Mai ve Siyah

Mai ve Siyah
Halit Ziya Uşaklıgil
Halid Ziya, Servet-i Fünun ve Cumhuriyet Dönemi Türk romanının gerçek anlamda Batılı bir kimlik kazanmasında önemli katkısı olmuş bir yazardır. Halid Ziya romanında esas mesele arzu etmektir ve bunun tekrar eden bir motif, bir izlek olduğunu da görürüz. Bütün karakterlerini ortaklaştıran şeydir bir bakıma. Bu, Halid Ziya romanında modern bireylik hâlinin bir temel göstereni olarak kurgulanır. “Beşer hayatı” kavramını kullanır Halid Ziya. En başından beri anlatmaya çalıştığı budur. Roman insana, insanın iç dünyasına ait bir türdür. Halid Ziya, okuyucusunu karakterlerinin iç dünyalarının derinliklerine davet eder. Bu karakterler kendisinin de içinde biçimlendiği toplumun parçasıdır. Sancıları, hesaplaşmaları, içinde biçimlendikleri topluma ve kültüre aittir. Onun edebiyatını kendinden önce ve hatta uzun süre sonraki edebiyatlardan da ayıran nokta ders vermeyen, öğretmeyen, otoritesini geriye çekmiş anlatıcılardır aslında ve model olma yükünü taşımayan, kaybeden karakterleriyle özerk bir edebiyat olmasıdır. Halid Ziya’nın köksüzlükle, taklitçilikle eleştirilmesinde de bu özerk edebiyat anlayışının etkisi vardır ne yazık ki. Ama bu edebiyat tam da içinde biçimlendiği toplumun yaşadığı kırılmaların, sancıların izlerini taşır. Halid Ziya’nın kendisi de yaşadığı coğrafyadaki modernlik deneyiminin öznesi olan bir Osmanlı entelektüelidir nihayetinde ve bütün bu kırılmaların, krizlerin içinde biçimlenen bir yazardır. Halid Ziya hiçbir zaman bize mutlu sonlar anlatmıyor. Hayatta başarılı olmuş, arzularını sonuna kadar gerçekleştirip hayatını mutlu bir şekilde sürdürmüş karakterler hiçbir zaman birincil karakterler olmuyor. Böyle karakterler yok mu? Var. Ama ikincil, üçüncül karakter olarak uzaktan görürüz onları. Halid Ziya bizi hep diğerine, diğer hayat tasavvuruna doğru çeker. Kadınlar için de erkekler için de böyledir bu.

Halid Ziya Uşaklıgil
Mai ve Siyah

1
Sofranın çevresinde yedi kişi idiler.
Bir gün “Mir-at-ı Şuûn” gazetesinin imtiyaz sahibi Hüseyin Baha Efendi, matbaaya yüzünde bir başka sevinç parıldayarak girdiği zaman, dört sayıdan beri süregelen “Dâhilî Sanatlar” yazısının altına son sözünü iri bir yazı biçiminde karalamakta bulunan Başyazar Ali Şekip’e demişti ki:
“Yarın değil öbür gün ‘Mir’at-ı Şuûn’, onuncu yılının üç yüz altmış beşinci gününü tamamlıyor. Çarşamba günü için…”
Ali Şekip hemen karşılık vermişti:
“Hiçbir şey yazamam. Şölen verilmeyince bir satır yazı yok.”
Bu gece işte, Tepebaşı Bahçesi’nde yazı heyetine o şölen veriliyordu.
Çağrılanlar, “Mir’at-ı Şuûn” gazetesinin yazarlarından başkaları değildiler. Bütün bu gençler dört saat hep içmişler, bir saat hep yemişlerdi. Şimdi parmaklarının arasında, karnı doyduktan sonra, yalnız uğraşıyor olmak için oyalananlara özgü bir tutumla yavaş yavaş yuvarladığı bir elmanın kabuğunu bir parçada çıkarmaya çalışan Ali Şekip’ten başka hepsi, sandalyelerinin durumunu değiştirmişler, sofradan az çok çekilmişlerdi.
Sofrada artık yemek sonuna doğru görülen bir dağınıklık havası esmekteydi. Kahvenin gelmesine kadar unutularak bırakılmış elma, portakal kabuklarıyla dolu son tabaklar, diplerinde kırmızı yudumlar görülen şarap kadehlerinin yanında duruyor, sofranın kenarında yer yer çıkan tütün dumanı bir süre dalgalanarak lambanın çevresinde dönen bir bulut oluşturduktan sonra dağılıyordu…
Beyaz örtünün üzerinde yüksek yemiş tabaklarının, sürahilerin, kadehlerin, oraya bırakılmış bir fesin şarap lekelerine karışan gölgeleri lambanın oynak ışığı altında kimi zaman küçülüp kimi zaman büyüyordu. Şurada devrilmiş bir tuzluk… Ötede birisinin can sıkıntısıyla üç çataldan oluşturmaya çalıştığı bir piramit… Yer yer tabakların üzerine veya şişelerin yanına bırakılmış peçeteler… Düşmüş de kaldırılmasına üşenilmiş bir bardak… Sofrayı baştan başa örten bir kargaşalık sanki yedi güçlü çenenin saldırısından yorgun düşmüş, bezgin, bıkkın bir yıkıntı kümesi biçiminde serilmiş bir sofra.
Hepsi başka bir durumda idi: Bir yanda Ahmet Cemil -tatlı kıvrımlarla bükülerek kulaklarından dolaşan uzun saçları ensesine dökülmüş bir genç- ellerini ceplerine sokmuş, bacaklarını uzatmış, ağzında sallanan sigarasının minimini bulutlarına süzgün gözlerle dalmış düşünüyor; ta öbür ucunda Sait, Raci -arkadaşlarının şaireyin (iki şair) diye alay ettikleri iki genç şair- başka bir şairin ayağına ip takmış sürüklüyorlar; biri -kısa, zayıf, kuru, öyle ki susuz bir yerde yetişmiş sanılır- yanında boş kalmış bir sandalyeye eğilerek iki sandalye ötede imtiyaz sahibi Hüseyin Baha’nın yazı işleri memuru Ahmet Şevki’ye gizlice anlattığı dertlerini dinlemek için kulak kabartıyor; kafaları buhar ile şişmiş olan bütün bu adamlar geciken kahveyi bekleyerek orada, şu dağınık sofranın kenarında yarım kalmış sözleri tamamlıyorlardı…
Herkes konuşuyor, hiç kimse dinlemiyordu. Düzensiz, ölçüsüz araçlardan oluşan bir orkestra gibi ne başlangıcı olan ne sonucu olan kırık dökük fısıltılar, çok içilmiş, çok yenilmiş zamanlara özgü bir başıboş düşünce ve dil akışı…
Ali Şekip elmasını soymuştu. Bozmayarak, sakatlamayarak çıkarmayı başardığı için kabuğu karşıdaki “iki şairin” arasına fırlattı.
“Raci! Seni çatlattım!” dedi.
Onlar konuşmalarını kesmediler; Raci diyordu ki:
“Bak düşüncelerimin sonucunu, özetini söyleyeyim. Onda tek bir şey var: ‘Yalnız ben yazayım, benden başka kimse yazmasın.’ diyor!”
“Demek edebiyat tekeli! İmtiyaz sahibi: Hüseyin Nazmi.”
Raci gülerek sustuğu zaman bir aralık arkadaşı -parlak siyah gözlü, derin kırkılmış gür sakallı bir genç- başıyla Ali Şekip’i işaret ederek sordu.
İkisi de onun şakasını anlamamıştı. Uzaktan olayı izleyen kısa, kuru çocuk -Saib- yanlarına yaklaştı; yere düşen elma kabuğunu bir ucundan tutarak gösterdi, nükteyi açıkladı:
Onun anlattığına göre meyvelerin kabukları öyle tamam soyulursa şeytan çatlarmış! O, Ali Şekip’in şakasını pek parlak buluyor; kırık kırık bir sinirli kahkaha ile gülüyordu. “İki şair” bundan zevk almadılar.
Raci “Puf!..” dedi. “Soğuk!.. Sıfırın altında otuz!.. Şunu ‘Mir’at-ı Şuûn’un bir sayfasında imza koymadan yayımlasalar, herkes Ali Şekip’in olduğuna yemin ederdi.”
Başyazar işitmedi, kendi kendine “Şimdi de ötekini çatlatmalı.” diyordu.
Ötede yönetim memuru -kısa, şişman, bıyıkları seyrek, o kadar ki yolunmuş sanılır; yanakları kıpkırmızı, öyle ki berber, sakalından iz eser bırakmamak için derisini soymuş izlenimini verir; hiçbir yaşa sığmaz bir yaşta bir adam ki yürürken yuvarlanıyor, otururken gömülüyor denebilir- şairlerin bulunduğu yöne döndü, kendisiyle eğlenmiş sanarak “Ahmet Şevki Efendi’nin burada olduğu unutulmamalı…” dedi. İşitenler güldüler. Yazı işleri memurunun kendisinden söz ederken “Ahmet Şevki Efendi” demesinden herkes hoşlanırdı.
Elleri ceplerinde düşünen Ahmet Cemil, hafifçe dönerek dudaklarının arasından bir şey söyledi ama işitilemedi.
Bu aralık kısa, zayıf, kuru çocuk şairlerin yanından ayrılmış, yeniden imtiyaz sahibinin (kendisine anlattığı) gizli şeylerine ilgi göstermişti. Bu sırada Hüseyin Baha Efendi, matbaa-gazete yazı işleri memurundan söz ederek ve karşısındakinin bir sözüne karşılık vererek diyordu ki:
“Ne?.. Doğruluk dürüstlük ha?.. Hay bön adam hay! Elini versen parmaklarını eksik bulursun.”
Bu aralık Ali Şekip “Kahve!..” diye bağırdı. “Kahve içmeyecek miyiz?.. Kahve!..”
O zaman, birden herkes bir şeyin eksik olduğunu sezinleyerek, onu bekleyerek burada kaldıklarını akıllarına getirdiler. Yedi ses bir nakarat gibi yineledi:
“Kahve!.. Kahve!..”
İmtiyaz sahibi -Hüseyin Baha Efendi, kendi adından çok bu görevinin sanıyla anılır- parmağıyla, uzaktan kahve getiren garsonu gösterdi. Bütün bu çılgın çocuklar ayaklarını vurarak, çırpınarak, bağırarak nakaratı yineliyorlardı:
“Kahve!.. Kahve!..”
Eğlenmek, gülmek, bağırmak için fırsat arayan bu gençler hep alkışladılar. Sanki bu gece sevinç ve neşelerine şu bir fincan kahve ile güzel bir son vereceklerdi.
Fincanları kapıştılar. Kimisi ayakta durarak kimisi bir sandalyenin kenarına ilişerek kahvesini içmeye başladı. Tepsinin üzerinde yalnız bir fincan fazla kalmıştı. Garson kararsız bir bakışla yanına yöresine bakındı. Ta ötede, hâlâ o durumda düşünen Ahmet Cemil’i gördü; yaklaşarak dedi ki:
“Kahve sizin mi?”
Ahmet Cemil, dalgın karşılık verdi:
“Sanırım.”
Sonra birdenbire doğruldu; elini fincanına uzatarak biraz ötede hâlâ Hüseyin Nazmi’yi, arkadaşı Sait’le çekiştirmesini sürdüren Raci’ye döndü, kuru bir sesle “Demin Hüseyin Nazmi için bir şey söylüyordunuz.” dedi. “O burada bulunsaydı ne karşılık verirdi bilmem ama öyle sanıyorum ki sadece bir gülümsemeyle susardı.”
Ahmet Cemil’in ağzından bu söz bir çırpıda, hiç sakınılmaksızın çıkmıştı. Raci ilk önce bu biçimde kendisine seslenilişine şaşırmış gibi göründü; sonra karşılık vermek istedi:
“ ‘Gencîne-i Edeb’ başyazarını -bu sıfatı küçümseyen bir tutumla söyledi- herkesin sizin kadar değerli bulması gerekmez. Siz, birbirinizin yazdığını anlarsınız; herkesin de sizin gibi anlamasına bir ihtiyaç göremiyorum.”
Şimdi herkes susmuştu. Havanın içinde sanki bir şimşek çakmış, bir fırtınanın tutuşmak üzere olduğunu akla getirmişti.
Sait boş fincanını sofraya koydu. Ali Şekip sekizinci elmanın kabuğunu tamamıyla ve tam olarak çıkarmaktan vazgeçti. Hüseyin Baha Efendi, daha iyi dinlemek için burnunun üstünden sürekli düşen gözlüğünü büsbütün salıverdi. Kuru, kısa, zayıf çocuk biraz daha yaklaştı…
Herkes Ahmet Cemil’in başlamasını bekliyordu. Bu uzun sarı saçlı genç, hepsince bir başka yaratılışa sahip bir kişi olmak üzere tanılır, o söze başlarken herkes bir saygı duygusuyla susardı. Ama hepsi umutlarında aldandılar; o bekledikleri fırtına patlamadı. Ahmet Cemil hâlâ düşünmesini sürdürüyormuşçasına tam bir dil ve tutum ılımlılığı içinde dedi ki:
“Bu yargılama biçimi bilmem kabule değer olabilir mi? Sizin edebiyat konusundaki düşüncelerinizi -şu son söz Ahmet Cemil’in ince dudakları biraz kasılarak ancak sezilebilen bir alaylı söyleyişle yapıldı- herkes gibi ben de biliyorum. Buna şaşmak, garip bulmak şöyle dursun üstelik tam tersine bir izlenim bırakacak bir şey görsem inanınız ki ben inanmak istemem. Sizi gücendirmek düşüncesine hizmet etmeyerek kesin inanmanızı belirtmek isterim ki zaten size karşı olan görüşümü ve tutumumu değiştirmek için yüreğimde en küçük bir heves bile yoktur. Ne olur, varsın bizi iltifata değer görmeyen arkadaşlar içinde Şair Raci de bulunsun… Bugün, ‘Gencîne-i Edeb’ dergisinin iki bin satışına Hüseyin Nazmi sebeptir, diyorlar.”
Raci’yi hiçbiri sevmezdi. Bulaşıcı bir gülümseme bütün dudakları dolaştı. Herkeste bu sözlerin (etkisiyle) tatlı bir haz uyanıyordu. Raci, küçümseyen bir bakışla karşılık vermeye çalışıyordu.
Ahmet Cemil, dinleyenlerin sevgisine güveni olan bir konuşmacı rahatlığıyla, gülümseyen dudaklarını fincana uzattı. Sözünü sürdürmekte mahsus gecikiyormuşçasına kahvesinden bir yudum içti, sonra dedi ki:
“Hüseyin Nazmi’yi küçültmek-aşağılamak için fırsat kollayanları anlayamıyorum. Her gün kucak kucak önünüze yığdığı o güzellikleri, edebiyat âleminin o yeni temellerini görmemek için insanın gözlerini kapamak, bugün kaleminden taşan zafer çığlığını işitmemek için insanın kulaklarını tıkamak gerekir…
… Şakalarla onu durdurmak istiyorsanız boş düşünce! Görmüyor musunuz ki bugün dâhiliğinin pınarı coşup taşmaya başlamış bir nehir gibi akıyor; ileriye, sürekli ileriye akıyor!.. Onun coşkun dalgalarına set mi çekeceksiniz, çekebileceksiniz?.. Anlamıyor musunuz ki mümkün değil! O, en katıksız kaynaklardan güç alarak, en yüksek tepelerden atlayarak, en gönül okşayan vadilerden dolaşarak, en temiz kayalardan süzülerek büyüye büyüye yükseldi. Düşmanları biraz ağızlarını açsalar boğulacaklar…”
Saib -kısa, zayıf, kuru çocuk- zevkinden ellerini ovuyordu. Sait dayanamadı, arkadaşı Raci’den ayrıldı; “Evet!” dedi.
Ali Şekip gizlice Raci’yi gösterdi. Raci kinden, kıskançlıktan oluşmuş bir duyguyla sanki boğuluyordu.
Ahmet Cemil, ince parmaklarıyla yumuşak sarı saçlarını taradı; gözleri yarı kaybolmuş, bir yeni ilham dalgasıyla tutuşmuş kadar parlayan yüzü -lambanın ışığıyla yarı gölgeli bir tablo biçiminde, kendisini dinleyen, bütün sözlerine katıldıkları gözlerinden okunan bu arkadaşların karşısında- Raci’ye yarı dönük yarı ona seslenen bir durumda konuşmasını sürdürdü:
“Siz şiirimizin, eskilerin bıraktıkları yerde, olduğu gibi kalmasını görmek istiyorsunuz ama buna imkân olmayacağına bir türlü inanmak istemiyorsunuz…”
Raci’nin dudaklarındaki küçümseme gülümseyişi sanki donmuş, orada yapışmış gibi ne dağılıp ne açılıyordu.
Ahmet Cemil’in yanaklarına hafif bir renk çıkıyor, dudaklarına bir titreşim geliyordu. Ama sesi, katıksız bir ahenk kadar kulakları okşayan, ruha sıcaklık veren sesi -uçtukça uçuş yetenekleri artan kırlangıçlar gibi- söyledikçe güç buluyordu.
“Şiirin nasıl bir yol izlemesi gerektiğini anlamıyorsunuz. Fuzuli’nin katıksız ve içtenlikli şiirine tercüman olan o temiz dilinin üzerine sanat gibi süsleme gibi iki belayı musallat etmişler; dilde onlardan başka bir şey bırakmamışlar. Öyle şeyler söylenmiş ki sahiplerine, şair denmekten çok kuyumcu denebilir…
Bir ucundan tutulsa da silkelense taş parçalarından başka bir şey dökülmeyecek… Dili donmuş bir yığın hâline getirmişler. Bakiler, Nedimler, o dâhilik perisinin alınlarına ilahi bir nur koyduğu adamlar, bu dilden, bu donmuş yığından ne çıkarabileceklerinde şaşkın, kararsız kalmışlar. Dili -üstünü örten, süsleme ve sanatçılık yükünün altında zayıf, sarı, artık görülemeyecek, belki yok denebilecek bir hâle gelen ruhu- Veysîlerin, Nergisîlerin eline vermişler; o güzel Türkçeye bilmece söyletmişler…
Bunu inkâr etmek mümkün değil… Dört yüz yıl emekle dilin üzerine yığılan bu kof şeyler işte sonunda, zamanla, yavaş yavaş sıyrılıp savruldu…”
Ahmet Cemil şimdi kendisini unutmuş; yalnız göğsünü şişiren, beyninde biteviye aynı şekilde vuran bir durağan düşünceyle söylüyorcasına kimseye bakmayarak, üstelik söylediğinin farkında olmayarak konuşuyor konuşuyor; bütün çevresinde bulunanlar -sanki bu genç konuşmacıdan çıkan bir mıknatıs soluğuyla bulundukları yerden yüksek bir noktaya çekilmişler gibisine- kımıldamayarak, gözleri dalarak, soluklarını tutmak isteyerek, bir vaaz verenin karşısında heyecandan uyuşmuş duranlar hâlinde dinliyorlardı…
“Bilseniz, şiirin nasıl bir dile muhtaç olduğunu bilseniz! Öyle bir dil ki… Neye benzeteyim, bilmem?.. Konuşan bir ruh kadar temiz, sağlam ve iyi anlatıcı olsun. Bütün kederlerimize, sevinçlerimize, düşüncelerimize, o yüreğin bin türlü inceliklerine, düşüncenin bin çeşit derinliklerine, heyecanlanmalara, öfkelenmelere tercüman olsun!..
Bir dil ki bizimle birlikte, güneşin batışının hüzünlü renklerine dalsın düşünsün; bir dil ki ruhumuzla birlikte bir yasın acısı ve umutsuzluğuyla ağlasın. Bir dil ki sinirlerimizin heyecanına eşlik ederek çırpınsın… Hani ya bir kemanın telinde önüne geçilip tutulamaz, anlaşılamaz, bir kural altına alınamaz ezgiler olur ki ruhu titretir… Hani ya tan ağarmasından önce ufuklara hafif bir renk katışımıyla dağılmış sisler olur ki üzerlerinde belirgin hâle getirilemez, ne olduğu anlaşılamaz yankılar uçar; gözlere öpücükler serper… Hani ya kimi gözler olur ki sonsuz karanlıklarla dolu bir ufka açılmış ölçülemez, nerede biteceği konusunda bilgi edinilmesi mümkün olmayan derinlikleri vardır, duyguları, duygulanmaları yutar…
İşte (öyle) bir dil istiyoruz ki onda o ezgiler, o renkler, o derinlikler olsun. Fırtınalarla gürlesin, dalgalarla yuvarlansın, rüzgârlarla sarsılsın; sonra veremli bir kızın yatağının kenarına düşsün, ağlasın; bir çocuğun beşiğine eğilsin, gülsün; bir gencin umutla parlayan bakışına saklansın…
Bir dil… Oh! Saçma söylüyorum sanacaksınız; bir dil ki sanki bütünüyle bir insan olsun.”
Ahmet Cemil’in titreyen sesinde ezgilenen katıksız ahenk, dâhiliğin büyülü değneğine değmiş sanılan yüzünde parlayan bir saniha[1 - Saniha: Çok düşünmeden doğan iyi ve güzel düşünce veya bu düşünceleri doğuran zekâ. (e.n.)] yıldızı; lambanın hafif ışığı ve dalgalanan tütün dumanları arasında yükseliyor görünen yapısı; ruhu okşayan bir nazım (manzume-şiir) biçiminde, titrek dudaklarından dökülen bu sözler, sanki orada bulunanlara bir cazibe dairesi içine almıştı.
***
Ahmet Cemil’i bir yıldan beri tanıyorlardı. Geçen yıl Mülkiye Mektebi’nden çıkıp da basın dünyasına atıldığı zamandan beri… Onu bir kez görmek, (kendisini) sevmek için yeterli gelmişti. Herkes severdi; daha doğrusu bir tür saygı duyardı.
Son söz üzerine Ahmet Cemil, yorgun bir hâlde iskemlesine atıldı. O son sözünden sonra öyle bir hâle geldi ki hiç konuşmamış, deminden beri orada sessiz, kendi kendine düşünüyormuş, oturuyormuş sanılırdı.
Raci, yüzü pek kötü bir biçimde kızarmış olarak yanına yaklaştı; ellerini sofranın kenarına dayayarak yarı alaylı, yarı tehditle karışık bir durumla dedi ki:
“Bunlar öyle şişkin ama öyle boş sözlerdir ki içinde bir şey bulmak mümkün olamaz.”
Ahmet Cemil karşılık vermek istedi. Zaten sofrada genel bir kımıldama olmuştu. Raci’nin karşılık olarak söyleyeceği şeyler kargaşalığa geldi. Şimdi bahçenin orkestra takımı gece çalmasına başlamak üzereydi. Kemanlar hazırlanıyor, kırık dökük melodi parçaları işitiliyor, bahçe hizmetlilerinden biri elindeki ışıklı değneğiyle dolaşarak halkın yeniden toparlanmasına kadar idare etmek amacıyla, söndürülen (hava gazı) lambalarını yakıyordu.
Hep ayağa kalkmışlar, şöyle bir iki tur yaptıktan sonra -bahçenin yan ve ıssız bir yerinde pineklemektense- ortalarda bir yerde oturmak istemişlerdi. Üstelik Ali Şekip, şölenin hiçbir yönünde eksik bırakmamak üzere, bir nargile ısmarlayacağını imtiyaz sahibine yarı açık, yarı kapalı belli etmişti.
Ahmet Cemil izin istedi; o, aydınlık ve kalabalık bir yere şu gizli ve yarı karanlık köşeyi yeğliyor, buradan ayaklarının altında serilen Haliç’in ve İstanbul’un aydınlık bir gökyüzü altındaki görüntüsüne karşı düşünmek istiyordu.

2
Onlar ayrıldıkları vakit geniş bir soluk aldı. Sanki büyük bir zahmetten kurtulmuş gibi kendisini yalnız, ötede beride, yemek yiyen birkaç kişiden, ara sıra görünen iki üç sessiz hizmetliden başka halktan; biraz ötede uyanmaya harekete başlayan kalabalıktan uzak, düşünceleriyle yalnız kalmaktan (dolayı) büyük bir iç rahatlığı duydu.
Zaten, alışkanlığı olan içki kaçınganlığına karşın, bu gece şu şölen onuruna, biraz da arkadaşlarının aşırı üstüne düşmeleri yüzünden -bu alışkanlığının tersine olarak- biraz ölçüyü kaçırmış, biraz dayanabileceğinden fazlasını içmişti. Şimdi yavaş yavaş beyninden süzülen bir şey; damarlarının içinden, kemiklerinin arasından hafif hafif ürpertilerle akarak, sanki büyük bedenselliğini, kendi kendisini yönetebilme gücünü çekerek ayaklarına doğru çekiliyor gidiyor, vücudunun direniş gücünü direnme mümkün olmayan bir güçle erite erite dağıtıyor gibiydi.
O vakit geçici bir çabayla kendisini toplar; bir uçuruma yuvarlanmıyor, toprakların arasına süzülüp akmıyor olduğuna güven kazanabilmek istiyormuşçasına gözlerini açar, ayaklarını çekerdi.
Arkadaşları Ahmet Cemil’i böyle bir hâlde bıraktılar. Onlar gider gitmez dudaklarının arasından “Aman bu Raci!..” dedi.
Bu adamdan, ilk tanıştıkları dakikadan başlayarak duyduğu nefreti şu üç kelimede tamamıyla açıklardı. Onu hiç sevmez, sevmemek mümkün olduğu kadar sevmezdi. Raci o adamlardan biri idi ki dünyaya hiçbir şey olmamaya hükümlü olarak geldikleri hâlde her şey olmak isterler. Raci de en çok olamayacağı bir şey olmaya çalışıyordu: Şair…
Ahmet Cemil pek iyi bilirdi ki bu adam, bilmem kimin bir gazeline nazire söylemek için bir gün Boğaziçi’nin ta Kavak iskelelerine kadar gidiş geliş yolculuğunu yapmayı göze almış, on kuruş da harcamadan çıkmıştı da ancak iki buçuk beyitle dört uyak bulabilerek geri dönmüştü.
O vakit, çok başarılı bir iş yapmışların hâliyle gazeteye geldiği zaman Ahmet Cemil, elindeki kâğıdın üzerinde yirmi otuz çizilmiş satır arasında sağ kalabilmiş altı dizeyle bir dizenin yalnız son bölümünü -evet, son bölümünü- görmüştü. Aman ya Rabbi! Şair Raci dedikleri işte bu idi!.. Bu kadar hiçliğiyle birlikte her üstün, seçkin ve güzel şeye, bunların sahibine düşman… Bunun bir güzel şeyi beğendiği, elinden bir şeyler gelen bir arkadaşını takdir ettiği daha görülmemişti.
Sanki başkalarındaki bir üstünlük ve seçkinliğin onaylanması, kendisinde bir noksanlık doğuracakmış gibi bir küçük, güzel bulup beğenme gülümsemesini bile esirgerdi. Bu adamın beğendikleri yalnız ölülerden başkaları değildi. Ölüler, onlar artık olağanüstüleşmiş ve şu edebiyat pazarından çekildikleri için rakiplikten arınılmış olarak kalmışlardır.
Ahmet Cemil bir gün bir Batı edebiyatçısından aktararak “Mezar taşı ünlenme heykelinin oturduğu tabandır.” dediği zaman, orada bulunan Raci’ye dönerek “Al sana göre bir söz, öyle değil mi?” demişti. Bu yolda şakalarla Raci’yi kendisine düşman etmişti. Ama ne sakıncası var? Zaten Ahmet Cemil yalnız herkesçe değerlendirilip beğenilmiş olduğu için onun düşmanlığını kazanmış olmuyor muydu? Herkesçe beğenilmiş, değerlendirilmiş olmak sözüne de Ahmet Cemil gene bir kapsam vermez.
İnsanın olsa olsa kendi mesleği dışında olanlarca, yani yan tutmayan kimselerce değerlendirileceğinde şüphe yoktur diye düşünür. Onu arkadaşları seviyorlardı ama o sevgi içinde kim bilir ne kadar saklı kinler ne derin kıskançlıklar vardır. Bugün kendisini beğenip değerlendirenler, yarın -kendilerini düşürmeye neden olabilecek bir şey yazsın- bakınız nasıl gürlerler. Ah, bu basın dünyası!..
Bir yıldan beri o dünyanın az tecrübelerini mi görmüş, acılıklarını mı çekmişti? Okulda iken nasıl düşler düşünürdü!.. Bugün kim bilir ne kadar gençler vardır ki o dünyada bir zevk bulunduğunu hayal ederler ama bir kez bu çirkin basın hayatına girseler…
Ahmet Cemil, kin ve kıskançlık denince hep Raci’yi düşünür. Bu adam basın dünyasında bir tür yaratıkların özel bir örneğidir. Tashih işlerine bakarken, tashih yanlışlarına dikkat edeceği yerde, ötekinin berikinin hatalarını bulmaya çaba gösterir. Bir gün örneğin Ahmet Cemil’in bir yazısında yanlış bir ilgi bağ cümlesi bulduğu için bir hafta onunla dalga geçer.
Aşırı ölçüde kuralları iyi bildiğini ileri sürerek bununla övünür. Arapçayı, Farsçayı pek iyi bildiği iddiasındadır ama bir kez Arapça bir gazetenin üç satırını Türkçeye tercüme edememiştir.
Gazetedeki görevi muhbirlerin getirdikleri haberleri gözden geçirip tashih etmekten başka bir şey değildir. Ne vakit küçük bir yazı yazmaya gerek duyulsa bu işin kendisine verileceğinden korkarak, akşam biraz fazla kaçırdığından söz ederek sersem olduğundan dem vurur.
Basında onu kimse sevmez. Hele yazı işleri memuru -o kendisine Ahmet Şevki Efendi diyen yuvarlak adam- Raci’den söz edilse ateş püskürür, onun kadar avans olarak para alan, gazetede kimse bulunmadığı zamanlara rastlarsa gelen ilanların ücretini cebine indiren bir yazar -işte basında bulunalı on yıl oluyor- hiç görmediğini söyler…
Ahmet Cemil “Aman bu Raci!..” dediği zaman işte bütün bu ayrıntılar o üç kelimenin söylenişinin içine sıkışmıştı.
Bakınız, Başyazar Ali Şekip büsbütün başkadır. Raci ile tam bir zıtlık oluşturur. Uzun boylu, geniş omuzlu, açık yüzlü ancak otuz beş yaşında olan bu adam biraz safça -bu deyimde zariflik ağır basmalıdır- biraz budalaca olmakla birlikte, “Mir’at-ı Şuûn” yazı heyetinin en çok bilgili olanıdır. Hukukla ilişkisi vardır, çok kitap okumak sayesinde az çok bir şeyden anlar. Küçük yaşından beri basında çalışmıştır. Dünya siyasetinin en az önemli olan ayrıntıları bile ezberindedir. Sanki bir ansiklopedi gibi beyninin içinde yapraklar döndükçe bilgilerinin çeşitliliği kendini gösterir. Fizik bilgileriyle ilgili bir şeyin yanında yönetimle ilgili bir konuya rastlanılır.
Bununla birlikte son derece alçak gönüllüdür; bildiklerine pek kesinlikle inanmayanlara özgü bir korkaklıkla herkesten iyi konuşabileceği konularda bile susmayı yeğlemek âdetidir. Onun için kendisini tanıyanlar, ondan hiç korkmazlar; yanında en saçma şeylerden söz ederler de o bunları tashih etmekten utanır. Üstelik Raci’nin gazellerini güzel bulmamaya bile cesaret edemez. Zaten edebiyata kesinlikle sokulmaz, bundan anladığını ileri sürmez.
Bir gün deneme yazmıştı da arkadaşlarına okumak üzere gazeteye getirdiği hâlde okuyamaksızın “Alay edeceksiniz, neme gerek? Bana siyasal yazı yazmak ne güne duruyor?” diyerek yırtmıştı.
Onun için Ahmet Cemil de bu küçük bir çocuk kadar utangaç adamın içtenlikli bir dostudur. Ali Şekip o adamlardandır ki insan ellerini ellerine koyacak olursa onlardan duyulan temizliğin ve katıksızlığın sıcaklığı ile hayatın birçok kötülüklerinden yürekte meydana gelen buzların eridiğini sezinler. Ahmet Cemil, Ali Şekip’in yalnız bir şeyini bağışlayamaz: O da bütün utangaçlığıyla birlikte bu adamın ara sıra şaka etmek istemesidir.
Bu tertemiz yüreği incitmiş olmamak için Ahmet Cemil en katlanılamaz şakalarını bile hoş bulmuş gibi görünür. Onun şakaları ile eğlenen özellikle Raci ile Sait’tir. Raci yaratılış bakımından dolu bulunduğu hainliğe, Sait de kendine özgü bir karaktere sahip olmayıp da ötekinin berikinin yaptığını taklit etme alışkanlığına uyarak Ali Şekip’e ağız açtırmazlardı.
Sait üzerinde Ahmet Cemil’in belirgin bir görüş ve düşüncesi yoktur çünkü Sait’in kendisinin belirgin bir varlığı yoktur. Sait, her soruya “evet” diyen, her duyduğu düşünceye “Benim de düşüncem budur!” karşılığını veren ama bütün bu dönekliği zaten beyni gayet hassas bir eksen üzerinde çevrilmeye hükümlü olarak yaratılmış olmaktan başka bir nedenle yapmayan bir gençtir ki kimseye kötülük etmez. İyilik etmeye çağrılmazsa iyilik etmek de aklına gelmez; kişiliğinin gerçekten var olup olmadığından insan şüphe duyabilir. Üstelik şiirine de katlanılabilir bir adam olduğu için Raci ile çoğunlukla aynı duyguda çıkmasına Ahmet Cemil gücenmez.
Saib -kısa, zayıf, kuru çocuk- Ahmet Cemil’in sinirlerine dokunan işte bu yaratıktır. Bunun görüntüsünden duyduğu soğuk ürpermeyi, Raci için bile duymaz. Saib, o küçük yapıda yaratılmış, kemikleri gelişememiş, kasları kemiklerinin üstünde kurumuş, küçük gözlü, ufak yüzlü, her zaman ayakta, her zaman kımıldama hâlinde; kulaklarıyla gözleri her zaman bir uğraşma içinde, bu dünyaya görülmeyecek şeyleri görmek ve işitilmeyecek şeyleri işitmek için gelmişçesine, örneğin Ali Şekip’in, bilmem nerede bucak müdürü olan eniştesine yazdığı bir mektubu yandan okumaya çalışırken kulaklarını odanın köşesinde yazı işleri memuru Ahmet Şevki Efendi’nin, kâğıtçıyı az para ile savmak için harcadığı konuşmalara yöneltirdi.
Onun için örneğin çarşamba günü, imtiyaz sahibi Hüseyin Baha Efendi’nin evinde uskumru dolması olacağını bilir çünkü bir gün önce mürettip yamağı Emin’e “İki okka alacaksın, dolmalık olacağını unutma. Geç kalırsan yarına yetişemez…” dediğini tamamıyla işitmiştir.
Raci parasız kaldığı vakit, Ahmet Şevki Efendi’nin çekmecesinde para olup olmadığını Saib’den sorup araştırır çünkü o, her hâlde çekmecesinin bir köşesine atılan bir ilan ücretini görmüştür.
Örneğin birkaç kişi arasında konuşma sırasında, bir söz gürültüye karışsın da anlaşılmasın, Saib’den sorunuz; o kesinlikle anlamıştır, size de anlatır. Ona her yerde rastlanılır. Gazetede herkesten çok işinin başına gelip gittiği, bir kitapçının hesap defterini tuttuğu; sabahleyin Mekteb-i Hukuk derslerine gittiği hâlde, Babıali Caddesi’nden çıkarken bakınız, bir matbaa kapısında, örneğin, o gün Ahmet Cemil’in bir manzumesinin iki beyitini okurken; biraz ötede tütüncü dükkânına uğrayarak filan derginin filan sayısının ne kadar satıldığını araştırırken; gazeteye giriniz, yazı masasının kenarında “Selanik özel temsilcimizden aldığımız bir mektuptur…” diye başladığı bir kâğıda yalancı bir mektup uydururken görürsünüz.
Gazetede herkesten çok o çalışır; çeşitli yazılar yazar, yabancı gazeteleri okur, tercümelerini yapar, taşra mektuplarını özetler…
Ahmet Cemil’in bu çocuk üzerine -çocuk diye ünlüdür çünkü yirmi yaşını her hâlde geçmiş olmakla birlikte çocukluktan kurtulamamıştır- duyduğu şey…
Bakınız, işte şimdi bile sanki vücudunu iki kol tutmuş, sonu olmayan bir derinliğe çekiyordu. Kendisini toplamak istedi ama düşüncesinin bütün kendini yönetme gücüne sahip olmakla birlikte bedenini kaplayan o büyük bitkinliğe karşı koyabilmesi mümkün olmadı, mümkün değildi. O vakit kendi kendisini zorlayarak, sanki bedeninden yavaş yavaş uzanıp gidiyormuşçasına uyuşan bacaklarını çekti. Bahçenin bu yüksek noktasının önünde sayılan bütün görüntüyü bir düşün silinmiş biçimlerine benzeten bulanmış gözlerinde yeterli bir güç toplamak istedi.
O sırada mızıkanın uzaktan gelen ahengini taklit ederek kendisine biraz dayanıklılık vermiş olmak üzere hafifçe, belirsizce ıslık çalmaya başladı…
Şimdi Ali Şekip, Raci, Sait, Saib… Bütün yüzler beyninden silinmişti. Bu çalınan şeye tanıdık çıkıyordu, neydi? Her vakit, bahçeye hemen her gelişinde dinlediği bir şey… O vakit aklına geldi: Waldteufel’in ünlü valsini ne vakit dinlese bütün hayali açılır, gelişirdi. Onun adını kendine özgü bir dille Türkçeye tercüme etmişti: Barân-ı Elmas![2 - Elmas yağmuru. Bu “barârı-ı elmas” tanılaması, “Mai ve Siyah” romanının özünü ve ana temasını oluşturduğu için metindeki ilk geçişinde onu olduğu gibi aldık; öteki bölümlerde sadece Türkçe karşılığını veriyoruz.] Ne güzel, ne hayallemeler getiren, nasıl dünyalarını açan bir ad…

3
Bakınız işte gözlerinin önünde gördüğü şeyler: Başının üzerinde açılan bu gökyüzünde, yazın şu sıcak gecesine özgü bir buğu ile örtülü sanılan bu mavilikler içinde titriyormuş duygusunu uyandıran bütün bu yıldız alayları, bunlar bir elmas yağmuru değil mi?
İçkinin etkisi altında bulanarak süzülen gözlerinin önünde donuk mavilikler üzerine avuç avuç sarı pullar serpilmiş olan gökyüzü sallanıyor; şimdi karşıdaki tepelerin uyuyan sırtlarına dökülecek veya denize doğru akan belirsiz tablo yavaş yavaş yüksele yüksele yerler gökler gecenin bu aşk havası içinde büyük, uzun, vücudu yaka yaka eritip dağıtan bir öpüşle birbirine sarılarak tek bir varlık olacak sanıyordu.
Ah! Bu elmas yağmuru… Bahçenin durgun havasını dağıtan, bir aşk esintisi, sıcak ve baygın bir soluk gibi sanki ta göklerin sezilemeyen yüksekliklerinden dökülen bu ezgiler… Kimi zaman yüreğin en derin noktalarından geliyormuşçasına içten gelen, hafif, sanki sessiz-suskun; kimi zaman bir duygulanma kaynayıp fışkırmasına yansımışçasına patlayarak, çığlık kopararak kimi zaman bir yakınma iniltisi kimi zaman bir kahrolmuşluk iniltisi…
Şimdi Ahmet Cemil, altından yer kaçıyor, başından gökyüzü uçuyor, bedeni bir boşluk içinde yuvarlanmaya başlıyor sanısındaydı.
Elmas yağmuru!..
İşte, işte, sanki göklerden dökülen, karşısında şu bayırın eteğinde yer yer parıldayan, denizin siyahlıkları içinde şurada burada ışıldayan bu ışıklar; işte, işte dans ediyor, yağıyor… Onlar da bir elmas yağmuru ama hayatta yüksek şeylere meftun olmuş gözler gibi aşağıdan yukarıya yağıyor; ta o göklere, o üzerinde gülümseyen nurlara, çalkalanan maviliklere doğru yağıyor.
Bir düş içinde veya büyülü bir dünya karşısındaydı. Kemanların titreyen iniltileri, flavtanın kahkahaları, sanki bu enstrümanlardan, bütün bu kirişlerle tahta veya bakır parçalarından büyülü bir solukla canlanarak, kanatlanarak uçuşan küçük küçük ezgiler birbirine atılıyor; birden ötekine bir ayrılık acısının sesi, ötekinden bir ızdırap iniltisi, şundan bir özleyiş inlemesi, başka birinden bir umut cevabı çıkarak, bütün o zavallı insan ruhuna özgü acılıkların, tatlılıkların hazinesini taşıyor. Mavi, siyah kelebekler gibi uçuşarak birbirleriyle dudak dudağa bir birleşme-kavuşma içinde dağılıyorlar, yükseliyorlar… Sonra bunlar o parlak gökyüzünün maviliklerine, şu karanlık denizin siyahlıklarına serpiliyor; işte, işte şu aşağıya süzülen, şu yukarıya uçuşarak siyahlara bürünen soluk ışıklar! Elmas yağmuru…
Son bir ezgi tufanı ile birdenbire müziğin duruşu bütün bu hayaller zincirlemesine bir son verdi. Ahmet Cemil sanki bir düşten uyandı, yanına yöresine baktı. Şimdi her şey gerçeğe geri dönmüş oldu.
Başını çevirdi; burada niçin bulunduğunu anlamak için düşündü, baktı, o zaman aklına geldi. Arkadaşları şüphesiz orada, işte şuracıktan bir parçasını gördüğü, bahçenin kalabalığı arasında olacaklardı. Onların yanına gitmeye ne gerek var? Ta ötede dönen bir tablonun yalnız bir parçası biçiminde gözünün önünden akıp giden şu seyrancıklara, ağaçların arasında küme küme oturan bütün bu halka kendisinin bir bağı, ilintisi var mı ki gitsin de o kalabalığın içine atılsın? O, bu dünyada herkesten uzak, herkese yabancı değil mi?..
Şimdi kendisini biraz topluyor, şakaklarında hafif bir serinlik duyuyor, beynini ateşten bir bulutla örten buhar yavaş yavaş açılıyordu. Onun dünyası işte şu yavaş yavaş açılan beyninin içindeki mavi bir gökyüzü, o mavi gökyüzünün içinde birçok gülümseyen umut yıldızlarından başka bir şey değildi.
Orada da bir elmas yağmuru…
İşte, gözlerini kapayınca görüyor: Mavi bir gökyüzü altında büyük bir kırsal yer ki sabahın hüzünden, neşeden, renkten ve karanlıktan, sessizlikten ve ezgilerden, gölgeden ve hayalden; o birbirinin hem aynısı hem de gayrısı sanılan zıtlıklardan meydana gelmiş hâli altında daha uykusundan tamamıyla ayılamamış mahmurluklarla yüklenmiş sisler arkasında boğulan ufuklara doğru uzayıp gitsin…
Üzerinde bir gökyüzü ki geceden kalma siyahlıklarla gündüzün ilk parıltılarının birleşmesinden oluşmuş esmer bir renkle gözleri lütuflandırır; bir belirsiz renk altında mavi bir atlas hâlinde görünen gökyüzünün derin bir köşesinden Çoban Yıldızı’nın beyaz gülücüğü hâlâ görünür; bakir bir katıksızlıkla aydınlanmış bir göz gibi bakmaktadır…
O lacivertliklerin bir yanında, daha belirsiz, bir nurdan toz savruluyor gibidir. Bu kırsal yerin üzerinden, o gökyüzünün altından, bir peri alayının kanatlarıyla dalgalanıyor denebilen hafif bir hava uçar ki dikkat edilirse bir ruhsal dünyanın ezgili sesine benzer melodilerle titrer. Bütün görüntüler, sabahlara özgü o renkli belli belirsizlik içinde hava ve hayalden oluşmuş bir gölge biçiminde durur. Ama bir zaman gelir ki birdenbire bir görkemlilik çağlayanı dökülür; biraz önce sönük duran gökyüzü sanki bir yangınla dolar. Ufkun bir köşesinden, güneşin göğsünden kırsal bölgeye bir nur tufanı döker.
Gökyüzünün bu görkemli yangını altında kırsal bölge karmakarışıklıktan sıyrılır, bütün ortalık taze bir hayatın canlılığı ile tutuşur…
Ahmet Cemil burada, hayalinin bu gösterişli tablosunu yaşatırken “Ah! O umut güneşi!..” diyordu. Onu ne kadar yıldır bekliyordu…
Daha yirmi iki yaşındaydı. Öyle bir yaşta, gençliğin öyle bir duygusal döneminde ki düşünüş, aydınlık bir gökyüzünün elmas yağmuru altında parlak hülya dünyalarında kanatları kırılmış bir kuş gibi daha topraklara düşmemiş; gözler ışıklı bir hayal ufkunun nurlarıyla dolu iken bir perde altında siyah bir köşenin açılmak üzere olduğunu daha görmemiş; yalnız aydınlık, güler yüzlü bir sabahın düşüne dalmış; umut güneşinin üzerine ta uzaklarda bir ufkun içinde hazırlanan bulutların dökülmeye hazır olduğunu anlamamıştı.
Daha yirmi iki yaşında; bütün ruhsal dünyası yalnız bir umudun gerçekleşmesini bekliyor…
Üne erişmek, edebiyatçı olmak, herkesçe tanınmak… Bugün o kadar acılıklarına göğüs vermek için hayatını zehirlediği bu edebiyat dünyasının bir gün yüksek doruklarına çıkmak ve adını o kadar yükseltmek ki… O, düşünüp hayal ettiği o yüksek dereceye bir sınır bulamıyor; sonra da bu denli yükselme emellerine kapılıyor olduğundan dolayı kendi kendine utanıyordu. Edebiyatçı olmak, ün kazanmak… Yıllardan beri bütün düşüncesi bu değil miydi?
Daha okulda iken bir kimya kitabının üzerine başını dayayarak, gözleri ötedeki siyah tahtanın üzerinde unutulmuş, yarım kalmış bir cebir denklemine dalarak, düşünsel bir hayal rüzgârı üzerinde, bilinmez emeller uzayında uçtuğu zamanlardan beri bütün varlığını kaplayan emel, üne erişmek isteği değil miydi?
Ahmet Cemil her zaman aceleci ve telaşlı yürüyüşü ile sanki koşarak Babıali Caddesi’nin kenarından çıkarken şu kitapçı dükkânları, cam kapıların aralarından ayırt edilen şu kitabevi müşterileri, bu matbaalar; sabahtan akşama kadar düşünce ve sanat hareketlerinin yegâne mekânı olan şu cadde, bir gün gelecek kendisinin fethetmiş olduğu bir yer olacak…
Şimdi birkaç eski okul arkadaşıyla sekiz on kalem sahibinden başka herkes için tanınmayan biri olan bu genç, bugün koltuğunun altında bir iki kitapla buradan bir gölge gibi çıkarken, bir gün gelecek rastgele bir kitapçının dükkânına gözü ilişecek olursa okuldan yeni çıkmış iki genç edebiyat amatörünün birbirine, kendisini gösterdiklerini sezinleyecek…
Ah, o zaman göğsü nasıl bir kıvanç havasıyla şişecek! Şimdi oradan bilinmeyen bir cisim biçiminde geçiyor; gören yok, bakan yok; ama o zaman?.. Geçtiği yolun üzerinde adının yavaşça fısıldandığını işitecek ve ciğerlerinden sıcak bir şeyin aktığını duyacak…
Zaten bu sonuca, bu umudun gerçekleşmesine layık olmak için az mı acılar çekmiş, hayatın az mı dertlerine eziyetlerine, güçlüklerine katlanmıştı? Ama bu yaşa gelinceye kadar…
Ahmet Cemil’in düşüncelerine bir ara verme daha girdi: Uzaktan imtiyaz sahibi Hüseyin Baha ile yazı işleri memuru Ahmet Şevki Efendi’nin yaklaştıklarını gördü. İmtiyaz sahibi gelince dedi ki:
“Allah cezasını versin! Bir türlü kendisini toparlayıp düzelemeyecek. Evde kendisini bekleyen karısını, çocuğunu düşünmek yok ki… Gene oraya gitti; ötekilerini de birlikte sürükledi. Biz üç kişi kaldık; artık yavaş yavaş yola çıksak!..”
Ahmet Cemil, Raci’nin ikide bir de Palais de Cristal’de geç vakte kadar kaldıktan sonra geceyi de evinden başka yerde geçirdiğini bilirdi. Kaç kez talihsiz karısı gazetenin kapısına kadar gelerek beş altı yaşındaki yavrusu ile kocasını arattırmış; Ahmet Cemil’le birlikte bütün arkadaşlarını, nasıl bir karşılık vermek noktasında şaşkın bırakmıştı.

4
On dokuz yaşına kadar Ahmet Cemil tamamıyla -hayatta mümkün olabildiği kadar- mutlu idi. Ondan sonra babasını kaybedince geçim kaygısı, hayat mücadelesi başlamış; kendisinin deyimiyle ağzına göre bir “piyale-i telhî-i hayatın zehrâbesine” dudakları değmişti.
Babası dava vekili idi. Ailesini iyi geçindirecek kadar para kazanırdı. Zaten ailesi Ahmet Cemil’in annesiyle on sekiz yaşındaki oğlundan, on dört yaşındaki kızı İkbal’den oluşmaktaydı.
İyi bir aile babası, evine tutkun, eşine çocuklarına tamamıyla bağlı, özellikle namuslu… Ahmet Cemil ne vakit babasından söz etse namusluluğunu dile getiren öykülerin sonu gelmezdi. Onun anlattıklarına göre bir seferinde babası kabul etmiş ve ücretinin yarısını önceden almış olduğu bir davanın, sonradan haklı bulunmadığını anlayınca birden geri çevirmiş ve almış olduğu parayı geri vermeye karar vermişti. Ancak bu kararın yerine getirilmesine büyük bir engel vardı ki o da paranın Süleymaniye’deki minimini evlerinin onarımına harcanmış olmasıydı. O vakit saatlerce düşünüldü; bir çıkar yol bulunamadı. Annesi emniyet sandığına rehin edilmek üzere, küpesiyle yüzüğünü önerdi. O vakit babasının bütün duygusallığı nasıl taşmıştı…
Karısının elmaslarını rehine koymak!.. İşte bu mümkün değil… Kendisinin bir altın enfiye kutusu, bir güzel saatiyle bir ağır altın kösteği vardı; bunlar rehine konuldu. Fazla olarak çok aşırı bir faizle bir tefeciden para alındı; o haksız davadan vazgeçildi.
Bu adamın (Ahmet Cemil’in babası) yalnız bir kaygısı vardı: Ailesini mutlu etmek… Yıllarca bütün düşüncesini adadığı bu amacı sağlamak için kendisini, evet yalnız kendisini birçok şeylerden yoksun bırakarak, bir yere araba ile gitmek isteklerini yenip onlara üstün gelerek yokuşları, çamurlu sokakları yaya tırmanarak, geçen yılın giysisini bu yıl da giymeyi uygun ve faydalı bularak, bulmaya çalışarak, üstelik arkadaşlarının cimrilikle suçlamalarına gülümseyerek para biriktirmişti.
Ufak bir şey. Birçok insanın bir dakikada bir zan hevesine terk edebileceği kadar ufak… Ama bu ufak şey bu namuslu aile babasını yıllarca yormuş, yıllarca alnını terletmişti. O para ile işte şimdi karısını, çocuklarını sokak ortasında kalmaktan koruyan Süleymaniye’deki şu beş odalı evciği, Ahmet Cemil’in zaman zaman gülerek “Bizim konak!” dediği barınak alınmıştı.
Ahmet Cemil, bu evin nasıl alındığını hiç aklından çıkarmaz: O vakit on dört yaşında vardı. Tam okula yatılı olarak girdiği yıl… Babası oğlunu ev alınmadan önce okulda yatılı olarak bırakmadığı için o vakte kadar beklemişti. O gün, ilk kez olarak kira evinden kurtulup kendi evlerine geldikleri gün, nasıl bir telaş içindeydiler! Bütün eşya aşağıdaki mermer avluya, mutfağa, sokağa bakan odaya tıkılmış, her şey birbirine karışmış; babası, annesi, kız kardeşi bu gürültünün içinde şaşırmıştı.
Bu karışıklığın içinden hangisini almak, hangisini nereye koymak gerektiğini bilmediklerinden şaşkın, kararsız kalmışlardı. O vakit babasıyla annesi arasında bir süreden beri sürüp gelen konu yeniden canlanmış, o -babasına Kula’dan armağan olarak gelen- kilim döşemelerin yukarıdaki pembe odaya mı yoksa sofaya mı konacağı meselesi tazelenmişti. O vakit herkes kendi görüşünü ileri sürdü. Herkesten kastedilen de Cemil’le İkbal… Cemil, doğal olarak, babası gibi pembe odayı, İkbal annesine uyarak sofayı uygun görüyorlardı.
Sonunda hizmetçi kız -taşralı iri yarı bir kız- hakem olarak atandı. Hizmetçi şaşaladı. Bu egemenlik duygusunun önemi altında beyni darmadağın oldu. O hem pembe odaya hem sofaya yandaş çıkıyordu. Onun düşüncesini uygulamak gerekseydi kilim döşeme ikiye bölünecekti.
Kendi evlerine gelmiş olmak, herkeste eğlenceye bir merak uyandırmıştı: En küçük nedenlerle bir şakalaşma yapılıyor, gereğinden fazla gülünüyordu. Bu önemli konuda bir eğlenceye yol açmış oldu: Ahmet Cemil’in fesini kura çantası yaptılar; iki kâğıt parçasına “pembe” ve “sofa” sözleri yazıldı. O vakit talih yargısını verdi; pembe odaya talih yâr oldu. Şimdi ne vakit Ahmet Cemil, o eskimek bilmeyen kilim döşemenin üstüne otursa babasının bir yargıç ciddiliğiyle elini fese sokarak “Göreyim seni pembe oda; senin acımana kaldı!” deyişi gözlerinin önüne gelir.
O vakit ne kadar mutlu idiler. Her akşam yemekten sonra saatlerce birlikte otururlar; babası yazısını yazar, kanun kitaplarını karıştırır; Ahmet Cemil bir köşeye büzülür, dersine çalışır; annesi oğluna bir gömlek veya kızına giysi dikmekle uğraşmaktadır; İkbal -kız çocuklarını her zaman annelerinin eteklerine sürükleyen bir duygu ile- annesinin yanında, örneğin babasının eskimiş para kesesinin yerine geçmek üzere, yeni bir kese örer; ara sıra bu dört kişiden birinin ağzından çıkıvermiş rastgele bir söz konuşmalara yol açar. Ahmet Cemil başını kaldırır, İkbal güler, babası bir öykü anlatır. Kimi zaman bütün bu uğraşmaların türü değiştirilir…
Babası yazılarını bitirmiştir. Ahmet Cemil dersini yapmıştır. Daha yatağa girmek için epey bir zaman vardır; o vakit ortaya bir başka iş çıkar: Babasının “Mesnevi”ye pek merakı vardır, kitabın gelişigüzel bir yeri açılır. Her yeri çekici ve sürükleyici olan bu kitabın bir öyküsü okunur. Ahmet Cemil’in küçük yaşından beri eğitim-öğretim ortamındaki bütün adımlarına yol gösterici olan bu baba o vakit oğluna ders verir: Bir inceliği, bir espriyi anlatmak, bir mazmunu yorumlamak için saatlerce yorulur; bu genç beyni bir gonca gibi nazik parmaklarla açmaya çalışır…
Kendi evlerine geldikten sonra bu gece çalışmaları haftada sadece bir kez olarak kaldı. Ahmet Cemil okulda yatılı olduktan sonra bu aile heyetinin önemli bir direği, haftada altı gece orada hazır bulunamaz oldu. Babasının deyimince “iskemle üç ayaklı” kaldı. Ama ne yapalım? Her şeyden önce çocuğu hayata hazırlamalı. Üstelik mümkün olsaydı da İkbal’i de okula yatılı verselerdi. O vakit iskemle iki ayağı üzerine durmaya çalışırdı…
Ne kadar yazık!.. Şimdi iskemle gene üç ayak üstünde ama bu kez eksilen ayak, o kadar önemli bir ayak ki iskemle duramıyor…
O vakitten sonra bu küçük mutlu aile nasıl değişmiş, ansızın bir kaza vuruşuna uğrayan bu yuvacık nasıl darmadağın, baş aşağı düşmüş gibiydi.
O vakitten beri o pembe odanın içinde o kilim döşemenin üstünde bir şey noksandı. Bu evin bütün havasında hayatın büyük bir ögesi eksilmişti. O noksana kendilerini alıştıramamışlardı. Hele ilk yas günlerinde bir akşamüstü, örneğin kapı çalınsa İkbal’in “Babam geldi!..” diyeceği tutardı. Yemek sofrasının başında toplandıkları zaman hepsinin beyninde çizili olan o yüz, sanki daha orada, karşılarında imişçesine o yemeğe başlamadan ötekiler ellerini uzatmazlardı.
O vakit acılı bir hüzün sessizliği başlar, bu sofra başında bir mezarın sessiz iniltisi egemenliği sürer, ciğerlerinden çıkan bir hıçkırık boğazlarına kadar gelir takılır, lokmaları geçmez; bu anne, yaşların saldırısı ile titreyen gözlerini oğlu ile kızına dikerdi. Bir an için bu üç kişinin gözleri birbirine rastlayıverse o hazır duran yaşlar birbirini uyandırır, taşardı. Yiyemedikleri lokmalarıyla hüzünlü duran tabaklara damlar, “Ne oldu, bu çocukların babaları ne oldu?” sorusu sofranın havasında uçar gibi olurdu.
Kaç sabah Ahmet Cemil yatağından, göğsünde bir ateşle kalktıktan sonra, sanki korkunç bir düşten uyanmış da sabahleyin o düşün altından mutlu bir gerçek çıkacakmışçasına odasından yavaşça yürüyerek babasının odasına gitmiş; onu daha yatağının içinde rahat bir uyku ile uyuyor hâlde görecekmiş umudu ile titremişti.
O günden sonra hayat mücadelesi ne korkunç başlamış, geçim yükü bu zayıf omuzlara nasıl çökmüştü!..
O zamana kadar hayatın daha ilk bölümünü bile okumamıştı. Ah, okulda geçirdiği zamanlar!..
Ahmet Cemil öğrenimini herkes gibi izlemişti. Önce ilk mektebe gider gelirdi. Ama bu zamana ilişkin anıları o kadar belirsizdir ki nasıl okumaya başladığını, bu mektepte ne yaptığını pek karışık bir biçimde aklına getirebilir:
Yalnız büyük bir oda, o odanın içinde sıra sıra kürsüler, ta karşıki duvarda iki büyük kara tahta, gene karşıki köşede yüksekçe bir minder üstünde beyaz sarıklı muallim…
Oh! Bu muallim ne güzel bir adamdı, seyrek sakallı, oldukça genç, temiz… Hele mavi bir cübbesi vardı ki kendisine pek yakışırdı. Ahmet Cemil bu ayrıntıları hafızasında pek iyi tutmuştur. Unutamayacağı şeylerden biri de mektep arkadaşlarının arasında biri, belki de gene mektebe gelip giden bir büyük adamın oğlunun bir hizmetlisi vardı ki başlıca Ahmet Cemil’e musallat olmuştu. Kaç kezler onu ağlatmış, hoca efendiye başvurmak zorunda bırakmıştı. Üstelik bir kez -bilmem, bir tokat meselesinden dolayı olmalı- babası bile mektebe gelerek hoca efendiyle oldukça şiddetle bir konuşmada bulunmuştu.
O gün… Ahmet Cemil’in bir şeyden haberi yoktu; sabahleyin her zaman olduğu gibi mektebe gelmiş, yerine oturmuştu. Dersler daha başlamamıştı. Çocuklar hep kürsülerin üstünde sallana sallana, yarı sesle derslerini yineliyorlardı. Odanın içinde bir uğultu vardı. Birdenbire bu uğultu durdu; derin bir sessizlik…
Ahmet Cemil başını kaldırdı; herkes bir yere bakıyordu. Bir de ne görsün? Babası… Ahmet Cemil şaşırdı, yanaklarından ateş çıktı, bunaldı. Neden? Babası neden gelmiş olacak? Şimdi hoca efendi ayağa kalkmış, onu karşılamış, oturmuşlar, görüşmeye başlamışlardı. O vakit bütün suskun ve şaşkın duran öğrenciler, şu küçücük halk da hocanın bu uğraşımından faydalanarak yerini değiştirmeksizin harekete başladı.
Komşu çocuklardan biri gözüyle başka birine Ahmet Cemil’i gösterdi. Bu işaret, bu önemli haber bütün odayı dolaştı. Bir dakika içinde herkes bilgi edindi ki bu gelen Ahmet Cemil’in babasıdır; o dünkü olay için geliyor. Gözler hep Ahmet Cemil’den hizmetliye -ola ki adı Bilal- Bilal’den Ahmet Cemil’e gidip geliyordu. Zenci çocuk nerdeyse ağarma derecesine geliyordu.
Sonra ne oldu? Ahmet Cemil artık ötesini bilmiyor, o kadarı aklında kalmış. Çocuklukta hep böyle değil midir? Anılar hava ve zaman etkisiyle yıpranmış, delik deşik olmuş bir sayfa biçiminde kalır. Zamanında en çok etki eden şeyler, anılar tablosunda en derin kazılır. Üstelik Ahmet Cemil gözlerini kapayınca anıları arasında bu olaydan sonra kendisini birden o mektepten ayrılmış ve başka bir mektepte bulur…
Bu kez büyük bir mektep, üstelik Ahmet Cemil’in resmî giysisi bile var. Küçük bir asker önemini almıştır. Öyle ya artık askerî rüştiyesinde. Önce ne kadar utanmıştı! O büyük okulun içinde ilk günleri korkarak yürür, kendi sınıfından başka bir yere giremezdi. Sınıflarında seksenden fazla çocuk vardı ama Ahmet Cemil bu seksen kişiyi iki yüz kişi gibi görürdü ve babasına da o yolda bilgi verirdi de bir türlü inandıramazdı.
Burada her şey başka türlüydü. Öteki okulda sıralar hâlinde birbirini izleyen saatte bir hocanın önündeki kürsüye gidip oturulduğu hâlde, burada her iki saatte bir başka hoca geliyordu.
Bu ilk yılda ne öğrendi? Onu kesinlikle bilmiyor. Yalnız matematikten pek sıkılırdı; hocası da ona musallat olmuştu, her zaman tahtaya onu kaldırırdı. Zavallı kaç kezler o iki yüz kadar önemli görünen seksen arkadaşının karşısında kara tahtanın başında perişan, utanılır, mahvolmuş hâle düşmüş, kendisini kaybetmiş, yavaş yavaş ağlamıştı…
Bununla birlikte bir süre sonra onu mümessil yaptılar. Bakınız, bu önemli olayın aslını hâlâ anlayamamıştır. Niçin mümessil oldu, mümessil olmak için ne yapmıştı? Matematik derslerinde tahta başında ağlamaktan başka bir erdemlilik göstermiş miydi? Daha da pek küçüktü ama bütün çocuklar ona saygı duymaya başlamışlardı. Örneğin sınıfın en gürültülü bir zamanında, bir etüt sırasında, bir telaşla içeriye dışarıdan girer, elindeki cetveli önemli bir tutumla bir sıraya vurur, “Efendiler!..” diye başlar, ince sesiyle bu söylev başlangıcı sınıfın ortasına düşer düşmez, bir sessizlik… Herkeste bir dikkat, bakalım mümessil ne diyecek?..
Minimini mümessil ne der? Sınıftakilere iletilecek müdür beyin bir emri… Bu bir oyundur; ne müdürün bir şey dediği var ne de bildirilecek bir emir. Amaç bir kez onların dikkatini çekip düzme bir şey söyledikten sonra ama tam bir ciddilikle, işin aslı esası olmadığını sezdirmeyerek, evet, ondan sonra bir kez sağlanan sessizliği korumayı sürdürmek…
Ahmet Cemil’i mümessil olduğu gün görmeliydi. Evet, nasıl göğsü şişkin, bu mutlu haberi bir an önce eve vermek için sabırsızlıktan nasıl koşarak gelmişti! Kapıyı açan hizmetçi kız Seher oldu. “Mümessil oldum.” sözünü önce onun yüzüne attı. Artık babasının geleceği zamana kadar annesine mümessilliğin önemini anlattı: İki yüz kişi! Şaka değil!.. Bunları gözetimi altında tutmak… Sabahleyin çoğunlukla yoklama defterini o okuyacak. Bu yoklama defterinden evde bezginlik getirdiler. Ahmet Cemil okuldan geldi mi başka bir oyun yoktu. Doğru yukarı sofaya çıkar, babasının mümessil oluşuna ödül olarak aldığı siyah tahtanın başına geçer, okuldaki ciddi tutumunu takınır, yoklama defterini okumaya ve sürekli olarak da karşılıklarını da vererek…
Mehmet Efendi, Kırkçeşme… Var! Necmi Efendi, Fatih… Var!.. Ruhsar Efendi, Zeyrek… Yok! Ve böylece sürüp gider.
Bu defter bir kez okunur; ondan sonra hoca efendi gelir. Örneğin matematik hocası -artık matematik hocasıyla arası iyileşmiştir- hoca efendi sanki yoklama defterini açar:
Hüseyin Nazmi Efendi, Saraçhane -bu Hüseyin Nazmi Efendi, şimdi “Gencîne-i Edeb” dergisinin yazarı olan gençtir- derse çağrılır; hoca efendi sorar:
“Efendi, darp neye derler?”
“Bir sayıyı başka bir sayı kadarınca yineleyerek çoğaltmaya darp derler.”
“Geçin tahta başına!”
Hüseyin Nazmi Efendi tahta başına geçer, tebeşiri eline alır, hoca efendi emreder:
“24605… Yazdınız mı? Ha! Şimdi bunu darp etmeli… 67 ile… Anladınız mı?”
Ahmet Cemil kimi zaman bu taklitle derse o kadar dalar ki babası gelmiş, yavaşça yukarıya çıkmış; arkasından annesiyle kız kardeşi gelmişler, orada bir yere birikerek sessiz ve tatlı bir gülümsemeyle kendisini seyre koyulurlar da o bunu sezinlemezdi. Sonra gözleri oraya ilişiverince donar kalır, elindeki tebeşiri nereye atacağını bilemezdi.
Babası, bu okuldan alıp kendisini Mekteb-i Mülkiye’ye götürünceye kadar bu oyun sürdü. Ama orada Ahmet Cemil’e bir ciddilik geldi. Artık kendisine büyük bir adam gözüyle bakmaya başladı. Üstelik -bu on dört yaşındaki çocuk- buraya gidip gelirken çanta taşımaya bile tenezzül etmez oldu; kitaplarını bir gazeteye sarar, koltuğunun altına yerleştirir, bir “kalem efendisi” tutumunu takınırdı.
Hayatının mutluluk sayfaları hep bu okulda geçen mutlu günlere ilişkin tatlı anılarla doludur.
Hüseyin Nazmi ile asıl sevgi iplikleri burada bağlanmıştı. İkisi de bir sınıfta idiler; ikisi de yatılı olmuşlardı. O vakit aile yaşayışından uzak düşen bu iki genç yürek, birbirleriyle içtenlilik dolu bir yakınlık oluşturdular; emelde ve düşüncede de bir ortaklık kurdular. Zaten duygularında, dış etkileri alıp bunları değerlendirmekte, düşüncelerin belirtilmesi ve kafaya yerleştirilmesi biçiminde aynı anlaşım içindeydiler.
Örneğin ikisi de bir şeyi tuhaf veya garip bulmakta, bir düşünceyi beğenmek veya geri çevirmekte, bir olaydan etkilenmekte veya ona ilgisiz kalmakta her zaman görüş birliğindeydiler. Onun için sevişmek, o insanlar arasında o kadar tatlı olmakla birlikte pek az rastlanılır biçimde gerçekleşen sevişmek, bu iki tertemiz yürek için pek kolay bir şey oldu. Hem de o kadar ki bütün öteki sınıf arkadaşlarına yabancı kaldılar.
Aralarındaki yakınlık, başka bir yüreğin kendilerine katılmasına katlanamayacak ölçüdeydi. İlk yıllarda arkadaşlıkları duygularını birbirlerine aktarmaktan fazla bir şey değildi; ama sonraları… Taze beyinleri gelişmeye başlayıp okuduklarını anladıkları zaman, işte o zaman, ikisinde de bir okuma deliliği başladı. İlk okuma heveslerine özgü doymak bilmez bir açlıkla, her ellerine geçeni okumak istediler.
Önce öyküler, kitapçılardan kira ile alınmış veya arkadaşlarından bin rica ile istenilmiş tercüme veya yerli bir alay öykü okudular. Çoğunlukla birlikte okurlardı. Sınıfın bir köşesinde, ıssızca bir yere çekilirler, kitabı çekmecenin içine yerleştirirler; Ahmet Cemil yavaş sesle okur, Hüseyin Nazmi dinler ve işitemediklerini göz ucuyla süzerek tamamlardı. Her iki arkadaş görüş ve düşüncelerini, yüreklerini bir kitabın bir sayfasında böylece ortaklaştırırlardı.
Bir ara öyküden tiksindiler; o ilk önce duydukları tat aldıkları istek ve merak kayboldu. Ama okuma ihtiyaçları olanca şiddetiyle sürdü. Tarih okumak istediler; ellerine geçen bir eski tarihi yarıda bıraktılar. Okulda zaten dersleri değil mi? O yetmez miydi? Hayale dalmaya -Ahmet Cemil’in Fransızcadan tercüme edip kullandığı “mâfevkal’arz”a-öylesine yönelik düşüncelerini, geçmiş zamanların mezarı demek olan tarihe sürüklemekten tat duymadılar. Ama utanarak bunu kimseye de açıklamak istemezlerdi. O kadar hayal arayan gençler olmaktan değil ama öyle görünmekten korkuyorlardı. Edebiyat sınıfına geçtikleri zaman hayal kurmaya elverişli bir alan aramakla dolu olan düşüncelerine yeni bir uçuş, gökyüzü açıldı: Şiir…
O vakit, şiir adına meydana getirilen bütün yeni ürünleri okudular. Okumak deyimi yeterli olmaz; onların arasından koştular. Sonra, serin bir kaynaktan ayrılamayan çöl yolcuları gibi gene o ciğerlerine taze bir canlılık veren kaynaklara geri döndüler; okuduklarını bir daha okudular, kimi parçaları ezberlediler. Sonra buldukları şey yetmedi, dahasını bulmak istediler; ama artık onları doyurabilecek türden şeyler bulamıyorlardı.
Ruhlarını tatlı bir uyuşukluk içinde kapsayıp çeviren bu ufuk, bu şiir ve hülya alanı o kadar dardı ki… O zaman aradıklarını bulmak için eski divanları okumak istediler: Fuzulileri, Bakileri, Nef’ileri, Nebileri, Nedimleri araştırdılar. Bir ara bunların kimisinde, hele Nef’i’de buldukları dil görkemi düşüncelerini örtüp kapladı, duygularını bunalttı. Söylenen sözlerin tantanası altında şaşırdılar. Aşırı süssüz gösterişsiz bir beste mırıldanmak türünden, yalnız bu dil musikisine aldanarak okudular; sonra o musikinin asıl temel ruhuna dikkat etmek istediler. Ama bunlar o kadar donuk ve sessiz veya o kadar patlamalar arasında o denli canlılıktan yoksun göründü ki ruhlarını istedikleri gibi titretmekten uzak kaldı.
Bir zaman geldi ki aradıklarını bulmak umutlarını kestiler; okumaya küstüler, okumaz oldular. Ama bu durgunluk, tembellik süresi -bir gün geldi ki- o yıllarca okumanın tohumlarından filizler çıktığını göstererek geçti. Sanki bir kıştan sonra bir bahar… Bu genç düşüncelerin baharı gelişmeye başlamıştı.
Bir gün Hüseyin Nazmi, utanarak Ahmet Cemil’e -gece yatağında iken yazmış- söylemiş olduğu bir ay ışığı tasvirinin ilk dört beyitini okudu. Ahmet Cemil karşı çıktı:
“Yatakta mehtabı tasvir etmek olur mu?” diyordu. Ancak biraz da kızarmıştı. Niçin? Ertesi sabah o da ay ışığı tasvirinin öteki dört beyitini yapmış bulundu.
Artık bir uğraşı alanı bulunmuş oldu. Ya okul kitapları?.. Oh! Onlarla uğraşılmayalı zaten pek çok zaman olmuştu. Okula girdikleri zamandan başlayarak sınıfın bir türlü yüksek derecelerine heves edememişlerdi. Sınıfın orta bölgesinde yaşamayı yeğliyor görünürlerdi. Önce okumalardan, şimdi karşılıklı şiir yazmalardan çalabildikleri saatlerle ders kitaplarına ayırdıkları zaman, kendilerini şu orta bölgede tutmaya yetiyordu.
Bir tatil günü birlikte geziyorlardı. Genç çocuklara özgü bir şiir hevesiyle her gezdikleri yerde her gördükleri şeyi buna fırsat sayarlardı. Örneğin o gün köprüden geçerken vapurun bacasından çıkan dumanlar için bir benzetme yapmak, Beyoğlu’na çıkarken rastladıkları kürklü bir başlık giymiş minimini sarı bir Alman kızı için bir manzume söylemeye yeltenmek gibi çocukça şeyleri olurdu. Ama artık böyle etkilenmelerden kendileri de bıkkınlık duymaya, bunları kendileri de gülünç bulmaya başlamışlar; beyinlerinin içinde büyük düşünceler bulup da onların büyüklerine oranla küçük kalanların kendilerinden duydukları bıkkınlığa benzer bir şey sezinler olmuşlardı.
O gün Beyoğlu’ndan geçerken bir kitapçı dükkânının önünde durdular. Vitrinde dizili kitaplara bakıyorlardı. İkisi de özel çalışmaları sayesinde Fransızcayı, okullarda mümkün olan dereceden çok daha fazla bir oranda öğrenmişlerdi.
Birden Ahmet Cemil dedi ki:
“Ah! Bak başlığa… Herhâlde bir şiir kitabı olacak.”
Hüseyin Nazmi baktı. Ahmet Cemil’in gösterdiği kitap, Edmond Haraucourt’un “L’ame Nue” adlı şiirler kitabıydı. Ahmet Cemil bunu hemen kendi özgü dili ile “Rûh-ı Üryan” diye Türkçeye tercüme etti.
İkisinde de bu kitabı satın almak için birden bir istek uyandı. Utangaç bir tutumla içeri girdiler; Fransızca sormaya cesaret edemeyerek kitabı istediler. Hüseyin Nazmi parasını verdi.
Ahmet Cemil’in deyimince Hüseyin Nazmi, Maliye İşleri Müdürü’dür. Çünkü Ahmet Cemil’in her zaman boş veya boşa benzeyen cebine karşılık Hüseyin Nazmi’nin cüzdanı her zaman dolu veya doluya yakındır.
Kitabı aldıktan sonra bir yere gitmek istediler. Hava güzel ama soğuktu. Hüseyin Nazmi dedi ki:
“Ne zararı var, bak güneşe? Bu güneşin altında, bunu denize karşı, Taksim Bahçesi’nde, ta o tepede, Üsküdar’ın denize akan tablosunun karşısında okuruz.”
Oraya kadar gittiler. Şimdiye kadar Fransızca bir seçmeler dergisinde görebildikleri eski birkaç manzumeden başka bir şey okumamışlardı. Bu, ellerine aldıkları ilk şiir kitabı oldu.
Taksim Bahçesi’ne girdikleri zaman ellerinde tuttukları kitabın daha okumadan önceki lezzetiyle yürekleri sanki bir sırlar evinin çekici tatlılıklarına ulaşmak için ilk adımı atıyormuşçasına tuhaf bir hâlde duyguluydu. Ta bahçenin sonuna kadar gittiler. Orada yeşil tahta banklardan birine ters olarak, yüzlerini deniz yönüne çevirerek, kış güneşinin hafif sıcaklığıyla yarı kızgın taşlara ayaklarını dayayarak oturdular.
Kitabın neresinden başlamak gerekeceğini kestirmekte kararsızdılar. Anlayıp anlamamak meselesinden de korkuyorlardı.
“Bir yerinden aç bakalım, talihimize ne çıkar!..”
Talihlerine “Mezar” başlıklı manzume çıktı. Önce Ahmet Cemil, sesli olarak, biraz acemilere özgü kararsızlıkla okudu. Birden anlayamadılar. Şiirin ötesinde berisinde kafaları durakları; pek iyi bilmedikleri kelimelerin üzerinde bir süre durdular. Sonra anladıklarını anlamadıklarına birer çözüm basamağı edinerek manzumenin okunuşu bitince gözleriyle, susarak ikisi de ortaklaşa uzun uzun süzdüler.
Birden Hüseyin Nazmi “Of! Ne umutsuzluk ve üzüntüyle dolu bir şiir!.. Ne derin bir bezginlik ve acı!..” dedi.
Ahmet Cemil gözlerini ayırmıyordu. Sanki bütün ruh dünyası bu gam dolu şiirin yası altında eriyip gitmişti.
Hüseyin Nazmi ekledi:
“İyice anlamak için kafamın içinde tercümesini yaptıkça sanki bu güzel yas ve umutsuzluk tablosunun renkleri hep sisleniyor, kaçıyor. Dikkat ediyor musun? Şu şiirin yapısındaki ahenk, onun umutsuz ruhuna nasıl yakışıyor? Bak nasıl hafif başlıyor? Önce en hafif seslerden, sözlerden oluşmuş bir başlangıç… Bir inilti ezgisi gibi yavaş yavaş, sanki sürüklene sürüklene gidiyor… Tercümesini yapınca o hüzünlü müzik, o yaslı tutumu kayboluyor. Tercüme, sanki bestesi kaybolmuş bir söz gibi soğuk duruyor…”
Hüseyin Nazmi, ileri sürdüklerini ispatlamak istiyormuşçasına kırık dökük tercümeye başladı:
“Sanki ufuklar bir ölümün hedef yeri olmuş. Yüreğim, mezarlarının beyazlıklarıyla karanlıklar altında yatıyor. Eski mermerlerin arasında mezarımın tablosu perişan bir oynayışla sallanıyor…”
Ahmet Cemil gülerek Hüseyin Nazmi’ye baktı:
“Berbat oluyor; saçma mı söylüyorsun?”
“Yeryüzü, gökyüzü, her şey mevsimini yitirmiş; bu sonu olmayan çöl üzerinde hiçbir pırıltının ışıltısı yok! Yalnız bir kenarı bulutların kemirmesiyle kırılan hilal, ölüleri mi mahpus bulundukları yerlerde ürpertiyor, titretiyor…”
Ahmet Cemil ekledi:
“Sanki niçin sadece ‘titretiyor’ demiyorsun? Veya Türkçede her hâlde bir şey eklemek gerekse ‘ürpertiyor’ yerine ‘ürkütüyor’ demeli ki kelimenin son uzun hecesi birden kesilmesin. Bak, şu üçüncü dörtlüğü ‘hepsi uyuyor’ diye mütercimin kötü düşeceğini sanıyorum. Bana kalırsa gene o havayı koruyarak tercüme etmeli; ama biraz başlangıcı süsleyerek:
‘Hepsi hâbide-i sükûn… Sürur, ümmid, aşk, fazilet, cesaret… Mezaristanın başka bir hayat hengâmesinin mahvolmuş kuvvetleriyle dolu… Hâlbuki henüz kefenlerimin kâffesini sayıp bitirmedim…’ ”
Hüseyin Nazmi atıldı:
“Of, bu hâlbuki!.. Hem yanlış tercüme ediyorsun. ‘Tadat etmek’ sözlerinin buradaki gücü başka olacak. Tercümenin şöyle olması gerekir sanırım:
‘Henüz ölülerimin silsilesi bir hatimeye vasıl olmadı… Lakin bazen bu azap cehenneminde kıvrananlar o zulmetlerin arasından feryat ederek sanki elemlerimle istihza için kalkarlar ve karşımda müstehzi heyulaları raks eder…’ ”
Bu tercüme bitince birbirine bakıştılar; sonra yaptıkları tercümelerden kendileri de utanarak gülüştüler.
Hüseyin Nazmi “Aman, bu ne saçma şeymiş!” dedi.
İkisi de bir süre tercümenin soğukluğundan üşüyerek sustular. Sonra Ahmet Cemil, aslını bir daha okumak istedi. Açık sesle, şiirin kaldırabileceği hüzünlü hâli okuyuş biçiminde izleyerek, yavaş yavaş, düşüne düşüne yineledi.
Sesinin ahengi, içtenlikli bir duygulanışla ölçünün ağır akışı üzerinden hastalıklı bir su akışı gibi akıyor, kelimeler uzun bir yas iniltisi hâlinde hafif kıvrımlarla uzayıp gidiyordu. Bu okuyuş biçimi şiirin yas ve umutsuzluk havasını iyiden iyiye yorumladı. Böylelikle, manzume bittiği zaman her ikisi de sustular.
Bu, bir tür sarhoşluk veren şiir şarabı beyinlerini okşayarak uyuşturmuştu. Öyle sessiz, kendilerinden geçmişçesine, karşılarında güneşin parıltılarıyla parlayan tabloya; ta uzakta, denizin kucağına süzülen Üsküdar’a, beride bir süre sürdükten sonra birdenbire kesiliveren Boğaziçi’nin görüntülerine, Üsküdar iskelelerinden kalkan bir vapura, Beşiktaş’tan karşıya ağır ağır geçen bir kayığa uzun uzun baktılar.
Birkaç gün önceden beri süregelen yağmurlar yalnız o sabah dinerek gökyüzü açılmış, güneş hafif bir sıcaklık yayan ışığını bol bir cömertlikle saçmıştı.
Bahçenin çok yağmur yemiş otlarından, ağaçlarından, topraklarından bir buğu yükseliyor, güneşin altında titriyordu.
Ta karşılarında Çamlıca tepelerinin üstünde hava titreşim yapıyor; ıslak topraklardan yükselen sisli bir soluk, sanki askıdaymış gibi, hafif hafif sallanıyordu.
Bahçenin toprak kokusu, demin ellerindeki kitaptan fışkıran o aparı, dupduru tatlı su; karşılarındaki titrek havanın altında buğulanan güneşli görüntü; denizin üstünde birbirini kovalıyormuş gibi uçuşup kaçışan ışık parçaları; beyinlerine tatlı bir uyuşukluk veriyordu. Öylece düşündüler, düşündüler. Sonra birdenbire Ahmet Cemil dedi ki:
“Ah, neler duyuyor, sezinliyor da çözümleyemiyorum. Bir şey yazmak, o duyguların içinden bir şey çıkarmak istiyorum ama bir kez ne yazmak istediğimi belirleyebilsem. Şurada -beynini gösteriyordu-bir şey var, bir şey duyuyorum ama düşlerde tutulamayan biçimler gibi parmaklarımın arasından kaçıyorlar. Bilir misin nasıl şey? Bak şu gökyüzüne, ne görüyorsun? Maviliklerden oluşmuş bir deniz…
Gözlerinle onun içine girmeye çalış. O mavilikleri yırtmak için uğraş, ne görüyorsun? Mavi… Her zaman mavi… Değil mi? Sonra bak ayağımızın altındaki toprağa, ne buluyorsun? Donmuş, simsiyah bir renk… Of! O siyah toprakları parçalayarak içeriye bak; in, in, in; ne kadar inebilmek elden gelebiliyorsa o kadar in; ne buluyorsun? O siyahlıklar içinde ne buluyorsun? Siyah… Her zaman siyah, değil mi?..
İşte, öyle bir şey yazmak istiyorum ki yukarı bakılsa mavi ve her zaman mavi; aşağı siyah, her zaman siyah… Bir şey ki mavi ve siyah olsun. Hasta mıyım, bilemiyorum; ama ah! O ne yazmak istediğimi bilsem; onu şöyle karşımda resmi çıkarılmış, resim hâline getirilmiş olarak görmek mümkün olsa!.. İşte o vakit sanıyorum ki artık ölebilirim. Hayattan payını tamamıyla almış bir adam olarak gözlerimi kapayabilirim.”
***
Bugünden sonra bütün müsveddeler yakıldı. Bir harf bile bırakmadılar. Bütün o içlerine doğan tasvirleri, veremli kızlar ağzından söylenmiş ezgileri, darmadağın çiçeklere seslenmeleri, çocuğunun mezarında ağlayan anneleri dile getiren şiirleri Fuzuli’ye, Baki’ye, Nedim’e yapılmış nazirelerle birlikte yakıldı, tahmisler, tesdisler parçalandı; her şeyden önce okumak, duygularını eğitmek gerekeceğini anladılar.
Yalnız yazmakla, her zaman işleyen işçi gibi sanatın aynı derecesinde kalacaklarını ama eğer gerçekten sanat sahibi olmak isterlerse gerçek sanat adamıyla tanışıp uyuşmak, onların hünerini, gizlerini analiz etmek gerekeceğinde birleştiler. Önce akla yatkın bir düzen ve planla başlamak hevesindeydiler. Bir edebiyat tarihi dizisi buldular. Sırayla okumaya karar verdiler. “İlyada”ları, “Odysseia”ları okuyacak oldular; bunları yarıda bıraktılar.
Hüseyin Nazmi’nin getirttiği bütün eski edebiyata ilişkin kitapların ötesinden berisinden beşer onar sayfa kesilmekle kaldı. Daha yakın zamanlara inmekte acele ediyorlardı. Yunan ve Roma edebiyatlarının üzerinde fazla duramadılar. Üstelik Orta Çağlardan sonra iki üç yüzyıllık edebiyatı iki üç ayda, esneye esneye uyuya uyuya, geçtiler. Yeniden umutsuzluk duymaya başladılar; biraz daha yakın zamanlara gelmek istediler: Goethe’ye Schiller’e, Milton’a, Young’a, Byron’a, Hugo’ya, Musset’ye, Lamartin’e kadar geldiler…
O vakit bu evrenin lezzetleriyle kendilerinden geçerek uzun, pek uzun bir süre kalmak gerekeceği bakışlarında belirlendi. O şiir denizinin içine daldılar. Artık derslerini bütünüyle savsaklar olmuşlardı. Okulda bütün kurtarabildikleri vakitleri bunlara ayrılmış bulunuyordu. Dilde güç kazandıkça şiirin tadına kanamaz olmuşlardı.
O yıl imtihanlarını pek zor verdiler. Ama bunun onlarca ne önemi var?.. Asıl, imtihandan sonraki iki ay tatili beklemekteydiler. Bu iki ay içinde istedikleri gibi okuyacaklardı…
Ama ne kadar yazık ki ne kadar yazık! Dert ve felaket insanları en çok umuda sarıldıkları zamanda hırpalamaktan zevk alır. Ahmet Cemil o iki ayı, Hüseyin Nazmi’nin her yaz ailesiyle gittikleri Erenköy’deki köşkünde geçirmeye hazırlanırken talih kendisi için başka bir şey hazırlamakla uğraşmaktaydı: Babası bu sırada vefat etmişti.

5
Ahmet Cemil için bu felaket öyle bir beklenmeyen vuruş idi ki bir süre bütün beyni donmuş gibi sersemlik şaşkınlık içinde kaldı.
Onda, şiirle uzun süredir yakından ilgilenmek, hastalıklı denilebilecek bir duygusallık meydana getirmişti. Öyle bir duygusallık ki bu duygusallıkla hastalıklı olanları başkaları için anlaşılmaz, davranışlarında akla yatkın hareket edip etmediğine kesin yargı verilemez; hareketlerinde, düşüncelerinde, duygularında bir büyüklük olduğu kanısına varılır da bunun yerinde olup olmadığını onaylamaya cesaret edilemez bilinmez şeyler hâline getirir.
Öyle bir duygusallık ki bir gün hayatı bütün çirkinlikleriyle, aç kalmış ailelerden, gözsüz genç kızlardan, beynini bir kurşun parçasıyla dağıtan umutsuzluğa düşmüşlerden, (şuna buna) avuç açan beyaz saçlı adamlardan, çocuklarını kilise kapılarına bırakan annelerden, bir şarap şişesinin yanında insanlıktan sıyrılmaya çalışan kara bahtlılardan, bütün o çirkinlikten meydana gelmiş gibi gösterir. İnsana “Kaç, bu hayattan kaç!” der.
Başka bir gün ise gözlerinin önüne bütün güzelliklerini döker: Bulutların arasında nazlı nazlı yüzen bir ay, türlü renklerden yangınları içinde ufuklardan çekilip giden bir güneş, etekleri denizlere dökülmüş yeşil dağlar gösterir, “Sev, bu doğayı sev!” der.
Bir gün mutlu, başka bir gün mutsuz; bu dakikada çok sevinçli, biraz sonra hüzünlü yapar. Veya bir anda yüreği hem sevinç ve neşe hem de gamla doldurur. Öyle bir duygusallık ki bir hastalığa benzer de değildir.
***
O felakete uğradıktan sonra Ahmet Cemil, bütün duygu yetenekleri yok olmuşçasına donmuş bir varlık hâline geldi. Artık yatılı gidemediği okuluna yalnız başına gidip geliyordu. Okumuyordu; üstelik sevgili şairlerini, o ruhunun en içtenlikli arkadaşlarını yoldaşlarını bile, kendileriyle olan yakınlığını sürdürmeye değer bulmadı. Hüseyin Nazmi’den de eskisi kadar hoşlanmıyordu.
Yalnız bir şeyden hoşlanıyordu: Sessizlik! Evde de onun bu sessizlik zevkine saygı gösterilirdi. Babasının ölümünden beri ailesiyle arasında hemen hiçbir ciddi konuşma geçmemişti. Ama bir gün geldi ki bu sessizliği, bir korkunç görevi onun aklına getirtmek için annesi bozmak zorunda kaldı.
Bir akşam ona “Oğlum, seninle biraz ciddi konuşmak gerekiyor.” dedi.
O vakit bu ana ağzından çıkan her sözün ardından ağlamak zorunda kalacağının yenilgisinden korkarak kimi zaman köşede büzülmüş, siyah gamlı gözlerini annesine dikmiş bakan İkbal’e kimi zaman göğsü kabara kabara duran Ahmet Cemil’e bakarak, baktıkça tıkanarak kimi zaman hiçbirisine bakmaya güç bulamayarak perişan, bir düzene uymaz, birbirini tutmaz, yarım yarım cümlelerle babalarından bir şey kalmadığını; kalan ufak tefeğin biraz sonra bitmek üzere olduğunu söyleyebildi.
Sonra gene sustular. Bir ara o sessizliğin içinde kısaca ama kısalığında korkunç bir anlatım gizlenen şu soru soruldu:
“Ne vakit diploma alacaksın?”
Ahmet Cemil artık gözlerini kapadı. Sanki dün sütüyle beslediği çocuktan bugün ekmek isteyen bu ananın perişan hâlini görmek istemiyordu. İkbal’in, üzerinden bir bulut gibi geçen siyah gözleri indi.
Bu akşam ancak bu kadar konuşma yapılmış oldu. Ama ilk kez olarak ciddi bir ortam içinde söylenen şu birkaç söz, Ahmet Cemil’i tamamıyla yeniden kendisine getirmişti.
Bir yasın kahrı altında ezilip kalan yüreklere güç kazandırmak için hayat görevlerinin egemen sesi sedası kadar etkili şey olamaz. O geceyi Ahmet Cemil karabasanlar içinde geçirdi. Ertesi gün Hüseyin Nazmi’yi bulmaya karar verdi. Erenköy’e kadar gitmek, o her türlü özel yönlerini bilen dosta bol bol derdini dökmek istedi.
İnsan keder ve sevinç zamanlarında, yüreğinin katlanabileceğinden fazlasını başka bir duygulu yürekle paylaşmak ister. Bu öyle bir ihtiyaçtır ki maddi faydası beklenmeksizin Ahmet Cemil’i Hüseyin Nazmi’ye götürüyordu.
Sabahleyin erken kalktı. Bütün zihnini ezen bilinmezliklerin çözümü, çaresi Hüseyin Nazmi’nin elindeymiş gibi gidip onu bulmakta acele ediyordu. Sanki oturursa geç kalacakmış gibi vapurda bir yerde duramadı. Kafasında bütün anılar, düşünceler donmuş, yalnız bir nokta yaşıyordu: Annesiyle kardeşini yaşatmak… Ama nasıl? Daha okulu bitirmesi için bir yıl var. Üç yüz… Bu kadar gün ki her birini geçirebilmek için ekmek gerek…
Bu ekmek sözü, yüreğinden soğuk bir iz bırakarak geçti. O yaşlı anne… O daha çocukluktan tamamıyla çıkmamış genç kız… Onlar daha neler isterler? Ah! Onlara neler vermek isterdi ama nerede o vasıtalar ki bütün o istenilecek şeyleri alsın da getirsin, o iki sevgilinin önlerine döksün, “Bakınız, bunlar sizin için, evet bunları sizin için, size, ben aldım!..” desin.
Ah! O da zengin olsaydı. Hüseyin Nazmi ne kadar mutluydu. Zenginlik ve saygınlık sahibi bir babanın oğlu, bugünü düşünmek zorunda olmadığı gibi yarın da geçim kaygısı daha mutluluk parlaklığıyla parlayan alnını elem çizgileriyle bozmayacak. Ama ne zararı var? Ahmet Cemil çalışmaktan kaçan o korkak kimselerden mi idi ki daha hayat kavgasına ilk adımını atmadan yılgınlığa yenilip kalsın!..
Hayatla uğraşmak, bu geçim kavgasında o da yumruğunu sıkarak payını almaya çalışmak gerekiyor, öyle mi? Niçin çalışmasın? Bu sorulara kafasının içinden karşılıklar verdikçe sanki dövüşmeye hazırlanıyormuşçasına ayaklarının üstünde biraz daha sağlam duruyordu.
Haydarpaşa’dan trene atlamak, Erenköy’e çıkmak; duraktan epeyce uzak olan Hüseyin Nazmi’nin açık mavi boyalı, bahçesi demir parmaklıklı güzel köşküne kadar gelmek için geçen zaman, hep kafasını dolduran düşüncelerle dolu olarak geçti. Ama köşkün parmaklık kapısı yanındaki zili çekeceği sırada eli, alışmadığı bir biçimde titredi. Ara sıra buraya geldikçe yüreklilikle içeri girmek alışkanlığında olduğu hâlde bugün bir cömertlik kapısının karşısında, dermandan düşmüş bir ricacı gibi oluşunu düşünerek cesareti kırıldı. Birden arkadaşına yüreğinin bütün acılarını döktükten sonra onun bir bakışla “Ne demek istiyorsun? Para mı gerek?..” demek isteyeceğinden şüphelendi.
Şu dakikada duyduğu korku, bir türlü elindeki zili çekme gücünü bırakmamıştı. Geri dönmek, buradan, bu güzel köşkün, gözlerinin önünde zenginliğin bir simgesi gibi yükselen bu yapının kapısından kaçmak, geri dönmek, ta o Süleymaniye’deki evceğizin kucağına atılmak, babasının hâlâ hayalini gördüğü o köşeciğe kadar giderek “Baba! Sen bizi bırakmamalıydın!..” demek istedi.
Sonra bütün düşünceler zincirlemesini benliğinde duyduğu güçlü olma duygusu altüst etti. Buraya para istemek için mi gelmişti? Onun istediği şey, kendisini dinleyecek bir dosttan başka bir şey miydi?
Zili çekti. Köşkün ta ikinci katından gürültüyle bir pencerenin yeşil panjurları açıldı. Ahmet Cemil başını kaldırdı. Tatlı bir çocuk sesi sordu:
“Siz misiniz Cemil Bey?.. Durun, durun; kapıyı ben açayım. Ağabeyim hâlâ uyuyor…”
Bu, Hüseyin Nazmi’nin küçük kız kardeşi Lamia idi. Ahmet Cemil’in şu kadarcıktan dostu… On beş yaşını aşan çocuklarda başlangıcı görülen bir çekinme ve külfetlilik kaygısını Ahmet Cemil hakkında daha takınmaz; ona karşı Lamia hâlâ çocuk kalmıştır.
Dağınık hâliyle, daha taranmamış saçları koştukça savrularak açık pembe kısa giysisinin etekleri uçuşarak bahçeyi geçti. Selamlık kapısından başı daha yeni görünen uşağa meydan bırakmayarak yetişti, parmaklığı açtı.
“Geldiğinize ne kadar iyi ettiniz… Ağabeyim sizi görünce şaşıracaktır. Bu yıl hiç gelmediniz. İkbal’i niçin getirmediniz?..”
Lamia, çocukların o senli benli hâlleriyle, bitmek tükenmek bilmeyen konuşkanlığına alabildiğine yol vermiş, köşke varıncaya kadar konuşmalarının ötesine berisine serpiştirdiği soruların karşılıklarını beklemeksizin bir dakikada on konuya değinme zamanı bulmuştu.
Ahmet Cemil köşke girerken dedi ki:
“Rica ederim, benim geldiğimi haber verir misiniz?”
Lamia “Şimdi!..” dedi ve koşarak Ahmet Cemil’i yalnız bıraktı.
Hüseyin Nazmi’nin odasına girince düşünmekten, yürümekten doğan bir yorgunlukla hemen sandalyelerden birine oturdu. Ah, her geldikçe rahatlıkla ve ilgisizce oturduğu bu odanın bugün üzerindeki ağırlığı anlatılamaz bir şeydi…
Odanın bahçeye bakan yeşil panjurları daha açılmamış, aralıklarından güneşin ışığı belli belirsiz süzülmüş, pencerelerin uzun, koyu renkli perdeleri yerlere dökülmüş… Sanki bu karanlığın ortasından fışkırarak dikilmiş korkunç karaltılar… Odanın ötesine berisine dağınık olarak konuluvermiş sandalyeler… Ta karşıda, duvarın üzerinde renkleri karanlıkta dalgalanarak duran bir harita… Oda kapısının iki yanını dolduran yüksek -Hüseyin Nazmi’nin maymun iştahlı israfıyla doldurduğu- kitaplıklar…
Ah! O da böyle bir odaya, şöyle bir kitaplığa, böyle kitaplara sahip olabilseydi!..
Hüseyin Nazmi’nin evinde bu duygu, ilk kez olarak onun beynine üşüştü. Bir kar tabakasının tertemiz beyazlığı üzerine düşmüş bir damla leke gibi… Kendi kendisine utandı. Bugün geçim derdiyle ilk yarayı almış olan bu taze yürek, şu açık mavi boyalı köşkün şu bahçeye bakan yarı karanlık odasında var olması gereken düşünce rahatlığına, gönül rahatlığına, derin hayat zevkine karşı acı bir kırıklık duygusu yaşadı.
Şurada oturmak, bu ortalığı çevrelemiş olan eşyaya sahip olmaktan doğacak bir kanaat ve doygunlukla oturmak; panjurlardan birini hafifçe oynatmak, öyle ki bu uyuşukluk getiren yarı karanlıklığa bir bozulma bir düzensizlik gelmesin; odanın belirsiz görüntüsüyle bahçenin güneşli parıltısı arasında, işte şuracıkta, pencerenin şu durgun rahat kenarında okumak…
Okumak!.. Ahmet Cemil bunun üzerine ne yapılar ne umutlar kurmuştu! Sanki onu kitaplarıyla rahat bırakacaklardı. Zavallı çocuk! Edebiyatçı olacaksın, ün kazanacaksın değil mi? Ne uzak!.. Annesinin hüzünlü sesi daha kulaklarındaydı: “Ne zaman diploma alacaksın?”
Demek diplomayı aldıktan sonra bütün o umutları bırakmak, evin ekmeğini aramak için kim bilir nerelere gitmek gerekecek… Zavallı annesi! Ya İkbal?.. Ahmet Cemil’in bu anı ile birden yüreği sızlayarak buruldu. Bak, Lamia ne kadar sevinçle dolu; gülmek için yaratılmış bir çocuk! İkbal’in dün akşamki hüzünlü bakışı, ah, o çocuğun gülmemeye hükümlü gözlerindeki bir bulut altında duran yaş damlaları…
Ayağa kalktı. Sabırsızca, bütün varlığına işleyen bu karanlıktan kurtulmak istiyormuşçasına pencereyi açtı, panjurları itti. Güneşin coşkun ışığıyla birlikte yazın baygın havası odaya saldırır gibi girdi. Boğuluyormuş gibi bu havayı olanca gücüyle soludu. Oh!..
“Vay! Bu ne harika!.. Nereden aklına geldi?”
Döndü, Hüseyin Nazmi’ye elini uzattı:
“Sana ihtiyacım var. Bilsen bugün niçin geldim? Beni ciddi dinleyecek misin?”
“Ooo!.. Ne oluyoruz?.. Neyin var? Otur bakalım.”
Oturdular. O vakit başka bir ön girişe gerek görmeyerek, her türlü kayıt ve şarttan uzak ve arınık, dilini düşüncelerinin dağınıklığına bırakarak, babasının ölümünün taşıdığı önemi, çaresizliğini, arkasızlığını ve desteksizliğini, annesini, kardeşini, bütün emellerinin tersine olarak ortaya çıkan bu acı hayat gerçeklerini; dün geceki o kısa konuşmayı -bütün ciğerlerini yakan o acıları- şu mavi köşkün bu mutluluk dolu odasında, Hüseyin Nazmi’nin önüne döktü.
O, yalnız dinliyordu. O da yaşça onun kadardı. Derin kırkılmış siyah ve sert saçlarının altında küçük başı, zayıfça yüzünde parlayan gözleri, yeni terlemeye başlayan bıyıklarının altında ince, donukça dudaklarıyla güzel ve zeki olduğu için sevimli bir gençti.
Büyük bir ilgiyle dinliyordu. Onun susarak dinleyişi, Ahmet Cemil’in üzerinde en iyi etkiyi yapmış oldu. Biraz önce Hüseyin Nazmi’ye başvurmaktan korkan bu genç, şimdi onun karşısında artık ihtiyatlılığa gerek görmemişti…
Bitirip de sandalyesinin arkasına yaslanınca yalnız o vakit Hüseyin Nazmi, bayağı sözlere tenezzül etmeyerek, hastayı bir hasta olarak görüp öyle seslenerek “Ne yapacaksın?” dedi.
“Evet, ne yapacağım?..”
“Yapacağın şeyi pek sade buluyorum. Önce bütün çocukluklara, bütün şair düşüncelerine ‘Siz şimdilik biraz durunuz!’ demek; hayatı olanca gerçekliği ve katılığıyla kabul etmek, mademki yaşamak için çalışmak gerekiyor, çalışmak… Bana öyle geliyor ki seni bu kadar perişan eden şey çalışmak korkusu değildir; hayatın daha bilmediğin bir şeyine biraz vaktinden önce bilgi edinmiş olmandır; yalnız budur, başka şey değil.”
Hüseyin Nazmi, sert elli bir operatör gibiydi ama tam yaranın bıçağa muhtaç olan yerine dokunmuş oldu. Ahmet Cemil de buna gerek duymaktaydı. Çalışmak, evet. Zaten biraz önce de öyle düşünmüyor muydu? Niçin çalışmasın? Ama talih onu hayata zahmete girmeden sahip olanlardan biri etmemiş, bundan ne çıkar? Tam tersine… “Ben hayatımı kendim kazandım, ben gene kendi işimle yaşıyorum!..” diyebilmek. Ah o vicdan rahatlığı ve doyumluluğu; o, acaba acıkmadan yiyenler gibi çalışmadan yaşayanlar da var mıdır?
Birden büyük bir istek duydu:
“Elbette çalışacağım!..” dedi.
“Hem niçin emellerine bitmiş gözüyle bakıyorsun? Seni bir meslek seçiminden engelleyecek bir neden görmüyorum. Okulda yalnız bir yılın daha var. Senin gibi bir adam her işi yapabilir. Sanki niçin mütercimlik yapmayasın? Ayrıca hocalık…”
“Hocalık mı, çıldırdın mı?”
Hüseyin Nazmi sözünü geri almak istemedi:
“Kim bilir?..” dedi.
Mütercimlik Ahmet Cemil’in düşüncesine daha yatkın gelmişti. Kitapçıların on altı sayfalık öykü tercümesine iki mecidiye kadar para verdiklerini işitmişti. On altı sayfa iki mecidiye… İki mecidiye! Bu parayı kazanabilmek umudu onu enikonu mutlu etti.
“Acaba on altı sayfayı kaç günde tercüme edebilirim?”
“Kaç gecede demek istiyorsun. Bilmem; belki alışıncaya kadar üç gecede…”
O vakit iki arkadaş bu düşüncenin peşini bırakmadılar. Tercümesi yapılabilecek şeyleri düşündüler. Kitaplıklar karıştırıldı; uzun uzun konuşmalar, tartışmalar geçti. Düşünceleri hep yüksekten uçuyordu. En önemli eserlerden ayrılamıyorlardı. Hüseyin Nazmi, Lamartine’den “Raphael”, Ahmet Cemil Musset’den “Bir Yüzyıl Çocuğunun Serüveni” için diretiyorlardı.
Sonunda biraz okumaya karar verdiler. Her ikisini ötesinden berisinden karıştırmaya başladılar. Okudukça kitapları ne için ele aldıklarını unutuyorlardı. Hele Ahmet Cemil artık Lamartine’in, Musset’nin on altı sayfasını iki mecidiyeye satarak yaşamaya çalışmak gerekeceğini artık aklına getirmiyordu. Sanki o önemli konu, demin konuşulup tartışılan dört sözle çözümlenmiş, bitmiş gitmişti.
***
Bu iki çok güzel eserden birinin, belki her ikisinin tercümesine karar verdikten sonra Ahmet Cemil duramadı. Şimdi tercüme işi artık bir geçim karşılığı olmak acılığını yitirerek yıllardan beri tek emeli olan yazarlık işine tatlı bir başlangıç niteliğine bürünmüştü. Bunun hayal etmesinin tadı, Hüseyin Nazmi’nin köşkte kalması için ısrarlarına yenik düşmeyerek onu eve kadar geri sürükledi.
Annesine, İkbal’e -gece ortaya konulan önemli meselenin hallinin, işte şu elinde kenarlarının yaldızı parıldayan kitapların arasında saklı imişçesine- içi rahatlamış bir bakışla bakarak “Ben biraz çalışacağım…” dedi. Hemen odadan çıktı. Her karar verdiğini hemen uygulamaya koymak isteyenlerdendi. Üstelik tamamıyla soyunmaya vakit bulamadı. Fesini, ceketini fırlatmakla yetindi. Odasının bir köşesinde cilası uçmuş eski ceviz masasının önüne oturdu. Önce “Raphael”i açtı.
Tercüme konusunda kendisine has düşünceleri vardı. Aslına bütünüyle uygun kalarak cümleleri aynı yapı ve tamlama dizileriyle, aynı bağlarla tercüme etmek gerektiğine inanıyordu. İlk cümleyi okudu. Daha tercüme işiyle bir tanışıklığı, tecrübesi yoktu. Okuduğu hemen kolayca çevrilebilecekmiş gibi kalemi kâğıdın üzerine koydu, başlamak istedi.
Neresinden başlayacağında kararsız kaldı; bir daha okudu. Kelimelerin sırasına uyarak cümlenin her parçasını birer birer tercüme etmeye başladı. Kimi zaman kelimeler için ona tıpı tıpına uygun bir karşılık arayarak kimi zaman bulduğu karşılıkların ahengini, altında üstünde bulunan ötekilerle iyi bir bağdaştırmaya eriştiremediği için onun bir eş anlamlısını düşünerek; doğal bir ahenkle birleşebilen küçük ayraçları tercümenin neresine sokuşturmak gerekeceğinde şaşkın kararsız kalarak tercüme ediyordu.
Bir dakika önce yazdığı iki kelimeyi dört satır aşağıya koymayı daha uygun bularak önündeki kâğıtta yazdıklarından fazlasını silerek-çizerek bir türlü ele avuca sığmayan, söz dinlemeyen kaleminin arkasından uzun sürelerle çalıştı.
Belki bir sayfa tercüme yaptı ama yıkıcı yıpratıcı bir yorgunluk!
Çok fazla tercüme yaptığını sanıyordu. Sonra bir aslına, bir de önündeki müsveddeye baktı: Ancak bir sayfa!.. Böyle giderse on altı sayfa için ne kadar çalışmak gerekecekti?..
Sonra tercüme ettiğini okudu. İnanamıyordu; yaptığı tercüme bu kadar çalışmanın sonucu şu ruhsuz, renksiz metin miydi? Bu dakikada duyduğu büyük yorgunluk ve uyuşukluğu, cesaretini birden kıran umutsuzluğu yalnız duymuş olmak için duygularına bir biçim vermek amacıyla uğraştıktan sonra memnunluk verici bir sonuca varamamış ve bunun acısını duymuş olmak gerekir.
Ahmet Cemil ayağa kalktı, odasında gezindi. Bir ara kitabı yeniden aldı. Ortasından bir parça okudu; buna verilebilecek tercüme biçimini düşünerek süzüyordu. Öfkelendi. Belki öteki bölüm tercümeye daha elverişlidir, diye düşündü, onu da okumak istedi. Artık iyice sıkılmıştı. Başarılı olamamaktan, gücünü yeterli görememekten gelen bir sıkıntı…
Odasının penceresini açmak, hava almak istedi: Evlerinin bahçesine -minimini bahçe ki İkbal, kendine göre, oranın bir bahçıvanıydı- bakan bir pencere… Ah! Hüseyin Nazmi’nin kitaplığının penceresi, o güneşle dolu bahçe, o ışıkların birbiriyle sarmaş dolaş olup çarpışması, o kır kokusu, orada duyulan düşünmek zevki… Bu kafesinin boyası solmuş pencere, şu güneşin yetersizliğinden toprağı yosunlaşmış bahçe…
Şu dakikada bütün geçmiş mutluluğunun güzel yuvası olan bu evceğiz, sanki bir işkence zindanı gibi Ahmet Cemil’i eziyordu. Burada yaşamak zorunda olmak; burada, şu basma perdeli, tek pencereli dar odacıkta, yazın şu bunaltan sıcaklarıyla çalışmak… Ah! Ahmet Cemil zengin olsaydı, evet, zengin olsaydı! Onun da Erenköy’de bir köşkü, köşkte süslü bir kitaplığı, kitaplığının önünde tatlı bahçesi olsaydı; Lamartine’i, Musset’yi orada okusaydı; ama on altı sayfasını kırk kuruşa tercüme etmek için değil, yalnız kendi zevki ve kendi mutluluğu için…
Duramadı; yeniden dışarı çıkmak için fesini giydi. Sanki sokağa çıkarsa aradığını bulacaktı.
Yürürken düzenli düşünmek, ne yapacağına bir karar vermek istiyordu. Bu mümkün olamadı. Kafası o kadar dağınıktı ki düşüncelerine bir düzen veremiyordu. Sanıyordu ki yürümeyi sürdürürse sinirlerini dindirmeyi başarabilecek.
Babıali Caddesi’ne kadar geldi. Bir yere gitmek için belli bir niyeti ve kararı olmadığı zamanlar her vakit ayakları onu oraya, kitabevlerinin, basımevlerinin sıralandığı şu caddeye getirirdi.
“Matbaa-i Osmaniye” Kitabevinin önüne gelince bir ara durdu, uzun uzun vitrinde duran kitaplara baktı, kapların üzerini okudu. Bir süre gözlerini kûfî hat üslubuyla yazılmış bir kitabın adına dikti. Bunu okumak için çalıştı. Bir ara aklında yer tutan soruya şu karşılığı verdi:
“Ne olacak? Kitapçılardan birine başvurayım. ‘Tercüme yapmak istiyorum, ne tercüme edeyim?’ derim.”
Buna karar verdikten sonra caddeye indi. Ara sıra uğradığı kitapçılardan birinin dükkânına girdi. Öteden beriden, yeni kitaplardan, son haftanın dergilerinden söz etti. Sonra birden düşüncesini söyledi. Kitapçı düşündü, pek gevşek bir tutumla “Olsa olsa hikâye tercüme ediniz; başka kitaplar pek az satılıyor; zaten hikâyeler de satılmıyor ya…” dedi.
Sonra birden kitapçı durumunu değiştirdi, aklına bir şey gelmiş gibi “Sahi, ‘Hırsızın Kızı’ romanına devam etseniz ya!” dedi.
“Hırsızın Kızı”… Bir romandı ki dört fasikülü yayımlandıktan sonra mütercimi vazgeçmiş, yayıncı devam etmemişti.
Ahmet Cemil hemen kabul etti:
“Çıkan fasiküllerle aslını veriniz.” dedi. Sonra biraz düşünerek ekledi:
“Ama bir şartım var: Adımı koymayacağım!..”
Lamartine’den sonra, Musset’den sonra “Hırsızın Kızı”…
İşte hayallerin sonu!..
O akşam, tercüme dedikleri şeyin ne kadar kolay olduğuna şaştı. İki saatte on sayfa tercüme etmişti; bu gidişle milyon kazanacaktı…
Kâğıtları annesinin önüne döktü:
“İşte!..” dedi.
O günden başlayarak Ahmet Cemil için sürekli bir çalışma başladı. Okulun tatil zamanından faydalanarak gecelerini, gündüzlerini, garip olaylardan oluşan bir dolaşık yumak uydurmakta usta bir yazarın kafasından çıkan ve kim bilir kaç kişinin kış uykularına türlü korkunç düşler karıştıracak olan bu romanı; bu cinayetler ve akla gelmez olaylar zincirlemesini nefret ede ede tercüme işine adadı.
İlk dört beş fasikülün tercüme biçiminden yüreklenerek zaten hiçbir dil ve anlatım üstünlüğüne, zevkine ve inceliğine sahip olmayan bu kitabı hemen bir oturuşta tercüme ediyordu. Ama bu uğraşısından duyduğu nefret, çalıştığı süreyi bir eziyet hâline getirirdi. Damarlarının içinde bir besteci kanının dolaştığını duyduğu hâlde -ekmek yemek için- gecesinin sekiz saatini murdar çalgılı kahvehanelerde, tiksindirici şarkıcı kadınlara çalgıcı olarak eşlik etmekle geçiren bir kemancı gibi ruhu türlü güzellikler yaratma yeteneği gösteren bu genç, batakhanelerde bitmez tükenmez hırsız konuşmalarını tercüme ettikçe yüreği nefretinden şişerdi.
Ama asıl on beş gün içinde sekiz on fasiküllük müsvedde hazırlayarak on beş yirmi mecidiye alabilmek umuduyla kitapçının dükkânına gidip de adamın para konusuna kesinlikle yanaşmadığını gördüğü ve kızara bozara tercüme hakkını istemeye yüreklendiği zaman, herifin “Durun bakalım, hele bir kez okutayım. Sonra daha basma izni alınacak. Hem basılsın, kaç forma tutacağını ne bileyim!..” dediğini işitince dondu kaldı… Demek evde günlerce kapanıp havadan, o güzel güneşten, halkı bütün İstanbul’un en güzel yerlerine sürükleyen bu tatlı ve güzel mevsimden kendini mahrum kılarak meydana getirdiği bu çalışma ürününü satabilmek için kitapçı dükkânına günlerce gidip gelmek, şu kirli müsveddelerin arkasından koşmak; bugün basma izni alınacak, yarın basılacak, şimdi elime para geçecek diye elemli beklemeler içinde bulunmak gerekecek…
Ahmet Cemil bir şey söylemeden çıkmıştı. Artık o gün eve gelip çalışmadı. Ama akşam, soğukkanlılıkla döndüğü zaman bu işi sürdürmeye de karar verdi:
“İş bir kez düzenine girinceye kadar…” diyordu.
Çalışmasını sürdürdü. Oysa zaman geçiyor, eline para geçmiyordu. Bir ara, epey utanaraktan ısrarları sonucu, kitapçıdan beş mecidiye alabilmişti. Romanın basılma izni alındı, haftada bir fasikül yayımlanmaya başlandı. Kitapçının züğürtlüğü daha sık ve çabuk yayımlanmaya elverişli değildi. Demek haftada iki mecidiye… O da çekişe çekişe alınacak. Kitapçı, size sadaka veriyormuş gibi burun kıvıra kıvıra, sekiz on kez istemeden sonra verecek.
Elinize şöyle külliyatlı para geçmeyecek. Üstelik alabildiklerinizden türlü akçe farkları kaybedeceksiniz. Size en ummadığınız türden değişik çeşitte paralar verilecek. “Bunlar nereden toplanmış?” diye şaşacaksınız. Elli altı kuruşa aldığınızı elli üç kuruşa bozduracaksınız. Ödemeler her zaman sizin zararınıza olacak, küçük bozukluklar yokmuş gibi sayılacak. Bunun karşılığında ne kadar zahmet, ne kadar bekleyiş!..
Yalnız tercüme de yeterli değil, izin peşinde de koşmalı. Matbaadaki başmürettip karşısında da yaltaklık etmeli, tashihlere bakmalı. Ahmet Cemil bunları düşünürken içinden kabaran geniş bir solukla “Off!..” derdi.
Bu biçimde yaşayabilmenin mümkün olmadığı kanısını edindi. Başka bir şey daha gerekli; bir çalışma alanı daha bulmalı, amma ne?..
Kitapçının dükkânına gidip geldikçe kimi şeyler öğrendi ki bunlardan faydalanmak yollarına başvurmak mümkündü.
Kitapçılar yayımladıkları dergiler için yazı yazanların önemine göre para veriyorlardı. Bunlardan birkaçına yazı yazsa? Hangi konuda olursa olsun. Fransızca eski, yeni dergilerde ve gazetelerde çevrilebilecek ne olursa olsun…
Hüseyin Nazmi’nin abone olduğu Fransızca dergilerin eskilerinden bayat sayılarından istedi. Bunlardan en yabancı olduğu konulara, en ilgi duymadığı şeylere ilişkin tercümeler yaptı; bunları dergi neşreden kitapçılara götürdü. Kimisini kabul ettirebildi, kabul ettirebildiklerinden kimisi için para alabildi; ama ne aşağılanmalar karşılığında!..
Her zaman kalabalık olan kitapçı dükkânlarında, her zaman “meşgul” görünen kitapçılardan, her zaman ayıp olan para istemelerine katlanmak…
“Şimdi yok…”
“Ha, o yazı mı? Yakında gereğine bakarız.”
“Üç gün sonra…” biçiminde; bir müşteriye bir kitap gösterilirken; “meşguliyet” arasında veya kuru fasulye pilakisi yenirken, iri lokmaları yutma sırasında verilmiş karşılıklarla çaresiz geri dönmek!
Edebiyat dünyası, basın mesleği bu muydu? Hiç olmazsa bu kadar zahmetine, zorluğa katlanmasına başladığı şu meslekte, altına imzasını kıvançla, seve seve koyabileceği şeyler yazabilse…
Bir gün gene bir yazı götürdüğü bir derginin sahibi -Faiz Efendi adında insaflı bir adam ki onun ne kadar paraya muhtaç olduğunu anlamıştı- dedi ki:
“ ‘Mir’at-ı Şuûn’ gazetesi için tefrika edilecek bir romana gerek varmış. Başkası kapmadan siz imtiyaz sahibine başvursanız… İyi bir adamdır; çekinmeyin.”
Çekinmek!.. Pek iyi anlamıştı ki çekinen aç kalır. Haydi kendisi aç kalsın ama evdekiler?
Hemen o dakikada yüreklilik göstererek “Mir’at-ı Şuûn” gazetesine gitti; imtiyaz sahibinin odasına kadar çıktı. O vakte kadar bir gazete idarehanesine girmemişti. Kafasında gazete, yayın konularını, bu ve benzeri yerleri büyültüyor; yeşil örtülü büyük yazı masalarının yanlarında iri sakallı, altın gözlüklü, yüksek sesle konuşan, yüksekten bakan adamlar düşünüyordu. Şu bir iki aydan beri kitapçı dükkânlarında gördüğü örnekler, daha bu hayallerini büsbütün silememişti.
Hüseyin Baha Efendi’yi müdürlük odasında, kanepeye ilgisizce yaslanmış, Başyazar Ali Şekip’in parmaklarıyla ahenk tutarak aşağı perdeden okuduğu bir şarkının ninnisiyle uyumaya hazırlanıyormuş gibi görünce şaşırdı. Yerinden kalkmaksızın yüzüne merakla bakan Hüseyin Baha Efendi’ye nasıl seslenmek gerekeceğinde karar veremedi.
Ama Hüseyin Baha Efendi iri sakallı, altın gözlüklü bir imtiyaz sahibi olmamakla birlikte pek iyi bir adam etkisi bırakıyordu.
“Ne istiyorsunuz oğlum?” dedi; bu sesleniş Ahmet Cemil’e cesaret verdi. Ne istediğini anlattı. Hüseyin Baha Efendi doğrularak dinledi. Sonra Ali Şekip’i göstererek “Soralım da gerçekten ihtiyaç varsa…” dedi.
Ali Şekip döndü; o bu gence birkaç kez rastlamıştı. Şimdi sürmekte olan roman bir hafta sonra bitecekti.
“İşte. Ahmet Cemil Bey tercümeyi yapsın.” dedi.
“Aman, okudunuz mu bilmem…”
Ali Şekip o iyi yürekli adamlardandı ki beş dakikada dost olur, sohbete başlar, her gördüğünü sever. Dünyada her şeyi sevmek için yaratılmıştır.
Bir roman okumuştu, onu salık veriyordu:
“Durun bakayım, burada mı?”
Kitap bulundu, Ahmet Cemil’in eline tutuşturuldu, “Hemen başlayın.” denildi. O, utanmasa Ali Şekip’le Hüseyin Baha Efendi’nin boyunlarına sarılacaktı. Utana utana girdiği bu yere beş dakikada ısınıvermiş, beş dakikada bu adamlar üzerine derin bir sevgi edinmişti.
İşte, “Mir’at-ı Şuûn” gazetesine ilk girişi böylece olmuştu. Bu ilk buluşmanın sevinç ve neşesiyle Ahmet Cemil bir hafta içinde -tatilin son haftası- gazeteye bir ay yetecek kadar tercüme hazırladı. Ali Şekip’in salık verdiği bu roman da “Hırsızın Kızı” türünden bir şeydi ama artık Ahmet Cemil müşkülpesentliğe gerek görmüyordu. Mademki imza koymuyor…
O imzayı asıl yazmak istediği eser için saklamak istiyordu.
Para konusu için ikinci buluşmada, Ali Şekip’e açıldı. Artık senli benli bile olmuşlardı.
Ali Şekip hemen “Oh, bak, o nazik bir konudur… Hele başlayalım; ben sana para alıveririm. Elbette Hüseyin Baha Efendi’nin kara gözleri için çalışacak değilsin ya… Gazete yönetiminin para sandığı her zaman boştur ama… Sen bana biraz kendini tanıtsana bakayım…”
Başka birisinin ağzında terbiyeye aykırı sayılabilecek bu soru, onun ağzında öyle tertemiz bir yürekten çıkmış görülüyordu ki Ahmet Cemil, garipliğinin farkına bile varmadı. Dört beş cümleyle kendini tanıttı. O zaman Ali Şekip, hiçbir söz söylemeyerek elini uzattı; kendisine bir yardım eli arayan bu genç eli içtenlikle sıktı.
***
Bundan sonra Ahmet Cemil’in hayatı normalleşmişti: Her zaman çalışmak, öteden beriden -dağınık yerlerden olarak- ayda üç dört yüz kuruş kadar bir para kazanmak…
Okul açılmıştı. Hüseyin Nazmi ile birlikte artık son sınıfta idiler. Ama aralarında eski sıkı dostluk mümkün olamıyordu. Biri yatılı, öteki gündüzlüydü. Hüseyin Nazmi okuyor, Ahmet Cemil yazıyor; birinde düşünce alışkanlıkları zenginlik kazanıyor, ötekinde yetenekler yıpranıyordu. Bu yaşayış ayrılığı, eski ilişkilerin içtenliliğini biraz gidermiş gibiydi.
Bu son yıl Ahmet Cemil derslerini büsbütün savsaklar olmuştu. Sabahleyin, okula gidinceye kadar, akşam okuldan döndükten sonra, gece yarısına kadar işleyen, sürekli işleyen bir kafanın ve düşüncenin okul derslerine katlanabilme derecesi ne kadar, ne kadar olabilirdi?
Zayıflıyor, sararıyordu; buna annesi ilgisiz kalamadı.
Sabiha Hanım, çocuklarının hiçbir hâlini ve duygusunu incelemekten geri kalmayan annelerdendi.
Bir gün annesinin önüne, “Mir’at-ı Şuûn” gazetesinin idare memuru Ahmet Şevki Efendi’den aldığı beş mecidiyeyi koyduğu zaman, Sabiha Hanım dedi ki:
“Daha paramız bitmedi oğlum; sen beni israfa alıştıracaksın. Bizim geçimimizden ne olacak? Biraz da kendine baksana… Hem ben bu kadar yorulmana da razı değilim. Sonra hasta oluverirsin…”
O güldü; annelik sevecenliğinden doğan bu duygu dolu sözler, Ahmet Cemil’i birden, beş yaşındaki çocukluk günlerine geri götürdü. Kumral uzun saçlı başını annesinin dizine koydu:
“Ben çalışmayacak olursam nasıl olur anneciğim? Ben çalışmalıyım ki bir şey olayım. Ben şimdi yorulursam sonraları rahat edeceğim. Hele bir okulu bitireyim, bak ne olacağım!.. Oğlunu bir matbaa sahibi, bir gazetenin müdürü görürsen övüneceksin, değil mi anneciğim…”
***
Şimdi Ahmet Cemil’in yüreğine bu taze umut düşmüştü. Bu umudun üzerine ne hayaller kurmuş, kafasında neler düzenlemişti.
Kitapçı Faiz Efendi’ye bir gazete imtiyazı aldırtıyor, kendisi başyazar oluyor, Hüseyin Nazmi’yi beraberine alıyor, her biri beş liralık hisse senetleri çıkarıyor, bir matbaa kuruyor; hisse senetleri elde edilecek gelirlerle yavaş yavaş ortadan kaldırılıyor, matbaa sadece Ahmet Cemil’in malı oluyordu.
Babıali Caddesi’nin uygun bir yerinde, örneğin Sirkeci’de dört yol ağzında, köşelerden birine zarif -kafasında planı bile çiziliydi- büro; küçük bir araba, tek atlı… Fazla görkeme ve gösterişe ne gerek var? O vakit gözlük de takacak.
Gözlüğe özellikle önem veriyordu. Sabahleyin Süleymaniye’den… Yok, yok, o evi satıyorlar, başka bir yerde, daha nerede olacağı karara bağlanmamıştı, bir ev… Sabahleyin arabasına bindiği gibi askerce bir sesle arabacısına emir verecek:
“Matbaaya!..”
Bu hayali her zaman süslerdi. Tek avuntusu ve mutluluk kaynağı sadece ve sadece buydu. Bunu gece yatağında rahat rahat düşünebilmek için üstelik yatmakta acele ederdi.
Daha neler düşünmemiş, bu umudun çevresinde neler neler yaratmamıştı? Bütün bu güler yüzlü hülyaların arasına bir hayal de girerdi ancak bu hayal pek akıcıydı, belli belirsiz bir şey…
Belirsiz bir çocuk yüzü… Kim bilir kimdi? Ahmet Cemil, bu yüzün adını bilmekle birlikte, onu kesinlikle belirlemeye cesaret edemezdi.
***
Okulun öğretim süresi bitmek üzereydi ki bir gün akşamüstü “Mir’at-ı Şuûn” matbaasına uğradığı zaman, Ali Şekip kendisini görür görmez “Ben de seni bekliyordum.” dedi. Sonra söyleyeceği şey -yanında tashihlerle uğraşmakta olan Raci’den, Saib’den saklı imiş gibi- Ahmet Cemil’i tuttu, Hüseyin Baha Efendi’nin odasına kadar çekti götürdü.
“Sana bir iş buldum.” dedi.
Ali Şekip’in bulduğu iş bir hocalıktı.
Ayda iki lira vereceklerdi. Haftada üç gece akşam yemeğinden sonra giderdi. Zaten kendisinin evine de yakındı. Çocuk pek küçük ama ne çıkar! Bir saat kadar ders; sonra yanına bir uşak katacaklar, gene evine döner. Sanki haftada kazandığı, o üç saatte kazandığından daha mı fazla tutuyor?..
***
Ahmet Cemil’in aylık bütçe dengesinde o iki liranın pek büyük önemi vardı. Ali Şekip’ten bu haberi aldıktan sonra, sanki demir yolları piyangosu çekilişinde büyük ikramiyeyi kazanmış gibi bir an önce eve müjdeyi vermek üzere Süleymaniye yolunu her vakitkinden daha erken tuttu.
O akşam önemli bir para oturumu açıldı. Sabiha Hanım’ın, İkbal’in arasında oy vermek üzere, üstelik Seher bile oturuma çağrıldı. Ahmet Cemil’in elinde kurşun kalem vardı, diyordu ki:
“Şöyle böyle eve dört beş yüz kuruş giriyor. İki lira daha zam olunca mademki ev kirası da yok… Başka ne harcama kaldı?..”
Seher, mutfak harcamaları konusunda görüşlerini söyledi. Ahmet Cemil kimi zaman annesine kimi zaman Seher’e gözlerini yönelterek dengeyi düzenlemeye çalışıyordu.
“Daha daha?..”
Harcamalar kalem kalem ilerliyordu. Listenin her noktasında uzun tartışmalar oluyor; karşı çıkmalarda da bulunuluyordu.
“Daha daha?..”
Hep arıyorlardı. Daha ne var? Şu yazıldı mı? Şeyi unuttun sanırım. Daha daha?..
Sonunda Ahmet Cemil listenin altını çizdi, toplam işine başladı. Toplamın sonuçlarını birer sayıyla işaret ederek çizginin altına indirdikçe yüreğinde bir çarpıntı duyuyordu. Toplam ne olacak?.. Toplam bitince şaşırdı. Herkes tam bir sessizlikle sonucu bekliyordu. O, toplamın sağlıklı oluşuna inanamadı, bir daha yapmaya başladı.
“Aman anne, zengin oluyoruz. Bir epey para artıyor!..”
Hiçbiri inanmadı. Ahmet Cemil’in yanına yaklaştılar. Listenin her sayısı yeniden okundu. Eksik bir şey olmasın diye dikkat edildi. Seher bir ara “Şey unutulmuş.” dedi.
“Ney?” dediler.
“Şey…” dedi; şeyin adını bulamadı. Kahkahayı salıverdiler. Seher utandı, kaçtı. Toplama bir daha yapıldı.
Ahmet Cemil, elindeki kâğıdı sallıyor, “Zengin oluyoruz!..” diye bağırıyordu. Sonra gözlerini İkbal’in gözlerine dikti.
“Artan para da gerek, değil mi anne? Gelin edecek kızımız var.” dedi.
“Aman ağabey sen de… Hep adamla alay edersin…”
***
Ali Şekip’in bulduğu ders, Vezneciler civarında idi. Büyük, eski bir konak. İyi terbiye almış, altı yaşlarında güzel, ince bir çocuk. Biraz okumak biliyor. Çocuğun babası -nazik bir efendi- Ahmet Cemil’e izlenecek metodu belirledi. Çocuğu idadi sınıflarına hazırlamak gerek. Artık ne yolda bir öğretim biçimi seçmek gerekeceğinde kendisini özgür bırakıyor. En çok dikkat edilecek şey çocukta öğrenim isteği uyandırmak. Çalışmasından memnun olmadığı zaman kendisine haber verir elbette…
Baba, bunları anlatırken hatırlatmalarının bu bölümünde çocuğuna hem tehdit hem de şaka anlamı taşıyan bir bakışla baktı. Çocuk gözlerini indirdi. “Ders saatlerine gelince: Şimdi kış girmek üzere, sanırım geceleri yeğlersiniz değil mi?” dedi. Dönerken kendisine bir uşak katılacak. Haftada üç kez ders yeterli.
O akşamdan başlayarak derslere başlandı. Ama hocalığın birçok güçlükleri konusunda daha bir düşünce edinememişti. Çocuğa biraz okuma yaptırdıktan sonra daha ne yapmak gerekeceğinde oldukça şaşkınlık geçirdi. Beş dakikada iş bitti. Şimdi ne yapılacak? Çocuk bekliyordu. Ahmet Cemil sanki sıkıntısından terledi. İmla yazdırmak istedi, söyleyecek bir şey bulamadı; sonra okuttuğu yerleri yazdırdı, yanlışları tashih etti.
Kimi kurallarla ilgili hataları açıklamak istedi. Çocuk devamlı yüzüne bakıyordu; bir şey anlamadığını çok iyi sezinlemişti. Büsbütün sıkıldı:
“Bu kez burada kalsın, gelecek ders için kitap getireyim de…”
Konaktan çıktıktan sonra enikonu geniş bir soluk aldı. Dün akşamki denge listesini şenlendiren iki liranın kolay kazanılamayacağını şu ilk deneme ile anlamıştı…
***
Okulun son imtihanları yaklaştı. Bu yıl dersleri büsbütün savsaklamıştı. İmtihan zamanı yaklaştıkça içine bir korku düşüyordu.
Ya sınıfta kalırsa?.. Bu korku kafasına iliştikçe -korkulu düşüncelerden kaçmaya sürükleyen bir duygu ile- bunu hemen oradan silip çıkarmak isterdi.
Yılın son ayında artık çalışmaya gerek gördü. Bir yandan bir kitapçıya tercüme verdiği “Çocuklara Bilgi” adlı dizi, bir yandan “Mir’at-ı Şuûn” gazetesi için ikinci kez olarak başladığı bir tefrika roman, haftada üç gecesini alıp götüren Vezneciler yolcuğu dersleri, kendi derslerini çalışmaya vakit bırakmıyordu.
Uykusundan fedakârlık yaptı. Küçük odasında, herkes yazın sıcağıyla erkence yataklarında uyurlarken, o kitaplarının üstüne eğilmiş durmaksızın çalışmaktan yorulmaya başlayan zavallı başını iki ellerinin arasına almış, dirseklerinin üzerine dayanmış, artık dışarıdan gelen etkileri kabul etmek istemeyen düşüncesine, bir yıldır savsaklanmış bir hâlde kalan derslerini sindirmeye çalışırdı.
Korktuğuna uğramadı; diplomasını alabildi. Ama bir diploma ki…
Ahmet Cemil, bundan söz edilmesine izin vermez, zekâsına sanki aşağılık duygusu veren bu belgeden utanır.
Diploma aldıktan sonra hiç sevinmedi. Ondan zaten büyük bir umut beklemiyordu. Artık geçim biçimini bulmuştu. Bu diplomayı elde etmek için çalışması, başladığı bir şeyi bitirmiş olmak azminden başka bir şeyden ileri gelmemişti.
***
Okul bittikten sonra Hüseyin Nazmi ile hayat ortaklığı hemen büsbütün kesildi. O, Hariciye Nazırlığına girecek, ara sıra da dergilerde yazı yazacak… Ahmet Cemil hiçbir yere bağlanmayacak, bütünüyle basın dünyasına atılacak; bir iki ders daha bulacak, para kazanacak. “Mir’at-ı Şuûn” gazetesi yazı heyeti arasında yeri zaten hazır…
Hüseyin Baha Efendi bir gün, gözlüğünün üstünden bakmaya çalışarak hizmetinden pek memnun olmadığı Osman Tayyar’ı göstermiş:
“Sen, mektepten çıktıktan sonra, buradasın!” demişti.
Onu bu gazete ve matbaada hemen herkes severdi. Başyazar Ali Şekip, imtiyaz sahibi Hüseyin Baha, idare memuru Ahmet Şevki Efendi… Bunlar o temiz yürekli adamlardı ki onlarla konuşurken içten bir ferahlama duyar, sıkıntılarının birçoğunun ortadan kalktığını sezinlerdi. Bir de matbaanın müdürü Tevfik Efendi vardı ki işinin başına her gün herkesten önce gelir, küçük odasına girerdi.
Her zaman küskün, her zaman sessiz bir adam ki ortalıkta gölge gibidir. Kimseyle konuşmaz, hiçbir şeye karışmaz. Yalnız, Ahmet Şevki Efendi ile yönetim işlerine bakar. Matbaada öksürdüğünden başka sesi duyulmaz; hastalıklı bir çalışan… Yazın kürk giyer, odasından mangal mayıs ortasında kalkan bir yaşlı adam…
Ahmet Cemil bu adamla bir çift söz etmemiştir; niçinini, nedenini de bilmez. Matbaa müdürü?.. Ne demek olacak, matbaa müdürü ise kendisini göstersin. Odasında kül eşelemekten başka bir şey yapmayacaksa müdürlükten vazgeçsin…
Hüseyin Baha Efendi’nin buna, üstelik çarpık işlerine katlanışına bakılırsa bu adamın burada müdürlük sıfatını takınmak için bir özel hakkı olmalıydı. Kimi zaman kulağına çarpan sözlerden yavaş yavaş anlamıştı ki Tevfik Efendi, Hüseyin Baha Efendi’nin ortağı imiş; ola ki asıl sermaye de onun imiş…
Ahmet Cemil buna hiç önem vermezdi. Zaten bu üç kişiden başkaları her zaman gezgin hâlindeydiler. Altı ayda altı kez gazete ve matbaa değiştirir adamlar… Bugün “Mir’at-ı Şuûn” gazetesinde, yarın başka bir yerde, kimi zaman iki yerde birden. Örneğin Osman Tayyar, dördüncü kez olarak bu gazeteye kapılanmıştı.
Diploma aldıktan sonra, bu dördüncü keze de son verildi. Üstelik bu kez Hüseyin Baha Efendi, Osman Tayyar’ın gazeteden ayrıldığına ilişkin iki satırlık bir yazı yayımlamaya bile gerek gördü.
Ahmet Şevki Efendi, o gün bir ara Ahmet Cemil’e “Oh! Hele şu çapkından kurtulduk. Şimdi gitsin de başka bir ‘Mir’at-ı Şuûn’ adına para alsın…” demişti.
***
“Mir’at-ı Şuûn”a kesin olarak girdikten sonra yaşayışı da bir düzene girmiş oldu. Kitapçılar için çalışmak, belli zamanlarda çıkan dergilere yazı yetiştirmek, “Mir’at-ı Şuûn” için her gün haberler ve değişik çeşitli yazılar sütunlarını doldurmak; sabahtan akşama kadar yönetimin havı uçmuş, değişik renklerde lekelerle, değişik biçimlerde yırtıklarıyla garip bir şey hâlini almış soluk yeşil çuha örtülü masasının kenarına ilişerek -Ali Şekip bir yanda olayların özetini hazırlarken, Raci ötede, bir dergideki güzel bir manzumenin yazarını küçültmeye çalışırken, Hüseyin Baha Efendi bir hesap konusu için Ahmet Şevki Efendi’ye çıkışırken, başmürettip mürekkepli elini kapının kenarına dayamış “Değişik yazılar ve haberler bölümüne bir buçuk sütun daha gerek.” derken- çalışmak; yazı imal eden bir araç gereç gibi uzunluğuna kesilmiş kâğıtlara, yeniden okumaya vakit bulamadan, doldurup bir yenisine başlamak…
Durmadan işleyen zavallı başını dumanla uyuşturabilmek için birbirinin ardından yaktığı sigaraların dumanı gözlerini doldurdukça durmaya, sulanan bu zavallı gözlerini dinlendirmeye vakit bulamayarak çalışmak, yazı yazmak…
Sonra yorgun kafasının bir sözü bulabilmekten veya bir cümleyi bağlayabilmekten irkilişi üzerine ileriye gitmek istemeyen kalemi, kâğıdın üzerinden ayırmayarak durmak; bir süre zihninin tembelliği içinde gözleri pencerenin rengi uçmuş, eğri takılmış yeşil astar perdesinin kenarından şurada duyma düşünme yeteneklerini öldürmekle uğraşan bu zavallılara bir alay etme bakışı yollayan güneşin parlayışına özlemle dalıp gitmek…
Bu uğraşı içinde yemek yemek için vakit bulamazdı. Çoğunlukla peynir ekmekle üzümün oluşturduğu öğle yemeğini güneşsizlikten, havasızlıktan her zaman iştahsız kalan midesine zorla indirdikçe gözleri bir yabancı dergide, tercüme etmeye yarayacak bir parça arar veya biraz önce doldurduğu kâğıtların birinde, yeri boş bırakılmış bir kelime için sözlük kitabını araştırırdı.
Kimi zaman uyuşmuş bacaklarına, sürekli oturmaktan yorulmuş bedenine bir taze hayat vermek için kalkıp biraz dolaşır veya pencerenin kenarında ayakta durarak karşıki kaldırımdan geçenleri seyreder; bir ara merdivenleri iner, sokağa çıkar, kitapçısına kadar gider; yeni çıkmış kitap varsa şöyle bir bakar veya kitapçının hatırı için tashihleri gözden geçiriverir ve böylece işin çeşidini değiştirmiş olmakla kendisini dinlenmiş sayarak gene gazeteye döner.
Bu yaşayış biçimi her zaman böyledir. Cuma yok, pazar yok, her gün çalışacak, her gün gazeteye esir olacak. Kimi zaman geceleri nöbet bekleyecek. İmtiyaz sahibinin odasındaki sedirin üzerine ilişip yatacak. Pek seyrek olarak gazetede kendisine gerek olmayacak da biraz soluk alabilmek için Tepebaşı’na kadar gidecek veya gidip gelme bir Boğaziçi yolculuğu yapacak…
Ama bu yaşayışından şikâyetçi değildi. Çalışmak şimdi onun için sanki bir hastalık olmuştu. Duramıyordu. Yalnız, akşamları evine döndüğü zaman, yemek vaktine kadar minderin üzerine boylu boyuna uzanır, dinlenirdi.
Eve gelince annesiyle İkbal, o günün olup bitenlerini kendisine anlatırlardı. O yalnız dinler, ara sıra bir soru sorar, onlar söyler; bin türlü hiçlerden oluşmuş sözlerle yorgun kafasına biraz istirahat havası verirdi.
Bu uğraşma dolu hayata başladıktan sonra sessizliği sever olmuş; eski şen hâlini, gevezeliğini kaybetmişti. Ama isterdi ki kendisine öteden beriden söz edilsin. Bugün komşu Sabire Hanım gelmiş; oğlu Ahmet Efendi gelinle kavga etmiş de o, aralarına girerek barıştırmış. Gene de değeri bilinmezmiş, ne de olsa gelin değil mi?..
Bunu uzun uzun, dudaklarında geciken bir gülümsemeyle dinlerdi.
Dün İkbal, Seher’le birlikte, sekiz arşın basma almak için Kalpakçılarbaşı’na gitmiş. Yolda Seher’in ayakkabısının ökçesi kopmuş. Deli kız “Aman! Küçük hanım, ökçem koptu!..” diye kalabalığın içinde bir çığlık atmış ki…
Bu hiçleri derin bir zevkle dinler; dinledikçe sıcak bir günden sonra düşen yaz yağmurlarının tatlı serinliğine benzeyen bir haz duyardı.
Gazete için çalıştığına hiç hayıflanmıyordu çünkü bütün umutlarının sürekli çalışma sonucunda elde edilebileceğine, gerçekleşeceğine inanıyordu. Ama o Vezneciler’deki ders Ahmet Cemil’e o kadar ağır geliyordu ki eğer başka türlü elde edilebilmesi mümkün olsa o iki lirayı çoktan terk ederdi.
Hiç olmazsa gecelerine bütünüyle sahip olabilse kendisini mutlu sayacaktı. Evde kaldığı akşamlar bir süre annesiyle konuşur, Seher’le alay eder, özellikle İkbal’i herhangi bir nedenle kızdırarak eğlenir; sonra odasına çıkarak ya sevdiği bir şairi okur ya tercümeleriyle uğraşır ya da -iki gün sonra yok edilip atılmak üzere- bir manzumecik karalardı.
Odasında, seccadelerin üzerinde yuvarlanarak, minderlerde uzanarak çalışmaya ayırdığı bu zamanlar, gündüzleri gazetenin hasır iskemlesinde geçen saatlerin eziyet ve zahmetlerinin ödülü türünden, bir istirahat dönemiydi. Ama ihtiyaç derdi, bu zamanları da tamamıyla kendisine bırakmıyordu.
Haftada üç gece yemekten sonra evden çıkarak, bu sessizlik ve dinlenme köşesini bırakarak Vezneciler’e kadar gider; orada saatlerce uğraştıktan sonra, yanına kattıkları bir uşağın eşliğinde evine gelir, o zamana kadar herkes yatmış olduğundan yanına almış olduğu anahtarla kapıyı açarak hafifçe, ayaklarının ucuna basa basa odasına girer; en son on altı saatlik bir çalışıp çabalamanın acıları pahasına kazanılmış olan yatağına sokulurdu.
Asıl bu Vezneciler yolculuğundan kışın zahmet çekmişti. Öyle ki ders günleri yemeğini yedikten sonra, mangalın başında ısınmak mümkün iken bunu elde edemeyip soğukta, karların, çamurların içinde yeniden sokağa çıkmak gerekeceğini düşündükçe eve gitmekten korkar olmuştu.
Dersi olduğu akşamlar sofrada yası andıran bir sessizlikle yemek yedikten sonra küçücük kırmızı bakır mangalla ısınan bu yuvacıkta annesini, kardeşini yalnız bırakarak üstelik geç kalmak korkusuyla, mangalın kenarına sürülen parlak sarı cezveden payını almayarak bu gece yolculukları için aldığı muşamba paltosunu giyer “Anne, ben gidiyorum; uykunuz gelirse beni beklemeyiniz!” der, yüreğinde bu eve, şu küçücük aile ocağına bir özlem duygusuyla sokağa çıkardı.
Soğuk!.. Kışın tipilerle esen rüzgârı paltosunun başlığından içeri saldırarak yüzünü tırmalar, bütün vücudunu kaplayan ürpermelerle titrer. Hasır iskemle üzerinde yazı ile geçen bir günden sonra o küçük ama şirin sarı mangalın kenarından uzak düşmüş olmak -şüpheli işlerle geçinen sefil adamlar gibi- geceleri karanlıklar içinde ekmek parasına koşmak, dayanma gücünü kıran bir dertti.
Her dakika bir çamur birikintisine batmamak için duralamak zorunda kalır, iki ellerini ceplerine sokarak, eteklerini dizlerinin üstünde tutmaya çalışa çalışa taşların üzerinden sekerek yürür, kimi zaman duvarın kenarından bir gölge biçiminde süzülerek geçer; geçtiği yolun üzerindeki küme küme büzülmüş köpeklerden korkarak yolunu değiştirir kimi zaman yıkıntı bir evin boşluğundan geçerken şimdi bir el uzanıverecekmiş, yakasından tutuverecekmiş gibi yüreğinde bir korku titremesi duyardı.
Sonra bir ara yağmur başlar; omuzlarında, başında muşamba paltosunu döverek sırtından süzülüp ayaklarına doğru akar, ne kadar kıvırsa bir türlü çamurdan koruyamadığı zavallı tek pantolonunu ıslatır… Bu yarına kadar kuruyacak, sabahleyin mangalın kenarında tüterek geceden kalan ıslaklığı alınacak. İkbal bir yandan ütüyü hazırlarken o, gazeteye geç kalmak korkusuyla üzülecek.
Issız, karanlık sokaklar, soğuk rüzgârlarla karışık sıkı bir yağmur…
O sokaklardan, o yağmurun altından geçer; ta Vezneciler’e kadar gelir. Kapının önünde, zile dokunmadan önce bir soluk alır. Sonra kapı açılınca daha yemeğini bitirememiş, yağlı elini silmemiş uşağın tuttuğu mumun ışığıyla dar bir merdiveni çıkar, selamlık odasına girer, orada bekler; ta ki küçük bey kitaplarını alıp haremden çıksın…
“Hoca efendi, bugün hiç çalışamadım; affınızı rica ederim.” girişiyle, küçük bey içeri dalar. Ahmet Cemil’in her şeyden çok bu “hoca efendi” deyimi canını sıkar. Niçin? Canı sıkılmaya hakkı var mıydı?
Çocuk küçük bir yaramazdır ama yaramazlıkları bir terbiye süsü altında saklıdır. Öğrencisinin hiçbir incelik ve terbiye dışı hâline rastlamamış olmakla birlikte, ufak bir kınamada bulunsa çocuğun yapmacık bir utanmıştık hâliyle gözlerini indirerek içinden “Budala sen de!.. Sana ne oluyor? İster çalışır ister çalışmam. Keyfimin kâhyası değilsin ya!..” diyeceğini kesinlikle bilmektedir; onun için her zaman onun bu bağışlanma dileğini kabul eder. Zaten çocuğun kendisiyle birlikte bulunduğu sürenin dışında ders çalışmadığını da bilir.
Derse başlanır; örneğin matematikten bölme anlatılacak, dünyanın yuvarlaklığı açıklanacak, bir küçük masal okunacak, ele geçen bir kitaptan imla yazdırılacak…
Bunlara karşılık o küçücük sıcak odada, minderin üzerine boylu boyuna uzanarak Musset’nin “Geceler”ini, Hugo’nun tiyatrolarını, Lamartine’in “Düşünceler”ini okumak için nasıl büyük bir özlem duyardı.
Bir vakit gelirdi ki her ikisi de yorulur; çocuk küçücük eliyle ağzını saklayarak esnemeye başlar, Ahmet Cemil’in yorgun gözleri süzülürdü. Bir ara uşak görünür, “Hanımefendi haber göndermiş, küçük bey artık yorulmuştur, diyor.” sözü üzerine derse son verilir. Çünkü bir an önce hareme dönmek için sabırsızlandıklarından bunun çocukla uşak arasında bir uydurma anlaşma olması pek çok ihtimal altında bulunmakla birlikte o aldanmayı yeğlerdi.
Geri dönerken başka bir bölüm başlardı. Uşak yavaş yavaş kendisiyle senli benli olmuştu. Ahmet Cemil buna sessizlikten başka bir karşılık vermediğinden uşak, evde konuşma fırsatı bulamadan geçen hayatının öcünü kendisinden çıkarırdı.
Elinde muşamba feneri sallayarak, ilk önce önden gitmek âdet iken her seferinde bir iki parmak geri kala kala sonunda yan yana gitmeye başladığı Ahmet Cemil’e bu geveze uşak bütün dertlerini döktü. Memleketinde kendisini bekleyen nişanlısından bile söz etti… O yalnız dinler veya dinlemeksizin susardı. Sonunda sokağın başına gelince uşak “Eh! Artık buradan gidersiniz…” derdi. Ahmet Cemil hafif bir selamla ayrılır; titreyerek anahtarı sokar, çamurlu lastiklerle paltosunu hemen taşlığa atar, odasına çıkar; giysilerini öteye beriye iliştirir, hayatta kendisine alın yazısınca verilmiş tek dinlenecek yeri olan yatağa girer…
***
Kendi kendisine, Uyu zavallı çocuk; yeşil eski çuhalı yazı masasınınkenarında,karanlıkçamurlusokaklarda,küçüknazlı çocuğunsürekliesneyenyüzükarşısındageçenoaşırızahmet, eziyet saatlerinden sonra şu sıcak, temiz yatağın içinde, aydınlık mavibirgökyüzününelmasyağmurualtında,doğmasınıbeklediğinumutgüneşinigörmeyeçalışarakderin,uzunbiravunma uykusuyla uyu!.. diye içinden bir ninni söyler gibidir.

6
Tepebaşı şölenini izleyen günün sabahı, Ahmet Cemil gazeteye alışılmıştan biraz geç, gecenin mahmurluğunun ağır tesiriyle biraz sersemce geldiği zaman Ahmet Şevki Efendi’den başka kimseyi bulamamıştı.
Sabahları çıkan gazete idarehaneleri en çok sabahları sessizdirler. Gece gazete basılmış, sabahleyin şafaktan sonra müvezzilere dağılmıştır. Yalnız postaya verilecek olanlar hazırlanmakta, dizgi yerinde dizgicilerin telaşa gerek görmeyerek kasalara dağıttıkları dökme harflerin hızlı vurucuklarla biteviye ahengi işitilmektedir. Yazarlar daha gelmemiş, tütün kokusu daha ortalığın mürekkep ve ıslak kâğıt kokusuyla dolu havasını doldurmamıştır.
Ahmet Şevki Efendi, daha odasına girip kâğıdının üstünde sürekli çatırdayan kamış kalemini eline almamıştır. İdare memurunun kalem çatırtısıyla müdürün öksürüğü matbaa makinesinin dem tutucularıdır. Ahmet Şevki Efendi’ye ne vakit kaleminden, o bitmez tükenmez inleyişiyle kâğıdın üzerinde ağır ağır yürüyen, bir öküz arabası gibi cızırdayan kaleminden söz edilse “Yok! Ona ilişmeyiniz, o benim ninnimdir; ben hem yazarım hem o ninni ile uyurum.” derdi.
Ahmet Cemil idare memurunu en içten selamıyla selamlardı. Her sabah böyle buluşurlar, dertleşirler, öteden beriden söz ederlerdi. Ali Şekip bu iki dosta, yazı masasının bir yanında sohbet sırasında rastladıkça espri yapmak tutkusuna uyarak Ahmet Cemil ile Ahmet Şevki’nin adlarındaki benzerlikten mütevellit “Ahmet Efendiler gene birleşmişler…” derdi.
Ahmet Şevki Efendi sohbet arkadaşını görünce söylemek istediği şeyi söyleyecek bir adam bulamayıp da ilk rastladıklarının üzerine atılanlara özgü bir telaşla -onun selamına karşılık vermeye dahi vakit bulamadan- “Gördün mü hele çapkını? Bu akşam gene evine gitmemiş!..” dedi. Ahmet Cemil, Raci’den söz edildiğini hemen anladı.
Ahmet Şevki Efendi’nin başlıca diline dolamış olduğu sözlerden biri de “çapkın” sözüdür. Bu kelimeyi hiç sevmedikleriyle pek çok sevdikleri için kullanır. Üstelik bir seferinde sevgi duygusuna gereğinden aşırı kapılarak kendisini kaybetmiş, imtiyaz sahibi Hüseyin Baha Efendi’nin dizine elini vurarak “Hay çapkın hay!..” demişti de sonra da bu aymazlık hatasından dolayı zaten kırmızı olan yüzü birkaç gömlek daha kırmızılaşarak üç dört gün kadar imtiyaz sahibinin yüzüne bakamamıştı.
Ahmet Şevki Efendi bu sabah bu sözü pek öfkeyle, beyaz keten gömleğinin altında zorca zapt olunan göbeği yerinden sarsılarak söylemişti.
Ahmet Cemil telaş etmeyerek sordu:
“Nereden anladınız?”
“Nereden anlayacağım? Zavallı kadın, gene öksüzler gibi boynu bükük çocuğuyla gelmiş, gazetenin aşağı katında ağlayıp duruyor. Görsen ne de güzel kadıncağız! Taze, hüzünlü, edalı bir zavallı. Mutsuzluğu her hâlinden belli…
Karısını evde kimsesiz, yapayalnız, belki de ekmeksiz bırakıp da kim bilir hangi kahpenin yanında vakit geçirmekte anlam var mı? İkide bir de ‘Babam nerede?’ diye gelen bu çocukla buradaki çalışanların kaba saba gülüşleri arasında ağlayan o kadıncağızı gördükçe içim içime sığmıyor. Allah bilir!.. Bir gün o çapkını tuttuğum gibi odanın penceresinden aşağıya atacağım ama neye yarar? İş bu zavallının derdine deva bulmakta…”
Ahmet Şevki Efendi konuşmasını sürdürdü: Kendisini denemeden geçirmeden, aile babalığının ne demek olduğunu anlamadan veya o kutsal görevin önemini her türlü bağlardan bağımlılıklardan sıyrılmış sayacak kadar kendilerinde duygusuzluk gördükleri hâlde evlenenlerden söz etti.
Kim bilir şu genç kadın kimin, hangi baba ile hangi ananın nazlı bir kızıdır. Pek küçük iken evlenmiş olacak, çocuğundan öyle anlaşılıyor. Belki on beş on altı yaşında… Tutmuşlar, bilmediği bir adama verivermişler, “Senin her şeyin işte bu adamdır.” demişler. Sonra ana baba ortadan kalkmış, dünyada bu adamdan başka kimse kalmamış. Bir ay ya mutlu olmuş ya olmamış. Kocası içmeye başlamış. Sonunda bir akşam evde küçücük bir çocukla yalnız kalmış. Bu genç kadın ne yapar? Kocası nerede kalmış?.. Zamanla bu kayboluşlar mutat hâle gelmiş. Nereye gidiyor?.. Nerede kalıyor?.. Türlü varsayımlar zincirlemesi ki her biri ciğerlerinde bir başka yara açıyor, meram anlatamıyor, ağlasa kıyametler kopuyor üstelik…
Ahmet Şevki Efendi diyor ki:
“Evet, böyle bir herif bilirim ki karısı ağladıkça onu döverdi. İnsan, ilk önce karısını döven erkeklerden söz edildiğini işitince ‘Kim bilir, kadın nasıl dayağı hak etmiştir.’ demek ister. Evet, efendi içsin, içsin sonra eve ‘Bakkaldan veresiye peynir ekmek alırlar.’ diye gitsin, cebindeki parayı bir murdar kötü kadına yedirsin. Sonra eve gelince karısının ağlamasına katlanamasın. O kadın ağlarsa bağırırsa yaygaracı denecek, dayağa hak kazanmış sayılacak… Buna bir de kadının kocasına âşık olmasını ekleyiniz, işte Raci’nin karısı…

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/halit-ziya-ushaklygil/mai-ve-siyah-69428254/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Saniha: Çok düşünmeden doğan iyi ve güzel düşünce veya bu düşünceleri doğuran zekâ. (e.n.)

2
Elmas yağmuru. Bu “barârı-ı elmas” tanılaması, “Mai ve Siyah” romanının özünü ve ana temasını oluşturduğu için metindeki ilk geçişinde onu olduğu gibi aldık; öteki bölümlerde sadece Türkçe karşılığını veriyoruz.
Mai ve Siyah Халит Зия Ушаклыгиль
Mai ve Siyah

Халит Зия Ушаклыгиль

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Halid Ziya, Servet-i Fünun ve Cumhuriyet Dönemi Türk romanının gerçek anlamda Batılı bir kimlik kazanmasında önemli katkısı olmuş bir yazardır. Halid Ziya romanında esas mesele arzu etmektir ve bunun tekrar eden bir motif, bir izlek olduğunu da görürüz. Bütün karakterlerini ortaklaştıran şeydir bir bakıma. Bu, Halid Ziya romanında modern bireylik hâlinin bir temel göstereni olarak kurgulanır. “Beşer hayatı” kavramını kullanır Halid Ziya. En başından beri anlatmaya çalıştığı budur. Roman insana, insanın iç dünyasına ait bir türdür. Halid Ziya, okuyucusunu karakterlerinin iç dünyalarının derinliklerine davet eder. Bu karakterler kendisinin de içinde biçimlendiği toplumun parçasıdır. Sancıları, hesaplaşmaları, içinde biçimlendikleri topluma ve kültüre aittir. Onun edebiyatını kendinden önce ve hatta uzun süre sonraki edebiyatlardan da ayıran nokta ders vermeyen, öğretmeyen, otoritesini geriye çekmiş anlatıcılardır aslında ve model olma yükünü taşımayan, kaybeden karakterleriyle özerk bir edebiyat olmasıdır. Halid Ziya’nın köksüzlükle, taklitçilikle eleştirilmesinde de bu özerk edebiyat anlayışının etkisi vardır ne yazık ki. Ama bu edebiyat tam da içinde biçimlendiği toplumun yaşadığı kırılmaların, sancıların izlerini taşır. Halid Ziya’nın kendisi de yaşadığı coğrafyadaki modernlik deneyiminin öznesi olan bir Osmanlı entelektüelidir nihayetinde ve bütün bu kırılmaların, krizlerin içinde biçimlenen bir yazardır. Halid Ziya hiçbir zaman bize mutlu sonlar anlatmıyor. Hayatta başarılı olmuş, arzularını sonuna kadar gerçekleştirip hayatını mutlu bir şekilde sürdürmüş karakterler hiçbir zaman birincil karakterler olmuyor. Böyle karakterler yok mu? Var. Ama ikincil, üçüncül karakter olarak uzaktan görürüz onları. Halid Ziya bizi hep diğerine, diğer hayat tasavvuruna doğru çeker. Kadınlar için de erkekler için de böyledir bu.

  • Добавить отзыв