Yeniçeriler
Ahmet Mithat Efendi
Yeniçeri Ocağı'na mensup Osman Çorbacı ile yine bir yeniçeri kızı olan karısı Ayşe’nin bir yanlış anlaşılma yüzünden evliliklerini bitirmeleri üzerine gelişen olaylar, talihsiz ve yetim bir yeniçeri olarak büyüyen Civelek Hüsnü’nün trajik öyküsüne doğru evriliyor. Yeniçeriler, Yeniçeri Ocağının yavaş yavaş çözülmeye başladığı döneme de ışık tutmasıyla tarihî bir özellik taşıyor. "…Aşkı önlemek için ne kadar çalışılsa da aşk bir kat daha artar. Aşk bir ejderhaya benzetilebilir ki yedi başından hangi birini kesecek olsalar yerine yedi daha çıkar…"
Ahmet Mithat Efendi
Yeniçeriler
Ahmet Mithat Efendi, 1844 yılında İstanbul’da doğdu. İlköğrenimine Vidin’de ağabeyinin yanında başladı ancak okulu yarıda bırakıp İstanbul’a döndü. Mısır Çarşısı’nda bir aktarın yanına çırak olarak girdi. Bu arada özel olarak edebiyat ve Fransızca dersleri aldı. Dört yıl sonra tekrar ağabeyinin yanına Niş’e giderek ortaokulu bitirdi.
Ahmet Mithat, ilk memuriyetine 1864 yılında Vilayet Mektubi Kaleminde başladı. 1868’de Tuna gazetesinde yazar, bir yıl sonra da başyazar olarak yazmaya başladı. 1869 yılında Zevrâ gazetesinin müdürü oldu ve burada Doğu ve Batı kültürü ile yoğrulmuş bir çevre edindi.
İlk kitapları Hâce-i Evvel serisi ile Kıssadan Hisse’yi Bağdat’ta kaleme aldı. 1871 yılında Bağdat mutasarrıfı olan ağabeyinin ölüm haberi üzerine İstanbul’a döndü. Ceride-i Askeriye’ye başyazar oldu. Bu arada Tahtakale’de oturduğu evine matbaa kurdu ve kendi kitaplarını basmaya başladı. Bir yıl içinde matbaasını genişleterek önce Sirkeci’ye sonra Beyoğlu’na nakletti. Aynı yıl, arka arkaya kapanan Devir, Bedir ve Dağarcık dergilerini çıkardı. Dağarcık ancak 10 sayı yayımlanabildi. Bu dergide çıkan “Duvardan Bir Seda” başlıklı yazısı nedeniyle 1873 yılında, İslam düşmanlığıyla suçlanarak Genç Osmanlılarla birlikte Rodos’a sürüldü. Üç yıl süren sürgün hayatında çocuklar için Medrese-i Süleymaniye’yi kurdu ve burada ders verdi. Ders kitaplarını ve ilk romanlarını yayımlamaya başladı. V. Murat padişah olunca affedilerek İstanbul’a döndü.
Ahmet Mithat Efendi, İstanbul’da 1878 yılında Tercüman-ı Hakikat gazetesini çıkarmaya başladı. II. Abdülhamit’in desteğini aldı ve 1879’da Matbaa-i Âmire müdürü, 1895’te Umûr-ı Sıhhiye ikinci reisi oldu. Çeşitli hocalıklarda bulundu. 1889’da Stokholm’de toplanan Şarkiyatçılar Kongresi’ne katılmak için gittiği Avrupa’da iki buçuk ay kaldı ve dönüşünde gezi intibalarını yayımladı. İkinci Meşrutiyet’ten sonra emekli olarak Darülfünun, Medresetülvâizîn ve Darülmuallimâtta genel tarih, dinler tarihi ve felsefe tarihi dersleri okuttu. İstanbul’da vefat etti. Kabri Fatih Cami haziresindedir.
OSMAN ÇORBACI VE AYŞE
Osman Çorbacı, Yeniçeri Ocağı’nda[1 - Yeniçeri Ocağı: Kurulduğu zaman hakkında türlü fikirler ileri sürülmüş olan ve en çok 1329 tarihinde temeli atıldığı söylenen asker ocağı. Birçok yararı görüldüğü gibi son zamanlarında ziyade fenalaşmış ve nihayet 1825 yılında yerine yeni askerlik sistemi getirilmek üzere kaldırılmıştır.] hatırı sayılan Seyfullah Ağa’nın oğlu olup babası öldüğü zaman ölenin hatırı için çorbacılık[2 - Çorbacılık: Yeniçeri kurumundaki bölük ağalığının halk arasındaki adı.] rütbe ve memuriyeti kendisine verilmişti.
Bununla beraber Osman Çorbacı aslında çorbacılığa layık olmayan adam değildi. Babası, oğlunun usta bir topçu olmasını isteyerek küçük yaşından itibaren talim ettirmiş, her nişan taliminde onunla beraber bulunmuş ve hatta bir iki muharebeye dahi birlikte gitmiş bulunduklarından Osman Çorbacı hem top atmak fenninde büyük bir bilgi ve ustalık peyda etmiş hem de bulunduğu muharebelerde yaradılışındaki yüreklilik ve zatındaki yiğitliği babasına ve babasıyla beraber sair yoldaşlara beğendirmişti.
Bu bir tarafta dursun, o iri ve şahane kara gözler, çekme burun, sık ve gümrah kara bıyıklar ve başlıca önemli noktaları şunlardan ibaret bulunan çehrenin topluca hâli dahi sırf yüreklilik ve yiğitliğe delalet ederdi. Kendisi ise çok söz söylemek ve olur olmaz şey için sırıtıp diş göstermek hususlarında kendini tutmakla kendisine has üstünlüğünü gene kendisine has bir fevkalade hâl içinde saklar idiyse de meziyet denilen şey ne kadar saklansa gizlenemeyeceği gibi saklamak istenildikçe keyfiyete bir de “tevazu” katılacağından sahibinin değerinin bir kat daha artacağı meydandadır. İşte bu hâl Osman Çorbacı hakkında, ocak yoldaşlarından her birinin bir başka yolda teveccüh, itibar, muhabbet ve riayetlerini kendine çekmekte idi.
Osman Çorbacı henüz yirmi iki yaşında iken yani babasının ölümünden üç sene önce gene ocak çorbacılarından, rahmetli Hüseyin Çorbacı’nın kızı Ayşe ile evlenmişti. Osman Çorbacı’nın şu izdivacını, içinde oldukça tuhaflık görülecek bir şey olduğu için kısaca olsun hikâye etmeliyiz.
Ayşe, zamanının en güzellerinden sayılır hem de gayet edepli ve iffetli bir kızdı. Babası Hüseyin Çorbacı zaten zengin bir adam olmadığı için ölümünde karısıyla kızına miras denilecek bir şey bırakmamıştı. Zevcesi ve kızı elde avuçta bulunan bir miktar şeyi de tüketip tesirlice, tesiri ızdıraplıca, hatta ızdırabı da ziyadece bir yoksulluk ve sıkıntı içinde bulunurlardı. Bununla beraber kızın mahalle ve civarında şöhret bulmuş olan güzelliği, terbiye ve namusluluğundan dolayı hâli vakti yolunda bazı aileler tarafından istenilir; fakat annesi kâh henüz küçüklüğünden kâh çeyiz ve çimeni olmadığından bahisle kızı hiçbirisine vermek istemezdi. Nihayet kadılardan bir efendi Ayşe’yi kendi oğluna almak için ayak diredi. Çeyiz de istemedi çimen de. Kızın henüz on dört yaşında bulunmasından dolayı validesinin “küçüktür” diye ettiği itizarı da kabul ederek “Biz şimdi nikâhı kıyalım da ister iseniz üç sene daha bekleriz.” dedi ise de annesi gene razı olmadı. Seyfullah, rahmetli Hüseyin Çorbacı’nın hatırını sayar ve Hüseyin Çorbacı da kendisini severdi. Hasılı ikisi birbirinin ahbabı olduklarından Kadı Efendi[3 - Kadı efendi: Şeriat mahkemesi reisi.] Seyfullah Ağa’ya müracaatla kızı vermekte inat etmemesi için Hüseyin Çorbacı’nın zevcesine nasihat vermesini rica etti. Seyfullah, kadını evine çağırarak “Kızım, kızınızın bir babası da ben değil miyim? İşte ben münasip görüyorum ki Ayşe’yi Kadı Efendi’nin oğluna veresin.” diye babaca bir nasihat verdiyse de kadın, “Sana doğrusunu söyleyeyim mi Seyfullah Ağa? Bizim kıza öyle hoca moca istemiyorum, biz evin erkeğinin yeniçeri olmasına alışmışız. Erkek eve geldiği zaman tahtalar ve duvarlar titremeli, evde erkek olduğu belli olmalı. Biz mal gözlü değiliz, adam gözlüyüz. Öyle hoca ve kâtip gibi adamlar bizim gözümüzü doldurmaz ve doyurmaz. Yeniçeri olsun da varsın poturu bin yamalı olsun. Şimdi anladın mı muradımızı? Ayşe yeniçeri kızıdır, gene yeniçeriye varacak, yeniçeri karısı olacak, gene yeniçeri doğuracak.” deyince bu doğru cevaba Seyfullah Ağa da itiraz edemedi.
Yukarıda da denildiği gibi Osman Çorbacı bu aralık yirmi iki yaşında bir delikanlıydı. Validesi oğlunun mürüvvetini görmek arzusuna düşmüş ve bir iki aydan beri çocuğu evlenmeye teşvik etmekte bulunmuş idiyse de Osman Çorbacı teklif edilen kızların çoğunu tanıdığı cihetle “Onun erkek kardeşini Galata’da iki kalafatçı[4 - Kalafatçı: Gemilere kalafat yapan, denizci askerlerin bu işle uğraşan kısmı.] dövdü, ben öyle iki kalafatçının hakkından gelemeyen herifin kız kardeşini almam.” ve kimisine de “O kızın babası Defterhane’de[5 - Defterhane: Tapu işleriyle uğraşan daire.] kâtiptir. Ben Defterhane’de ömrünü geçirmiş bir kayınpedere nasıl damat olabilirim?” ve bazısına da “O kızın validesi pek zengindir, damadını hükmü altına almak ister. Ben ona tahammül edebilir miyim?” diye her birine buna benzer birer kusur bulup reddederdi.
Şimdi Hüseyin Çorbacı’nın zevcesi babasıyla konuşurken biraz hiddetle azıcık dikçe söylediği, yukarıda yazılmış olan sözleri diğer odada ve validesinin yanında bulunan Osman Çorbacı işitmiş, validesine “İşte gördün mü bana kaynana olacak kadını? Onun kızı da güzelmiş.” demişti. Kendisi için aranılan kızların zaten zengin veya fakir olması evvelce konuşulmuş bulunmadığından kadın derhâl Osman Çorbacı’nın sözünü tasdik ederek içerideki odaya gitmiş ve kocasına “Ayşe için koca olacak delikanlı bizim Osman’dır, başkası ona koca olamaz ve zannederim Osman’a da başkası karı olamayacak. Herif yeniçeri, gene yeniçeri kızı istiyor. Kız da yeniçeri gene yeniçeri oğlu arıyor.” demişti. Hüseyin Çorbacı’nın karısı zaten meseleden haberdar bulunmadığı ve Seyfullah Ağa’nın zevcesinin ne söylediğini layıkıyla kavrayamadığı hâlde kendisinin Seyfullah Ağa’ya söylediği sözler için Seyfullah Ağa’nın zevcesinin lakırtısını ispat delili makamına koymak için tasdik yollu başını sallayarak “Evet öyledir ya. Elbette öyledir.” demişti. Bunun üzerine Seyfullah Ağa’ya da durgunluk gelerek “Vay siz işi pişirmiş miydiniz?” deyince kızın validesi evvelki sözün nereye gitmiş olduğunu anlayarak cevap vermeye davrandı. Osman Çorbacı’nın validesi daha evvel ortaya atılıp “Pişirmiştik ya. Pişirmemişsek bile işte şimdi pişirdik gitti.” diye vur tut pazarlık ederek ne olup bittiğini ne Seyfullah Ağa ne de kızın validesi anlayamadıkları hâlde “Aldık verdik.” sözü ortaya düşüverdi. İş bitti.
İşte Çorbacı’nın Ayşe ile izdivacı da şu suretle vuku bulmuştur. Gerek kız ve gerek çocuk boy bos güzelliği bakımından zaten birbirini beğenebilecekleri derecenin kat kat üstünde bulundukları gibi yaş ve düşünceleri de birbirine uyduğundan şükrederek ve hâllerine memnun geçinir giderlerdi.
Aradan iki üç sene geçince Osman Çorbacı babasını ve Ayşe Dudu da annesini kaybetti. Sırf lezzet ve saadetle geçireceklerini sandıkları ömrün içinde bazı bazı böyle büyük acılara da tesadüf edileceğini anladılar. Bir süre ağladılar, sızladılar, bir süre de sonu gelmez ayrılığın tesirli ateşi, olanca sıcaklığını muhafaza edebildi. Ancak bu hararet ne kadar devam edebilir? Aradan az bir zaman geçtikten sonra o da kalmadı ve Osman Çorbacı’nın, babası makamına çorbacı olması ile sevincinin de katılmasıyla eski şevk ve neşeleri gene yerini buldu. Ne olduysa gidenlere oldu.
Fakat bir hâl var idi ki gerek Ayşe Dudu gerek Osman Çorbacı için bayağı bir iç yarası olmuştu. O da Osman Çorbacı’nın çocuğunun olmaması meselesiydi. Aradan dört beş sene geçtikten sonra henüz çocuğu olmamak ana ve baba için iç yarası olabilir ya! Bu kadar hekim, bu kadar hocanın hiçbir faydası olmadı. Nihayet hekimler, hem de o zamanın hekimleri, Osman Çorbacı’ya “Senin çocuğun olmayacak, nafile paranı sarf etme, bu davadan vazgeç!” cevabını verdiklerinde Osman Çorbacı da ümidini kesmişti.
Şimdi bunların bu meseleden başka üzüntüleri yoktu. Bundan başka her muratlarına ererek vakit geçirmekte iken Rusya ile Devlet-i Âliye’nin arasındaki dostluk bozulmuş; Osmanlı ordusunun gereken yöne sonra sevk olunmak üzere Edirne sahrasına çıkması hakkında I. Abdülhamit emir vermişti. Osman Çorbacı ile Ayşe Dudu “şimdilik” diye birbirlerinden ayrıldılar. Ne fayda ki geçici olarak değil sonu gelmeyecek şekilde ayrılmış oldular. Şöyle ki:
Osmanlı ordusu İstanbul’dan Edirne sahrasına çıkıp oradan da Sofya’ya geçti. Osman Çorbacı’nın içinde bulunduğu bir fırka da Tuna boyuna doğru hareket etti. Böylece Çorbacı’nın İstanbul’dan ayrılıp bulunmayışı bir seneye yaklaşmıştı.
Şimdi İstanbul’dan hareketinin on birinci ayında zevcesinden bir mektup aldı. O mektupta kendisinin gidişinden sonra nur topu gibi bir oğlan doğurmuş olduğu yazılmış ve mektuba eklenerek çocuğun saçından da bir miktar gönderilmiş olduğunu görünce bir aralık “Aman! Allah bana da bir evlat verdi ha! Hem de erkek imiş… Öyle ise yeniçeri olacak…” diyerek sevincinden çıldırmak derecelerine geldi. Ve ne fayda ki sonradan İstanbul’dan ayrılışının üzerinden on bir ay geçtiğini vesaireyi hatırlayınca düşünmeye, düşündükçe keyfiyete verdiği ehemmiyet artmaya başladı. “Çok şey, beş-altı sene çocuğum olmasın ve herkes artık benim çocuğum olmayacak diye sözü kessin de şimdi olmuş olsun… Hem de aradan on bir ay geçmesinden sonra… Ne demek? Şimdi ben bu çocuğa benim oğlum mu diyeceğim? Allah göstermesin… Desene ki bizim Ayşe… Hayır, onu da demek istemiyorum amma başka ne demeli? Eyvah eyvah, evim barkım yıkıldı demektir. Karı kısmına güvenmek olmaz derler, sahiymiş…” diyerek öyle bir hâle geldi ki âdeta gözlerini ümitsizlik kanı bürüdü ve “Şimdi ben bir oğlum olmuş diye ocak arkadaşlarımın hangisine haber verebilirim? Hiç on bir ay ayrılıktan sonra bir adamın oğlu olabilir mi? Âleme karşı rezil rüsva olurum. (Ağlayarak) Ah zaten oldum gitti, baksana namusum ayaklar altına alınmış. Hınzır kahpe bir de tutmuş da nur topu gibi oğlan doğurdum diye göğsünü gere gere bana saçından da göndermiş. (Birçok vakit dalgın dalgın sustuktan sonra) Olmaz olmaz, artık âleme karşı bakacak yüzüm kalmadı, bari kendimi öldürüp kurtulmalıyım.” diye âdeta hiddetinden kendini öldürmeyi göze aldı. Fakat bir daha fikir değiştirip “Ne demek? Ben kendime niçin kıymalıyım? Kabahat benim mi ki? O hınzır kahpeyi paralayıp şimdiki hâlde kendisinin karalamış olduğu yüzünü al kanlara boyamalıyım. Yapar mıyım yaparım. Bıçağım hakkı için yaparım. Bari ayıbımızı kara yer örtsün.” dedi.
Olacağa dikkat etmeli ki mektubun tarihi olmayıp Yeni Cami’deki yazıcı tarih makamına yalnızca koca bir m çekmiş olduğu gibi çocuğun ne zaman doğduğunu da izah etmeyip yalnız “Şükür Mevla’ya nur topu gibi bir evlat ihsan eyledi.” ibaresini yazmış idi. Osman Çorbacı ise yeniçeri. Bunda bir yanlış olma ihtimalini düşünür mü? Kâğıt İstanbul’dan kaç günde gelmiş onu hesap edebilir mi? Ve bir kere karıyı kabahatli çıkardıktan sonra fikrini geriye almak elinde mi? Biçare kadıncağız top uğruna gitti vesselam. Çünkü çocuk Osman Çorbacı’nın İstanbul’dan hareketinden tam sekiz ay yirmi beş gün sonra doğmuştu.
Osman Çorbacı’nın zikrolunan mektubu aldıktan sonra nasıl bir hâl almış olduğunu tarif edebilmek için ne kadar çalışmış olsak azdır. Biçare adamcağızın gece uykusunda bile rahatı, huzuru kalmadı. Ne vakit gözlerini kapayacak olsa gözü önüne hanesi ve karısı gelir; karısını da daima başı sarıklı ve efendiden bir zatın şımartıcı ve yalvaran aguşunda görür idi. Bu hâlin, öteden beri zevcesini en ziyade başı sarıklı takımdan kıskanmasından ileri gelmiş olma ihtimali uzak değildir. Bundan sonra zevcesini vurup öldürmek isterdi fakat kadın mahmur gözlerini çevirip de yüzüne bakar bakmaz elleri titreyerek vurmaya eli varamaz idi. Sabah olup da yatağı içinde oturarak gece gördüğü şu korkulu rüyayı tabir etmeye çalışır, edemez ve derhâl fikri gene dönerek “Rüyaya bakılır ise ben İstanbul’a gitsem ve Ayşe’yi sevgilisiyle diz dize oturur iken bulsam bile demek oluyor ki vurmaya elim varmayacak. Ah, nasıl varabilir! Secde eder gibi yüzümü, gözümü sürdüğüm zaman sakalımın tıraşı batmasın diye çekindiğim sinesine şimdi nasıl bıçak sokabileceğim? Güzel amma namussuzluğa da nasıl tahammül edebilirim? Ya Rab bu beladan kurtulmanın çaresi nedir? Aman Rabb’im senin ocağına düştüm, bu belayı bana sen verdin, çaresini de senden başka bulacak kimse yoktur. Bari şu anda beni öldür de kurtulayım gideyim.” hasbihâliyle ağlamaktan kendisini alamaz idi. İşte biçare beş on gün böyle cehennem ateşi gibi bir ateş içinde yandı gitti. Kendisi için bu süre içinde aklını bozmak işten bile değil idi. Zaten aklını bozmak da başka türlü olmaz ya! Bir gece gene yazıldığı gibi gördüğü müthiş bir rüya üzerine kalkıp fırka kumandanı bulunan zatın huzuruna çıkarak İstanbul’da zevcesi vefat ettiğinden kısa bir süreliğine İstanbul’a gitmek için izin istedi; fakat bu izni öyle bir tavır ve çehre ile istedi ki sahiden zevcesi vefat etmiş olmak şöyle dursun belki evi barkı berbat olmuş bulunduğuna etrafıyla delalet eder idi. Kumandan Ağa, Osman Çorbacı’nın ağlamaktan kızarmış, kan çanağına dönmüş gözlerini henüz ızdırap gözyaşıyla dolu bulunan kirpiklerinin arasından görünce yüzünün üstünde işlenmiş olan başka birçok ümitsizlik ve matem izinden başka bir izaha da gerek duymadan Çorbacı’nın İstanbul’a gitmeye herhâlde mecbur bulunduğunu anlamıştı. Hâlbuki Osman Çorbacı’nın kumandandan bu suretle izin istemesi fevkalade bir şeydi. Bir yeniçeri için ordugâhı izinsiz terk etmek işten bile değildi. Bunu çok iyi bilen Kumandan Ağa, Osman Çorbacı’nın istediği izne razı olmakta dakika kaybetmemiştir.
Bu zamana kadar Osman Çorbacı çocuğunun olduğundan kimseye bahsetmemişti. Kumandandan izni aldıktan sonra ocak arkadaşlarına zevcesinin doğururken vefat ettiğini, hanesince olan işlerini görmek için İstanbul’a gideceğini ilan etti ve Hasan Pehlivan isminde olan bir topçusunu yanına alarak Edirne yoluyla İstanbul’a doğru ordugâhtan hareket etti.
Bu Hasan Pehlivan, Osman Çorbacı’dan daha genç, henüz yirmi dört yirmi beş yaşında bir yiğit olup fevkalade cesaretli idi. Topçuluktaki maharetinden dolayı Osman Çorbacı kendisine âdeta arkadaş muamelesi eder idi. Bu hâl ile beraber yol esnasında Osman Çorbacı’nın kendisine asla ağız açmayarak başını koynuna sokmuşçasına eğilip daima üzüntü ile konuştuğunu ve başını ancak gözlerini ve burnunu silmek için kaldırdığını görünce yüreği üzüm üzüm üzülüyordu. Bu hâlde Çorbacı’ya kendisi dahi velev ki teselli yolunda olsun hiçbir söz söylememeyi ve biçareyi kendi hâline bırakmayı kararlaştırmıştı.
İki gün birlikte yol yürüdüler ve Osman Çorbacı da zaruri ihtiyaçlardan başka Hasan Pehlivan’a hiçbir söz söylemedi. Nihayet üçüncü günü idi ki artık tamam, Balkan Dağları’nı aşmışlar ve öte yakasında yani Edirne kırı yönünde bir dağın eteğine inip heybelerindeki erzakı çıkararak kuşluk yemeği yemeye oturmuşlardı. Osman Çorbacı ovaya doğru baktı, baktı; birdenbire elini yemekten çekerek ve gözlerini kırpıştırarak gözlerinden dolu tanesi gibi yaşlar akıtmaya başladı. Hasan Pehlivan artık dayanamayıp aklınca teselliye kalkıştı:
“Çorbacı! A kardeş! Sen çocuk değilsin, ben de senden büyük değilim ki sana teselli vereyim. Pekâlâ bilirsin ki ölünün ardı sıra ölünmez.”
“Ah Pehlivan! Sen şimdi benim yerimde olsan…”
“Vallahi ben senin yerinde olsa idim şimdiye kadar çoktan unuttum gittim idi. Aklıma gelse bile ‘Artık o toprak oldu, belki de toprağında otlar bitti.’ derdim.”
“Ya henüz toprak olmadı ise?”
“Ay bacı öldü dedin idi ya!”
“Henüz ölmedi, fakat ölecek.”
“Bu nasıl laf? Dinini sever isen…”
“Ah kardeş ah! Keşke hınzır kahpe eceliyle gebermiş olsa idi.”
“Canım ne oldu?”
“Ne olacak namusumu ayaklar altına aldı.”
“Ey?”
“Evet, hiçbir karı bir sene sonra doğurabilir mi? İşte bizim karı bir sene sonra doğurdu. Ben bu arımı nereme koyabilirim?”
“Canım bu kadar ah etme, mutlaka bir yanlışlık olmuştur.”
“Yanlışlık manlışlık var mı ya? Ben İstanbul’da iken ne gebe idi ne bir şey. Hem de beş senedir benim çocuğumun olduğu yok. Hekimler hocalar sözü kestiler ki benim çocuğum olmayacak. Ben kısırım, kısırım. Şimdi bu çocuk meleklerden mi oldu? Yezit kahpe tutmuş da bana saçından da göndermiş.”
“Ey sanki İstanbul’a niçin gidiyorsun?”
“Ben de bilmiyorum. Fakat bu namussuzluğa tahammül edemeyeceğim belli bir şeydir.”
“Evet dediğin gibi ise tahammül edilemez.”
(Son derece kızgınlıkla) “Hasan, bu benim dediğim gibidir, günahı var ise benim boynuma… Sana dedim ya benim çocuğum olmayacak, hatta ben İstanbul’da iken bile bu çocuk doğmuş olsa idi ben kabul etmez idim. Eşek değilim ya? Bu haber geldi geleli her gece rüyamda başı sarıklı bir herifi karının yanında görmekteyim. Ama her gece mi her gece! Artık demek oluyor ki bunu bana Allah gösteriyor. Ama sen diyeceksin ki karıyı bırak. O karı sağ kaldıkça benim namusum yerini bulmaz. Bir kere dadandıktan sonra karı artık tek durur mu? Fakat herkes ona gene Osman Çorbacı’nın karısı der. Pehlivan, bu karıyı öldürmeliyim. Öldürmeliyim ki ayıbımızı kara yerler örtsün. Fakat nasıl öldürmeliyim? Öldürmeye elim de varmayacak. Hatta rüyamda bile varmıyor idi.”
Hasan Pehlivan, Osman Çorbacı’nın bu sıkıntılı hâlini görünce ne edeceğini ve ne diyeceğini şaşırıp kaldı. Kalkıp hayvanlara bindiler, yola düştüler. Osman Çorbacı gene söze başladı:
“Hasan! Sen bu iş için ne düşünüyorsun?”
“Vallahi efendim, bir şey düşünemiyorum. Bakıyorum, bakıyorum da senin hakkın var gibi görüyorum. Çünkü beş sene çocuğun olmamış, ondan sonra da bir sene sonra doğurmuş…”
“Ey bu iş benim dediğim gibi ise bana gelen namussuzluk senin de namusuna dokunmaz mı? Yoldaşız be, ocak yoldaşıyız. Hem de seninle âdeta kardeşiz.”
“Maşallah! Elbette dokunur, ona söz mü ister? Fakat boş yere karının murdar günahına girmek de yiğitliğe yakışmaz ya!”
“Pehlivan! İşte ben hiç şüphe etmem ki hınzır karı bana bu hıyaneti etmiştir. Dünyada da ahirette de bu sözü söylerim. Hem bir şey daha var. Eğer bu karı o hıyaneti etmemiş olsa bile benim yüreğim böyle çürüdükten sonra artık o bana karı olmayacak.”
“Öyle ise boşayıver.”
“Hayır boşayamayacağım da. Demincek dedim boşayamam, bunu mutlak öldürmeli. Bizim de bir kanımız bu olsun.”
“Öyle deme ‘Bir kanımız da bu olsun.’ de. Çünkü kan yalnız bundan ibaret değil ya?”
Osman Çorbacı sözü bu dereceye kadar dökebilmiş olduğundan dolayı yüreğine biraz rahat gelerek bir çubuk daha yaktı ve keseyi Hasan Pehlivan’a attı. Çubuklar yandıktan sonra gene söze devam ettiler.
“Hasan Pehlivan! Bu iyiliği senden isteyeceğim. Beni bu beladan sen kurtarmalısın, çünkü benim yüreğim bu karıya kıyamıyor, kabul de edemiyor. Benim gözüm görmesin de sen ne yapar isen yap.”
“Bu dediğin şey kolay bir şey. Eli yok ayağı yok bir karının kafasını kesivermek de iş midir? Fakat sana bir şey söyleyeceğim, İstanbul’a gidelim, çocuğu görelim ve eğer sana benziyorsa karıya kıymak olmaz.”
“Yabanın piçi nerede bana benzeyecek?”
“İşte bakalım, sana benzemiyor ise o vakit istediğini yap.”
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/ahmet-midhat/yeniceriler-69429547/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
notes
1
Yeniçeri Ocağı: Kurulduğu zaman hakkında türlü fikirler ileri sürülmüş olan ve en çok 1329 tarihinde temeli atıldığı söylenen asker ocağı. Birçok yararı görüldüğü gibi son zamanlarında ziyade fenalaşmış ve nihayet 1825 yılında yerine yeni askerlik sistemi getirilmek üzere kaldırılmıştır.
2
Çorbacılık: Yeniçeri kurumundaki bölük ağalığının halk arasındaki adı.
3
Kadı efendi: Şeriat mahkemesi reisi.
4
Kalafatçı: Gemilere kalafat yapan, denizci askerlerin bu işle uğraşan kısmı.
5
Defterhane: Tapu işleriyle uğraşan daire.