Aşk-ı Memnu

Aşk-ı Memnu
Halit Ziya Uşaklıgil
Annesinden nefret eden ama yine de onun yolunu takip eden Bihter… Hiçbir şeye bağlanmayan, hayatın manasını eğlencede arayan Behlûl… Kızlarının gençliğine düşman ve yaşlanmayı acı bir kader olarak gören Firdevs Hanım… Hayatını çocuklarına adamış fakat ikinci bir bahar hevesine kapılan Adnan Bey… Sevdikleri bir bir elinden alınan ve yapayalnız kalan Nihal… Saf bir aşkla kendini ölümün kucağına atan Beşir… İstanbul’un en güzel yalılarından birinde tüm bu karakterler kaderin kendilerine verdiği rolü oynarken yalının duvarları arasında yaşanan bir yasak aşk…

Halid Ziya Uşaklıgil
Aşk-ı Memnu

1
Maun sandalla çarpışmayı andıran bu tesadüflere artık o kadar alışmıştılar ki bugün Kalender’den dönerken, gene onun âdeta çarparcasına yakından sıyırıp geçişini fark etmemiş göründüler. Beyaz sandalın şık, zarif süvarilerinde küçük bir telaş eseri, bir ufak korku çığlığı bile uyandıramayarak geçen maun sandala -her iki tarafı görebilmek üzere biraz yan oturan- Peyker başını bile çevirmedi, arkasını sahile vererek Anadolu kıyısına dumanlarını serpen bir vapura dalmış gözleriyle Bihter’in beyaz örtüsünün içinde vakar ve endişe dolu çehresi tamamıyla kayıtsız kaldı; yalnız valideleri, sarıya boyanmış saçlarının altında gözlerinin manasına derin bir belirsizlik veren geniş bir sürme çemberiyle çevrilmiş gözlerini çevirdi, ucunda gizli teşekkür manası titreyen bir serzeniş bakışıyla maun sandala büsbütün yabancı kalmadı.
Aralarında mesafe biraz uzanır uzanmaz, bu üç kadının kayıtsız vakarına birden halel geldi, en evvel valide -kırk beş senenin henüz gidermeye muvaffak olmadığı bir gençlik vehmiyle mesirelerde etrafa dağılan tebessümleri kendi lehine dayandırmak alışkanlığını takip ederek- dedi ki:
“Bu Adnan Bey de!.. Artık âdet oldu, mutlaka her çıkışta tesadüf edeceğiz; bugün Kalender’de yoktu, değil mi Bihter?”
Validesinin şikâyet şekli altında gizli bir memnuniyeti kâfi derecede saklayamayan sözlerini Bihter cevapsız bıraktı. Peyker validesine doğrudan doğruya cevap vermeyerek “Bugün çocukları da yanında değil…” dedi. “Ne güzel çocuklar, değil mi anne? Hele oğlan! Yumuk yumuk gözleriyle bir bakışı var ki…”
Bihter, eğilmeyerek dudaklarının ucuyla sordu:
“Validelerini tanır mıydınız anne? Kız annesine çekmiş olmalı…”
Firdevs Hanım, Bihter’in sualini anlamamışçasına donuk gözlerle bir saniye baktı, sonra başını çevirerek artık gözden kaybolan sandalı araştırdı; tekrar Bihter’e bakarak ve bu defa kendi zihninde cereyan eden düşünceler silsilesini takip ederek “Ne tuhaf bir bakışı var!” dedi. “Israr eden bir bakış! Ne zaman gözlerim tesadüf etse…”
Firdevs Hanım tamamlamadan evvel biraz durdu. Galiba “bana” diyecekti, fakat kızlarına karşı bu kadarcık bir lisan ihtiyatına tamamıyla sönmesi mümkün olamayan bir annelik vakarı lüzum gördü ve “Buraya bakarken görüyorum…” dedi.
Validelerinin bu küçük lisan ihtiyatı ikisinin de dikkatli bakışlarından kaçamadı. Peyker’le Bihter manalıca bakışarak gülümsediler, hatta Peyker bu gülümsemenin ifadesini açıklamaktan çekinmeyerek “Evet, gözlerini Bihter’den ayırmıyor.” dedi.
Bu cümlenin tesirini görmek için validelerine baktılar, o, cevap vermemek için uzaklara baktı.
Firdevs Hanım, Melih Bey takımının hususi şöhretinden en ziyade hissesi olan bir çehredir ki işte otuz seneden beri -on beş yaşından kırk beş yaşına kadar- bütün mesirelerin, en bilinen hayat timsallerinden biridir. İstanbul’un seyranları takviminden ismi silinemeyen, hatta silinemeyecek görünen, hayatından her sene geçtikçe gençliğe daha ziyade asılan bu kadın, beyazlığını saklamak için sarıya boyadığı saçlarıyla, tazeliğinin bozulup gitmesini örtmek için düzgünlere sıvadığı simasıyla kendisini o kadar aldatmış, henüz tazeliği kuruntusunun içine öyle bir fikir sapkınlığıyla kendini bırakmıştı ki, Peyker’le Bihter’in yaşlarını -birinin yirmi beş, ötekinin yirmi iki senesini- unutarak onları bütün bu tebessümlerden, bu takiplerden hisse alamayacak kadar çocuk zannederdi.
Bu, iki kızla valide arasında ebedî bir cenk ve alay etme zemini idi ki, tamamen netlik ve açıklık kazanamamakla beraber hemen her gün tekerrür eder; Peyker’in manalı bir kelimesi, Bihter’in insafsız bir tebessümü, güya bu iki genç vücudun gençlik muzafferiyetini hâlâ genç kalmak isteyen bu validenin harap ve yıpranmış kırk beş senesine çarpardı.
O, böyle hain bir kelime, merhametsiz bir tebessüm, kulaklarına müthiş bir alay ıslığı ile kırk beş yaşını bağırırken dudaklarında acı bir görüntü ile dalgın dalgın Peyker’le Bihter’e bakar, sonra ufak bir titreyişle gözlerini bu hakikatten ayırarak tekrar gençlik vehminin aldatıcı hazzına dönerdi.
Şimdi, dört aydan beri tedirgin edici bir fikir beynini tırmalıyordu: Peyker biraz sonra onu büyük valide edecekti. Bunu anladıktan sonra büyük validelik bir kâbus ağırlığıyla onu bunaltmaya başladı. Kendi kendisine güya bu fikri silkip atmak isteyerek “Mümkün değil!” derdi.
Büyük valide…
Melih Bey takımının içinde kadınlar hatta zor valide olurken büyük valide olmak onun için bir alçaklık, bir ayıp hükmünde idi. Şimdiden buna bir çare düşünüyor, saçlarının beyazlarıyla çehresinin geçkinliğine bir tamir tedbiri bulduktan sonra büyük valideliğe de bir şey icat etmek istiyordu, öyle bir şey ki ona gençlik vehminin sarhoşluğunda gizlenebilmek için imkân bıraksın: Çocuk, annesine “abla”, ona da “anne” diyecekti.
Melih Bey takımının içinde böyle garip bir istisna teşkil etmek aşağılıklığını talih onun için mi alıkoymuş idi? Bu vaka hayatını kirletecek bir leke kadar onu korkutuyor ve artık Peyker’e, onu büyük valide edecek olan bu mahluka, açıkça husumet ediyordu.
Peyker’in son cümlesinden sonra sandalda hep sükût ettiler. Adnan Bey artık unutulmuş göründü.
***
Melih Bey takımı!.. Bu takımın İstanbul hayatında mertebesinin tayini metin bir kaideye dayanamaz. Tamamıyla kibar âlemine mensubiyet iddia edecek kadar sağlam bir asalet sahibi olmayan bu ailenin, yarım asır evveline kadar mevcudiyeti şüpheli ve belirsizdir, aile fertleri içinde kibar hayat sicilinde tanınmış isimler bırakanlara uzaktan yakından -biraz karışık olmakla beraber- tesadüf etmek soyağacı uzmanlarına belki mümkün olur. Asıl takımın hususi hayat tarihi, işte bu aileye namını terk eden Melih Bey’den başlar. “Melih Bey takımı” unvanı, ailenin bütün ruhi tarihini rumuz ve kapsamıyla özetleyen ve bir araya toplayan bir ifade genişliğine maliktir.
Melih Bey kimdir?
Bu soruya açık bir cevap vermek külfetine lüzum görülmemiştir. Melih Bey vefatından sonra devam edebilecek hiçbir hatıra bırakmamıştır: Yalnız Anadolu kıyısında bir yalı ile bu yalıdan İstanbul’un hemen her tarafına yayılarak bugün “Melih Bey takımı” unvanıyla bir temayüz[1 - Temayüz: Kendini göstermek. Farklı ve yüksek vasfı olmak. Başka vasıflarla üstün olmak. (e.n.)] noktasında birleşen kadınlar…
Melih Bey’in yalısı yarım asrın değişim silsilesinden geçmiştir. Bugün kim bilir kimindir… Fakat ne zaman önünden geçilse Boğaziçi’nin hususi hayatına vâkıf olanların kalplerinde gizli bir parmak uzanarak orasını gösterir ve müphem fakat zengin manalar vererek “Melih Bey’in yalısı!” der…
Bir vakitler yalının pencerelerinden taşan şenlik ahengi hâlâ rıhtımın taşlarını yalayan suların şırıltılarında gizli, geceleri boğazın suları bir zamanlar buradan topladıkları neşe şaşaasının hâlâ parlaklıklarının kalıntılarıyla parıltılı zannolunur, onun için yalının o hayat devresini bilmeyenler bile yalnız onun manasını hissederek buradan geçerken bir âlemin meçhul bir macerasına ait zevkleri duyarlar ve kendi kendilerine “Evet, Melih Bey’in yalısı!..” derler.
Bu yalı, şehrin tarihinde bir nevi seçkin çiçek yetiştiren bir camekân hükmüne hizmet etmiş ve İstanbul’un kibar hayatına bu seçkin mahsulden numuneler serpmiştir. Bunlar yarım asırdan beri bu küçük şehrin muhtelif noktalarına dağılmışlardır fakat onları dağılmakla beraber birbirinden ayırmayan, bütün muhtelif çiçekleri bir rabıta ile toplu bir demet şeklinde bağlayan bir şey vardır ki ailenin unvanıdır. Bu, aileyi cereyanının dalgaları içinde sürükleyip götüren değişim nehrinin üstünde, batmaz bir tahta parçası şeklinde yüzmekte devam etmiştir.
Melih Bey takımında garip bir kendi cinsine benzetme özelliği vardır; hangi aile ile münasebet kurarsa o aile için Melih Bey takımından olmak muhakkaktır. Melih Bey takımından bir kız -galiba bu ailenin seçkinleşme sebeplerinin korunması kadınlara bırakılmış olduğundan kaderin hususi bir müsaadesiyle takımdan hemen bütün kız evlat çıkmıştır- bir diğer aileye girmekle manevi hüviyetinin bu yeni ailenin hamurunda yok olmamasını, o kendi cinsine benzetme özelliği emniyet altına alır. Hatta bu camekânın en güzide çiçeklerini Firdevs Hanım -aile tarihi içinde bir harika nevinden- henüz on sekiz yaşında iken Rumeli sahilinin minimini, zarif bir yalısına -bugün Kalender seyranından sonra beyaz sandalın rıhtımına yanaşmak üzere olduğu açık sarı boyalı yalıya- gelin gider gitmez izdivaç hediyesi olarak oraya derhâl aile unvanını götürmüş oldu; o günden başlayarak kocasının ismi silindi ve yerine “Firdevs Hanım’ın beyi!..” denildi.
Firdevs Hanım birçok akraba kızları gibi kocasız kalmamak lüzumunu düşünmekte acele etmiş idi. Bütün mizacının hoppalığıyla ve dünyada güzel giyinmekten ve mümkün olduğu kadar eğlenmekten başka bir şeye ehemmiyet vermeyen dimağının muhakemesiyle her ne olursa olsun bir koca -elbiseleriyle akrabalarının masraflarını temin edecek bir kese- bulmaya karar vermiş idi. Ailenin etrafında yavaş yavaş kuvvet kazanan bir uzak kalmak hissi evlenecek kızları için yalnız bir izdivaç zemini bırakmış idi: Mesireler… Bir gün Göksu’da -nasıl oldu bilinemez- Firdevs Hanım’ın izdivacından bahsolundu. Bu rivayet derenin sevda taşıyan sularının üstünden hafif bir gülüş ile uçtu; güzergâhında hayretler uyanıyordu, bütün Göksu güya bu rivayete karşı şaşkın ve mütehayyir, bir hayret nidasıyla titredi: “Bu kadar erken!..”
Henüz on sekiz yaşında, henüz bu çiçekten Göksu kendisine bir teselli yadigârı bırakacak bir koku almaya vakit bulmadan… Fakat ertesi hafta -iki hafta arasında bir izdivacın mühim değişimi vuku bulmamışçasına- Firdevs Hanım yine Göksu’da, yine bir hafta evvel etraftan selam toplayan gözleriyle görünüverince bütün dere bir ferahlık nefesiyle şişti ve bu defa artık etrafında dolaşmakta izdivaç ihtimallerinin girdapları açılan on sekiz yaşında şiir ve gençlik ile dolu bir tehlike değil, izdivacının vukusu akabinde seyran hayatına sadakat ispatı için Göksu’yu selamlamaya gelen Firdevs Hanım’ın sandalına bütün derenin sevda arkasında gezginci sandalları tam bir teslimiyet ile takıldı, sürüklendi gitti.
Göksu’da bundan evvel Firdevs Hanım’ın izdivacı rivayeti -ucunda ağır bir kurşun parçası sallanan olta iğnesi gibi- düştüğü noktanın etrafında gittikçe genişleye genişleye açılan daireler çizmiş idi; herkes bu dairelerin haricinde kalmak, yalnız ufak, çekingen bir temasla iğnenin ucundan biraz yem koparmış olduktan sonra kaçmak isterdi, bir safderunun avlanmasını bekleyerek yalnız seyretme hâlinde kalmak tercih olunurdu.
Safderunun kim olduğu belli olduktan sonra merak giderilmiş, hatta bu biçare kurbanın mevcudiyeti bile unutulmuş idi; artık ortada iğnesinin ucu kırılmış bir avcı, avlamaktan ziyade avlanmayı bekleyen ve buna hazır bir Firdevs Hanım kalmış idi.
Daha doğrusu bu izdivaçta Firdevs Hanım aldanmış idi: İzdivaç ona beklediği şeylerden hiçbirini getirmiyordu yahut bunlardan o kadar az bir hisse getiriyordu ki, birden kendisini hülyalarında aldatmış olan bu adama düşmanlık etti. Bu izdivaç, ona, saf bir genç kız emelini tatmin etmiş olmak tesellisini bile vermiyordu. O izdivacında gençliğinin hiçbir sevda temayülüne uymamış idi, bütün aşk ve arzu emellerini feda ettikten sonra bu fedakârlığa karşılık elinde hemen bir hiç görünce acı bir pişmanlık duydu; kendi kendisine “O hâlde, mademki böyle olacaktı, niçin…” der, bu sualin arasında hep kendisine zengin bir izdivaç yaptıramayacaklarından dolayı ihmal edilen çehreleri görür ve “Evet, o hâlde ne için onlardan biri olmadı?” sualiyle cümlesini tamamlardı.
Firdevs Hanım tamamıyla serbest idi, hatta denebilirdi ki bu kadın izdivaç münasebetlerinde vazifeleri değiştirmiş, kocalık sıfatını kendisine alıkoymuş idi. Bir hafta içinde eşini Melih Bey takımından yapmış idi.
Bir gün kocasının gözleri önünde, Göksu’da Firdevs Hanım’ın sandalına -içinde bir pembe zarfın yazısı saklanmış- bir demet atıldı. O akşam birinci defa olarak bir kıskançlık kavgasına girişmek kastıyla kocası demeti, mektubu sordu; Firdevs Hanım her türlü kavga başlangıçlarını birden kesen bir nazarla doğruldu. “Evet!” dedi. “Bir demet, içinde de bir mektup! İstersen okuyabilirsin. Daha yırtmadım. Fakat sonra?.. Ne olacak sanki? Halkı çiçek atmaktan, mektup yazmaktan menedecek ben değilim. Bence yapılacak bir şey varsa cevap vermemektir.”
Sonra kocasına eğilmiş ve parmağını sallayarak işaret etmiş idi: “Hem baksanıza, size tavsiye ederim, bana kıskançlık meseleleri icat etmeyiniz, belki beni cevap yazmaya mecbur edersiniz…”
İki sene sonra Peyker, üç sene fasıla ile Bihter doğuyordu. Firdevs Hanım için bu iki vaka, iki mühim musibet darbesi hükmünde idi. Kendisini böyle biri biri üstüne valide eden bu adamla artık her gün cenkleşiyor; ona, çocuklarına, kendisini gençliğinden ayırmak isteyen bu şeylere, her şeyi kavga vesilesi sayan bir düşman kesiliyordu.
“Ömrüm sana çocuk yetiştirmekle mi geçecek?” cümlesi en beklenmeyen zamanlarda kocasının yüzüne vurulacak bir kamçı idi. O, bu kamçı darbelerine yüzünü uzatır, gülerek bu müthiş kavgaların neticesini beklerdi. Karşısında bu erkeği o kadar zelil, o kadar miskin görmekten husumetine bir de nefret rengi karışırdı. Bu, ikisinin arasında senelerce süren bir cehennem hayatı oldu…
Bir gün Firdevs Hanım İstanbul’dan eve dönerek odasına çıkınca birden garip bir manzara karşısında dondu: Çekmecesinin gözleri kırılarak açılmış, öteye beriye çamaşırları, kurdeleleri, mendilleri dağıtılarak atılmış idi. Birden bunların arasında buruşturulmuş, yırtılmış, etrafa serpilmiş kâğıt parçaları gördü ve hepsini anladı.
Nihayet kocası, senelerden sonra damarlarında birdenbire bir kocalık kıvılcımının tutuştuğunu hissederek gelmiş, bu kadının hususi hayatına ait sırlar mahfazasını parçalamış idi.
Hiddetli bir isyan ile bir dakika beklemeyerek odasından fırladı; önüne Peyker -o zaman ancak sekiz yaşında olan büyük kızı- geçti. “Anne!..” dedi. “Bey babam bayıldı, hasta yatıyor…”
Çocuğu kollarından tutarak fırlattı, kocasının odasına koştu; bütün hayatının saklanmış kinlerini bu adamın başına çarparak artık her şeyi kırmak, rabıtaları parçalamak istiyordu lakin odaya girince sedire yığılmış yatan bu yıldırımla vurulmuş vücudun karşısında dondu. O, gözlerini çevirerek karısına baktı, bütün kirletilen hayatının serzenişleriyle dolu bir nazar… Birinci defa olarak kocasına cevap vermedi; şaşkın, dudakları titreyerek, gözlerini ayıramayarak durdu; kocasının gözlerinden iki sessiz yaşın yuvarlandığını gördü.
Bir hafta sonra dul kalıyordu. Dul kaldıktan sonra birden kocası hakkında bir merhamet hatta bir muhabbet duydu; onun ölümüne bir parça da kendisini müsebbip sayıyordu. Fakat bu, bir ay sonra mesirelerde tekrar görünmeden onu menedemedi. Bu defa onun hülyasında on sene evvelki emel gayesi tekrar can bularak parlamaya başlamış idi: Bir kese bulmak, fakat öyle bir kese ki içinden avuç avuç, saymaksızın alabilmek mümkün olsun.
İşte seneler insaftan mahrum bir seri cereyan ile hep geçiyor ve Firdevs Hanım’ın hülya dolu gözlerine karşı altın pırıltısı ile parlayan o kesenin şaşaası hep talihin kıskanç elinde sönüyordu.
Peyker, Adnan Bey için “Evet, gözlerini Bihter’den ayırmıyor.” cümlesiyle onun kalbini burmuş idi. Demek bunu da elinden Bihter alacaktı? Peyker’den sonra Bihter?.. Bu iki kız onun nazarında birer rakibe, onu böyle elinden ümitlerini ala ala öldürecek birer düşman idi.
Peyker’in izdivacı onun için müthiş bir darbe olmuş idi: Mesele çıkar çıkmaz kızının izdivaç fikrine karşı isyan etti, özellikle Peyker’in yapmak istediği gibi bir aşk izdivacına affolunmaz bir kabahat nazarıyla bakıyordu. Razı olmamak için bir müddet uğraştı, sonra Peyker’in firar etmek tehdidine karşılık bütün kuvvetleri düşerek mağlup bir teslimiyetle rıza gösterdi. İlk önce evde kendisine resmiyet dairesinde bir eda ile “valide hanımefendi” diyen bir damat görünce birinci defa olarak ihtiyarlamış olmak acısını duymuş idi, sonra yavaş yavaş zaman bu acının üzerine ince bir kül tabakası çekmiş idi fakat şimdi büyük valide olmak tehlikesi o külleri savuruyordu.
Çevik bir hareketle Bihter rıhtıma atladıktan sonra elini Peyker’e uzattı. Gebeliğinden beri kendisinin böyle küçük dikkatlere mazhar edilmesinden Peyker haz alıyor ve henüz hamileliği mahsus bir yük olacak derecede ilerlememiş olmakla beraber yürüyüşünde, gezinişinde yardıma muhtaç görünen bir mecalden mahrum tavır sergilemeyi süs sayıyordu. İki kız kardeş rıhtımda annelerini bekleyerek durdular. O, bilakis kimsenin yardımına ihtiyaç göstermek istemezdi. Kendisinden beklenemeyecek bir hafiflikle sandalda ayağa kalktı, rıhtıma atladı.
O zaman bu üç kadın giyiniş tarzlarının nadir zarafetiyle meydana çıktılar.
Giyinmek… Eğlenmekten sonra Melih Bey takımının başlıca özelliği giyinmekte bütün zevk erbabına her vakit taklit olunan fakat hiçbir zaman tamamıyla taklidi -anlaşılamaz bir sebeple- başarılamayan zarafetleriydi.
Eğlenmekte bu aile fertlerinin, hele bugün en ziyade tanınan Firdevs Hanım’la kızlarının ne dereceye kadar ilerlediklerini herkes tamamıyla tayin edemezdi. Onları İstanbul’un zevk hayatında üstün olma mertebesine çıkaran hususi bir şöhret vardı ki sebepleri pek araştırılmaksızın herkesçe kabul olunmuş idi. Bütün Göksu, Kâğıthane, Kalender, Bendler müdavimleri onları tanırlar; Boğaziçi’nin mehtap âlemlerinde en ziyade onların sandalı takip olunur; en ziyade onların yalısının önünde durularak pencerelerin saklı şeyler ifşa etmesi beklenir; bir piyano sesine, perdelerin arkasından fark edilen bir iki zarif gölgeye dikkat olunur; Büyükdere çayırında onların arabası halkın nazarlarını arkasına takıp sürükler; nerede görülse onlar hemen fark edilir. “Melih Bey takımı” fısıltısı mesirenin havasında uçar, herkeste bir merak hareketi uyanır ve güya bu fısıltının titreyişlerinden sırlarla dolu bir mana serpilir. Bu nedir? Hiç kimse açık izahlarla bunu tayin edebilecek emarelere malik değildir. Birtakım rivayetler vardır ki, başkalarının aleyhine hizmet edecek şeylere halkın kolaylıkla itimadı neticesiyle incelenmek zahmetine katlanılmaksızın revaç bulur, hatta ihtimal incelenirse gerçekliği ispatlanamayacağı ve o hâlde bunlara inanmak lezzetinden mahrum kalmak icap edeceği için bu rivayetlerin yayıldıkları suretle kabul olunması katidir.
Onlar bu rivayetlere ne kadar ehemmiyet vermezlerse rivayetler o kadar kuvvet almış bulunurdu. Bütün gezişleri, bakışları birer manaya yüklenirdi, fakat onlarda bu rivayetlerden pek de memnun olmuyor değil gibiydiler, hatta Firdevs Hanım’ın bir omuz silkintisiyle “Oh! Halka bakarsanız hiçbir şey yapmamak lazım gelir; bence insan halk için değil nefsi için yaşamalıdır!..” deyişi vardı ki bütün ailenin felsefesini özetlerdi.
Fakat ne denilirse denilsin işte onlar yarım asırdan beri bütün mesirelerin zarafet ruhu idiler. Bu, aile fertlerine miras olarak intikal etmiş bir özellik idi ki onları daima İstanbul’un en iyi giyinen kadınları mertebesinde tutmuş idi. Hayatları tarzının tabii icaplarıyla, yavaş yavaş bütün aile fertlerinde genişleyen ve yerleşen bir zarafet ihtiyacıyla giyinmek sanatının ruhundaki sırları keşfetmişler, o, bir hususi kaideye bağlı olunamayarak yalnız zevkin müşkülpesent ölçüsüyle tartılabilen giyinmek sanatında bir icat harikası bulmuşlardı. En harim giyecek şeylerden yüzlerinin peçesine, eldivenlerinin rengine, mendillerinin işlemesine varıncaya kadar öyle bir nefis ve müstesna zevk hükmederdi ki sadelikleriyle beraber en özenilmiş, en ihtimam görmüş ziynetleri bayağılığa indirirdi. Onlar görülünce bu güzellik fark edilmemek mümkün olmazdı, yalnız bu neticenin ortaya çıkma sebepleri dikkatten kaçardı. İşte Pygmalyon’dan alınmış siyah işlemelerle açık kül rengi eldivenler, işte “Au Lion D’or”dan çıkma keçi derisinden potinler, işte siyah Satin de Lyon’dan herkesinkine benzer çarşaflar… Fakat herkesinkine benzeyen bu ufak tefek şeylerde zarafetlerinin ruhundan uçuşan bir güzellik havası bu manasız şeyleri öyle bir seçkinlik kucağı içinde sarardı ki, bunları adilikten çıkarır ve başka bir dünyanın müstesna şeyi hükmüne getirirdi. Onlarda taklit edilemeyen şey giydikleri değil giyinişleriydi. Peçelerini bir iliştirişleri vardı ki onu herkesin peçesinden başka bir şey yapardı. Mesela onlardan biri bir gün eldivenlerinden birini iliklemeyi unutmuş olurdu: Eldivenin tersine devrilen kapağının arasından türlü türlü ince gümüş tellerle yahut altın zincirler arasında sıra ile inci ve minimini yakut parçaları sıralanmış zarif bileziklerle dolu beyaz bir bilek öyle latif bir ihmal ile açık kalırdı ki bir saniye görülebilen bu bilek artık unutulamazdı. Çarşaflarının kıvrımları, omuzları, kalçalarını sıkarak dökülüşü onları görenlere, tanıyanlara hemen kim olduklarını ifşa ederdi.
Gördüklerinden fikirler çıkarırlar; ötede beride tesadüf olunmuş numuneleri birbirine karıştırarak, birinden alınmış bir şeyi diğerine ilave ederek bir başka şey vücuda getirirler ve bu, başkalığıyla hepsine üstün gelirdi. Onlar, iki kızla anne, saatlerce müzakereler, mücadeleler yaparlar, nihayet yeni bir alet icat eden bir mucit zaferiyle bu celselere yeni bir keşfin sevinçleriyle son verirlerdi.
Bazen, dururken onları bir görmek ihtiyacı alırdı. Sanihalarına[2 - Saniha: Zihne gelen fikir. Mütalaa. Çok düşünmeden gelen fikir. (e.n.)] sahraların ilhamından taze bir şevk bekleyen bir ressam ihtiyacıyla, Beyoğlu’na inerek yeni gelmiş kumaşları, tünelden Taksim’e kadar giyilen yeni elbiseleri görmeye çıkarlardı. O zaman alınacak ufak bir şey sebep teşkil ederek mağazalara girilir, saatlerce yığın yığın kumaşların karşısında müzakereler edilirdi. Beğenilmeyen kumaşları, ellerinin tersiyle iterek yahut gözlerinin bir ucuyla reddederek asla aldatmayan ani bir zevk ile mahkûm ederler, sonra dikkat ve muayeneye layık olmak üzere ayrılan parçaları ellerinin bir iki üstat darbesiyle peykenin üstünde kabartırlar, bunların tesirini uzun uzun keşfe çalışırlardı. Onların itiraz kabul etmeyen bir isabetle kati hükümleri vardı ki dükkânlarda her vakit bir şakirt hürmetle dinlenirdi. Bir ufak fikirleri giyinme zevki için bir hüküm ehemmiyetiyle telakki olunur ve genellikle asıl dükkân sahipleri satmak hevesinden ziyade onların fikirlerini almak lezzeti için saatlerce üşenmeyerek önlerine kumaş yığarlardı. Onlar bir müşteri sıfatıyla değil, alınacak şeyi binlerce şeylerin arasından seçip ayıran birer sanat üstadı ehemmiyetiyle telakki olunur; aldıkları, beğendikleri şeylere hususi bir imtiyaz verilirdi. Müşterilere karşı “Bunu beğenmediniz mi? Geçen gün Melih Bey’inkiler bunu pek beğenmişlerdi!..” demek kumaşın kıymetini derhâl artıracak sağlam bir tavsiye idi.
En ziyade sanatlarının sihri, bu zarafeti inanılmayacak bir ucuzlukla vücuda getirmekte idi. Zaten ailenin mali kudreti, bunu değiştirilemeyecek bir esas kaide hükmüne getirmiş idi. En ziyade gösterişe lüzum gördükleri, mesirelere mahsus kıyafetleriydi. Zarafet zevkinin bu basit ve dar zemini onlar için gayet geniş bir gezinti sahrası olurdu. Hatta bugün Kalender’de yeni bir kıyafetin resmi teşhiri icra olunmuş, birinci defa olarak ancak bir sandalda giyilebilecek bir şey icat edilmiş idi. Bu, omuzlarından düşerek dirseklerinden birkaç parmak aşağısına kadar ancak inebilen beyazla eflatun tülden karıştırılmış ve yine beyaz ve eflatun kurdelelerle yer yer tutturulmuş bir harmaniden ibaretti. Başlarında gayet dar fakat uzun, ince bir Japon ipeğinden yapılmış, uçlarına eski işlemeleri takliden beyaz ipekten hafif bir su işlenmiş bir örtü vardı ki, boyunlarından dolanarak uçlarının uzun, beyaz ipekten püskülleri harmanilerin aşırılığa yorumlanabilecek gösterişini tenkit nazarından gizlemek isteyerek kısmen saklıyordu. Daha sonra eflatun canfesten bir eteklik ki harmaninin tamamlayıcı bir eki olmak üzere telakki edilebilirdi fakat bu, evde giyilecek bir eteklikten başka bir şey değildi… Valide, kızlarına benzemiyordu. O, bir müddetten beri kızlarının giyiniş tarzını beğenmeyerek onlardan ayrılmaya başlamıştı, aralarında elbiselerden görünen bir farklılık hasıl oluyordu. Yaşların uyuşmazlığından hasıl olan bu farklılığa o, kızlarının zevkini aşırılıkla itham ederek bir sebep göstermek isterdi, fakat gayet gizli ve samimi bir his onu haberdar etmiş idi ki hâlâ kızları gibi giyinmekte devam ederse gülünç olacaktır. Onun için bugün o da başka bir şey icat ederek harmanileri taklit edememenin intikamını almış idi: Beline kadar ince ince kıvrımlarla sıkı sıkıya inip belinden sonra bol dalgalarla aşağıya kadar dökülen yensiz, gayet açık kahverengi bir yeldirme yapmış ve bunu her yeldirmeden ayıracak bir icat eseri olarak arkasına ucu zarif bir ipek püskülle sallanan bir başlık koymuş idi.
Bu başlık Peyker’le Bihter için bir şaka silsilesi husule getirmiş idi. Anneleri kendileriyle bir örnek giyinirken inceden inceye bu bitmek tükenmek bilmeyen gençlikle eğlenirlerdi; anneleri giyinmekte onlardan ayrıldıktan sonra latifeler başka bir zemin üzerine intikal etmiş oldu. Onda bu başkalık fikri doğunca evvela ciddi sormuşlardı:
“O ne için anne? Örtü almayacaksınız da başlık mı koyacaksınız?”
O, fikrini müdafaa için cevap vermişti: “Hayır, yalnız arkada duracak, düşün Peyker!.. Gayet bol bir başlık, kenarları katlanarak gene o renkten dantelalarla örtülmüş… Hani ya çocuklara mahsus başlıklara benzer, gürültülü, kalabalık bir şey.”
Onlar bu izah ile kanaat etmeyerek, ciddi başladıkları suallere doğrudan doğruya istihza karıştırarak devam etmişlerdi:
“Evet fakat mademki giyilemeyecek, o hâlde bir yeldirmede bir başlığa ne lüzum var?”
“Ne için lüzum olmasın? Gece havada rutubet olursa pekâlâ giyilebilir.”
“O hâlde gece giyilebilecek bir başlığı gündüze mahsus bir yeldirmeye koymak ne için lazım gelsin? Gece zaten başlık görünmez ki…”
Bu konuşma böyle uzanıp gitmiş, nihayet anneleriyle her bahsin neticesi gibi bunun neticesi de altı saat süren bir dargınlığa ve kadının ağlamasına sebep olmuştu. Yavaş yavaş süslenmek hakkının kendisinden uzaklaşmasını yine kendisine en ziyade dost olmaları lazım gelen kızlarından işiten bu anne, böyle ara sıra tekerrür eden mücadelelerden aciz bir çocuk zaafıyla ağlayarak çıkardı. Bir vakitler onu en hırçın kadınlardan biri yapan sinirlerine şimdi bir yumuşaklık, bir gevşeklik geliyor, onu en umulmaz vesilelerle ağlatıyordu. Yanı başında gittikçe gençleşen, güzelleşen bu kızlar onun için cisimleşmiş bir itiraz, müşahhas bir istihza hükmüne giriyor, zaten hiçbir zaman aralarında valideliği çocuklarına bağlayan duygularla açılamayan bu üç kadının münasebeti bir rekabet münasebetinden harice çıkmıyordu.
Bugün o artık tazeliğini kaybettikten sonra ağır bir yağlılıkla dolgunlaşmaya başlayan vücudunu yeni yeldirmenin içinde genç tutmaya çalışarak önden ilerledikçe, iki kız kardeş, arkasından gözlerinin ucuyla başlığı göstererek gülümsüyorlardı. Peyker, kendisinin de ilave ettiği bir fazla mecalsizlikle sanki yükünü taşımaktan yorgun bir vaziyetle ince sarılmış, düz beyaz şemsiyesine bir baston gibi dayanarak ilerlerken; Bihter, beli son derece sıkılmış, vücuduna güçlükle sararak ta arkasında iki tarafa dalga vuran etekliğiyle belinin inceliğine nispetle geniş duran omuzlarından biri ipek titreyişi ile titreyerek akan harmanisi beline kadar büsbütün düşemeyerek beyaz pike gömleğini etekliğine bağlayan siyah meşin kemerinden iki parmak yukarıda kalmış, sağ elinden çıkardığı eldiveniyle beraber kavranılarak tutulan şemsiyesiyle alçak ökçeli sarı potinlerinin üstünde, yere basmıyormuşçasına bir sekişle yürüyordu. Bu iki kız kardeş aynı süratle yürüdükleri hâlde birinin dinleniyor, diğerinin koşuyor denecek bir hâli vardı.
Rıhtımın köşesini döndüler. Yukarıdan inen bir vapur, düdüğünü çalarak ileride iskeleye yanaşıyor; uzaktan Paşabahçe’nin çıplak toprakları üstünde akşamın gölgeleri, solgun bir çimenlik koyuluğuyla titriyor. Önlerinde koy, şu son geçecek vapuru bekleyerek uyumaya hazırlanıyordu. Her vakit onlar sandaldan biraz beride inerek böyle eve girmeden evvel yürürlerdi.
Birden Bihter, şemsiyesini ileriye, minimini, açık sarı boyalı yalıya uzatarak Peyker’e dedi ki:
“Baksanıza, enişte değil mi?”
Peyker durarak baktı:
“Evet, bugün galiba çıkmamış olmalı.”
Uzaktan iki kadınla şehnişinde duran genç adam arasında bir tebessüm alışverişi oldu.
Onlar yaklaşırken Nihat Bey, şehnişinin parmaklığına dayanmış, şimdi bütün çehresini kaplayan geniş bir tebessümle onları bir an evvel eve çekiyor gibiydi. Bihter, Peyker’e “Eniştemde bir şey var, bakınız nasıl gülüyor!..” diyordu.
Meraklarından, içeriye girmeden evvel şehnişinin altında durdular. Hep soran bir sükût ile ona bakıyorlardı, o bir kelime söylemek istemeyerek ve daima gülerek duruyordu, Peyker sabırsızlandı. “A, sıkıldım!” dedi. “Ne için öyle gülüyorsunuz sanki?.. Ne var? Rica ederim…”
O, vaziyetini değiştirmeyerek omuzlarını silkiyordu. “Hiç!” dedi. Sonra ilave etti:
“İçeriye giriniz de anlatayım. Büyük bir haber…”
O vakit iki kız kardeş içeri atıldılar, Firdevs Hanım biraz daha ağır davranarak girdi. Şimdi Nihat Bey başı açık, arkasında bol, beyaz ketenden bir ceketle, ayaklarında altı yumuşak beyaz keten iskarpinlerle merdivenleri inerek onları karşılıyordu. Bihter örtüsünü attı, harmanisinin kopçasını çözmeye çalışıyordu. Peyker eldivenlerini çekiyordu, Firdevs Hanım saklanmış bir “Of!..”la bir sandalyeye oturdu ve Nihat Bey şehnişinde başlayan cümlesini tekrar ederek “Büyük haber!” dedi; sonra üç kadın bu büyük haberi soran gözleriyle yüzüne bakarken, onu ortalarına, gökten düşmüş gibi attı: “Bihter gelin oluyor!”
Hep hayretten dondular. En evvel Bihter, ancak beş saniye süren bu hayret duraksamasını bozarak ve harmanisinin kopçasını çözmekte devam ederek bir kahkaha içinde eniştesine “Alay ediyorsunuz!” dedi.
Validesiyle Peyker havadisin gerisini bekliyorlardı. Nihat Bey vereceği haberin ehemmiyetinden, onların üzerinde hasıl olacak tesirinden emin olan bir natuk[3 - Natuk: Düzgün, güzel ve kolaylıkla söz söyleyen. (e.n.)] tavrıyla, sözünün ciddiyetine tavırlarının şehadetini ilave ederek elini uzattı. “Şimdi…” dedi. “Şimdi, henüz on dakika evvel burada resmen Bihter’in dest-i izdivacı talep olundu. Ben de işte hepinize, özellikle Bihter’e resmen bildiriyorum.”
Bu haber o kadar katiyet ve ciddiyetle veriliyordu ki, ötede Bihter bu sohbete ilgisiz bir kayıtsızlıkla eldivenlerini, örtüsünü harmanisinin üstüne atarken Firdevs Hanım’la Peyker, ikisi birden sordular:
“Kim?..”
“Adnan Bey!”
Bihter başını çevirdi, bu isim bir şimşek darbesiyle onu birden sarmış idi. Firdevs Hanım, ağzı yarı açık bir hayret heykeli şeklinde duruyor, bunun bir latife olup olmadığını anlamak istiyordu. Dudaklarına kadar bir sual geldi. “Bihter’i mi istiyor? Emin misiniz?” diyecekti, eğer Peyker’in gülümseyen bir nazarla yüzüne bakışı onu menetmeseydi.
Birden zihninde Adnan Bey’in aleyhine bağıran takım takım sualler ayaklandı:
Utanmıyor mu? Ellisini geçkin herif! Henüz bir çocukla izdivaca talip olsun? Hiç olmazsa yaşlarda ölçülü bir nispet gözetmek lazım değil miydi?
Bütün bu sualleri bir araya toplayan bir küçümseme edasıyla Firdevs Hanım mevcut olanlardan hiçbirinin yüzüne bakmaya cesaret etmeyerek “Adnan Bey, şu demin gördüğümüz!” dedi. Sonra birden ayağa kalkarak bu latife o kadarcıkla terk olunacak bir şeymiş hükmünü veren kati bir sesle “Ben de ciddi bir şey haber vereceksiniz zannediyordum.” dedi ve ilerleyerek artık basamakları gıcırdatmaya başlayan vücuduyla merdivenlerden çıkmaya başladı.
Peyker gülerek diyordu ki:
“Annemin hiç hoşuna gitmedi. Benden sonra Bihter! Yeni bir çekişme esası daha…”
Bihter gülümsedi, yüzünde şimdi pembe bir tabaka dalgalanıyordu; nazarında izah isteyen bir tebessümle eniştesine baktı. Bu nazar, “Sahi? Verdiğiniz haber doğru mu? Eğer öyle ise anneme bakmayınız; bilirsiniz a, bu bana ait bir mesele…” demek istiyordu. Peyker, kardeşlere mahsus anlaşma kolaylığıyla bu nazarın manasını yorumlayarak açık bir sual sordu:
“Doğru mu söylüyorsunuz bey? Bakınız Bihter merakından çatlayacak. Siz anneme ne ehemmiyet veriyorsunuz?”
Bihter atıldı:
“A, ne için merakımdan çatlayayım? Siz de tuhaf söylüyorsunuz!..”
Nihat Bey vakayı iki kız kardeşe anlattı:
İki saat evvel, tam kendisi dışarıya çıkmak için giyinmeye hazırlanırken Adnan Bey’in maun sandalı yalının önüne yanaşmış, “Sizi bugün gezmekten menedeceğim!” başlangıcıyla Adnan Bey içeriye girerek işte şurada, küçük odada ufak bir girişten, biraz çeşitli bahislerden sonra “Size bugün belki garip görünecek bir mesele için müracaat ediyorum.” sözleriyle başlamış idi. Ondan sonra biricik müracaat yeri olarak kendisini bulabildiğinden valide hanımefendinin nezdinde aracılığını rica ederek, Bihter Hanımefendi’nin dest-i izdivacı talep olunmuş idi.
Nihat Bey devam ederken Bihter’in tebessümüne bir endişe manası geliyor ve Peyker kızarıyordu. Hikâye bitince Peyker birden itiraz etti:
“Lakin çocuklar! Bihter bu yaşta üvey analık mı edecek?”
Bihter bu sahip çıkmanın altında gizlenen haset hissini bekliyormuşçasına gözlerini indirerek sükût etti. Nihat Bey cevap verdi:
“Oh, çocuklar!.. Adnan Bey onların da lakırtısını etti. Küçük, oğlan, bu seneden itibaren mektepte kalacak. Kız, şimdi on ikisini geçiyor, birkaç sene sonra o da elbette evlenmiş olacak O hâlde?..”
Nihat Bey baldızının bütün ruhunu delerek orasını görmek için güya bir pencere açmak isteyen bir nazarla Bihter’e baktı ve tamamladı:
“O hâlde o koca görkemli yalı yalnız Bihter’e kalacak.”
Bihter’in yüzünde pembe tabaka daha ziyade kuvvet kazandı, Peyker’in itiraz silahı düşerek duruyordu. Onun da kalbinde şimdi ufak bir his, mahiyeti pek belli olmayarak bu izdivaç tasavvurunu soğuk bulduruyordu. Bihter bir kelime söylemeyerek, eniştesinin son sözüne cevap vermemeyi tercih ederek eldivenlerini, örtüsünü, harmanisini toplayarak çıktı.
Bir his ona derhâl bahsin kız kardeşinin yanında devam etmesinden çekinmek lüzumunu ihtar etmiş, bu meselede Peyker’in validesiyle birleşeceğini haber vermiş idi. Ta odasına, tam bir serbesti ile düşünebilmek, itirazlara hedef olmadan evvel ya galip ya mağlup olmak için bir karar vermek azmiyle minimini odasına çıktı; kapısını kapadıktan sonra elindekileri yatağın üstüne attı, pencereye koşarak elinin tersiyle panjuru itti, Yakup -uşakları- bahçeyi sulamıştı, son kovanın bakiyesini Bihter’in penceresine kadar tırmanan hanımelinin topraklarına boşaltıyordu. Henüz sulanmış bahçeden toprak kokusuyla karışık çiçek rayihaları odanın beyaz leylak kokularıyla dolu havasını serinlendirdi. Şimdi odaya bahçenin yeşilliklerine bürünerek koyulaşan esmer bir ziya girmiş, sanki buraya sönmeye amade bir zaafla yanan yeşil bir fanusun renklerini serpmiş idi. Bihter penceresinin yanında, sedirin koluna oturarak birden muhakemesinin önünde dikilen sualin hallini bu kelimenin ahenginden bekliyormuşçasına kendi kendisine “Adnan! Adnan Bey!..” dedi.
Bu haberin Bihter üzerinde sihirli bir tesiri olmuş idi Eniştesinin son sözü hissiyatını uyuşturan bir ezgi ile kulaklarında titriyordu. O büyük yalının yegâne hâkimesi olmak!..
Ümitlerini geçen bir hülya gibi onu düşünmekte çok ısrar ederse silineceğinden korkarak düşünmemek istiyordu fakat odanın içinden ısıtan ve uyuşturan bir ses, bütün hülyalarının sesi, gizli bir terennümle gelip kulaklarına fısıldıyor ve hülyaların hepsini birden canlandıracak bir kelime şeklinde ona “Adnan! Adnan Bey!..” diyordu.
Bu isim gözlerinin önüne şık, zarif, en güzide bir âleme mensup, birçok ikbal ihtimallerine namzet, uzaktan kır mı kumral mı fark olunamayan sakalları çenesinden hafif hatla ayrılarak iki tarafına taranmış, daima güzel giyinen, daima güzel yaşayan, ince eldivenlere mahpus parmakları altın telli gözlüğünü seri bir hareketle beyaz zarif keten bir mendilin ucuyla sildikten sonra her tesadüfte kendisine bir rica nazarıyla bakan, güzel, o kadar maharetle saklanan elli yaşına rağmen hâlâ güzel bir koca koyuyordu.
O yaş ile iki çocuğun mevcudiyeti, bu isimle şu yirmi iki yaşında kızın tantana ve servet emelleri arasında fazla bir açıklık teşkil edecek derecede mesafe bırakmıyordu. Zaten Adnan Bey o adamlardan biri idi ki onlar için yaş en adi bir ehemmiyet derecesinde kalır. Çocuklar?.. Bilakis Bihter’in hoşuna gidiyordu. Hatta şu dakikada düşünürken bir tuhaflık bile buldu: Bana “Anne!” diyecekler, öyle mi? Minimini bir anne! Yirmi iki yaşında iken bir genç kızın annesi olmak!.. Şu hâlde onu on yaşında doğurmuş olacağım. Hele oğlan!.. Oh! Gerçekten ablamın hakkı var: Yumuk yumuk gözleriyle bir bakıyor ki…
Onlara giydirilecek elbiseleri bile düşünüyordu, sonra acelesine kendisi de güldü.
Bu izdivaçta onu ne çocuklar ne de Adnan Bey’in elli senesi korkutuyordu, bunlar öyle küçük şeyler kabîlinden idi ki asıl meselenin şaşkınlığı hemen örtülüveriyordu. Eğer Adnan Bey herkese benzer bir adam olsaydı, eğer çocuklar her vakit babalarının yanında görülen güzel giyinmiş o güzel bebekler olmasaydı, bu mesele çıkar çıkmaz omuzlarını silkecek, eniştesinin yüzüne bir kahkaha savurarak kaçacaktı. Lakin Adnan Bey’le izdivaç demek Boğaziçi’nin en büyük yalılarından biri, o önünden geçilirken pencerelerinden avizeleri, ağır perdeleri, oyma Louis XV ceviz sandalyeleri, iri kalpaklı lambaları, yaldızlı iskemlelerle masaları, kayıkhanesinde üzerlerine temiz örtüleri çekilmiş beyaz kikle maun sandalı fark olunan yalı demekti. Sonra Bihter’in gözlerinin önünde bu yalı bütün hayalinin tantanasıyla yükselirken üzerine kumaşlar, dantelalar, renkler, mücevherler, inciler serpiliyor, bütün o çılgıncasına sevilip de alınamayarak özlem duyulmuş şeylerden mürekkep bir yağmur yağıyor, gözlerini dolduruyordu.
Bihter pek iyi biliyordu ki, validesinin unutulamayacak derecede süren eğlence hayatı, kendisine parlak ve asıl kibar hayatını açacak bir izdivacı meneden güçlü bir sebep idi. Firdevs Hanım’ın kızlarına, Melih Bey takımının artık sönmeye yaklaşmış hatıra şaşaasının bu son çiçeklerine nihayet eniştesine, şu Nihat Bey’e benzer bir talip çıkabilirdi.
Fikrini eniştesine geri döndürürken dudaklarında bir küçümseme gülüşü şekilleniyordu. Kendi kendine Ahmak! diyordu. Selanik Rıhtımı’nın birahanelerinde öğrenilmiş Fransızcasıyla kendisine meslek yapmak için İstanbul’a gelip de… Bihter, eniştesinin Peyker’e, sade geçici bir tutkunluğun hükmüne tabi olarak değil, biraz da belki asıl ailenin münasebetlerinden istifade etmek, İstanbul’un kibar hayatına karışmak hevesiyle koca olduğunu bilirdi.
Kelimenin olanca kuvvetini veren bir telaffuzla ve bu defa açık sesle “Ahmak!” diyordu.
Evet, nihayet işte böyle bir koca!.. Birkaç yüz kuruş maaş, hısımından, akrabasından, bilinemez nereden ufak tefek yardımlar, daha sonra bir çocuk, daha sonra?.. Bihter ellerini birbirine sürterek “Daha sonra hiç!..” diyordu.
Birden aklına bir şey geldi. Peyker’in muhalefetine rağmen eniştesinin bu izdivaca taraftar olacağına hüküm verdi. Bu izdivaç ona faydalı olabilir, Adnan Bey’in nüfuzundan, haysiyetinden bir fayda bekleyebilirdi. Eniştesinin her türlü hissiyatı susturacak derecede menfaat gözettiğine kanaati vardı.
Onun bu meselede kendisine bir müttefik olabileceğine karar verdikten sonra kardeşini düşündü. Zavallı Peyker! Adnan Bey ismini işittikten sonra ne tuhaf oldu. İşte bu işe mâni olmak isteyeceklerden biri daha… Bu defa anneme âlâ bir yardımcı var fakat…
Cümlesinin aşağısını Bihter zihninde tamamlamaya lüzum görmedi, ayağa kalkarak tekrar pencereden minimini bahçeye baktı. Şimdi böyle yukarıdan, şu özenilerek muntazam tutulmaya çalışılan bahçeciğe bakarken gözlerinde hülyasının yüksekliklerinden alçaklara düşen bir hor görme nazarı vardı.
Bu köşecikte, şu fakir evceğizde, her zaman bir gidişle gelen gidene benzeyen saatleri sürükleyerek geçen günleri, yirmi iki senelik hayatını bir an içinde gördü. Bütün eğlenceler, seyranlar, hatta o zamana kadar sevile sevile yapılıp giyilmiş elbiseler, yirmi iki senelik hayatının en güzel hatıraları bile, birden nazarında adi ve hakir hiçler derecesine indi.
Sonra kendisini düşündü. Gözlerinin önünde kendi çehresini, kendi endamını, saçlarını, yolda geçerken görenlerin nazarlarından sevgiler, saygılar toplayan o zarif, güzide heyeti gördü; bu hayale gözlerini süzerek gülümsedi. Bu güzelliğe refakat eden ufak tefekleri birer birer kendi kendisine saydı.
Firdevs Hanım’ın, hiçbir zaman bir valide bağlılıklarını hissetmeyen bu kadının ihmallerine, kayıtsızlıklarına rağmen -bu aileye mahsus yaradılıştan bir bilgiçlikle- Bihter de hemen her şeyden bir parça bilirdi: Dergileri karıştıracak, hikâyeler okuyacak derecede Türkçe, Beyoğlu dükkânlarında sarf olunacak kadar Fransızca hatta her vakit Tarabya’dan tedarik olunan hizmetçi kızlardan öğrenilmiş Rumca bilir; piyanoda valsler, kadriller, romanslar çalar; icap ederse gayet vakar ile, his ile okuduğu şarkılara hemen kendi kendine öğrenilmiş uduyla pek güzel refakat ederdi.
Bunlar öyle bir meziyet yekûnu teşkil ediyordu ki onun emellerini her hâlde bir Nihat Bey derecesinin üstüne kadar sevk etmek için kâfiydi, fakat annesinin hayat tarzı, bütün ailenin şöhreti, o emelleri kapayan birer set şeklinde yükseliyordu. Böyle kendisini, emellerinin gerçekleşmesi imkânını ümit edebilmekten menettikleri için ailesine kalbinde derin bir husumet vardı. Oh! Şimdi onlardan ne güzel bir intikam alma vesilesi bulmuş olacaktı!..
Artık tamamıyla karar vermiş idi. Bu kararından döndürebilecek hiçbir kuvvete mağlup olmayacaktı.
Odasında gezindi, geçerken aynada kendisine tebessüm etti; orada artık kocasız kalmak tehlikesine maruz biçare Bihter’i değil, Adnan Bey’in zevcesini güya selamlamış, tebrik etmiş idi. Tekrar penceresine geldi; bir sarmaşık panjurun arasından girerek ona gülüyor gibiydi, bundan ince bir filiz kopardı; düşüncelerinin humması arasında inci gibi küçük ve beyaz dişlerine götürdü; onu ısırarak, artık odaya çöken karanlığın içinde, dalgın dalgın, gözleri süzüldü; bahçenin çiçeklerine, çemenlerine baktı; bahçe şimdi değişmiş, hülyalarının türlü renklerle bir sergi yeri olmuş idi.
Artık bahçeyi değil, gözlerinin önünde küme küme yığılmış kumaşları, bunların üzerine dökülen mücevherleri görüyordu. Burada bir gökkuşağı parçalanmış, ondan yeşil, mavi, sarı ve al ipek tufanları serpilmiş idi ve bu renk fevvaresinin üstüne zümrütlerden, yakutlardan, elmaslardan, firuzelerden oluşan güneş parçaları dökülüyor gibiydi.
İşte, işte bütün o çılgıncasına sevilip de alınamamış şeyler, işte onlar isteğinin kabzası önünde en küçük bir emeline boyun eğmiş ve amade bekliyor, renkli gözleriyle onu çağırıyordu.
Ah! O zarafeti sadelikte araştırmaya mecbur edip de bu alınamayan şeylerin acısını, gizli hüsranını saklamak için sahte bir tiksinme talim eden fakir hayat… Artık o hayattan, bunları görmemek için gözlerini kapamaktan usanmış idi.
Onlar çarşıya çıktıkça kıymettar bir mücevheri, ağır bir kumaşı kabalıkla itham ederek ellerinin sert bir hareketiyle iterlerdi. Evet, iterlerdi fakat Bihter’in kalbinde bir şey kopardı. İşte şimdi hayal mahşerinin güzellikler tufanı gözlerini doldururken bütün çarşılarda camekânların önünde annesiyle, kardeşiyle uzun uzun duraklamalarını hatırlıyordu. Hemen her geçişlerinde şurada burada dururlar; şaşkın bir sükût ile birbirlerine göstermeyerek, karşılıklı konuşmayarak bunlarla kendilerine bir göz ziyafeti çekerlerdi.
Bihter şu gerdanlığı boynuna takar, öteden bir pırlanta bileziği koluna geçirir, bir minimini serçenin gagasında nohut kadar incisiyle saçlarının arasında mevkisini tayin eder, beş dakikalık bir kendinden geçme içinde böyle hayalinde süslenir, sonra buradan ayrılırken kolunda şıngırdayan gümüş halkaları, ince altın zinciri koparıp atmak isterdi.
Bugün bunların hepsinin gerçekleşebileceğini düşünürken hayatının fakirliği daha netlik ve açıklık ile beliriyor, sanki bu hülya ona hayatının mahrumiyetlerini daha sıhhat ve sadakatle gösteriyordu. Bugünün hakikatini, hülyasının tantanasına alışan gözleriyle seyrediyordu.
Üstündeki elbiselerden, etrafındaki eşyadan fakir bir şikâyet yayılarak onu bunaltıcı bir hava içinde kucaklıyordu. O eskilikleri saklanmak için üzerlerine işlenmiş şeyler atılan sandalyeleri, çatlamış eski ceviz dolapla yaldızları silinmiş demir yataklığı, pencerelerden usanmış ve hastalıklı bir köhne eda ile sarkan perdeleri, artık hoş göstermek için maharetin yeterli olmadığı bu şeyleri, uzak bir fakirlik âleminin bir daha görülmemek üzere terk olunan yadigârları kabîlinden görüyordu. Sonra birden, bu âlemin yanında terütaze, yaldızlı, debdebeli bir konağın koridorları, odaları açılarak ziyalar içinde kaynıyordu.
Bunların içine kendisince beğenilip de alınamamış şeyleri atacaktı. Hep birer birer hatırladığı heykellerden, küplerden, resimlerden, saksılardan, o bin türlü şeylerden yığacak; duvarları, hücreleri, doymak bilmeyen bir heves bolluğuyla örtecekti. Demek, Adnan Bey’le izdivaç bütün bu şeyleri yapabilmekti. İşte yemin ediyordu ki onu, ne annesi ne kardeşi, dünyada hiçbir kimse bu hülyalarına kavuşmaktan menedemeyecek…
***
Kapısına vuruldu. Katina’nın sesi haber verdi:
“Sofra hazır!..”
Bihter odasından çıkınca Katina’nın genç, şakrak çehresinde bir tebessümün sevinçle dolu ifadesini fark etti. “Ne gülüyorsun?” dedi.
Katina: “Oh! Ben anlamadım mı? Bilseniz küçük hanımcığım, nasıl seviniyorum!..”
Sonra ufak ufak, parlak, siyah gözleriyle Bihter’i süzerek: “Beni beraber götürürsünüz, değil mi?”
Bihter cevap vermedi, bu genç kızın ağzında şu vakanın bir sevinç sebebi olarak tekrar edilmesinden kalbine bir fazla kuvvet geldi. Bu izdivacın, hariçte hasıl olacak tesirlerine şu saf sözler metin bir delil hükmünü almış idi.
Sofrada Adnan Bey’den bahsolunmamak için Firdevs Hanım her şeyden bahsediyor ve bu bahislere gözlerini tabağının içinden ayırmayarak somurtan Bihter’i karıştırmak, güya onunla aleni bir kavganın önünü alacak bir barışıklık tesis etmek istiyordu. Kalender’de görülen kıyafetlerden, Yeniköy’e doğru geçen bir arabanın demir kırı hayvanlarından, muzika çalınırken bastonunu sallayarak ıslıkla tempo tutan, ceketinin yan cebinden kırmızı ipek mendili taşmış bir beyden bahsetti. Bihter annesinin bu gevezelikten maksadını anlıyordu. Birinci defa olarak validesiyle mühim, ciddi bir cenk yapmak lazım geleceğini hissetti.
Birden gözlerini cezbeden bir kuvvetle başını kaldırdı, eniştesiyle bakıştılar. Bu adamla aralarında büsbütün silinemeyen bir yabancılık kalmış, onları iki kardeş hükmüne getirecek olan samimi bir münasebeti meneden irade haricindeki bir korku, Bihter’i kız kardeşinin kocasından uzak tutmuş idi. Bu uzaklıkta cismani bir nefrete benzer bir şey de vardı. Ara sıra onun kendisiyle göz göze gelmesinden, mesirelerde yabancıların ısrarlı bakışlarına karşı titremeyen nazarı, ufak bir eza titreyişiyle ayrılmaya lüzum görürdü. Bu gece gözleri tesadüf edince Bihter nazarını çevirmedi; eniştesine ısrarlı ve onunla bir ittifak anlaşması akdeden derin bir mana ile baktı. Onun gözlerinde kendisine itaat eden bir nazar, bir teslimiyet gördü; böyle, yalnız gözlerinin sade bir bakışıyla aralarında bir ittifakın imzası teati edilmiş oldu.
Nihat Bey, bir aralık ufak bir sohbet arasından istifade ederek Firdevs Hanım’a sordu:
“Adnan Bey meselesine ehemmiyet vermediniz?”
Firdevs Hanım evvela işitmemiş gibi “Katina!” dedi. “Sürahiyi alıversene…” Sonra damadına baktı. “Ehemmiyet verilecek bir şey değil ki. Evvela yaşlarda bir nispet yok, ondan sonra çocuklar…”
Firdevs Hanım söylerken Peyker kocasını devamdan meneden bir gazap nazarıyla bakıyordu. Yemek ağır bir sükût ile bitti.
Firdevs Hanım’ın âdetiydi; sıcak gecelerde, yemekten sonra şehnişine çıkar ve burada uzun sandalyesine yatarak denizin bitmez tükenmez mırıltılarını dinlerdi.
Nihat Bey iki günden beri kuşakları çözülmemiş gazetelerini açıyor; Peyker bahsi arzu edilmeyen zeminlere sevk etmek çekincesiyle sükûtu tercih ederek sarı kalpaklı lambanın altında bir koltuğa gömülmüş, gözleri yarı kapalı, düşünüyordu. Bihter biraz dolaştı, bir şey bahane ederek bir aralık odasına gitmek için kayboldu, sonra yine geldi, bu gece onda bir duramamazlık vardı.
Aklına gelen şeyi tehir ve daha münasip bir zamana erteleme imkânını bırakmayan bir tez canlılıkla, yapılması icap eden şeyleri hemen yapmak onun için bir ihtiyaç idi. Şehnişinin açık kapısından taze, ferahlık veren bir hava tül perdeleri şişirerek içeriye giriyordu. Perdeler açıldıkça uzaktan annesinin beyaz bir gölge müphemliğiyle sandalyeye uzanmış heyetini görüyor, hemen oraya gitmemek için şehnişinden gözlerini çeviriyordu. Ortada, masanın üstünde eski dergileri karıştırmak, resimleri seyretmek istedi fakat bunları bir karartı içinde görüyor, zihninde art arda darbelerle vuran bir ses, ona “Ne için şimdi değil de sonra? Eğer bu gece meseleye bir karar verilemeyecek olursa sabaha kadar uyuyamayacaksın.” diyordu. Annesiyle görüşmekten gittikçe artan bir korku artık kalbine ufak çarpıntılar vermeye başlamış idi. Pek iyi biliyordu ki bu gece şimdiye kadar aralarında söylenmekten çekinilmiş ağır şeyler söylenecekti. Birden kendi kendisine bu derece korkak olduğundan kızdı ve Pey-ker gözlerini kapamış uyuklarken eniştesinin yüzüne bir duvar çeken gazetesinin önünden geçti; sofanın ta öbür ucuna, şehnişine kadar hafif adımlarla yürüdü; başını kapının tül perdelerinin arasından soktu; “Size refakate geliyorum anne!” dedi.
Hafif bir rüzgâr önlerinden denizi okşayarak koyu siyah kütleleri koyu karanlık sularında çalkalanan sandalların, gemilerin uzayan gölgelerini kırık ve bezgin hamlelerle sahile kadar uzatmaya çalışıyordu.
Bihter annesinin yanına, açılır kapanır küçük iskemleye oturdu; hâlinde bir sokulganlık, annesinin dizinden ayrılmayan çocuklara mahsus bir şey vardı, yavaşça kolunu annesinin dizine koydu, üstünde iri siyah bir yığın şeklinde duran saçlarıyla başını kolunun üzerine dayadı; gözleri, bu karanlık gecede sönük sönük, dargın dargın süzülen, bir yetim gamlılığıyla ıslak kirpiklerini titreten birkaç ziya parçasına dalarak bir müddet gökleri seyretti.
Bir gece kuşunun perişan, kırgın uçuşu gözlerini bir aralık sürükleyip götürdü. Annesi uyuyormuş gibi ona bir kelime söylememiş, sanki orada vücudundan habersiz durmuş idi. Bir aralık Bihter başını kaldırdı, karanlıkta annesinin gözlerini görmek isteyerek uzandı.
Tül perdelerin arasından süzülerek yavaşça şehnişine dökülen sofanın ziyası altında anne kız birbirine baktılar. Bihter gülümsüyordu; sonra yavaş, hafif, saçlarının arasından kayıp firar eden rüzgâra benzer bir sesle “Anne!..” dedi. “Niçin Adnan Bey meselesine ehemmiyet vermediniz?”
Firdevs Hanım şüphesiz böyle bir suali bekliyordu, doğrulmayarak o da öyle yavaş sesle cevap verdi:
“Sebebini zannederim ki senin yanında söylemiştim.”
Bihter gülerek omuzlarını silkti. “Evet, fakat onlar, sizin itiraf ettiğiniz sebepler o kadar hafif şeylerdi ki, bu izdivaca razı olmanız için bilmem yeter mi?”
Firdevs Hanım yavaşça doğruldu, şimdi seslerinin gizli bir fırtına saklar gibi uyanmaya başlayan içten heyecanını zapt etmek isteyerek ikisinin de dudaklarında bir kısıklık vardı. Bihter başını kaldırmıştı, annesinin dizinden kolunu çekti.
“Seni bu izdivaca pek heves ediyor görüyorum Bihter!..”
Bihter muhakkak bir mücadeleyi mümkün mertebe geciktirmeye çalışan bir sesle cevap verdi:
“Evet, çünkü daha iyi bir fırsat zuhur edebileceğine artık ümit kalmadı, öteki kızınızın nihayet bir Nihat Bey’i zorla bulabildiğini pek iyi hatırlarsınız. Şimdiye kadar benim hakkımda da size bir müracaat vukusuna vâkıf değilim…”
Firdevs Hanım “Beni şaşırtıyorsun Bihter!” dedi. “Mutlaka gelin olmak için bu kadar acele ettiğini bana haber vermiş olsaydın…”
Bahsi sükûn ile bitirmek için azmetmekle beraber Bihter birden her vesile ile parlamaya hazır olan tabiatına mağlup oldu. Keskin bir sesle “Oh! Hayret edecek bir şey yok anne!” dedi. “Yirmi iki yaşında bir kız, birinci defa olarak kabul edilecek bir izdivaç talebi karşısında bulunur da nihayet rey beyan etmeye lüzum görürse acele etmiş olmaz zannederim. İtiraf ediniz ki Adnan Bey’i reddetmek için gösterdiğiniz sebepler belki başka bir kız için düşünülebilir. Fakat kabahat kendisinin olmadığı hâlde, kim bilir nasıl sebeplerle koca bulmaktan ümidini kesen bir kız…”
Bihter’in sesine gittikçe asabi bir titreme geliyordu. Boğazın sakin sularını yararak Karadeniz’e doğru yol alan büyük bir yük vapurunun velvelesi Bihter’in son sözlerini boğmuştu. Firdevs Hanım şimdi büsbütün doğrulmuştu. Anne kız, karanlıkta, birbirini boğmak isteyen iki düşman gibi, yüz yüze, nefes nefese, gözleriyle birbirini araştırarak duruyorlardı. Firdevs Hanım sordu:
“Ne vakitten beri kızlar annelerine karşı izdivaç hakkında serbest serbest lakırtı söylemeye başladılar?”
Bihter, beş dakika evvel pamuk pençeleri altında tırnaklarını saklayan bir kedi sokulganlığıyla gelen bu kız, artık silahlarını çıkarmıştı; derhâl cevap verdi:
“Anneler anlaşılamayacak sebeplerle kızlarının izdivaçlarına engel olmaya başlayalıdan beri!”
“Bihter!..
Annene karşı idare edilecek lisanı tayin edemiyorsun. Sana daha ziyade terbiye verdim zannediyordum.”
Artık mücadeleyi açık bir harp olmaktan menedecek bir kuvvet kalmamış idi. Sesleri yükseliyor, nihayet fırtına patlıyordu; sofradakiler, Nihat Bey’le Peyker belki işitebilirlerdi. Bihter daha ziyade yaklaştı ve nefesi, annesinin cildine dokunarak cevap verdi:
“Bunu terbiye noksanından ziyade kızlarınıza muhabbet, hürmet hissettirememiş olmanıza yormak doğru olur! Teessüf ederim ki, size birinci defa olarak ihtimal bir daha unutulmayacak şeyleri söylemeye mecbur oluyorum fakat kabahat sizin… Kızınızı tenkit etmeden evvel bir kere, sizi davet ederim, kendinizi düşününüz. Adnan Bey’i niçin reddettiğinizi tamamen biliyor musunuz? Yaşlarıyla çocukları için, diyeceksiniz. Nihat Bey’in de yaşı elli miydi? Onun da çocukları mı vardı? Hâlbuki bugün bana yapmak istediğiniz şeyi o zaman Peyker’e yapmış idiniz. Nihayet mağlup oldunuz, bu defa yine mağlup olacaksınız fakat bu mağlubiyet size daha acı geliyor çünkü…”
Firdevs Hanım hırsından boğularak sordu:
“Çünkü?..”
Bihter, şimdi karşısındakinin ızdırabından haz alan, yaraladıktan sonra bıçağını yaranın içinde kanırtarak çeviren bir vahşet insafsızlığıyla söylüyordu:
“Çünkü?.. İşitmek istiyorsunuz, öyle mi?.. Çünkü ben de bu evde birisini bilirim ki eğer Adnan Bey onu istemiş olsaydı…”
Firdevs Hanım’da artık zaptı mümkün olmayan bir hiddet feveran etti; elinin tersiyle Bihter’in ağzından cümlesinin aşağısını durdurmak isteyerek çarptı. Bihter, bir çılgın gibi iki ellerinin bir kasılmasıyla annesinin iki ellerini tuttu ve dişlerinin arasından ıslık çalan bir sesle “Evet, onu istemiş olsaydı…” dedi, “koşacaktı, sevincinden çıldırarak koşacaktı!”
Firdevs Hanım kendisini sandalyesine salıverdi. Beş saniye evvel hastalıklı asabında kalan bir kuvvet bakiyesiyle isyan ettikten sonra tekrar bir zaaf, onu bir müddetten beri her konuşmada artık mağlup eden çocukça bir zaaf, cevap vermekten menetti; gözlerine yaşlar hücum etti ve bütün hayatının cezası bu gece kızının ağzından dökülen bir kadın, orada, karanlık gecenin içine birer hazin katre ile ağlayarak dökülüyor zannolunan semanın sönük, dargın yıldızları altında uzun uzun ağladı.
Bihter, birden onu ağlıyor görünce istemeksizin, düşünmeksizin, belki iki buse arasında bitirebilmek ümidiyle başlanıp da gözyaşlarıyla bitirilen bir mücadelenin neticesine karşı donmuş, duruyor; karşıda kırmızı fenerin ateşin[4 - Ateşin: Ateşli, coşkun. (e.n.)] bir yılan gibi kıvranıp uzanan ziyasına dalarak başını çeviremiyordu.
Meselede galip çıktığından emin idi, annesinin bütün bu gözyaşları onun galibiyetine birer delil demekti, lakin şimdi bunlar ona da ağlamak hevesini veriyordu, bir kelime söyleyecek olursa kendini zapt edemeyeceğinden korktu. Dudaklarını ısırarak, sahili küçük küçük şamarlarla tokatlayan dalgaların çarpıntısı arasında annesinin iri iri nefeslerini işiterek durdu; kalplerinde valideyi çocuklarına bağlayan hürmet ve muhabbet ilgisi teessüs edememiş bu iki vücut, iki düşmana benzeyen bir anne ile kız, derin, ağır, soğuk, sanki aralarında yatan bir tabutun mateminden gelen bir sükûtla hareketsiz kaldılar.
İkisinin arasında kırılmış bir şey, lakin yapılmış bir izdivaç vardı.
***
Bu gece Bihter odasına bir zafer sevinciyle girdi. Şimdi artık gerçekleşeceğinden emin olduğu hülyasıyla yalnız kalmak için acele ediyordu. Üstündeki şeyleri koparıp atmak isteyen ellerinin seri hareketleriyle soyundu, omuzlarından kayan gömleğiyle pencereye kadar gitti, panjurları çekti, camı indirdi, kandili yaktı, mumunu söndürdü, yatağının kenarına oturarak çoraplarını çekip attı; her şeyden uzak, her şeyden ayrı, yalnız hülyasıyla beraber kalmak için yatağına girdi, eliyle cibinliği çekti.
Ötede kandilin titrek ziyası odanın mahrem gölgeleriyle boğuşuyor gibiydi; masanın üzerinde şişelerin irileşen, nispet haricinde şişen gölgeleri odanın döşemesine dökülüyordu. Şimdi Bihter yatağının içinde, hakikatle hülyanın arasına cibinliğinin tül duvarını çekerek yatıyor, odanın sükûnunda bir uyku nefesi uçmaya başlıyordu. Yalnız -ufuklardan bir parça güneş istemek için yuvasının kenarında bekleyen beyaz bir güvercin yavrusu gibi- yataktan, cibinliğin arasından küçük, tombul bir ayak sarkıyor; asabi bir hırçınlıkla sallanarak şuh, çapkın bir davet manasıyla güya bu emel yatağına takım takım hülyalar çağırıyor; “Evet!” diyordu. “Buraya geliniz görkemli yalılar, beyaz kikler, maun sandallar, arabalar, kumaşlar, mücevherler, bütün o güzel şeyler, bütün o yaldızlı emeller… Siz, hepiniz buraya geliniz…”

2
Bugün Adnan Bey açık sarı boyalı yalıdan çıktıktan sonra maun sandalına kalbinde büyük bir hafiflikle atlamış idi. Kendisini aylardan beri içinden çıkılmaz tereddütler arasında yoran bu müracaat, işte nihayet yapılmış, onun kalbini ezen ağırlığı güya göğsünün üzerinden büyük bir taş gibi nihayet kalkmış idi, fakat sandalında kendisini yalnız bulduktan sonra bu hafifliğin arasında ufak bir helecan hissetti. Bugün alışkanlığına aykırı olarak işte sandalda yalnızdı, Nihal ile Bülent babalarına refakat etmiyorlardı lakin onların boş kalan yerinde iki masum, şaşkın çehrenin gölgesi titriyor; minimini iki ses, iki çekingen, mütereddit çocuk sesi, “Bey baba!” diyordu. “Nereden geliyorsunuz? Ne yaptınız?”
Evet, ne yapmış idi? Şimdi uzaktan, akşamın son ziyaları içinde, yeşillikleri gülümseyen karşı tepelere bakarak o da kendi kendisine bu suali soruyordu. O zaman, bu müracaata karar vermeden evvel aylarca devam eden tereddütler, cenkler bir dakika içinde tekrar uyandı; zihnen bu mücadelenin bir tarihini, bütün o harp tafsilatının bir özetini çizdi. Kendisini vicdanına karşı haklı göstermek için her vakitten ziyade şu dakikada bir ihtiyaç duydu. O zaman, emeline ulaşmayı temin için hazırlanan bütün sebeplerin ve delillerin yükselen, kendi sesini örten hücum velvelesini işitti.
Evet, böyle daha ne kadar devam edebilirdi? İşte dört seneden beri hayatını çocuklarına hasretmiş, evin içinde bir annenin kaybolduğundan onların minimini ruhunu mümkün mertebe gafil tutabilmek için çocuklarına valide olmuş idi. Fakat şimdi, artık bu fedakârlıkta devama makul bir sebep görmüyordu. Bülent zaten mektebe gidecekti, Nihal birkaç sene sonra gelin olacaktı. Çocuklarının bağları kendisinden yavaş yavaş çözülecek, nihayet bütün çocuklarla babaların arasında açılan uçurumlar onların arasında da -hatta şimdiki bağların samimiyetine nispetle daha büyük- bir boşluk açılacaktı. O zaman bu boşluğun yanında yalnız, ara sıra yalnızlığına teselli bahşetmek için uğraşan çocuklarının birkaç tebessüm sadakasıyla terk edilmiş kalp ısınamayarak, o yalnızlığın bütün kar parçaları hayatının neticeden mahrum kalmış fedakârlıklarını kalın bir kefenle örterek, evet, yapayalnız kalacaktı.
Zaten geçen tüm hayatı bir fedakârlıktan ibaret değil miydi? Tereddütlerine karşı fazla bir galebe silahı bulmak için izdivacının bütün şiir ve aşk hatıratını inkâr ediyor, bu ikinci sevdanın tasarlanmış beşiğini süslemek için biçare ölmüş aşkının mezarından çiçeklerini söküyor, koparıyordu.
O, otuz yaşına kadar nispeten masum bir hayat geçirmiş idi, hayatının en büyük aşk vakası, izdivacıydı. Şimdi düşünürken on altı senelik izdivaç devresi, hatıralarında bir zayıf papatyanın bile neşesinden mahrum, uzun, çıplak bir çöl parçası şeklinde uzanıyordu. Bu on altı sene yalnız zevcesinin bitmez tükenmez hastalıklarından mürekkep hatıralar bırakmış idi. O hastalıklarla cenk etmiş, çocuklarının annesini kurtarmak için senelerce uğraşmış idi; nihayet zaten beklenen netice bütün gayretlerini hiçe indirerek, işte, çocuklarını öksüz bırakmış idi. O zaman sarf olunan emekler, şimdi mükâfat bekleyen seslerle hatıralarının arasında bağırıyordu. O vakit ifa edilen bir vazife, şimdi bir hak hükmünü almış idi. Lakin kalbinde ufak bir helecanın susturulması kabil olamıyor, bu sebepleri Nihal ile Bülent’in fikirlerine nasıl kabul ettireceğine karar veremiyordu. İstiyordu ki vicdanına karşı kendisini temize çıkaran bu sebepler onu çocuklarına da affettirsin…
Birden gözlerini karşı tepelerden ayırdı. Kalender’e yaklaşıyorlardı; onlara, Bihter’e tesadüf edebileceğini düşündü. Dümene ufak bir darbe ile daha ziyade yanaştı; işte, uzaktan beyaz sandalı fark etmiş idi; dümene yine bir küçük darbe ile ufak bir eğrilik daha çizdi, iki sandal yekdiğerinden ancak birbirine çarpmayacak derecede açık kalmış idi.
Adnan Bey kendi kendisine, Şimdi, on dakika sonra haber alacaklar… diyordu. Bihter’in kabul cevabı vereceğinden emin idi, bunu genç kızın zaten gözlerinde açıkça okumuş, gözlerinin bakışında müracaatta gecikmesinden şikâyete benzer bir şey bile fark etmiş idi.
Kendi kendisine bir nakarat gibi Evet… diyordu. Şimdi, on dakika sonra… Tekrar, birden aklına Nihal’le Bülent geldi. Eve gidince onun da yapılacak bir işi vardı. Bugün çocukları hazırlamak istiyor, saadetinin tam olmasına mâni olacak olan şu helecanı da hemen susturmak için acele ediyordu.
Maun sandal artık yapılacak bir işi kalmamış gibi süratle suları yararak ilerlerken bu helecan büyüyordu. Hâlâ bir kolay yol bulamamış, aklına gelen çarelerin hiçbirine karar verememiş idi. Bir aralık Şakire Hanım’ı -zevcesinin gelin halayığı iken Nihal’in doğmasını müteakip çırak edilen ve o zamandan beri evde aile fertlerinden olmak ehemmiyetiyle kalan kadını- düşünüyor; ara sıra “Hayır, mürebbiyesini aracı kılmak daha iyi olur…” diyordu. Sandal rıhtıma yanaşıp da kapının önünde bekleyen küçük Habeş Beşir koşunca Adnan Bey hemen sordu:
“Çocuklar gelmediler mi?”
Gelmediklerini anladıktan sonra bir ferahlık duydu; şimdi onları hem görmek istiyor hem görmek zamanını tehire çalışıyordu. Bugün yalnız kalmak için çocukları mürebbiyeleriyle beraber Bebek Bahçesi’ne göndermiş idi.
Soyunup ev içinde giydiği ince şayaktan pantolonunu, beyaz keten gömleğini taktıktan sonra siyah alpaga ceketini aradı; asabi ellerle aynalı dolabın kapağını çekti, odanın köşesinde duran elbise askısına baktı, ceketini bulamıyordu. Eliyle zile bastı, Nesrin’e çıkıştı; “Her şey karmakarışık, hiçbir işime bakılmıyor, işte bir saattir siyah ceketimi arıyorum!” diyordu.
Siyah ceketin bir kolu, iskemlenin kenarından sarkıyordu. Adnan Bey arkasından çıkardığı elbiseleri onun üzerine atmış idi. Nesrin ilerleyerek ceketi elbiselerin altından çıkardı.
O, “Gördünüz mü? İskemlenin üstünde bırakmışsınız, hiçbir şeyi yerine koymak âdetiniz değil ki…” diyordu Bir müddetten beri böyle hizmetinin noksan görüldüğünden, hiçbir şeye bakılmadığından, hanımsız evde ne kadar dikkat edilse hizmetçilere meram anlatmak mümkün olmadığından bahsetmeyi âdet etmiş idi. Nesrin çıkarken sordu:
“Çocuklar gelmediler mi?”
Yatak odasından aşağı indikten sonra bir aralık sofanın penceresinden denize baktı, artık sabırsızlanıyordu. Sonra odasına, iş odasına girdi; bir şeyle meşgul olmak istiyordu. Onun başlıca merakı tahta üzerine oymacılık idi; bütün boş saatlerini kâğıt bıçakları, hokkalar, kibrit kutuları, üzerinde kabartma resimlerle kâğıt baskıları oymakla geçirirdi. Birkaç günden beri ortasında Nihal’in yandan çehresiyle bir küçük tabak çıkarmak için uğraşıyordu. Bunu eline almak, çalışmak istedi, çalışamadı. Tekrar zile bastı. Nesrin tekrar içeriye girdi.
“Nihal’le Bülent gelmediler mi?”
Nesrin bu defa gülümseyerek cevap verdi:
“Gelmediler efendim fakat şimdi nerede ise gelirler.”
Kız çıktıktan sonra Adnan Bey kalbinde vazıh bir korku hissi duydu. Evet, şimdi gelecekler; o zaman, o zaman ne yapacak?
En ziyade Nihal’i düşünüyordu. Tereddütlerine galebe çalmak için icat ettiği sebeplerin arasında hiçbir zaman susturmaya muvaffak olamadığı bir korku, bu vakanın Nihal üzerindeki tesirini düşünmekten doğan bir korku vardı. Babasıyla kendisinin arasında başka bir vücudun, başka bir muhabbetin engel olmasına bu nazik, narin, suda yetişmiş bir çiçeğe benzeyen kızın lakayt kalamayacağından emin idi. Pek iyi hissediyordu ki, henüz çocuk iken onu annesiz bırakan matemin o zaman tamamıyla duyulmayan acılarını sonradan, büyüyüp düşünmeye başladıkça birer birer duymuş, onlar çehresine gittikçe derinleşen bir yetim mazlumiyetinin hüzünlerini çekmiş idi. Babasına gülümseyerek bir bakışı vardı ki, ta gözlerinin içinde, ta o tebessümün altında, tamamıyla tanıyıp sevmeye vakit bulunamamış hatta siması bile hatırlanamayan annesi için bir matem gözyaşı saklıyor gibiydi. Şimdi bu babayı, bu ikinci anne bir parça onun elinden alacaktı. O biçare yüreği, bu ikinci ayrılıktan nasıl elim bir yara ile yırtılacaktı! Bunu düşündükçe kalbinde Nihal için ağlayan bir damar sızlardı fakat bu artık nazarında önüne geçilmek mümkün olmayan hatta vukusuna müsaade edilmek lazım gelen bir zarar hükmünü almış idi.
Adnan Bey şimdi odasının kahverengi uzun perdeler altında yarı bir karanlığa boğulan derinliklerine dalarak, iş masasının yanında meşin koltuğa yarım yaslanmış, ayaklarını uzatmış, düşünürken Nihal ile bütün refakat hayatı parça parça levhalarla koparak gözlerinin önünde yaşıyordu. İlk önce annesini kaybettikten sonra çocuğun huysuzluklarını, o bin türlü, olmayacak sebepler icat olunarak saatlerce devam eden ağlayışlarını görüyordu. O vakitler babasından başka onu kimse susturamazdı. Onda bir de asabi hastalık vardı ki düzensiz fasılalarla minimini nahif vücudunu saatlerce süren buhranlar içinde ezer, hırpalardı. Küçük yatağının yanında, o matem devresinde, o sinir buhranı saatlerinde geçirdiği ızdırap gecelerini düşündü. İşte şimdi hatırına geliyor: Bir gece uykusunun arasında, çocuğun kim bilir nasıl bir rüyadan sonra, korkulu bir sesle onu uyandırmak için “Baba! Baba!” dediğini işitmiş, yatağından kalkmış, yanına giderek sormuştu: “Ne istiyorsun, kızım?” O zaman o, babasını yanında gördükten sonra müsterih olarak, gülümseyerek annesinin vefatından sonra birinci defa olmak üzere sormuştu: “Yarın gelecek mi?” Böyle, ismini söylemeyerek, kim olduğunu belirtmeyerek annesinden bahsederdi. “Hayır kızım!” Her vakit yalnız bu cevapla kanaat ederken bu gece uykusunda galiba bir rüya ile başlayan bu bahsi takip etmişti: “Pek mi uzaklara gitti? Oradan gelmek zor mu bey baba?” O, cevap vermeyerek başını sallamış, bu iki suali tasdik etmişti. Çocuklara mahsus bir inatla o mutlaka bir cevap istiyordu: “Öyleyse biz oraya gidelim, olmaz mı? Baksanıza o gelmiyor, hiç, hiç, bir gün olsun gelmiyor…” Sonra babasının sükût ettiğini görerek birden küçük çıplak kollarını yorgandan çıkarmış, onun başını çekerek, ağzını kulaklarına yapıştırarak, kandilin titrek ve karanlığa benzeyen ziyası altında, etraftan gizli bir şey söylüyormuşçasına hafif, bir kuş nefesine benzeyen sesiyle “Yoksa öldü mü?” demişti. Bu hakikat birinci defa olarak ağzından çıkıyordu. Sonra minimini parmağını uzatarak ve babasının gözlerinden akan birer katre çekingen yaşı silerek ilave etmişti: “Lakin siz ölmeyiniz, babacığım, siz ölmezsiniz, değil mi?”
O, çocuğu teskin etmiş, yatağına zorla yatırarak örtüsünü üstüne çekmiş fakat yanından ayrılamayarak saatlerce, sessiz, uyumasını beklemişti. Çocuk o gece bütün içini çekerek nefes almıştı.
Geceleri onu bir müddet yanından ayıramaz, beraber yatardı. Şimdi bile Nihal’le Bülent aralık kapısı daima açık duran, yanında bir odada yatarlardı; daha ötede mürebbiyelerinin -ihtiyar Mlle de Courton’un- odası vardı. Yalnızlık bu baba ile kızı o kadar sıkı bağlarla bağlamıştı ki ancak birbirinin havası muhitinde yaşamaktan haz alabiliyorlardı; mürebbiye, Nihal’den ziyade Bülent’in bir arkadaşıydı. Gece Nihal, Bülent’in uykusunu bekler, kadınla beraber çıktıktan sonra babasıyla yalnız kalmakta garip bir lezzet bulur, güya hayatının bir türlü dolmayan boşluğu içinde babasıyla böyle baş başa kalış kalbinin bütün ıssız köşelerini saadetle dolduracak bir samimiyet kazanırdı.
Adnan Bey kızıyla bu refakat hayatının tafsilatını görürken etrafına, odasına; hatıralarının, kızıyla beraber geçen saatlerin sessiz şahitlerine bakıyordu. İşte, ta odanın karşı duvarını boydan boya kaplayan yüksek, geniş, oyma cevizden, tek parça camlı kapaklarıyla kütüphane, bütün vakur, iri kitaplarla dolu; ötede kapıya karşı, yan tarafta bir vakitler merak edilerek toplanmış güzel yazılardan mürekkep zengin bir levhalar mecmuası ki karmakarışık fakat perişanlığında gözleri okşayan latif bir zevk ile tertip edilerek duvarı kaplamış; sonra diğer duvarlarda, son merakının yadigârı: Oyulmuş tahtadan minimini hücreler, resim çerçeveleri, mendil kutuları, aralarından kurdeleler geçirilerek tutturulmuş yelpazeler, ta ortada büyük bir parça kök üstüne kabartma çıkarılmış bir ihtiyar başı… Bugün, bu şeyler ona tuhaf bir nazarla bakıyorlar gibiydi.
Duvardaki oymaları uzun uzun seyrediyordu. Bu ufak tefek şeyler, Nihal’in yanında, işte şurada, yeşil kalpaklı lambanın altında geçirilen muhabbet ve merhametle dolu bütün saatlerin mahsulleriydi.
Adnan Bey elini uzattı, masanın üstünden daha tamamlanamayan Nihal’in çehresini aldı. Bu henüz bitirilmemişti; henüz ne saçlarının, simasını ipekten bir çerçeve içine alan dalgaları ne de nahif çehresinin hastalıklı süzgünlüğü belliydi fakat o, yüzüne baktıkça kendisine ağlamak arzusunu veren hasta simayı şu müphem çizgilerin arasından tam bir açıklık ile görüyordu.
Ah! Nihal’in o yaşamaktan şikâyet ediyor zannolunan sarı, sarılığında uçucu bir pembeliğin aldatıcı neşeleri hemen solacak bir gül inceliğiyle titreyen hazin çehresi! O hasta iken sizi yalancı gülüşlerle aldatmaya, etrafındakileri sahte bir saadet içinde iğfal etmeye çalışan, derinliklerinde hastalıklı ruhu ağlarken gülen gözleri… Bunları bütün manalarıyla görüyordu. O vakit kızının hastalıklarını, o sinir buhranlarını, o ta ensesinden başlayarak haftalarca devam eden baş ağrılarını hatırlıyordu…
Birden karşısında, Nihal’in bu hazin simasını ağlayarak kendisine bakıyor zannetti. Bir dakika içinde, hayatında bugünün silinmiş olmasını arzu etti. Evet, bugün silinmiş olmalıydı, bugün de bütün diğer günler gibi netice vermeyen mücadelelerle geçmeliydi, mağlup olmamalıydı fakat şimdi yapılmış olan müracaat geri alınmayacak bir adım gibi görünüyordu; onu değiştirmeye, geçilmiş olan mesafeden geri dönmeye imkân bulmak hatırına gelmiyordu. O ağlayan hastalıklı çehrenin arkasında diğer bir çehre, siyah saçlarıyla, uzun kaşlarıyla, iri, mahmur gözleriyle, şiir ve gençlik dolu bir çehre ona çıldırtıcı tebessümlerle gülümsüyordu.
***
Nesrin kapıdan görünerek haber verdi:
“Geldiler efendim!..”
Nesrin’in arkasında Nihal’in sesi işitildi:
“Baba!” diyordu. “Siz bizden evvel mi geldiniz?”
Kuşaksız, açık mavi elbisesinin içinde yaşına nispetle uzun duran ince vücuduyla, zarif bir keçi yavrusu çehresinin inceliğini hatırlatan süzgün simasıyla Nihal koşarak içeri girdi; iki elleriyle babasının iki ellerini tuttu ve potinlerinin ucuna basıp yükselerek alnını babasının dudaklarına uzattı.
“Siz bizi başınızdan savar, kaçarsınız, öyle mi? diyordu. “Nereye gittiniz bakayım?.. Niçin bize çıkacağınızı söylemek istemediniz?.. Şimdi Beşir’den haber aldık. Oh! Benim minimini Beşirciğim, bana hepsini haber verir…”
Babası gülerek dinliyor; o durmaz dinlenmez çocuklara mahsus bir kıpırdaklıkla kâh masanın üstünde bir şeye dokunarak kâh elleriyle eteklerine vurarak, ağzından çıkan her kelimeye bir hareket katarak söylüyordu:
“Biz de ne iyi eğlendik. Bilseniz, bugün matmazelin bütün tuhaflığı üstünde idi. Bülent’e kendi çocukluğunda tanıdığı bir dilencinin hikâyesini anlatıyordu. Ne tuhaf! Bu bir ihtiyarmış ki bir büyük parça ekmeği…”
Nihal anlatırken ince, arasından güneş geçebilecek zannolunan nahif ellerini birbirine birleştiriyor, ağzına götürerek güya koca bir parça ekmeği küçük ağzının renksiz dudaklarıyla yutuyordu.
“İşte böyle! Matmazel yaparken görmelisiniz ki… Bülent’i bilirsiniz ya? Çıngırak gibi kahkahasıyla gülerken bütün bahçe halkı bize bakıyordu. Matmazele söyleyelim de sofrada size de yapsın babacığım…”
Şimdi babasının dizlerine dayanarak halının üstüne diz çökmüş, Bebek Bahçesi’ndeki seyranlarını, en küçük tafsilata kadar, fikri oynak bir kelebek gibi oradan oraya sıçrayarak anlatıyordu. Sonra birden lakırtısının arasında ciddi bir çehre ile sordu:
“Siz nereye gittiniz, söyleyiniz bakayım, siz bizden gizli nereye gittiniz?”
Düşünmeksizin “Hiç!” dedi, sonra bu cevap, bu yalan ağzından çıkar çıkmaz zapt edilemeyen bir utanç ile kızardı, düzeltmeye lüzum gördü:
“Kalender’e!”
O, birden, sinirleri hastalıklı çocuklara mahsus garip bir sezgi ile bu yalanı keşfetti.
“Değil babacığım, işte, işte, kızarıyorsunuz, demek bizden saklamak istiyorsunuz.”
Ayağa kalktı, sahte bir küskünlük vaziyetiyle başını eğerek, dudaklarını kabartarak, gözlerinin eğri bir bakışıyla babasına bakıyordu. Şimdi, hemen şu dakikada, hiçbir şey hazırlamaksızın, hiçbir ihtiyata teşebbüs etmeksizin bu masum çocuğun karşısında, semavi bir mahluk huzurunda vicdanını temize çıkarırcasına, hepsini söylemek, göğsünün üzerinde bir taş ağırlığıyla duran hakikati bu zayıf kızcağızın önüne atmak için kaçınılmaz bir ihtiyaç duydu. Elini uzatarak Nihal’in bileğinden tuttu; bu ince, içinden bir kadın vücudu çıkabileceğine ihtimal verilmeyen nazik bir dala benzer nahif çocuğu kendisine çekti; parmaklarını küçük başının üstünde ipekten bir bulutu andıran saçlarına soktu. Bir saniye evvel neşeli öterken birden asabının hassasiyetiyle yuvasının sükûnundan bir kış nefesinin geçeceğini duyan kuş gibi şimdi çehresinde bir endişe manasıyla bekliyordu. O vakit kendisini zapt edemedi, sordu:
“Nihal! Beni seviyorsun, değil mi? Çok, pek çok seviyorsun, değil mi?”
Çocuklara mahsus bir hilekârlıkla bu sualin içyüzünü anlamadan evvel cevap vermek istemedi. Babası devam etti:
“Nihal, senin için bir şey düşünüyorum…”
Bu yalanı söylerken kalbini bir pençe sıkıyordu:
“Fakat bana vadet bakayım, yemin et ki itiraz etmeyeceksin, kabul edeceksin; beni sevdiğin için, evet, beni sevdiğin için…”
Tamamlayamıyordu, kendi sesinde öyle bir şey fark etmişti ki soğuk bir titreme ile vücudunu titretiyordu. Cinayetini itirafa kuvvet bulamayan bir suçlu korkaklığıyla bu çocuğun karşısında sustu. Nihal yavaşça elini çekmişti, babasından bir adım uzaklaştı; sessiz, sapsarı dudaklarında bir sualin çekingenlik nefesi titreyerek babasına baktı. Bu suali sormadı. Niçin? Bilinemez. Hiçbir şey fark etmeyerek, babasının sözlerinde hiçbir fikir keşfetmeye çalışmayarak birden hissetmişti ki şu dakikada dünyada her şeyden ziyade sevdiği bu adam, bu baba, birinci defa olarak, her vakitkine benzer bir hiç için ufak bir yalanla değil, hayatını hemen orada kırıverecek müthiş bir yalanla kendisini aldatmak istiyor.
Şimdi oda karanlıktı, birbirlerini bir gölge arasından görüyorlardı, aralarında bir gecenin sinirleri üşüten soğuk rüzgârı uçuyor gibiydi. Baba kız, bir kelime söylemeyerek, sinirlice bir çekingenlik hissiyle hareket etmeyerek bakışıyorlardı. Başlandıktan sonra mutlak devam etmesi lazım gelen bu konuşma birden bir sekte ile kopmuş, kesilmiş oldu fakat bu sükûttan çıkmalıydı. Adnan Bey şimdi kendisini tenkit ediyordu; evet, hemen bugün, henüz bir şey yapılmadan, henüz bir cevap bile alınmadan niçin söylemeye lüzum görmüştü?
Birden sofada Bülent’in bir çıngırağa benzeyen kahkahalarıyla koştuğunu işittiler, arkasından birisi kovalıyordu. Bülent kaçıyor, kâh kahkahalarıyla minimini ayaklarının gürültüleri bu sessiz facianın kenarına kadar gelip yuvarlanıyor kâh sofanın uzak köşelerinde kayboluyordu. Adnan Bey bir şey söylemiş olmak için “Yine Bülent’i Behlûl kovalıyor galiba…” dedi.
Nihal “Zannederim.” dedi. “Söyleyeyim de bıraksın. Çocuk yorgun, bugün bütün gün yürüdük…”
Nihal, şüphesiz kaçmak için bir sebep arıyordu. Fakat bu konuşma orada bırakılamazdı, şimdi o noktada durmayı daha fena bularak Adnan Bey mutlak söylemek ve Nihal’e söyleyemezse başka birisine söylemek için o anda karar verdi.
“Nihal!” dedi. “Mürebbiyene söyler misin kendisini görmek istiyorum…”
Nihal, karanlıkta beyaz bir gölge gibi hafifçe silinerek çıktı. Sofada gürültü devam ediyor; Bülent kendisini sanki tutamayarak kovalayan Behlûl’den kaçmak için, artık yorulmuş nefesi kahkahalarına yetemeyerek, koltukların arkasına, köşelere sokuluyor, ardından gelenin hamlesine hazır, heyecanla bekliyor; hamle vuku bulunca bir çığlıkla tekrar sofada cevelan başlıyordu.
Nihal çıkar çıkmaz ciddi bir sesle Bülent’e bağırdı:
“Bülent!.. Yeter artık, yine terleyeceksin, seni böyle azdıranlarda kabahat!..”
Bu, Behlûl’e karşı açık bir itirazdı. Nihal, Behlûl’ün yüzüne bakmıyordu. Onlar -bu iki kardeş çocukları- evin içinde iki düşman idiler. Yine üç günden beri Nihal, olmayacak bir sebepten, mürebbiyenin şapkasına dair Behlûl’ün bir itirazından doğan müthiş bir kavgadan sonra onunla lakırtı etmiyordu.
Behlûl onu görünce durdu, dişlerinin arasından çıkardığı diliyle ince sarı bıyıklarını ıslatarak alaycı gözlerle yandan bakıyordu. Nihal Bülent’i elinden yakalayarak yukarıya götürürken Behlûl burnunun ucunu kaşıyarak arkasından bağırdı:
“Mlle de Courton’a samimi saygılarımı sunarım.”
Heceleri çekerek ilave etti:
“Ve o güzel şapkasının latif çiçeklerine…”
Nihal karşılık vermedi, her zaman bu kadar bir istihza saatlerce kavga için yeterken bu defa şüphesiz içten bir karşılığa tercüman olan latif bir dudak burmasıyla kanaat etti. Hâlâ salıvermemek için bileğinden tuttuğu Bülent’le koşarak çıkıyordu. Bülent artık zapt olunamayan, tutuşmuş taze kanıyla, şimdi ablasının elinde, sıçrıyor, basamaklardan hopluyordu. Yukarıya, sofaya çıkınca bileğini kurtardı ve birden serbest kalmış bir tay sevinciyle koşmaya başladı. Nesrin avizenin iki mumunu yakıyordu, yetişebilmek için bir iskemlenin üstüne çıkmıştı, “Aman paşam, bana çarparsan düşerim…” diyordu. Bülent ona cevap vermiyordu. Arkalarından, sessiz, takip ederek yukarıya çıkan Beşir’i görmüş, ona koşarak ancak beline yetişen minimini kollarıyla, kızlığa yakışan zarafeti henüz on dört senelik tazeliğiyle daha ziyade belli olan bu zarif, ince Habeşi’nin vücuduna sarılmıştı. Ona yalvararak, Peyker’in hoşuna giden yumuk yumuk gözleriyle Beşir’in insana öpmek hevesini veren süzgün, narin çehresinden bir kabul cevabı bekleyerek “Haydi!” diyordu. “Yine arabaya binelim, hani, biliyorsun a, geçen gün nasıl koşmuştuk! Haydi, Beşirciğim, haydi!..” Ona tırmanarak, artık biraz kabule razı görünen bu çehreyi buselerle örtmek için yükselmeye çalışarak yalvarıyordu. Beşir, şimdi gözleri Nesrin’in yaktığı avizenin fanuslarına dikilmiş zihninin dağınıklığı içinde yukarıya ne yapmak için çıktığını arayan Nihal’e bakıyor; ondan bir emir, bir küçük işaret bekliyordu.
Onun böyle nefes almak için rızasını bekleyen bir teslimiyet nazarıyla, itaat etmekten, emir almaktan, hayatının idare edilmesinden bahtiyar olan gözlerle Nihal’e bakışları vardı ki bu, biçare mahlukun ruhunu genç kızın ayaklarının altına sererdi.
Birden Nihal hatırladı, kendi kendisine “Matmazel!..” dedi. Nesrin şimdi elinde mumlu fitil ile yukarı katın işini bitirmiş aşağıya inmek için gecikiyor, artık serbest kalan iskemleyi Beşir’in önüne getiren Bülent’e “Aman paşam, o iskemle bana lazım, daha aşağıki sofanın avizesini yakacağım.” diyerek fakat asıl araba oyununu seyretmek için sırıtıyordu. Nihal geçti, sofanın bir kapısından yatak odalarına giden bir koridora girilirdi. Üçüncü odanın kapısını vurdu.
Mürebbiye her seyrandan dönüşte çocukların elbiselerini değiştirdikten sonra odasına kapanır, soyunmak, yıkanmak, tekrar giyinmek için saatlerce orada kalırdı. Bu esnada ihtiyar kızın özel odası çocuklara, herkese karşı kapalı idi.
Nihal bağırdı:
“Matmazel! Babamın yanına gider misiniz? Sizi görmek istiyor…”
Sonra, cevabı işitmeden kaçtı, tekrar sofaya çıktı.
Sofada şimdi araba cevelanı başlamıştı. Seyirciler bile çoğalmıştı. Nesrin hâlâ elinde mumlu fitiliyle iskemlenin serbest kalmasına bekliyordu; Şakire Hanım’ın kızı Cemile -henüz on yaşında bir çocuk- oyuna iştirak etmek için hevesle dolu gözleriyle seyrediyordu; Nesrin’i çağırmak için yukarı çıkan Şayeste -Şakire Hanım’ın izdivacından sonra başkalfa olan- ara sıra, “Kız, ne duruyorsun? Aşağıda göz gözü görmüyor, beyefendi ne der?” sualini fırlatarak Bülent’in seyranına bakıyordu.
Nihal oturdu. Evvela biraz tereddüt ederek oyuna ufak bir fasıla veren Beşir, onun itiraz etmediğini görerek tekrar üzerinde Bülent’le iskemleyi çekmeye başlamıştı.
Ara sıra Mlle de Courton çocukları Beyoğlu’na indirir; onları, öteden beriden bin türlü şeyler almak heveslerine serbest bir cevelan vermek için mağazadan mağazaya dolaştırırdı. Bu seferler esnasında Bülent’i en ziyade çıldırtan araba seyranıydı. Yaz kış mahkûm oldukları yalı hayatından böyle nadir vesilelerle kurtularak arabada gezmek onun için bir bayramdı.
Şimdi Beşir’le beraber Beyoğlu’nda böyle bir araba seyranı yapıyorlar, koltukların önünde durarak mağazalara uğruyorlar, ufak tefek alıyorlardı: “Arabacı!” diyordu. “Şimdi Bon Marche’ye!.. Ah! Geldik mi? Evet, geldik! İşte camlığın[5 - “Vitrin” manasında.] içinde bir kılıç… Baksanıza, bu kılıç kaç lira?.. Beş lira mı?.. Hayır, pahalı! On beş kuruş… Amma iyi sarınız… Hazır mı?.. Ne kadar da uzun! Arabaya sığmayacak…”
Kim bilir bu, hayalhanesinde o kadar büyüyen kılıç, ne kadar uzun bir şey oluyordu ki Bülent güya elinde tuttuğu paketi koyacak bir yer bulamıyordu. Sonra nihayet arabanın bir köşesine sıkıştırarak bir itminan[6 - İtminan: Emniyet içinde olmak. İnanmak. Mutlak olarak bilmek. Kararlılık. (e.n.)] nefesiyle arabacıya o tekrar emir veriyordu:
“Şimdi şekerlemeciye, Lebon’a!.. Biliyorsun a, arabacı, Şekerlemeci Lebon’a!..”
Araba hareket ediyordu. Cemile nihayet dayanamamış, iskemleyi arkadan itmek suretiyle oyuna karışıyordu; Nesrin “İlahi paşam, beni işimden alıkoydun!” diyerek iskemlesinden vazgeçmiş, aşağıya inmişti. Şayeste öteden bağırıyordu: “Beşir, çok koşma!.. Çocuğu düşüreceksin!”
Nihal, hareketsiz, sessiz, asabına çöken bir gevşeklikle Bülent’in gevezeliklerini dinleyerek dalgın gözlerle duruyordu. Bülent şimdi şekerlemeciye diyordu ki:
“Hayır, hayır. Anlamadınız. O değil, öteki sepet, görmüyor musunuz? İşte üstünde torbası, kurdelelilerinin arasında bir kuşu var… Onu ağabeyime götüreceğim. Bildiniz ya? Behlûl Bey… Hani ya bana her vakit çikolata getirir… İçine fondan koydunuz mu? On tane de kayısı koyunuz… Tamam!.. Aman bozulmasın…”
O vakit büyük bir ihtiyatla güya şekerlemecinin elinden sepeti alıyor, “Burada dursun, dizlerimin üstünde!..” diyor, sonra arabacıya tekrar emir veriyordu: “Köprü! Köprüye! Artık alınacak bir şey kalmadı… Çabuk ol, vapura yetişemeyeceğiz, koş koş… Geç kalırsak bey babama ne deriz?..”
Öteden Şayeste, Beşir’e yine bağırıyordu:
“Şimdi konsola çarpacaksın! Sen de çocuğun dediğine bakıyorsun!”
Bülent artık Mlle de Courton’un taklidini yapıyor, iki elleriyle başını tutarak ihtiyar kızın Fransızcasıyla “Oh! Aman ya Rabbi!.. Zannolunacak ki bir kasırga içinde yuvarlanıyoruz…” diyordu.
Sonra birden Türkçeye, fakat Mlle de Courton’un Türkçesine çevirerek arabacıya bağırıyordu:
“Ağabacı, duğ! Duğ!”
Bülent ihtiyar mürebbiyenin tavrını, edasını, telaşını o kadar güzel taklit ediyordu ki Nihal’in ince dudaklarında bir tebessüm beliriyordu; birden yanı başında Mlli de Courton’un sesini işitti:
“Nihal! Kapıma siz vurdunuz, değil mi?”
Sıçrayarak, derin bir hülyasından birdenbire uyandırılmış gibi ayağa kalkarak, bir saniye cevap veremedi; sonra hatırlayarak ve birden kalbinde meçhul bir musibetin önsezen korkusu uyanarak haber verdi:
“Bey babamın yanına inmenizi söylemiştim, sizi görmek istiyor…”
Bir şey daha ilave etmek istiyormuşçasına duruyordu, sonra o ilave olunacak şeyi bulamayarak ve gözlerini Mlle de Courton’un yüzünden ayırarak oturdu.
İhtiyar kız aşağıya inerken o, gene Bülent’i seyretti. Bülent arabacıya köprü için emir verdiğini unutmuştu. Şimdi Taksim Caddesi’nden iniyorlardı. “Hah! Burada duralım.” diyordu. “Biraz bahçede gezeriz.”
Nihal, gözleri Bülent’in arabasına dikilmiş fakat artık kardeşinin ne dediğini işitmiyordu; küçücük dimağında siyah bir bulut parçalanmış, orasını gecelere boğmuş gibiydi.
***
Bu akşam sofrada Behlûl’den başka hep sükût ettiler. Bülent yorgun, vaktinden evvel uykusu gelmiş, somurtuyordu. Behlûl tuhaf bir hikâye anlatıyordu galiba… Söylerken gülüyor hatta kahkahaları ötede, Nihal’in arkasında duran Beşir’e bile ulaşıyordu.
Nihal onun yüzüne bakmıyordu. Bir aralık gözlerini bir kuvvet cezbetti; Behlûl’ü dinliyor görünmek için gülümseyen babasının garip, güya ifadesinden merhametler saçılan bir nazarla kendisine baktığını gördü. Bu nazar onu sıktı, gözlerini çevirdi fakat hep bu gözlerin bakışındaki ağırlığı hissediyordu.
“Kızım! Bu akşam yine etlerini yemiyorsun?”
Bu her sofrada tekrarlanan bir nakarattı. O, zorla et yerdi, Adnan Bey için bu bir daimî dertti. Boğularak cevap verdi: “Yiyorum babacığım!” Ağzında lokma büyüyor, mümkün değil yutmak için kuvvet bulamıyordu. Gözlerini kaldırdı, karşısındaki Mlle de Courton’a baktı. İhtiyar kız dalgın ve güya bir facianın matemini tutuyor zannolunacak kadar gamla dolu bir nazarla ona bakıyordu. Birden, tayin edilemez bir acıma, babasıyla bu ihtiyar kızın iki taraftan merhamet nazarı, o kendisine ağlıyor gibi bakan nazarları arasında bulunmaktan doğan derin bir mazlumiyet yeisi duydu. Bu iki nazar ona babasıyla mürebbiyesinin görüşmesinin neticesi göründü, daha mahiyetini keşfedemediği musibetin orada açık bir delilini okumuş oldu. Lokmasını hâlâ yutamıyordu, birden boğazına bir şey tıkandı ve oraya, sofranın üzerine kapanarak, zapt olunmaya vakit bulunamadan coşan gözyaşlarıyla, şiddetli hıçkırıklarla ağladı…
***
Ertesi gün, sabahleyin, babasının iş odasına girdi. “Baba!..” dedi. “Bugün benim resmime çalışacak mısınız?..” Sonra, oraya girmek için bir vesile olan bu sualin cevabını beklemeyerek koştu, kollarıyla babasının boynuna sarıldı, başını omuzuna koydu. “Baba!..” dedi. “Beni yine seveceksiniz, şimdi nasıl seviyorsanız öyle seveceksiniz, değil mi?”
Babası, dudaklarına sürülen bu yumuşak saçları öperek mırıldandı:
“Elbette!..”
Nihal, bir saniye, güya söyleyeceği şeye kuvvet bulmaya çalışarak durdu; sonra başını babasının omzundan, güya ziyasıdan korkup da kaçınmamak istediği bu dayanak noktasından kaldırmayarak “Öyle ise zarar yok, gelsin!..” dedi.

3
Mlle de Courton’un, Behlûl’ün o kadar istihzalarına hedef olan şapkaları ne derece süslü, şatafatlı ise hayatı bilakis o derece sade, kısaydı. Servetinin son kırpıntılarını Paris’in Longchamp koşularında kaybettikten sonra ancak bir kuş kafasını dolduracak kadar beynini kurşunla yakan bir babanın kızıydı; o vakit evlenmek için pek geç kalan Mlle de Courton ya ailesinin bütün asalet tarihini lekeleyecek bir hayat ile Paris kaldırımlarına düşmek yahut ömrünün sonuna kadar fakir fakat asilzade bir kız sıfatıyla vilayetlerden birinde, hısımlarının yanında sığınacak yer bulmak çarelerinden birini seçmeye mecburdu. İkincisini tercih etti. Hatta burada tamamıyla sığınmış bir mahluk derecesinde kalmamak, sofrada yediği ekmeği kazanmış olmak için evin çocuklarının talim ve terbiyesini üzerine almıştı. Bu, hayatının o yönünü değiştirmiş oldu. Bir gün ufak bir güceniklik, o gücenikliğin arasına giren küçük bir fırsat sebep olarak bu fakir asilzade kız, ta Fransa’nın bir köşesinden Beyoğlu’nun güzide bir Rum ailesine mürebbiliğe geldi. Burada uzun bir zaman, İstanbul’un Beyoğlu’ndan Şişli’ye, köprüden Büyükdere’ye kadar sokaklarından, denizlerinden başka bir yerini bilmeyerek senelerce kaldı; Adnan Bey’in yalısı mürebbiyelik hayatının ikinci ve galiba sonuncu sahnesiydi.
Nihal henüz dört yaşında idi: Adnan Bey bir mürebbiyeye lüzum gördü. Çocuklarına mürebbiye arayanlara ilk kabul ettirilmek istenilen mahluklardan, o henüz Fransa’dan geldiklerini iddia eden ancak bir nihayet iki yerden ziyade bulunmuş olduklarını itiraf etmeyen, rahibelerin yetimhanelerinde yahut terzi çıraklığında noksan öğrenilmiş Fransızcalarını sahte bir telaffuzun süslerine boğmaya çalışan kızlardan takım takım gelmişlerdi. Adnan Bey’in müşkülpesentliğine galebe çalabilecek bir tanesine tesadüf olunamadı. Bazen ikinci günü bir bahane ile izin verilmeye lüzum görülenlerden nihayet iki ay oturmalarına tahammül edilebilenlerine kadar bunların her çeşidinden iki sene bir geçit resmi yapıldı. Bugün Alman olduğunu iddia ederken ertesi gün Sofya Yahudilerinden olduğu anlaşılan, geldiği zaman bir İtalyan kocadan dul kalmış görünerek bir hafta sonra hiç evlenmediğini ağzından kaçıracak kadar yalancılıkta hatırası sağlam olmayan bu mürebbiyelerden o kadar korkmuştu ki Adnan Bey kızı için başka çareler düşünmeye başlamıştı.
Bir tesadüf -İstanbul’da mürebbiyeler için ancak tesadüfe itimat olunabilir- Adnan Bey’e o bulunamayan şeyi buldurdu: Mlle de Courton.
Mlle de Courton’un İstanbul’da bir merakı vardı: Bir Türk evine girmek, bu Türk memleketinde bir Türk hayatıyla yaşamak… Adnan Bey’in yalısına giderken asıl hülya yuvasına giriyormuşçasına kalbi sevincinden helecan içerisinde kalmıştı. Girdikten sonra bu helecan hayrete dönüştü. O, mermer döşenmiş büyük bir sofa; taştan sütunlar üzerine kondurulmuş bir kubbe, yer yer sedef işlenmiş, Şark halılarıyla döşenmiş sedirler; bunların üzerinde elleriyle çıplak ayakları kınalı, gözleri sürmeli, başları daima yaşmaklı, sabahtan akşama kadar zencilerin darbukalarıyla uyuyan yahut bir kenarda küçük, gümüş mangaldan amber kokuları etrafa dağılırken, elmastıraş nargilelerinin yakutlara, zümrütlere batmış marpuçlarını ellerinden bırakmayan çifte çifte kadınlar hayal etmiş; bütün Garp yazarlarının, ressamlarının Şark’a dair hurafe ve efsanelerinden hatırasında kalan uzak yadigârlarla bir Türk evinin başka bir şey olabileceğine ihtimal vermemişti. Kendisini yalının şık, küçük, misafir odasında görünce soran gözlerle kılavuzuna bakmış idi:
“Sahi! Beni bir Türk evine getirdiğinizden emin misiniz?”
İhtiyar kız hülyasında aldatılmış olduğuna bir türlü kanaat edememişti. İşte, senelerce Türk kibar hayatının içinde yaşamış iken hâlâ kalbinde bir şey o farz edilen Şark hayatının mutlaka mevcut olmasına inanmak ister.
Aradığının tersini bulanlara mahsus bir şevk kırılmasıyla daha birinci günü dönmek emelini duymuştu; dönecekti, eğer o gün soluk, süzgün, hastalıklı simasıyla iki senedir ikide birde değişen bu mürebbiye çehrelerinden bezgin, yorgun bir vaziyetle gelen, ona minimini elinin ince parmaklarını dokunaklı bir teslimiyet manasıyla uzatan Nihal için kalbinde derhâl bir derin merhametle karışık bir muhabbet hissetmemiş olsaydı…
Onun sevmek için büyük bir ihtiyacı vardı: Dünyada annesini tanıyamamış, babasını sevememiş, kimse için gönlünde bir bağlılık duyamamış olan, sevmekten mahrumiyet içinde çırpınan bu biçare kalbin yaşlanmış bekareti daima sarf olunacak bir şey arar; etrafında bulunan çocukları, bulunduğu evin hizmetçilerini, kedisini, papağanını dost eder; bunlara yüreğinin o saklanmış hazinesini dökerdi, fakat bir gün bu söylenen şeylerde, birden açılan bir boşluk keşfederek, kalbinden akan muhabbet selsebilinin nasıl çorak bir kum sahrasına döküldüğünü acı bir açıklık ile görerek beş dakika evvel dostları olan çocuklara, hizmetçilere, kedilere, papağana düşman olurdu.
O gün Nihal’in elini elinden bırakmayarak “Küçüğüm, bakayım gözlerinize!..” demiş ve Nihal uzun, uçları yukarıya kıvrık, bakışına garip bir yorgunluk hâli veren sarı kirpiklerini kaldırarak mavi gözlerinde bahar safiyetiyle parlayan bir tebessümle yüzüne bakınca Mlle de Courton kılavuzuna dönerek birden karar vermişti:
“Evet, kalıyorum!..”
Ertesi gün bütün ev halkıyla dost oluyordu. Lisanlarını anlamaksızın, yalnız ona gülerek “Matmazel!” deyişleri için Şakire Hanım’a, Şayeste’ye, Nesrin’e kalbinde derhâl muhabbet duymuş; o zaman henüz paytak paytak yürüyen Cemile’yi yerden kaparak hoplatmış; Beşir’in, ortasında küçük bir çukuru, çehresine daimî bir tebessüm dalgalarını seren çenesini okşayarak “Oh! Minimini siyah mücevher!..” demiş idi. Adnan Bey’in terbiyesinden, zarafetinden pek hoşnut idi; özellikle o, sofrada kendisine karşı takayyüt[7 - Takayyüt: Özen gösterme, üstüne düşme. (e.n.)] belirtileri göstermişti. Behlûl için o kadar açık bir eğilim duymamış olmamakla beraber belirli bir soğukluk da hissetmemişti. Fakat bütün bu ev halkının üstünde hatta Nihal’den ziyade, muhabbeti evin hanımına teveccüh etti.
Nihal’in annesi hasta ve Bülent’e gebe idi. Mlle de Courton evin içinde en son onu tanıdı. İki gün sonra onu Adnan Bey refakat ederek hastanın odasına götürmüştü. Tabipler hastanın yürümesini, gezmesini yasaklıyorlardı; genç kadın odasında geniş bir koltuk içinde penceresine mahkûm idi. Hastayı, beyaz elbisesinin, sarı saçlarının arasında daha solgun görünen ince, zayıf çehresiyle görür görmez ihtiyar kızın kalbinde derhâl bir merhamet uyanmıştı. O gün hasta şüphesiz iki senedir görülen mürebbiye çehrelerinin sezdiremedikleri itimadı, ihtiyar kızın elli senelik bir saffet hayatıyla neşeli ve dingin duran simasından duyarak hazin bir tebessümle ve kocasının aracılığıyla “Ümit ederim ki Nihal sizi çok sıkmayacak.” demiş idi. “Biraz şımarıkça büyüdü fakat tabiatında bir mazlumluk var ki şımarıklığının fazlasını affettiriyor. Ben bir hayli zamandan beri onunla meşgul olamıyorum. Hatta bilmem ne için, belki bensiz kalıverecek korkusuyla onu mümkün mertebe görmemek, düşünmemek istiyorum. Nihal size yetim kalmış bir çocuk hükmünde bırakılıyor demektir. Siz onun için bir öğretmenden ziyade bir valide olacaksınız…”
Bu sözler ölmekten ziyade çocuğunu yalnız bırakmaktan korkan bir valide tesiriyle, titrek bir sesle söylenmişti. Mlle de Courton, Adnan Bey’in tercümesini dinlerken bu sözlere hastanın ruhunu katmak isteyerek gözlerini, üzerinde rica eden bir tebessümün dalgaları uçan hastalıklı simadan ayırmıyordu. Son cümle onun kalbinde en hassas, en ziyade titremeye eğilimli bir teli canlandırdı: Valide… Nihal’in validesi olmak fikri hayatının bütün mahrumiyetleri içinde en acısıyla o kadar samimi bir irtibata sahip idi ki… Kadınlık emellerinden feragat etmiş bütün biçare kadınların kalbinde her türlü mahrumiyetlerin gözyaşları sükût edebilir fakat bunlardan biri, analıktan mahrum kalmış olmak acısı, daima zehirden birer katre ile damlayan kapanmaz bir yaradır. Zannolunur ki tabiat kadınların ruhuna boş kalmaya tahammül edemeyen bir beşik koymuştur. Bu ihtiyar kızın da ruhunda böyle boş bir beşik, o beşiğin yanında hiç olmazsa boşluğunu uyutmak isteyen bir ananın ağıt türünden ninnileri vardı. Birden, hastanın o son sözüyle bu boş beşiği dolmuş zannetti ve bugünden başlayarak merhametle karışık bir muhabbet onu hastaya meftun etti.
Mlle de Courton’un asaletin vakarına karşı feda olunamayan birtakım hisleri vardı. Bunlar, Adnan Bey’in evine kapılanması esnasında hükmünü icra ederek birkaç esas şartın kararlaştırılmasına sebebiyet vermişti: Çocuğun adi hizmetlerine karışmayacaktı, giydirilmesine nezaret edecekti fakat yıkanmasına müdahale etmeyecekti, kendisinin yalnız nefsine ait bir odası olacaktı, şöyle yapılacaktı, böyle edilecekti… Bu esas şartlar resmî bir anlaşma kadar ehemmiyetle sayılıp belirlenmişti. Hastayı gördükten sonra o gece Mlle de Courton çocuğu yatırmadan evvel ayaklarını yıkamak için Nesrin’den sıcak su istedi. Nesrin bilhassa ayaklarından pek ziyade gıcıklanan Nihal’i güldürerek yıkarken bir aralık Mlle de Courton bütün asalet vakarını unuttu. Nesrin’in yanına oturarak ve ıslanmamak için yenlerini çekerek ellerini leğenin içine soktu; bu minimini beyaz şeylerden birini alarak, okşayarak, gıcıklayarak, Nihal’i fıkır fıkır güldürerek, güya Nesrin’e ders verdi. Nihal için bir valide olmak fikri bütün o esas şartları feshedilmiş bir nüsha hükmüne getirmişti.
Her gün öğleye yakın, derslerini bitirdikten sonra, çocuğu alır, hastanın odasına gider, bir dakika bir yerde duramayan Nihal ortalığa karıştırırken o, hastanın karşısında gülümseyerek otururdu. Bu iki kadın yalnız gözlerinin sessiz ifadesiyle birbirine kalplerindekilerini dökerlerdi. Böyle ne kadar açık sükûtlarla birbirinin ruhunu duymuşlar, görüşemeksizin ne demek istediklerini anlayarak dost olmuşlardı.
Bülent doğduktan sonra hastada o kadar güçten düşme eseri görünmeye başlamıştı ki herkesle beraber Mlle de Courton da çocukların annesiz kalmaya mahkûm olduklarını anlamıştı. Hasta iki sene, bir camekân içinde yavaş yavaş kuruyan nazik bir bitki gibi güya damla damla can vererek sürüklendi; nihayet Nihal bir gün mürebbiyesiyle Büyükada’ya; Adnan Bey’in ihtiyar halasına gönderildi. Çocuk, orada geçirdikleri on beş gün zarfında hiçbir kere ne annesini sormuş ne evi aramış idi. Yalnız döndükleri gün birden, kendisini karşılayan yaşlı gözlerin karşısında hakikati anlayarak bağırdı:
“Anne!.. Annemi görmek isterim!..”
Sonra etrafında cevap vermeyerek yüzlerini çeviren bu perişan ev halkını görünce çocuk kendisini yere atmış, kollarıyla bacaklarını kıvırıp duran asabi bir çırpınma içinde, boğazını yırtan ve heyhat cevapsız kalmaya mahkûm olan “Anne!.. Anne!..” feryatlarıyla ağlamaya başlamıştı.
O zaman ihtiyar kızın gözlerinin önüne olanca heybet ve azametiyle bir mukaddes vazife dikilmiş oldu: Bu validesiz çocuğa validesizliği unutturmak…
***
Nihal’de bazı şeyler fark ederdi ki bunlar kalbinde ufak bir korku uyandırırdı. Bu çocukta garip, çözümlemeden kaçan tezatlar vardı. Babasından başlayarak bütün ev halkına kadar ona gösterilen muhabbette her vesile ile bir merhamet hâkim olur ve bu acınarak sevilmek zaten çocuğun irsi bir zaaf ile hastalıklı asabında daha ziyade bir incelik, daha ziyade bir hassasiyet uyandırırdı. Bu, onu bir mazlumiyet havası içinde sarıyordu ve sanki bu havadan şu narin çiçeği öldürmeyecek fakat daima sarartıp solduracak bir zehirleyici nefes yayılırdı. Onun için Nihal’de herkesin gözlerinden damla damla içilen merhamet manasının bir yetim elemi vardı. İhtimal bu, o kadar dikkati celbetmeyecekti, eğer yanında tezatlar teşkil eden şeyler olmasaydı. Bu tezatlar mazlumiyetini, daha ziyade anlaşılırlık ve açıklık veren bir daire ile kuşatırdı. Öyle şımarıklıkları vardı ki Nihal’i birden başka bir çocuk olmuş zannettirirdi. Hele babasına karşı ara sıra birkaç yaş küçülür, dizlerine tırmanır; sakallarının altından, ta dudaklarını kılların tırmalamayacağı yerlerden öpmek ister; güya sevildiği kadar sevilmek ruhunu tatmin etmiyormuşçasına daha ziyade sevilmek için sırnaşık bir çocuk olurdu. Bir yerde beş dakikadan fazla durmak, bir şeyden beş dakikadan ziyade eğlenmek; daimî bir sıkıntıdan, gizli, durmadan ruhunu ezen, derin bir yürek üzüntüsünden firar etmeye çalışıyor zannolunan Nihal’den beklenemezdi.
Mlle de Courton en ziyade bundan bizar idi: Nihal’e yarım saat muntazam imla yazdırmaya, piyanosunda alıştırma yaptırmaya muvaffak olamazdı; dersler daima sektelere uğrayan kırık kırık parçalardan teşekkül ederdi fakat bir gün, bilinemez nasıl, Nihal o kazazede derslerden öğrenmiş olarak çıkardı.
Uzun uzun hırçınlıkları vardı ki eğer gözyaşlarının bir taşması ile, bir asap buhranı ile sükûn bulmayacak olursa günlerce sürerdi. Gözyaşlarından, çırpınmalardan, tepinmelerden sonra fazla uyku uyumuş gibi simasına bir yorgunluk çöker, sanki bu buhran onu hırpaladıktan sonra dinlendirirdi.
Belirli olmayan fasılalarla, olmayacak vesilelerle dökülen bu yaşlar ruhunun rikkati fazlası idi ki mutlak taşmaya muhtaç idi. Ondan sonra çılgınca bir sevinç devresi başlardı; Bülent’le, Cemile’yle, Beşir’le yalının geniş sofalarını, büyük bahçesini bitmez tükenmez gezintilerin gürültülerine boğardı.
Mlle de Courton korkardı ki bu tezatların arasında Nihal’in zayıf, narin vücudu muhtelif rüzgârların çarpışma noktasına tesadüf etmiş ince, narin bir dal mukavemetsizliğine uğramasın.
Adnan Bey’le ne kadar uzun istişareler etmişler, bu tezatları mümkün mertebe hafifleterek çocukta bir mizaç düzeni vücuda getirebilmek için ne çareler düşünmüşlerdi fakat buldukları tedbirlere karşı bu asap muamması her defasında isyan ediyordu.
Asıl Bülent’le idaresinde zorluklar görülürdü. Annesinin karnından bir bebek çıkaracakları haberini daima sevinerek, sevincinden ellerini çırparak karşılarken o doğduktan sonra birden bu sevinçte bir değişiklik vukuya gelmiş idi. Evvelce annesinin yanına ancak günde bir iki defa giderken artık oradan ayrılmamak, başkasının bu yeni bebekle meşgul olmasına meydan bırakmamak, annesinin yatağına tırmanarak aralıksız Bülent’i öpmek için türlü huysuzluklar icat etmiş idi. Bir hafta, çocuk annesinin odasında kaldığı müddetçe, Nihal kıskançlığından çıldırmış zannolundu. Çocuğu hastanın yanından ayırıp ta yalının bir köşesine, Şakire Hanım’ın yanına atmaya mecburiyet görüldükten sonra Nihal, Bülent’i unutmuş göründü. Çocuğu annesine nadir ve gizli getirirlerdi, yalının içinde Bülent ara sıra görülürdü.
Daha sonra Şakire Hanım’ın yanından alınarak Mlle de Courton’a verebilmek için Nihal’in görüşüne müracaat olundu: “Bülent’i sana vereceğiz, onu sen terbiye edeceksin, yanında yatıracaksın, soyup giydireceksin, Bülent artık senin olacak…” denildi. Nihal bu desiseye kapılmış göründü, Bülent’in kendisine verileceğini çılgınca bir sevinçle kabul etti ve işte o günden beri Bülent, Nihal’in, yalnız Nihal’indir, başka hiç kimsenin değildir.
Nihal’in kıskançlığında, ta küçüklüğünden beri, hemen bütün çocukların kıskançlığına karışan hıyanet fikri yoktu; çocuğun ne gizlice parmağını ısırır, ne yavaşça kolunu çimdiklerdi. Onun kıskançlığında başka bir şey vardı: Herkesi Bülent’ten değil, Bülent’i herkesten esirgiyor, başkalarıyla onun arasına kendi kalbini koyarak ona herkesten ziyade yakın olmak istiyor zannolunurdu.
Evin içinde âdet olmuştu -ilk önce latife olarak başlanıp yavaş yavaş bir kaide hükmünü ve kuvvetini alan bir âdet- ne zaman Bülent’e dair bir şey olsa Nihal’e müracaat edilir, Bülent’e tembih olunacak şeyler Nihal’e söylettirilir hatta Bülent de daima Nihal’le tehdit olunurdu. Annelerini kaybettikten sonra ruhunun gizli bir ihtiyatıyla Nihal, Bülent’e daha ziyade yakınlaşmış idi. Bir tabii his sanki minimini kızı küçük kardeşine bir valide olmaya sevk ediyordu fakat öyle bir valide ki çocuğunu herkesten kıskansın, onu başka birisinin eli sürüldükçe kalbinde bir şey yırtılsın.
Bir gün Adnan Bey Bülent’i dizlerinin üstünde hoplatıyordu, Nihal onları görmemek için o tarafa bakmıyordu, bir aralık babası Bülent’in gevrek gevrek kahkahalarına dayanamayarak minimini, tombul yanaklarını öperken Nihal başını çevirdi, duramayarak ilerledi, ta yanlarına gitti, sokuldu, o kadar ki bu buselerin arasına bir perde çekmek istiyordu, sonra birden babası durarak kendisine bakınca kızardı fakat itiraf etti: “Oh! Yeter artık baba… Fena oluyorum!” dedi. Nihal’in bütün hassas ruhu bu son sözün içindeydi. Adnan Bey o günden sonra Nihal’in yanında Bülent’i sevmekten nefsini menetti lakin Nihal artık bir kural koymuş oldu: Bülent’i sevmek, okşamak için birisinde, bilinemez nasıl bir keşif hissiyle, arzu olduğuna vâkıf olur olmaz kendisinden izin almaksızın bu arzuya müsaade olunmasından korkarak “Bülent’i hiç sevmiyorsunuz!” cümlesine benzer bir şey söylerdi.
Dünyada bu endişelerden uzak, bu bin türlü kayıtlardan azade, etrafında cereyan eden bütün bu şeylerden haberi olmayan birisi varsa o da Bülent idi. Onun yalnız bir şeye merakı vardı: Gülmek… Ve dünyada en ziyade onu güldürecek, en neşeli kahkahalarına serbest bir uçuş verecek Nihal’di; özellikle iki kardeş yalnız aralarına bir üçüncü kalp girmeksizin yapayalnız bulundukları zaman…
Yatak odaları yalının en üst katında, bahçeye bakan tarafta idi. Büyük sofadan buraya genişçe bir koridordan gidilirdi. Birinci odada Adnan Bey, üçüncüde Mlle de Courton, ikisinin arasındakinde onlar yatarlardı. Burada hem yalnız idiler hem bir taraftan babalarıyla, diğer taraftan ihtiyar kızla beraberdiler. Odaların arasında birer aralık kapı[8 - “Ara kapı” anlamında. (e.n.)] vardı ki geceleri yalnız perdelerin kapanmasıyla kapatılırdı. Daha sonra, koridorun dördüncü ve sonuncu odasında çocuklara bir dershane teşkil olunmuştu. Dershaneye ayrılan bu oda mürebbiyenin bir daimî derdiydi. Bülent’in derslerinden ziyade kasırgalarına zemin olan bu oda kadar dünyada karışıklığa mahkûm bir yer daha olamayacağına yemin ederdi. Evin içinde bir sigara iskemlesinin yer değiştirmesine kıyametler koparacak kadar intizam merakında aşırılık gösteren Adnan Bey çocukların bu odasına girmezdi, oraya ne zaman girse sinirlerinde bir hastalık hissettiğini iddia ederdi.
Yalıda başka hiçbir şeye ilişmemek yeminine karşılık burada bütün istediklerini yapmak için Bülent’e müsaade verilmiş idi, Bülent de bu müsaadeden yalının hiçbir yerinde bir tahrip eseri bırakmamak mecburiyetinin intikamını alacak derecede istifade ediyordu.
Minimini bir yazıhaneleri vardı ki babasının bir gün birkaçını aşırdığı oymacılık aletleriyle kenarlarına kendine mahsus saçaklar hakketmiş idi. Mlle de Courton’a sırasıyla gelen “Figaro” nüshalarından gemiler, külahlar, sepetler yapılmış; duvarlara, pencerelerin mandallarına, siyah yazı tahtasının kenarına asılmış idi. Ablasının bütün eski kitaplarından, resimli nota kapaklarından resimler oyulmuş, camlara, kapıların arkasına, ta duvarda Avrupa haritasının denizlerine yapıştırılmış idi; böyle oyulmuş bir şemsiye vardı ki ta okyanusun bir tarafına atılmış, bir rüzgâra kapılarak Amerika seyahatine çıkmış idi. Daha sonra bin türlü kırılmış oyuncaklar, koparılmış kitaplar, o her gün sabah akşam toplanıp da Bülent’in yalnız bir uğramasıyla güya canlanarak haşarı kedi yavruları gibi odanın her tarafına dağılan ufak tefek, ayak basacak, oturacak yer bırakmazdı. Şimdi Bülent yeni bir merak çıkarmış idi: Elinde kurşun kalemiyle duvarlara resimler yapıyordu. Hayalinden bugün bir gemi, yarın bir deve çıkıyor, duvarın bütün etekleri yavaş yavaş doluyordu. Artık boyu yetişebilecek kadar yer kalmadığı için şimdi iki günden beri hep âdeti böyle idi: Evvela müsaade etmemek, kendisine itaat olunduğunu gördükten sonra artık engellemeye lüzum görmemek… Oh! Ne güzel olacaktı!.. Behlûl ona bir kutu boya getirmiş idi, bunların içinde her renkten vardı, bütün o resimler boyanacaktı… Deveyi kırmızı yapacaktı. “Değil mi abla, deve kırmızı olur, değil mi?” Nihal henüz yumuşamamıştı. “Deli misin?” diyordu fakat devenin rengini haber vermiyordu.
Hemen bütün hayatları odada geçerdi. Sabahleyin uyandıktan sonra yıkanırlar, giyinirler; Mlle de Courton’la beraber aşağıya, yemek odasına inerek sütlü kahvelerini içerler, güzel havalarda bir saat kadar bahçede gezerler, Bülent, Beşir’le koşar, Nihal büyük kestane ağacının altında matmazelle beraber oturur, sonra ihtiyar kız hiçbir vakit göğsünden eksik olmayan küçük saatine bakarak haber verir, “Vakit geldi!” der, tekrar içeriye girerler ve odalarına çıkarlar.
Artık ders başlardı. Nihal şimdi akşamları babasına düzeltilmek üzere küçük ahlak parçaları tercüme ediyor, kolay manzumeleri nesre çeviriyor, günlük hayata dair esaslar üzerinde mektuplar yazıyordu. Mlle de Courton Nihal’le meşgul olurken Bülent her vakit geri kalan fiil defterlerini doldurmak için yazıhanenin ta öte tarafında kalemini hokkadan çıkarmazdı. Bazen Mlle de Courton’un gözü Bülent’e ilişirdi ve sert bir sesle bağırırdı: “Bülent!..” Bülent nihayet ikinci şahıs emir çekimlerine kadar ciddiyetle yazabildiği bir fiilden usanarak oraya, emir kipi ile dilek kipi arasına ya sekiz on eğri büğrü çizgiyle bir köşk yahut ortasında hiçbir çiçeğe benzemeyen bir şeyle bir saksı kondurmak üzere bulunurdu.
Bülent’in sebebiyet verdiği bu fasılalar Nihal için ganimet sayılacak fırsatlardı; o mutlak sekiz satırlık bir iştigalden sonra bir nefes almak, derste tesadüf olunmuş bir kelimeden türetilerek uzun uzun devam eden bir konuşma açmak yahut Mlle de Courton yerinden kalkıp Bülent’in defterinden köşkleri, saksıları kaldırırken o da pencereye koşup bahçeye bakmak için vesile kollardı. Nihayet bu arızalar arasında Nihal’in dersi biter, on dakikalık bir tatilden sonra Bülent’in derslerine başlanırdı.
Mlle de Courton Bülent’le meşgul olurken Nihal’in piyanosuna, gergefine, dikişine, işlemelerine çalışması kararlaştırılmıştı fakat onun yarım saat bir şeyle iştigali mümkün olmadığı için canı ne zaman isterse piyanosundan dikiş takımına, dikiş takımından gergefine geçmesine müsaade olunurdu. İhtiyar kız bu kelebek için başka bir çare bulamamıştı.
Mlle de Courton Nihal’in hiçbir şeye dikkat etmeyerek, hiçbir şeyle meşgul olmayarak her şeyi öğrenmesine artık o kadar alışmış idi ki şaşmıyordu, fakat piyanoda ilerlemesine hayretten kendini alamazdı. Mutlak parmakların uzun işlemesiyle elde edilebilecek şeyleri Nihal bir gün yapıvermiş bulunurdu. Bütün Cerni’nin[9 - Carl Czerny, Avusturyalı piyanist, besteci ve müzik öğretmeni. (e.n.)] temrin silsileleri böyle can sıkacak bir oyun kabîlinden geçmiş idi, şimdi Clementi’nin[10 - Muzio Clementi, modern piyano tekniğinin babası olarak anılan İtalyan asıllı İngiliz bestecidir. (e.n.)] Mlle de Courton’u bile titreten “Gradus ad Parnassum”una hazırlanıyordu. İtalyan musikisinin Cimarosa’larından, Donizetti’lerinden, Markadante’lerinden, Rossini’lerinden, Adnan Bey’in takım takım getirdiği operaları güya evvelden görmüş, işitmiş, hissetmiş denecek bir his ve ihsas kolaylığı ile, Mlle de Courton’un inanmak istemeyen şaşkın gözlerinin önünde, gelişigüzel okuyuverirdi. O vakit ihtiyar kız Adnan Bey’e “Bilir misiniz bu altı senede olmayacaktı.” derdi. “Fakat bunda ne benim ne kendisinin meziyeti var, bu kızın parmaklarına Rubinstein’ın ruhundan bulaşmış olacak…”
Nihal’in parmaklarına o üstadın sanat dehasından bir şey bulaşmış olması fikri öyle adi bir şey idi ki Mlle de Courton’un nazarında anlaşılmaz bir hakikati izah ederek bu musiki muammasını yorumlamış oluyordu, artık başka bir sebep aramaya da lüzum görmezdi.
Nihayet derslere bir mücadele ile son verildi. Babasının getirdiği operaların arasında Wagner’den de vardı ki Mlle de Courton kati bir yasaklama ile çalışmasına mâni oluyordu. Nihal de bilakis bu menedilen şeyi mutlak her gün eline alır, mürebbiyeyi Bülent’in pek ziyade hiddetlendirdiği bir sırayı kollayarak piyanosunda tecrübe etmek isterdi. O zaman Mlle de Courton, Bülent’i unutur, piyanoya koşardı: “Lakin çocuğum, size bin defa söyledim ki bunu çalmak için insanın Alman parmakları olmalı. Parmaklarınızı kıracaksınız, yalnız o kadar değil, fikrinizi, musiki zevkinizi berbat edeceksiniz. Düşününüz bir kere: Bir fırtına ki bacaları deviriyor, kiremitleri atıyor, ağaçları söküyor, kayaları yuvarlıyor, düşününüz o gürültüyü, bundan bir musiki yapınız, işte Mösyö Wagner!..”
Onun Wagner için sükûn bulmaz bir husumeti vardı. Mösyö Wagner derken bu asilzade Fransız kızının damarlarındaki bütün kanlar Alman dâhisini küçümseyerek ıslık çalıyor zannolunurdu.
Artık ondan sonra derse devam olunmaz, ihtiyar kız yemek vaktine kadar odasına çekilir ve çocuklar istedikleri yere gitmek için hür bırakılırdı.
Nihal babasının yanına giderdi. Aşağıda, iş odasında Adnan Bey ikide birde saate bakarak kızının bu sabah ziyaretlerini sabırsızlıkla beklerdi.
İkisinin arasında böyle sevinç ve saadetle geçen saatler ne tatlı saatlerdi! Onun babasına bir düşkünlüğü, bir tutkunluğu vardı ki hiçbir zaman tatmin edilmiş olmazdı. Daima sevilmek, her vakitten ziyade, saniyeden saniyeye kuvvetlenecek bir muhabbetle sevilmek için ruhunda asla teskin edilmeyen bir ihtiyaç vardı: Babasının yanında pek ziyade şımarır; geveze bir kuş, yaramaz bir kelebek olurdu. Sonsuz bir lakırtı sermayesi vardı: Derslerinden, gördüklerinden, işittiklerinden bir küçük esas sebep olurdu, babasına birbiri ardınca sualler sorardı. O, yorulmayarak hatta eğlenerek, ara sıra Nihal’in bir şeytanlık ve istihza fikriyle üzerine bir parça neşe serptiği bu konuşmalardan gülerek çocuklaşırdı; aralarında bir yaş seviyesi hasıl olurdu.
Yemekten sonra Adnan Bey İstanbul’a inerdi. Çocukların o gün Mlle de Courton’la uzun bir seyranları yoksa yalının içinde Adnan Bey’in dönüşüne kadar süren cevelanları olurdu. Nihal’in özellikle vakit geçirmek için hoşuna giden yer Şakire Hanım’ın mutfağıydı.
Haremde bu mutfak oyuncak kabîlinden yaptırılmıştı. Ara sıra Adnan Bey senelerden beri düzenine halel gelmeyen aşçısının yemeklerinden usanır, Şakire Hanım’dan bir midye dolması, bir Tatar böreği, bir çerkeztavuğu isterdi. Bu, Hacı Necip’ten gizli tutulurdu, haber alacak olursa Hacı Necip günlerce suratı asar, günlerce Adnan Bey’e görünmezdi.
Bir gün midye kabuklarını görmüş, kırk senelik aşçı olduktan sonra Şakire Hanım kadar midye dolması dolduramazsa ayıp olacağını söyleyerek gitmeye kalkmıştı. Şakire Hanım’la aralarında daimî bir çekişme vardı: Mutlaka Şakire Hanım dönme dolaptan harç verirken kavga olur, Hacı Necip ikide birde “Ya kiler dışarıya çıksın ya mutfağı büsbütün içeriye alın!” derdi.
Bazı defalar bu mücadeleler o kadar şiddet kazanırdı ki Şakire Hanım’ın kocası, Vekilharç Süleyman Efendi, barış için aracılığını kullanmaya lüzum görürdü. Bu mücadelelerden evin içinde iki kişi pek memnun idi. Bülent’le Beşir… Hatta onlar biraz, iki tarafı kızıştırmaya yardım ederlerdi.
Şakire Hanım’dan bir şey istenilse Nihal yalvarırdı:
“Kuzum, bacı, beni bekle, emi? Beraber yapalım…” O gün Nihal, Cemile, Nesrin hatta ara sıra Nesrin’e çıkışmak için gelerek dönüşte geciken Şayeste, Şakire Hanım’ın etrafında dönerler, küçücük mutfağı bir mahşere çevirirlerdi.
Burası yalının ikinci katında, bahçeye nazır, bol güneşli pencerelerini sarmaşıklar kaplamış, beyaz mermer döşeli, daima son derece temiz, bir naziflik havasıyla insana iştah veren bir yerdi. Bazar Alleman’dan alınmış tencereler, sahanlar, bütün o bir salon eşyası zannolunacak kadar zarif ve narin şeyler, sarmaşıkların yeşilliklerden süzülerek giren güneş ziyaları altında nazifliklerinin şaşaalarını serperlerdi. Artık burada ve sevimli mutfağın içinde, kendisine bağlılıklarını bütün ruhuyla hissettiği bu mahlukların arasında latifelerle, sahte kavgalarla, itişip kakışmalarla, kahkahalarla geçen saatleri Nihal bütün kalbini ısıtan bir saadet duyarak geçirirdi.
Akşam babasının dönüşünü sabırsızlıkla bekler, ta merdivenlerin üstünden bağırırdı:
“Baba!.. Bugün size bir şey pişirdim ki… Şakire Hanım’a, sorunuz da bakınız, onlar hiç karışmadılar.”
Güzel havalarda babalarıyla beraber akşam seyranlarına çıkarlardı. Mlle de Courton, bu saatleri yalının bahçesinde Alexandre Dumas’nın hikâyelerine ayırırdı.
Genç kızlara roman okutmamak Mlle de Courton için en ziyade uygulamalı bir terbiye kaidesiydi ki şiddetle Nihal hakkında geçerliliğini muhafaza ederdi, fakat kendisinin hikâyelere, özellikle Alexandre Dumas’ya derin bir tutkunluğu vardı. Nihal’in suallerinden azade kalabilmesine müsait fırsatları bütün hikâyelere hasrederdi. Bu itiyadın neticesiyle onun hayatına, hissiyatına Alexandre Dumas ve ona benzeyenlerden bir şeyler sirayet etmişti. Sanki hikâyeler ihtiyar kızın gözlerine renkleri değiştiren bir gözlük takmıştı; o ancak kenarından hisse aldığı hayatı hep bu gözlüğün arasından görür, önüne tesadüf eden çehreleri anlamak, hayatının ufak tefek vakalarına bir hüküm vermek için bütün zihninde yaşayan hikâye hatıralarına müracaat eder, onlarla bir benzerlik nispeti kurduktan sonra bir netice çıkarırdı. Hemen hikâyelerinden birinin bir sahifesiyle uyuşamayan vakalar ehemmiyet verilmeyecek bir yalan derekesine inerdi.
***
Nihal o akşam Adnan Bey’in kendisini görmek istediğini haber verince işte altı seneden beri birinci defa olarak böyle talep olunan görüşme için ihtiyar kız derhâl bir şüphe duydu. Bunun hikâye hatıralarından hangisinde bir tatbik zemini bulabileceğini hemen düşünmüştü.
Adnan Bey hayatının bu şartlar içinde devam edemeyeceğine dair bir dolaşık nutukla ihtiyar kızı kendi düşünceleri dairesine çekmeye çalışırken o hâlâ düşünüyordu, nihayet izdivaç fikri bu nutkun bulutları içinden bir şimşek parıltısıyla nazarında tutuşunca Mlle de Courton şaşkın, mütehayyir, ağzı yarı açık durdu. Hayır, hikâyelerinden hiçbirinde bu vakaya bir tatbik zemini bulamıyordu, inanmadı ve kendisini zapt edemeyerek Adnan Bey’le bütün resmî özenişlerine rağmen “Latife ediyorsunuz…” dedi.
Bu latifenin müthiş bir hakikat olduğunu anladıktan sonra ihtiyar kız duramadı, ayağa kalktı. “Lakin Nihal, lakin Nihal!.. Bu onu öldürür, anlıyor musunuz?” diyordu. Sonra Adnan Bey’in gözlerini indirerek cevap vermediğini görünce hissetmişti ki Nihal’in başı ağrısa çıldıran bu babada o ihtimalin feryadı bir karşılık bulamıyordu. Nihayet Adnan Bey cevap verdi: “Hayır…” dedi. “Yanılıyorsunuz. Nihal’i o kadar yakından incelememişsiniz, yalnız almaya lüzum görülecek bazı tedbirler var. Hatta size de müracaattan maksat bu…”
O zaman o mühim vazife kendisine teveccüh olunmuştu. Kabul etmemek için çırpındı hatta bu vazifeyi icraya mecbur olmamak için bu evden kaçacağını söyledi; sonra birden Nihal’in asıl bu zamanda kendisine muhtaç olacağını düşündü, bu müthiş hakikat ile o narin vücudun arasında çarpışmayı hafifletecek bir kalp lazımdı ve o kalp ancak kendisinin kalbi olabilirdi.
Adnan Bey’in odasından çıkarken Mlle de Courton, sallanıyordu. Yemek zamanına kadar Nihal’den kaçtı, sofrada ona bakarken hep ağlamak istiyordu.
O gece Nihal’e mutlak haber vermek için kati talimat almış idi. Bülent uyuduktan sonra, yavaş sesle ikisinin arasında cereyan eden konuşmadan sonra Mlle de Courton, müsterih oldu. Kendi kendisine Galiba babasının hakkı var, dedi.
Nihal’e yalnız, eve bir kadın geleceğinden, bu kadının herkesle beraber sofraya oturacağından, onun da bir odası olacağından, bu kadının Nihal’i pek ziyade seveceğinden bahsetmişti. Nihal bütün bu şeyleri pek büyük bir sükûn ile dinlemiş, sanki yeni bir şey işitmiyormuşçasına küçük bir hayret eseri bile göstermemiş idi. Yalnız birtakım teferruatı merak ediyordu: Odası nerede olacaktı? Bu kadın güzel, kendisinden daha mı güzeldi? Bey babası ona ne diyecekti? Hangi odada yatacaktı? Bülent’e karışacak mıydı? Beşir yine Nihal’in olacak değil miydi? Ondan sonra… Bu suali en nihayet sormuştu: Ondan sonra babası Nihal’i gene eskisi kadar sevecek miydi?
Bu sualin cevabını aldıktan sonra Nihal, henüz kapanmamış cibinliğinin altında şüphesiz gene bir araba seyranında gülerek uyuyan Bülent’e bakarak uzun uzun düşünmüştü. Nihayet Mlle de Courton demiş idi ki:
“Şimdi bey baban senden izin bekliyor, eğer sen izin verecek olursan gelecek. Yarın sabahleyin bey babana söylersin, değil mi çocuğum?..”
Nihal yalnız başını hafifçe sallayarak sessiz bir “Evet!” demiş ve o gece yalnız kaldıktan sonra Bülent’in yataklığına eğilerek rüyasının saadetiyle gülen bu çehreyi, güya saadet tebessümünü orada tespit etmek isteyerek uzun bir buse ile öpmüş; daha sonra, bilinemez nasıl bir hisle, bu geceden başlayarak aralarına bir duvarın çekilmesi lüzumunu anlamışçasına babasının odasıyla kendi odalarının arasındaki kapıyı birinci defa olarak kapamıştı.
***
“Behlûl Bey!..”
“Nihal Hanım!..”
“Niçin bana bakmadan cevap veriyorsunuz?”
Behlûl bir iskemlenin üstüne çıkmış, duvarda bir levhanın köşesine resim sokuşturmakla meşgul idi. Nihal’in son sualine yine başını çevirmeyerek cevap verdi:
“Dargın değil miyiz?”
Nihal, kin tutmaz çocuklara mahsus bir barışıklık hevesiyle “A!..” dedi. “Ben tamamıyla unutmuştum. Gerçekten, dün akşam dargındık, değil mi? İstersen çıkayım…”
Behlûl iskemleden atladı. “Çerçevenin hiç aralığı yok. Biraz daha zorlansa cam kırılacak…” Elinde resmi sallayarak duvarlara bakıyordu. “Şimdi bunu nereye koymalı?.. Nihal! Ben sana bir şey söyleyeyim mi? Sen benimle niçin dargın duramıyorsun, bilir misin? Çünkü dargın duracak olsan kavgaya imkân bulamayacaksın. Yeniden kavga etmek için mutlak barışmak lazım geliyor…”
Nihal gülerek Behlûl’ün indiği iskemleyi çekip oturdu. “Bak, bunda da yanılıyorsun. Sen bugün İstanbul’a ineceksin, değil mi? Sana ısmarlanacak birçok şeyler var. İşte barışmak için âlâ bir sebep…”
Behlûl birden reddetti: “Mümkün değil Nihal… Başkasına havale et. Bu ufak tefek beni yoruyor. Hem bugün…” Elini sallayarak işlerinin çokluğunu anlatmak istiyordu. Sonra aklına bir şey gelerek: “Çantanı göster bakayım Nihal… Ne kadar paran var?”
“İşte saygısızca bir sual…”
“Canın isterse! Ben şimdi ücret almadan hiçbir iş görmüyorum. Bana borç verecek kadar paran varsa mesele değişir.”
Nihal çantasını cebinden çıkardı, açtı ve içindekileri eteğine dökerek “Oh! Bilsen!..” dedi. “Bana bugün o kadar şeyler lazım ki… İpek alınacak bir; Bülent makası ikiye ayırarak beline hançer yapmış, makas alınacak, iki; Beşir ne kadar zamandan beri yalvarıyor, kıpkırmızı bir fesle mavi bir püskül istiyor, onlar alınacak, üç…”
Behlûl dönerek uzaklaştı. “Ben vazgeçtim. Bir de Beşir’in şeylerini havale ediniz, tamam olsun. Kırmızı fesle mavi püskül nereden bulmalı? Çarşıya kadar çıkılacak. Hem bana borç verecek kadar paran yok…” Tekrar Nihal’e döndü. “Evvela buradan çıkar, babana gidersin, paralarını gösterirsin, anlıyor musun?..”
Nihal yerden paralarını toplayarak çantasına doldurdu. “Vazgeçtim!” dedi. Bugün gidip babasından para istemek fikri Nihal’i ani bir tesir ile değiştirmiş idi. Dalgın bir nazarla karşısında bekleyen Behlûl’e baktı, sonra dedi ki:
“Büyük meseleden elbette haberin vardır. O senden bir şeyi saklamaz ki…”
Şimdi birden birbirlerine karşı yine düşman gibi söylemeye başlamışlardı. Bu iki kardeş çocuğunun arasında böyle her dakika çocukluktan beri tutuşmaya hazır bir kavga kıvılcımı vardı.
Behlûl sordu:
“Kim?”
Nihal dudaklarını kısarak cevap verdi:
“O!..”
“Baban için ‘o’ demek terbiyeye pek uygun bir şey değil. Sen gittikçe büyüyeceğine günden güne şımarık bir çocuk oluyorsun Nihal. Evin içinde bunu sana söyleyecek kimse yok da onun için ben söylüyorum. Mlle de Courton şapkasının çiçeklerine, giysilerinin dantelalarına bakmaktan vakit bulamıyor ki… Dün akşam sofrada o ağlamak ne oluyordu sanki?..”
Nihal sapsarı idi. İskemlede, hareketsiz, Behlûl’ü dinleyerek duruyordu. Boğuluyor gibi yutkundu, şüphesiz ağzından çıkmak isteyen şeyleri güç zapt etti, dedi ki:
“Görüyorsun ki bugün seninle kavga etmeye hiç arzum yok…”
Sonra ellerini iki tarafına salıvererek ilave etti:
“Kuvvetim yok…”
Sesinde öyle acı bir bitkinlik manası vardı ki Behlûl birden başlayan bu mücadelenin bir çocukluk mücadelesinden başka bir şey olacağını anladı, birbirine bakışarak durdular.
Sonra Behlûl sakin bir sesle dedi ki:
“Nihal! Ben öyle zannediyorum ki sen bu meselede fena hareket ediyorsun. Bilsen, onu görsen, birden seveceksin… Bundan sonra senin için artık bir kadın olmak zamanı gelecek. O zamanın da bir hususi terbiyesi vardır ki onu ne Mlle de Courton’dan ne de Şaki-re Hanım’dan öğrenebilirsin. Daha sonra evin intizamı… İtiraf et ki şimdi bu bir evden başka her şeye benziyor. Buraya öyle bir kadın girecek olursa…”
Nihal gittikçe sararıyordu. O bu sabah babasının yanından çıktıktan sonra buraya Behlûl’ü kendisine müttefik bulmak ümidiyle gelmiş, onun hiç olmazsa bu meselede kendisiyle beraber olacağını zannetmiş idi. Hep öyle, hareket etmeden duruyordu. Behlûl devam ediyordu:
“Evet, öyle bir kadın girecek olursa bütün ev birden değişecek; bugün istedikleri gibi yaşayan bu hizmetçiler, bak, onun elinde ne olacak, hatta Bülent hatta sen, anlıyor musun Nihal?.. Senin için öyle şık, zarif, genç, güzel bir anne…”
Behlûl tamamlayamadı, birden mekanik bir kuvvetle yerinden fırlayan Nihal ellerini uzattı ve yorgun bir sesle bağırdı:
“Oh! Yetişir, yetişir, fena oluyorum Behlûl!”
Behlûl sustu, birden hatasını anlamıştı, her vakitkine benzer bir latife ile konuşmayı bitirmek istedi, kuvvet bulamadı. Nihal bir şey söylemeye çalışarak bakıyordu, sonra vazgeçti ve yavaş yavaş çıktı.
Behlûl o gençlerden biri idi ki onlar yirmi yaşında hayatı tamamıyla öğrenmiş olurlar, mektepten hayata çıkarken sahneye ilk defa çıkan acemi bir sanatkârın heyecanını bile duymazlar, hayat onlar için mektepte bütün sırlarıyla öğrenilen bir komedi hükmündedir, onu o kadar iyi öğrenmişler, onun esas mahiyetini öyle nüfuz eden bir vukufla büyülemişlerdi ki sahneye çıkınca ufak bir başlangıç çekingenliğinden uzaktırlar. Behlûl bir seneden beri geniş bir komedi sahnesi olmaktan başka bir sıfatla telakki etmediği hayata girmişti: Burada hissettiği yegâne hayret, evvelden bilinip öğrenilmemiş, keşfedilip anlaşılmamış bir şey bulamamaktan ibaret idi.
Babası vilayetlerden birine memur olup gittikten sonra Behlûl Galatasaray’da yatılı olarak bırakılmış idi, haftada bir gece Adnan Bey’in yalısına giderdi; babası o kadar uzakta idi ki tatil zamanlarını uzun bir seyahat için israf etmektense İstanbul hayatı hakkında mektepte başlanan öğrenimi genişletmek ve tamamlamak için kullanmayı tercih etmişti.
Hayallere kapılır değildi, hayatı bütün maddiyet ve yoksulluğuyla görürdü. Mektepte geometri kitabının üstüne başını koyup da pencereden bir köşesi görünen semaya dalarak fikrinin bir hülya seçkinliği arkasından uçuşu vaki olmuş bir şey değildi. Öğrendiklerini öğrenmek için, bilmemiş olmamak için öğrenirdi, ne geleceğine ait bir emel sarayı kurmuş ne gençliğine ait bir şiir demeti bağlamış idi. Hayat onun için uzun bir eğlence idi. En ziyade eğlenebilenlere yaşamak için en ziyade hak sahibi olanlar nazarıyla bakardı.
Eğlenmek… Bu kelimenin manası da Behlûl’de değişikliğe uğramış idi. O hakikatte hiçbir şeyden eğlenmezdi. Bütün eğlence yerlerine koşardı, bütün gülünecek şeyleri arardı, ihtimal herkesten ziyade gülerdi fakat eğlenir miydi? Eğleniyor görünürdü, onun için eğlenmek, eğleniyor görünmek demekti. Bütün gülüşlerinin, eğlenişlerinin altında saklı olan bir can sıkıntısı vardı ki onu daima bir zevkten diğerine sevk ederdi. Geceyi Tepebaşı’nda bir opereti dinleyerek geçirdikten sonra ertesi gün Erenköy bağlarında bir siyah çarşafın peşinde dolaşırken görülürdü; bir pazar günü Konkordiya kadın şarkıcılarından birini araba ile Maslak’a kadar götürür, bir cuma günü Çırçır Suyu’nda saz dinlerdi. İstanbul’un hiçbir eğlence yeri yoktu ki Behlûl oradan bir zevk hissesi almasın. Ramazanda akşamları Direklerarası seyranına devam eder, kışın Odéon’un balolarında ortalığı neşesinin velvelesine boğardı. Henüz mektepte iken kendisine muhtelif dostluklar edinmişti. Mektebin her unsurla karışık hayatı içinde başlayan bu dostluklar mektepten çıktıktan sonra çoğalmış, ona memleketin bütün muhitlerinde selamlanacak çehreler, sıkılacak eller vücuda getirmiş idi.
O kadar çok adam tanır, muhabbetini o kadar muhtelif çehrelere taksim ederdi ki bunlardan bir tanesine biraz fazla bir bağlılık hissesi ayırmaya vakit bulamamıştı. Onun için lazım olan şey, Beyoğlu’ndan yalnız geçmemek Lüksemburg’a giderse kendisini dinleyecek bir muhatap bulmak, Kâğıthane’ye gidecek olursa arabada bir kişi kalmamaktı. İnsanlara bu yolda hizmetler, bu tarzda lüzumlar için yaratılmış nazarıyla bakardı; hiçbir zaman refakat edebilecek birisine tesadüf edememek vuku bulmamıştı.
Onu herkes sever, herkes arardı. Öyle kahkahaları vardı ki en derin sıkıntılara galebe çalarak yanındakine neşe verirdi; öyle nükteler, mazmunlar yağdırır ki bunlar geçtiği yerlere fikrinin israf olunacak çiçekleri kabîlinden serpilir, toplanır; memleket içinde gezerdi. Bir vaka olsa, bir yeni şey işitilse arkasından Behlûl’ün zarif bir sözü, hoş bir latifesi anlatılırdı.
Her vesile ile anlatılacak hikâyeleri vardı; bir kitapta okunmuş bir sahife, bir gazetede tesadüfen görülmüş bir fıkra Behlûl’e bir anlatma ortamı olurdu. Onu dinlerler ve mutlaka gülerlerdi. Nazarında kendisini bütün dinleyenler, dinlediklerine gülenler bir alay ahmaklardan başka bir şey değildi; asıl eğlenen kendisiydi. Etrafındakilere kendisinin zevki için ancak böyle lüzum görüldükçe kullanılacak aletler kadar ehemmiyet verirdi.
Başlıca merakı herkes tarafından taklit edilmekti. Bir sınıf gençlerin giyiniş ibresi hükmünde idi, ufak tefekler hakkında onun reyine bir nefis zevk düsturu hükmünde müracaat olunurdu. Kokular, kravatlar, bastonlar, eldivenler, bütün o lüzumsuz fakat o nispette mühim şeyler için Behlûl’de taklit olunacak mutlak bir yenilik vardı.
Bu adamın ahlak hüviyeti nasıldı?
Bu öyle bir sualdi ki Behlûl şimdiye kadar nefsine karşı bile söylemeye lüzum görmemiş, vakit bulmamıştı. Bazı şeylere inancı vardı: Parayı büyük bir kuvvet olmak üzere telakki ederdi, iyi bir adam olmak için güzel giyinmek başlıca bir şart olduğu zannına kapılmıştı; insanlara karşı vazifesinin onlarla mümkün mertebe beraber eğlenmek, memlekete karşı vazifesinin mümkün mertebe mesirelerden istifade etmek, nefsine karşı vazifesinin bu haşarı çocuğu mümkün mertebe sıkmamak noktalarından ibaret olacağında tereddüt etmemişti.
Hayatta hiçbir şeye şaşmazdı, yalnız bu ahlak felsefesine iştirak etmeyenlerin saflığına şaşardı, lehçesinde hayret kelimesini yalnız bunun için muhafaza etmişti. Edison’un yeni bir buluşunu mesela cambazhanede görüle görüle bıkılan bir sanat eseri kabîlinden öteden beri beklenilen bir şey hükmünde telakki ederdi. Hayatta bütün yeni şeyler için onda bir alışıklık, bir aşinalık vardı; sanki onlar eski imiş de herkes vâkıf olmak için kendisinden sonraya kalmışçasına garip addolunanlar Behlûl için eski zaman tarih-i marufiyetine inerdi.
Arkadaşlarını hayretlere düşüren bir vaka anlatılırken o “Bundan adi bir şey olamaz.” hükmünü vererek başını çevirirdi. Hatta Adnan Bey ona “Haberin var mı Behlûl? Firdevs Hanım’ın kızını alıyorum, sana bir şık yenge…” dediği zaman Behlûl’de küçük bir hayret eseri bile uyanmamış, “Ben zaten, bekliyordum.” demişti.
Nihal çıktıktan sonra Behlûl hatasının fena tesirini nefsine unutturmak isteyerek resmi tekrar eline aldı, etrafına baktı, nihayet bir Japon yelpazesinin arasına koymak için karar verdi. Oraya iliştirirken kendi kendisine, Bu izdivaç fena değil fakat Nihal için hiç iyi bir şeye benzemiyor. Zavallı çocuk!.. dedi. İkisi ta çocukluktan beri daima birbirine karşı kavgacı hatta kinci olmakla beraber, türlü küskünlüklere, kavgalara rağmen aralarında, şüphesiz kan bağlarıyla, büsbütün kaybolamayan bir dostluk vardı.
Onların münasebeti hiç bitmeyen bir cenkti. Behlûl, aralarındaki sekiz senelik yaş farkının verdiği salahiyetle bir büyük birader sıfatını alır, Nihal’in bütün çocukluklarını azarlar, ona verilen terbiye tarzının aleyhinde bulunur, bu kızın şımarık bir çocuktan başka bir şey olmayacağını söyler, ona azap vermekten garip bir haz alırdı. Bunlar Nihal’i çıldırtırdı: Keskin bir kelime ile, kaba bir vaziyetle Behlûl’ün hiçbir itirazını karşılıksız bırakmazdı; nihayet kavga başlardı. Bu kavgada Behlûl, Nihal’in hırçınlıklarını istihzalara, karşılık verilemeyecek kahkahalara boğarak galip çıkmaya çalışırdı. Aralarında her vakit halledilecek bir mesele, son verilecek bir kavga vardı.
Bu münasebet tarzı, onları, neticesiz kalmış bir çarpışmada galebe fırsatı bulmak için dakikaların tesadüf lütfunu bekleyen iki muharip sıfatında tutardı. Birbirlerini ararlar; her kavgadan sonra birbirine sokulurlar; önceden gülerek, bütün kavga hatıralarını unutarak başlarlar; sonra, birdenbire, bir kelime, bir nazar, bir hiç sebep olur; Behlûl güya bir çocuğu kızdırarak eğlenen bir adam sıfatından düşmeyerek, Nihal bu sahte taarruz hareketinden daha ziyade kudurarak kavga ederlerdi.
Hâlâ resme bakıyor fakat onu görmeyerek, zihninde hep o meseleyi takip ederek duruyordu. Bir aralık amcasının sözü aklına geldi, kendi kendisine, Evet… dedi. Şık bir yenge, şık bir izdivaç, şık bir valide ile şık bir kız kardeş! Bütün şık!.. Biz de Melih Bey takımından oluyoruz. Odasının bütün duvarlarını dolduran resimlere bir fikir anlatmak isteyerek elini savurdu ve içinden gelen bir raks havasıyla coşarak iki vals devresinden sonra kendisini ta ötedeki koltuğa attı, bağırdı:
“Hurra!..”

4
Sıcak bir ağustos günüydü. On beş günden beri Mlle de Courton dersleri tatil etmiş idi. Sabahları bahçede uzun uzun birlikte oturuluyor, bunlara ara sıra Adnan Bey’le Behlûl bile iştirak ediyorlardı. Bu sabah kameriyede büyük meşguliyet vardı. Behlûl nihayet Beşir’in kırmızı fesiyle mavi püskülünü getirmişti fakat Beşir’e biraz büyükçe kafasının alışılmıştan ziyade uzayan kıvırcık saçlarıyla fes küçük geliyordu. Saçlarını makinenin sıfır derecesiyle kırkmaya karar vermişlerdi. Beşir iki günden beri makineyi saklayarak bu vazifeyi başka kimseye bırakmak istemeyen Bülent’ten bucak bucak kaçıyordu. Bülent’te o kadar arzu vardı ki nihayet Nihal aracılığa lüzum görmüştü. “Neden korkuyorsun Beşir? Bir tarafını kesmez ki…” demiş idi.
Nihal’in bu sözü Beşir’in bütün korkularını birden söndürmüştü; şimdi orada, yere diz çökmüş, başını Bülent’e teslim etmiş idi. Bülent kahkahadan işleyemiyordu ki… Beşir gıcıklanarak kıvrandıkça, “Aman küçük bey!..” ricalarıyla ensesini kıstıkça Bülent’in gülmekten parmakları gevşiyor, diğer eliyle karnına basarak katılıyordu. Ötede dalgın gözlerle dudaklarında müphem bir tebessümün gölgesi uçarak Mlle de Courton Beşir’e bakıyor, kendisine “Oh! Fransızlar fena bir asır geçiriyor matmazel! Sizi temin ederim ki Fransa’yı terk etmekte isabet ettiniz. Damarlarında biraz asalet kanı dolaşanların bu pisliklere kayıtsız kalabilmesine imkân yok.” türünden sanki temizlik hislerinin isyanına tercüman olan nakaratları art arda söyleyerek Paris’in son gazetelerinden bütün iğrenç tafsilatıyla hikâye olunan bir rezalet vakasını anlatan Behlûl’ü galiba dinlememek için Beşir’e bakıyordu. Behlûl’ün başlıca zevklerinden biriydi: Bütün okuduğu açık hikâyeleri, gördüğü çapkın komedileri türlü ahlak mütalaalarıyla art arda söyleyerek ihtiyar asilzade kıza anlatır, onun azabından, sarı çehresini tabaka tabaka istila eden namus kızıllığından eğlenirdi. Kameriyenin kenarında, sedirin üstünde Nihal, Cemile’ye yeni öğrenilmiş bir el işi göstermeye çalışıyordu. Nihal’in tabiatı idi: Doğrudan doğruya öğrenmeye sabrının yetemeyeceği şeyleri Cemile’ye öğretmeye çalışarak öğrenmiş olurdu. Bu, gayet ince, muhtelif renkte kurdelelilerin nohut kadar boncuklarla tutturulmasından müteşekkil bir örgü idi ki, Mlle de Courton son gelen kadın işi risalelerinden birinde bulmuş idi. Bu örgüden bir sigara iskemlesi için örtü yapılacaktı; Nihal bir yandan yapmaya çalışıyor, bir yandan Cemile’ye ders veriyordu. “Şimdi…” diyordu, “sarı ile kırmızıyı ekledik, boncuğu geçirmeli, sonra bunun yanına mavi ile yeşil koruz…” Sonra karşıdan Mlle de Courton’a hitap ediyordu: “Değil mi matmazel? Sarı ile kırmızıdan sonra mavi ile yeşil?.. Oh!.. Hiç de iyi olmuyor, ben usanmaya başladım bile; şu sırayı bitirdikten sonra Cemile’ye vereceğim.”
Mlle de Courton renklerin uygunluğuna bakmak için fakat asıl Behlûl’den kaçarak onların yanına gelmiş, Behlûl nihayet Beşir’in saçlarını eğri büğrü kestikten sonra şimdi bitirmeye üşenen Bülent’e koşarak elinden makineyi almış idi. Cemile kendisine verilecek olan bu yeni işe heveslenerek tostoparlak çehresini uzatmış, ihtiyar mürebbiyenin Nihal’e tariflerini dinliyordu.
Bahçenin üstünde ağustosun sıcak gecesinden sonra henüz dağılmaya vakit bulamayan bir sis uçuyor; kameriyenin hanımellerinden, şebboylardan ağır bir koku, üstüne çöken bu sis arasında nefes alamayarak güya bunalmış, yüzüyordu. Bu sabah Nihal’le beraber bahçe seyranına çıkan Fındık -sarı kedi- ötede çekingen pençesini uzatarak bu kıvırcık siyah şeylerin mahiyetini anlamak isteyen temaslarla Beşir’in yere dökülmüş saçlarına dokunuyor, kameriyenin çardağında, çiçek kokularından mest olmuş bir arı sürekli bir vızıltıyla dönüyor, ta bahçenin bir köşesinde kelebeklerden korkan bir çift serçe oradan oraya sıçrıyordu.
Bahçenin üzerinde derin bir saadet sükûnu kanatlarını germiş, bu hayat köşesini bir huzur havası içinde uyutuyor gibiydi.
O günden beri yalıda büyük vaka unutulmuş denebilirdi. Hemen kimse bundan bahsetmiyordu. Şakire Hanım’ın o günden sonra başlayan baş ağrısına bile fasıla gelmiş, alnını sıkan yemeni çıkmış idi. Yalnız bir gün yukarıda, yatak odalarında bir değişiklik olacağından bahsedilmiş, Nihal’den yatak odalarıyla dershanelerinin birleştirilerek dördüncü odanın serbest kalmasına onayı elde edilmişti. Nihal yalnız başını eğerek rıza göstermişti; sonra bu da unutuldu, ne o ve ne etrafındakiler buna dair artık bir şey söylememişlerdi. Nihal tatlı bir rüya içinde gibiydi. Artık hiçbir şey olmayacak vehmiyle düşünmüyordu. Babasına her vakitten ziyade sokuluyor, onu her vakitten ziyade kendisine hasretmek istiyordu.
Nihayet bir gün yalının içinde büyük bir telaş olmuş, rıhtıma bir mavna yanaşmış idi. Gürültüler vardı, mavnadan bir şeyler çıkıyordu. Nihal pencereden koşmuş, bakmış: Bir yatak odası takımı!
Bu, isfendan ağacından güzel bir takımdı. Nihal birden anladı. Odalarda yapılacak değişikliğin sebebi, asıl bu yatak takımının karşısında açıklık kazandı. Daha ziyade görmek istemeyerek bahçeye kaçtı.
İki günden beri takım yukarıda sofada duruyordu. Adnan Bey Nihal’in bir şey sormasını bekliyordu, iki günden beri Nihal sofayı dolduran bu kalabalığın önünden sanki görmeyerek geçiyordu.
Bugün Mlle de Courton “Hayır, hayır, mavi ile yeşil hiç uymuyor, başka bir şey bulmalı…” derken Nihal birdenbire sordu:
“Matmazel! Ne için odaları boşaltmadılar?”
İhtiyar kız başını kaldırarak baktı. Bu sual o kadar beklenmiyordu ki hemen cevap vermedi.
“Bugün boşaltsak nasıl olur?”
Mlle de Courton biraz tereddütle cevap verdi:
“Evet fakat sonra işçiler gelecek, perde değişecek, oda…”
Tamamlamadı. “Oda boyanacak…” diyecekti.
“… birçok iş var, bu gürültünün arasında kalacağımıza… Bu sene de adaya hiç gitmemiştik, değil mi Nihal? Halana gitsek, bir iki hafta misafir kalsak…”
Mlle de Courton bu fikri icat etmişti, ikide birde onu öne sürüyor, Nihal’i annesinin vefatından kaçırdığı gibi bu yeni annenin gelmesinden de kaçırmak istiyordu. Nihal hep dudaklarını burarak karşı gelirdi, buradan uzaklaşacak olursa bir şey olacağından ve o şeyin babasını büsbütün elinden alacağından korkuyordu. Bir gün, tereddüt etmeden muvafakat cevabı verdi:
“Bülent’le Beşir de beraber, değil mi? Öyle ise bugün, hemen şimdi gideriz. Yalnız ders odasını boşaltırken bekleriz, ondan sonra… Ondan sonra ne yaparlarsa yapsınlar…”
Odaların boşalacağına, adaya gidileceğine vâkıf olur olmaz son ameliyatta muvaffakiyetini görerek berberliğe hevesi tazelenmeye başlayan Bülent birden Beşir’i unuttu. Elinde Beşir’in kırmızı yeni fesini mavi püskülünden tutup savurarak bağırıyordu:
“Göç var! Göç var!.. Adaya gidiyoruz, merkeplere bineceğiz!..”
Sonra ablasına koşuyor, ona sarılarak yalvarıyordu:
“Merkeplere bineceğiz, değil mi abla? Ben artık düşmem. O vakit küçüktüm, şimdi büyüdüm…”
Bacaklarının üstünde dimdik durarak büyük görünmeye çalışıyordu. Hep beraber koştular, Bülent neşesinin kasırgasıyla onların hepsini yalıya sürüklemişti.
Adnan Bey’e haber verdiler. “Oda boşalıyor, çocuklar adaya, büyük halalarına gidiyorlar.” denildi. Mlle de Courton bunu söylerken Adnan Bey’le gözleri, başka bir lisanla fikirlerini anlatıyor gibiydi. Adnan Bey yavaşça, sessiz, yüzüne bakan Nihal’i çekti; galiba onu, teşekkür etmek için öpecekti. Öpmedi, Nihal’de öyle bir şey vardı ki şu dakikada, odanın boşalacağı, adaya gidilerek burasının serbest bırakılacağı için öpülmekten kaçıyordu.
Bülent bu göç etmek fikrinden çıldırıyordu: Şayeste, Nesrin, Beşir, evvela soğuk ve mahkûm bir itaat ile başlayan bu hizmetçiler, çocuğun sevincinin yayılmasından kurtulamıyorlardı. Piyanoyu dışarıda sofaya sürüklerlerken Bülent muşamba perdenin gaytanını piyanonun halkasına takarak, akıntıda yedek çekenlere mahsus bir vaziyetle asılıyor, olanca sesiyle “Varda, kimse olmasın, matmazelin eski potinlerini çekiniz, hepinizi çiğneriz!” diye bağırıyor, kahkahadan sinirleri gevşeyerek artık çekemeyen Nesrin “Aman paşam, güldürme de işimizi bitirelim.” diyor, fırsattan istifade ederek soluyan Şayeste, Nesrin’e çıkışarak “Çılgın kız! Gülecek ne var? Gülünecek zamanı buldun ya…” itabıyla bir mana kastediyordu.
Bülent ter içinde idi. Şayeste bir iskemleyi, Nesrin yazıhanenin gözlerini yüklenerek yürürlerken, o Beşir’in sürükleye sürükleye götürdüğü perdenin bir ucundan yapışarak “Yol verin, hamallar geçecek, bir tarafınıza çarpmasın!” nidalarıyla koşuyordu.
Bülent’in bu gürültüleri arasında Nihal birden sıkıldı, Mlle de Courton’a “Gidelim… Gidelim artık buradan!..” dedi.
Buradan, bu evden kendisine hıyanet eden birisinden firar edercesine uzaklaşmak istiyordu.
***
On beş günden beri adada idiler. Burada her şey unutulmuş gibiydi fakat Mlle de Courton, Nihal’de gizli bir hissin, yavaş yavaş tırnaklarıyla içini kazıdığını, çocuğun bahsetmek istemeksizin bir şeyi beklediğini her vakitten ziyade artan duramazlığından anlıyordu. Bugün yine Bülent’in zorlamasına dayanamayarak sabahleyin bir merkep seyranı yapıyorlardı. Adayı büyük bir halka içinde sıkan yolu dolaşacaklardı. Merkebe binmekten nefret eden Mlle de Courton ile Nihal, hala hanımın tek atlı, iki tekerlekli arabasında idiler; Bülent’le Beşir onlara yetişebilmek için çığlıklarla merkeplere biraz daha sürat vermeye çalışıyorlardı. Beşir’in kırmızı fesiyle çehresinin üstünde şimdi tozdan beyaz bir bulut vardı. Bülent’in fesinden taşan ince kumral saçları terden alnına, şakaklarına yapışıyordu, tombul yanakları al al yanıyordu.
Merkep süvarilerini pek geride bırakmamak için arabayı yavaş yavaş idare ediyorlar, arkalarında Bülent’le Beşir’in seslerini, merkeplerinin minimini ayak gürültülerini işitiyorlardı. Ara sıra Beşir arkada kalıyor, erkekliğini kaybetmiş Habeşlere mahsus ince ve narin sesiyle “Beyim, çok koşuyorsun, düşeceksin, beni bekle!” diye bağırıyor, o zaman Bülent ablasına sesleniyordu:
“Durunuz, bir parça dursanıza, işte benimkini zapt edemiyorum.”
Mlle de Courton Nihal’in elinden dizginleri kaparak, tek tük geçenlere yol bırakmak için kenara çekerek arabayı durduruyordu. Yine böyle durmuşlar, ta arkada, uzakta küçük bir arızaya uğrayan merkep süvarilerini bekliyorlardı. Galiba Bülent’in kamçısı düşmüş idi, Beşir inerek onu arıyordu.
Adanın üstünde sıcak bir gün hazırlanıyor; etrafta, ufkun müphem maviliklerinde yavaşça bir sis uçuyordu. Uzakta İstanbul, minareleriyle, camilerinin kubbeleriyle, tepelerinin yeşil ağaç kümeleriyle köpükten bir deniz içinde titriyor gibiydi.
Sabahtan beri aralarında nadir kelimeler konuşulmuş idi. Nihal başını çevirmiş, Beşir’in şimdi boş kalarak yavaş yavaş ilerleyen merkebine bakıyordu. Birden, on beş günden beri birinci defa olarak Mlle de Courton’a sordu:
“Ne vakit gideceğiz?”
“Ne vakit isterseniz çocuğum!”
Nihal ihtiyar kızın yüzüne baktı, ilk önce hayretini zapt edemedi: “Ah!..” Sonra biraz durarak ilave etti: “Demek artık bitti mi?”
Nihal, hayatı sınırlı bir daire içinde geçen, hayattan ancak babasıyla mürebbiyesinin, kitaplarıyla dadılarının söyledikleri kadar malumat alan, bilgiç eş dosta malik olmayan genellikle on iki yaşında çocuklardan fazla bir şey bilmezdi. Hayata dair bildikleri bütün tesadüfle işitilmiş, sokakta araba ile geçerken görülmüş şeylerden küçük muhakemesinin karışık sonuçlarıyla sınırlanmıştı.
Eve bir kadın geleceğini anlar anlamaz bunun esas mahiyetini düşünmeksizin sırf hissî, sırf sinirli bir eza duymuş idi; bu meselede muhakemesinin hiçbir tesiri yoktu. Bu his en doğru olarak kıskançlık tabiriyle özetlenebilir idi: O; gelecek kadından her şeyi, hele babasını, Bülent’i, daha sonra Beşir’i, bütün ev halkını, evi, eşyayı hatta kendisini kıskanıyordu; bu sevilmiş şeylerin içine girmekle o kadın bunları çalacak, elinden alacak; evet, nasıl, pek iyi çözümleyemiyor, açıklıkla düşünemiyor fakat ruhu hissediyordu ki o geldikten sonra kendisi şimdiye kadar sevdiklerini artık sevemeyecekti.
Bu söz çıktıktan sonra yanında fazla lakırtı etmemek için ev halkı kendisinden kaçıyor; o, Şakire Hanım’ın odasına girerken önüne diz çökmüş bir şeyler anlatan Şayeste birdenbire susuyor, Nesrin ikide birde göğüs geçirerek “Of!” diyor, bütün bu etrafındakilerden bir gizli mana yayılıyordu. Demek bir şey olacaktı ki o anlayamıyordu hatta Cemile’nin bile yuvarlak çehresinde parlayan gözleri bu küçük kızın Nihal’den ziyade bilgisi olduğunu gösteriyordu.
Evvela galebe çalınamaz bir öğrenme merakı hissiyle Mlle de Courton’un zorlamasına rağmen adaya gelmemek için inat etmiş idi. Orada hazır bulunmak, araştırıcı bir tarihçi özeniyle bütün vakanın tafsilatına müteyakkız bir şahit sıfatıyla kalmak istemiş idi. Kimseden bir şey sormuyordu, o vakaya dair bir kelime söylemiyordu; yalnız anlamak, görmek istiyordu. Sonra, odalarının dağılacağına, o güzel isfendan takımın oraya konulacağına vâkıf olunca artık daha ziyade durmaya kuvvet bulamamış, vakanın henüz şu ilk çarpışmasıyla mağlup olarak kaçmak istemiş idi.
İşte on beş günden beri, güya uzakta ölen kıymettar bir hastanın can çekişme ezasını duyarak fakat bir kelime söylerse neticeyi hızlandırmış olacağından korkarak hep onu düşünüyordu. Adaya gelmek için rıza gösterdiğine pişman idi. Daha ziyade, nihayetine kadar durmalıydı. Kalbinde öyle bir korku vardı ki dönüşlerinde yalı, babası, her şey kaybolmuş, bir rüzgâr onları savurmuş olacak zannettiriyordu. O, orada kalsaydı bu rüzgâr esmeyecek, bu rüzgâr hiçbir şey yapamayacaktı.
Daha sonra babasına açık olamayan bir kini vardı. Her vakit onlar adaya geldikçe o da ikide birde gelir, günlerce beraber kalırdı; bu defa hiç, hiç uğramamış hatta merak ederek bir adam bile göndermemiş idi. Son günlerde Mlle de Courton’a babasından asla bahsetmedi.
***
Adnan Bey çocukların dönüşünü mümkün mertebe geciktirmek istiyor, Bihter bilakis her gün onlardan bahsederek “Artık getirseniz! Bilseniz onları görmek için ne büyük hevesim var!” diyordu.
Çocuklarla ilk görüşmeden Bihter de korkuyordu, onlarla bütün müşterek hayatta münasebet tarzının bu ilk görüşmeyle meydana çıkacak tesire uyacağını zannediyordu.
Bugün Adnan Bey evlenmesinden sonra birinci defa olarak İstanbul’a inmek üzere Bihter’den, saçlarının üstüne kondurulmuş bir buse ile ayrılıyordu. Genç kadın yalvaran bir sesle “Bugün artık haber gönderirsiniz, değil mi?” diyordu.
Birden merdivenin aşağısında bir gürültüyle taze, şakrak bir kahkaha işittiler. Adnan Bey durarak “İşte onlar! Bülent’in kahkahası… Artık sabahtan akşama kadar Bülent’in bu kahkahasını her gün dinleyeceksiniz.” dedi.
Şimdi Bülent koşarak merdiveni çıkmış, arkasından takip edenlerden -Şayeste ile Nesrin’den- kurtulmuş idi. Doğru babasına atıldı, minimini kollarıyla sarıldı, dudakları babasının ancak yeleğine yetişebiliyordu; bu küçük küçük lacivert çiçeklerle beneklenmiş beyaz pikeyi on beş günlük özleminin feveranıyla öptü, öptü; sonra birden durarak, karşısında bir tebessümle bekleyen kadına bakarak gözlerini babasının yüzüne dikti. Ondan bir cevap, bu kadına ne yapmak lazım geleceğine dair bir emir bekliyordu. Adnan Bey sadece “Annen Bülent, onu da öpmez misin?” dedi. O zaman Bülent, belki biraz da çocukların şık, genç, güzel kadınlara sokulmak için duydukları arzuya tabi olup gülerek ilerledi ve iki ellerini Bihter’in uzanan ellerine teslim ederek yine bu güzel annenin latif bir buse hevesiyle uzanan dudaklarına dudaklarını uzatarak öpüştü.
Nihal’le Mlle de Courton bu sırada sofanın son merdivenini çıkıyorlardı. Adnan Bey kendisine kuvvet vermek için ilk önce mürebbiyeden başladı:
“Bonjur matmazel! Nihayet ihtiyar haladan sıkıldınız galiba… Nihal, beni öpmüyor musun?”
Nihal, hâlâ Bihter’in yanında, onun bir sualine gülerek cevap veren Bülent’e bakıyordu, kalbinde bir şey yırtılarak gözlerini oradan ayırdı, babasına ilerledi, küçük, ince elini uzattı. Adnan Bey bu eli tuttu, güya kızından bir af isteyerek onu sıkıyordu, çekti, çekti, baba kız evvela kısa bir buse ile öpüştüler, sonra bilinemez neden, birden doğan bir hisle, Nihal tekrar sivri çehresini babasına uzattı, o her vakit öptüğü yerden, çenesinin altında kılsız yerden, uzun bir buse aradı.
Şimdi Bihter kendisine ilerliyordu. Adnan Bey, Mlle de Courton’u göstererek takdim etti: “Mlle de Courton…”
İhtiyar kızla genç kadın selamlaştılar. Bihter ilerlemekte devam etti ve tatlı, birden ilk münasebetlerin serinliğini latif bir muhabbet havasıyla ısındıran tebessümüyle bir elini Nihal’in omzuna koydu, diğer eliyle elini tuttu ve çocuğun nahif vücudunu çekti. Ondan latif bir menekşe kokusu yayılarak Nihal’i taze bir bahar havasında sarıyordu, çocuğun başı Bihter’in göğsüne dayanmış oldu. Demek, o kadar korkulan şey, onun biçare ruhunu müthiş bir afetin kâbusları içinde ezen şey, bu genç, güzel, mütebessim kadın, bu bir demet menekşe kadar havasında taze bir bahar nefesi uçan vücuttan ibaretti, öyle mi?.. Bu koku Nihal’in ruhunu güya buharlaştırarak emiyor gibiydi. Gözlerini kaldırarak, başı hep orada, Bihter’e baktı, o da gülüyordu. Artık Bihter’in o tebessümünün altında, bütün ruhunun teslimiyeti, bir tebessümün gülleri içinde açılıyor gibiydi. O zaman Bihter, heceleri biraz çekerek terennüm eden sesiyle dedi ki:
“Beni seveceksiniz, değil mi? Zaten beni sevmemek mümkün olmayacak… Ben sizi o kadar seveceğim, seveceğim ki nihayet siz de beni seveceksiniz.”
Nihal cevap olarak ince dudaklarını uzattı, Bihter başını eğdi, birbirlerine düşman olmak lazım gelen bu iki vücut bir dakika içinde doğan bir sevgi ile öpüştüler, dost oldular. Evet birbirinin hemen dostu olmuşlardı. Nihal korkunç bir rüyadan çıkmış gibiydi. Artık elbiselerini değiştirmek ve soyunmak için yukarıya çıkarken Mlle de Courton’a sokularak dedi ki:
“Ne güzel, değil mi matmazel? Ben zannediyordum ki…”
Bülent’in elinde çam dallarından yapılmış, büyük ihtimamla adadan buraya kadar getirilmiş bir çelenk vardı; onu kütüphanenin üstüne asacaktı. Mürebbiye ile ablasının önünden koştu. Dershaneye gidiyor, her şeyden evvel bu mühim işi bitirmek istiyordu. Kapıyı eliyle itti, sonra birden uzun bir hayret nidasıyla bağırdı: “Aa!..”
Odaların değiştiğini hep unutmuşlardı. O zaman zapt olunamayan bir öğrenme merakıyla Bülent’in arkasından geldiler. Bülent odanın ortasında, burasının bir vakitler duvarları kurşun kalemiyle yapılmış gemi resimleri dolu, o mümkün değil intizam altına alınamayan ders odası olabileceğine inanamayan gözlerle, hiç hareket etmeksizin elinde duran çam dallarından çelengi bu zarif yatak odasının neresine asmak lazım geleceğini düşünüyormuşçasına duruyordu.
Nihal’le mürebbiye yavaşça girdiler. Mlle de Courton “Odamıza gidelim, buraya girmemek icap ederdi…” diyor fakat görmek hevesiyle o da gecikiyordu.
Nihal etrafına baktı. Evvela pencereleri gördü. Gayet açık, beyaz bir bulut altında saklanmış zannolunacak kadar donuk mavi atlastan yer yer boğularak kaldırılmış yarım perdelerin arasından beyaz tüller dökülüyor, Kula’nın Garp zevkinin tesiriyle son zamanlarda vücuda getirdiği solgun halılardan birinin üzerinde küçük küçük kümeler yapıyordu. Tamamıyla açılmış panjurlardan dalgalanarak giren aydınlık ile bu perdeler mavi bir kayalıktan dökülen, döküldükçe köpüren beyaz bir şelaleye benziyordu. Yine öyle açık mavi ile boyanmış duvarlar, o renkte atlasla gerilerek etrafına ince sarı kornişler çekilmiş tavan ortasından sarkan eski mabetlere mahsus fanuslar taklidi renkli muhtelif camlarla yapılmış bir büyük kandil; köşede, tam vaktiyle Nihal’in piyanosunun yerinde yatak, tavandan büyük bir sarı halkadan dolaşarak dökülen atlas ve tül karışık bir cibinlik, karşıda, iki pencerenin arasında tuvalet takımı; yanda kapısı unutularak açık bırakılmış aynalı dolap, uzun bir sedir, yine açık mavi kalpakla bir uzun yer lambası, ufak bir geridon, minimini bir şamdanla birkaç kitap, ta aynalı dolabın karşısında, babasının kara kalemle yapılmış tabii büyüklükte bir resmi…
İşte Nihal’in ilk bakışta gördüğü şeyler… Bülent hepsinden ziyade cesaretle davranarak ilerlemiş, tuvalet masasının üstüne, o bin türlü ufak tefeklere biraz eğilerek, güya içinden birisinin başı çıkıverecekmiş gibi korkarak aynalı dolaba bakıyor, her gördüğü şeye bir hayret kelimesi katıyordu.
Mlle de Courton, Nihal’i çekip götürmek istedi. Nihal birden aklına gelen bir fikirle ilerledi. Koridordan değil odanın aralık kapısından geçmek istiyordu; eliyle aralık kapının tül perdesini iterek yol açtı. “Oh! Matmazel, bakınız!” dedi. “Sizin oda buradan kaçmış…”
Mlle de Courton, biraz tutuk, cevap verdi:
“Evet çocuğum, size haber vermemişler miydi? Ben ta oraya, birinci odaya, beyin eski odasına gidiyorum. Fakat bu ziyaretlerle vakit kaybediyoruz. Hâlâ üstünüzü değiştireceksiniz…”
Nihal sapsarı idi. Hiçbir cevap vermedi. Bülent şimdi kanepenin üstünde unutulmuş beyaz kurdelelerle ipek bir kumaştan hafif bir omuz atkısını alarak sırtına koyuyor, küçük boyuyla kırıtarak, yumuk gözlerini süzerek çalkana çalkana odanın içinde dolaşıyordu. Mlle de Courton nihayet ciddiyete lüzum gördü. Bülent’in arkasından atkıyı çekerek “Küçük yaramaz!” dedi. “Size bin kere söyleniyor ki başkalarının şeylerine dokunmak ayıptır.”
Bülent gülerek cevap verdi:
“Evet, hakkınız var matmazel! Okuma kitabımda bile bu söz var, değil mi?”
Nihal ilerlemişti. Kendi odalarına geçilen aralık kapının topuzunu çevirdi, kapı açılmadı. Bir kelime söylemeksizin döndü. Hep beraber, mürebbiye Bülent’in elinden çekerek koridora çıktılar. Nihal kendi odalarının kapısını itti, bir adım attı. Bu defa Nihal ufak bir hayret haykırışını zapt edemedi. Bülent, arkasından, kasırgalı telaşıyla atıldı.
“Bu ne?” dedi. “Aman abla! Bu bizim odamız mı? Bu ne güzellik!.. Bu ne süs!… Bu karyolaların cibinlikleri yeni mi yapılmış? Kütüphanenin kırık camı değişmiş, boyanmış… Bakınız, yazıhane de bir şeyler olmuş… Benim oymalarımı bütün çıkarmışlar. Ya perdeler… Oh! Bizim de şimdi ipekli ve tüllü perdelerimiz var.” Birden Bülent’in gözlerini yeni boyanmış duvarın üstünde iğne ile tutturulmuş iri yazılarla bir kâğıt cezbetti. “A, matmazel, bu ne?”
Nihal, odasının büsbütün değişmiş manzarası karşısında, bir dakika evvel dudaklarında çizilen endişe çizgisini kaybederek gülümsüyor, demir karyolasının kubbesinden mavi kurdelelerle boğula boğula inen beyaz cibinliğe bakıyordu. Bülent’in gösterdiği levhayı okudu: “Duvarlara gemi resimleriyle insan başları yapmak yasaktır.”
Bülent “Ağabeyimin işi!” diyordu. “Demek deve resimleri yapabileceğim, öyle mi abla?”
Mlle de Courton diyordu ki:
“Bundan sonra Bülent’e kurşun kalemi vermek bitti. Artık odayı temiz tutmak lazım geliyor. Bütün lüzumsuz oyuncakları da atarız. Bülent şimdi evin içinde intizam seven bir küçük efendi olacak. Bu akşam bu güzel oda için beye teşekkür etmek de hatırımızdan çıkmayacak, değil mi Nihal?..”
Nihal cevap vermedi.

5
Mlle de Courton diyordu ki:
“Lüzumundan fazla inat ediyorsunuz Nihal. İşte tam bir saat oluyor ki Cerni’nin hep o temrinine çalışıyorsunuz. Bu merak da yeni başladı. Altı senede bir kere fasılasız bir saat çalıştığınızı görmemiştim. Sizi bu kadar yorulmaktan menediyorum, anlıyor musunuz?”
Nihal birden yuvarlak iskemlesinin üzerinde döndü.
“Tuhafsınız matmazel!” dedi. “Bana her vakit piyanonun çalışmadan öğrenilmeyeceğini söylerdiniz. Tam ben çalışmaya heves duyarken şimdi de bu kaide çıktı.”
Adadan döneliden beri Nihal alışkanlığının tersine olarak mürebbiyesine karşı ara sıra böyle asabının serbest bir hamlesiyle cevap vermeye başlamıştı. İhtiyar kız bu cevaplara yalnız serzenişle dolu bir nazarla karşılık verirdi. Bugün dedi ki:
“Nihal, rica ederim, biraz düşünelim. Maksat piyanoya çalışmak değil mi? Aynı temrini bir saat durmadan çalmak beyhude yorulmaktan başka bir şey değildir…”
Nihal atıldı:
“İşte yine çelişki… Bana daima parmakların başka suretle çeviklik kazanamayacağından yine siz bahsederdiniz.”
İhtiyar kız küskün tavrıyla “Bana itaat etmemek için bu kadar ısrar edeceğinizi bilseydim ihtara hiç lüzum görmezdim.” dedi.
Nihal sustu. Önüne bakıyordu, sonra gözlerinin eğri bir bakışıyla mürebbiyesine baktı, dedi ki:
“Matmazel! Beni artık sevmiyor musunuz?.. İşte bakınız, cevap vermiyorsunuz…” İskemlesinden kalktı, Mlle de Courton’un yanına, kanepenin üzerine oturdu. “Matmazel! Ne vakit derslerimize başlıyoruz? Artık sıcak havalar bitmedi mi? İşsizlikten ne kadar sıkılıyorum biliyor musunuz? Şimdi istiyorum ki sabahtan akşama kadar odamızda okuyalım, okuyalım. Okumak hiç bitmesin…”
Nihal’de şimdi evin içinde bir uzak durmak, tenha köşeler aramak, kendisini saatlerce odasından çıkarmayacak işler bulmak merakı başlamış idi. Bu merak babasının evde bulunduğu zamanlar hükmünü icra ederdi. O gittikten sonra Nihal eski kıpırdak çocuk olur, evin içinde gezer, özellikle Bihter’in yanından ayrılmazdı. Garip bir his hadisesiyle bu izdivacın bütün kini babasına hasretmiş, asıl Bihter’le onun arasına bir soğukluk koymamış idi. O günden beri babasından kaçıyor, güya biçare ruhu, kendisini aldatan bu kalbin hıyanetinden intikamını ondan uzak kalmakta arıyordu.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/halit-ziya-ushaklygil/ask-i-memnu-69428818/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Temayüz: Kendini göstermek. Farklı ve yüksek vasfı olmak. Başka vasıflarla üstün olmak. (e.n.)

2
Saniha: Zihne gelen fikir. Mütalaa. Çok düşünmeden gelen fikir. (e.n.)

3
Natuk: Düzgün, güzel ve kolaylıkla söz söyleyen. (e.n.)

4
Ateşin: Ateşli, coşkun. (e.n.)

5
“Vitrin” manasında.

6
İtminan: Emniyet içinde olmak. İnanmak. Mutlak olarak bilmek. Kararlılık. (e.n.)

7
Takayyüt: Özen gösterme, üstüne düşme. (e.n.)

8
“Ara kapı” anlamında. (e.n.)

9
Carl Czerny, Avusturyalı piyanist, besteci ve müzik öğretmeni. (e.n.)

10
Muzio Clementi, modern piyano tekniğinin babası olarak anılan İtalyan asıllı İngiliz bestecidir. (e.n.)
Aşk-ı Memnu Халит Зия Ушаклыгиль
Aşk-ı Memnu

Халит Зия Ушаклыгиль

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Annesinden nefret eden ama yine de onun yolunu takip eden Bihter… Hiçbir şeye bağlanmayan, hayatın manasını eğlencede arayan Behlûl… Kızlarının gençliğine düşman ve yaşlanmayı acı bir kader olarak gören Firdevs Hanım… Hayatını çocuklarına adamış fakat ikinci bir bahar hevesine kapılan Adnan Bey… Sevdikleri bir bir elinden alınan ve yapayalnız kalan Nihal… Saf bir aşkla kendini ölümün kucağına atan Beşir… İstanbul’un en güzel yalılarından birinde tüm bu karakterler kaderin kendilerine verdiği rolü oynarken yalının duvarları arasında yaşanan bir yasak aşk…

  • Добавить отзыв