İhtiyar Dost

İhtiyar Dost
Halit Ziya Uşaklıgil
Halid Ziya’nın, önemi ve değeri oranında tanınmamış eserlerinden biri olan “İhtiyar Dost”, edebiyat tarihlerinde, ansiklopedilerde “hikâyeler” kategorisinde değerlendirilmektedir. Oysa içerdiği yazılar, gerçek anlamıyla, birer hikâye olmaktan epey uzak ve ayrı ürünlerdir. Bizzat yazarın kendisi de bu yazılar için “Bunlar hikâye midir, makale midir? Makaleye benzeyen hikâye yahut hikâyeye benzeyen makale midir? Vasfı bu derece iki cihete müşterek olan bu yazılara makale şeklinde hikâye veya hikâye şeklinde makale demek de mümkün…” demektedir ve ona göre bu eser, bir “düşünceler romanı”dır. Peki, esere adını veren İhtiyar Dost kimdir? İhtiyar Dost bazen bir sosyolog, bazen bir psikolog, bazen bir botanikçi, bazen bir ekonomist, bazen bir tıp uzmanıdır. Bunların yanında, diğer alanlarda da uzmanlaşmış, kendini geliştirmiş bir bilgedir. Onun bilgisinin yanı sıra tecrübesiyle, politikadan sanata, teknolojiden hukuka, kültürden ekonomiye, pek çok alandaki tartışmalı konu açıklığa kavuşur. Yaşadığı devrin sorunları ve ileride baş gösterebilecek sıkıntılar tüm açıklığıyla resmedilir.

Halid Ziya Uşaklıgil
İhtiyar Dost

Halid Ziya Uşaklıgil, 1866’da İstanbul’da doğdu. İstanbul’da başladığı öğrenimine İzmir’de devam etti. Mechitariste Okulundan mezun olduktan sonra maddi imkânsızlıklardan dolayı tahsiline devam edemedi ancak edebî alanda kendisini geliştirecek faaliyetleri hiç bırakmadı. Fransızca ile birlikte İtalyanca da öğrenen Halid Ziya, kendisindeki büyük edebî yeteneği keşfeden hocalarının Avrupa’dan getirttiği eserleri okudu ve İngilizce dersleri aldı.
Türk edebiyatında genellikle Servet-i Fünûn dönemi içerisinde değerlendirilen Halid Ziya Uşaklıgil, edebî faaliyetlerine bu dönemden çok önce tercüme ile başladı. Yaptığı ilk tercüme Jean Racine’in La Thebaide adlı eseri oldu. Alexandre Dumas’dan La Reine Margot’yu, Eugene Scribe’den Bir Macera-yı Aşk’ı tercüme etti.
Halid Ziya Uşaklıgil, Türk Edebiyatı’nda Batılı tarzda roman yazımının öncüsü olarak kabul edilmektedir. Eserlerinde, duyguların gelişimini en ince ayrıntısına kadar dikkat ederek kaleme aldığı tahlillerini, eşya ve tabiat tasvirlerini sağlam tekniği ile büyük bir ustalıkla kullanmıştır. Sekiz romanı bulunan Uşaklıgil’in romanlarındaki estetiğin temeli psikolojidir.
İlk makalesini yazdığı 1883 yılından itibaren ölümünden iki sene öncesine yani 1943 yılına kadar yoğun ve zengin bir edebiyat faaliyeti içinde bulunan Halid Ziya Uşaklıgil’in Türk edebiyatında eleştiri tarihine yaptığı katkılar da büyüktür.
Uşaklıgil, Mayıs 1945’te İstanbul’da vefat etti.
Başlıca Eserleri:Sefile,Nemide,BirÖlününDefteri,Ferdive Şürekâsı, Mai ve Siyah, Kırık Hayatlar, Aşk-ı Memnu, Nesl-i Âhir, BirMuhtıranınSonYaprakları,BirİzdivacınTarih-iMuaşakası, Deli,BuMuydu?,Heyhat,BirYazınTarihi,ValideMektupları, Solgun Demet, Hepsinden Acı, Aşka Dair, Onu Beklerken, İhtiyar Dost, Kadın Pençesi, İzmir Hikâyeleri, Kırk Yıl.

YAZARIN ÖN SÖZÜ
Bu kitapta toplanan yazılar için -onlara edebiyat alanında bir yer vermek mümkün olsa- nasıl bir genel ad koymak mümkündür, diye düşündüm. Bunlar öykü müdür, gazete yazısı mıdır; gazete yazısına benzeyen öykü ya da öyküye benzeyen gazete yazısı mıdır? Niteliği bu derece iki yön için de ortak olan bu yazılara gazete yazısı biçiminde öykü ya da öykü biçiminde gazete yazısı demek de mümkün, ama hiç hoş değil.
Bunlara her hâlde bir ad koymak gerekliyse o çabayı ve iyiliği okuyuculara bırakmak en uygun bir çare olacak. Bunların niteliklerini belirleyecek olan, okunduktan sonra edinilecek olan düşüncedir. Belki o düşünceyi, eskiliğe bağlı olanlar “boş lakırtı”, yeniliğe bağlı olanlar da “saçma” diye adlandıracaklar. Yazar, her iki tarafı da düşüncelerinde özgür bırakmaktan başka yapacak bir iş bulamaz.

    Halid Ziya Uşaklıgil

YEGÂNE DOST
Onu nasıl bulup ortaya çıkardım? Bu büyük başarı birdenbire mi elde edildi? Yoksa onu yavaş yavaş, zaman türlü sevinçlerden, kederlerden ve herhâlde sevinçlerden pek çok fazla kederlerden, yılgınlıklardan oluşan saatlerini üzerimden geçirdikçe ihtiyaçların sürüklemesiyle, bir şairin duygulanmalarının tortularından vicdanında biriken bir usanç kasidesi gibi; bir ressamın damla damla damıtarak sonunda bir gün doğum bunalımı içinde fışkıran hüzünlerinin tablosu gibi uzun bir hazırlama sonucunda mı buldum?
Sanırım bu ikinci görüş doğru. Şimdi artık kaç yıldan beri tamamıyla belirlenip ortaya çıkan durumlarımızı, ilişkilerimizi, kimi zaman her dakikayı birlikte yaşayarak kimi zaman geçici bir süre için ayrıldıktan sonra yeniden buluşarak gerçekleşen görüşmelerimizi inceledikçe onun varlığını hayatımın geçmişe doğru gerileyen ve geriledikçe daha yoğunlaşmış, daha belirtisiz olan sisleri arasında da görüyorum.
Bir kere, şurası kesin ki, birlikte doğduk ve birlikte öleceğiz. Aramızda yalnız bir tek fark var, bir yaş farkı var. Bu, biraz bilmece gibi bir tanımlama; ama gerçeği her hâlde hiç böyle değil. Dostumdan beni ayırt eden ayırıcı özelliği işaret edebilmek için bu çelişkilerden oluşan tanımlamaya başvurmaktan başka bir çare görmüyorum.
Belki başka bir anlatımla daha az garip görünmek mümkündür; daha az garip ve daha çok sahi! Örneğin denebilir ki onunla aramızda var olan fark bir yaş farkı değil, bir tarih farkıdır. Olguların ve olayların, zaman süresinin ve duygulanmaların izlenimleri ve yansımaları bakımından bir fark. Böylelikle biz, o ve ben, birlikte doğmuş ve birlikte ölecek olan bu iki dost, her dakikayı bir arada yaşamakla birlikte görüş ve değerlendiriş bakımından aramıza her zaman bir tarih farkı koruz.
Arada, beş on yıllık bir zamanın, çatışmalarımızı ılımlılaştıran, zehirli şeylerin zehrini, uçurum gibi karanlık şeylerin siyahlıklarını silen, keskin şeylerin sivrilerini törpüleyen bir fark vardır ki aynı olayı bu iki dosttan biri için pek katı ve acılı yaparken öteki için daha yumuşak ve daha ılımlı yapar ve böylelikle biri yıkılacak kadar şiddetli bir darbeye uğrarsa düşmemek için ötekinin koruyucu kucağına sığınır. Yırtılacak kadar etkili bir yara alırsa ölmemek için ötekinin sevecen elini arar.
Yegâne dost, bu bir çeşit büyük kardeştir; ama öyle bir büyük kardeş ki yalnız aynı kandan gelmiş olmakla değil, aynı hayatı yaşamak, aynı ömrü sürüklemek bakımından da bağlı olsun.
Onun mucidi, üstelik yaratıcısı benim. Varlığını arayıp bulan, belli belirsiz gölgeleri uzun bir uğraşışla kaldıra kaldıra sonunda onun yüzüne bir belirgin biçim veren, daha sonra bu yaşama ortaklığında ona bir görev gösteren, bir dil belirleyen sadece benim. Onu yaratıp ortaya çıkarmak hakkı tamamıyla bana aittir. Varoluşunun, yaratılışının sebebini tamamıyla bana borçludur. O benim uyruğumdur; ben onun bir emredicisi, bir zincirini çekeniyim. Ne zaman onu yanımda sezinlersem, ne zaman bir ihtiyaç durumunda onu bulursam, hemen onu dinlemek, onun sağlam ve düzgün konuşmasından akan serin ve taze suyu içmek için sokulur, çoğunlukla gene bir çarpışın zulmünden ağrıyan başımı onun omuzlarına dayar, ondan güç ve teselli alırım.
O zaman sanki o çarpışın üzerinden birkaç yılın, beş yılın, on yılın hafifliği geçer; sanki bir büyüleyici el ustalığı benliğime, yılların etki izlerini uzaklandırıp sisleyen mesafesini ortadan kaldırtır ve bu bir araya gelmeden sanki daha yaşlanmış, şimdiki zamandan daha uzaklanmış olarak çıkarım. Ağrıyan başımın, kanayan yaramın, kırılan benliğimin üzerinde bir rahmet yağmurunun lütfuyla unutma denilen kraliçenin iyileştirici ve rahatlatıcı gölgeler serpen beyaz kanatları gerilir.
Onun bana karşı bu egemenlik gücünü oluşturan, bir özel felsefesidir. Pek analize gerek görmeksizin onda, yarınların bugünlerden pek değişik ipliklerle örüldüğüne candan yürekten inanan bir sabır; gecelerin arkasında güneşlerin saklı oluğunu bilen bir alın yazısına inanış ve razı oluş hâli, insanların dert ve belalarla mutlulukları -ayrıntılar ve gereksiz fazlalıklardan soyutlanınca- bunların özünün pek küçük bir şey olduğu kanaatine varan bir analiz düşüncesi, her ağlanan şeyin siyah örtüsü kaldırılırsa altından lacivert bir ufkun açılacağını bilen bir deneyim, şimdi için karar vermeyen bir katlanabilmeyle sonrası için düşünen bir bekleyiş görürdüm. Ve böylelikle donanımlarını meydana getiren bir felsefe ya umuda ya bir özveriye kadar gidip dayanırdı. Ama hastaydı, bu iki aşamadan hangisine götürüp bırakırsa onu ya güçlendirmiş ya avutmuş olurdu.
Hiç kimseye benzemeyen bir “suyuna göre gidiş” inceliği vardı ki hiçbir zaman gelip bana kendi felsefesini bana dayatmasına izin vermemiştir. Hayatımın her dakikasına tanık, her evresine ortak olmakla birlikte bu sürekli beraberlik içinde devamlı olarak silinmek inceliğine sahipti. Yalnız, ben ona muhtaç olunca, onun uykuda sanılan varlığına işaret edince, bu kendi isteğiyle ortadan kaybolma hâlinden çıkar, sanki silkinerek dudaklarında hiçbir zaman geri çevirmeyen, kimi savsaklama ve unutulma aralarından kırgınlık izi görülmeyen, her zaman okşayıcı ve avutucu bir gülümseyişle, “Bana mı geliyorsun? Pek iyi ediyorsun. Gel seni iyileştireyim. Felsefemin kimi zaman inkâra ve yasaklamaya kimi zaman bekleyiş ve umuda dayanmış yastığına başını koyarak seni uyutayım…” diyen gözleri de gülümserdi.
Biricik dost! O beni bütün güzelliklerimle ve bütün çirkinliklerimle tanıyan, onları bilen ve bütünüyle seven, severek bağışlayan bir dosttur. Onun yanında ne üstün seçkinliklerimle gururlu ne de sakatlık ve eksikliklerimle utangacım; özgür bir dille her ikisinden de söz ederim. Bu öyle bir söyleşmedir ki çoğunlukla bana yönelik bir suçlanmışlıkla sonuç bulur. Ve çoğunlukla bu mahkûmluk bildiren kâğıdı göğsüme asarken ben, bir azabın ağırlığını değil, bir ferahlamanın hafifliğini duyarım.
Hayatta insana nasip olabilen sevgiler, sevecenlikler, vefalar, saflık ve doğruluklar vicdanın sevilmek amacına ne kadar yaklaşabilirse yaklaşsın, bunların öyle bir iflas dakikaları vardır ki o sırada yüreği doyurup rahatlatmak değil, üstelik aşırı ilgilenmelerle, gereğini aşan özenlerle, musallat izlemelerle tedirgin eder…
O zaman babanızdan, annenizden, eşinizden, çocuklarınızdan, sevdiklerinizden, dostlarınızdan, herkesten -üstelik kendinizden-kaçmak istersiniz. İşte öyle zamanlarda ben ona, o yegâne dostuma başvururum. Aramızda tek bir konuşma bile geçmez. O beni kendisine sürükleyen bütün sebepleri ayrıntılarıyla bilmektedir. Bir saniye içinde buluşup görüşme fasılalarının hepsini birbirine bağlayan bir yaklaşmayla buluşmuş oluruz. Beni hemen felsefesinin kanadına alır, bir aşamada bugünden oluşmuş bulunan çevrenin ve zamanın üstüne çıkarır ve bana bugünü oradan, uzaktan, gerçek bir deyimle eskimiş bir tarihin ötesinden gösterir.
Kimi zaman yan yana, sessizliğin içtenlikli bir öpüşmesinde, ruhlarımızı dinleyerek dururuz kimi zaman gezintiler yaparız ve onun konuşkanlığına ortam hazırlayan cümleciklerle kendisini uzun uzun konuşmaya hazırlarım. Bir kez onu başlattıktan sonra bir yağmurun altında ıslanmaktan hoşlanan bir çöl yolcusu zevkiyle mutlu olurum.
Bu gezintilerde bütün görünenler ve duygulanmalar alanı, bütün varlıkların arsası ve bütün geçmiş ve gelecek ufukları hayalimizin görkemli köşküdür. Birbirimize her noktada ve her tarihte bir buluşup görüşme yeri belirleyebiliriz. Ve hemen orada, ben yürek çarpıntısıyla dolu, taze etkilenmelerin sıcaklığını; o, aynı olgu hakkında üzerinden zaman geçmiş bir değerlendirme tarzının ılımlı sessizliğini getirerek bir araya gelmiş oluruz…
İşte kaç yıldır hayatı açıkça bir ortaklıkla yaşıyoruz. O önce benliğimin altında açık seçik ama çizilmemiş bir biçimle uyurken ben kendisini bütün belirsizlik sislerinden sıyırarak meydana çıkardıktan sonra, kimi zaman hayat dedikleri ağır yükü sürekli birlikte asılıp çekerek kimi zaman yalnız yokuşlara ve engebelere rastladıkça ben onun yardımına başvurarak iki dost, bir katmerli varlıkla yürüyoruz.
Oh! Kaç kereler yokuşlara, engebelere rastladım. Kaç kereler yolumun üstünde dönülecek köşeleri, çarpılacak taşları geçmeden önce irkildim. Bu dakikalarda güç verecek bir ele, umutsuzluğumu silkecek bir sese, cesaretimi uyandıracak bir bakışa ihtiyaç duyarım. Bu dakikalar öyle fütur ve bitkinlik dakikaları, bütün ululaştırılmış ve saygın olarak tapılan putların ansızın yıkılacak bir yığın kesilmiş, çentilmiş kamışlarla boyanıp yaldızlanmış mukavvadan ibaret kaldığı görülerek artık hiçbir şeye güvenilmeyen, inkâr dakikaları vardır ki insan yanını yöresini büyük ve acı bir boşlukla kuşatılmış görür…
Bu boşluğu dolduracak sevecenliği hiç kimse, en sevgililere kadar hiç kimse veremez; o dakikalarda anlaşılmak, duyulmak mümkün değildir. Yüreğin sızlayan yarasıyla ötekilerin sağlığı arasında geçilmeyecek bir uçurumun boşluğu soğuk bir soluklanmayla haber verir ki en yakın olan bile bu dakikalarda yabancıdır. O vakit insan, kendisinin haraplığı içine gömülerek gözlerini kapayıp artık bitmiş olmak ister…
İşte öyle dakikalarda dostuma, yegâne dostuma düşüncelerimi sürüklerim ve onu hemen yanımda bulurum. Yavaşça, göklerden inen bir bulutla hemen oraya süzülüyormuş gibi, bir hayal akıcılığıyla bana sokulur, ipek bir okşayışla parmakları gözlerimi kurutur. Beşiğinde bir hasta çocuğu çeviriyormuşçasına başımı çekerek, bana acıyan gözlerinin, “Çocuksun, küçüğüm!” diyen gülümseyişli bakışıyla ruhumun acısını ve umutsuzluğunu siler ve uzak bir çeşmeden gecelerin sessizliğini delerek gelen bir tatlı su şırıltısını andıran sesiyle söyler, söyler, söyler…
Birden sezinlerim ki artık yeniden yokuşlara tırmanmak, engebeleri aşmak, köşeleri dönmek ve taşları tekmelemek için yeterli güce erişmişimdir; o zaman kalkar ve yeniden yürürüm.

YENİ BİR MARAZ[1 - Maraz: Hastalık. (e.n.)]
Bugün dostumun evinde dört kişiydik. Eylülün ıslakça havasından kaçarak kitaplık odasına sığınmıştık. Rastlantı olarak hep, ömürleri gençliğin kültürüne, ilerlemesine hizmet etmiş; ülke için güvenli bir geleceğin ancak gençlikte meydana getirilebilecek sağlam yetenek ile mümkün olacağına inanarak yeni kuşakları tehlikelerden uzak tutmak isteyen, kaygılı bakışlarla izlemiş dört adamlardık.[2 - Yazarın ifadesi. (e.n.)]
İçimizde Mekteb-i Hukuk’un önemli bir kürsüsüne yıllarca parlak bir emek vermiş bir eski öğretim üyesi ile ahlak ve sosyolojiye ilişkin yazılarıyla ve kitaplarıyla karanlığa ve cahilliğe açtığı uzun savaşı ile ünlü bir yazar da vardı.
Konuşmalar bezginlik ve umutsuzluk ortamlarında dolaşa dolaşa düşüncelerimiz yorulmuştu. Şimdi, tüneyebilecek bir dinlenme dakikası içinde, teselli veren bir soluk alacak gölgeli bir dal bulmak ihtiyacı, konuyu gelecek kuşaklara yöneltmişti.
Artık bu tutunacak nokta bulunduktan sonra, umutlara fazlaca geniş gezinti özgürlüğü veriliyordu. Öteki konuların verdiği umutsuzluktan bunalan ciğerlere aşırıya kaçan bir hayalin bolluklarıyla daha çok bir ferahlama soluğu doldurulmak isteniliyordu. Hep geleceğin ufuklarına altından nakışlarla bir tablo çiziyorduk.
Canlı ve dinç, kemikleri sağlam, kasları biçimli, göğsüne ve omuzlarına bakılınca hayattaki bütün zorlukların yükünü kaldırıp taşıyabileceği yargısına varılan; düşüncesinde bir güneş hamurundan yoğrulmuş, doğru ve açık görmek yeteneğiyle şaşmaz bir hedef belirleme, ruhunda çelikten dökülmüş kırılmaz çatlamaz bir sertlik ve sağlamlık, karşılıklı dövüşmek için hazırlanmış ve bu dövüşmede kesinlikle başarı inancıyla silahlanmış; hayatta sefil ve alçakça, topraklara sürüne sürüne, dizleriyle çamurları devşire devşire değil de cesaretle, kendisine alın yazısı olarak yazılmış bir görkemli köşkü elde etmek için engelleri yıka yıka, engelleri kopara kopara giren bir gençliğin hayalini yeniden canlandırıyorduk.
Böyle bir hayalin ve umudun esintisiyle canlanan bu kuşağın elinde ülkeyi, bütün hastalıklarından silkinmiş, damarlarındaki kanın dolaşmasına durgunluk veren tıkanıklıkları atmış, hayat çabalarını durduran tozları eritip süpürmüş görüyorduk…
Bir aralık en büyük umutla titreyen bir cümlesinin ortasında ihtiyar dostumun, alnında bir kaygı çizgisiyle duraladığına dikkat ettik; cümlesini bitirmeye gerek görmeden “Evet ama…” dedi, “her sahinin yanında bir asılsızlık, her canlılığın yanında bir hastalık, her umudun yanında bir tehlike vardır ve birbirinin zıddı ve değerinden düşürücüsü sanılan bu şeylerin arasında açık seçik ve belirgin, durağan ve karara bağlanmış ayırıcı bir çizgi yoktur. Bunlar birbiriyle sınırdaştır ve göreceli ağırlıkları birbirine eşit olmayan sıvıların birbirine yakınlığı çeşidinden, birbirine değme hâlinde tabakalar gibidirler. Biri nerede bitiyor, öteki nerede başlıyor, bilinmez. Aralarını birbirinden ayıran aralıklar karışık ve belirsiz çizgilerden oluşmuştur…
Meziyet olarak vermek istenilen nitelikler birer olumsuzluk olmaya o kadar yakındır ki bunlar neredeyse hayat veren kimi zehirlere benzerler: Bir damla fazla alınırsa tehlikelidir. Sizin tarafınızdan küçük bir telkin hatası ya da öteki tarafın ufak bir değerlendirme yanlışı, amacın tamamıyla tersini meydana getirmeye yeterlidir…
Kuşakları eğitmek… Bu, üzerinde yürünen bir iptir. Küçük bir denge eksikliği büyük bir felaket doğurabilir. Hayatı olanca maddiyatıyla kabul ve telakki edecek bir gençlik yapmak için dikkat etmek gereklidir ki o, maneviyata bir ulusun asıl yaratılış mayasını oluşturan maneviyetinin mukaddes ve muazzez neleri varsa hepsine sadakatini muhafaza etsin.
Bir, asır adamı yapacaksınız. Ama yarının adamı olmak düne ilişkin tarihi unutturacaksa toplumun eline geçen faydalı değil, zararlı bir ögedir. Kendi benliğine güvenen bir birey ortaya koyabilmek için eğer eski kuşaklara kin ve öfke taşıyan, kendi kişiliğinin saygınlığını babalarının horlanmasıyla elde edilebilir bir şey sayan bir inkârcı meydana getirilecekse bilinmelidir ki geçmişine tüküren geleceğe hak kazanmış değildir…
Bir ulusun geçmişine ilişkin ayıplar ve noksanlar bulunuyorsa onun yanında seçkinlikleri ve üstünlükleri de vardır. Ayıplardan ve eksikliklerden kaçınmak için -şimdiki zamana ve geleceğe bir ders vermek karşılığında- o vasıfları ve nitelikleri korumayı da gerekli görmelidir. Geçmişin tamamlığını şimdiki zaman ve gelecek zamandan ayıracak bir uçurumun kazılmasına meydan verilmemelidir. Baba ile oğlun arasında, bir daha bağlanamayacak biçimde bağı koparırsanız, dünle bağlantısı kalmayan bir yürekten yarına karşı bir ilgi beklemek hakkını kaybedersiniz…
Bir ulusun tarihi bir ailenin anılar kütüğüne benzer. Torunlar onun yapraklarını karıştırırken yanlışlıklarla, belki kirlerle bulaşmış sayfalarının üstünden elbette kınayıcı, elbette kendi hesabına bir ahlak payı, bir yaşama faydası çıkaran bir görüş netliğine sahip bir bakışla geçer; elbette göğsünden derin derin kabarıp gelen bir sitem çığlığı, bir suçlama haykırışı vardır…
Ama o paylayıcı bakışın, o çekiştiren sesin kahır ve yasaklamadan çok bağışlayıcılığa ve yumuşaklığa, şiddet ve öfkeden fazla sessizliğe ve ılımlılığa, hakaret etmekten ve hor görmekten öte uyarmaya yönelik bir anlamı olmalıdır. Ve bütün sorun bu iki seçkiden birine düşmeksizin, birinin insafsızlığına, ötekinin miskinliğine kapılmaksızın bir sağlam nokta bulabilmektir. O noktanın bulunmasıyla mümkün olur ki torunların elleri bu aile anılar kütüğünün yalnız uğursuz sayfalarını görerek birdenbire püsküren bir öfkeyle onu yırtıp atmaz, çiğneyip çamur yapmaz…
O sayfalarla yüreğinde uyanan elemlerin avuntusunu yaprakları çevirmekle, başka sayfalara geçmekle, atalarının kıvançlarından birer övünç yadigârı bulmakla, özellikle o geçmişi geleceğe güzel bir bağla bağlamakla arar…
İşte gençliğin eline bir yandan bir geçmiş tarihi, öte yandan bir gelecek ilkesi verilirken, ona dünün bütün kötü şeylerinden ders alma ve yarının bütün iyiliklere, temel olan şeylerine inanma duyguları şırınga edilirken onu dünle yarın arasında bir inkâr edici öge değil, bir düzeltici organ yapabilmelidir. Bu zor görevi hiçbir kötü ve yanlış anlamaya, hiçbir yorumlama yanlışına yer bırakmayacak biçimde belirgin bir yasa altına alabilmeye imkân göremiyorum. Ama buna karşılık, ne kadar yazık ki, tehlikeleri açıkça gözlemliyorum. Yalnız tehlikeleri değil; bu evrim içinde, bu kuşak eğitimi arasında tehlikelerin örneklerine de rastlıyorum. Pek az rastlanılır, şimdilik kural dışı denecek derecede yaygınlaşmamış ama kötü örnekler…”
Dostumun sözünü, kapı zilinin cesaretli bir biçimde çalışı kesti. Bir konuğun gelmiş olduğunu sanarak hep durduk. Bu sanışta aldanmıştık; hizmetçi, elinde bir kâğıtla geldi.
Dostumun meraklı bakışı gözlüğün arkasından bu adı okumak ve bu adın yardımcılığıyla tanınan yüzleri aramak için gecikti; sonra dudakları burkuldu. Ağzından kendi kendisine sesleniyormuşçasına “Tanımıyorum!..” sözü çıktı. Ufak bir kararsızlıkla “Buraya alınız!” emri döküldü.
Bir dakika sonra dostumun kitaplık odasına, giyilmeksizin sol avcunda duran eldivenleriyle, önü aşırı açık ceketiyle, daha açık, daha geniş yeleğinden yakası birer küçük inciyle çengellenmiş kolasız gömleğinin gevşek göğsü görünen; paçaları kıvrık pantolonunun altında Amerikan ayakkabılarının aşırı abartılısı beliren, ancak on sekiz yaşlarında, zarif ve yakışıklı; saçlarının biraz fazla kıvırcıklanmasına, şakaklarının üstünde oldukça özellikli bir fazlalık göstermekte olmasına, bütün hâlinde tutumunda, giyinişinde bakışları durduran bir başkalığın, bir yeniliğin, bir son saate uyumluluğun garipliğinden oluşmuş bir olağanüstülük uçmasına karşın, hoş ve çekici bir genç girdi.
Hep ayağa kalktık. O, biraz eğri ve yukarıdan, İstanbul’a yeni gelmiş Alman subaylarına özgü davranışı andıran bir davranışla bizleri selamladı. Sonra gayet rahat, başı dik, gözleri cesaretli, sesi güçlü, dostuma seslenerek, “Efendim, beni tanımakta galiba zorluk bulacaksınız!” dedi. “Dört yıldan beri görülmeyen bir yüz, daha bir çocukken bıraktığınız ve şimdi bir genç adam kimliğiyle sizi görmeye gelen…”
Dostumun gözlerinden bir hatırlamanın dalgası geçti. Pek memnun görünmek isteyen bir gülümsemeyle konuğun sesini durdurarak “Evet!” dedi. “Ne kadar değişiklik!”
O zaman bize bir eski dostun dört yıldan beri görülmeyen oğlunu tanıttı. Ve tanıtma törenini tamamlamak üzere, ama pek hızlı bir saymayla adlarımızı ona bildirdi. O, adlarımız söylendikçe ufak ve keskin hareketlerle dönüyor, başının garipliğine karşın hoş bir silkintisiyle ve hep o edasıyla selamlıyordu.
Bütün bu küçük oturum ayakta geçmişti. Dostumun eli zarif ve iltifatlı bir işaretle ona oturulacak yeri gösterdi. O, hemen, hecelerin üzerinden koşan hızlı bir söyleyişle “Teşekkür ederim efendim.” dedi ve oturarak biraz gergin ve uzun bir durum alan bacaklarını birbirinin üstüne koydu.
Hemen, niçin geldiğinin sebebini de söyledi:
“Size ilk eserimi göstermek arzusuyla geliyorum.” dedi. “Her şeyden önce bir kez gelip sizi görmeyi ve bunun için de sizden izin almayı bir borç sandım.[3 - Yazarın ifadesi, “borç bildim” yerine “borç sandım”.] Babamdan her zaman işitirdim ki ‘Şark sanatları’ konusunda pek çok araştırmalarda bulunmuşsunuz. Öyle varsayıyorum ki sizin korumanız altında yayımlanacak olursa kamuoyu eserime özel bir önem gösterecek.”
Dostumun hiçbir zaman bu kadar lütfedici ve gönül okşayıcı olduğuna rastlamamıştım. Sanırım, buna lüzum görerek bizlere bakmıyordu. Gülümseyen ve insanı yüreklendiren bir bakışla bu genç konuğun karşısında en nazik, en alçak gönüllü tutumunu edinerek dinliyordu. Hep o gülen gözleriyle ve her vakitkinden daha çok tatlılaşan sesiyle karşılık verdi:
“Bana pek büyük iltifat ediyorsunuz. Sizi bu duruma gelmiş ve özellikle yazı dünyasına atılacak derecede ilerlemiş görmek bence pek değerli bir itminandır.[4 - İtminan: İnanma, güvenme. (e.n.)] Böyle bir memnunluk imkânını bana bağışlamış olduğunuz için teşekkür ederim. ‘Şark sanatları’ konusunda edinmiş olduğum görüş ve düşüncelerimin eserinize yol gösterici olacak bir değerinin olup olmadığından güvenli değilim…”
Genç konuk birden “İzin verir misiniz?” dedi.
Bu sözden maksadının ne olacağım hepimiz bekledik. O sandalyesinde doğrularak ceketinin dış cebinden iri bir boyda telatinden yapılmış bir tabaka çıkardı, açtı ve içinden usta parmaklarla bir yaprak sigara seçerek hepimizi birden dolaşan bir bakışla: “Rahatsız etmez mi efendim?” dedi.
Gözlerimizle karşılık verdik. Sonra cebinden bir kutu kibrit çıkardı, içinden bir kibrit çöpü alarak çaktı, sigarasını özenle yaktı. Bütün bu işler büyük bir rahatlıkla yapılıp bittikten sonra dostuma bakarak devamına izin isteyen bir sesle “Evet efendim?” dedi.
O, sesinin, gözünün tatlılığından en küçük bir parçacık kaybetmeyerek sordu: “Eserinizin neyle ilgili olduğunu öğrenebilir miyim?”
Avcunda sallanan eldivenlerinin bir hareketiyle hemen karşılık verdi:
“Yalnız adını söylemekle bütün içeriğini, niteliğini anlatmış olacağım: Türk Soyunda Sanat ve Yaratıcılık Yoksulluğu.”
Bu ad önümüze tam bir güvenişle ve sınırsız cesaretle atıldı. Hep birbirimize bakıştık. Yalnız dostumun gözleri ısrarlı bir kaçınmayla bizi görmemekte, bize çevrilmemekte inat ediyordu.
Onun korkunç alaylarından biriyle, on sekiz yaşında Türk soyunu sanat ve yaratıcılık yoksulluğuyla mahkûm edecek bir eser yazan bu çocuğu kamçılayacağını bekledik. Aldandık. O, özür dileyen bir sesle ve iskemlesinin üstünde başka türlü düşünmek cesaretini alan varlığını küçültmek isteyen bir durumla karşılık verdi:
“Babanız tarafından size sözü edilen incelemelerim ve araştırmalarım bu başlığın anlamına tamamıyla aykırı bir sonuca varmakla birlikte, pek ciddi, pek inandırıcı delillere dayanarak meydana getirilmiş olduğunda kuşku olmayan eserinizi -inanınız ki- pek geniş bir tarafsızlıkla inceleyeceğim.”
O, ayaklarını biraz daha uzattı ve dudaklarındaki sigara sallanarak ufak bir gülücükle “Oh!” dedi. “Çok iyi biliyorum ki hemen her noktada sizden ayrılıyorum. Eserimde bütün düşünce ve sanat alanlarını dolaşıyorum. Edebiyat, sanatlar… Anlıyor musunuz efendim? Geniş bir ortam; geniş ama boş!.. Bununla düşüncelerde ve görüşlerde büyük bir değişme meydana geleceğine inanıyorum. Önce sizden başlayarak…
Bütün edinilmiş düşüncelere, doğmuş inanışlara, yerleşmiş kanaatlere hücum ediyorum. Edebiyatın, sanatların arasından yıkıp deviren, kırıp seren bir kasırga dolanımıyla geçiyorum. Daha doğru bir deyimle bu yüzyıllar görmüş Türk soyu varlıklarını yerle bir edip duruyorum. Bunlarda bir düşünce ve sanat yapısı bulamadım: Şiir, müzik, mimarlık, oyma, nakış; sözün kısası kültür dallarımızın tümünde tarih, salt bir iflasla uzayıp giden bir çölden başka bir şey değil. Bu çölü baştan başa geçtim…”
Durdu; sigarasının dumanıyla bulanan gözlerini süzerek içinde derin bir horlama anlamıyla dostuma, o çöle benzetilen tarihi belki savunacak olan bu adama bakıyordu. Bizlere bakmıyordu bile. Bizler sanki orada yoktuk.
Birden, dostumun bu konuşmaya daha fazla devam edebilmek için gerekli gücü bulamayacağı yargısına vardım.
O, tam tersine, tanıklar karşısında bir hastanın hastalık belirtilerini ortaya konulmasını bekleyen bir hekim sabrıyla ve sanırım biraz da konuşmayı kısa kesmek için sordu:
“Avrupa’da ne kadar zamandan beri öğrenimdesiniz?” dedi.
O, beklenmeyen, üstelik biraz saygısızca sayılabilen sorudan şaşırmış, ama umursamaz bir sesle cevap verdi:
“Lakin ben Avrupa’ya gitmedim.” dedi. “Bu yıl sınavların ardından seçme sınavlarına gireceğim. Ne olursa olsun bu kış içinde kitabımın çıkmasını pek istiyorum. Onu göndermekliğime izin verir misiniz efendim?”
Dostumun en tatlı gülümsemelerinden birine eşlik eden kabul ediş cevabı üzerine ayağa kalktı:
“Teşekkür ederim.” dedi. Sonra hepimize ayrı ayrı yaklaşarak Robert College çeşnisini akla getiren birer shake hand[5 - Shake hand (İngilizce): El sıkma, el sıkış. (e.n.)] ellerimizi sıktı ve kapıya yöneldi.
Dostumun, bir büyük efendiyi uğurluyormuşçasına büyük bir incelikle ona yol gösterdiğini, merdivenin camlı kapısını kendi eliyle açtığını, bu gelip görme şerefini bağışladığından dolayı teşekkür etmekten geri kalmadığını hep gördük, işittik. Sonra içeriye geldi. O bize, biz ona bakıştık. Sonra birden gözleri odanın havasını dolaşarak dalgalanan ağır kokulu dumanları gördü; bana dönerek “Azizim!” dedi. “Pencereyi açar mısın? Biraz hava alalım.”

OKUMA KUDRETİ
Ben odasına girerken ihtiyar dostumun yanından, vedalaşarak bir konuk çıkıyordu. Bu konuğun iyi kesilmiş ve güzel olmasına çalışılmış bir sakalı, başında ağırbaşlı olsun diye özellikle büyük alınmış şapkası, sırtında açık renk yeni bir giysisi vardı. Ama bütün bu şeylerde, üstelik sakalında bir komşudan geçici olarak ödünç alınmış denecek kadar bir hâl vardı ki hemen dikkatime çarptı.
İhtiyar dostumun en zarif ve nazik tavırlarla onu uğurlayıp yalnız olarak dönmesine kadar ayakta bekledim. O, döner dönmez birden resmîliği atıp yeniden senli benliliğine dönen neşeli tutumuyla “Tanıdın mı?” dedi.
Şaşkınlıkla “Hayır.” dedim. “Sanmam ki bu yüzü görmüş olayım.”
Oturdu ve bana ta karşısında eliyle yer göstererek “Olabilir…” dedi, “belki görmemişsindir. Eski kopuklardan…”
Biraz bekledi. Sonra bu deyimle bana anlatılmak istenen anlamın kafamca tamamıyla kazanılmamış olmasına dikkat eden bir küçük beklenti duralaması oldu. Sonunda ekledi:
“Yeni zenginlerden…”
Sandalyesine yaslanarak ve ezberden bir metin okuyormuşçasına, hızlı cümlelerle bu konuğu tasvir etti:
“Bir vakitler gümrükte bir küçük memurdu. Sanırım gündelikle çalışırdı. Arayıcı, kolcu, sözün kısası bir adla ki onun asıl yapılan işte bir ilintisi yoktur. Burada, Köy’de,[6 - Halid Ziya, hayatının ikinci yarısının büyük bölümünü Yeşilköy’de geçirmiştir. Gerek hatıralarında gerek birçok yazısında, buradan söz ederken yalnızca “köy” demekle yetinir. (e.n.)] iki yıkık odadan oluşan bir harap evde oturuyordu. Ara sıra bana uğrar, şehirle ilgili ufak tefek işlerimin görülmesi hizmetini sunardı. Ben de böylece aldıracağım bir kitap, değiştirilecek bir terlik, bakkala bırakılacak bir ısmarlama için onun aracılığına başvurmaya alışmıştım.
Bayramlarda da usanılmış bir giysiyle ya da buna benzer bir sebeple onun birikmiş hizmetlerine bir karşılıkta bulunarak teşekkür borcumu öderdim. Birinci Dünya Savaşı yıllarında birden ortadan silindi. Ne yaptı, ne oldu, bilmiyorum -ama bu, bilmen benzerleriyle az çok kestirilebilir- mütareke yıllarında, bütün o acılı yılların dalgalarından şaşırtıcı bir ustalıkla, avcunda koca bir zenginlikle çıktı…
İki yıldan beri de hiç değilse iki ayda bir gelip beni görür. En süslü olmaya çalışan cümleleriyle, en kibarca olmasına çabalanılan selamlarıyla bana yakın ilgisini ve saygısını gösterir.”
“Vefa sahibi bir insanmış!” dedim.
İhtiyar dost, hemen, bir tarafına basılmışçasına sandalyesinde doğruldu. Gözlerinde şakrak bir gülümseme, ellerini kavuşturarak öne eğildi ve tuhaf bir şey söylemiş bir çocuğa bakarcasına yüzüme bakarak “Hah, tamam!” dedi. “Ben de bu sözü bekliyordum: Vefa sahibi… Sen, hayatının sonuna kadar sade olmaktan kurtulamayacaksın çocuğum. Vefa sahibi adam ne demek? Şuna asıl adıyla ‘ikiyüzlü adam’ desene!”
Bana yaptığı bu kınamadan sonra ağırbaşlı, ciddi tutumunu takındı. Bir bilim konusunu açıklamaya hazırlanan bir profesör durumuyla dedi ki:
“Gençliğimde bir uzunca deniz yolculuğunda bir hokkabaza rastlamıştım. Sanatının dünyada şanını ve ününü kazanmış ustalık sahiplerinden biri olan bu adam, yolculuğun iç sıkıntılarını gidermek için yol arkadaşlarına birçok marifetli şeyler gösterdi. Bir sözünü pek iyi hatırlıyorum. Oyun kâğıtlarıyla birtakım hünerler, hileler gösteriyordu. Bunları hep az çok biliriz değil mi?..
O, pek bilinenleri bile öyle güzel hâllerle yapıyordu ki sanki davranışlarında bir müzik parçasının tatlılıkları vardı. Ve ne zaman oradakilerden biri merak edip de ‘Bunu nasıl yaptınız?’ diye sorsa hemen, nazlanmadan oyunun hilesini gösteriyordu…
Sonunda oyunlar birbirini izleye izleye artık nasıl yapılabildiklerine akıl erdiremeyecek derecede insanı şaşkınlığa boğan, hemen hemen mucize çeşidinden şeylere kadar çıktı. Seyredenlerden merak ederek ‘Bu nasıl olabiliyor?’ diyenler oldu. O zaman o, bir gülümsemeyle karşılık verdi:
‘Bunun hilesi yok. Meselenin bütün sırrı parmaklarımın ucundadır. Parmaklarımın dokunma yeteneği incele incele öyle aşırı bir duyarlılık kazanmıştır ki, gözlerimi kapayarak ne zaman ellerimi bir oyun kâğıdına sürmek gerekse hemen onun sayısını, boyasını sezinlerim. İşte bakın: Sineğin sekizlisi, yüreğin onlusu… Şu hâlde tavsiye ederim: Benimle kumar oynamamalıdır. Hoş, zaten bu tavsiyeye gerek yok; çünkü ben hiçbir zaman kumar oynamam. Bu, benim tarafımdan namusluluğa aykırı bir davranış olurdu…’
Bu açıklamalardan sonra kâğıtlarını topladı ve bir sihirbaz alay edişiyle bizi selamlayarak kamarasına çekildi. Bu sözü o zaman sadece asıl oyunlarının sırrını vermek istemeyen bir hokkabazın alayı olarak kabul etmiştim. Yıllar geçtikçe bunun bir gerçek olabileceğine inanan bir eğilim içindeyim.
Çünkü… Çünkü buna benzer bir yetenek; sihre, büyüye benzer bir arayıp bulma yeteneği bende de başladı. Ancak parmaklarımda değil, gözlerimde… Çok iyi biliyorum ki bana özgü bir yetenek değil. Hayatı görerek, bakmak ve anlamak bilgisini öğrenmeye dikkat ederek, bakılıp görülen dış görünüşlerin alt yanlarını okumak alıştırmalarını yaparak geçiren adamlara yavaş yavaş, yaşın ve deneyimin bir hediyesi olan bu yetenek, âdeta fen hayalcilerin düşünceyi geçerli bir hâle getirmek için aradıkları araç çeşidinden bir şeydir.
Böyle bir araç -düşünceyi görüp analiz eden araç- bende de var, gözlerimde var. İşte şu dakikada senin benimle alay ettiğini, için için bir kahkaha ile ‘Zavallı ihtiyar dost, artık bunuyor!’ dediğini sezinliyorum. Yok, inkâr etmeye gerek yok, bu böyle…
Nitekim on dakika önce konuğumun bana hayatın zorluklarından, paranın kıtlığından, geleceğin belirsizliğinden, geçimin günden güne artan zorluğundan söz ederkenki düşüncesini de açık seçik okuyordum. Bana içinden ne diyordu bilir misin?
‘Köşkünü ne zaman satmaya mecbur olacaksan bana haber ver. Bilirsin ya ben önceleri sana uğrarken hep buraya sahip olmak sevdaları içinde tutuşurdum. Hem öylesine ki başka bir yer gözümde yok. Onun için hemen, elinde kalan son kâğıtları bozdurduktan sonra ben buradayım…’ diyordu.
Elbette ki ağzından buna değinen bir kelime; hâlinden, tutumundan kafamda bu kuruntuyu uyandıracak bir işaret çıkmadı. Ama bununla birlikte o, bütün varlığıyla ve sadece bu anlamla doluydu. Bunu nasıl görüyorum, nasıl seziyorum, açıklaması mümkün değil. Gözlerimde işte hokkabazın, parmaklarında var olan dokunma yeteneğine benzer bir okuma gücü var.”
İhtiyar dost burada biraz durdu ve bir umutsuzluk bitkinliğiyle yeniden sandalyesine yaslanarak ekledi:
“Bilsen çocuğum, bu okuma gücü hayat için ne kadar elem verici, ne bitkinlik ve bıkkınlık getirici bir sonuç veriyor. Önümüze rastlayan bir adamın, size elini uzatan her dostun, üstelik her zaman sizinle birlikte yaşayan, sizin kanınızdan olan her varlığın bütün ruhunu soyuyorsunuz. Onları bütün dış görünüşlerden, süslü cümlelerin, dost bakışların, yumuşak tutumların gösterişinden soyutladıktan sonra asıl oldukları nitelikte saklanmış düşünceleriyle size mahsustan tam tersi varsaydırılmak istenen duygularıyla görüyorsunuz.
Gözlerinde öyle delici, işleyici bir ışık gücü oluşuyor ki yöneldiği yönde ve çizgideki bütün engelleri aydınlatarak ruhun en karanlık noktasına bir güneş asıyor. Basit bir söyleyişle her şeyin içyüzünü gören bir keramet sahibi oluyorsunuz. O ne zaman oluyor? Görüyorsunuz ki hayat sonsuz bir ikiyüzlülük oyunudur ve bunu böyle görünce gözlerinizi kapayarak hayattan, dünyadan, insanlardan kaçmak; böyle bir yalnızlık köşesine kapanıp kalmak için karar veriyorsunuz…”
Bugününçocuklarıbilmezler.Birvakitlerbizdeazçokparasınagüvenen,zevkinibilen,fazlaolarakyiyeceğinigiyeceğini dışarıdan gelen şeylerden edinmeyi bir süs, başkalarına karşı bir üstünlüksayankimseler;yerlimallarınarağbetetmezlerdi.Bir mazeretleri de vardı: Ya yerli malı bulunmazdı ya da bulduklarını zevklerine ve üstelik tasarruf emellerine uygun görmezlerdi.
Fesinden ayakkabısına kadar giydikleri; ekmeğinden şekerine kadar,sütüne,şarabınakadaryedikleriiçtiklerihepyabancıülkelerden gelme şeylerdi. Ve böylece üreticiler elleri böğürlerinde, kadereboyuneğipsabırlabeklerlerkentüketicilerdeparalarını başka ülkelere dağıtırlardı.
Aşağıda gelen yazı bu durumun ihtiyar dosttaki esinlenmesinden yansıyan bir öfkelenme tablosudur.

TASARRUFA RİAYET
İhtiyar dostumu bugün suçüstü hâlinde yakaladım. Mükellef bir tepsinin başında akşam yemeğini yiyordu. Onun birkaç yıldan beri, doktorların salıklarıyla, akşam yemeklerini kaldırarak yalnız öğleden beş saat sonra besleyici bir kahvaltı yaptığını ve geceyi bununla geçirdiğini biliyordum. Hayatının başlıca zevklerinden birini oluşturan böyle bir uğraşı sırasında kendisini görmeye gitmeme pek zamansız bir rahatsız etme gözüyle bakacağından korktum.
“Sizin bu saatte yemekte olduğunuzu düşünmemek büyük bir kabahattir.” dedim.
O, hemen insanı en zor durumlarında kurtaran bir senli benli hâliyle “Tam tersine, tam tersine çocuğum!” dedi. “Bu üstelik bir seçkinliktir, çıkardır; ne dersen de herhâlde kabahatin tam tersi olan bir şeydir. Bu fırsatla hem sana da bu güzel şeylerden ikram edebilir, hem de bir biriktirme dersi veririm…”
Elinde pembeyle sarı arasında gözleri okşayan bir renkle gülümseyen bir bisküvi gösterdi:
“Pöti bör!.. İster misin?.. Beğenmiyor musun? Canın isterse!..”
İki parmağının arasında, zarif bir hareketle fincanında kaymak tutmuş kakaosuna batırdı. Dişlerine götürerek bir hanım kız ya da daha çok zevkine düşkün bir kedi zarifliğiyle ısırdı.
“Ne güzel, ne güzel!” dedi. “Bu bisküvi İngilizlerin! Zaten bu onlara özgü gibidir. Dünyanın bütün bisküvilerini denedim. Onlarınkiyle kıyas kabul edecek bir tanesine rastlayamadım. Her milletin kendisine özgü güzel şeyleri vardır. Bakınız, şu kakao da Fransız yapımlarından. Ayrıca ben çikolata ile kakao arasında da bir ayrım yaparım: Çikolata için İsviçre’yi yeğlerim. Sen bu düşüncede değil misin?..
Hep susarak dinliyorsun! Çok iyi biliyorum ki kakaonun bu kadar kaymak tutmasına şaşıyorsun!..”
Ben susuyordum. Çünkü araya bir tek söz bile sıkıştırmama fırsat vermiyordu. Hiç olmazsa bir şey yapmış olmak için eğilerek kakao fincanına baktım. Gerçekten yağlı ve kaymaklı görünüyordu.
İhtiyar dostum bu sırada kızartılmış ince bir dilim francalanın üstüne bıçağının ucuyla kayısı reçeli sürmekle uğraşıyordu. Ve bunun için önceden tadını hayaliyle tadarak gözleri haz duyan bir gülümsemeyle süzülüyordu ya da benimle hafiften alay ediyordu. Dedi ki:
“Francalayı da tavsiye etmeye değer buluyorum. Katıksız Amerikan unu iledir. Demin çikolata için İsviçre’yi yeğlediğimden söz ediyordum. Konsantre süt için de öyleydi. Ama bir süredir bu kanaatimde bir sarsılma var; şimdi Amerika’nınkileri yeğlemeye başlıyorum. Kakaonun seni imrendiren yağını, kaymağını veren odur. Yani Amerika’nın şekerle hazırlanmış yoğunlaştırılmış sütü…”
Kapağı yarım açık teneke kutuyu bana uzatarak:
“Denemek ister misin? Kaşığın ucu ile bir francala diliminin üstüne biraz sürerek… Bunu da mı istemiyorsun? Epeyce zor beğenenlerdensin. Amerika, Avrupa iş birliği yapıyorlar, büyük denizleri aşıp türlü yolculuk güçlüklerini göze alarak ayaklarımıza kadar bütün bu güzel şeyleri getiriyorlar, yok pahasına… Evet, karşı çıkma, yok pahasına bize veriyorlar; sen hâlâ istemezlik gösteriyorsun…
Yoksa tuzlu şeylerden mi hoşlanırsın? Sardalya, ton, kaz ciğeri, av eti, karaca kızartması, tavuk göğsü; reçellerin, ezmelerin de türlü çeşidi var. Eğer kayısı için kesinlikle bir düşmanlık besliyorsan sana portakal, erik, ananas, şeftali, armut, çilek… Ne istersen ikram edeyim. Beni fazla harcamaya sokmaktan çekinme; söyledim ya bunlar yok pahasına… Evet, gülme, belli bir oranda yok pahasına… Üstelik peynir, çeşter, gravyer, jerve?..”
Birden “Ne kadar kolay!” dedi. “Bende Cava şekeriyle Brezilya kahvesi de var. Dadı kalfa da -bilirsin- kahveyi çok iyi pişirir. Şimdi evde yemek pişirmek, su ısıtmak için kömür ve odun da kullanmıyoruz; çok iyi cinsten ocaklarımız var, petrol kullanıyoruz, Rusya’dan, yok pahasına…”
Dostumun dilinde sürekli yinelenen ve her seferinde fazla bir alay kokusu taşıyan bu “Yok pahasına!..” cümlesi artık açık seçiklik kazanmıştı.
Biraz korkarak “Sahi? Öyle mi buluyorsunuz?” dedim.
“Seni inandırmak isterim ki öyle! Aynı nefislik, aynı temizlik çerçevesinde yerli ürünler ve yapımlardan edinerek -ne var ki bulunanlardan- böyle büyük bir besin düzenleyebilir misin? Hele ki onu hazırlamak için aynı kolaylık, ucuzluk ve temizlik şartlarını odunda ve kömürde bulabilir misin?.. Yok pahasına diyorum, işte bir örnek…”
Yeniden süt tenekesini alarak uzattı:
“Sütü kaçtan alıyorsun?”
Başımı iki yana salladım.
“Pek bilmiyorum.” demek istedim.
O, karşılığımı beklemeden ikinci soruyu yetiştirdi:
“Halis süt buluyor musun?”
“Bilmem.” demek isteyen bir anlamla dudaklarımı burdum.
O, tenekeyi önüme sürdü:
“Bunu kaça alıyorum, diye sormuyorsun. Ama ülke otlaklarla dolu imiş. Şimdikinin on katı, yirmi katı, belki yüz katı, bilir miyim ne kadar koyun besleyebilirmiş… İstenilirse bütün dünyaya süt, yağ, peynir ihraç edilebilirmiş… Belki doğrudur; ama elime alabilecek gözle görülür, elle tutulur bir delil yok. Hâlbuki bu teneke, bak…”
Eliyle kavradı:
“Elimde onu tutuyorum, görüyorum ve biliyorum ki Amerika’nın ta kaybolmuş bir köşesinden İstanbul’a kadar yuvarlana yuvarlana gelen bu küçük kutu, ülkemin en az yarı yarıya su karıştırılmış sütünden daha ucuzdur. Senin topraklarında öyle bereketli, öyle ılımlı bölgeler varmış ki oralarda portakallar yerlere dökülerek çürür; şeftaliler, kayısılar, erikler dallarını kırarmış… Belki… Ama herhâlde dünyanın öbür yarısındaki meyve ormanlarının fazlasından bana kadar gelen reçeller, marmelatlar bugün keseme daha uygun…
Niçin? Onu bilmiyorum, bilmek de istemiyorum. Bunun sebeplerini açıklayanlara da rastlayamadım değil… Onları dinlerken daha fazla sinirleniyorum. ‘Değil mi ki hastalığın sebepleri biliniyor, niçin iyileştiren yok?’ diyorum…”
Yeniden kayısı marmeladını francalasına sürdü.
“Ne nefis!.. Ne nefis!..” dedi. “Bir ülke ki toprağına kum serpilse filizlenir ama ekmeğinin ununu Amerika’dan bekler. Ormanları da bırakılsa dünyayı ısıtacak odun vermeye hazırdır, yemeğini pişirmek için Batum’un petrolünü yeğleyecek hâldedir…”
Bu sırada dadı kalfa, yavaş yavaş adımlarla kahvemi getiriyordu. İhtiyar dostumun birden atılan eli, fincanı tepsiden aldı ve önüme koydu:
“Şekerini Cava’dan, kahvesini Brezilya’dan alır; bu ne demektir çocuğum?..”
Karşılık vermemek için uzun bir yudumla kahvemden içtim. O, dadı kalfaya büyük tepsiyi göstererek “Doydum.” dedi. “Bunları kaldırıver dadıcığım…”
Hâlbuki daha doymamıştı. Henüz ben geldiğimde yeni başlıyordu. O kadar övdüğü yağlı, kaymaklı kakaosundan bile bir büyük kısmı fincanın içinde kalmıştı. Sezinliyordum ki ihtiyar dostumun sinirleri gene bozulmuştu. Ayağa kalkarak birisini tokatlıyormuşçasına ellerinin tersiyle, üstünden kırıntıları silkeledi ve gülmeye çalışan bir sesle ekledi:
“Ne denirse densin, İstanbul dünyanın kraliçesidir. Ona eski dünya, yeni dünya bütün zenginliğinin hazinelerini, hüner ve marifetlerini, eserlerini getirip sunar. O, yeşil eteklerini mavi sularının içine salıvererek naz yatağında uzana uzana, gerine gerine, yarı uykuda, yarı uyanık, bir eliyle aynasını arayarak, bir eliyle ipek saçlarını tarayarak yaşamanın zevklerini tatmakla uğraşmaktadır.”
Bu sırada uzaktan, İstanbul’un o çok bilinen seslerinden biri işitildi:
“Lüfeeer!..”
İhtiyar dostumun balık tutkunu olduğunu biliyordum. Yüzünde ufak bir ürpertinin akışını sezdim. Beni anlamışçasına dedi ki:
“Bakınız, işte bir örnek daha… Tabiat -denebilir ki- İstanbul’un kıyılarıyla bilerek, isteyerek oynamış, ona belli bir oranla dar bir alanda ne kadar oymalar girintiler, havuzlar körfezler, boğazlar yapmak mümkün ise yapmış, ne kadar fazla deniz vermek mümkün ise o kadar deniz bolluğuna boğmuş; sanki İstanbul istedikçe elini uzatsın, sulardan küme küme balık çıkarsın diye özenmiş… Hâlbuki lüferi kaça veriyorlar bilir misin?”
İkimiz de akla gelen sayının dehşetinden ürkmüşçesine sustuk. Uzaktan, balıkçının kaybolmaya başlayan sesi yineliyordu:
“Lüfeeer, taze lüferim var!..”
İkimiz de bunu dinler gibiydik. Sonra ihtiyar dostum iskemlesine oturdu ve ta ruhunun derin ve dolaşık yerlerinden gelip toparlanmış bir duygu hâlinde, “Deniyor musun bilmem?” dedi. “Ne güzel kutu balıkları var. Üstelik ne olursa olsun balık yemek ve tasarrufa uymak istersen, tavsiye ederim…”
Bu hikâyede sözü edilen yerli istikraz[7 - İstikraz: İç borçlanma. (e.n.)] Meşrutiyet’in ilk yıllarında çıkarılanistikraz-ıdâhilîdir.İhtiyardosthesaplarındahayale kapılmış görünüyor. Sağır Osman Efendi’sini dinlemişse gene elleri böğründe kalmış demektir.

SAĞIR OSMAN
Epeyce uzun bir zamandan beri ihtiyar dostuma gidip görüşmek, konuşmak ihtiyacında idim. Ne vakit ortalıkta dönüp dolaşan olup biten hâllerin katıksız ve sağlam bir kokusu özetiyle yargılarımı güzel kokularla kokulandırmak istesem onunla söyleşmek için ona koşmak duygusunu duyarım.
Hemen her zaman onun evine, dağılmış, bunalmış düşüncelerle girer ve sonra onun bir şaka içinde gizlenen bir inceliğiyle, bir kahkaha arasına gömülmüş bir derinliğiyle beynimin yırtılan bulutları altında açık ve berrak bir gökyüzüyle oradan çıkarım. Bu, bence bir baygınlık sırasında biraz eter koklamak üzere girilen bir eczane çeşidindendir.
Bugün dostumu ya yeni açılmış sümbüllerinin renk renk kandillerine asılı kalmış ya da yazın açacak bir gelincik topluluğunun tomurcuklarının inceldiklerini anlamaya koyulmuş bulmak zehabında iken hiç alışkanlığı olmayan bir uğraş içinde çırpınıyor gördüm.
Daha tamamıyla yapraklanmamış bahçe çardağının altında bu oldukça serin nisan güneşinin ıslak ve kararsız dalgalarıyla ısınmaya çalışarak oturmuş; elinde bir kurşun kalem, önünde kâğıt, ayakları altında çıtırdayan kumların sesinden uyanmayarak yazıyordu. Yazıyor değil, sayılar döküyordu.
Onun sayılarla ilgilendiğini birinci kez olarak görüyordum. Ola ki beni gölgemden fark etti, eliyle işaret ederek “Otur!” dedi. Kurşun kaleminin ucunu çiğneyerek kafasının içinde çarpım cetvelinin isyancı bir anısını diriltmeye çabalıyordu.
“Bugün tuhaf bir uğraşınız var.” dedim. “Eğer gözlerimin bir aldatmasına kurban gitmiyorsam hesapla uğraşıyorsunuz!”
Bir gülümseme çıtlatacak kadar dudaklarından kurşun kalemini çekti ve yine bu fırsattan yararlanarak sordu:
“Yedi kere dokuz ne eder?”
Birden atıldım:
“Altmış iki!”
Kahkahasını rahatça salıverdi:
“Mümkün değil, zavallı çocuğum!” Ben hâlâ onun çocuğu sanını taşırım. “Yanılıyorsun.”
İhtiyar dost, gözlerinin sürekli genç kalan parıltılarında yaramaz bir anlamla ekledi:
“İki tekten bir çift çıkar ama toplam yapılınca, çarpma yapılınca tersine gene tek kalır…”
Hemen düzelttim:
“Evet, hakkınız var: Altmış üç… İyi ama beni de katılmaya çağırdığınız bu hesap işlemleri ne oluyor?”
Gözlerimi kâğıda atmıştım. Baştan başa sayılarla doluydu. Sonra kalabalıktan uzak tutulan bir köşeciğine de sanırım, yapılan çarpmaların, çıkarmaların sonucu yazılıyordu.
“Sen bizim Sağır Osman’ı sever misin?”
“Pek çok.”
Sağır Osman ihtiyar dostumun kendisinden daha yaşlı ve sanırım bu evde daha eski bir adamıydı ki hem aşçısı hem hizmetçisi hem bahçıvanı ve özellikle vekilharcıydı. Onun adı duygusallık zamanlarında Hacı Osman, öfke zamanlarında Sağır Osman’dı. Anlaşılan bugünün infial havası esiyordu.
“İşte onun için uğraşıyorum.” dedi. “Sen de bilirsin ya bu adamın bütün varlığı bu evin ekmeğinden başka bir şey değilken o bu evden herhâlde daha zengindir. Gerçi bu evden daha zengin olmak büyük bir anlam taşımaz; ama örneğin şimdi beni silkeleyip sarssalar üstümden bin kuruş zor dökülür. O bütün bu benim döküntülerimden oluşmuş bulunduğu hâlde…”
“Devenin silkintisi kediye yük olur.”
“Yararlı bir yük olsa yüreğim yanmaz. Biriktirir, biriktirir, çömleklere doldurup topraklara mı gömer, yün çoraplara tıkıp minderlere mi sokar, ne yapar bilmem! Sonra bir gün onları çıkarır, elinde bir kâğıtla gelir.
Bu ya bilinemez hangi bilinmeyen bir yabancı ülke kentinin piyango bileti ya da anlaşılamaz hangi bilinmeyen bir yerin maden tahvilidir. Gözlerinde bir umut ışığı parıldar. Ona şu kadar yüz binde bir ihtimalin binlerce liralık ikramiyelerini vadeden bir hayal göstermişlerdir ve o da hemen inanmıştır, götürüp paralarını oraya yatırmıştır. Ferahlık ve rahatlık içinde üç ay beş ay bekler; umudunun yaldızlı ve tatlı düşleri içinde rahat rahat uyur…
Ben onu uzaktan, sonucu önceden bilen güvenli gözlerle izlerim. Yavaş yavaş omuzlarının çöküşünden, sırtının kamburlaşmasından anlarım ki altın düşleri sisleniyor… Ve bana bir gün itiraf eder: ‘Sinyor bu sefer aldandı…’ ”
“Sinyor kim oluyor?”
“Ay, sinyoru bilmez misin? Hoş ben de tamamıyla bilmem ya… Bir nasır hekimi, ağrılara, sızılara da bakar, saçkıran da tedavi eder; sanırım daha başka önemli hastalıklara da çare bulur. Vaktiyle bir Felemenk yük gemisinde hem hizmet işleri görür, hem de berberlik yaparmış. İstanbul’a bir uğrayışında buraya hayran kalmış. O vakitten beri buradadır, köyümüzde oturur, burada ve İstanbul’da müşterileri vardır; müşterileri ve müritleri…
Ve bunlar arasında Sağır Osman!
İşte Sağır Osman şimdiye kadar bana en azından belki on sefer ‘Sinyor bu sefer de aldandı…’ nakaratı ile geldi. Hiçbir sefer sinyorun aldanmadığına da rastlamadım. Ama hep gene Osman sinyora gider…
Bilir misin çocuğum? Bu garip bir zihniyettir. Ben diyorum ki eğer bu zihniyet olmasaydı bakıcılar, falcılar nasıl geçinirlerdi? İşte yüzyıllardan beri insanlar hep onlara aldandıkları hâlde gene de hep onlara koşarlar. Bir süreden beri kendi kendime yemin ettim: Şu Osman’ın parası benden kazanılmış, benden alınmış -dikkat buyurunuz ki çalınmış demiyorum- bir paradır. Bunun üzerinde bir babalık hakkım, bir ona sahip çıkmak görevim vardır. Şu parayı yararlı bir şeye yönelteyim…

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/halit-ziya-ushaklygil/ihtiyar-dost-69429178/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Maraz: Hastalık. (e.n.)

2
Yazarın ifadesi. (e.n.)

3
Yazarın ifadesi, “borç bildim” yerine “borç sandım”.

4
İtminan: İnanma, güvenme. (e.n.)

5
Shake hand (İngilizce): El sıkma, el sıkış. (e.n.)

6
Halid Ziya, hayatının ikinci yarısının büyük bölümünü Yeşilköy’de geçirmiştir. Gerek hatıralarında gerek birçok yazısında, buradan söz ederken yalnızca “köy” demekle yetinir. (e.n.)

7
İstikraz: İç borçlanma. (e.n.)
İhtiyar Dost Халит Зия Ушаклыгиль
İhtiyar Dost

Халит Зия Ушаклыгиль

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Halid Ziya’nın, önemi ve değeri oranında tanınmamış eserlerinden biri olan “İhtiyar Dost”, edebiyat tarihlerinde, ansiklopedilerde “hikâyeler” kategorisinde değerlendirilmektedir. Oysa içerdiği yazılar, gerçek anlamıyla, birer hikâye olmaktan epey uzak ve ayrı ürünlerdir. Bizzat yazarın kendisi de bu yazılar için “Bunlar hikâye midir, makale midir? Makaleye benzeyen hikâye yahut hikâyeye benzeyen makale midir? Vasfı bu derece iki cihete müşterek olan bu yazılara makale şeklinde hikâye veya hikâye şeklinde makale demek de mümkün…” demektedir ve ona göre bu eser, bir “düşünceler romanı”dır. Peki, esere adını veren İhtiyar Dost kimdir? İhtiyar Dost bazen bir sosyolog, bazen bir psikolog, bazen bir botanikçi, bazen bir ekonomist, bazen bir tıp uzmanıdır. Bunların yanında, diğer alanlarda da uzmanlaşmış, kendini geliştirmiş bir bilgedir. Onun bilgisinin yanı sıra tecrübesiyle, politikadan sanata, teknolojiden hukuka, kültürden ekonomiye, pek çok alandaki tartışmalı konu açıklığa kavuşur. Yaşadığı devrin sorunları ve ileride baş gösterebilecek sıkıntılar tüm açıklığıyla resmedilir.

  • Добавить отзыв