık bir dakika belki de bundan birkaç saniye daha fazla süren bu sohbet bittiğinde, aşk hayatımın en güzel anlarını hatırlamaya başladım. Arabanın hareket etmesiyle yan tarafa devrilmem bir oldu. Baş editör çaresizce yağmurun altında hâlâ daha duruyordu. Onun bu hâli Sovyet memuru için sıradan olan o tipik mazlum, zavallı ve dalkavuk duruşunu yansıtıyordu. Baş editörün timsalinde görevini korumak adına Sovyet vatandaşı için sıradan bir acizlik durumu olan bu hâl yüreğimde garip duygular uyandırdı. Bu sırada şoför bir şey sordu. Dikkatimi ona vermeye çalıştığımda gözlerim, “Volga”nın güçlü ışıklarıyla aydınlanan yolda Albina’yı aradı. O, hep yaptığı üzere narin elleriyle çiçekli şemsiyesinin gövdesinin tam dibinden tutup, başını onun altında gizleyip her zamanki gibi zarif yürüyüşünü bozmadan gidiyordu. Tam o sırada araba yükseklikleri birbirinden azıcık farklı olan küçük bir meydandan diğer bir meydana geçiyordu. Şoför hızını yavaşlattı. Farlar farklı açıdan ön tarafı aydınlattığında kenardaki su birikintisinde renkli bir parıltı oluştu. Albina bu parlak dünyanın fonunda, alacakaranlık tiyatro sahnelerinde olduğu gibi parlak renklere boyanmıştı. Şoför hızını daha da düşürdü. Biraz daha yüksek bir açıyla değişen far ışınları duvara yansıyıp Albina’yı çevreliyordu. Gözlerimin önünde emsalsiz bir güzellik gerçekleşiyordu. Dünyadaki bütün varlıkların bir araya gelerek oluşturduğu bir sahnede Albina, eşsiz duruşu, nazlı yürüyüşü ve güzelliğiyle meydan okuyordu. Bu sahneyi milyonlarca izleyici aynı anda seyretse bile benim gördüğüm güzelliğinin gerçek yüzünü idrak etmek kimseye nasip olmazdı. Çünkü o benimdi. Benim Albina’mdı!
O, parlak ışıklar altında yeni doğmakta olan güneş gibi semaya doğru yükseliyordu sanki. Çiçekli şemsiyenin parıltısı şafak vakti gökyüzündeki rengârenk bulutlar gibi bir görünüp bir kayboluyordu. Yok, bu sadece rengârenk ışıkların Albina’ya verdiği bir güzellik değildi. Onun sağ tarafa uzanan narin gölgesi ve ıslak yerlerde soyut resimlere benzeyen yansıması hiçbir ressam fırçasının çizemeyeceği bir tablo yaratmıştı. Bir anda kaybolacak bu doğal manzarayı seyretmeye doyamıyordum. Onun hareket eden gölgesi su birikintilerinin parıltısından daha parlak görünüyordu. Arabanın sürati biraz daha azalsaydı hiç şüphesiz ki pencereyi açıp ona seslenecektim. Ya da öylece araç hareket hâlindeyken kapıyı açıp inecektim. Ama zamanı durdurmak imkânsız olduğu için Albina’nın güzelliğinin yarattığı pürüzsüz tabloyu da saklamak hiç mümkün değildi. Bir göz açıp kapayıncaya kadar kısa bir vakitte gözlerimin önünde yaşanan bu güzellik, ruhuma o kadar huzur verdi ki bütün bu romantik sahneler mahvolduğunda hiç kederlenmedim.
Şimdi yol hikâyemizin ikinci kısmı başlamıştı. Şoför benim “Altay 1” cihazına dikkatle baktığımı sezip soluk almadan telsizden konuşuyordu. Ben ise arka koltukta, görevli kişilerin oturduğu yerde oturduğumu hissetmeyi de unutmadım. Biraz sonra Albina da yanımda benimle birlikte oturuyordu. Önce, artık “Pravda” gazetesinin baş editörüymüşüm gibi hayal ettim. Merhametsizlik beni alt etti. Viktor Afanasyev’i öldürmekle kalmadım, onu defnetmeyi bile unutmadım. Onun Volga’sında “Altay 1” cihazının olduğunu düşünsem de bu telsizle konuşmayı hayal bile edemedim. Çünkü daireye ulaşmıştık.

BENİ BEN EDEN YILLAR…
…Beni getiren arabanın durduğu parkın Kremlin’in arka girişi olduğunu çok sonraları öğrendim. Burada beni orta yaşlı, şişman biri karşıladı. Hiçbir şey sormadan onunla birlikte yürüyordum. İçimden bin türlü fikir geçiyordu. Korkacak hiçbir durumum olmasa da çok heyecanlıydım. Bütün bunlar, o dönemde yetkililerin olduğu kadar öğrencilerin de Komünist Partisine katılmasının kısıtlandığı bir zamanda oluyordu. Ama vazifede ilerleyebilmek için Komünist olmaktan başka çare bırakmamışlardı. Hatta halkların hapishanesi olarak görülen Sovyetlerde de bu konu farklı milletlerin ve dinlerin temsilcilerine değişik şekillerde uygulandı. Ben babamın yardımıyla bu aşamayı geçmiştim. Diğer önemli konu ise Slav halklarının bir temsilcisi ile aile kurmaktı. Yok eğer Yahudi kızı ile evlenebilirsen görev basamaklarını ikişer ikişer atlamış olurdun…
Şişman adamla birlikte uzun bir koridora girip yanında ilerleyerek hayli yürüdük. O kadar sağa sola dönmüştük ki buradan geri gönderseler geldiğim yere gidip çıkışı bulamazdım. Koridor boyu uzanan kırmızı şeritli döşeme, kapı ve pencerelerin aynı renk ve aynı ölçüde olması insanda gittiği yerlerden tekrar yürüyormuş izlenimi yaratıyordu. Bu mekândaki tek fark kapıların üstünde yazan isimlerdi. Bu tabela yazılarının olduğu yerde sabit durması hiç inandırıcı değildi. Sovyet hâkimiyetinin yazılı olmayan kanunlarına göre sabahleyin sıcak ofisinde başkalarını aşağılayan akşam başkaları tarafından aşağılanabilirdi, hatta vatan haini veya rüşvetçi ve bozguncu olarak tutuklanabilirdi. Ben bu düşüncelerle uzun süre boğuşurken bu mekândaki büyük ofislerden birine sahip olma arzusu ile mücadele ediyordum. Arzularım çok derinlere gidemedi. Yani, ofiste nasıl davranacağımı, sandalyeye nasıl yayılıp emirler vereceğimi, genç bir sekreterin getirdiği çay için ağız dolusu teşekkürler edip onu efsunlamak için nasıl hilekârlıklar yapacağımı düşünmeye fırsat bulamadan hedeflediğimiz mekâna ulaştık. Geniş ve ışıklı bir odaya girince sekreterin yaşlı bir kadın olduğunu görüp gayriihtiyari dudağımı büzdüm. Bir anda sanki beni bu ofisin sahibi yapmışlar, bütün problemleri halletmişim de bir genç sekreter bulmam kalmış gibi davranıyordum. Şişman adam beni kadına teslim edip geri döndü. Bu sefer zayıf, kısa boylu bir delikanlı bana eşlik ediyordu. Nihayet üstünde “Müfettiş A. D. Suvarov” yazılı kapıdan içeri girdik. Suvarov da beni yine editörmüşüm gibi kapının ağzında, hatta daha büyük bir nezaketle karşıladı, ama heyecanını gizleyememesi bu nezaketin sahte olduğunu, yüzündeki tebessümün de doğal olmadığını açıkça gösteriyordu. Kolumdan tutup içeri geçirdi ve kapının ağzında bir anlığına durup sekreterine çayı geciktirmemesini işaret etti. Suvarov oturmak için yer gösterip benim karşıma oturdu. Selam sabahtan sonra sekreter getirdiği çayları kırışmış elleriyle karşımıza koyup odayı terk etti. Suvarov’un “Nerede çalışıyorsunuz, mesleğiniz nedir?” gibi ardı ardına sıraladığı sorular içimde tuhaf şüpheler yarattı. Ya beni yokluyordu ya da gerçekten de tanımıyordu. Bir anda editörün bana Suslov’un değil, bu Suvarov’un[11 - Alexandr Vasilyeviç Suvorov, Osmanlı-Rus Savaşlarında Osmanlılara karşı savaşan Rus mareşal.] beni çağırdığını söylediğini zannetmiştim. İşte bunların ikisi de gerçekten çok bilindik soyadlarıydı. Hemen şüphemi netleştirdim. Yok bu olamazdı. Çünkü istenilen birini yanına davet eden şahıs, soyadı ne olursa olsun çağırttığı insanı tanımamış olamaz. Ben ona gerektiğim için davet etmişse adımı da soyadımı da ne iş yaptığımı da iyi bilmeliydi. Aniden içeri giren general üniformalı uzun boylu kişi görününce Suvarov yerinden öyle bir sıçradı ki az önce sorduğu sorulara cevap vermeye ihtiyaç kalmadı. Ömrümde ilk defa canlı olarak gördüğüm generalle birlikte odadan çıktım ve az önce geldiğimiz koridorda yine uzun süre yürüdük. Suvarov’un ofisi sadece bu generalin kabul odası büyüklüğündeydi. Kısacası, general geçip koltuğuna yaslandı. Karşısındaki kâğıdı birkaç saniyede gözden geçirdikten sonra sordu:
– Niye çağrıldığınızı biliyor musunuz?
Ben omuzlarımı kaldırıp gülümsedim. General aynı tebessümle karşılık verip biraz sitem edici şekilde devam etti:
– Somut bir cevap verirseniz daha iyi olur.
Ben ciddi bir şekilde “Hayır!” deyince o önce “Mihail” dedi, ne düşündüyse çenesini ovuşturdu ve yavaşça devam etti:
– Gerçek şu ki ben de hâlâ hiçbir şey bilmiyorum. Sizi Yoldaş Mihail Adreyeviç Suslov şahsen çağırtmış. Sadece size zorunlu bir görev vereceğim. Sizinle hangi konuda, ne konuşacaksa gerekmedikçe bunu üçüncü bir şahıs bilmemelidir. Bana da bir şey demenize gerek yok. Bu öncelikle sizin güvenliğiniz için gereklidir. Herhâlde Mihail Andreyeviç’in sizi basit bir mesele için çağırmayacağını anlıyorsunuzdur. Kabulden sonra her şey malum olacak.
O kadar heyecanlanmıştım ki şimdi beni aklım değil hislerim idare ediyordu. Kendimden bağımsız olarak robot gibi “Ya ponya”[12 - Rusça “Ben anladım.” demektir.] derken “ponyal” kelimesinin son harfini yuttuğum için “Yaponya” sözünü ifade etmiş olsam da general buna mahal vermeden:
– Anlamak yetmez. Algılamak lazım. Burası Kremlin. Sovyet hakimiyetinin beyni. Mihail Andreyeviç Suslov kudretli Sovyet devletinin ikinci ismidir. Onun kabul etmesi büyük bir şereftir. Bu herkese, hem de bu yaşta her vatandaşa nasip olan bir mutluluk değil. Bütün bunları algılayın, dedi.
Bu sırada generalin sağ tarafındaki çok sayıda rengârenk telefondan biri çaldı. Sesinden dahili telefon olduğu belliydi. General ayağa kalkıp ahizeyi kulağına götürdü. “Tamam!” dedi ve bana bir şey demeden kapıya yöneldi.
…İki saatten biraz fazla kabul odasında bekledikten sonra beni Suslov’un ofisine götürdüler. Sovyet devletinin ideoloğu hakkında ilk izlenimim o kadar iyiydi ki bütün heyecanım yok oldu. Suslov benimle oldukça samimi selamlaşıp, sandalyesinden azıcık da olsa ayrılıp elimi sıktı. Yorgunluğu kırışık teninin ortasındaki solgun gözlerinden hissedilse de sesinin tonundaki kararlılık farklı bir izlenim yaratıyordu. Önündeki kahverengi deri kaplı sümeni kaldırıp üç sayfadan ibaret sarı kağıttaki el yazısını eline aldığında derin bir uykudan uyanmış gibi oldum. O ise yüzündeki ifadeyi değiştirmeden temkinli ve cesaretlendirici bir sesle:
– Şaşırmayın, bu sizin yazınız. Tanıdınız! Bu yüzden sizi davet ettim. Kendiniz mi yazdınız yoksa yardım eden oldu mu, dedi.
– Asla!.. Burada ne var ki?
– Çok şey var, burada!
Suslov’un sesinin ahengindeki şaşkınlık, samimiyet ve ciddiyet heyecanımı büyük ölçüde azalttı. Buna aldırmayarak sanki söz dinleyen ilkokul öğrencileri gibi ellerimi masanın üstünden çekmeden hareketsiz bir şekilde onu dikkatle süzüyordum. O ise başını azıcık yana eğip sanki sağ gözüyle okuyormuş gibi arada bir diğer gözü ile beni merakla süzüyordu. Tahminen iki dakikaya yakın bir zaman geçtikten sonra kâğıttan gözlerini ayırmadan devam etti:
– Siz genç bir komünistsiniz. Sovyet devletimizin geleceği sizin gibi neferlere bağlıdır. Sizin yüksek zekânız, siyasi süreçleri tahlil kabiliyetiniz Sovyet eğitim sisteminin ne kadar doğru ve sağlam olduğunun göstergesidir. Şimdi benim karşımda kapitalizm dünyasının sadece para için yaşayan servet düşkünleri olsaydı hiç tereddüt etmeden sizi örnek bir Sovyet vatandaşı olarak onlara gösterirdim.
Suslov sağ eliyle el yazmasının üstüne, sanki onu kutsuyormuş gibi zarif bir şekilde okşayıp sandalyesini beş altı derecelik bir açıyla bana doğru çevirdiğinde ben de istemsizce rahatladım. Ben gerçekten de böyle üst düzey bir görüşme beklemiyordum. Albina’nın tabiri ile Kremlin’e davet edilmemin sebebini doğru düzgün idrak edememiştim. Aksi hâlde şimdi daha hazırlıklı olabilirdim. Hayallerin beni nerelere sürüklediğini söyleyemem. Neyse ki Suslov’un sesi işitildi:
– Sizi önemli bir misyonla Tahran’a bir iki yıllığına göreve göndermek istiyorum. Bu benim şahsi teşebbüsüm ve seçimimdir. Aslında sizin zekânız karşısında o kadar da zor bir iş değil. Sadece çok büyük bir hayati riski var. Bir de kısıtlamalar. Şimdi aile durumunuzu dikkate alıyorum, onlar devlet kontrolünde olacak. Bu yüzden de nineniz ve sevgiliniz için asla endişelenmemelisiniz.
“Sonunu düşünen kahraman olamaz” diyerek sözünü kesmem saygısızlık olsa da Suslov bunu normal karşıladı:
– Yerinde söylenmiş, güzel bir Doğu atasözüdür. Bir daha emin oldum, seçimimde yanılmamışım. Aferin, babanız sizi gerçek bir Sovyet vatandaşı gibi büyütmüş. Sağ olsun, komünist olmanız için yardımını esirgememiş.
Ben Doğu değil eski Türk atasözü söylemiştim. Yüreğimden bunu da hatırlatmak geçti. Ama yersiz ve daha saygısız bir hareket olacağını düşünerek sustum. Suslov birkaç akıcı ifade ile şahsi durumumu yüzüme vurmuştu. İyi bilirdim ki, kapitalist ülkelerde devlet yetenek gerektiren işler için özel eğitim verdiği hâlde Sovyetler Birliği’nde bu işler kendi hâline bırakılmıştı. Tamam, ben babamın çabaları sonucu komünist olabilmiştim, ama benim terbiyem ve tahsilimde ne onun ne de devletin hiç rolü olmamıştı. Şimdi dünyaya meydan okuyan büyük bir devletin ikinci adamının karşısında kendi zekâmın gücü ile oturuyordum.
Benim ilmim ve eğitimim sadece Arapça ve Farsçayı çok iyi bilmemle sınırlı değildi. Yoldaş Suslov’un elindeki yazı Ortadoğu’daki jeopolitik durumun analizinden bahsediyordu. “Batının Ortadoğu Planlarına Karşı Yerel Direnişin Yolları” başlığıyla kaleme aldığım bu analitik yazı gazetede yayımlanmadı. Makalenin nasıl olduğu sorulduğunda şube müdürü fikir ve görüşler temellendirilmemiş, cümleler arasındaki bağlantı kopuk vs. demişti. Onun özel bir ses tonuyla “Böyle yazılar Sovyet okuyucusunun ilgi alanına girmiyor.” sözünü ise Sovyet mahkemelerinde hakimlerin masum bir “sanığa” karşı yönelttiği utanmaz bir iddia olarak kabul etmiştim.
Suslov yazıyı övdüğü sırada, şube müdürünün yaptığı kötü yorum karşısında “Öyleyse, geri verin.” diye ısrar edeceğimi düşündüm. Birden geri verseydi ne olurdu? İşte böyle olsaydı şimdi Suslov’un ofisinde ne işim olurdu ki? Bu iddialı ve faydasız meselelere dair soruya cevap aramanın faydasız olduğunu düşünüp makaledeki önemli görüşleri hatırlamaya başladım.
Çok garip bir durum gelişti. Suslov “Niçin Avrupa ülkelerinin bize kıyasla Ortadoğu halkları üzerinde bundan sonra da engel olunamaz bir etkisinin olacağını düşünüyorsunuz?” diye soru yöneltirken ben bu cümleyi düşünüyordum. Ufak tefek düzeltmeler için karaladığım bu cümlenin altının tükenmez kalemle çizilmiş olmasından dolayı kağıtlara bakarken dikkatimi çekmişti. Bu yüzden de cevabım gecikmedi:
– Çünkü Sovyetler Birliği büyük maddi imkânlara, askerî güce sahip olduğu gibi kuvvetli insan kaynağına da sahiptir. Biz Ortadoğu ve Kuzey Afrika bölgelerinde sosyalizm ideolojisini diriltmek için ülkemizde yaşayan Müslüman-Türk halklarının imkânlarından ustalıkla istifade edebiliriz. Avrupa ülkeleri ise bu imkânları çoktan yitirmiş. Osmanlı döneminden, hatta bu devletten de evvel Batı’da yaşayan Müslüman-Türkler zengin bir kaynak olmasına rağmen Avrupa için mücadele etmezler. Çünkü topluma yönelik mevcut ayrımcılık ve çifte standartlar ortada aşılamaz bir uçurum yaratmış. Bizde ise durum farklı. Sovyet Müslüman-Türk halkı ile bizim Hristiyan toplumu Sosyalizm ideolojisi etrafında çok sıkı bir şekilde birleşmişler. Tarihte ortaya çıkan Rus-Türk savaşlarının acı neticelerini devlet başkanları, siyasi çevreler akıllarından çıkarmasalar da halkları bunu çoktan unutmuş.
Ben basit bir soru etrafında bir kitap konferansı vermiştim. Suslov temkinli bir şekilde beni dinliyordu. Fikrimi tamamladığıma emin olunca ağzını tuhaf bir şekilde büzdü ve başını ağır ağır sallayarak memnun olduğunu ifade etti. O anda makamdaki avizeden masanın üzerine düşen ışık dikkatimi nasıl çektiyse bakışlarımı yukarı çevirdim. Toplam birkaç saat önce ayrılsak da yıllardır görmüyormuşum gibi Albina’yı özledim. Odanın neresinde olursa olsun fark etmez, sadece burada olanları, Suslov ile sohbetimi görmesini çok istiyordum. Onun ateşli bakışları gözlerimin önüne geldiğinde hafifçe gülümsedim.
Bir süre önce “Gaz-24”ün parlak ışıkları altında gördüğüm o güzelliği hatırlayınca birden iki duygu birden beynime dolup kafamı karıştırdı. Albina ile alakalı bütün hatıralarım bana ilham veriyordu. Şimdi sanki uykudan uyandım, yaşlı ninem bir yana, Tahran’a gitsem Albina ne olacaktı? Ben onsuz nasıl kalabilirdim? Peki o benden ayrılmaya katlanacak mıydı? Bu sorulara cevap bulma gücünü kendimde bulamıyordum. Suslov sanki içimden geçenleri okuyormuş gibi “Devletin çıkarlarını korumak bütün duyguların üstünde olmalıdır. Bizim bütün tedbirlerimiz, dış politikanın ana hatları ülkemizin ve vatandaşlarımızın, keza ailelerimizin güvenliği ve refahı içindir. Sınır komşularımıza Sovyet düşüncesini götürmek, Komünizm ideolojisine yeni bir soluk getirmek için özel bir görevdir. Bunun için ilk aşamada yerel vaziyetin öğrenilmesi, kamuoyunun gerçek durumunu bilmeliyiz. Siz gidebilirsiniz, belki tekrar görüşürüz. Benim halledebileceğim bir probleminiz var mı?” deyince kapı açıldı. Anlaşılan o, elinin altındaki zile basarak yardımcısını çağırmıştı… Gerçekten de Sovyet devletinin ikinci adamına söyleyecek bir problemim olmadığı için vedalaşarak odayı terk ettim…
* * *
Kremlin’in uzadıkça uzayan koridorları bu görüşmeyle beni ben eden yollara kavuşup kaderime yazıldı. Bu koridor, sadece bir yol kavşağına, karayoluna, orman yoluna, dağ geçidine gidilebilen ve seni nereye götüreceği belli olmayan bir yol olarak düşünülebilir. Bu yol, uzun ve dolambaçlı olduğu için korkunç ve karışık idi. Bu yoldaki adımlar, nefes, mırıltılar ve sesler çeşitli olsa da milyonların kaderine sadece kara leke sürüyordu. Ben de şimdi bu yolun yolcusuna dönüşmüştüm. Beni bu yolda yolcu yapan sadece kader değildi, aynı zamanda kendimdim.
Beni Kremlin’e “Volga” getirmişti. Yine “Volga” ile de geri dönüyordum. Sadece geldiğim arabanın rengi beyaz, geri döndüğüm siyah renkteydi. Beni getiren arabanın şoförü güler yüzlü ve temkinli, götüren suratı asık ve sinirliydi. Giderken Volga dümdüz yolda hızla gidiyordu. Geri dönerken de bir köprü ve iki tünel geçecektik. Dönerken Albinagilin adresini söyledim, şoför inatla “Olmaz!” dedi, beni götürmesi için iş yerimin adresini söylemişlerdi. Akşam geç olmasına rağmen çalışanların çoğu hâlâ da yazı işleri ofisinde olmalıydı, ama benim burada yapacak işim yoktu. Suslov’un güvenlik şefi görüşme ve teferruatı hakkında hiç kimseyle, ayrıca iş yerinde de paylaşmamam gerektiğini söylemişti, şoför ise aldığı görevi yerine getirerek beni ısrarla gazeteye -yazı işleri ofisine- götürüyordu. Aslında ilk bakışta normal görünen bu çelişki Sovyet sistemindeki yönetimin özünü yansıtıyordu. Nereye gideceğimi sormadan, beni arabaya oturtup şoföre bildikleri adresi vermişlerdi.
Yazı işleri ofisine doğru gitsem yolum çok uzayacaktı. Ayrıca ben zaten bu yazı işleri ofisine veda ettiğim düşünülüyordu. Bu yüzden de ikinci kez gitmek istediğim adresi söyledim ve şoför kaba cevabını bitirmeden önce trafik ışıklarında arabadan indim. Tahminen 20-30 metre ötede küçük bir pazar vardı. Albina’nın ninesi için ne hediye alacağım hakkındaki düşüncelerden kurtulmaya imkân bulana kadar ayaklarım beni pazarın kapısına ulaştırdı.

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
GÜL


ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
GÜL

Gül. Kokusundan hoşlanıp dikenlerini sevmediğim bu çiçek nasıl aklıma geldiyse Albinalara bundan başka hediyeyi yakıştıramadım. Ama onu nereden bulacaktım bu vakitte? Şehrin birkaç çiçek dükkânını hatırladım. Şimdiye kadar onların hiçbirinde gül görmemiştim. İşte bu düşünceyle de hayaller beni kucaklayıp Albina’nın yanına götürmüştü. Bana, “Volga” ile yola çıkmamdan itibaren Suslov ile görüşmedeki geçen olaylara, hatta geri dönerken şoförü dikkate almadan trafik ışıklarında arabadan inmeme kadar her şeyi o görmüş gibi geliyordu. Neyi yanlış, neyi doğru yaptığımı tek tek izah ederdi bana. Şimdi biz yüz yüze sohbet ediyorduk. Evvela Suslov’un sözünü haksız yere kestiğimi yüzüme vurdu. Sonra “Neredeyse unutuyordum.” dedi ve arabada telsize dikkatle bakarak kendini görmemiş gibi yapmamam gerektiğini belirtti. Sonra yine sohbeti getirdik Suslov ile olan kısma. Konuşmamdan çok memnun kalmıştı. Sorularına akıcı bir şekilde cevap vermiştim, cümlelerim net, ifade tarzım düzgündü. Aslında bana da işte bu lazımdı. Gerçekten de ninenin doğum günü için gül aramaya değerdi.
Suslov’un kabul odasından çıkarken Japon yapımı küçük boyutta bir “JVS” video kaydedici cihaz ve beş adet ona ait kaset vermişlerdi. Yarına bu kasetlerin hepsine dikkatle bakıp ertesi gün öğleden sonra ise verdikleri adrese gidecektim. Yüküm o kadar ağır olmasa da kolumu yoruyordu. Belki de onu kaybedeceğimden veya kıracağımdan endişe ettiğim için parmaklarımı sıkıp kolumu gergin tutmaktan dolayı yoruldum. Kısacası paketi kâh elimde tutuyor kâh koltuk altıma vura vura hâlâ nine için hediyeyi nereden alacağımı düşünüyordum. Böylece çiçek satan kadının önüne geldiğimi fark ettim. Çeşitlerden ve çiçeklerin o kadar büyük ve şeffaf olmamasından sera ürünü olmadığı anlaşılıyordu. Kadın benim çiçeklere dikkatle baktığımı ancak beğenmediğimi hissedince biraz sefil, hem de malına güvendiği ölçüde sessizce “Aşağı eğilin!” deyince sanki yorgunluğumu almak için elime bahane geçmiş gibi hemen dizlerimi büküp sırayla dizilen üç kovanın önünde durdum. Kokuları birbirine karışan çiçeklerden çok kadının ümit dolu gözleri dikkatimi çekti. Onu eli boş bırakmayacağımı söyleyebilirim. Başımı tek tek kovalara uzatıp çiçekleri koklarken kadın:
– Evlat, kimin için alıyorsun, dedi.
Farkında olmadan “Nişanlım için!” deyince Albina’nın ninesinin kırışıklıkla dolu yüzünü hatırladım ve güldüm. Ben bu hoş ruh hâli ile karışan çiçek kokularını ayırmaya çalıştığım sırada satıcı, tüccar yüzsüzlüğünden uzak bir utangaçlıkla sağ taraftaki karton kutudan bir demet gül çıkardı:
– Siz bunu alın. Yaprakların renginin solgunluğuna bakmayın. Gerçek güldür. Kokusuna bakın, insanı nasıl mest ettiğini görün. Hem de gül aşıkların çiçeğidir.
Pazardan çıkarken solda alçak bir gecekondu gördüm. Eski, tahtalarının ekseriyeti çürümüş bir kapı vardı. Kapı çerçevesi ile duvar arasında avuç içi büyüklüğünde kızıl bir gül filizlenip insana “Gel, gel.” diyordu. Gülün güzelliği, sadece adına kapı denilen tahtaların eğri büğrü görünüşünü süslüyordu. Hayranlık uyandıran bu manzara içimde garip hisler uyandırdı: Gül nerede bitse orası güzelleşir, göz alıcı bir hâl alır.

NİNE VE TORUN
Biz sözün tam manasıyla nine balasıydık. Her ikimizi de ninelerimiz büyütmüştü. Her cefamızı çekip bu yaşa getirmişlerdi. Bir anne öz evladı için ne yapabilirse ninelerimiz belki de ondan yüz kat fazlasıyla beslemişlerdi bizi. Sadece göğüslerinden süt emmemiştik. Süt vermek de şüphesiz ki onların kendi elinde değildi. Bazen, ninemin bana vermek için sütü olsaydı ta ki bu yaşıma gelene kadar göğüslerinin kurumasına izin vermeyeceğini düşünürdüm. Onları biz tanıştırmıştık. Sonra da bir tesadüf neticesinde komşu olmuştuk.
“Nine ve torun” ifadesi Albina ile benim gizli, daha çok ninelerimizin kulağına fısıltıyla söylediğimiz bir parola idi. Bu ifade bizi zerre kadar rahatsız etmiyordu. Ayrıca ninelerin birbirlerinin yanlışını fark ettiklerinde görmezlikten geldiklerini anlardınız. Biri diğerini çocuk gibi, bizim tabirimizce torunu gibi azarlar, öğüt verirdi. Kısaca bazen biri bazen de diğeri azarlamaya maruz kalırdı. Bizim için azarlayan taraf nine, sessiz kalan ise torun sayılıyordu. Hiçbiri vazgeçmek istemediğinde ise ikisi de bizim gözümüzde kavgacı nine oluyordu. Bazen de evde, tek başına sokağa çıkmasına izin verilmemiş iki çocuk gibi baş başa verip saatlerce yorulmak bilmeden tatlı tatlı sohbet ettiklerini görürdün. O zaman onlar gözümüze iki torun olarak görünür ve ikisinin de bu rolü ustalıkla oynamayı becerdiklerini söylerdim.
Kapıyı Albina açtı. Evde iki nine ve ondan başka kimsenin olmadığını biliyordum. Gülleri ona mı almıştım yoksa nineye mi? Albina çiçekleri hevesli bir şekilde koklarken ben bu soruyu düşünüyordum. Ama bu konuda hiç kimse bir şey sormadığı için sustum. Hepsi ile selamlaşıp hemen sofranın başına geçtim. Albina gülleri vazoya koyup ninesinin yanına geçti:
– Osman güzel güller almış. Kokusu insanın gözlerini yaşartıyor.
Kadın fersiz gözlerini belirsiz bir noktaya dikmişti. Yerime kurulurken doğruca ona bakıyordum. İlk başta Albina’nın dediklerini ya işitmiyor ya da görmezden geliyor diye düşündüm, ama yanıldığımı hemen anladım. Kadın kırışmış derisinin altından kemikleri sayılan, yaşlı elleriyle vazoyu tutup burnuna yaklaştırdı. Çiçeklerin kokusundan hoşlanıyormuş gibi başını salladı ve zar zor işitilecek bir ses tonuyla “Albina’nın merhum babası her zaman derdi ki kızımdan gülistan gülü kokusu gelir.” dedi.
Ninenin sol elinin havada sallandığını gördüm. Albina’nın sesi işitildi:
– Osman, ninem seni çağırıyor.
Ben yavaşça “nine ve torun” deyince Albina derinden bir iç çekip uzun uzadıya “Hımmm!” dedi ve hızlı bir şekilde işaret parmağını ağzına götürdü. Ninelerimiz birlik olup ben gelene kadar onu sıkıştırmışlardı. Her zaman onların tartışma konusunu merak edip, bazen sakinleştirici bir tonla bazen de kasten kızıştırıcı sözlerle ilgilensem de şimdi kendi yükümü ancak tartabiliyordum.
Albina’nın ninesi zayıf, kısa boylu, çevik hareketli yaşı seksene yaklaşan bir kadın idi. İki dünya savaşını, Stalin baskısını, Kruşçev’in getirdiği kıtlığın her yönünü görmüş bu kadın, keskin zekâsıyla insanı kendine hayran bırakıyordu. Ben ve ninem ona Gala Timurovna diye sesleniyorduk. Gala Timurovna ile Albina ise benim nineme Benaltın İlbekovna diye hitap ediyorlardı. Eğer ninelerden biri diğerine hitap ederken babasının adını kısaltarak söylerse birkaç dakika sonra kıyamet kopacak demektir. Ninelerin tartışmalarında en çok hoşuma giden şey ise en ağır tartışmalardan sonra bile hemen barışabilmeleriydi. Onlar hiçbir zaman tartışmalarına bizi karıştırmazlardı. Gala Timurovna sert, muhafazakâr ve kıskanç idi. İşte bu yüzden de iki yıl geçmesine rağmen nişanlanamamıştık. Bu engeli aşmak için torunu üniversiteyi bitirip diplomasını almalıydı. İkimiz de üniversitenin son sınıfında gazetede staj yapıp işe girmiştik. Diplomanın alınmasına sayılı günler kaldığı bir zamanda da Tahran seyahati ortaya çıkmıştı…
Yaşına göre sesi zayıf olsa da insana çok hoş geliyordu. Albina vazoyu elinin içinde tutuyordu ki ona ağır gelmesin. Nine parmaklarını gülün yapraklarında gezdirip:
– Peygamber (s.a.v.) ile ilgili bir rivayet vardır. Hazret buyurmuş ki beni göklere miraca götürdüler, bedenimden toprağa birkaç damla ter döküldü ve böylece de gül yetişti. Sonra o denize düştü. Bu sırada bir balık onu götürmek istedi. Suyun ortasında olan ‘Damus’ adlı bir canlı ile bu balık arasında çekişme oldu. Allah-u Teala, onların arasında hüküm vermesi için bir melek gönderdi. Böylelikle melek onun bir yarısını balığa, diğer yarısını ise ‘Damus’ denilen hayvana verdi. Bu nedenle çiçeğin altında ikisi balık kuyruğu şeklinde, diğer ikisi Damus’un kuyruğuna, beşinci yaprak da her ikisine de benzeyen beş yeşil yaprak vardır, dedi.
Benim ninemin söze başlaması ile bizim aile meclisimiz coştu: Diğer bir rivayette ise nakledilir ki Hazret-i Muhammed (s.a.v.) miraçtan geri döndüğünde yer yüzü sevinmiş ve bu sevinçten gül bitmiştir.
Masada oturup yüz yüze, tek tek nineleri dinliyordum. Onlar ise birbirlerine doğru bakmıyorlardı. Tartışmalarının çok gergin geçtiği hissediliyordu. Sanırsınız ki aniden sihirli bir güç onları birleştiriyordu. Rivayetler bitince sıra dualara geldi. Bu sırada ikisi de bir ağızdan bize bolca dua ettiler. İşte bu tatlı dualar altında da olup bitenler unutuldu…
Sonunda, Albina’nın ninesi bana gül kokulu bir hayat diledi. Ben de bu çiçeği dikenleri yüzünden sevmiyordum. Pazardaki kadın da bunu hissedip güllerin gövdesine büyük bir gazete parçası sarmıştı. Gazetede Suslov’un büyük bir portresi ve makalesi varmış. Böylece Suslov’un zayıf yüzü yol boyunca sımsıkı sarılmış elimin altında bana yoldaşlık etmişti. Bir deste gül gerçekten de iki yoksul ailenin moralini yükseltmişti. Ben de bundan çok memnun oldum. Aklım dağınık, düşüncelerim karışık, bakışlarım bulanıktı. Albina bütün bunları hissetse de hiçbir şey sormuyordu. Ben onunla baş başa, yüz yüze, göz göze sohbet etmeliydim. Aslında nereden başlayıp nerede bitireceğimi bilmiyordum. Asıl zorluk da işte tam burada başlıyordu.
* * *
Evimize geri döndüğümüzde gece geç vakit olmuştu. Bu yüzden uzun bir yol gidip duraklarda otobüs veya yol kenarında taksi beklemeye gerek yoktu. Albinaların bloğundan iki kat aşağı indik ve evimize ulaştık. Ninem çok endişeli bir hâldeydi. Bunu evimize geldiğimizde yüz ifadelerinden ve hareketlerinden açıkça görebiliyordum. Onun gönlünü almak istesem de beceremedim. Yorgun olduğumdan ve bir bardak şampanyanın etkisi altında olduğumdan çabucak uyuyakaldım. Gel gör ki yataktan kalkana kadar gül rahat bir uyku almama imkân vermedi. Uykuda kâh gül dikenleri ile mücadele ettim kâh yapraklarını koklayıp bir hoş oldum. Dün aldığım gülden bir dal ayırıp koklaya koklaya Moskova Nehri’nin sahilinde gezdiğimi gördüm. Sonra köprünün üstüne çıkıp nehri seyretmeye başladım. Yaprakları hevesle yolup aynı hevesle de nehre atıyordum. Ben yaprakları yoldukça elimdeki kenarlardan goncalar çıkıyor, filizleniyor, gül açıyordu. Nehirde ne kadar balık varsa hepsi köprünün altında toplanmıştı. Gülün gövdesi dikensiz olduğu için elimin içinde rahat tutabiliyordum. Baktım yaprakları koparıp atmakla bitecek gibi değil, köprüden sarkıp dalı sallamaya başladım. Yapraklardan yiyen balıkların hepsi bir bir renk değiştiriyor, başları da aynı şekilde değişip gül şeklini alıyordu. Balıklar sevinerek zıpladıkça nehrin bütün yüzeyi gül rengine dönüştü. Aniden gövdesinde iri dikenler oluşup elimin içine batmaya başladı. Bu sırada kahkaha işitildi. Tomurcuklardan ses geldi: “Gülün çiçeklerinin güzelliği, kokusu dostlar içindir, onları sev; dikeni düşmanlar içindir, onlardan korun.”
Uykudan uyandıktan sonra uzun bir süre gül kokusu burnumdan, nehrin göz alıcı rengi gözlerimin önünden gitmedi. Bu rüyanın tesiri ile video kayıt cihazı televizyona bağladım. Sovyet aileleri için az görülen, çok istediğim bu ev cihazı kendi ayağıyla evimize geldi, ama ben onu şimdi o kadar da sevinçle karşılamıyordum. Çünkü yaklaşan seyahatle alakalı aklımdaki karışık düşünceler sevinç duygumu sanki yok etmişti. Evimizdeki küçük boyuttaki Sovyet yapımı “Voshod”[13 - “Televizor Voshod” şu anki Ukrayna’nın başkenti Kiev’deki radyo ve televizyon fabrikasında 1945-1991 yılları arasında üretilen meşhur Sovyet ürünüdür.] televizyon ile Japon yapımı video kayıt cihazı arasındaki kalite farkının çok büyük olması nedeniyle kasetlerdeki görüntüler ekrana çok bulanık yansıyordu.
Birinci kaset Tahran’da çekilmişti. Şehrin büyük meydanları, müzeleri, otelleri bende çok karışık duygular yaratıyordu. Burası görünüş olarak Sovyet şehirleri ile kıyaslandığında çok geri kalmış bir kente benziyor, etrafında görünen kahverengi dağlar insanın yüreğini daraltıyordu. Gerçekten de hiçbir ülke kitaplardan tam anlamıyla öğrenilemez. Bilgece söylenmiş bu sözün canlı şahidi oluyordum. Ne binaları ne sokak ve meydanları ne de pazar ve dükkânları bizim başkentimize benziyordu. İnsanların giyim tarzında belirli bir benzerlik olsa da sanki insanlar farklı yürüyorlardı. Kasetin ikinci kısmında düşüncelerim biraz değişti. Royal Hilton, Tahran Hyatt Otel, Continental Otel, Pehlevi Vakfı’na ait Evin gibi otellerin[14 - Bu otellerin neredeyse tamamının isimleri İran İslam Devrimi’nden sonra değiştirilmiştir.] dış ve iç güzelliği benim için göz kamaştırıcı idi. Şimdiye kadar otelde kalmadığımı söylesem tuhaf gelmemeli. Moskova’da evde, işte, başkentin dışına çıkınca herhangi bir dostun, tanıdığın evinde kalmak Sovyet toplumunda normal karşılanırdı. Bu kasetteki görüntüler bana otele girmekten başlayarak bütün kuralları anlatıyor, sokakları ve meydanları tanıtıyordu.
İkinci kasetteki Nevruz Bayramı’na dair görüntüler Tebriz’de çekilmişti. Görüntüler bayrama hazırlık sahneleri ile başlıyordu. Filmdeki tarihten, 20 Şubat’tan başlayarak yeni yılın[15 - Eski Türk takviminde yeni yıl Nevruz ile başlar. Bu tarih ayrıca İslam dininin başlangıcı sayılır. Günümüzde İran’da takvim 21 Mart’ta değişir.] son dört çarşambası ve 21 Mart’ta avlularda, sokak ve meydanlarda ateş yakmak için odun, çalı çırpı hazırlığı yapıldığı belliydi. Gençler, yeni yetmeler eski kıyafetleri yırtıyor, onları yuvarlayıp tellerle bağlayarak top hâline getiriyorlardı. Nevruz ateşinin yakılması garip bir gürültü çıkarıyordu. Top gibi yuvarlanan bu çaputlara kulp bağlayıp yanarken havaya atıyorlardı. Yeni gelinlere gelin tepsisi hazırlanıyor, yaşlı insanlar bayramlaşıyordu. Ocakların üstünde büyük kazanlarda pişirilen pilavın nasıl hazırlandığı baştan sona çekilmişti. Türlü türlü tatlılar, soğan kabuğuyla boyanan yumurtalar, çeşitli reçeller, ceviz ve fındık sofraları süslüyordu. Aslında ben bütün bunları Kazan’daki[16 - Kazan, Rusya Federasyonu’nun Tataristan Cumhuriyeti'nin başkentidir. Nüfuzun yüzde doksan beşi Müslüman-Türklerdir.] hayatımızdan biliyordum. Benzer ve farklı âdetleri istediğiniz kadar bulabilirsiniz. İstemsizce kasette gördüğüm bütün âdetleri ilgiyle izliyordum.
Üçüncü kaset kahve[17 - Son yıllara kadar Nahçıvan (Azerbaycan Cumhuriyeti), Erdebil, Tebriz gibi şehirler ve etrafında da çayhane kafe adı ile biliniyor.] ve restoranlarla alakalıydı. Bu yerlerin en ilginç eğlencesi olarak kabul edilen nargile[18 - Başta Doğu ülkeleri olmak üzere çeşitli bileşimlerden yapılmış tütün içme tezgâhı.], kahvehanelerin süsü olarak görünüyor. Filmlerde hızlı hızlı değişen mekânlardaki müşteriler çoğunlukla tahtadan yapılan bir sandalye[19 - Tahtadan veya demir çerçeveden yapılıp üstüne ahşap konulan bu yerde ortaya sofra açılır ve insanlar etrafında oturur.] üstünde sofra etrafında oturuyorlardı. Bazı bölgelerde karlı havada bile bu şekilde müşteriler açık havada oturuyorlardı. Yukarıdan ayarlanan elektrik spiralleri veya etraftaki yağ ya da gaz sobalarının küre gibi kızaran demirleri etrafa sıcaklık yayıyordu.
Dördüncü kaset seyahat edeceğim ülkenin tabii zenginliğinden ibaret sahnelerle doldurulmuştu. Ucu bucağı görünmeyen tarlalarla el emeği, güneşin altında yorulan insanların acıklı hâli, eşek koşulmuş pulluk, katırın çektiği saban, gıcırtıyla yürüyen at ve öküz arabalarını gördükçe bütün bunların yüzyıllar önce filme alınan sahneler olduğunu düşündüm. Bir tarafta çoraklaşan topraklar, diğer tarafta ekilmemiş verimli araziler, hatta sürülmediği için vahşileşen geniş topraklar insana “Gel benim için ağla!” diyordu. Daha sonra körfez limanları, birbiri ardınca okyanusa doğru akın eden tankerlerin dev bir petrol boru hattını andıran görüntüsü “emperyalizm ve sefalet” anlayışını açık seçik ortaya koyuyordu.
Beşinci kaset ilginç olduğu kadar da korkunçtu desem çok doğru olur. Bizde kolluk kuvvetleri görevlilerinin üniformaları örnek teşkil ediyordu. Derli toplu, temiz ve kurallı giyinmeyen kamu görevlisi görmemiştim. Örneğin yaz sıcağında yolda, sokakta şapkasız bir milis görmezdik. Ayrıca, ben bütün bunları babamın üniformalarına nasıl titiz davrandığından biliyorum. Seyrettiğim kasette ise şehrin merkezi sokaklarından filme alınan görüntülerdeki üniformalarla gezen insanların özensiz kıyafetleri, anormal davranışları şaşırtıcıydı. Bu kasete ilave edilmiş 3-4 dakikalık sahnede çeşitli yıllarda ve farklı mekânlardaki gösteriler yer alıyordu. Askeri üniforma sivil ayakkabı, eğitim alanı geçit kasketi, geçit üniforması altından boğazlı süveter – bütün bu saydıklarım beni bir yandan güldürürken diğer yandan gönderildiğim ülkenin karmaşık gerçekliklerini anlatıyordu.
Kasetlere bakma işim bittiğinde ben de bitmek üzereydim. Başım ağrıyor, kulaklarım uğulduyor, gözlerim yanıyordu. Bir taraftan fiziki ve zihni yorgunluk diğer yandan ise sahnelerde izlediğim görüntülerin yarattığı karmaşık etkiler birleşince çok bitkin düşmüştüm. Albina’nın sözleriyle söyleyecek olursam beş kasetten beş yılda üniversitede öğrendiklerimden daha çok bilgi edinmiştim. Ninem en az beş kez gelip beni yemeğe çağırmış, her defasında da geliyorum diyerek geri göndermiştim. Açlıktan midem kazınsa da yorgunluktan iştahım kaçmıştı. Mutfağa geçip çay istedim. Ninem hem beni sevdi hem de beni bana şikâyet etti. Konuşa konuşa, şikâyet ede ede önüme demli bir çay ve gül reçeli koydu. Yine gül. Güç bela unutmaya çalıştığım konu yeniden yakaladı beni. Reçel hiç sevmezdim. Kaldı ki gül reçelini seveyim. Gayriihtiyari olarak reçel kabını kaşıkla karıştırmaya başladım. Aradığım gül dikenini bulamayınca reçeli kokladım, sonra işaret parmağımın ucu ile tadına baktım. Mayhoş bir suyu vardı. Dördüncü kasette gördüğüm gül bahçeleri gözlerimin önünde canlandı. Birden aklımdan, insanın sık sık karşılaştığı canlıların mutlaka onun hayatına iyi veya kötü bir şekilde tesir ettiği düşüncesi geçti. İki gündür gülle yatıp gülle kalkıyordum. Şimdi bu esrarengiz tabiat varlığının yaprakları mı yoksa dikeni mi benim kaderime tesir edecekti? Tam o sırada ninem sohbete başladı:
– Osman’ım, sen o kıza sık sık gül al. Kadınlar gülü çok severler. Baban rahmetlik gülün dikenlerinden çok korksa da benim gönlümü almak için sık sık alıp getirirdi. Kendini ne kadar korumak istese de eline batardı dikenler. Ben de alttan altta süzerek zevk alırdım.
– Nine sen de az değilmişsin ha.
– Olsam ne, olmasam ne! Benim helvam çoktan kavrulmuş. Gelinin ayağı bu eve değdiği an yolum açıktır.
– Bak o yüzden de evlenmiyorum ki beni terk etmeyesin.
Ninem uykuya hasret yaşıyordu. Günde beş altı defa oturduğu yerde veya kanepede dayanarak ya da yatağında üstü açık bir şekilde birkaç dakika uyuklamaktan öteye gidemiyordu. Yaşlılığın yarattığı düşkünlük onun vücuduna hâkim olmuştu. Belini zorlukla da olsa doğrultmaya çalıştığı için yürüyüşünde zarafet vardı. Bazen, gerçekten de onu yaşatan şeyin benim için kaygı duyması olduğunu düşünüyordum. Evet, kaygı onun sevgisinden de daha önemliydi. Ama o iradeliydi. Bütün gün meşgul olacak bir şey buluyordu. Çayımın ilk yudumunu aldığımda ninem, Gala Timurovna’nın arkasından atıp tutmaya başladı.

VERA
Ertesi gün evden çok erken çıktım. Uyuduğunu düşünerek Albina’yı şehirden ankesörlü telefonla aramaya karar verim. Suslov’un odasından çıktıktan sonra bana iki adres verilmişti. Onlardan birinde saat 08.00’de olmalıydım. Burada bana üç kitap vereceklerdi. Belirlenen zamanda kitapları aldım ve hemen ankesörlü telefon aramaya başladım. Bu saat telefon açmak için henüz çok erkendi. Ama Albina’nın evden çıkabileceğini düşünerek deyim yerindeyse tan yeri ağarmadan evlerinin numarasını çevirdim. Telefonda “Albina bugün işe gitme!” dedim ve nerede olduğumu sorarken sesinin titrediğini hissettim. Muhtemelen ninesi yattığı için o, yumuşak sesi biraz daha kısıktı. Gayriihtiyari ben de fısıldadım:
– Evde değilim. Ankesörlüden arıyorum.
– Evde olmadığını biliyorum. Ben de işte bundan dolayı endişe ettim. O zaman beş dakikaya yeniden ara!
– İki kepiğim[20 - Sovyet Dönemi’nde sokak ve meydanlara koyulan ankesörlü telefonlar iki kepiklik madeni para ile çalışıyordu. Boyutu uygun olduğu için on kepik de atılabiliyordu.] yok şimdi. Onu da dilencinin önünden aldım.
Gözlerimin önünde Albina’nın şaşkınlık dolu yüzü canlandığı için açıklama yapmaya başladım:
– Korkma çalmadım, yirmi beş kepik verip karşılığında iki tane on kepik aldım. Onun da birini ankesör yuttu. Son kepikle de seninle konuşuyorum.
Bu sırada odada yüksek sesle konuşan bir kadın sesi işittim. Gala Timurova’nın sesi olmadığını hemen anladım. Bu saatte onlarda yabancı biri olmamalıydı. Albina olan biteni anlatıp bu meseleye açıklık getirse de endişemi daha da artırdı. Sabaha yakın ninesinin durumunun kötüleştiğini söyledi. O da önce bizi aramış. Ninemin de yardım girişimleri başarısız olunca beşinci kattaki hemşireyi çağırmışlar. Telefonun diğer tarafından işittiğim kadın sesi oymuş. Albina ninesinin şimdi kendini iyi hissettiğini, iki üç saat süren huzursuzluğun geride kaldığını söyledi, ama sesindeki titremeyi gizleyemedi.
Kısacası yerleştiği adresi söyleyip ardından “Akşama kadar da olsa burada bekleyeceğim, gel!” dedim. Ardından “Nine ve torun” diye çabucak cevap verdim ki belki keyfi yerine gelir. Ama konuşmamız bitmişti. Sinyallerden hattın kesildiğini anlayıp ahizeyi yerine koydum. Albina’nın ne zaman geleceği belli değildi. Onu yerleştiğim yerde beklemek o kadar da kolay olmayacaktı. Çünkü huzursuz düşünceler heyecanımı artırmaktaydı. Telefon kulübesinden çıkıp birkaç metre ötede sağ ayağımı alçak demir çitin üzerine dayayıp durdum. Nereden olursa olsun yine para bulup telefon etme düşüncesindeydim. Karşımda çift yönlü bir otoyol vardı. Sarı renkli taksiden inen kız dikkatimi o kadar çekti ki farkında olmadan yola doğru yürüdüm. Vücuduma garip bir sıcaklık geldi. Sanki soğuk havada üşüyüp sonra kaynar suyla duş altına girmiştim. Bir anda kendimi fırtınalı denizin koynunda hayat mücadelesi veren çaresiz biri gibi hissettim. Ayaklarımdan gelen sıcaklık tüm vücudumu titretmişti. Kalbimde oluşan sevinç hissi ile beynimdeki korku dolu heyecan birbirine karıştıkça bedenim daha da yanıyordu. Onu yıllardır arıyordum. Uykusuz gecelerim, iştahsız günlerim, geçiş dönemimin bütün huzursuzlukları onu bulamayışımla alakalıydı. Şimdi hiçbir zaman aklımdan çıkmayan, dilimden düşmeyen Vera, yolun karşı tarafından bana doğru geliyordu.
* * *
…Ben orta okul hayatımın çoğunu Kazan’da geçirmiştim. Sekizinci sınıfta okurken sınıfımıza iki kız geldi. Onları müdür şahsen getirip takdim etti. Kazan’ın merkezindeki bir yatılı okulda yangın çıktığı anlaşıldı. Bu yatılı okulda yetim çocuklar yaşıyor ve eğitim alıyorlardı. Şimdi çocukları yeni bir yatılı okula yerleştirene kadar okullara geçici olarak dağıtmışlardı ki derslerinden geri kalmasınlar. Öğretmenlerden biri, bu kızları iki ay boyunca kendi evinde barındırmayı kabul etmişti. Müdür benim sıra arkadaşımı arka sıraya geçirip kızlardan birini yanıma oturttu. Kız oturmadan elini bana uzattığında hemen ayağa kalkıp rahat bir tavır almam sınıftaki herkesin gülmesine sebep oldu. Ama biz utanmadık. Yeni sıra arkadaşımın çok nadir rastlanan bir soyadı vardı: Marşal. Vera’ya sınıfta ya Ver ya da Marş diye sesleniyorduk. Marş dememiz daha çok hoşuna gidiyordu. Onunla ilişkimizin şaka aşaması “Ne zaman başkomutan olacaksın?” sorusu ile başladı. Soğukkanlılıkla “Ben gerçekten de general olmak istiyorum.” diyerek her iki elinin baş ve işaret parmakları ile dairesel bir işaret yaparak, yıldız şeklinde kollarını çapraz tutup ellerini omzuna koydu. İki ay içerisinde birbirimize çok ısınmıştık. Gerçek sevginin ne demek olduğunu bilmediğimiz bir zamanda birbirimize alışmıştık. O yıl yaz tatilini Çeçenistan dağlarında geçirdim. Babam beni Moskova’da arkadaş edindiği, bir savaşta öldürülen Çeçen subayının babasının yanına göndermişti.
Çok sonraları anladım ki bu seyahatte iki temel amaç vardı: Benim Arap ve Fars dillerini öğrenmem ve ondan daha da önemlisi babamın merhum dostunun ailesine geçici olarak refakatçi olmam. Burada iyi vakit geçirdim. Uçsuz bucaksız ormanlarda, güzel manzaralı dağlarda at binmeyi, hançer oynamayı, tüfek atmayı öğrenmekten sonsuz haz alıyordum. Akşamları koyunun, kuzunun meleşmesi ile başlayan havanın kararmasına atların homurtusu da eklendikten sonra tuhaf bir sessizlik oluşuyordu. Biraz sonra ise köpeklerin havlaması geceleri yoldaşımız oluyordu. Köpekler sanki, bazen hemen yakında bazen de güçlükle işitilen tüfek seslerini tanıyorlardı. Yabancı biri tarafından ateşlenen kurşun sesini işittiklerinde zincirlerini kopartmaya çalışıyorlardı. Sabahları ise bütün canlılardan önce bülbüller uyanıyordu. Güzel sesleri eşliğinde gözlerimi ovuştururken çocuk aklımla “Buradan gidince Kazan sokaklarından eve dolan gürültü çok sıkıcı olacak.” diye düşünüyordum. Daha çok annemi özlediğimi söylemek doğru olur, ama geceleri yakın dostum, serin yatağımdaki hayal arkadaşım Vera olurdu.
…İmam Alembek Abu’nun[21 - Abu, Çeçen dilinde baba demektir.] yanında mürit olmak bana Tanrı’nın bir lütfu idi. Burada ondan Arap ve Fars dillerinde eğitim alıyordum. Abuyev soyadlı öğretmenim yaşı altmışı geçmiş, korkutucu bir Çeçen’di. Evde, mahallede, köyde bir dediği iki olmazdı. Ayakta durduğunda uzun boyu ve geniş sırtı, yakınında durduğumda iri elleri dikkatimden kaçmıyordu. Ders verirken nazik sesi ve sevecen tavrı ile yüreğimi sakinleştiriyordu. Bütün bilimler hakkında geniş bilgiye sahipti o. Beni mürit olarak kabul ettiğinde matematikle ilgili sorular sorup diliyle söylemese de başını sallayarak onaylamıştı. O zaman bana çok garip gelen “Matematik nerede, Arap dili nerede?” sorusuna çok sonraları cevap buldum. Öğretmenim matematiğin bilimlerin şahı, zihnin jimnastiği olduğunu sık sık tekrar ediyordu. Arap harflerinin yapısından sıralanmasına kadar her şeyin anlamını izah etmekten özel olarak zevk alıyordu. Ben ona sadece dede, karısı Ruman[22 - Ruman, Çeçen dilinde nar anlamında kullanılıyor. Arap dilinde de aynı, muhtemelen Arapçadan Çeçen diline geçmiş.] Hanım’a nine diyordum. Nine bana çoğu zaman sevgi anlamında Osmancan diyordu, dede ise keyifli olduğu zamanlarda Arzu[23 - Arzu, Çeçen dilinde kartal anlamındadır.] diye sesleniyordu. Dede Rus dilini bilir ancak sert Çeçen lehçesi ile konuşurdu. Bu dili asla sevmediğini ilk bakıştan anlamıştım. Nine ise beni anlıyor, istediğimi yerine getiriyor, bir şey söyleyecek veya görev verecek olursa Çeçen dilinde konuşuyor ve işaret diliyle anlatıyordu.
Dedenin atı, hançeri, çifte tüfeği ve kütüphanesi bu evde dokunulmaz olarak sayılıyordu. Köye geldikten bir hafta sonra ciddi bir şekilde hastalandım. Yüksek ateşten neredeyse gözlerimden kıvılcım çıkıyordu. Gözlerimi yumduğum gibi sayıklıyor, yorganı üstüme çekince sanki havuza girmişim gibi oluyordu. Yün döşek ve kalın yorgan altında üşüyor ve titriyordum. Sızlanmam ve iniltim sabaha kadar onların gözlerini yummasına izin vermemişti. Hava kararıp el ayak çekildikten sonra nine bana ilaç vermeye çalıştığında dede ona çok kızdı. Çeçen dilinde neler dediğini anlamadım. Nine ağır adımlarla odanın köşesine gitti, oradaki halıyı kenara çekip bodruma indi. Nine sık sık karışık çiçekleri demleyerek fincanıma dolduruyor, böğürtlen ve kızılcık reçeli yediriyordu. İlk defa o gece üstünde fil şekli olan Hindistan çayını gördüm. Bu çayın farklı bir kokusu vardı. Diğer günler nine bana ve kendine başka, dedeye ise başka çaydanlıkta çay demliyordu. Tadına doyamadığım bu çayı içtiğimde çayın özellikle dede için olduğunu fark ettim. Ayrıca ilk defa tattığım ufak ufak doğranmış şekerin şeffaflığı dikkatimden kaçmadı. Alembek dedenin cüssesine, sert bakışlarına dikkat edince gayriihtiyari olarak çay kutusunun üstündeki fil görüntüsü canlanıyordu. Baba bu yüzden sallana sallana gidiyor, köyde herkes yola çıkıp kıskançlıkla ona bakıyordu.
Ertesi gün sabahın erken saatlerinde dede beni yatağımdan kaldırdı: “Hazırlan, yaylaya gideceğiz.” diyerek ağır adımlarla evden çıktı. Ben bütün kalın kıyafetlerimin üstünden ninenin verdiği, bedenime büyük gelen kürkü giyindim. Avluya çıktığımda dut ağacına bağlanmış iki at gördüm. Dedenin ayı eyerlenmiş, ilk defa gördüğüm kahverengi at ise çıplak idi. Dede o kadar da kalın giyinmemişti. Çiftesini omzundan geçirip fişekliği çapraz bağlanmıştı. Tahminen iki karış olan nakışlı hançeri göbeğinin altından sallanıp geniş kemerini aşağı çekiyordu. O, delikanlı çevikliğiyle atın üstüne sıçrayıp bana kürkü sırtımdan çıkarmamı işaret etti. Eve doğru yürüye yürüye hemen söylediğini yapıp kürksüz daha hafif olduğum için koşa koşa geri döndüm. İlk defa eyersiz ata binecektim. Bu dede açısından önemli bir imtihan sayılıyordu. O, hiçbir söz söylemeden hareketlerimi dikkatle izliyordu. Okulda “eşek” dediğimiz minik hayvana benzeyen spor aletinin üstüne rahatça çıkmam, burada bana yardımcı oldu. Ellerimi atın beline uzattım. Topuklarımı yerden kaldırıp dizlerimi azıcık büktüm. Var gücümle teperek yüz üstü atın sırtına yattım. Tekmem biraz daha güçlü olsa atın üstünden kayıp tepe üstü diğer tarafa düşecektim. At önce homurdandı, yavaşça kişnedi, yarım adım geri çekildi. Dizgin dedenin elinde olduğu için at daha geri gidemiyordu. Onun hareketsizliğinden istifade ederek sağ ayağımı kuyruğunun üstünden geçirdim ve kendimi düzelttim. Bu sırada at başını aşağı eğdi. Yine de sakinliğimi kaybetmeden göğsüne eğilip sol elimle yelesine sıkı sıkıya yapıştım. Bu sırada dede dizginin ipini bıraktı. İlk imtihanımın galibiyeti ağrılarımı unutturmuştu. Bedenimin sıcaklığı hiç aklıma da gelmiyordu. Dedenin bakışlarındaki memnuniyet onun bütün enerjisini bana geçirmişti.
Bir saatten fazla çoğunluğu patika olan yolu gittik. Dede, bindiğim atın dizginine bağlanmış olan uzun ipi bileğini dolayarak ilerliyordu. Sağ elinde de silahını hazır bir şekilde tutmuştu. Sanırım bu yerlerdeki vahşi hayvanların saldırılarından dolayı ihtiyatlı davranıyordu. Atın bedeninden vücuduma nüfuz eden sıcaklık gözlerime kadar vuruyordu. Sıcaklık o kadar hoş bir etki etti ki paçamdan, tahminen dik açı kadar geniş bir şekilde aralanan bacaklarımı dizden büküp ısının kaybolmaması için kısrağın ipek derisini sıkıca bastırdım. Dizgini elime dolayıp biraz gevşek tuttum. Sol elimle atın boynunu tımarlıyor, arada bir tırnaklarımla kalın derisini kaşıyordum. O kadar sevgi gösteriyordum ki çevreden bakan gözümü açtığımdan beri atla temasta olduğumu düşünürdü. Bir hayli gittikten sonra yolun patika kısmı bitti. Şimdi dede silahını omzuna asıp atını benimle yan yana sürüyordu. Dede “Rengin kendine geliyor yavaş yavaş.” diyerek biraz durakladıktan sonra ilave etti:
– Gece fena sayıklıyordun.
– Dede, çok kötü rüyalar görüyordum. Çok da…
Ardından “Korkuyordum.” demekten utanıp sustum.
Dede:
– Uykular üç türlüdür: Allah’tan olan ikaz ve işaretler; nefisten oluşan düş ve bir de şeytanın korkutma ve yoldan çıkartmaları. İnsanın ateşi yükselince kan akışı bozulur. Şeytan da bu fırsattan istifade edip uykuda fitneleri ile insanın misafiri olur[24 - Kur’an-ı Kerim, Yusuf Suresi, 44. Ayet.]. Hastalıktan uzak durmanın başlıca yolu inanç ve imandır. Bu yüzden de karmakarışık rüya görünce onun etkisinde kalmamak için iyi şeyler hakkında düşünerek kendini her şeyin iyi olacağına inandırmalısın.
Sohbetimiz gittikçe hararetleniyordu. Dede ile yol arkadaşı olmaktan gurur duyuyordum. Yaylada bizi büyük bir coşkuyla karşıladılar desem az gelir. Çadırlar üç dağın arasında yerleşmiş geniş bir yaylada kurulmuştu. Dede, yaşlılarla beraber büyük bir çadıra girerken omzunun üstünden bana doğru eğildi ve “Gününü güzel geçir. Burada özgürsün.” dedi. Yaylada aşağı yukarı benimle yaşıt olan üç oğlanla oynamaya başladık. Ben Çeçen, onlar Rus dili bilmedikleri için işaretle anlaşmaya çalışıyorduk. Ara sıra Tatar Türkçesiyle söylediğim sözleri az da olsa anlıyorlardı. Önce beni yay germeye götürdüler. Sonra güreş başladı. Hedefleri okla isabetli vursam da güreşe katılmadım. Sonra bidonlarla yüklenen eşekleri önümüze katıp su getirmeye gittik. Düzlüğün sonunda bir pınar kaynıyordu. Pınarın aktığı hendeğin eteğinde önünü nehir taşlarıyla kesip küçük bir gölet yapmışlar. Oğlanlar bidonları doldurduktan sonra soyunup yıkanmaya başladılar. Ben pınardan bir avuç buz gibi su içip suyun fokurdayarak akmasını izledim. Pınarın gözünde yerden çıkan su ile kum tanecikleri arasında bir ölüm kalım mücadelesi vardı. Yükselen su yerden kaynadıkça kum tanelerini kendi istediği gibi dans ettiriyordu. Fokurdayan su hareket nakaratını değiştirdikçe kum taneleri de farklı ritimde oynamaya mecbur oluyordu. Yukarı zıplayan tanecikler suyun yüzeyine kadar çıkıyor ve aldıkları görünmez darbenin karşılığını vermek için yeniden yere nüfuz edip suyun yolunu kesmek istiyordu. Kum taneleri çeşmenin gözünden tek tek ayrılsa da aşağı hızla giderken sanki mıknatıs gibi birbirlerini çekip birleşiyorlardı.
Uzun bir süre çeşmenin gözünü seyrettikten sonra eşeklerin birinin üstündeki heybeyi alıp tepeye tırmandım. Çimenlikte yerimi hazırlayıp uzanmıştım. Bu yaşa gelene kadar ilk defa bulutları bu kadar dikkatle seyretmiştim. Ben onların hareket istikametinin aksine uzanmıştım. Güçlükle fark edilen dağların arkasından çıktıkları düşünülen, top top beyaz bulutlar bana doğru aktıkça hızlarını artırıyor, sonra bir dediği bir dediğini tutmayan insanlar gibi ayrılıp dağılmaya başlıyor, birbirlerinden kopunca renklerini değiştiriyorlardı. Bu ayrılık bulutlara pahalıya mal oluyordu. Küçük parçalara ayrıldıkları için rüzgâr onlara gücünü gösteriyor, her birini bir tarafa savuruyordu. Bulutlar yeniden birleşmek isteseler de rüzgâr buna fırsat vermiyordu. Bu ayrılığın ne kadar acımasız olduğunu anladıklarında keder boğuyordu onları. Üstlerine çöken kederin tesiriyle bazılarının rengi bozarıyor, bazıları kararıyor bazıları ise ağardıkça ağarıyor ya da mavi bir hâl alıp gökyüzünde seçilemez oluyordu. Bu ayrılığı kendilerine dert edinip göz yaşları akıtmaya başlıyorlardı. Bu düşünceler içerisinde aniden, hastalanmadan önceki son dersimizde dedenin Mevlâna Celâlettin Rumi’nin ibretlik fikirlerinden bahsettiği “Bulutlar ağlamasa çimenler gülmez!” ifadesini hatırlayıp yerimden kalktım. Etrafımdaki çiçekler, rengârenk laleler sanki dile gelip konuşuyordu. Rengârenk goncalar bulutlara minnettarlığını gösteriyormuş gibi başlarını eğiyorlardı.
Akşam yemeğinden sonra atlara su verdim. Benim bindiğim at kovanın dibindeki suyu öyle höpürdetti ki irkilip geri çekildim. İşte bu sırada yaşlılar çadırdan çıktılar. Dedenin emredici sesini işittim:
– Arzu, her birine birer kova da su ver. Atların midesi büyük olur. Günde dört beş defa doyuncaya kadar su içmeleri gerek. Doymazlarsa yolda su kokusu aldıkları gibi sağ sola gidecekler.
Yola çıkmaya hazırdık. Dede atının başını okşaya okşaya ağzına bir şey koydu ve yavaşça “Niye önce kendi atını sulamadın? İnsan önce kendi atına dikkat etmeli!” deyince dilimin ucunda hazır beklettiğim “Dedenin atı ikinci olamaz!” ifadesiyle onun gönlünü okşadım. Dedenin gözleri gülümsedi. Bıyık altı gülümsemesini göstermek istemese de bunu hissedip rahatladım. “Ey çocuk yardım edin de bu atın eyerini değiştirin!” deyip iri parmakları ile saçlarımı karıştırdı. Gelirken çıplak atın bedeninde aldığım zevki, geri dönerken sert eyerden alıyordum. Şimdi ben sanki kanatlı Kırat’a binip uçuyordum. Dede, muhtemelen bu zamana kadar kimsenin binmesine izin vermediği atını bana vermişti.
Yayla gezisi tabiata olan büyük sevgimi zirvelere taşımıştı. Çok iyi hatırlıyorum, hastalanmadan iki üç gün önce dedeye Kazan’ı özlediğimi söylemiştim. O, hasretimi dindirmek için mi beni gezmeye götürdü, yoksa atın bedeninin sıcaklığıyla iyileşmem için mi anlayamadım. Ama ben bunun her ikisinin de tadını aldım. Alembek dedenin bir tek oğlu varmış. Onun din alimi olması için ne kadar çalışsa da umutları suya düşmüş. Adam, oğlunun asker olup Rus devletine hizmet etmesini istemiyormuş. Ruman ana oğlunun üniformalı fotoğrafını sandıkta saklıyor, kocası evde olmadığında gizli gizli okşuyordu. Ben bütün bunları çocuk aklıyla seyretmekten öteye geçip hiçbir şey sormuyordum.
Çocukluğumun Çeçenistan döneminde hafızama sonsuza dek kazınan hatıra, Çakaran helhar[25 - Çakaran helhar (Чагаран хелхар): savaştan önce çekilen millî halay.] dansı oldu. Ben bu dansı toplam iki kez izleyebildim. Dede ayrı ayrı köylerden, yaylalardan yirmiye yakın dostunu misafir olarak davet etmişti. Misafirlerin ne için çağrıldığını bilmiyorum, dedenin bu işi genç bir delikanlıya verdiği ve adres olarak eski bir yer adı söylediği yadımdadır. Dedenin dostlarının hepsi buluşma yerine yanında yardımcı getirmişti. Ben onun yardımcısı olsam da odun toplamaktan başka elimden bir iş gelmiyordu. Hayvan kesmek, derisini yüzmek, eti parçalamak, ocak yakmak gibi işler o kadar hızlı yapılıyordu ki sanki bir talimat verilip iş paylaşımı yapılmıştı. Yeme içmeden sonra yaşlılar ocak başında omuz omuza sık durup, alkış tutup, şarkı söyleyerek halay çekiyorlardı. Ben bu manzarayı büyük bir hayranlıkla seyrediyordum. Sonra halay sırası biz yardımcılara geldi. Bizim halayda ne azamet vardı ne de coşku. Evde sordum:
– Dede, bu halayı niye köyde çekmiyorsunuz?
Tek kelime “Yasaktır” diyerek beni sohbet konusundan uzaklaştırmak istese de susmadım:
– O zaman niye çekiyorsunuz?
Bu defa beni dikkatle süzerek gözlerini kıstı. Ateş püsküren bakışlarından korkup geri çekildim. O, bunu anladı. Önce konuşmak istemese de direk gözlerimin içine bakıp, bununla sanki “Sana güvenerek söyleyebilirim.” dercesine ikaz ettikten sonra yavaş yavaş konuştu:
– Arzu, bu savaş öncesi cesaretlenmek için yapılan bir millî danstır. Sık sık hatırlıyoruz ki unutulmasın hem de gençler öğrensin. Adamın içinde savaşma azmi varsa bu büyük bir mutluluktur.
– Savaş dansı mı? Hitler ölmedi mi? Yine savaş mı olacak?
Şimdi de ben sorularla halay çekmiştim. Dede, dudağını azıcık yana büküp:
– Arzu, Çeçenler için savaş her zaman var. Buna hazır oluyoruz ki her fırsatta şerefle savaşalım. Dansımızı çok mu beğendin?
– Çok beğendim, dede, hem de çok. Ama gençler sizin gibi güzel okuyamıyor.
– Çünkü bu halay basit bir dans değil. Yallı[26 - El ele tutuşarak birbirine bağlılığı sembolize eden bir dans türü.] oynayanlar ruhlarını göklerde görebilsinler ki seslerin hepsi aynı tonda çıksın. “Çakaran helhar” cihat nağmesidir. Bunu koro hâlinde söylemek için ruhların savaş ateşini birlikte yakabilmesi gerekir.
Dedenin müritliğinde iyi vakit geçirdim. Beni yolcu etmeden evvel isteğim üzerine arkadaşlarını yine ocak başında toplayıp “Çakaran helhar” merasimi düzenledi. Bu sefer dansın başından sonuna kadar gözlerimin önünde savaş sahneleri, düşmanı hedef alma, at üstünde kılıç sallama, sürüne sürüne bir siperden diğerine geçme gibi sahneler canlandı.
… Her gün öğrendiğim yeni bilgiler okulda bir yılda öğrendiklerimden daha fazlaydı. Diyelim ki gece rüya gördüm. Nereye baksam Marşal’ı görüyordum. Son anda içimdeki ümit ışığı yolumu aydınlatıyordu. 1 Eylül’de yeniden bir sıra arkasında oturacaktık. Ne yaparsan yap kaderin ne gösterdiğini gör. Eylül’de Vera Marşal bizim sınıfa gelmedi. Aslında böyle olacağını biliyordum. Sadece tekrar sınıfımıza gelmesini umuyordum. İki ay sonra biz Kazan’dan taşındık. Annemin ani bir şekilde hastalanarak vefat etmesi babamı bu kararı almaya zorladı. Annemin cenazesinden kısa bir süre sonra, ninemin himayesi altına alındım. Artık Moskova’da yaşayacaktım. Ninem Benaltın İlbekovna inançlı bir Tatar Türk’ü, Müslüman bir kadındı. Yakın akrabaları ve yaşıtları ondan yalnız Roza, diğerleri ise Roza İlbekovna olarak bahsederdi. İki isimli olmasının sebebinin, merhum annesinin çocukken soğuk havalarda yanaklarının bir gül kadar pembe olması nedeniyle ona böyle seslenmesi olduğunu çok sonra öğrendim. Ninemin en sevdiği meşguliyetlerden biri örgü örmekti. Çocukluk dönemimde elinde örgü varken yanına yaklaşmama asla izin vermezdi. Dikkatsizlikle millerin elime batmasından korkuyordu. Genellikle ilmekleri dört adet çelik renkle toplayıp bazen bir elbiseyi aylarca örerdi. Bir de bakardın haftalarca ördüğünü beğenmeyip sökmüş. İşte o zamanlarda bana ihtiyaç duyardı. Söktüğü ipler dolaşmasın diye onları yeniden yumak yapmaya yardım ederdim ona. Sonradan ninem örgüleri, tığ denilen bir karış boyunda, ucu çengelli bir aletle örüyordu.
Ninem her zaman “İplik eğirme, dokuma, deri tabaklama gibi sanatlar bizim kanımızdan geliyor. En sevdiğim geceler, ninemin örgü öre öre hikâye anlattığı gecelerdi. Ceylanlar, boz kurtlar ile ilgili masalları da çok seviyordum. Biz Türklerin atalarının Altay’da, Tayga’da doğduğunu söylerdi. Doğar doğmaz göbek bağlarını kesip, parmak büyüklüğünde et parçasını kurutup dibekte döverek tozunu rüzgârda savururlar. Yüzyıllar boyu rüzgârda savrulan göbek bağının parçalarını araya araya kıtaları geziyoruz. Bulunmuyor ki…”
Ninem her zaman evde ibadet eder, beni dualar, masallar, içinde büyütüyordu. Günlerim kötü geçmiyordu. Ama annemin ölümünden sonra iki taraflı yetim kalmıştım. Çünkü Vera Marşal’ı seviyordum ve bir daha onu görebileceğime olan inancım, güneşin altındaki buz gibi hızla eriyip aniden kaybolmuştu. Üstünden yıllar geçmişti. Şimdi biz beklenmedik bir anda Moskova’nın merkezinde karşılaşıyorduk.
Gözlerime inanamıyordum. Ama onun beni tanıdığına hiç şüphem kalmamıştı. Marşal, şahin gibi üstüme atıldı. Onun bu kadar çevik hareketlerle belime yapışıp ayaklarımı yerden kesmek isteyeceğini aklıma bile getiremezdim. Bir an için kalbime yağ gibi yayılan kızın bu hareketi, hemen telaşlanmama sebep oldu. Ben Albina’yı bekliyordum. Karşıma ise Vera çıkmıştı. Bu saatlerde Albina’nın buraya gelip ulaşmasının imkânsız olduğunu bilsem de içimdeki telaş gözlerimden okunuyor gibiydi. Vera omuzlarımdan tutup beni kendinden azıcık uzaklaştırdı:
– Buraya bak, çok korkuttum seni ha? Galiba birini mi bekliyorsun? Rahatsız olma, vaktini çok almayacağım. Taksiye biniyordum. İşe gitmek için acele ettiğimde yaptığım şey bu. Seni görünce indim. Ne kadar hain biriymişsin, İlahi!?
– Marş, seni gördüğüm için çok mutluyum. Vaktin varsa ya parka geçelim ya da kafeye. Rica ediyorum bana vakit ayır. Gerçekten de seni seviyordum.
O sözünü kesince biraz kinaye ile:
– Seviyormuş. Buna bak bir, o zaman mektuplarıma cevap vermedin? Sonunda da o yaramaz ifadeleri yazdın bana, değil mi? Haydi cevap ver şimdi. Görüyorsun, hayatta neler oluyor. Ne acelesi vardı böyle onuncu sınıfta nişanlanmanın? Yoksa kızlara kıran girdi diye mi zannediyordun. Mutlaka o sarı saçlıyla evlenirdin, değil mi? dedi.
Ben gerçekten de hiçbir şey anlamıyordum. Yolun ortasında ona hiçbir şeyi açıklayamıyordum. Marşal’ı böylelikle yola getirip yeniden yolu onun geldiği tarafa geçtik. Bu fırsatı elden kaçırmadan koluna girdim. Hiçbir söz söylemedi. Yolun bozkır tarafında büyük ve ışıklı bir salonu olan restorana girdik. Vera kenar tarafta oturmayı teklif edince ben de pencerenin kenarını gösterdim. Kendime öyle bir yer seçtim ki Albina gelmiş olursa onu görebileyim. Bu hareketim kızın gözünden kaçmadı. Yine kinayeli bir sesle konuştu:
– Karını bekliyorsan gidebilirim. Seni gördüm, sağ olman yeter. Korkma yoluna çıkıp engel olmayacağım…
O an, diplomatik yeteneğim işime yaradı. “Ben evli değilim.” deyip ikinci soruya mahal vermedim. Bu sırada garson bize yaklaştı. Marşal’ın fikrini sormadan hemen kahve siparişi verip “Moskova’da mı yaşıyorsun?” diye sorunca o, önce saatine baktı. Zaten işe gideceğini söylemişti. Moskova’da işe gidiyorsa demek ki burada yaşıyordu. Ama acele ettiği için biraz daha rahatladım. Albina bizi birlikte görse muhtemelen beni bağışlamazdı. Ne olduğunu sormazdı da. Sakince gözümden kaybolurdu bence. Vera Marşal “Dış İşleri Bakanlığında çalışıyorum, güvenlik departmanında.” dediğinde birden ürperdim. Aslında bu kız bütün karakteriyle böyle bir iş için çok uygundu. Ama ben bu bakanlıkta böyle bir departman olduğunu ilk defa işitiyordum. Sanki o, benim şaşırdığımı gözlerimden okudu. Karşısındaki kahve fincanının kulpundan tutup fincan tabağının üstünde sağa sola salladı. Sonra saatine baktı. Bakışlarım kolundaki beyaz kasalı saatin akrebinden ayrılmıyordu. Geçmiş yıllarda birkaç milyar saniye kaybetmiştik. Marşal, dirseklerini masaya dayayıp güzel parmaklarını ovuşturarak elleri ile zarif bir rahle yapmıştı. Hafif bir buhar bileklerine sürtüne sürtüne avucunda toplanıyordu. Yukarıdan süzülen ışığın gölgesinde gittikçe azalan buhar parçalarını durmadan akan gri bulutlara benzettim. Gençliğimde yerli yersiz yapıştığım bu bileği yine tutmak istedim. Bir anda bu bilekleri okşayan buhara karşı kıskançlık hissettim. Bakışlarım kızın dikkatinden kaçmadı. Dirseklerini masadan ayırdı ve ellerini birleştirdi. Sonra ellerini umursamazca bana doğru çevirdi. Buhardan çiy güzelliğindeki elinin içini görünce hemen bir peçete çıkardım ve çiyi sildim. Vera yürek dağlayan bir iç çekti:
– Ahh, Osman, Osman, hiç değişmemişsin. Aklımda seninle alakalı o kadar hatıra var ki…
– Bu hatıralar arasında aşka, sevgiye yer var mı? Ben seni çok seviyordum Marş. Yıllarca gözüm yollarda kaldı. Çok aradım seni, inan buna…
O, duygusallaştı. Fincanı dudaklarına götürürken elinin titrediğini gördüm. Dudakları büzüldü. Titrek bir sesle:
– Ben de seni hep aradım! Hatta şimdi de arıyorum. Senin gibi sevgim geçmiş zamanda kalmadı. Yüz yüze oturduğumuza hiç inanasım gelmiyor. Bunun sen olduğuna inanamıyorum. Bir daha görüşebildiğimize inanamıyordum. Bu inançsızlıkların insanı ne hâle sokabileceğini hiç merak ettin mi? İçin için acı çekmekten eriyor insan.
O sırada sessizlik çöktü. Gerçekten de onu sakinleştirecek bir söz bulamıyordum. Bu yaşa kadar sözün tam manasıyla iki kaya arasında sıkışmış vaziyete ilk defa düşüyordum. Marşal’ın elinin içinde gördüğüm çiyin kahve buharından değil, gözlerinden süzülerek gizlice avcunda tomurcuklanan yaş olduğunu anladım. O kadın gururunu ayaklar altına almamak için gözyaşlarını göz bebeklerinde saklayıp ellerinin içinde göstermişti bana. Ben onları silince yaralarına dokunup kalbini sızlatmıştım. Vera kahvenin yarısını içip saatine bakınca fırsatı kaçırmak istemedim:
– Marş bir daha ne zaman görüşeceğiz? Bugün akşam, sabah, ne zaman dersen ben hazırım. Nereye gelmem gerektiğini söyle bana.
Konuşurken ev numaramı yazıp ona verdim. Marş kâğıdı elinde kıvıra kıvıra sordu:
– Telefon geldiğinde anneniz hâlâ mı sorguya çekiyor insanı?
– Hayır! Keşke annem sağ olsaydı. Muhtemelen seni bulduğuma çok sevinirdi. Şimdi ninemle kalıyorum. O da çok yaşlandı. Eve kim telefon etse Osman’a söyleyin evlensin deyip yardım istiyor, deyince bakışlarımız kilitlendi. O, annemi kaybetmemden dolayı üzgün olduğunu göstermeye çalışsa da beceremedi. Görünen o ki anne kaygısı çekmeyenler onun kaybını da bilmiyorlar. Ama sadece bu değildi. Çok uzun zamandan beri onun hareketlerinde gördüğüm sunilik bu defa beni aşırı etkiledi. Marşal kendi numarasını bana yazarken eğer biz lisede değil de üniversitede tanışmış olsaydık onu asla sevmeyeceğimi düşündüm. Numara yazdığı kâğıdı bana uzattı:
– Aslında iş numarasını da verebilirim. Ama sana o kadar soru soracaklar ki telefon ettiğine pişman olacaksın. Bir de istemiyorum adının bizim kayıtlarda olmasını. Bu yüzden ev numarasını yazdım. Ne zaman istersen ara.
Vera’yı yolcu edip geri döndüm telefon kulübesinin yanına. Ne kadar beklediğim, restorana ne zaman döndüğümü hatırlamıyorum. Bu sefer garsondan yüz gram “votka” istemiştim. Ukrayna üzümünden yapılan içki bedenime sıcaklık, düşünceme buz gibi soğukluk getirmişti. Aklım kum üstüne serpilen darıya benziyordu. “Keşke Marşal Hanım ile karşılaşmasaydım.” diye düşündüm ve Vera’nın aklımdan geçenleri bildiğini düşünerek utandım. Vera bana âşık olduğunu, her zaman yolumu gözlediğini ve bugün de sevmeye devam ettiğini söylüyordu. Günahsız bir kızın hayatının benim yüzünden mahvolduğunu bildiğim hâlde sadece kendimi düşünmek insanlığa sığar mıydı? Garsonlar hâlen daha masamızı temizlememişlerdi. Bunun için tam kıza seslenecektim o esna da Albina gözlerimin önünde canlandı. İşte bu kız, nişanlım ne olacaktı? Yıllardan beri ninemin el üstünde tuttuğu nişan yüzüğünün onun parmağına takılmasına sayılı günler kalmıştı. Biz ki birbirimizi duyguların gücüyle değil, gerçekten şuurlu olarak seviyorduk. Avuçlarım ile gözlerimi var gücümle ovuşturdum. Parmaklarım kirpiklerimin üstüne gezdirirken birden irkilir gibi oldum. Albina gerçekten de benim karşımda az önce Marşal’ın oturduğu sandalyenin köşesine yaslanmıştı. Ayağa kalkıp birkaç saniye sessiz durdum. Yine öyle sessiz sedasız bir şekilde yerlerimize oturduk. Bu sırada garson boş fincanları götürmek için yavaş adımlarla bize yaklaşıyordu. Albina karşısındaki fincanın ruj değen tarafını bana çevirip “Demek ki ilgi çekici bir misafirin vardı. Ben gidebilirim.” deyince birden arı tarafından sokulan insanlar gibi irkildim. “Yok niye gideceksin? Senin yerin burasıdır.” deyip sağ elimi yüreğimin üstüne vurdum. Sineme vurduğum yumruktan hakikaten canım acıdı. Albina ise yumruğun sesinden gözlerini öyle bir kırptı ki sanki yumruğu kendime değil de onun sinesine vurmuştum. Bu hareketimle onu biraz yumuşatabildim. Utandığından daha önce kiminle görüştüğümü sormasa da sabırsız gözlerinde bu soruyu gizleyemiyordu.

GÜN GEÇTİ
Kesinlikle yalan söylemeliydim. Hem de Albina’nın gözlerinin içine baka baka. O gözler ki bebeklerinden ancak ve ancak bana aşk kıvılcımı saçılırdı. Bu yalan senaryosunu Yoldaş Suslov’un koruma müdürü yazmıştı. Ben nasıl mesuliyetli bir işin peşinde olduğumun farkındaydım. Yaklaşık iki aylık bir eğitimden geçip Tahran’a gitmeliydim. Generalin söylediği gibi talimatlara uyarsam hiçbir tehlike olmayacaktı. Bütün riskleri ortadan kaldırmak için bana yardım edeceklerdi. Ancak beni koruyan insanları fark ettiğimde bununla ilgilenmemeli ve fark ettiğim hiçbir nüansa dikkat etmemeliydim. Eğitimlerin nelerden ibaret olduğu hakkında bilgiye de sahip değildim. İlk görev yazı işleri ofisinden ayrılmaktı. Gösterildiği şekilde dilekçe yazıp bu işi beğenmediğimi söyleyecektim. İstediğin yar idi, getirdi Tanrı! Kariyer iddialarım için olmadık yerden kapı açılmıştı. Her şey istediğim şekilde gidiyordu. Sadece Albina ve ninemden ayrılmak konusu dışında. Bir de az evvel ortaya çıkan Vera Marşal meselesi. Albina şimdi olduğu gibi restoranda da yardımıma koştu, “Haydi, bir konuşalım, neler olacak?” sorusunun ardından gülümseyerek devam etti:
– Niye işe gitmeme fırsat vermedin. Bu ay işe üçüncü kez gitmiyorum.
Direk konuya girdim.
– Ben işten çıkıyorum Albina.
O, şaşkınlığını gizlemedi:
– Ne diyorsun? Böyle bir iş bulmanın kolay olduğunu mu sanıyorsun? Yoksa makalenin yayımlanmamasına mı küstün? Ne oldu, anlat bana?
Yalan yalanı doğurur. Oradaki ekibi sevmediğimi söyledikten sonra başka iş bulduğum yönünde yalan söyledim. Senin yayımlanmadı diye küstüğümü düşündüğün makalenin benim için açılmaz kapıları açtığını nasıl söyleyebilirdim. Albina ise hâlen daha beni ikna edeceğini ümit ediyordu. “Eğer bu işi sana Suslov bulmuşsa ona inanma! O, çok kaba ve açgözlü biridir. Senin ise güzel bir geleceğin var.” dediğinde biz restorandan bir hayli uzaklaşıp el ele Novodeviçyi Manastırı’na[27 - Tarihî Preçistenka’nın en sonundaki dini bir yapı olan Bokoroditse-Smolenski Novodeviçi Stavropegial Manastırı Moskova nehrinin kavşağında, Lujniki’nin yakınındadır. Bu manastır 13 Mayıs 1524 tarihinde Büyük Dük III. Vasili tarafından 1514 yılında Smolenskin’in ele geçirilmesinden dolayı şükran ifadesi olarak Meryem Ana’nın Smolensk nişanı “Odigitria” şerefine kurulmuştur.] doğru gidiyorduk. Albina beklemediğim bir şekilde eğer yazı işlerinden ayrılırsam kendisinin de işten çıkacağını söyledi. Bu kati kararın alt yapısında onu da kendimle yeni iş yerime götürmem gerektiğini söylüyordu. Dile getirilmeyen bu isteğe cevabım yoktu. Beni Tahran’a gönderiyorlar, diye ona nasıl diyebilirdim? Daha doğrusu Albina’nın bu durumda yazı işleri ofisinde kalması en doğru karar olurdu. O sırada kafamda başka bir yalan devreye girdi. Ondan çok şey değil, bir yıl daha yazı işleri ofisinde kalmasını istedim. Sonra onun daha düzgün bir işe girmesine yardım edeceğim. Ayrılma zamanı gelmişti. Zaman kaybetmeden babamla görüşmeliydim. Vedalaşırken:
– Albina belki sana garip gelecek. Ama üniversitede ilk tanıştığımız gün sabaha kadar uyuyamadım. O gün duvar takviminin[28 - Sovyet Dönemi’nde kitapçık şeklinde derlenen takvimin duvar versiyonunda, sayfaların arkasında o gün dünyada meydana gelen en ilginç tarihî olaylar hakkında bilgiler verilirdi.] günlük sayfasını kopardığımda telefonun ilk ortaya çıkışıyla ilgili ilginç bir yazı okumuştum. Allah neden beni Aleksandr Bell[29 - Telefonda neredeyse her gün kullandığımız “alo” kelimesi aslında Alexander Bell’in kız arkadaşının isminin kısaltmasıdır.] gibi şanslı yaratmamış, diye üzülüyordum. Eğer telefonu icat etmek bana nasip olsaydı büyük bir memnuniyetle telefonu kulağıma her götürdüğümde “Albin” derdim. Bütün dünyanın telefon konuşmalarında “Alo” değil “Albin” ya da tam olarak “Albina” diyerek karşı tarafın telefonuna cevap verdiğini hayal edebiliyor musun? dedim.
Albina önce sakince bakışlarını gözlerime dikti. Bakışlarımız tavandan sarkan iki lambanın ışıkları gibi birbirine karıştı. Boynuma sarıldı. Saçlarını kokladım. Parfümünden sanki samimiyet kokusu geliyordu. Onun gül parfümünü içime çektiğim zaman fısıltısını işittim: bütün bu dediklerin doğru mu? “Doğru Albina, ben sensiz yaşayamam. Emin ol buna. Ama kariyersiz de yapamam. Başarılı bir kariyer için oradan oraya mücadele ediyorum. Güzel fırsatlar doğdu. Sensiz, hiçbir şey bana başarı getirmeyecek…”
* * *
Babamla onun iş yerinde görüştük. Aşağıdan odasına telefon edildiğinde gelmeme şaşırmadı. Her zaman olduğu gibi yine sivil kıyafetliydi. Birlikte yemek yedik. Belli ki bugün binbaşı rütbesi verecekler. Sebebini ne ben sordum ne de o söyledi. Albina’ya olan aşkım, Vera’nın bir anda ortaya çıkması ve hazırlandığım Tahran seyahati kafamı öyle karıştırmıştı ki babamı tebrik etmeyi bile unuttum.
Yolun karşısına geçip küçük bir restoranda köşedeki masada oturduk. İşimle ilgili konuya da o geçti. “Osman sen çok zor, ancak onurlu bir işin peşinden gidiyordun.” dediğinde şaşkınlıkla sordum:
– Nereden biliyorsun?
Sorumdan dolayı yüzü alaycı bir hâl aldı:
– Sovyet devletinde hiçbir şeyin tesadüfen olmadığını bilmiyor musun? Hem de böyle önemli işlerde. Ben inanıyorum ki bu işin üstesinden geleceksin. Ama sana bazı şeyleri söylemek mecburiyetindeyim. Öyle ki bunları hiç kimseden duymayacaksın. Öncelikle bu iş için neden seni seçtiklerini hiç düşündün mü?
Ben dudağımı büküp omzumu kaldırdım. O anda babam kadehi ağzına kadar doldurup kafasına dikti.
– Doğu bilimlerini bitiren o kadar mezun var dilini de tarihini de senden daha mükemmel biliyorlar. Şüphesiz biyolojik yapıları ve genetik kodları sebebiyle senden üstünlerdir.
O, “Bizim kökümüz Tebriz’e dayanıyor.” dediğinde “ohh” diyerek sandalyede kurcalanıb yerimi rahatladım. Kendimi her zaman saf bir Türk olarak görmüştüm. Dar bir çerçevede “Tatar mıyız yoksa Türk mü?” konusunda çok fazla tartışmam olmuştu. Bu konuda tartışmanın çok tehlikeli olduğunu biliyordum, ancak tehlikeyi bilmek ve görmek yakana yapışana kadar insanın üzerinde çok farklı etkilere sahiptir. Benim kariyer yapma isteğim ile Sovyet tarihine dair bildiğim acı gerçekler çok farklıydı. Babam Tebriz kökenli olduğumuzu söylediğinde gayri ihtiyari olarak 1972 yılında Ferah Diba Pehlevi’nin Bakü gezisinde[30 - İran’ın ilk ve tek imparatoriçesi Ferah Pehlevi şahın hakimiyeti sırasında Azerbaycan Bakü’ye geldi, 1972 yılında Azerbaycan’a davet edilen Şahbanu için burada lüks bir resepsiyon düzenlendi.] “Pravda” gazetesinde yayınlanan resimlerini hatırladım. O sırada onuncu sınıfta okuyordum. Tarih hocam gazeteyi bana gösterip “Bak nasıl benziyorsunuz, sanki aynı çeşmeden su içmişsiniz.” dedi. Kulağım babamda olsa da bütün bunları hatırladım ve “İyi ki Türk kökenliyiz, başka bir soy ile karışmamışız.” diye şükrettim.
Babam sözlerine devam ediyordu:
– Timurlenk Azerbaycan seferinde Tebriz’i kılıçtan geçirip şehri viran etmişti. Taş üstünde taş bırakmamıştı. Bu seferden sonra uzun yıllar Tebriz’e Viranşehir[31 - Dağılmış, harap edilmiş.] de dediler. Semerkant’ın esas mimari binalarını, Tebriz’den esir olarak getirilen ustalar ve sanatçılar inşa ettiler. Timur bine yakın sanatkarı eli kolu bağlı esir getirdiğinde bizim büyüklerimiz de onlarla birliktelermiş. Ama onlara esir gibi davranılmamış, çünkü Timur’un amacı zihinlerdeki yaratıcılığı gerçeğe dönüştürmek ve bu sanatçılar sayesinde okullar inşa ederek Orta Asya’da yeni bir yaratıcılık üslubu oluşturmaktı. Senin çok kısa bir zamanda Tahran’ın yerel adetlerini, lehçesini öğreneceğine hiç şüphe yok. Dil ve lehçe genetik kodlarla verimli koşullarda kendini gösterir. Bütün bu dediklerimi Tahran’a vardıktan iki üç hafta sonra göreceksin. Şah Kaçar’ın kurarak Tahran’a dönüştürdüğü şehir şimdi tarihin en zor günlerini yaşıyor. Orada o kadar kendine benzer insanlar göreceksin ki!
Babam burada durdu. Acı bir tebessümün ardından “Tebriz’e gittiğinde tanımadığın akrabalarımızla karşılaşabilirsin.” deyip bir dakikaya yakın sustu. Bütün bu söylediklerinin benim için tehlike oluşturacağından korkuyor gibiydi. Sohbet konusunun değişmemesi için:
– Benim için endişelenme baba! Her koşulda çıkış yolu bulmayı bilirim. Buna emin olabilirsin, dedim.
Babam vurmak için bir fırsat arıyormuş gibi omzuma sert bir şekilde tokat atıp:
– Bu söylediklerimi bilmen görevlerinin başarısı için çok önemli. Bütün bunları bilmesen de problem değildi. Ama öyle meseleler var ki onları kesinlikle bilmen gerekir. Aslında sana verilecek görevleri az çok tahmin edebiliyorum. O kadar da tehlikeli işler olmayacak, ama konu devlet açısından büyük önem taşıyor. Öyle ki bu işi yapmak KGB’nin[32 - Sovyetler Birliğinin dağılması ile birlikte 6 Kasım 1991 yılında kaldırıldı.] tek görevidir. Ancak hiçbir şekilde, özellikle şimdiki şartlarda bu görevi başaramazlar. Senin Tahran’a seyahatin Suslov’un büyük buluşudur. Yoldaş Suslov bu konuda Andropov’un[33 - Yuri Vladimiroviç Andropov (Rusça: Юрий Владимирович Андропов; 15.06.1914-09.02.1984), Rus devlet adamı. 1967-1982 yılları arasında Sovyetler Birliği’nin istihbarat servisi olan Devlet Güvenlik Komitesi’nin (KGB) başkanı olarak görev yaptı. Brejnev’in ölümünden sonra ise 12 Kasım 1982’den ölümüne değin 15 ay süreyle Sovyetler Birliği Komünist Partisi (SBKP) Merkez Komitesi genel sekreterliği görevinde bulunarak SSCB’yi yönetti.] önüne geçmek istiyor, dedi.
– Andropov bunu bilmiyor mu, sorusu ile sözünü kestiğimde babamın yüz çizgileri değişti ve soruma “Sence öyle bir şey olabilir mi?” sorusuyla cevap verip duraksadı ve daha alçak sesle devam etti:
– Bu ortaya çıkan olaylar Kremlin’de her zaman var olan saray çekişmelerinin bir parçasıdır. Suslov bu konuda İçişleri Bakanı Nikolay Şelokov’un ve Bakan Pyotur Noloviç’in[34 - Demiçev Pyotur Niloviç (Пётр Ни́лович Де́мичев, 21.12.1917-10.08.2010). Eski SSCB’nin kültür bakanı (1974-1986).] imkânlarından da istifade ediyor. Andropov ise bu işlerin merkezindedir. Suslov, sadece Andropoy’un düşünce süzgecinden geçen bilgileri değil, senin vasıtanla elde edilecek gerçek bilgileri de almak istiyor.
Soru soruyu açıyor, babam konuştukça ilgim daha da artıyordu. Ben onun sohbetlerinden kesinlikle sıkılmıyordum. Aksine sanki yıllardır böyle karmaşık işlerin içinde büyüyüp olgunlaşmıştım. Babamın benim rahatsız olduğumu düşünerek sakinleştirici bir tonda yeniden sohbete başladığını hissettim:
– Bunları er ya da geç öğrenecektin. Ben önceden söylüyorum ki senin için daha kolay olsun. Şah rejiminden ciddi bir tehdit beklemiyorum. Onlar görevini bilseler dahi günümüz koşullarında bize karşı çıkma cesaretine sahip değiller. ABD, İsrail ve İngiltere casus ağlarına karşı son derece dikkatli olmalısın. CIA, MOSSAD ve MI6[35 - CIA Amerika Birleşik Devletleri’nin, MOSSAD İsrail’in gizli servisidir. İngiltere’nin başlıca kuruluşları, Gizli İstihbarat Servisi (SIS veya MI6), Güvenlik Servisi (MI5), Hükümet İletişim Merkezi (GCHQ) ve Savunma İstihbaratı (DI) idi.] Şah devrilene kadar birlikte faaliyet gösterecekler. Kitlesel gösteriler, ayaklanmalar başladıktan sonra bu üç kurum arasında kan gövdeyi götürecek.
O, derin bir iç çekerek sesini alçalttı:
– Ve mutlaka Sovyet büyükelçiliğine dikkat etmelisin! Orada kurulabilecek tuzakların risklerinden kurtulabilirsen bu tehlikelerin en azından yarısı ortadan kaldırılmış sayılır.
Son sözleri, tam manasıyla sürpriz oldu. Muhtemelen bu sözleri babamdan başka hiç kimse cesaret edip bana söyleyemezdi. Aslında onun şimdiye kadar söylediklerini giriş olarak düşünüyordum. Farkında olmadan babamın söyledikleriyle biraz önce Vera’dan Dışişleri Bakanlığı’ndaki güvenlik servisi hakkında duyduklarım arasında bir bağlantı kurmaya çalıştım. Vera’nın hareketlerindeki samimiyetsizliğin bununla alakalı olduğunu düşündüm. Bakışlarını hızlıca benden kaçırması gözlerimin önünde canlandı. Sanki birisi kulağıma bugünkü görüşmemizin tesadüf olmadığını fısıldıyordu. Öyleyse amaç ne olabilirdi?
…Babamı çok seviyorum o benim için hiçbir şeyi esirgememişti. Ama yüreğimin derinliğinde her zaman gizli tuttuğum bir kırgınlık vardı: annemin mezarının toprağı soğumadan evlenmişti. Ninem bu konuda başımın etini yediği için affedemedim babamı. O yüzden evine gitmiyordum ama yaş ilerledikçe ona hak vermeye başladım. Nereden bilebilirdim annemin sağlığında da şimdiki evli olduğu o kadınla gizli ilişkisi olduğunu. Haftada bir defa babam ninemlerden alıp gezmeye, aslında sinemaya ve restorana götürürdü. Babamın yeni eşini şehirde birlikteyken görmüştüm. Kadın kibar ve güler yüzlüydü. Ona karşı kabalık etmesem de gösterdiği ilgiye karşı çok saygısızca karşılık verirdim. Belli ki bundan dolayı da kadın sonraları bizimle birlikte şehre inmedi. Babam beni götürmeye geldiğinde, teslim ederken eve girmezdi. Sadece kapının ağzında selamlaşıp, vedalaşıp geri dönerdi. Her gelişinde hem evimize alışveriş yapar hem de nineme para verirdi. Ninemi de hediyesiz bırakmazdı. Ninem ise onun hediyelerini hürmetle kabul etse de hiçbir zaman kullanmaz, onları birilerine hediye ederdi. Albina ile tanıştıktan sonra babama karşı olan kırgınlığım azalmaya başlamıştı. Kadınsız olmanın ve sevilmemenin bir erkek için ne kadar zor olduğunu anlamaya başlamıştım.
Önceden aramadan ilk defa babamla görüşüyordum. Sohbetimizin sonunda bu konuyla ilgili konuşmak için bize geleceğini söyledi. Ben sözünü bitirmesine izin vermedim:
– Belki, Mariya İvanovovna[36 - Mariya İvan kızı.] ile birlikte gelirsiniz.
Babamın gözlerinde garip bir sevinç kıvılcımı parladı, ancak alışamadı. Elbette eşinin adını saygıyla söylemem hoşuna gitmişti. Derinden bir ah çekti.
– Mariya İvanovna’nın hareket edecek hâli kalmadı.
Başka soru sorup babamın üzüntülü yüzünün daha kötü bir hâl almasını istemedim. Babamda sustu. Restorandan çıkıp bir hayli yürüdük. Ayrılırken Mariya İvanovna’nın ciddi bir şekilde hasta olduğunu söyledi. Çocukları ve yakın akrabaları olmadığı için babam onun için bakıcı tutmuştu. Babam bütün bunları üzüntü ile karşıladığımı hissetti. Ayrılırken elini saçlarıma sürerek:
– Osman, benim senden başka kimsem yok. Kendine dikkat et. Senin için çok şey yapabilirim. Yapıyorum da. Ancak seni korumak benim elimde değil. Allah’a emanet ol. Bir de adımlarını aklının gücüyle at, duygularının değil. Öyle bir ülkeye gidiyorsun ki tarihin bütün dönemlerinde birinin yerine başkasının boynuna yağlı urgan geçirmek bir gelenek olmuş, dedi.
…Ben babamı cengâver gibi kuvvetli bilirdim. İri gövdesi, atletik görünümü ve sert bakışları ister istemez insanda korku oluşturuyordu. Şimdi ise kırılgan hislerinin tesirinde bu görünüşünü yitirmişti. Bunlar bir tarafa dursun, sıcak borşun ardından dolaptan çıkan kolbasa[37 - Sovyetlerde votka ile birlikte tüketilen tütsülenmiş sucuk benzeri yiyecek.] ile boğazımızı ıslattığımız yüz gram votkanın etkisiyle gözleri ışıl ışıl parlıyordu.
* * *
…Vera telefonun ilk çalışında ahizeyi kaldırdı. Aslında babamın nasihatlerini ve kafamda yer etmiş, ancak hâlen daha yerini sağlamlaştıramamış şüphelerini dinleseydim, birçok soruya hemen cevap vermem gerekecekti. Onun sesini duyar duymaz saate baktım. Bu aklımın bana oynadığı bir oyundu. İşten ne çabuk geldin diye sorabilirdim. Ama şimdi duygular beni idare ettiği için aklımdan geçen soruları bir kenara bırakıp acil görüşmek istediğimi söyledim. “Belki eve gelirsin!” teklifini düşünmeden kabul edip adresi sordum. Zaman kaybetmemek için taksiye binsem de Şeremetyevo caddesinde meydana gelen kaza sebebiyle yolda kırk beş dakikaya yakın zaman kaybettim.
Vera beni pencerede karşıladı desem daha doğru olur. Görünüşe göre eski taksinin motor sesini duyar duymaz pencereye çıkmıştı. Beni pencerenin arkasından işaret ile apartman kapısında ise çiçekli kumaş bir elbise ile karşıladı. Hruşçovka[38 - Eski SSCB’de, 1956-1985 yıllarında, önce tuğladan sonra panelden inşa edilmiş, 5 katlı alçak tavanlı, dar, çoğunlukla 1, 2 ve 3 iç içe odadan ibaret binalar.] adı ile meşhur olan üç küçük odadan ibaret dar apartmanın misafir odasına geçtik. Salon olarak adlandırılan bu küçük yer, iç içe odaların dip tarafta olanıydı. Dip odadan balkona kapı açılıyordu. Çift perdelerden başka pencerenin içeri kısmının tavanında sinemalarda olduğu gibi asılan posterler vardı. Aslında bütün bunlar benim o kadar ilgimi çekmiyordu.
Dikkatle Vera’nın hareketlerini süzüyor, beynimde dolaşan sorulara cevap bulmak istiyordum. Buraya niye gelmiştim? Beni çocukluk yıllarımın hatıralarının arkasından sürükleyen neydi? Bundan sonraki ilişkimiz nasıl olabilirdi? Bu soruları düşündüğümde harfler yan yana dizilip aynaya dönüştü ve elimden düşüp param parça oldu. Gayri ihtiyari döşemeye baktım. Bana, parça parça olan ayna kırıklarının hepsinde Albina’nın yansıması varmış gibi geldi. İç çekince kendi sesimden korktum. Utanç hissi ruhuma hâkim oldu. Sanki kafamın üstünde soba yanıyordu. Vera ise kendi endamıyla karşımda meydan okuyordu. O kadar da iri olmayan göğüsleri elbisesinin altında dikkat çekici görünüyordu. Yürürken bilerek omuzlarını yukarı kaldırması göğsünü daha da dolgun gösteriyordu. “Ne içeceksin?” diye sorunca kararsız bir şekilde cevap verdim:
– Bir şey içmek istesem restorana davet ederdim. Gözlerim senin güzelliğini içiyor, bu bana yeter. Gelip oturursan daha iyi olur.
Ben kanepede oturuyordum. Vera ikimize de birer bardak limonata getirip birini karşımdaki dergi masasına koydu. Kendisi de geçip masanın arkasında oturdu. Aslında bu hareketiyle benim yerimi göstermiş oldu. Belki de gelip kanepede benim yanımda otursaydı kendimi tutamayıp ona dokunmaya çalışacaktım. İhtirasın aklıma baskın geldiğini hissetsem de istifimi bozmuyordum. Bir anda yine Albina’yı hatırladım ve çok sıkıldım. İşte o anda içimden bir soru geçti: Beni buraya çekip getiren ne oldu? Tutku mu, çocukluk aşkı mı? Her iki durumda da ben Albina’ya ihanet ediyordum. Nihayet Vera sohbete başladı:
– İyi, anlat bakalım. Nasılsın? Bağışla uzun yıllar süren ayrılığın ardından ilk görüşmemizde çok sert konuştum. Çocuklar nasıl büyüyor?
Biraz muzipçe gülümseyip cevapladım:
– Sabahleyin söylemiştim daha, evimizde tek çocuk benim. Gördüğün gibi büyüyüp bu hâle gelmişim. Uzamam durdu, saçlarımın uzun ya da kısa olması umurumda değil, daha neleri merak ediyorsun?
Vera kurnazca ne sorduğunu, ben de açık bir şekilde nasıl alaycı cevap verdiğimi biliyordum. Sohbetimizdeki karşılıklı atışmalar bende karışık hisler oluşturuyordu. Bir anda ayağa kalkıp onu terk etmek de geçti içimden. Ancak kızın dolan gözlerine baktığımda yüreğim yumuşadı. “Seni ne kadar aradığımı biliyor musun?” sorusunun ardından sakin bir ses tonuyla sohbete başladı:
– Ne zaman senden kalbimi sızlatan bir mektup alsam bütün bedenim titriyordu. Sıcak bir çölde susadığınızı ve uzakta bir ağaç gördüğünüzü hayal edin. O ağaca ulaşıp altındaki suda serinleyeceğini ümit edersin. Son gücünü toplayıp ağaca doğru koşarsın. Senin her adımında ağaç iki adım uzaklaşır. Kan ter içinde ona ulaştığınızda ağacın susuzluktan kuruduğunu görürsünüz.
Elimi gömleğimin yakasına götürüp ikinci düğmesini açtım, parmaklarımı göğsüme götürüp “Ben böyle çabuk kuruma düşüncesinde değilim.” diyerek şakaya vurduğumda Vera çantasını açıp dörde katlanmış sarı kâğıt parçasını bana uzattı:
– Bu sert sözleri yazarken bir genç kıza bu kadar acımasız davranılmayacağını hiç düşünmediniz mi?
Mektuptaki yazı bana tanıdık geldi. Ancak bunun farkına varmadan satırlara hızlıca bakmaya başladım. Kanı çekilmiş insanların solgun yüzüne benzeyen o kağıttaki ne yazı ne cümle kuruluşu ne de kelime kullanımı benimkiydi. Mektubu masanın üstüne koyup “Bunu ben yazmadım!” dediğimde o çantasından iki üç mektup daha çıkardı. Onları okumakla ilgilenmedim. Sadece merak ettim: Vera neden bunları evde herhangi bir dolabın çekmecesinde yahut da albüm sayfalarının arasında değil de çantasında gezdiriyor? Birkaç dakika içerisinde samimi duyguların bizi yakınlaştırmadığına kesin bir şekilde emin oldum. Hatta yıllarca ayrı kaldıktan sonra bile bugün restorandaki sohbetimizle şimdiki görüşmemiz arasında garip bir uçurum varmış gibi görünüyordu. Vera gözlerini benden kaçırmak istedikçe ben daha büyük bir hevesle onun bakışlarını yakalamak istiyordum. Sanki içindeki gizli amacı gözlerinden okuyacağımdan korkuyordu. Ancak itiraf etmeliyim beni ona getiren sebeplerden biri olan tutkum, giderek artıyordu. Tabii ki Vera bunun farkındaydı. Bir anda karşılaşmamız ve yeni yakınlaşmalardan o ne bekliyordu? Sabırsızlıkla bütün bunları bilmek istiyordum. Vera ise “Arkadaşlardan kimi görüyorsun?” sorusu ile hem beni düşüncelerimden uzaklaştırdı hem de bu durumdan kurtardı. Aslında ben Moskova’da, lisenin son yıllarında ve üniversitede okuduğum arkadaşlarımla iletişimimi sürdürüyordum. Vera da onların hiçbirini tanımıyordu. O yüzden kısa kestim: Görüştüğüm çocuklardan hiçbiri ortak tanıdığımız değildi. O anda Vera sigara yakıp dumanını sinirli bir şekilde tavana doğru üfledi. Lambanın ışığının altında döne döne yükselen dumanın yavaş yavaş eriyip yok olmasını seyrederken garip hisler içerisindeydim: Bizim ilişkiler de böyle, ama çoktan erimiş. Sigara içen biri olmasam da sohbetimize duman katmak amacıyla onun paketinden bir tane çıkartıp yaktım. Tepkisini ölçmek için eline dokunduğumda alaycı bir şekilde beni süzdü. Tam o anda telefon çaldı. Konuşa konuşa duvardaki saate bakıp “On beş dakikaya geleceğim.” dediğinde hayal kırıklığına uğradım. Medeni bir şekilde evden kovuluyordum. Vera hayal kırıklığına uğradığımı hissedip “Daha on beş dakikamız var.” dediğinde sigarayı kül tablasında söndürüp kapıya doğru gidiyordum.
Daireye girerken Vera’nın boynuma sarılmasını bekliyordum. O, bunu yolcu ederken yaptı. Bu kadının çokbilmişliğinin işareti mi yoksa iş profesyonelliği mi bilmiyorum. Kendimi orada çok bırakmadan umursamaz bir şekilde parmaklarımla ince kumaşlı elbisesinden görünen göğüs uçlarına bastırarak kapıdan çıktım.

MİL
…Kursa başladığım ilk gün öğleden sonra saat ikide söylenilen yerde olmalıydım. Sanki diken üstünde oturmuştum. Evden erken çıkmıştım gecikmeyeyim diye. Erken varırsam yakınlarda biraz vakit geçirebilirdim. Binamızın karşısında kara bulutlarla kaplı gökyüzü karşıladı beni. Hava o kadar yoğun bulutlarla kaplanmıştı ki gökyüzünde mavi rengin görüneceğine inanmak güçtü. İçim sıkıldı. İşimin ilk günü böyle bir ruh haline bürünmek hiç hoşuma gitmedi. İçimden eğitime bile gitmemek geçti. Olumsuz duyguları bir kenara bırakıp gücümü toplayıp yola çıktım. İki otobüs değiştirip adrese vardığımda saat ikiyi gösteriyordu.
Eğitim yeri ücra köy meydanlarındaki eski postaneleri andırıyordu. Çeçenistan’da tatilde olduğum zamanlar yaşadığım evin yolu postane binasının karşısından geçtiği için bu karşılaştırmayı yapıyorum. Yaşadığım mahallede bütün evler moloz taşlardan yapılmasına rağmen sadece postane binası yüksek tavanlı ve sokağa bakan kısmı çimento ile sıvanıp küp şeklinde kare kazınmıştı. Moskova da ise benim dediğim yüksek binaların çevresinde sadece bir alçak bina vardı. Demir kapıdan içeri girdiğimde beni rütbeli polisler karşıladı. Belgelere baktıktan sonra üstümü başımı arayıp içeri aldılar. Tahminen elli metrekarelik bu binanın arka tarafında olan kapı uzun bir koridora açılıyordu. Gözetim altında bu koridora geçip beş katlı binaya çıkıyorduk. Burada sıkı bir rejim altında eğitime başladım. Öğle yemeğine kadar tarih, Fars dili, Safeviler, Afşarlar, Kaçarlar, Türk hanedanlıkları dönemine ait medeniyeti, siyasi yönetimi, saray çekişmelerinden haremlerdeki ilişkileri ve ülkedeki mevcut durumu öğreniyorduk. Tahran halkının günlük davranışları ve yemek alışkanlıkları, giyim tarzı, oradaki modern mutfak, televizyon kanallarında kullanılan son model kameraların kullanımı, montaj işleri günlük ders saatlerime dahil edildi. Yorucu bir şeyle karşılaşmıyordum. İhtiyaca göre sabah kahvaltısını ve öğlen yemeğini eğitim merkezinde yapıyordum. Aşçı kadın ilk defa odama telefon edip “Sübhaneyi- şoma hazır est”[39 - Farsça “Sabah kahvaltımız hazırdır.” demektir.] dediğinde şaşırmış ve gülmüştüm.
Öğle yemeğinden sonra ise spor, kendini koruma yöntemleri, takip edilmenin nasıl tespit edileceği, takiplerden kaçmak, evde değilken yabancıların daireye girip girmediğini bilmek için eşyalara işaret koymak gibi dersler alıyordum. Bütün bunlar ilgimi çektiği için ödevleri hevesle yapıyordum. Keskin hafızam ve dikkatli yaklaşımım bana çok yardımcı oluyordu. Öyle ki hiçbir şeyin ikinci defa izahına gerek kalmıyordu. Ama haddinden fazla yoruluyordum.
Birinci gün eğitimden sonra ayaklarımı sürüye sürüye binadan çıktım. Bundan sonra beni evden araba alacak, eve araba bırakacaktı. Hâlen daha adını, hangi devlet kurumuna tabi olduğunu bilmediğim bu mekânın arka kısmında büyük bir avlu vardı. Oradan arabaya binip eve gittim. Şoför adresi bildiği için yola kendisi koyuldu, varana kadar tek kelime etmedik. Arabadan indiğimde birkaç saat önce kapalı olan gökyüzü nispeten açılmıştı. Ama kışın gelişiyle çabuk kararan hava bugün bana daha karanlık görünüyordu. Hafif rüzgâr yüzüme çok soğuk etki ediyordu. Araba yolundan binamızın karşısındaki küçük meydana geçtim. Etraftaki sokak ışıklarını gündüzleri de söndüren olmadığı için onların zayıf ışığı havanın alaca karanlığına karışmaya başlamıştı. Bu bulanık manzara insanın zihnini hiç açmıyordu. Biraz ileri gitmiştim ki karşıdaki gölet dikkatimi çekti. Direğin başındaki fenerin şeffaf camının bir parçası kırılıp düşmüştü. Lambanın göldeki yansıması ince bir fırça ile boyanmış tabloya benziyordu. Yukarıdan süzülen sarı ışık suyun üzerinde renk değiştirmiş, şualar dilim dilim olmuştu. Rüzgâr lambayı ve suyun yüzeyini farklı açılarda hareket ettirse de yansıyan ışık ve onun ışınları kendi uyumunu bozmadan sanki sakin bir müzik altında hafif bir uğultuyla dans ediyorlardı. Üşüdüğümü hissedene kadar bu manzarayı seyrettim. Gölette yansıyan nurun güzelliğinden aldığım lezzet ruh hâlimi yükseltti. Gönlümden gördüğüm güzelliğin gökkuşağına dönmesini ve hiçbir zaman gökyüzünden gitmemesini geçirdim. Dağda, ormanda tabiatın koynunda Albina ile bu güzelliği istediğimiz zaman seyredebilelim. Bloğa girdiğimde dinlenmiş gibiydim…
* * *
Normal kurslarda öğrenmesi altı ay süren Mors alfabesini çok kısa zamanda öğrendim. Eğitimlerde tek zorlandığım dokuma işlerini öğrenmek oldu. Şapka, atkı, kolsuz yakasız gömlekler dokumak en önemli derslerden sayılıyordu. Mors alfabesi ve dokuma tamamen birbirine bağlıydı. Aslında bu kurslara başladığımda onların birbirine sıkıca bağlı olacağını hayal bile edemezdim. Dokuma konusu gündeme geldiğinde kahkaha ile güldüğümü hiç söylemiyorum bile. Dedim ki evimizde iki meşhur dokumacı var. Onlardan istediğim motifi öğrenebilirim. Alay edip baş salladılar ki nineler kesinlikle dokuma yeteneğimi bilmemeli. Bu kursta dokumayı öğrenmenin yanı sıra el dokuması gömleklerin yakasını, kolunu veyahut atkının bir ucundan başlayıp dikkatli bir şekilde ilmekleri kaçırmadan sökmeyi öğrenmemiz isteniyordu. Mors ve dokumacılık olağanüstü durumlarda önemli haberleri ulaştırmak için bir seçenek olarak kabul edilirdi. Bilgiyi Mors ile söktüğüm ipe yazacak, sonra onu kendi işlemeleriyle önceki yerine dokuyup doğru adrese teslim edecektim.
Gerçekten de çok gülünç bir durumdu. Dokumacılık dersleri gözlerimin önünden film şeridi gibi geçiyordu. Hayalimde kâh ninemle yan yana oturup dokuyoruz kâh birbirimizin işini eleştiriyor kâh da kendimi dokumacılıkla uğraşan ihtiyar bir adam olarak canlandırıyordum. Herhâlde şimdiye kadar bir erkeğin çorap, şapka dokuduğunu ne görmüştüm ne de işitmiştim. Hatta kadın işi yaptığımı gördüklerinde gülerler diye ninemin yıkama işlerine yardım ettiğimi hiçbir zaman arkadaşlarımın bilmesini istemezdim. Bir keresinde derste yaşlandığımda kanepede oturup dokumacılık yaptığımı ve torunlarımın da yerde halının üstünde sıra ile oturup bana baktıklarını hayal edip içten içe güldüm. Dokuma öğretmenim ise bunu gördüğünde sadece gülümsemekle yetindi.
“Pravda” beni sürpriz bir olayla saflarına dahil etmişti. İşe alındıktan sonraki gün yazı işleri ofisinde kapsamlı bir toplantı yapıldı. Sonunda Galina Serebryakova[40 - Stalin’in baskıları sonucunda 18 yılını hapishanede ve sürgün hayatında geçiren ünlü Sovyet yazarı (1905-1980)] ateşli bir çıkış yaptı. O editörü açıkça eleştirdi ve yapılan birçok hata için herkesi azarladı. Toplantıdan sonra şube müdürüne bu kadının neye güvenip böyle meydan okuduğunu sorduğumda o korka korka nedenini anlattı:
– Nikita Kruşçev 1959’lu yıllarda Kremlin’de ideoloji konularına özel bir toplantı düzenlerken, toplantıya devlet memurları ile birlikte ülkenin tanınmış simaları, yazarlar, şairler, bestekarlar, ressamlar da davet edilmişler. Galina Serebryakova’ya konuşma için söz verildiğinde o tartışılan konudan uzaklaşıp cezaevlerindeki durumların iç açıcı olmadığından, suçlulara karşı insanlık dışı davranışlardan söz etmiş. Kruşçev onun sözünü yarıda kesip yazarın yanlış düşüncede olduğunu söylemiş ve onu samimiyetsizlikle itham etmiş. Kruşçev’in bu sert tepkisini kabul etmek istemeyen Serebryakova kürsüden çıkarak eteğini yukarı kaldırmış, bacaklarındaki “yara” izlerini toplantıya gelenlere gösterip:
– Nikita Sergeyeviç, bu da canlı kanıt. Cezaevlerinde insanlara böyle işkence yapıyorlar, dikkatle bakın.
Bu sahneden neredeyse bilincini kaybeden Kruşçev, politik davranıp:
– Bunlar Stalin hükümetinin iğrenç izleridir, biz böyle vahşetlere izin vermeyeceğiz.
Şimdi bu kadın ne zaman yazı işleri ofisine gelse birden yine eteğini kaldırır diye editörün ödü kopuyor.
Şimdi bana eğitimden sonra Galina Serebryakova ile görüşmem ve ondan bazı talimatlar almam gerektiğine dair görev verildi. Görüşmelerimiz eğitim merkezinin bodrum katında, penceresiz bir odada gerçekleşti. Kadının adını işitince “Neden sadece ondan talimat almalıyım?” sorusunun cevabını görüşmemizin ilk dakikalarında anladım. O zorlu hapishane hayatı boyunca mahkumlar arasındaki sırlı ilişkileri, şifreli konuşmaları mükemmel derecede biliyordu. Tatlı bir konuşma tarzıyla kendisi de yorulmadan coşkulu bir şekilde bana işkencelere nasıl dayanılması gerektiğini, etrafındaki insanları sohbete katmanın yollarını, casusları, eğitimli insanları tespit etme yöntemlerini izah ediyordu.
Sonraki görüşmemizde “İran’da casuslarımız yok mu, onlar bu işlere yaramıyor mu?” sorusuyla kafamı karıştırıp onun daha üç saatlik konuşmasını dinlemek zorunda kaldım. Sohbetini böyle bitirdi:
– Çağdaş dönemde bütün dünyada keşif işleri diplomatik perde arkasında yapılır. Büyükelçilikte güvenlik için birkaç görevli olur. Onlar sadece yerel makamlar tarafından değil, aynı zamanda bu ülkelerde akredite edilmiş diplomatik birlikler tarafından da tanınırlar. Bu nedenle de her görevi yerine getirmezler.
Bu konuşmadan sonra bir daha anladım ki Nikolay Borisov’un tekraren elçilikle temasımın az olması konusunda verdiği talimat boşuna değil. En zor anda ise sığınacak yerim elçilik olacaktır. Vaziyet suç boyutuna varırsa beni alıp gerekli adrese bırakacakları konusunda uyarıldım.
…İran’daki süreçler ülkeyi inkılaba götürüyordu. Tahran gezimle ilgili aldığım talimatlar bundan kaynaklanıyordu. Tahran’da İran Radyo ve Televizyonu’nun birinci kanalında muhbir olarak çalışacaktım. Benden nüfuzlu Ayetullahlar da dahil olmak üzere ülkedeki önde gelen siyasi şahsiyetlerle yapılan röportajların ham[41 - Montaj yapılmamış, tam versiyon.] görüntülerini almam istendi. Ülke siyasetine etki etme imkânına sahip olan on yedi insanın listesi verilmişti. Bu isimleri iki üç defa okuyup ezberledim. Adları yazılı olarak yanımda götüremezdim. Yola çıkmama bir hafta vardı. Siyasi talimatları Nikolay Borisov adlı milis[42 - Polis.] generalinden alıyordum. Bana söylediği adının, soyadının, rütbesinin ve fonksiyonunun doğru olup olmadığını hiçbir zaman bilemedim. Eğitimlerden sonra ilişkimiz tamamıyla kesildi. Onu hiçbir zaman üniforma ile görmedim. Rütbesini ilk tanıştığımızda kendini takdim ederken söylemişti. Görüşmemizin sonunda her seferinde başını hareket ettirerek ve buruşuk dudaklarını biraz büzerek tüm hazırlıklardan memnun olduğunu gösteriyordu. Görevler hakkında sohbetimiz bittiğinde “Sizinle özel konuşmam gerekiyor.” deyince bunu bekliyormuş gibi yüzüne biraz da hoş bir tebessüm katarak arkasından gitmemi işaret etti. Binanın teras katına çıktık. Aynı gemilerin makine kısımlarının yapımında kullanılan ensiz bir merdivenle hayli basamak çıktık. Basamakları saymak ancak burada aldığım eğitimlerin zihnimde oluşturduğu histen ileri geliyordu. Basamakların sonunda yalnız elektrik lambaları ile ışıklandırılan dar bir koridora çıkıp hayli yürüdük. Geniş bir güvenlik kapısının karşısında durmamızla onun içeriden açılması bir oldu. Geniş salon, kapıdan girdiğinde sağ tarafta kanepe, koltuk, dergi masası; sol tarafta ise geniş ve uzun toplantı masası yerleştirilmişti. Salondan dört kapı görünüyordu. Bana göre onlar ofislere açılan kapılardı. Masanın etrafındaki sandalyelerin büyüklüğünden ve pahalı olmasından bu odanın önemli insanların gizli görüşmeleri için olduğunu anladım.
Nikolay Borisov bana oturmak için yer gösterip, duvara dayanan baş taraftaki koltukta oturdu. Onun sağ tarafında sürahi ve bardaklar vardı. Bardaklara su doldurup birini bana uzattı:
– Yoksa konyak ya da votka mı tercih edersiniz?
Farkında olmadan Doğu gelenekleriyle sağ elimi göğsüme koyup teşekkür ettim ve uzatmayı yersiz bularak direk konuya girdim.
– Nikolay Vladimiroviç[43 - Vladimir oğlu, saygı anlamında kullanılan şekli.], ben Tahran’da bir yıldan fazla kalmak istemiyorum.
O, kesinlikle şaşırmadı. Aksine bakışlarını benden çekmeyerek daha ne sorum olduğunu bilmek istediğini işaret ettiğinde “Bu kadar!” dedim.
Nikolay Borisov:
– Sizi, Tahran’a asker olarak değil, sadece güvenilir bir komünist olarak gönderiyoruz. Sadece yoldaş Mihayıl Suslov’u ilgilendiren görevlerle meşgul olacaksınız. Aslında dediğiniz bir yıl o kadar da kısa bir zaman değil. Bu sürede orada bizi ilgilendiren sosyo-politik süreçlerin bu zamana kadar tamamlanacağını varsayıyoruz. Yani gelecekteki siyasi yapı ve hükümetin sorunu çözülecek. Sovyet hükümeti Tahran’da yönetilen siyasi hakimiyetin bize karşı olan güçlerin eline geçmesine fırsat vermeyecek. Hakimiyetin bize düşman olan kuvvetlerin eline geçmesine hiçbir şekilde razı olamayız. Tacikistan devlet televizyonunun huzurunda yerli halkı için Farsça programlar hazırlamayı istiyoruz. Sizi ve üç kişiyi daha Kültür Bakanlığının vasıtası ile başkent Tahran’da resmî olarak Farsçanın inceliklerini ve bu ülkenin yayın işlerini öğrenmeye gönderdik. Karşılığında o taraf da aynı sayıda uzmanını Rusçayı öğrenmek için Moskova’ya gönderir. Anladınız mı?
Aslında anlamayacak bir şey kalmamıştı. General yeni bir casusluk şeklinden o kadar inançla bahsediyordu ki sanki karşısında bu sırları bilen bir Sovyet vatandaşı ile değil, diğer taraftan resmi bir yetkiliyle diplomatik bir dilde konuşuyor gibiydi.
General “Şah rejimi tam olarak ABD’nin etkisi altında. Yani bizim için bundan daha kötü bir güç iktidarda olabilir mi?” soruma cevap vermek için acele etmedi. Sanki konsantre olmak için zamanı varmış gibi görünüyordu. Öncelikle yerine yerleşti. Sonra boğazını temizledi. Ardından bir yudum su içti. Boğazından geçen su kuyuya atılan taş gibi öyle ses çıkardı ki sanki bunu ağzından çıkabilecek gereksiz bir sözü midesinde yok etmek için yapıyordu.
– Evet, olabilir. Biz Pehleviler hakimiyetinin sonunun geldiğini düşünüyoruz. Bundan sonra hiçbir güç hakimiyeti koruyup ömrünü uzatamaz. Bu ülkede oluşacak kaosun devamlı olması bizim için en kötü durumdur. Kabul edemeyeceğimiz ikinci şey şudur ki Sünni radikaller de dahil olmak üzere Arap ülkelerinde yetiştirilen “İslam-i Cihad” odaklı örgütlerin siyasi iktidarı ele geçirmemeleri gerektiğidir.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/sabir-sahtahti/mil-69499207/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Viktor Afanasyev 1976-1989 yıllarında “Pravda” gazetesine başkanlık yapmıştır.

2
Komünist Partisi’nin yerel teşkilatı.

3
Mihail Andreyeviç Suslov, Sovyet devlet adamıdır. Sovyetler Birliği Komünist Partisi Merkez Komitesi üyesidir. 1965’te Brejnev Dönemi’nde Sovyetler Birliği Komünist Partisi ikinci sekreteri oldu.

4
Eski Sovyetler Dönemi’nde gazete redaksiyon ve yayımlanmasında sansürü düzenleyen, baş editörlerin görevlerini yapan kişiler.

5
Çar Hükümeti tarafından 1881 yılında inşa edilen dünyanın en korkunç cezaevlerinden biri olan Moskova’daki Lefortovo Hapishanesi bir askeri hapishane olarak kurulmuş ve daha sonra genişletilerek amacını değiştirmiştir.

6
M. V. Lomonosov adlı Moskova Devlet Üniversitesi (Rus. Московский государственный университет имени М. В. Ломоносова). 1755 yılında kurulan en eski üniversitelerden biridir.

7
Sovyet Dönemi’nde meşhur olan alışveriş merkezleri.

8
borş: lahana, pazı ve bazı yeşil sebzelerle pişirilen lahana çorbası.

9
Sovyetler Birliği Komünist Partisi Merkez Komitesi üyesi

10
Japonya’da bir telsiz telefonun yapılması Nikita Kruşçev’i kızdırır. O, bu konuda SSCB İletişim Bakanı Moisey Shkudi’yi ciddi bir şekilde suçlar. Sadece bir yıl sonra, 1963 yılının başlarında, bakan Altay-1 adlı bir telsiz telefonu test eder. Test, Moskova’da farklı yönlere park edilmiş 30 Volga otomobili üzerinde gerçekleştirildi.

11
Alexandr Vasilyeviç Suvorov, Osmanlı-Rus Savaşlarında Osmanlılara karşı savaşan Rus mareşal.

12
Rusça “Ben anladım.” demektir.

13
“Televizor Voshod” şu anki Ukrayna’nın başkenti Kiev’deki radyo ve televizyon fabrikasında 1945-1991 yılları arasında üretilen meşhur Sovyet ürünüdür.

14
Bu otellerin neredeyse tamamının isimleri İran İslam Devrimi’nden sonra değiştirilmiştir.

15
Eski Türk takviminde yeni yıl Nevruz ile başlar. Bu tarih ayrıca İslam dininin başlangıcı sayılır. Günümüzde İran’da takvim 21 Mart’ta değişir.

16
Kazan, Rusya Federasyonu’nun Tataristan Cumhuriyeti'nin başkentidir. Nüfuzun yüzde doksan beşi Müslüman-Türklerdir.

17
Son yıllara kadar Nahçıvan (Azerbaycan Cumhuriyeti), Erdebil, Tebriz gibi şehirler ve etrafında da çayhane kafe adı ile biliniyor.

18
Başta Doğu ülkeleri olmak üzere çeşitli bileşimlerden yapılmış tütün içme tezgâhı.

19
Tahtadan veya demir çerçeveden yapılıp üstüne ahşap konulan bu yerde ortaya sofra açılır ve insanlar etrafında oturur.

20
Sovyet Dönemi’nde sokak ve meydanlara koyulan ankesörlü telefonlar iki kepiklik madeni para ile çalışıyordu. Boyutu uygun olduğu için on kepik de atılabiliyordu.

21
Abu, Çeçen dilinde baba demektir.

22
Ruman, Çeçen dilinde nar anlamında kullanılıyor. Arap dilinde de aynı, muhtemelen Arapçadan Çeçen diline geçmiş.

23
Arzu, Çeçen dilinde kartal anlamındadır.

24
Kur’an-ı Kerim, Yusuf Suresi, 44. Ayet.

25
Çakaran helhar (Чагаран хелхар): savaştan önce çekilen millî halay.

26
El ele tutuşarak birbirine bağlılığı sembolize eden bir dans türü.

27
Tarihî Preçistenka’nın en sonundaki dini bir yapı olan Bokoroditse-Smolenski Novodeviçi Stavropegial Manastırı Moskova nehrinin kavşağında, Lujniki’nin yakınındadır. Bu manastır 13 Mayıs 1524 tarihinde Büyük Dük III. Vasili tarafından 1514 yılında Smolenskin’in ele geçirilmesinden dolayı şükran ifadesi olarak Meryem Ana’nın Smolensk nişanı “Odigitria” şerefine kurulmuştur.

28
Sovyet Dönemi’nde kitapçık şeklinde derlenen takvimin duvar versiyonunda, sayfaların arkasında o gün dünyada meydana gelen en ilginç tarihî olaylar hakkında bilgiler verilirdi.

29
Telefonda neredeyse her gün kullandığımız “alo” kelimesi aslında Alexander Bell’in kız arkadaşının isminin kısaltmasıdır.

30
İran’ın ilk ve tek imparatoriçesi Ferah Pehlevi şahın hakimiyeti sırasında Azerbaycan Bakü’ye geldi, 1972 yılında Azerbaycan’a davet edilen Şahbanu için burada lüks bir resepsiyon düzenlendi.

31
Dağılmış, harap edilmiş.

32
Sovyetler Birliğinin dağılması ile birlikte 6 Kasım 1991 yılında kaldırıldı.

33
Yuri Vladimiroviç Andropov (Rusça: Юрий Владимирович Андропов; 15.06.1914-09.02.1984), Rus devlet adamı. 1967-1982 yılları arasında Sovyetler Birliği’nin istihbarat servisi olan Devlet Güvenlik Komitesi’nin (KGB) başkanı olarak görev yaptı. Brejnev’in ölümünden sonra ise 12 Kasım 1982’den ölümüne değin 15 ay süreyle Sovyetler Birliği Komünist Partisi (SBKP) Merkez Komitesi genel sekreterliği görevinde bulunarak SSCB’yi yönetti.

34
Demiçev Pyotur Niloviç (Пётр Ни́лович Де́мичев, 21.12.1917-10.08.2010). Eski SSCB’nin kültür bakanı (1974-1986).

35
CIA Amerika Birleşik Devletleri’nin, MOSSAD İsrail’in gizli servisidir. İngiltere’nin başlıca kuruluşları, Gizli İstihbarat Servisi (SIS veya MI6), Güvenlik Servisi (MI5), Hükümet İletişim Merkezi (GCHQ) ve Savunma İstihbaratı (DI) idi.

36
Mariya İvan kızı.

37
Sovyetlerde votka ile birlikte tüketilen tütsülenmiş sucuk benzeri yiyecek.

38
Eski SSCB’de, 1956-1985 yıllarında, önce tuğladan sonra panelden inşa edilmiş, 5 katlı alçak tavanlı, dar, çoğunlukla 1, 2 ve 3 iç içe odadan ibaret binalar.

39
Farsça “Sabah kahvaltımız hazırdır.” demektir.

40
Stalin’in baskıları sonucunda 18 yılını hapishanede ve sürgün hayatında geçiren ünlü Sovyet yazarı (1905-1980)

41
Montaj yapılmamış, tam versiyon.

42
Polis.

43
Vladimir oğlu, saygı anlamında kullanılan şekli.
Mil Sabir Şahtahtı

Sabir Şahtahtı

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Mil, электронная книга автора Sabir Şahtahtı на турецком языке, в жанре современная зарубежная литература

  • Добавить отзыв