Ferdi ve Şürekâsı

Ferdi ve Şürekâsı
Halit Ziya Uşaklıgil
Ferdi ve Ortakları Ticaretevi’nin sahibi Ferdi Efendi, dünyadaki her şeyin para olduğuna inanmış bir adamdır. Bu yüzden kızını evlendirirken bile baba duyarlılığıyla değil tüccar kafasıyla düşünür, karar verir ve kızına bir koca satın alır. Fakat önü arkası gözetilemeden girişilen bu “iş”, bir ticari ortaklık ve “satın alınan koca” hissiz bir adam olmadığı için olaylar bir facia ile noktalanır… Daha sonra Mehmet Rauf’un üç piyes hâlinde Mehasin dergisinde yayımladığı Ferdi ve Şürekâsı, Halid Ziya’nın İzmir’de kaleme aldığı son romandır. Halid Ziya’nın zaman ve mekân tasvirleriyle zenginleşen eser, toplumdaki ekonomik farklılıkların yol açtığı çarpıklıkları, zenginliğin insan düşüncesi üzerindeki etkisini ve dönemin ticari hayatını gözler önüne sermektedir. “Dünyada parayla satın alınamayacak bir şey varsa o da kalpti…”

Halid Ziya Uşaklıgil
Ferdi ve Şürekâsı

Halid Ziya Uşaklıgil, 1866’da İstanbul’da doğdu. İstanbul’da başladığı öğrenimine İzmir’de devam etti. Mechitariste Okulundan mezun olduktan sonra maddi imkânsızlıklardan dolayı tahsiline devam edemedi ancak edebî alanda kendisini geliştirecek faaliyetleri hiç bırakmadı. Fransızca ile birlikte İtalyanca da öğrenen Halid Ziya, kendisindeki büyük edebî yeteneği keşfeden hocalarının Avrupa’dan getirttiği eserleri okudu ve İngilizce dersleri aldı.
Türk edebiyatında genellikle Servet-i Fünûn dönemi içerisinde değerlendirilen Halid Ziya Uşaklıgil, edebî faaliyetlerine bu dönemden çok önce tercüme ile başladı. Yaptığı ilk tercüme Jean Racine’in La Thebaide adlı eseri oldu. Alexandre Dumas’dan La Reine Margot’yu, Eugene Scribe’den Bir Macera-yı Aşk’ı tercüme etti.
Halid Ziya Uşaklıgil, Türk Edebiyatı’nda Batılı tarzda roman yazımının öncüsü olarak kabul edilmektedir. Eserlerinde, duyguların gelişimini en ince ayrıntısına kadar dikkat ederek kaleme aldığı tahlillerini, eşya ve tabiat tasvirlerini sağlam tekniği ile büyük bir ustalıkla kullanmıştır. Sekiz romanı bulunan Uşaklıgil’in romanlarındaki estetiğin temeli psikolojidir.
İlk makalesini yazdığı 1883 yılından itibaren ölümünden iki sene öncesine yani 1943 yılına kadar yoğun ve zengin bir edebiyat faaliyeti içinde bulunan Halid Ziya Uşaklıgil’in Türk edebiyatında eleştiri tarihine yaptığı katkılar da büyüktür.
Uşaklıgil, Mayıs 1945’te İstanbul’da vefat etti.
Başlıca Eserleri: Sefile, Nemide, Bir Ölünün Defteri, Ferdi ve Şürekâsı, Mai ve Siyah, Kırık Hayatlar, Aşk-ı Memnu, Nesl-i Âhir, Bir Muhtıranın Son Yaprakları, Bir İzdivacın Tarih-i Muaşakası, Deli, Bu Muydu?, Heyhat, Bir Yazın Tarihi, Valide Mektupları, Solgun Demet, Hepsinden Acı, Aşka Dair, Onu Beklerken, İhtiyar Dost, Kadın Pençesi, İzmir Hikâyeleri, Kırk Yıl.

1
Elindeki kurşun kaleminin ucunu dişlerinin arasına sıkıştırmış; gözü, önündeki yazı masasını örten baştan başa rakam dizileriyle dolu büyük çizgili kâğıda dikilmiş, sol eli, hafif bir eğilişle omzuna düşen başının uzun kumral saçları içinde kaybolmuştu. Başının üzerinden donuk bir ışık saçan parıltının yansıyan titremesi içinde gözünün önünden bir sürü acayip gölgeler gibi ara sıra şişerek, ara sıra küçülerek, ara sıra titreyerek akıp giden rakam zincirine tüm varlığı ve düşüncesiyle kendini vermiş olan İsmail Tayfur, dişlerinin arasından ıslık çalar gibi bir sesle sayıyordu:
“1224, 3477, 20305, 683, 13560…”
Yazıhaneyi kaplayan derin sessizlik içinde genç adamın dudaklarından rakamlar, düzenli bir sırayla dökülüyor ve karşısına dayadığı büyük bir defterin arkasında yüzü kayboluyordu. Yalnız fesinden bir parçası görülen başka bir muhasebecinin çevirdiği yapraklardan çıkan bir hışırtı işitiliyor, biraz ötede, odanın bir köşesini kaplayan iki yüzlü alçak bir yazı masasında birer koyu gölge gibi görünen iki kişinin önlerindeki kâğıtlarda koşan kalemlerinin sinirleri tırmalayan cızırtıları çarpışıyordu.
İsmail Tayfur orada, gözünün önünde takım takım uçan rakam yığınları karşısında donmuş bir put, canlanmış bir sabır gibi; sekiz dizili, altı yapraklı bu aylık denge çizelge müsveddesinde; hep önünden kaçan, bu rakam karışıklığı içinde kırılmaz bir inatla gizlenen otuz altı kuruşluk bir farkı bulmak için işte iki saatten beri ciğerlerini parçalıyor; sabahın dokuzundan beri kafasını ağrıtan, beynini şişiren, gözlerini bulandıran aralıksız bir uğraşmadan sonra otuz altı kuruşluk aşağılık bir farkın arkasından koşuyordu.
Ferdi ve Ortakları Ticaretevi’nin bu muhasebe odasında dört kişiydiler. Tavana asılı iki büyük lambanın ışığı, uzun, koyu perdelerle pencerelerin önünde çizilen gölge setlerinin üzerine dökülerek, duvarları örten levhaların, haritaların, ilanların üzerinden kayarcasına, odanın sağ yanında karanlık bir kapı gibi ağzını açan, rafları yüklü oldukları iri, kalın defterler altında çökmüş gibi kıvrılan dolabın içine sokuluyordu. Şurada gölgeden bir leke etrafında parıltıdan bir daire, burada karanlık bir yüzey üzerinde parıltıdan bir parça bırakarak garip levhalar, yer yer gölge ve ışıktan yapılma resimler vücuda getiriyordu.
Odanın ortasından ateşten bir yaratık gibi homurdanarak, göğsünde gök gürültüsü ve yıldırım besliyormuş gibi derinden iniltiler çıkararak, birer uçan yılan gibi kıvrılıp havaya atılmak istiyormuşçasına boruya saldıran alevlerle kızaran büyük sac soba, bu kış gecesinde, pencerelerin arasından giren dondurucu havayı kızdırıyor; bu dört kişinin yorgun düşüncesini, yorgun vücudunu hoş bir sıcaklık içinde tutuyordu. Odanın kapısına karşı gelen duvarda eski bir zincirli asma saat; bu muhasebe odasının tekdüze hayatından bıkmış, usanmış gibi ağır bir hareketle zincirlerini toplayarak, güllelerini sürükleyerek dönüyor; bu derin sessizlik içinde şu dört kişide bir canlılık belirtisi görülmüyordu. Yalnız insanlara bir yaşama yeri değil, rakamlara bir dolaşma alanı da olan bu yerde; kalemlerin hiç durmayan bağırtısı, sayıların yorgun bir sesle sürekli sessizliği hüküm sürüyordu:
“8380, 450, 5670, 894, 7240, 350…”
Artık yorulmuş, sesi kısılmıştı. Şimdiye kadar altı yaprağın dördünü bitirmişlerdi; daha iki yaprak, birer arşınlık on altı sütun vardı. Şimdi İsmail Tayfur kısaltıyor, fark son iki basamakta olduğu için, onlardan sonraki basamakları söylemeye gerek görmüyordu. Bunu niçin önceden düşünmemişti? Kendi kendisine kızıyordu. Ya fark, sandığı gibi, müsveddenin bir yanlışlığından meydana gelmişse ne yapacak? Bu otuz altı kuruşluk farkı nereden bulup çıkartacak? Bu sorular beyninde bir yara açtığı sırada ağzından sayılar doğal bir akıntıyla dökülüyordu:
“25, 34, 40, 50, 25…”
Uzun bir hırıltı işitildi; saat, bu dört kişinin hep aynı şekildeki hayatını ölçen, sayılar karşısında geçen şu tekdüze yaşamı tartan aracın tokmağı, yıllardan beri her vuruşunda hayattan bir saatin daha kaçışını bildirerek dövdüğü tunç tasın üstüne yavaş yavaş dokuz kez kalkıp düştü.
Şimdi hepsi başlarını kaldırmışlardı. Nasıl? Saat gecenin dokuzuna gelmiş mi? Demek on iki saatten beri burada çalışıyorlardı! Yalnız İsmail Tayfur, durumunu değiştirmemişti. Saate bakmanın ne gereği var? Saatin dokuzu çalması, farkın bulunması demek değildi. Bu gece bu farkı bulmaya mahkûm değil miydi? Eğer bulunmayacak olursa yarın kesin denge cetveli düzenlenemeyecekti. Şimdi artık canı sıkılıyor, acele ediyor; ağrımaya başlayan boğazını zorluyordu. Hatta bir kez karşısında büyük defterin yapraklarını çevirerek işini yapmakta olan, her sayı söylendikçe elindeki kurşun kalemiyle işaret eden arkadaşı “Rica ederim!” dedi.
İsmail Tayfur, biraz yavaşlattı, şimdi beşinci yaprağın sonuna yaklaşmıştı. Son sütunun sayısını söyledikten sonra başını dayadığı elini uzattı, yaprağı çevirdi; büyük kâğıt, kanatları düşen, vurulmuş iri bir kuş gibi yazı masasının öte yanına devrildi. Şimdi, son sayfaya gelmişlerdi:
“47, 73, 86, 93, 62…”
“Nasıl?”
İsmail Tayfur, başını kaldırdı; işe başlayalıdan beri birinci kez olarak arkadaşı tekrarlıyordu. Acaba fark, orada mıydı? Belki değildir, belki bu umut boşa çıkacaktır korkusuyla tekrar edemedi; arkadaşına dalgın dalgın bakıyor; o da kendisine bakıyordu. İkisi de “Acaba bulundu mu?” demek istiyordu.
Genç adam, gözlerini indirdi, kaçırmamak istiyormuş gibi parmağıyla tuttuğu sayıya bakarak, yavaş bir sesle yineledi:
“62…”
Arkadaşının dudaklarında şimdi hafif bir gülümseme vardı. İsmail Tayfur, karşısındakinin düşüncesini araştırırcasına baktı.
Bu adam, ufak tefek yapılı, küçük başlı, beyaz saçları dökülmüş, yazı masasının üzerindeki iri defterin arasında sıkışmış da kurumuş gibi solmuş, buruşmuş bir ihtiyardı.
İsmail Tayfur, yaşına saygı göstermek için adına “efendi” sözünü ekleyerek çağırdıkları Hasan Tahsin Efendi ile odanın ortasını kaplayan yüksek, büyük bir yazı masasının iki yanında çalışırlardı. İkisi de defter tutma işiyle görevli oldukları için bu altmış beş yaşındaki ihtiyarla o yirmi dört yaşındaki genç, sürekli bir ilişki içindeydiler.
Aralarında bu ilişki, içten bir sevgi hâlini almıştı ki buna, “hesap akrabalığı” adı verilebilirdi. Hasan Tahsin Efendi, Ferdi ve Ortakları Ticaretevi’nin ilk kuruluşunda, yani otuz beş yıl önce buraya muhasebeci olarak girmişti. O zaman bu ticaretevinin işleri çok olmadığı için memur olarak iki kişiydiler: Bir Tayfur’un ölmüş babası, bir de kendisi… Tayfur’un babası veznedardı. Otuz iki yıl, bu iki arkadaş, beraber yaşadıktan sonra şimdi Hasan Tahsin Efendi, arkadaşının oğluna eşlik ediyordu. Yaşlı muhasebeci ne zaman bu karşıtlıktan söz etse göğüs geçirirdi. O da bir gün zavallı arkadaşı gibi defterinin üzerine düşüp son nefesini, son rakamın üzerinde vermeyecek miydi?
Hasan Tahsin Efendi, Ferdi ve Ortakları Ticaretevi’nin canlı tarihi gibiydi… Boş kaldıkları zamanlar bu yazıhanenin topluluğunu meydana getiren o iki kâtiple bu iki muhasebeci biraz konuşmaya zaman bulabilirlerse konularının dar çerçevesi içinde her zaman tekrarlanan bir konu olarak ticaretevinin eski tarihi seçilirdi.
Bu konuları en iyi anlatan, Hasan Tahsin Efendi olurdu. Hatta bir gün ticaretevi sahibi Ferdi Efendi’nin bir sinir bunalımı arasında birkaç ağır sözcüğüne hedef olan yaşlı muhasebeci, sarı benzi donmuş, dudaklarının rengi uçmuş olduğu hâlde onun odasından çıkıp yazıhaneye geldiği zaman zangır zangır titreyerek demişti ki:
“Ah! Değer bilmez adam…”
Yaşlı adamın bu öfkeli bağırışı üzerine masasında, “Trabzon’da kereste tüccarlarından izzetlu…” diye başladığı mektubu bırakan Mehmet Rıfkı başını kaldırmış; cevap verilmiş bir deste mektubu bir mukavva kutuya koymakla uğraşan Osman Şevket yüzünü çevirmiş; uzun bir toplam yapmakta olan İsmail Tayfur da her zamanki gibi bir söylev vermeye başladığını fark ettiği Hasan Tahsin Efendi’yi iyice dinleyebilmek için toplamı yarım bırakarak yüksek iskemlesinin üzerinde çevrilmişti.
Hasan Tahsin Efendi, öfkesinden titreyen buruşuk elini, Ferdi Efendi’nin odasına uzatarak kendisine özgü kesik bir sesle, sözlerini sürdürmüştü:
“O gururuna, kibrine çelikten bir dayanak gibi arkasında duran kasanın içindeki parada benim kanımdan, benim hayatımdan bir parça olduğunu unutuyor. Otuz beş yıllık bir memuru, altmış yaşında bir ihtiyarı, babasının bütün hayatına katılmış, onu zengin etmek için saçlarını ağartmış, onun milyonlarını hesaplamak için gözlerinin canlılığını kaybetmiş bir zavallıyı, karşısına çağırmış da azarlıyor. Senin o üzerinde milyonluk bir altın kürsü gibi kurularak oturduğun sandalyeye o kuvveti vermek için biz ne olduk, bilir misin? Kuruduk! (Burada Hasan Tahsin Efendi, sözüne kişisel bir tanıkmış gibi vücudunu gösteriyordu.) Ah! Ayda yirmi beş lirana avuç açan bir aile babasını azarlamak hoşuna gidiyor, öyle mi?”
Memurların üçü de onu kaygıyla dinliyorlardı. Bu konu üzerinde söz söylendiği zaman hepsinde de bir duygu birliği meydana gelirdi. Bu dört yoksul adam, kalemlerinin ucunda yüz binlerce liraların çalkantısını gören, defterlerinde yüz binlerce liraların dolaşmasını işaret eden bu dört yoksul, o kadar güç kıran uğraşmalardan sonra ay sonunda kendilerini bekleyen değersiz tutarı düşündürecek bir söz olduğu zaman kalplerinin hep beraber ağladığını duyarlardı.
Hasan Tahsin Efendi, söyleyeceği şeylerle hedefi olduğu aşağılatmadan öç alacakmış gibi -ara sıra dinlenmek için yazı masasının yanında bulundurduğu- hasır iskemlenin üzerine düşercesine oturmuş; biraz daha sakin, biraz daha hafif bir sesle devam etmişti. Şimdi Mehmet Rıfkı ile Osman Şevket; biri kalemini, öbürü mukavva kutuyu bırakarak, manyetik bir çekime yenilmişler gibi yaklaşmışlar; karşısında bir dinleyici topluluğu meydana getirmişlerdi:
“Otuz beş yıl önce babası Hüseyin İlhami, beni gümrükte stajyer olarak devam ettiğim bürodan çıkarıp da dört lira aylıkla yanına aldığı zaman bu Ferdi ne kadardı, bilir misiniz? Üç yaşında… (Hasan Tahsin Efendi eğilerek eliyle bir kedi boyunu gösteriyormuş gibi işaret etti.) Evet, üç yaşında bir çocuk! Hiç unutmam, yanlarına ilk girdiğim gün arkasındaki solmuş mavi basmadan bol hırkasının içinde… Siz şimdi şu tantanayı gördükçe Ferdi Efendi’nin o zaman omzuna katır boncuğu dikilmiş mavi soluk bir hırka giyen sümüklü bir çocuk olduğuna inanmazsınız… Evet! O bol hırkasının içinde kaybolmuş gibi ayaklarımın arasında dolaştığı zaman, ne yaptım bilir misiniz? Bu çirkin çocuğu, kollarından tutup odadan dışarıya attım. Abdülgafur Efendi, İsmail Tayfur’un zavallı babası, bana öyle bir bakmıştı ki, bunda, ‘Oh! Ne iyi yaptınız! Şu pis çocuktan her gün çektiğimi bir ben bilirim, bir o bilir!’ anlamını açıkça okumuştum. İşte bu Ferdi, bugün beni odasına çağırmış da ‘Tahsin Efendi! Sen yaşlandıkça garip oluyorsun!’ diyor. Ah! O zaman, o zaman görmeliydiniz efendiler! O zaman bu zenginlik yoktu. Bunlar, yani babası, amcası filanı yıllarca Karadeniz’in üzerinde tekne kadar kereste çektirmelerini sürükledikten, tuzlu rüzgârlarda derileri yarılıp kızgın güneşlerde piştikten sonra iki üç yıl önce Unkapanı’nda bir kereste deposu tutmuşlar; Trabzon’da, Sinop’ta, bilmem nerede edindikleri ortaklarla işe başlamışlardı. Eminim, başladıkları zaman Hüseyin İlhami ile kardeşinin servetleri, üç yüz lirayı bulmazdı. İki yıl içinde, yani Abdülgafur ile ben girdiğimiz zaman üç bin liralık ticaret içine başlamış olduk. Hâlâ Unkapanı’nda, o pis ahır gibi yerdeydiler; hâlâ gündüzleri pide ile tahin helvası yerlerdi. İşleri o kadar çoğalmıştı ki artık yetişmek mümkün olamamış ve bir kâtiple bir veznedar tutmak gerekli görülmüştü. Abdülgafur… (Hasan Tahsin Efendi bir göğüs geçirdi.) Bu zavallı adamın adını ne zaman ansam yüreğimde bir damarın sızladığını duyarım… Abdülgafur, benden on iki gün önce alınmıştı… Ona da dört lira veriyorlardı…
Bize kereste yığınlarının üstünde, asma merdivenle çıkılır, güvercinlik gibi bir yer yaptırmışlardı; onlar, aşağıda odaya benzer bir kümeste otururlardı. Benim elime, gezginci bir Yahudi defterciden dört buçuk kuruşa alınmış bir defter, Abdülgafur’un eline, iri bir anahtar tutuşturmuşlardı. O zaman her ikimiz de gençtik; ama genç olmak neye yarar? Orada kereste kokusu içinde yaşlanacak olduktan sonra! Burada tam on sekiz yıl yaşadık; bu on sekiz yıllık hayat, ciğerlerimizi kuruttu, şakaklarımızda beyaz teller çıkardı, zamanında tıraş edilmemeye alışmış sakallarımıza kır düşürdü de ne oldu bilir misiniz? Aylıklarımız on iki liraya, Hüseyin İlhami ve Ortakları Ticaretevi’nin de serveti altmış bin liraya çıktı! Altmış bin lira! Bu altmış bin lira içinde geçen günlerimizi düşündükçe ağlarım! Bundan sonra büyük bir değişme oldu; birdenbire gelen ölüm, Hüseyin İlhami’yi alıp götürdü, uzun bir miras çekişmesi başladı. Ferdi, babasının tek mirasçısıydı, amcasından ayrıldı, ticaretevinin sermayesi yarı yarıya indi, ortak olarak yalnız Sinop’ta Mestanzade Kardeşler kaldı. Kuruluşun adı da ‘Ferdi ve Ortakları’ oldu, Unkapanı’ndaki mağazalar depo olmak üzere bırakıldı, Ferdi bir odalık aldı, bu binayı yaptırdı, yazıhane buraya taşındı.
Ferdi o zaman yirmi bir yaşında, tek başına otuz bin liralık bir servete sahipti; biz ikimiz bu genci bu servet içinde idareye başladık. Yıllar geçti; bu servet, korkunç bir ejder gibi şiştikçe şişti. Biz kurudukça kuruduk, bir gün Ahdülgafur, ciğerlerinden kanını defterinin üstüne kusarak hayatını harcadığı sayıların içinde ruhunu da boğup gitti. Şimdi, Ferdi ve Ortakları Ticaretevi’nin kalıntılarından bir ben varım. Oysaki ben, değerli bir hatırda değil, bunamış bir ihtiyarım! Ferdi, o otuz beş yıl önce soluk hırkasının içinde yuvarlanan Ferdi, bugün bu yaşlı adamı karşısına çağırıyor da samur kürkünün kollarını toplayarak, (Hasan Tahsin Efendi anlatırken gülünç bir biçimde taklit ediyordu.) bana, ‘Sen kocadıkça ne garip oluyorsun!’ diyor.”
Hasan Tahsin Efendi, sözlerini belki daha sürdürecekti ama bu sırada Ferdi Efendi’nin zili çalınca konuşmasına son vermişti.
***
Bu gece İsmail Tayfur, “62…” sayısını tekrarladığı zaman, yine konuşkan ihtiyar, söz söyleyeceğini belirtir bir sesle, yüksek iskemlesinden atlayarak:
“Sayı işi! Pis iş! Bilmem, düşünceyi bunun kadar yüksek derecesinden düşürecek, kişinin bütün duygularını çürüterek zihni anlamsız, ruhsuz birtakım şekiller içinde boğacak başka bir meslek var mıdır? Düşününüz! On saatten beri kesilmeyen bir uğraşma içinde üç yüz sayfalık bir defterin binlerce rakamı içinden sürüyle sayıları alacaksınız; önünüze ince mavi çizgileri gözlerinizi yoran kâğıdı onlarla dolduracaksınız. Ufak bir dikkatsizlik, küçük bir düşünce, kalemin basit bir hevesi, sigaranızın ince bir dumanı, bakışınızın küçük bir savsaması, bir hiç, bir 26 sayısını 62 yaptırır; 36 kuruş bir fark çıkarır, on saatlik çalışmasından sonra geniş bir soluk almak istediğiniz sırada bir o kadar daha, belki daha çok, belki de günlerce uğraşmak gerekir.
Bu uğraşın içinde fikre eğlence olacak, yüreğe tat verecek, kişiye insanlığını düşündürecek, elinizde bağıran kalemi bir hazla titretecek bir şey yok; yalnız sayı… O çizgilerden, yuvarlaklardan meydana gelmiş garip, acayip resimler! Ah! Bir muhasebecinin hayatında sayı ne demek bir bilinse! O hayat, artık bir hayat; o kişi, artık bir kişi değildir, inanır mısınız? Otuz beş yıllık hayatımı alan rakamlar, beni ne yaptı, bilir misiniz? Bazı zamanlar oluyor ki, aklıma gelen bir düşünceyi birer sayıyla belirtmek istiyorum… Sayı, düşüncemde dilden çok yer tutmuş! Biraz daha ilerlesem, söz gelimi, ‘Karnım aç!’ diyecek yerde ‘Dört kere dört, on altı!’ diyeceğim. Sayı, bütün var olan şeyleri bana o kadar unutturmuş, duygularımı o kadar kör etmiş ki çiçeklerin ruhu titreten kokusunu, gökyüzünün düşünceye kanat veren rengini duymuyorum, anlamıyorum… Abartıyorum sanırsınız; otuz beş yıl… Ne demektir, bilir misiniz? İşte yine sayı… On iki bin şu kadar gün… Onar saatlik sayı uğraşı; zavallı kısa ömrümde yüz on iki bin saatlik bir sayı hayatı meydana getiriyor! Şimdi size yağmurlu havalarda pencere camlarının üzerinde suların çizdiği şekilleri sayılara benzetmeye çalışarak saatlerce eğlendiğimi söylersem şaşmazsınız değil mi? (İhtiyar muhasebeci gülerek ve artık şaka ettiğini anlatmaya çalışarak ekledi.) Hatta çocuklarıma birer sayı adı koymak istemediğime şaşıyorum. Söz gelimi Münir, tokmak gibi bir çocuktur; adı 9 olsaydı pek iyi yakışırdı! Gülmeyiniz! İnsan, hatta sayılarda bir anlam aramaya başlıyor… Kim anlatıyordu, bilmem? Yazı öğretmenlerinden biri harflerin birer rengi bulunduğuna; söz gelimi ‘v’nin kırmızı, ‘l’nin yeşil olduğuna inanırmış!
Bende daha sayılar hakkında böyle inanış meydana gelmedi ama söz gelimi 9 şişman bir adama, 1 ince bir genç kıza pekâlâ benzer! Deli olduğuma inanacağınızdan korkmasam, daha garibini söylerdim… Fakat ne zarar var! Varın öyle sanın! Bilir misiniz? (Burada sesini bir sır söylüyormuş gibi indirdi.) Bazen, gece şu odada, siz gittikten sonra yalnız kalıp da bir sayı sağanağı içinde boğulduğum zamanlar ne sanırım! Bu sayılar, bu zorluklar, küçük küçük birtakım garip yaratıklarmış da öyle kalemin ucundan kanatlanıp uçuyorlarmış, kâğıt üzerine dağılıyorlarmış… Nasıl diyeyim? Bu duyguyu nasıl anlatayım? Ben devmişim de bu garip, acayip şeyler canlanıp benden çıkıyorlarmış gibi sanırım… Bu hâl, bana bir hastalıktan kaldı. Şimdi dört yıl oldu… (Yaşlı adam İsmail Tayfur’a döndü.) Sen o zaman okuldaydın fakat bunlar bilirler… Korkunç bir nöbete tutulmuştum… Nöbet geldiği zaman ne görürdüm, bilir misin? Gözlerimin önünde iri, kalın, ufak, ince, bin şekilde, bin çeşitte, karmakarışık bir sürü sayı! Bunlar hep bir yığın böcek veya doğa dışında bir küme yaratık gibi sekizler yedilerle, üçler ikilerle kol kola vermiş veya bir altının kafasına bir beş düşmüş yahut bir dördün ensesine bir dokuz binmiş olduğu hâlde çılgın bir dansla gözlerimin önünden geçerdi… Hastalığım sürdükçe bu hayal ilerlemişti… Bir zaman geldi ki, bunlardan korkmaya başladım… Hele bir gün, pek iyi bilirim, bana çirkin bir gülümsemeyle sırıtıyormuş gibi bakan bir altıdan o kadar korkmuştum ki, ‘Aman! Aman! Altı!’ diye bağırarak sıçramıştım. Bunu, sayıları tanımamış, onlarla yaşamamış bir adama anlatırsanız sizi deli sanır.
Onlar mı haklı, ben mi haklı; bilmem ama doğru olan bir şey vardır ki, deliliğe sayı kadar yardım edecek bir şey olamaz. Kendimi düşünüyorum da korkuyorum… Ara sıra mutlaka deli olacağıma inanıyorum… Sabahleyin uykudan uyandığım zaman ilk düşündüğüm şey, defterimin bir tarafında yarım kalmış bir toplam veya bir cetvele eklenmesi gerekli bir sayıdır… İşimin başına geldiğim zaman başka şey düşünme imkânı yok; beni bekleyen yüzlerce kâğıttan sayı toplayıp ait oldukları defterlere dağıtmalı ve bölmeli, harf dağıtan bir dizici gibi her sayıyı ait olduğu göze yerleştirmeli, bu uğraşma içinde acıkabilirsem… Çünkü şu iskemlenin üstünde acıkmak da kolay bir şey değildir. Acıkabilirsem bir şey yediğim sırada yine onları düşünmeli; akşama dek, ara sıra geceye dek yine onlarla uğraşmalı; en sonunda öyle bir hâle gelmeli ki beyin uyuşmalı, göz kararmalı; sarhoş olmuş, fikri işlemez olmuş, aklı karışmış bir adam gibi buradan çıkıp eve gitmeli. Eşiniz, kızınız, oğlunuz, sizi bekliyordur; size gülümsüyorlar; sizden gülümseme bekliyorlar; gülmeye gücünüz kalmamış ki gülesiniz. Onlar söylerler, siz dinlersiniz; siz söylerseniz onları sıkacağınızdan, mutluluklarını gölgelendireceğinizden emin olunuz. Çünkü söyleyeceğiniz, mutlaka hayatınızdan, geçiminizden yakınmadır; ne gereği var? Feda ettiğiniz bir ömrün yasını onlara mı tutturacaksınız? Siz yorgun; onlar ilk önce neşeli, sonra sizden geçen kederle üzgün; bu hâlde uyku zamanı gelir, yatağa girersiniz, orada sanki sizi rahat bekliyordur. Ne yazık! Beyin! O zavallı duygu kutusu! Sayılardan aldığı vuruşların o kadar etkisine esir olmuştur ki size uykunuzda da toplama yaptırır; uykunuzda da ‘Elde var sekiz, altı daha on dört…’ diye tekrarlayıp durur.”
Bu sözleri söyleyen muhasebeci, dinleyenler üstünde meydana getirdiği etkiyi anlayıp da artık sözlerine son vermek isteyen konuşmacılara özgü bir hâlde etrafa baktıktan sonra, ağırbaşlı bir davranışla ilerleyerek İsmail Tayfur’a yaklaştı. Elini hafifçe genç adamın omzuna koyarak ağır, ciddi bir sesle ekledi:
“İşte sen geldin de böyle bir mesleğe, böyle bir uçuruma atıldın. Zavallı babanın hayatı, çabalarının sonucu, senin için bir ibret dersiydi. Burada ne olacağını anlamak için onu düşünmelisin! Ama sen! Sen, buraya gelmeseydin, buraya gelip de babanın yalnız ve çaresiz bıraktığı aileyi beslemeye zorunlu olmasaydın, bir şey olabilirdin! Eminim, şimdi sen geceleri gökyüzünün ışıklarına daha gençlik şiiriyle dolu olan gözlerini yönelttiğin zaman bakışın, siyahtan başka bir şey görmüyor. Ben de öyleydim; ama sende biraz umut ışığı, biraz hülya pırıltısı olsa…”
Hasan Tahsin Efendi bitiremedi, tam bu sırada bir kapı gıcırdadı, dördü de başlarını çevirdiler, Ferdi Efendi odanın eşiğinde görüldü.
Ferdi Efendi, ince, uzun boylu, içinde yuvarlandığı altınların rengini almış gibi sarı saçlı, sarı sakallı, bünyesinin zayıflığına kanıt sayılacak kadar donuk benizliydi. Hayatını baştan aşağı kaplayan sakat benliğinin verdiği endişeyle alnı çizilmiş; boyu, ömründen otuz sekiz yılını geride bıraktıktan sonra artık ileride yaşayacak çok yılı kalmadığını anlamış gibi biraz öne eğilmişti. Hayata kazanmak, kazanmak, her zaman kazanmak için geldiğine karar vermiş; paradan başka dünyada hiçbir şeyin değeri olabileceğini düşünmek zahmetini asla duymamıştı. Kişinin para yaptığına değil, paranın insan yaptığına tam bir inanışla bağlanmış; hatta insanlığın şu dünya üstündeki bedeninin, paradan nimetlenmek amacına dayandığı düşüncesini, tek bir bilgelik olarak kabul etmiş; öngörüsü para ile sınırlı bir ufuktan başka hiçbir ufka açılmamış; paranın her şey, her şeyin hiç olduğuna inanmış bir adamdı.
Ferdi Efendi’de, iki şey vardı; dikkat edildiği zaman korku verirdi: Gözleri, dudakları!
İnce, seyrek, sarı, gizli bir düşünce saklıyormuş gibi garip bir şekilde basık, yüreğinin sırrını verebilecek bakışını saklamak istiyormuş gibi düşük kaşları altındaki bu mavi gözlerde; bütün topluma karşı bir alay gülümsemesi gibi ince, küçük dişlerinin üstünde sonsuz bir tebessümle kasılmış o dudaklarda; doğa dışında, şeytanca, cehennem gibi bir şey, belirtilemez, yorumlanamaz bir anlam vardı ki, dikkat edildiği zaman bir yılanın, bir timsahın görünüşünden doğan korkuya benzer bir şey duyulurdu.
Hasan Tahsin Efendi, derdi ki:
“Bu gözleri, bu dudakları görüyor musunuz? Para, zavallı kişileri kötülüğüne kurban eden o iblis, boş sofrasının üstünde ağlayan aç bir aileyi gördüğü zaman bu gözlerle, bu dudaklarla güler.”
İsmail Tayfur, Ferdi Efendi’nin bu gözlerine, bu dudaklarına bakmaya asla cesaret edememişti. Bakışı, o her zaman hareketli, her zaman fır dönen gözlere; o her zaman gülümseyen, her zaman kasılmış dudaklara rastladıkça kalbinden soğuk bir şeyin aktığını duyardı.
***
Ferdi Efendi eşikten geçti, ağır adımlarla ilerledi; şimdi Hasan Tahsin Efendi biraz geri çekilmiş, haberleşme memurları gözlerini kalemlerinin ucuna dikmiş, İsmail Tayfur yüksek iskemleden aşağıya inmişti.
Ferdi Efendi odanın ortasına kadar ilerledi, bir şey söylemek istiyormuş da nasıl başlayacağını düşünüyormuş gibi gözlerini süzdü, sonra birdenbire, emir veren bir sesle İsmail Tayfur’a “Yarın akşam beni görünüz!” dedi.
Genç adam gözlerini kaldırdı, birinci kez olarak böyle bir emir alıyordu; bu sözün altındaki amacı anlayabilmek için Ferdi Efendi’ye bakmak istedi, başaramadı. Ferdi Efendi, şimdi yazışma görevlilerine dönmüş, diyordu ki:
“Bana ihtiyacınız var mı? İmza edilecek şeyler yarına kalsın! Ben, içeriye giriyorum.”
Ferdi Efendi odasına çekildi; kapının sürgülendiği, biraz sonra içeriden diğer bir kapının açılıp kapandığı işitildi; efendi hareme girmişti.
Memurlar, “Yarın akşam beni görünüz!” sözünü anlayabilmek için İsmail Tayfur’a baktılar, genç adam omuzlarını hafifçe silkerek: “Ne olacak? Yine bir iştir!”
Hasan Tahsin Efendi odanın sofaya açılan kapısının yanındaki çıngırağın ipini çekti, yazı masasının önündeki defteri kapadı, dişlerinin arasından, “Gidelim!” dedi. Şimdi herkes kâğıtlarını topluyor, paltolarını giyiyor, içeriye giren uşak, lambaları söndürüyordu.
Dördü birden yazıhaneden çıktılar, sofayı geçtiler, mermer merdiveni susarak indiler. Burası, küçük bir avluydu, sokak kapısını açtılar, arkalarından ağır demir kapı büyük bir gürültüyle kapandı. Dışarıda kar yağıyordu, sokaklar karla örtülüydü, donmuş bir rüzgâr yüzlerine çarptı. Yukarıdan, yazıhanenin eski saati, yaşlılara özgü öksürüklü sesiyle onu çalıyordu. Karların üstünde gölgeleri dans eden dört arkadaş, şemsiyelerini açtılar; hızlı adımlarla ilerlediler.

2
Ferdi Efendi, babasının ölümünden sonra Unkapanı’ndaki kereste depolarını elinde bulundurmakla beraber, bu yerdeki fakir evi bırakarak ticaret merkezine yakın güzel bir ev yaptırmaya karar vermişti. Bu karar sonucu olarak Yenicami çevresindeki ev yapıldığı zaman sağlığından şikâyetçi Ferdi Efendi, işlerin başında olmak, depolara kadar gitmek zorunda kalmamak için orada birkaç memur bırakarak yazıhaneyi buraya getirtmişti. Evin yapı biçimi buna dayanıklı olduğundan Ferdi Efendi, evinin birinci katının sofasını, bir büyük bir küçük odasını, şu dört memurla bir uşağa ayırarak evinden çıkmadan iş yerinde bulunmak fırsatını kolaylıkla hazırlamıştı.
Eşi, bir kız bıraktıktan sonra hastalıklı durumunun yalnız kalmasını zorunlu kıldığı Ferdi Efendi’yi yalnız bırakarak öldüğünden bu büyük ev, özellikle bir kızıyla kendisine ve birkaç hizmetçiye kalmıştı.
Ferdi Efendi, parasından sonra kızını severdi ama bu sevgiyi, o paranın mirasçısına sevgi şeklinde yorumlamak, gerçeğe daha yakındır. Ferdi Efendi’nin Hacer’e karşı şefkatinde yüz bin liralık bir gelecekteki servet sahibine duyulan saygıdan bir eser vardı.
İçeriye girdiği zaman Ferdi Efendi’yi kızı karşıladı, Ferdi, Hacer’in elinden tuttu, biraz eğilerek “İçin rahat etsin!” dedi.
Hacer güldü:
“Aman! Baba!”

3
Mehmet Rıfkı ile Osman Şevket ayrılmışlardı, Hasan Tahsin Efendi, İsmail Tayfur’a Babıali Caddesi’ne kadar eşlik etti. Her akşam ikisi de buraya kadar gelirler, birbirine dörtyol ağzında veda ederler, yaşlı adam ince bacaklarıyla yokuşu tırmanır, İsmail Tayfur caddeyi izlerdi. Bu gece ayrıldıktan sonra genç adam durdu, bir süre yaşlı arkadaşını gözleriyle izledi; yaya kaldırımından yavaş yavaş çıktığını, karanlıkta kanatlarını çırpan güvercinler gibi oynaşan kar parçaları arasından sekerek kaybolup gittiğini seyretti; etrafına baktı, karanlık… Bu karanlık içinde yalnız karların donuk beyazlığı vardı. Dört tarafından yollar, karanlık bir denizde köpüklerden meydana gelmiş bir geçit gibi uzanıp gidiyordu. Babıali Caddesi, birbirinin üstüne yıkılmış bulutlar gibi yükseliyor; yükseldikçe binaların gölgelerine, gökyüzünün çatılara dökülen sislerine karışarak genç adamın gözlerinde karanlık ve beyazlıktan oluşmuş belirsiz, karışık bir tablo uzanıyordu.
Sayısız alaylardan meydana gelmiş kelebekler gibi gökyüzünü dolduran kar parçaları etrafına dökülüyor; bazıları ayaklarına gelip atılıyor, bir kısmı şemsiyesinin üstünden kayıp akıyor, üç dört tanesi kollarının üstünde dolaşıyor, bir ikisi yüzünü okşuyor; gökyüzünün bir bahçesinden dökülen bu çiçekler düşüyor, hep düşüyordu…
İsmail Tayfur, bu görünümden; başının içinde kaynayan beynine, derisinin altında yanan kanına değmesiyle hoş bir duygu veren bu soğuktan; beyazlıklar altında kalan bu karanlıklardan, karanlıklara karışan bu beyazlıklardan; kulaklarına başka bir dünyanın garip esintisi gibi vuran o rüzgârdan; kalbe evreni bütün şiir vahşetiyle gösteren bu kış gecesinden sarhoş oldu. İstemsiz bir hareketle döndü, aşağıya doğru ilerledi, gözünün önünde açılan beyaz yol, bir noktada bitiyordu. Burası, başka bir görünümün başlangıcıydı. İsmail Tayfur, deniz kenarındaydı; şimdi deniz, gözünün önünde korkunç, çok büyük, dehşetli bir uçurum gibi açılıyor; karlar, sanki gökyüzü erimiş de parça parça bir yokluk uçurumuna dökülüyormuş gibi düşüyordu…
İsmail Tayfur, karanlık derinlikleri gökyüzünü yutacakmış gibi açılan bu denize; bakışını oynak bir duvar gibi kısıtlayan kar dalgalanmasına gözlerini dikti: Ara sıra, karşısında küçük bir ışık gülümsüyor, sonra bir kar sağanağıyla örtülüyor, karanlık içinde başka bir ışıldak göz açılıyor, ansızın kapanıyor, bir süre hafif bir fısıltıyla düşen karlardan başka bir şey görülmüyor, sonra bir iki ışık daha İsmail Tayfur’a gözünü kırpıyormuş gibi açılıp kapanıyordu…
İsmail Tayfur, acı ve hülyayla dolu gözlerini, hoşluk ve yabanilikten oluşarak bir alaşım meydana getiren bu görünüme, karanlıkların içinde uçuşan beyaz karlara, karşı kıyıdan geceleri mezarlık servilerinin sıklığı arasında parıldayan baykuşların kızıl gözleri gibi ışıldayan ışıklarla kıyasladı. Doğanın şiir diline özgü bir fışırtıyla kıyıyı okşayan, karların sessizliği altında fısıldayan dalgaların ezgisi kulaklarını okşuyor, beynini hayalle dolu bir beşikte sallıyordu.
Burada, rüzgârların birbiriyle çarpıştığı bu iskelede, bu kar altında, bu deniz karşısında, soğukta, uzun uzun düşünmek; doğanın bu yabani şiiriyle duygularını çevirmek istedi. İskelenin sonundaki bir babanın üstüne oturdu. Şemsiyesini kapadı, kalbini taşıran duyguları dökmeye muhtaç olan bu adam, karların altında, kışın bu gecesinde, gecenin bu zamanında, orada, yapayalnız, korkunç bir hayal gibi duruyordu.
Zavallı genç adam! Sabahın karanlığında evinden çıkan, gecenin onuna kadar defterlerinin üstünde çalışan, güneşin neşe veren ışığından yoksun olan bu adam, hiç olmazsa gecenin kara yas rengini seyretmek istemişti.
İşte şimdi üç yıl oluyordu; babası, o otuz yıllık yaşlı muhasebeci, yoksul çalışma hayatının son sütununa bir son çizgisi çekmiş, daha annesinin korumasına ihtiyacı olan İsmail Tayfur’un kolları üstünde beslenecek bir ana bırakıp gitmişti. İsmail Tayfur, o zaman daha okuldaydı, daha öğreniminin bitmesine iki yıl isterdi. Babasının ölümü, genç adam için bir yıldırım çarpışı niteliğindeydi; kafasını süsleyen umut köşkü parça parça oldu; okula; duygularına, düşüncelerine dost ve ortak olan arkadaşlara; gençliğinin ufkunda gülümseyen umuda; genç kalbini mutlulukla dolduran isteklere veda etmek, babasının öldüğü yere gidip o kapıyı çalmak, babasını öldüren o meslekten ekmek istemek gerekti.
Ah! O zaman İsmail Tayfur, ayağının altında yerin çatladığını, derin bir uçurumun açıldığını görmüştü.
Genç adam, o günkü hâlini görüyorum sandı. Hayatının bu anıları birer canlı resim gibi düşüncesinde yaşamaktaydı. O gün, daha gözleri babasının yas yaşlarıyla yanarken, Ferdi ve Ortakları Ticaretevi’ne gitmişti. Ama ara sıra babasını görmek için serbest girdiği bu kapı, o gün kendisine ürküntü vermiş, epey zaman bu eşikten geçmeye cesaret edememişti. Dört kez bu ıssız sokağı baştan başa boylamış, insanın korktuğu şeyleri ertelemek isteğine benzer bir duyguyla içeriye mümkün olduğu kadar geç girmeye çalışmıştı. Ama oraya girmeye, ancak sekiz on kez gözlerini kaldırıp bakmaya cesaret edemeyerek görebildiği Ferdi Efendi’nin huzuruna çıkmaya, “Anneme ekmek verecek babam kalmadı. O adamın ailesinin ekmeğini sizden istemeye geliyorum!” demeye mahkûm değil miydi?
İsmail Tayfur, girmekte duraksamışken annesinin hayalini görmüş; bu hayalin emredici bir tavırla, “İçeriye gir! Ekmek gerek!” dediğini işitir gibi olmuştu. O zaman kalbinde ne büyük bir cesaret duymuş, o eşiği nasıl bir atılganlıkla geçmişti! Hasan Tahsin Efendi! O saygıdeğer yaşlı adam! Eğer o olmasaydı herhâlde İsmail Tayfur geri dönecekti; gidip annesinin kollarına atılarak, “Yapamayacağım, anneciğim! Yapamayacağım!” diyecekti. Ama Hasan Tahsin Efendi, otuz yıllık arkadaşının yetimini gördüğü zaman kalbinin en saf, en yüce noktasından kopan büyük bir acımayla onun elinden tutmuş; ziyaret amacını sökercesine almış, onu Ferdi Efendi’nin yanına götürmüş, “Abdülgafur’un oğlu! Babasının hak kazandığı ödülü, oğlunu buraya kabul etmekle vermiş olacaksınız.” demişti.
Yine bu yaşlı adam, İsmail Tayfur’un şu boş yaşamına üzülürdü. Genç adam daha kulaklarında çınlayan şu sözcükleri düşündü: “Sende biraz umut ışığı, biraz hülya pırıltısı olsa…”
Hasan Tahsin Efendi, bu sözünü bitirememişti ama bitirmeye ne gerek var? Zaten onun söyleyeceğini İsmail Tayfur düşünmüyor mu? Ah! Bir umut ışığı, bir hülya pırıltısı! Bir zamanlar genç adamın düşüncesinde ve kalbinde bundan başka bir şey yoktu, ama ne yazık! Şimdi o nur sönmüş, o ışık uçmuş, o umut ve hülya, kanatları kırık bir kuş gibi yerlere, çamurlara düşmüştü. Şimdi hayat, İsmail Tayfur için işte şu karşısında düşündüğü gece gibi değil miydi? Büyük, karanlık bir ufuk üzerinde karların arasız düşmesi! Ne olacak? Ne yapacak? Hayatında daha birer can bulmamış tohum hâlinde kalan bütün emellerine yokluktan acılı son bakışını attığı zaman kalbinden bir rahatlama damlası duyacak mı? Hayat! Hayat onun için şu ayaklarının karanlıkları altında dalgalanan uçurum gibi değil miydi?
Ama İsmail Tayfur’un bütün bu bakışını kısıtlayan siyah rengin arasında parlayan ışıklar gibi bir şiir nuru gözüküyor; düşüncesi, küçük bir girdabın çevresinde dönüp de hep bir noktaya gelen bir yaprak gibi, bütün bu umutsuz anıların akışı içinde, bir cismin etrafında dönüyordu. Şimdi İsmail Tayfur, orada, bir bulutun kenarında tan vakti gibi saydam, duru bir yüzün parlak kara gözlerle kendisine baktığını görüyor; şimdi karlar, bu yüzün üstüne düşen nurlar gibi karşısında parlıyordu. Zavallı Saniha! Zavallı küçük kız! İsmail Tayfur, o kimsesiz, sığınaksız mutsuzu nasıl mutlu etmek isterdi! İşte hayatının biricik gülümsemesi, biricik pırıltısı o değil miydi? Fakat fakir, yoksul İsmail Tayfur, onun için ne yapabilir? Onu nasıl mutlu edebilir?
O zaman daha küçük, pek küçük bir çocuktu. Bir gün, yine böyle bir kış günü babası, akşamüzeri eve geldiği zaman İsmail Tayfur, yanında çamurlara batmış, paçavralarla giydirilmiş, küçük, pek küçük bir çocuk görmüştü. Bu uzun siyah saçlı, parlak kara gözlü, pis su içinde açılmış bir leylak gibi saf, bulut arasında doğmuş bir parlak yıldız gibi parıltılı bu çocuk kim? Hiç! Toplumun bir fırtınasına rastlamış, dalından kopmuş bir yaprak gibi savrulmuş, oraya düşmüş bir kız; dört yaşında bir çocuk! O zamandan beri ikisi beraber büyümüşler, bütün çocukluk hayatlarını beraber geçirmişlerdi. Şimdi bu çocuk genç bir kızdı! Küçücük ellerini İsmail Tayfur’un omzuna koyup da “Seviyorum! Yalnız seni seviyorum!” dediği zaman genç adam, hayatının umutsuzluğu, gözle görülmeyen bir aydınlıkla parlamış da bu genç kızın pembe dudaklarında, “Yaşa! Hayat, işte sana şakıyan şu aşktan ibarettir!” diyormuş sanırdı.
Bu dudakların üstünde titreyen aşk haykırışını bir öpücükle toplamaya, bu ışıklı gözlerden akan aşkı içmeye cesaret edemez; sanki mutluluk, orada kanatlarını indirmiş duruyor da ufak bir dokunuştan korkup kaçacak sanırdı.
Genç adam, dişlerinin arasından kendi kendisine “Zavallı Saniha! Zavallı İsmail Tayfur!” dedi.
Gözünün önündeki karanlık girdaba atılmak için her zaman birbirini kovalayan karlar, hafif bir dalgalanmayla oynaşan sular; “Zavallı Saniha! Zavallı İsmail Tayfur!” ünlemini tekrarlıyormuş gibi fısıldıyordu…

4
İsmail Tayfur, aylık denge cetvelini Ferdi Efendi’nin büyük yazı masasının üstüne koydu, biraz çekilerek durdu.
Ferdi Efendi, arkasına dayanmakta olduğu sandalyeden doğrulmaksızın elini uzattı, liralarının iyi ürün verdiğine inanmış, mutlu bir tüccara özgü umursamaz bir davranışla kâğıdı çevirdi; gözleri önemsemeden sayıları süzerek sütunun son rakamını meydana getiren basamağa kadar indi. Bu sırada sol eli, dudakları üstünden sarkan sarı bıyıklarının bir parçasını dişlerinin arasına sokmakla uğraşıyordu.
İsmail Tayfur, iki adım ötede, servetini önemsemeden seyreden bu zengine bakarak duruyordu. Ah! Şu servetin bir parçası kendisinde olsa neler yapardı!
Yeşillikler arasında bir mutluluk yuvası gibi sıkışmış bir köşk… Ağaçları güneş ışınlarına set çeken bir bahçe… Çimenlerin üstünde yuvarlanan altın başlı iki çocuk… Küçük pembe şemsiyesi altında elindeki kitabı unutmuş, çocuklarını sevgiyle seyre dalmış bir genç anne…
Birdenbire Ferdi Efendi, iskemlesinde doğruldu, cetveli kapayıp kaldırdı, yazıhanenin bir köşesine attı, hafifçe dönerek İsmail Tayfur’a “Sizi görmek istediğimi dün söylemiştim. Hizmetinizden, gayretinizden memnun olduğumu söylemek isterdim…” dedi.
İsmail Tayfur, ilk kez böyle bir gönül almayla karşılaşmıştı.
“Bu memnun oluşumu size göstermek isteğindeyim…” Ferdi Efendi, konuşmasında güç bir cümle açıyormuş gibi, yavaş bir sesle, ekledi: “Aylığınız on iki lira değil mi? Bu kadar parayla kolay geçinmenin mümkün olamayacağını düşündüm… Size, ticaretimizin net gelirinden yüzde yarım pay ayırıyorum.”
Ferdi Efendi, bu iyiliğin bıraktığı etkiyi anlamak istiyormuş gibi durdu. İsmail Tayfur, bir teşekkür cümlesi mırıldanan genç adam, gözlerinin akına kadar kızarmıştı.
Ferdi Efendi, memurlarına söz söylerken hiç yapmadığı şeyi yaptı: Ayağa kalkarak ilerledi; ta yanında, söyleyeceği şeyin ancak yavaş sesle söylenecek şeylerden olduğunu gösterircesine, “Bana edilebilecek en güzel teşekkür, bundan sonra daha büyük armağana hak kazanmanızdır. Sizin için Ferdi ve Ortakları Ticaretevi’nin önemli bir organı olmak imkânı bulunduğunu unutmayınız.” dedi.
Ferdi Efendi, konuştuğu insanı bundan fazla memnun edemeyeceğini belirtecek şekilde durdu. İsmail Tayfur, teşekkür etti. Genç adam, tam odadan çıkacağı sırada Ferdi Efendi, “Bunu arkadaşlarınıza söylemeyi gerekli bulmayınız.” dedi.
İsmail Tayfur, duyduğu şeylerden sarhoş olmuş gibi beyni çalkalanarak odadan çıktı.
Daha kapı gıcırdayarak kapanmıştı ki odanın hareme açılan kapısının yeşil perdesi titredi, Hacer, bir fırtına gibi içeriye saldırdı, babasının yanına kadar koştu, annesiz büyümüş kızlara özgü bir tavırla kollarını babasının boynuna attı, “Teşekkür ederim, baba!” dedi.
Bugün Hasan Tahsin Efendi’yle İsmail Tayfur işlerini pek erken bitirmişlerdi, ikisi akşamüstü çıkabildiler. Böyle erken çıktıkları günler bu yaşlı ve genç arkadaş Köprü’ye giderler, biraz yaşadıklarını duyabilmek için kalabalığın içine atılırlar, bir süre kendilerini Köprü’den dalgalı bir nehir gibi geçen bu halkın çalkantısına salıverirler, hayatın böyle iki taraflarından akıp geçtiğini görmekten tat alırlardı.
Bugün havada hoş bir yumuşaklık vardı. Kış akşamlarına özgü sarı bir güneş, erimeye başlayan karların üstünde donmuş sanılan koyu bir yansımayla oynaşıyordu.
İkisi de paltolarının yakalarını kaldırarak, ellerini ceplerine sokarak, artık yapacak bir işi kalmamış da biraz havayı koklamak isteyenler gibi yürüyorlardı.
Bu iki arkadaş birbirinin yanında bulunmaktan aldıkları zevki hiçbir şeyden duymazlardı; Hasan Tahsin Efendi, gençliğini farkına varmaksızın geçirmiş yaşlı bir adam olduğu için İsmail Tayfur’un eşliğinden bir gençlik kokusu alır, bundan tat duyardı. İsmail Tayfur için, Hasan Tahsin Efendi’nin altmış beş yılı kendisinin gençlik baharına karşıt sayılamazdı. O da yaşlı bir adam değil miydi? Böyle birbirinin yaşlılığını, gençliğini paylaşarak iki arkadaş, saatlerce düşünürler, saatlerce konuşurlardı.
Bugün, Köprü’yü geçerken kalabalığın, ıslak tahtalar üstünden gök gürlemesi gibi geçen gürültüsü arasında İsmail Tayfur, arkadaşına sokularak şöyle dedi:
“Size garip bir şey söyleyecektim!” Hasan Tahsin Efendi, hayatında garip şeylere pek az rastlayan tecrübe sahibi şüphecilere özgü bir gözle baktı. “Bugün cetveli içeriye götürdüğüm zaman ne dedi, bilir misiniz?”
“Evet! Sayılarının daha düzelmediğini söylemiştir.”
“Hayır! Tahmin edemeyeceğiniz bir şey! Öyle bir şey ki, bunu sizlere tekrar etmemem konusunda beni uyardığı hâlde, işte söylüyorum…”
İsmail Tayfur, bu başlangıçla, giriştiği sözünü sürdürdü; Ferdi Efendi ile arasında geçen konuşmayı tümüyle anlattı; bitirdiği zaman, Hasan Tahsin Efendi düşünüyordu.
Şimdi, yürüyüşlerini biraz yavaşlatmışlardı. Hasan Tahsin Efendi, hep düşünüyordu; genç adam sormak zorunda kaldı:
“Ne düşünüyorsunuz? Bir şey demediniz…”
Hasan Tahsin Efendi, arkadaşının elinden tuttu, Köprü’nün kenarına çekti. Burada ikisi de durdular. O zaman yaşlı adam, İsmail Tayfur’un gözlerinin içine bakarak “Bir kez şurasını aklına koymalısın ki, Ferdi, bu iyiliği, bir iyilik olmak üzere yapmamıştır. Amacı her hâlde bir çıkar izlemektedir. Sorun, bu çıkarın ne olabileceğini bulmaktır. Sen, bunun üzerinde hiçbir görüşe varmadın mı?” dedi.
İsmail Tayfur’un dudaklarına bir sözcük geldi, sonra kızardı, düşündüğünü söylemiyormuş gibi kekeleyerek:
“Düşünce biçiminiz pek doğrudur… Hatta inanmanızı, isterim; Ferdi Efendi, bana bu iyiliği müjdelediği sırada kalbimde tuhaf bir korku vardı… Bu korku yine sürüyor… Bir şey olacak, bir fenalık gelecek, bunun altında bir fesatlık var da ortaya çıkacak sanıyorum… Oysa ne olabilir?
Ferdi Efendi… O, yüz bin liralık adam! Ben, İsmail Tayfur, ayda birkaç liraya hayatını satmış, ekmeğe muhtaç bir yoksul! Aramızda bir ilişki göremiyorum ki, üstelik bu ilişkide gizli bir amaç olsun.”
Hasan Tahsin Efendi, sesini çıkarmadı. Şimdi güneş batımının ilk karartısı olarak çevreyi ince bir sis kaplıyordu. Saf rengi, yarı saydam örtüsü altında az sezilen bu hafif bulutlu kış göğünün bir köşesinde güneşin kızıl çehresi süzülüp akıyor, Haliç’in durgun suları üstünden yavaş yavaş çekiliyordu.
Yaşlı adam, düşünceli bir bakışla bu görünüme daldı; sonra birdenbire aklına bir şey gelmiş gibi İsmail Tayfur’a “Hacer’i hatırlıyor musun?” dedi.
Genç adam, kalbinin en gizli bir şüphesinden yakalanmıştı:
“Kuşkusuz!”
Hasan Tahsin Efendi, birtakım eski anıları canlandırıyormuş gibi gözlerini süzdü; bakışı, ufkun bulutları üstünde gün batısının ışık kalıntılarının uçtuğu bir noktaya döndü:
“Bu kız, iki yıl önce… Daha çocuk sayılacak bir yaştayken veya babasının gözüne daha öyle görünecek kadar büyümüşken bizim muhasebe odasından, özellikle senin yanından ayrılmazdı… Hem de bir gün, bilmem hatırına geliyor mu? Senin yanına o kadar sokulmuş, o kadar sokulmuştu ki, belki bu on iki yaşındaki kızın sarı saçlarından veya beyaz teninden çıkan bir koku, bir ısı senin yüzünü sarartmış, dudaklarını titretmişti. O zaman sana dikkat etmiş, bunu anlamıştım; o zamana dek Hacer’in artık büyüdüğünü ben de görememiştim… Yaşlılar, çocukların büyüdüklerine o kadar güç inanırlar ki… Ama ondan sonra!”
İsmail Tayfur, gözlerini indirerek “Bilmem, niçin bunlardan söz ediyorsunuz?” diye sordu.
Yaşlı adam, durumunu değiştirmeden sürdürdü:
“Öyle! Sanıyorum ki, bu anılarla çözümlemek istediğimiz sorun arasında bir ilişki, bir bağlantı var… Bir gün sabahleyin… Ben böyle şeyleri unutmam… Yaşlılar, kalpleri artık aşka, şiire uzak kaldığı için başkalarının kalbindeki aşkı, düşüncesindeki şiiri özel bir özenle yoklarlar… O zaman ben de sizi öyle yoklardım… Hiç kuşkusuz onun için unutmamışım… Evet, bir gün sen, sabahleyin gelip de defterini açtığın zaman kâğıtların arasından birçok gül yaprağı dökülmüştü. Bunu, hepimiz görmüştük… Hepimiz sana dikkat ediyorduk… Sen kıpkırmızı olmuştun… Bunları saklamak, bize göstermemek istedin… Elinde mi? Sen, sayfaları çevirdikçe gül dökülüyor; bu, sayılardan başka bir şey görmeyen kâğıtlardan gül saçılıyordu… Defterin, bir gül sepeti olmuş gibiydi… Buradan beyaz, küçük, pembe tırnaklı, mavi damarlı, bir çift elin geçtiğini anlamak, uzun uzun düşünmeyi gerektirmiyordu. Bunu hepimiz anlamıştık… Daha konuşayım mı?”
İsmail Tayfur, durmasını rica eder gibi bir davranışla elini uzatmak istedi ama Hasan Tahsin Efendi, konuşmak istediği zaman kolay susturulamazdı:
“Bir gün sabahleyin… Bir bahar günüydü… Sabahın taze, kokuyla dolu, hafif bir yeli pencerelerin perdelerini titreterek yazıhaneye giriyor; tel sepetler içindeki mektupları, ötede beride sürüklenen hesap kâğıtlarını oynatıyordu. Bu rüzgâr estiği zaman, bilmem, gençlere ne gibi duygular anlatır? Sana hayran bir gözle bakan Hacer’in sarı saçlarını da bir tutam ışık gibi savurarak senin başına, yüzüne, dudaklarına yolluyordu; baharın kokularını yanı başındaki canlı baharın saçlarıyla karıştırarak öyle koku ve ışıktan meydana gelmiş bir demet gibi seni hoş dokunuşlarıyla okşayan bu rüzgâr sarhoş ediyordu; belliydi bu. Sonra, nasıl olduğunu iyi hatırlayamıyorum, senin yanından bir kâğıt parçası uçuyor gibi oldu; Hacer, bu kâğıdı tutmak istiyormuş gibi elini uzattı fakat seninki daha önce uzanmıştı; öyle ki Hacer’in küçük eli, senin titremeye başlayan elinin üstüne düştü; çocuk o küçük canavar, şimdi bu elin uçmasından korkuyormuş gibi pembe sedefli pençesini çekmekten çekiniyordu; bir süre birbirinize bakmaya cesaret edemeden kaldınız, sonra Hacer’in yüzü, elinin üstüne düştü, saçları, defterinin üstüne döküldü, gözleri sana dikildi. Oh… Gençlik! Gençlik! Hacer, seni o zamandan beri seviyordu… Emin olabilirsin ki Ferdi Efendi’nin seni bugün umutlandırdığı büyük armağan, Hacer’den başka bir şey değildir. Hacer ne demektir, bilir misin? (Yaşlı adam sinirli bir hareketle genç adamın elini tuttu.) Mavi gözlü, sarı saçlı, bir bahar bulutu gibi beyaz, bir su çiçeği gibi ince; on dört yaşında bir kız şeklinde yüz bin lira! Yüz bin lira! İşitiyor musun? Bu sözcüğün korkunçluğu seni titretmiyor mu? Yüz bin lira! Ah! Bu, o kadar büyük bir şeydir ki, adı ağzıma sığmıyor sanıyorum.”
İsmail Tayfur, küçümsemeyle dolu kaygılı bir bakışla baktı; omuzları, o yüz bin lirayı hor görürcesine yukarı kalktı; kararındaki kuvveti gösterecek bir sesle, “İnanınız ki, Hacer’i almayacağım!” dedi.
Hasan Tahsin Efendi, dünyada işittiği en garip düşüncelerin aşırısını görüyormuş gibi şaşkınlıkla dolu gözlerini açtı; bir süre sessiz, hayran, İsmail Tayfur’a baktı; bir şey söylemek için dudakları titredi, sonra aklına başka bir şey gelmiş gibi başını silkerek “İnan ki, Hacer’i alacaksın.” dedi.
Artık konuşmayı sürdürebilmek ellerinde değildi; yürümeye başladılar, şimdi sessiz, geri dönüyorlardı.

5
Hacer, bu akşam babasını odasında bıraktı, genç kızın yalnız kalmaya ihtiyacı vardı. Hacer, bu büyük evin tek sahibiydi; her yer, her oda, her köşe Hacer’e aitti; ama Hacer’in bir odası vardı ki bu, evin her yerinden çok kendisinindi. Sıkıldığı, kendini yalnızlığa muhtaç gördüğü zamanlar, “Artık evime gidiyorum.” dediği yer de burası, bu yatak odasıydı. Genç kızların yaşamlarında yatak odası, kutsal bir hayal tapınağı gibidir. Hayallerin, o altın kanatlı şiirin yuvası, yatak odasıdır. Yatak odası, öylesine saf, öylesine duygulu, öylesine ince hayallere, emellere sığınak olmuş bir yerdir ki, merak düşüncesi bile oraya girmeye cesaret edemez, o gençlik hayalleri barınağına sokulmaktan kaçınır.
Hemen her zaman hep sürmeli olan bu oda kapanıp da genç kız yuvasında yalnız kaldığı zaman, işte o zaman genç kızdır.
Bahar göğü lacivert dalgalanmalarını, geceler yıldızlarının şiirini genç kızların gözlerine o odanın küçük penceresinden gösterir.
Hacer, odasına atıldığı zaman, orada bir şey bulacakmış; bir iskemlenin üstünde, bir sedirin köşesinde mutluluk kendisini bekliyormuş da onu kucağına çekecekmiş gibiydi. İçeriye girdiği zaman kapısını sürmeledi. Oda karanlıktı, yalnız duvarın içine gömülmüş küçük ocağın alevleri kırmızı bir ışık veriyordu.
Genç kız ilerledi, bir kibrit çaktı, odanın yarı ışığı içinde saydam bir yüzey gibi parlayan aynanın iki yanındaki mumları yaktı. Şimdi oda hoş, gözleri okşar hafif bir ışıkla aydınlandı. Hacer, vücudunu saran kürkü çıkardı, attı; kürk, bir iskemlenin üstüne düştü; oda, vücudu tatlı bir gevşeklik içinde tutacak kadar ısınmıştı; denilebilirdi ki burada genç kızın baharı hüküm sürüyordu. Hacer, üstündeki ince yün elbiseyi de fazla gördü, elleri sinirli bir hızla düğmeleri iliklerinden fırlattı; kollarını arkasına uzatarak, yenlerini çekerek bu dar elbisenin içinden sıyrıldı; saçlarını tutan iğneyi çıkarıp attı, ayaklarından terlikler uçtu, yatağının kenarına yaklaşarak çoraplarını çekip fırlattı; şimdi ayakları, halının kaba tüyleri içine gömülmüş, saçları dizlerine kadar inen beyaz gömleğinin üstüne saçılmıştı. Bir süre böyle, yatağının kenarında, aynanın karşısında kendisine baktı; sonra biraz üşüyerek, biraz titreyerek ilerledi; yalnız genç kızların saklamasını bildiği yerlerden küçük, ince bir defter çıkardı. Bu, Hacer’in hatıra defteriydi. Yatağına sıçradı, vücudu, yastıkların arasına gömüldü; yatağının beyazlıkları arasında sadece başı, yatağın bir ucundan da ayağının bir parçası görünüyordu.
Bu oda, bir genç kızın aklından geçebilecek her isteği yapmaya hazır bir zenginlikle meydana gelebilecek süslere batmış, her yanına bol bol göz alıcı yapıtlar serpilmiş, her köşesinde bir sanat güzelliği saçılmış, zengin bir baba tarafından tek bir kızına yalnızlığını unutturmak için yapılmış bir harikadır. Odayı, yumuşak tüyleri, ayakları havadan bir taban üzerinde tutan, ilkel renkleri alışılmamış şekiller meydana getiren bir Uşak halısı örtüyor. Duvar, baştan aşağı pembe ipek bir kumaşla kaplanmış, tavanın çevresi beyaz, pembe mavi atlaslarla boğulmuştur. Tavan, bir sanat güzelliğidir. Ressam, bu genç kız odasını yıldızlarla donanmış bir gökyüzüyle örtmek istemiş gibi mavi bir hava üzerine ışıklı, beyaz, ince bulutlar; durgun bir gölün köpüklerini andıran bulutlar arasına da ışık parçaları serpmişti. Odanın sol tarafını tutan yatakla bunun tam karşısında bulunan tek bir pencere arasında geniş, alçak bir sedir vardır; duvarın üstünden, bir sanatçı dehasının bulduğu çok acayip, büyük bir kuş kanatlarını açmış; uzun boynunu hoş bir eğişle uzatmış duruyor. Bu yabansı yaratığın pençelerinden duvarın o yanında atlaslar çözülmüş de dökülmüş gibi beyaz, pembe, mavi bir ipek tufanı akarak gözleri okşayan bir dalgalanmayla halının üzerine düşmüş; sedirin üzerinde bir tak meydana getirmiştir. Sedir, vücudunun rahatını sevenin oturacağı yer gibi her biri bir şekilde, başka renkte; her biri bir özel düşünüşün bulduğu, gariplik arayan bir düşüncenin türettiği; birçok yastıklarla kaplıdır. Bunlar, daha üzerlerinden kalkan hoş bir vücut teninin sıcaklığı uçacak kadar zaman geçmemiş gibi, ötesinde berisinde hafif çukurlar gösterir. Sedirin iki tarafına düşen perdenin etekleri arasında kaybolmuş iki büyük Çin saksısı; odanın her tarafını zevkli bir dağınıklıkla tutmuş çeşitli, ayrı ayrı masalar, çekmeceler, iskemleler, koltuklar üzerine serpilmiş; sayılamaz, hatır ve hayale gelmez ufak tefek, o Japon yelpazeleri, Sevr saksıları, eski işlemeler, fağfur fincanlar, tunç heykeller, çini kâseler; o bin yerden gelen bin türlü hiçler; iskemlelerin, yatağın, sedirin ayaklarını öpüyormuş gibi önlerine atılıvermiş parlak gözlü, korkunç ağızlı kaplanlar, yatağın karşısında şişelerin, kâselerin, kutuların renkleri ve ışıklarıyla parlayan düzen takımı, bu çeşitli eşyanın yansımasıyla parlayan alevler içinde aynanın iki tarafında uzanan gümüş kollar üzerinde bir çiçek demetinin içinden çıkan şamdanlar… Bütün bu güzellikler, bu hoş şeyler gözleri okşuyor; odanın her tarafından yayılan bir gençlik kokusu, düşünceyi baygın düşürüyordu. Ama burada bir yer vardır ki, odanın bir tarafını bir yığın beyaz köpük gibi dolduran bir yatak görünmektedir ki, bundaki yaratış güzelliği, bütün o sanat yapıtlarının sahibidir.
Bu, sarı tunçtan iri, büyük bir yataktır. Burada beyazdan başka bir şey görülmez; tüller, ketenler, yünler, canfesler, burada titrek, parlak, donuk beyazlıklarını karıştırmış; burasını köpükten, buluttan meydana gelmiş bir küme hâline getirmiştir. Tavanın bir tarafında zarif, nazik bir el, sarı bir halka tutmaktadır; bu halkadan sanki tavan yarılmış da içeriye bir ışık demeti saçılmış gibi beyaz bir tül dökülmüş, yatağı bir melek yuvası gibi, kucağına almıştır; bu tüller, ötede beride toplanmış, birer bağ meydana getirilmiş, bunların üzerine birer beyaz güvercin konmuş, sanki bu saflık yatağı o saflık sembolünün koruyuculuğuna bırakılmıştı.
Hacer, kar kümesi içine düşmüş bir çiçek gibi, yatağının içine gömülmüştü. Gözleri düşünceli bir gezintiyle şurada gölge arkasında kalmış bir Saksonya saksısına, ötede bir rafın üstünde ortası yarılmış kırmızı bir şeftali gibi dudakları arasından beyaz dişleriyle sırıtan bir zenci heykeline, yatağın üzerinde şimdi kanatlanıp uçacakmış gibi duran güvercinlere, bir iskemlenin ayağı dibinde uzun tüyleri uzun kulaklarına karışmış alçıdan bir köpeğe dolaşıyor; yastığın üzerine saçılan sarı saçların arasından parlayan bu iki göz, genç kızın görüntülerine başıboş bir kılavuz gibi orada burada geziniyordu.
Hacer, daha on beş yaşındadır. Zayıf vücudu küçük başı altında, uzun ipek saçları arasında küçük beyaz yüzü; ona büyümemek, her zaman ufak kalmak üzere yaratılmış gibi bir çocukluk hâli verir. Kemiklerinin inceliği, ellerine, kollarına biraz uzun gibi görünen boyuna bir incelik vermiştir ki, güneşten yoksun kalmış; bir camlığın sıcaklığında yetişmiş bir çiçekteki zarifliği andırır. Renksizce, solukça dudaklarının altından küçük ve düzgün dişleri parlar; gözleri, saçlarının aydınlık bir bulut arasında tuttuğu yüzünün, lacivert parıltılı iki yıldızı gibidir.
Ocaktan bahar güneşlerine benzeyen hafif bir sıcaklık çıkıyor, mumlar odayı bir tan ışığı içinde tutuyordu. Bu sıcaklık, Hacer’in vücudunu okşuyor; omuzlarından, göğsünden kayarak bütün tenine ateşten öpücükler konduruyor; bu ışık, odanın türlü renkleri üzerinde oynayarak gözlerini okşuyordu. Genç kız, bu ışık ve sıcaklık içinde yıkanıyormuş gibiydi.
Bir aralık elini uzattı, göğsünün üzerine düşmüş duran defterini aldı. Bu mavi kaplı defter, genç kızın ikinci kalbiydi! İşte iki yıldan beridir ki artık muhasebe odasına gitmemesi söylenmiş, içeride yapayalnız yaşamaya gerek görülmüştü; iki yıldan beri de Hacer, bu defteri edinmiş; düşündüğünü, duyduğunu oraya yazmaya alışmıştı.
İlk günü, babası kendisini, önemli bir şey söyleyecekmiş gibi, bir akşam pencerenin önüne çekip de “Hacer, sana dikkatle bir bakayım! Sen, artık bir genç kız olmuşsun! Haberin var mı? Bundan sonra içeride oturmak gerekiyor.” dediği zaman Hacer, az kaldı, “Nasıl? Demek bundan sonra oraya gitmeyeceğim! O hâlde nasıl vakit geçecek? Nasıl yaşayacağım?” diyecekti, bunu dememişti ama odasına çekilerek hüngür hüngür ağlamıştı. İşte o zaman yazılmasına başlayan mavi kaplı defterin birinci sayfası açılırsa şu satırlar görülür:
5 Mayıs 19..
Bugün babam bana, yazıhaneye gitmeyi yasakladı. Onu görmek mümkün olmayacak. Böyle nasıl eğlenmeli, bilmem? Kitaplarım, piyanom, bunların hiçbiri beni eğlendirmiyor… Aman Tanrı’m! Bu koca evin içinde tek başıma ne yapacağım?
Bu parçadan sonra gelenlere “o” -genç kızların ilk duydukları aşka taktıkları bu belirsiz isim- yenilenip duruyor, gittikçe bir özel önem kazanıyor, gittikçe o yazıların tek konusunu meydana getiriyordu. En küçük olaylar burada büyük bir ayrıntı zincirinin nedeni oluyordu. Söz gelimi bir gün Hacer sokakta gelirken avluda ona rastlamış yahut bir akşam babasının yazıhanesine perdenin arkasından bakarken onu görmüş. Ya bir sabahleyin perdenin arasından babasının yazıhanesine bakarken onu görmüş ya da bir sabahleyin bir pencereyi kaparken sokaktan o sapmış da gözleri birbirleriyle karşılaşmış… Bunlar, önemli birer olgu olur, bu defterde bir tarih olayı gibi büyüklük ve önem kazanır; işte böyle bir kuruntudan doğma bir aşk hikâyesi meydana gelirdi. Gittikçe, o, genç kızın bütün hayatını ele geçirmiş, bütün düşüncesini büyülemişti. O… O kim? Kim olduğunun ne önemi var? O olması, bir genç kız için yeter. Yalnız büyümüş, bir babanın öpüşünden başka bir sevgi belirtisi görmemiş, açılmak isteyen duyarlık goncasına bir sevgi çiyi düşmemiş olan bu genç kız için İsmail Tayfur; o kumral saçlı, uzun boylu, yeşil gözlü genç adam herkesten, her şeyden başka bir şey olmuştu. İsmail Tayfur geldiği zaman Hacer, dokuz yaşındaydı; o vakit bu dokuz yaşındaki çocuk, bu genç adamı işte dokuz yaşında bir çocuk nasıl severse öyle sevmiş, yanından ayrılmamış, her vakit onunla gülüşmek için kendisine bir arkadaş tanımıştı. Ama sonra, dokuz yaşındaki çocuk, on iki yaşında bir genç kız olduğu zaman küçücük kalbinde duyduğu sevginin biraz yakıcı, biraz üzücü bir şey olduğunu anlamaya başlamıştı. Önceleri gülerken Hacer, artık gülmez olmuştu; yazıhanenin içinde, arkadaşının çevresinde pervane gibi dolaşırken artık kanatlarına bir kement atılmış gibi, bir tarafına oturakalır, sanki soluğunu onun yanında unutmuş gibi saatlerce dururdu.
Hacer, bunu pek anlayamıyordu ama aslında ilk aşk anlaşılır mı? Yalnız babası, “İçeride oturmak gerekiyor!” dediği vakit Hacer onu düşünmüş, odasına gidip ağlamaya gerek görmüş, o mavi kaplı defteri açıp hayatının ilk hikâyesine başlamıştı. Bu hikâyenin başlığı “O” olmak gerekli, her genç kızın ilk hikâyesi bu başlıkla başlar; ama ne yazık! Pek çoğu başka biçimde biter. Hacer, bu defterin ilk sayfasını yazarken son sayfasına ne yazacağını düşünmemişti.
Bir gün sabahleyin bir düşten uyandığı vakit Hacer kalbinde garip, tatlıya veya acıya benzer bir şey duymuştu.
Genç kız, yatağının içinde epey düşünerek, kalbinde böyle hem acıya hem tatlıya benzer garip bir duyguyu doğuran şeyin ne olabileceğini anlamak istemişti. Sonra aklına geldi… Bu, bir düştü! Hacer, o düşün bütün ayrıntılarını kaybetmemek istiyormuş gibi yatağının içinde kımıldamaya cesaret edemeyerek, gözlerini açarsa -güneşe bakıldıktan sonra gözler yumulduğu vakit uçuşan hafif pırıltılar örneği- belli belirsiz geçen düş anılarını tutamayacakmış gibi kirpiklerini süzerek durmuştu.
Peki iyi bilemiyor ama bulundukları yer, bildiği yerlerin hiçbirine benzemiyordu… Deniz gibi bir yerdeydiler. Üzerine parıltılar serpilmiş bir dalganın üstünde yuvarlanıyorlarmış gibiydiler. Uzun, kumral saçlı, yeşil gözlü bir yüz, Hacer’in yüzüne yaklaşıyor, yanaklarına değiyordu. Ama bu dokunuş o kadar hafifti ki, genç kız, yüzüne, yalnız bir ışık saçılıyormuş sanıyordu… Üzerlerinde parlak bir bulut, altlarında çırpıntılı bir dalga varmış gibi Hacer, İsmail Tayfur’un kolları arasında, yüzleri birbirine dokunarak bir boşluk içinde yuvarlanıyordu. Sonra ansızın karanlık olmuş, ikisi de karanlıklar denizi içinde kalmışlardı. O zaman Hacer, yavaş yavaş kendisinden kaçan o vücuda sarılmak için ellerini, sanki o yüze asılmak istiyormuş gibi dudaklarını uzatmıştı. Fakat ne yazık! Ayağının altında bir uçurum açılmış, birdenbire oraya düşmeye başlamıştı.
Hacer, düşün bütün bu ayrıntılarını düşünmüş, kalbinde ne olduğunu anlayamadığı çok acı bir şey sezmişti. Bu düşü birine arılatmak, biraz ağlamak istedi! Zavallı kız! Kime anlatabilir? O zaman, mavi defteri aklına geldi, yatağından atladı, giyinmeye gerek görmeden, çekmecesine koştu, hiç kimseye anlatamayacağı duygularını defterin bir sayfasına dökmek istedi.
Düşü yazdıktan sonra Hacer, şu bölümü eklemişti:
Bugün ne olduğumu anlıyorum. Şimdiye kadar kalbimin alamadığı duyguların yalnız bir kelimenin içinde olduğunu işte bugün anlıyorum! Evet, seviyorum! Bu söz, dudaklarımı yakıyor, ciğerlerimi söküyor. Yüreğimde garip bir ihtiyaç, soluk aldıkça büyüyerek, şişerek dudaklarımdan “Seviyorum!” haykırışıyla taşmak istiyor. Şimdiye dek bu kelime dişlerimin arasından çıkmaya cesaret edemiyordu. Ama bundan sonra? Oh! Bundan sonra; bulutlara, rüzgârlara, göğün bir köşesinden odama girerek bana gülümseyen aya, “Haberiniz var mı? Ben, ne olduğumu anladım! Ben seviyorum!” diyeceğim! Ah! Bu sözü ona da söyleyebilsem! Bir gün hiç beklemediği bir zamanda, deli olmuş gibi çıksam, gidip dizlerinin önüne düşsem; ellerini tutarak, onları göğsüme basarak, kalbinden vurulmuş bir kuş gibi ayaklarının altında çırpınarak, “Seviyorum! Seviyorum!” diye haykırsam! Beni dinlese de üzgün üzgün ağlasa! Benim için ağlayacağını hayal ettikçe ne tuhaf bir tat duyuyorum! Zavallı anasız kız! Kim bilir, eğer bir annem olaydı, belki ona giderdim de derdim ki: “Anneciğim! Beni mutlu kılmak ister misin? Hacer’i mutlu görmeyi diler misin?”
Annelere her şey söylenebilir ama babalara! Zavallı kız! Seni kim dinleyecek? Hiç!
Hacer, artık arkasını getirememişti, canı ağlamak istiyordu. Oraya, iskemlesinin üzerine yığılarak, hüngür hüngür ağlamıştı.
O gün Hacer, akşamüstü bir yerden geliyordu, odasına çıktı. Ara sıra böyle bir yerden geç geldiği zamanlar babasını odasında kendisini bekler bulduğu olurdu. Bu akşam içeri girdiğinde babasını, odanın içinde geziniyor gördü. Her zaman yaptığı gibi, babasının boynuna atılmak, öpmek istedi. Ama Ferdi, bu akşam bir keder putu kadar tasalıydı, çehresi, üzerini bir kara bulut bürümüş gibi kararmıştı. Hacer, babasını hiçbir zaman böyle görmemişti, ileriye gitmeye cesaret edemeyerek durdu; baba ile kız sessiz, ağır bir gözle bakıştılar.
Sonra Ferdi ilerledi, ellerini Hacer’in omzuna koyarak ve sedirin üzerinde açık duran mavi defteri göstererek korkunç bir sesle “Defterini okudum!” dedi.
Hacer, bir yıldırımla vurulmuş gibi sarsıldı; gözleri döndü, kolları düştü, elinde hançeriyle yakalanmış bir katil gibi bütün sinirleri titredi; bir saniye içinde ayaklarının altından dünya kaçıyor, başının üstünde gökler çatlayarak dökülüyor sandı. Bir şey söylemek, bir şey yapmak istedi; başaramadı, sonra bütün bu kederler, bir gözyaşı seli hâlinde fışkırdı ve Hacer, babasının kolları arasına düşerek, çoktan beri sevgi dolu bir göğsün üzerinde ağlamak ihtiyacını duyarak, gözyaşlarını salıverdi.
Bir süre Hacer, böyle istediği gibi ağladı, Ferdi Efendi, tam bir sessizlik içindeydi; sonra kızının başını kaldırdı, yüzüne bakarak:
“Niçin bana haber vermedin? Bir anneye söylenecek şeyler, bir babaya da niçin söylenmesin? Bugün defterini açık unutmasaydın, kim bilir ne zamana kadar haberim olmayacaktı. Niçin bana bakmıyorsun, Hacer? Ben senin mutluluğunu düşünmek istemez miyim?”
Hacer, gözlerini kaldırdı, baba kız bakıştılar, şimdi ikisinin de gözlerinde bir gülme parlıyor ve Hacer, “Sahi mi baba?” demek istiyormuş gibi bakıyordu. Genç kız, birdenbire doğruldu, babasının ellerini tuttu, artık karar vermiş gibi, “Şöyle yanıma otur, baba! Mademki dinlemek istiyorsun…” dedi.
***
Ferdi Efendi için İsmail Tayfur’da bir damat olarak istenebilecek niteliklerin hepsi vardı. Ferdi Efendi’ye damat olacak kimsenin ciddi, hesap bilir, fazla olarak bir genç kızı memnun edebilecek kadar genç ve yakışıklı olması yeterdi. Oysa İsmail Tayfur, bu niteliklere fazlasıyla sahip bulunduğu için, Hacer’in babasının kâtibini sevmiş olması, belki başka bir babanın ağırbaşlılığına dokunabilirdi ama bu, tersine; Ferdi ve Ortakları Ticaretevi sahibinin isteğine uygun düşmüştü. Bunun için Hacer, hikâyesini bitirip de yalvarış dolu gözlerini dikerek, “İşte baba!” dediği zaman Ferdi, “Söz veriyorum, İsmail Tayfur’u damat edeceğim.” demişti. Bu söz, o kadar güçlü söylenmişti ki, “İsmail Tayfur’a bana damat olmasını emredeceğim!” şeklinde yorumlanabilirdi.
Ama ne yazık! Dünyada parayla satın alınamayacak bir şey varsa o da kalpti. İşte Ferdi ile İsmail Tayfur arasında geçen konuşma, bu olayın sonucuydu.
Bugün, akşamüstü babasıyla, “o” adından başka bir ad veremediği İsmail Tayfur’u dinledikten sonra kalbine sığmayan mutluluk duygusuna büsbütün kendini bırakabilmek için Hacer, odasına kapanmak, mavi defterini açmak, kalbinin arkadaşına müjde vermek istemişti. Ama kendini odada yalnız bulduğu zaman, yatağına girip düşünmeyi üstün tutmuş; mavi defterini göğsünün üzerine basarak, gözlerini; önünde açılan hayal göğüne salıvermiş, böylece dalıp gitmişti.

6
Ferdi Efendi için kızı pek değerliydi. Karısının ölümünden sonra bir aile kurmayı gerekli görerek aldığı Çerkez kızını kaybettikten sonra Ferdi Efendi için artık hayatta iki amaç kalmıştı: Kasasını alabildiği kadar doldurmak, kızını da bu servete yaraşır duruma getirmek.
Ferdi Efendi, yüz bin liralık bir adam olurken kızını da yüz bin liralık bir kız hâline getirmeyi istemişti. Hacer’e daha yürümeye başladığı sırada yine kendi kadar küçük bir kız arkadaş verilmiş, bir mürebbiye tutulmuş, evin iç işlerine küçük hanım adına bakmakla görevli bir kalfa bulunmuş, bu minimini ev sahibi kıza, bir “maiyet” düzenlenmişti.
Hacer’in yaşayışı, değişmez bir düzen içinde geçerdi. Sabahleyin erken kalkmak, gidip babasını odasında görmek, babası yazıhaneye çıktığı zaman müzik dersini almak, iki saat ödevlerini yazmak, sonra akşamüstüne kadar boş kalmak, bu zamanı yazıhanede hesap memurlarının ve özellikle İsmail Tayfur’un yanında geçirmek, akşam mürebbiyesiyle beraber küçük arabasına binerek Şişli’ye kadar gidip dönmek; pazar ve cuma günleri her zaman mürebbiyesiyle, pek seyrek babasıyla gezmeye gitmek, Hacer’in değişmeyen eğlencesiydi.
Yalnız bu küçük çocuk, bir genç kız olduğu zaman yazıhaneye çıkması yasaklandığından her zamanki yaşantısında bu kadarcık bir aksama olmuştu.
Hacer, bu ıssızlık, bu yaşama tekdüzeni içinde sıkıntılı, tasalı olmaktan uzaktır; tersine o kadar özenle meydana gelen bu mutluluk yuvasında neşelidir, mutludur; her zaman güler, evin her tarafında bir kahkahası duyulur, her zaman söyler, bulunduğu yerde Hacer’in sesi, ne olursa olsun, işitilir.
Mürebbiyesine tutkundur; bu, genç bir kızdır ki, kadın olmamayı üstün tutmuş, yoksul ama namuslu bir aileden yetişerek hayatını öğretmenlikle geçirmeye karar vermiştir. Daha okuldan çıkar çıkmaz, sekiz yıllık bir arkadaşlık Hacer’i ona, onu Hacer’e öylesine bağlamıştı ki, artık Nerime Hanım’ı işinden uzaklaştırmak düşünülecek bir şey değildi; onun için şimdi bir mürebbiyeden çok, ailenin ayrılmaz bir parçası gibiydi.
Melekzat, Hacer’in arkadaşıdır. Bu kız, o kızlardandır ki onlar, evin bir köşesine konacak tuhaf bir heykel veya arabanın bir tarafına atılacak güzel bir süs gibi alınır. Evde ileri gelenler birisini sevmek isterlerse o hazırdır, onu sevebilirler; birisini dövmek isterlerse o hazırdır, onu dövebilirler; o öyle bir şeydir ki, her gerekliliğe hizmet için bulundurulur; dövülür, sevilir, okşanır, azarlanır. Hacer’e oynamak için birisi gerekti, işte ona Melekzat’ı vermişlerdi; Hacer’in çocuklarda yaradılıştan olan hainlik duygusuyla birisini dövmeye, ısırmaya, çimdiklemeye, oyuncağına kızdığı zaman bir şeyden öfkesini almaya, canı sıkıldığı vakit birisiyle uğraşmaya veya ara sıra insan yüreğinde doğan sevgi duygusuyla birisini öpmeye, ona sarılmaya, halıların üstünde iki kedi yavrusu gibi yuvarlanmaya ihtiyacı olurdu; işte ona Melekzat’ı vermişlerdi. Hacer, Melekzat’ı çeşitli heveslerine yarar bir oyuncak; Melekzat, Hacer’i kafası okşanan veya kulakları çekilen bir kedinin sahibini sevmesi gibi severdi.
Hacer’in evin içinde hemen herkesten çok senli benli olduğu, babasıydı. Ama genç kız, mavi defteri yazmaya başladığı zaman, bunun bir babadan saklanabilecek bir şey olduğunu anlayabilmişti. Ferdi Efendi, kızının en özel yaşantısına kadar karışırdı. Bir tatil günü giyeceğini, bir bayram için alacağı kumaşı, odasının bir köşesine konmak için getirteceği bir şeyi, bütün bu ufak tefekleri, bu hiçleri baba kız birlikte düşünürler, birlikte kararlaştırırlardı. Hatta bir gün, bir şemsiye için aralarında şiddetli bir konuşma geçmişti. Bu gibi anlaşmazlıkları oldukça konuşmalarını gülümsemeyle dinleyen Ne-rime Hanım, sorunu çözerdi. Genellikle hak, Hacer’de bulunurdu; o zaman zaten kızına karşı hak kazanmaya cesaret etmeyen Ferdi Efendi güler, haksız çıkmaktan başka bir şey beklemiyormuş gibi rahatlıkla susardı.
Ferdi Efendi için üzerinde durulacak yalnız bir şey vardı: Kızını mutlu görmek! İşte Hacer babasının kolları arasına atılarak hüngür hüngür ağladığı zaman Ferdi Efendi yalnız bir şey düşünmüştü: Kızına istediğini vermek!
Hacer, İsmail Tayfur’u istiyordu, değil mi? İsmail Tayfur, Hacer’e verilecek! O kadar!

7
Hacer, sabahleyin parlak bir düşten kalktığı vakit mavi defterini göğsünün üzerinde buldu; şimdi ocakta ateş sönmüş, oda soğumuştu. Genç kız, yatağından titreyerek atladı, kürküne sarıldı, kapısına giderek sürmesini çekti, zilin düğmesine bastı, sonra sedirin üzerine atıldı, üşüyerek kürkünün içinde büzüldü.
Melekzat, içeriye girdiği zaman Hacer “Ateş! Ateş! Donuyorum!” dedi.
On dakika sonra ocağın içinde odunlar neşeyle çıtırdıyor; Hacer, dizinin dibinde oturan Melekzat’a anlatıyordu:
“Bilsen ne kadar mutluyum! Babam, ‘İsmail Tayfur’u damat edeceğim.’ dediği zaman bu, bana o kadar olmayacak şey gibi görünmüştü ki inanmaya cesaret edememiştim. Ama dün akşam… Artık inanmamak olamazdı… Ben orada, perdenin arkasında, hepsini işitiyordum… Babam onu çağırdı… Babam söz söylerken o titriyordu… Ah! Melekzat! Sen bu duyguları bilmezsin ki… Babam ona ödül vereceğini söylerken gönlüm bana, ‘Ne duruyorsun? İşte o ödül sensin! Çıksana! Onun kolları arasına atılarak İşte ödül! desene!’ diyordu. Biraz daha orada dursaydı kendimi tutamayacaktım. O çıkar çıkmaz babamın yanına koştum, dünyada artık isteyecek bir şeyi kalmamış mutlu bir çocuk gibi boynuna atılıp teşekkür ettim…” Hacer, Melekzat’ın omzuna vurdu. “İşte böyle! Artık gelin oluyorum.”
Melekzat dinliyor, ilk kez işittiği bu sözleri anlamıyor gibi duruyordu. Sonunda uzun, önemli bir şey düşünüyormuş gibi durdu durdu da başını sallayarak dedi ki:
“Nerime Hanım işitse kim bilir ne der?”
O zaman Hacer kahkahayı salıverdi, yine Melekzat’ın omzuna vurarak, “Deli kız!” dedi. Bugün Hacer’in ikinci işi Nerime Hanım’ı bir tarafa çekmek, bu büyük haberi bildirmek oldu. Beş dakika içinde bütün ev halkı olayı haber aldı: “Hacer Hanım, İsmail Tayfur Bey’e nişan edilmiş!” İlk olarak, Ferdi Efendi’nin evinde, İsmail Tayfur’a “bey” deniyordu.

8
Kış günlerinin sisli güneş ışığı, İsmail Tayfur’un küçücük odasının kafeslerinden süzülerek yatağının kenarında oynaşıyordu. Genç adam, bu akşamı türlü düşünceler içinde geçirmiş; vücudu, kafasını altüst eden düşüncelerin ağırlığı altında ezilmiş gibi, derin derin uyumuştu. Sabahleyin uyandığı zaman, düşünce ve beden yorgunluğu ile yorganların arasına sokulmuştu; soğuk havalarda yatakta duyulan bir hoşluk içindeydi.
O akşam Hasan Tahsin Efendi’den ayrıldıktan sonra eve girdiği vakit annesi kendisini o kadar düşünceli görmüştü ki çoğu zamanlar böyle tasalı bulmaya alıştığı oğlunu ihtiyacı olan sessizlik içinde bırakmak için bir şey sormamış, aralarında bir söz geçmemiş, sonra İsmail Tayfur odasına çıkmıştı. Saniha, o zavallı kızcağız ise İsmail Tayfur’u böyle gördüğü zamanlar evin içinde bir gölge, bir bulut gibi varlığı duyulmaz, gürültüsü işitilmez olurdu. Bu evin bir sessizlik sembolü olan genç kız, öyle bir melekti ki kanatlarının gürültüsü bile sezilmezdi.
İsmail Tayfur, odasında kendisini yalnız bulduğu zaman, artık istediği gibi düşünmeye vakit ayıranların güvenliğiyle fesini, paltosunu fırlatmış; minderin üzerine boylu boyuna uzanmış, istediği gibi düşünmüştü.
İsmail Tayfur, okula girdiği zaman kalbinde bir sürü emel vardı. Bir gün kader, birdenbire gelen bir kaza gibi, onu kırmış; bu genç kalpteki umut sarayını kırık dökük bir kulübeye çevirmişti. Gençlik, bir bahar göğü gibi saf, aydınlık ve parlaktır. Ama ansızın bir ters rüzgâr eser, önünde bulutlar, fırtınalar yığılarak o parlak göğü karanlıklara boğar. İsmail Tayfur’un gençlik göğü, böyle bir rüzgâra rastlamıştı, yalnız bulutların arasından parlak bir nokta, bir umut güneşi hafif hafif parıldıyor, genç adama, umutsuzluğunun karanlığı arasında tasalı tasalı gülümsüyordu. Gözlerini kapayıp veya yatağının üzerine serilip de İsmail Tayfur kaygılarını, acılarını, yok olmuş umutlarını, yaşamını dolduran boşluğu düşündüğü zamanlar, işte yalnız o ışık noktası parlar; gözlerini kırparak “Niçin umutsuzlanıyorsun? Yaşamak! Yaşamak aşktan başka bir şey midir? Mutlu olmak mı istiyorsun? Mutluluğu aşktan başka bir yerde bulamayacaksın. İnsan düşkünlüğünün de mutluluğunun da yaratıcısıdır. İşte mutluluk, sana bir aşk görünüşünde gülümsüyor. Kollarını aç, mutluluğu kollarının arasında bulacaksın!” derdi. Zavallı Saniha! Zavallı küçük yoksul, kimsesiz kız!

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/halit-ziya-ushaklygil/ferdi-ve-surekasi-69429646/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
Ferdi ve Şürekâsı Халит Зия Ушаклыгиль
Ferdi ve Şürekâsı

Халит Зия Ушаклыгиль

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Ferdi ve Ortakları Ticaretevi’nin sahibi Ferdi Efendi, dünyadaki her şeyin para olduğuna inanmış bir adamdır. Bu yüzden kızını evlendirirken bile baba duyarlılığıyla değil tüccar kafasıyla düşünür, karar verir ve kızına bir koca satın alır. Fakat önü arkası gözetilemeden girişilen bu “iş”, bir ticari ortaklık ve “satın alınan koca” hissiz bir adam olmadığı için olaylar bir facia ile noktalanır… Daha sonra Mehmet Rauf’un üç piyes hâlinde Mehasin dergisinde yayımladığı Ferdi ve Şürekâsı, Halid Ziya’nın İzmir’de kaleme aldığı son romandır. Halid Ziya’nın zaman ve mekân tasvirleriyle zenginleşen eser, toplumdaki ekonomik farklılıkların yol açtığı çarpıklıkları, zenginliğin insan düşüncesi üzerindeki etkisini ve dönemin ticari hayatını gözler önüne sermektedir. “Dünyada parayla satın alınamayacak bir şey varsa o da kalpti…”

  • Добавить отзыв