Karnaval

Karnaval
Ahmet Mithat Efendi
"Karnaval" Ahmet Mithat Efendi’nin hikâyenin kahramanlarını bizlere tanıttığı ve olayların temellerini sunduğu "Karnaval Öncesi", olayları ayrıntılandırarak anlattığı hikâyenin esas kısmını oluşturan "Karnaval İçinde" ve olayların birer birer sonuca bağlandığı "Karnavaldan Sonra" olmak üzere üç kitaba ayırarak yazmış olduğu romanıdır. Ahmet Mithat Efendi döneminin toplumsal yapısını, birbirinden farklılaşan insan ilişkilerini, aşklarını ve “balo macerasını” ustaca ve sürükleyici bir şekilde hikâye ederek okuyucuya sunmaktadır. "Karnaval geldi. O ziyafet meclisleri süslenip donatıldı. Hem de ne şekilde süsleniş! Öyle yalnız bir oda içinde, dört kadeh ve bir şişe ile birkaç tabak mezeden ibaret bir hazırlık değil! Bütün Beyoğlu ve Galata yekpare bir safahane kesilmiş, balo verecek olan salonların önlerinde rengârenk bayraklar dalgalanıyor ki dünya yüzünde bayrağı olan ne kadar millet varsa hepsinin elvan-ı milliyesini buralarda görebilirsiniz. Yalnız bayraklar mı? Şimşir, defne, taflan gibi her zaman zümrüt gibi yemyeşil bulunan dallar ile balohanelerin içleri dışları donatılmış. Geceleri rengârenk fenerler de asılıyor. Kapıların önünde kapı kadar yaldızlı levhalar o gece orada bir büyük umumi balo verileceğini ve maskeli olsun, maskesiz olsun gelinebileceğini, vesaireyi vesaireyi âleme ilan ediyor…"

Ahmet Mithat Efendi
Karnaval

Ahmet Mithat Efendi, 1844 yılında İstanbul’da doğdu. İlköğrenimine Vidin’de ağabeyinin yanında başladı ancak okulu yarıda bırakıp İstanbul’a döndü. Mısır Çarşısı’nda bir aktarın yanına çırak olarak girdi. Bu arada özel olarak edebiyat ve Fransızca dersleri aldı. Dört yıl sonra tekrar ağabeyinin yanına Niş’e giderek ortaokulu bitirdi.
Ahmet Mithat, ilk memuriyetine 1864 yılında Vilayet Mektubi Kaleminde başladı. 1868’de Tuna gazetesinde yazar, bir yıl sonra da başyazar olarak yazmaya başladı. 1869 yılında Zevrâ gazetesinin müdürü oldu ve burada Doğu ve Batı kültürü ile yoğrulmuş bir çevre edindi.
İlk kitapları Hâce-i Evvel serisi ile Kıssadan Hisse’yi Bağdat’ta kaleme aldı. 1871 yılında Bağdat mutasarrıfı olan ağabeyinin ölüm haberi üzerine İstanbul’a döndü. Ceride-i Askeriye’ye başyazar oldu. Bu arada Tahtakale’de oturduğu evine matbaa kurdu ve kendi kitaplarını basmaya başladı. Bir yıl içinde matbaasını genişleterek önce Sirkeci’ye sonra Beyoğlu’na nakletti. Aynı yıl, arka arkaya kapanan Devir, Bedir ve Dağarcık dergilerini çıkardı. Dağarcık ancak 10 sayı yayınlanabildi. Bu dergide çıkan “Duvardan Bir Seda” başlıklı yazısı nedeniyle 1873 yılında, İslam düşmanlığıyla suçlanarak Genç Osmanlılar’la birlikte Rodos’a sürüldü. Üç yıl süren sürgün hayatında çocuklar için Medrese-i Süleymaniye’yi kurdu ve burada ders verdi. Ders kitaplarını ve ilk romanlarını yayınlamaya başladı. V. Murat padişah olunca affedilerek İstanbul’a döndü.
Ahmet Mithat Efendi, İstanbul’da 1878 yılında Tercüman-ı Hakikat gazetesini çıkarmaya başladı. II. Abdülhamit’tin desteğini aldı ve 1879’da Matbaa-i Âmire müdürü, 1895’te Umûr-ı Sıhhıye ikinci reisi oldu. Çeşitli hocalıklarda bulundu. 1889’da Stockholm’da toplanan Şarkiyatçılar Kongresi’ne katılmak için gittiği Avrupa’da iki buçuk ay kaldı ve dönüşünde gezi intibalarını yayınladı. İkinci Meşrutiyet’ten sonra emekli olarak Darülfünun, Medresetülvâizîn ve Darulmuallimâtta genel tarih, dinler tarihi ve felsefe tarihi dersleri okuttu. İstanbul’da vefat etti. Kabri Fatih Camii haziresindedir.

Ön Söz
Asıl sözümüze başlamadan evvel, karnaval ve balolar hakkında okurlarımız ile birkaç lakırdı etmek isteriz. Aslında bazı eserlerimizde balolar hakkındaki gözlemlerimizin bir kısmını açıklamış isek de Karnaval başlıklı bir romanın en başlıca zemini balolar olacağından, bu konuda biraz daha genişletilmiş bilgiler vermeye lüzum görmekteyiz.
Dünya, her zaman, şimdiki gibi bir eşit özgürlük dünyası değildi. Ama şimdi dahi hürriyet eşitliği dünyası olmadığını dava edenler ile uğraşmak da istemeyiz. Hatta davacılarımız birçok yönlerden hak dahi kazanırlar. Zira yeryüzünde medeniyet dairesine girerek toplumsal hukukunu sağlamış olan memleketler, yerkürenin yüzölçümüne oranla yirmide bir derecesinde kalmadığı gibi medeniyetçe ilerlemiş memleketler dahilinde bile toplum hukukunu en çok yararına kullanmayı bilmekte olan birtakım namus sahibi kimselerin, birçok rezil ve sefil kimselerden ne derecelere kadar çekinmekte olduğunu görmekteyiz. Hürriyet ve esaret hep ölçüsü olan şeylerdir. Bazı kere olur ki bir Şirket-i Hayriyye[1 - Şirketi Hayriyye: Şehir hatları vapur işletmesi] vapurundan çıkmak konusunda herkesin hukuk ve hürriyeti eşit olmak lazım gelir iken, en geride olan bir terbiyesiz, sırf terbiyesizliği çerçevesinde kendisine edinmiş olduğu bir cüretle, önünde bulunan yüzlerce adamı yara yırta geçtikten başka, arkasında bulunan koca bir küfeyi dahi geçirip böylelikle her kimin üzerine dokundurur ise berbat eyler.
Bir zamanlar… Fakat birkaç sene, birkaç asır değil, birkaç bin sene evvel geçmiş zamanlarda Romalılar gibi medenileşmiş büyük milletlerde halk soylular, asker, sanatkâr ve köleler diye birçok sınıfa ayrılmış idi. Kılıç takmak izni bir sınıfa mahsus olduğu gibi açık açık şevk ve şetaret[2 - Şetaret: Şenlik, neşe.] etmek cüreti dahi bir sınıfa mahsustu. Sözün kısası, halk sınıflarından her birinde birtakım imtiyazlar vardı ki diğerleri bunlara gıpta ederlerdi.
Bu gıptanın yalnız küçükler tarafından büyükler hakkında edileceği düşünülmemelidir. Gerçekte, halkın en düşük sınıfı olan köleler tarafından bu gıpta, haset derecesini de geçerek büyükler aleyhinde düşmanlık derecelerine vardırılmış ve buna bağlı olarak, “Böyle insani haklarımızdan yoksun yaşayacağımıza ölmek hayırlıdır.” diye büyük isyanlara kalkışılarak dereler kadar kanlar döküldüğü de tarihlerde yer bulmuş ise de bu durum, en büyüklerin bile en küçüklere varıncaya kadar kendileri altında bulunan sınıflar hakkında gıptalarını ortadan kaldıramamıştır.
Böylelikle, senede bir, belirli bir süre boyunca bütün âdetler ve resmî kanunlar yürürlükten kalkarak herkesin eşit ve herkesin mutlak özgür olmak üzere ömür sürmesi, önceleri bir âdet şeklinde baş gösterip yavaş yavaş bu âdet, kanun hükmünü dahi almıştır. Çünkü kanunların asıl temelinin, ahlak ve millî töreler veyahut ahlak ve millî törelerin ortaya koyduğu sonuçlar üzerine medeni kanunlar yapmak olduğu, âdeta her akıl ve düşünce sahibi aydının hükmeylediği bir şekildir.
Herkesin mutlak özgürlük üzre yaşaması için genel olarak müsaade verilmiş olan zamanlar, işte şimdiye kadar devam edip, hatta gittikçe daha da ileriye gitmiş bulunan karnaval zamanlarının başlangıcıdır. Bu süre boyunca yalnız halka saldırı ve başkasının hakkına tecavüz sayılacak suç ve cinayetlerden başka, herkesin keyfi ne yolda isterse öyle eğlenmesine ve birçok rezaleti bile alenen yapmasına kimsenin karşı koymaması hakikaten bir kesin hüküm ve kanun şeklini almıştır.
Karnaval, Hristiyanlığın başlamasından evvel, yani putperestlik zamanlarına aittir. Hristiyanlık dini, Roma taraflarına yayıldığı zaman, bu âdeti uygun görmemiş ise de halk karnaval serbestisinden istifade için âdeta dünyayı terk etmeyi bile göze aldığından, Roma kilisesi bu konuda işleri zamana bırakmaya ve görmezlikten gelmeye mecburiyet görmüş ve bu zamana bırakış ve görmezlikten geliş uzadıkça, bir izin hâlini alıp yavaş yavaş o izin dahi hükmünü arttırmış ve yeni çağlara ayak uydurma gelişmeleri ile karnaval şenlikleri, Hristiyanlık kanunu olmak derecesini bulmuştur.
Roma’da, Venedik’te ve diğer Avrupa’nın bütün meşhur yerlerinde karnaval denen ipini koparmışlık ve bu süre boyunca gerçekleştirilen cümbüşler o derecelere kadar varmıştır ki gece olsun gündüz olsun, şehrin her tarafı kesintisiz bir bayram hâlinde bulunarak herkes zevki ve keyfi ne ise onu yapmakta kendisi için hiçbir engel, hiçbir zahmet farz edemez. Kendi sınıfsal konumu, onuru, eğer kendi kalp ve gönlünde yatanları (açıkça) yerine getirmeye müsait olmazsa, yüzüne bir de maske koyar. Zaten herkesin her istediği kıyafete girmesi karnavalın asıl gereklerindendir. Askerin başı bozuk ve başı bozuğun asker elbisesi giymesi gibi herkesin mesleği zıttında kılıklara girmesi şöyle dursun, şehirlinin köylü ve vahşi, köylünün şehirli kıyafetlerine girmesi de şu tarafa kalsın, erkeklerin kadın ve kadınların erkek kıyafetlerine girmeleri gibi doğal yaradılış cinsiyetlerine aykırı olan kıyafetlere girmeye kadar bile varırlar.
İmdi balo denilen şey, işte bu karnaval başıboşluğu sırasında, o serbestinin gereklerini sokak ortalarında icra etmeyip de bir büyük salonda icra etmek için toplanan cemiyetler demektir.
Balonun türlüsü olur. Evvela demincek dediğimiz gibi karnaval başıboşluğunu icra için bir salonda toplanmak şeklinde düzenlendiği gibi bir bahçede, bir kırda dahi balolar düzenlenir ki buna “bal champetre” derler. Ancak sıradan balo denildiği zaman herkesçe hatıra gelen şey, büyük bir salonun içine erkek, kadın birkaç yüz veyahut birkaç bin adamın toplanarak birbirine denk bir hürriyet üzere eğlenmeleri konusu olur.
Bal champetrelerden başka salonlarda icra olunan baloların dahi türlüsü olur. Şehrimizde “tavşan balosu” denildiği üzere, Galata’da en rezil ve sefil karıların kendi düşkünleriyle toplandıkları pis balolardan başlamak ile bir sefarethanede önde gelen büyüklerin toplandıkları balolara kadar, saygınlıkça birçok derecesi vardır. Resmî balolar olur ki oralara prensler ve hükümdarlar bile gelirler. Dikkat edilse görülür ki bunların dahi hepsi hep eşitlik üzre özgürlükten istifade amacıyla düzenlenmiştir. En saygın, en resmî bir balo için bir davetiye alma şerefine nail olanlar, ister bir sefarethanenin dördüncü, beşinci kâtibi olsun; ister bir prens bulunsun eşit olarak dostluk edeceklerdir. Aslında kibarlık âleminde eşitliğin o kadar mükemmeli olamaz ise de bir baloda mümkün mertebe bu dengeye dikkat edilecektir. Mesela bir sefaret kâtibi, bir kontes veyahut prenses, huzuruna takdim olunduktan sonra bir aralık zatıalilerinden bir vals veya polka rica edecek olursa, başka bir kişiye söz vermiş olmak gibi bir özür göstermeksizin ret cevabı verirse, bunun nezakete aykırı olacağını kontes veya prenses hazretleri pek iyi bilirler. Bununla beraber kâtip eğer genç, güzel ve kültürlü olursa ret cevabı almayacağına ve nihayet üçüncü veya dördüncü oyun için bir vaat ile müşerref olacağına emin olabilir. Bunun gibi kâtibin karısı olup da genç, güzel, şen ve şatır[3 - Şatır: Neşeli.] da bulunursa, bir kontun veya bir prensin o kadını dansa davet etmesi yalnız kadın için değil hatta kocası için dahi bir şeref ve şan olarak görülür.
Biz izah etmeksizin okurlarımız anlarlar ki böyle büyük bir baloda, zevk ve sefada herkese tanınan eşit haklardan pay almak için bir kont veya dük olmak derecesindeki büyük rütbelere karşın insanın bir âciz kâtip olmak derecesindeki seviye düşüklüğü engel değildir. Belki, kadın olsun erkek olsun yaşı geçmiş, zaten gençliği zamanında dahi güzellerden sayılmamış ve hele zekâ ve zarafetten hiçbir zaman nasip görmemiş olmak, bir dereceye kadar engel sayılır. Çünkü öyle bir adam, bir kontes veya prenses değil sıradan bir kadına gidip de bir dans teklif edecek olsa, mutlaka kendisinden evvel birkaç kişiye söz vermiş olduğundan bahisle, kadın tarafından nazikâne bir ret cevabı alacağı gibi böyle bir kimse kadın olursa, hatta kontes ve prenses bile olsa pespayegân[4 - Pespayegân: Rütbece alt seviyede olanlar, ayak takımı.] tarafından bile bir dansa davet pek ender olarak meydana gelebilir.
Bununla birlikte, her ne sebebe dayanıyor olursa olsun balolarda, doğrudan doğruya ümitsizlik görenler için bir de talih yolu açılmıştır ki en kibar baloların eşitlik üzre eğlencelerini tamam eyleyen şey de bu sayılsa yeri var. Bu usul dansa, “cotillon” derler.
Mesela balonun parlak bir zamanında salona iki uzun sırık getirtilmiş olduğunu görürsünüz ki bu sırıklar, bayrak sırıkları gibi dik tutulmuş olduğu hâlde, birer uçları sırığın tepesine bağlanmış olan rengarenk kurdeleler aşağıya doğru sarkarlar. Sırıklardan birisi kadınlara diğeri erkeklere sunulur. Gerek kadın gerek erkek, kurdelelerden birer tanesini elleriyle tutarlar. Erkek, tuttuğu kurdelenin rengini diğer sırıkta hangi kadın tutmuş ise o kadın ile oynayacaktır. Artık hangi madam veyahut matmazel ile oynamak hevesinde olup da bir türlü müsaade almakta başarılı olamamış iseniz, o kadının hangi renkte olan kurdeleyi tuttuğuna dikkat ederek koşup erkekler sırığında o rengi yakalamaya çalışmalısınız. Fakat bu işinizde, ahbaptan bir kişinin düştüğü hataya düşmemeye gayret ediniz. Şöyle ki:
Elçilik çalışanlarından birisinin balosunda ahbaptan birisi, dansına pek fazla heveskâr olduğu bir kadının sarı renkli kurdeleyi tuttuğunu görünce ve diğer sırıkta bu kurdelenin boşuna sallandığına dahi dikkat edince, koşup kurdeleyi tutmuş ve emeline nail olduğu için dünyalar kadar sevinmişti. Meğer kadın sarı kurdeleyi elinde tutarken, bizim dosttan bir dakika evvel o renkli kurdeleyi elinde tutan adam, madamın belinden sarılıp dansa başlamış ve madamdan sonra kurdeleyi, rüyada görülse ürkeklik verecek olan diğer bir çirkin kadın tutmuş imiş. Zavallı dostumuz sarı kurdeleyi tutarak heveskâr olduğu güzel madam ile oynayacağı rüyasında iken talih kendisini o korkunç madamın kucağına atmıştır.
Cotillon’un daha birçok türlüleri olur. Mesela, iki sepet çiçek getirirler ki birisinde ne renk, şekil ve cinste çiçek varsa diğerinde dahi onların aynıları vardır. Bu sepetlerin birisini kadınlara ve diğerini erkeklere sunarak herkes bir tanesini alır, ya elinde tutar ya göğsüne takar. Sonradan kendi çiçeğinin aynını hangi kadında görürse o kadın ile dans eder. Şu kadar ki bir defasında gayet güzel bir kadın, kendi elinde olan çiçeğin aynını hiç sevmediği erkeğin göğsünde görünce, o erkeğin, kendisini bulup haklı olarak oynatmaya mecbur etmesin diye elindeki çiçeği ortadan yok etmiştir. Aslında ayıp etmiştir. Ancak bu hareket, şöyle bir kitaba yazılmış olunursa, çirkince olan efendiler ondan ders alarak bir daha cotillon için verilen çiçeği ellerinde tutarlar. Belki ellerinde gizleyip aynını hangi kadında görürlerse hemen gösterip onunla oynamak hakkını ispat ederler. Ama o kadın dahi dansı arzu edilmeyecek çirkinlerden olursa, artık zavallı erkek bahtına küssün.
İşte en büyük ve resmî bir baloda eşitlik ve özgürlüğe bu derecelere kadar müsaade verilip gerekleri yapılırsa, artık en küçük bir tavşan balosunda ne derecelere kadar başıboşluk olacağını buna kıyas etmelidir. Biz şu kadarcık haber verelim ki oralarda takdim ve sunuma gerek olmadığı gibi istediğiniz kadın ile oynayabilmek için cotillona filan da gerek yoktur. Oraya gelen her kadın, her erkek ile oynamak için gelmiştir. Hangisinin beline sarılacak olsanız memnu-nen kollarını sizin omuzlarınıza atar. Meğerki o gece balodan sonra “souper” edecek ve geceyi de beraber geçirecek olan müşterisini evvelden hazırlamış olsun.
Halk baloları, eğlencede aşırılıklara kaçmaya cesarete ve atılganlığa ve hatta rezilliklere en uygun bir yer olduğu hâlde, bu herkesin gözü önünde açıkça gerçekleştirilen rezillikleri iyilik yolunda kullanmak için bir de hayır işleri amacı güdülerek düzenlenir. Diğer bir türlü balo icat edilmiş olması tuhaftır. Bir mahallenin fukarasına, çocuklarının okullarına, kısacası bir tarafa bağışlanmak üzere üç beş kimse bir yere toplanıp bir balo organize ederler. Her tarafa biletler gönderirler. O biletler giriş biletleri olup birer liraya veya daha aşağı ya da daha yukarı fiyatlarla satılır. Bundan para toplanıp onun bir miktarını balo giderlerine ayırdıktan sonra kalanını bağışta bulunulacak yere teslim ederler.
Baloların çeşitleri hakkında buraya kadar verdiğimiz kısa bilgileri yeterli görelim. Biraz da baloların kıyafetçe olan çeşitlerine bakalım:
Kibar balolarda ve özellikle de resmî balolarda genellikle yüzlerine maske koymazlar. Kıyafetleri de hemen birbirine denk gibi bir şeydir. Bir beyaz gömlek, bir yelek, bir beyaz boyun bağı ile bir siyah setri ve pantolon erkeklerin genel kıyafeti olup nişanları olanlar nişanlarını takarlar. Bazı kere üniformalarını dahi giyerler. Kadınlara gelince; elbiselerinin rengi kendi kararlarına kalmış ise de biçimleri hemen aynı biçimdedir. Bu giysilere dekolte derler ki açık demek gibi bir şey olup hakikaten bu tarz elbise gayet açıktır. En kapalı yer eller olup bunlar güderi eldivenler içine sımsıkı sokulmuşlardır. Eldivenden omuzlara kadar kollar anadan doğma açık olup anadan doğmadığı zamandan fazla bir şey görülürse, o da madamın koltuk altındaki kıllarından ibarettir. Göğüs, memeler hizasına ve sırt dahi kürek kemiklerinin altına kadar çırçıplak açık olup mide üzerine kadar çıkan fistan büsbütün düşmesin diye omuzlara kadar askı gibi birer kumaş parçası ile asılırlar.
Ne o? Galiba imrendiniz! Aslında gözünüzün önüne bir kol geldi ki ona asma kabağı diye bir benzetme bulanlar âdeta eşeklik etmiş sayılırlar. Bu kolların bitişik oldukları omuzlar ile göğüs o kadar geniş, güzel, beyazdır ki mermerden heykeller bunların yanında hiç kalırlar. Hele o ense, o arka, olur olmaz göğüslere, gerdanlara da kıskançlık vermeye yeterdir… Gözünüzün önüne bunlar geldi de onun için imrendiniz değil mi?
Fakat o kadar acele etmeyiniz. Bir baloda, böylelerini görenleri ve hatta tasavvur edenleri imrendirecek kollar, göğüsler, enseler o kadar bol değildir. Ne kadar çöp gibi kollar vardır ki en yetenekli üstatların yaptıkları makyajlar bile onları ağartmaktan aciz kalırlar. Ne kadar yufka göğüsler vardır ki sahibeleri, nasıl olup zamane mucitlerinin balolarda kadınlar için birer yapma göğüs icat etmemiş olduklarına şaşkınlık içinde üzülürler. Bereket versin ki bu madamların enselerinde dahi ikişer gözü olup da arkalarını görmezler. Zira görecek olsalardı kürek kemiklerinin sivrilip çıkmasından ve bel kemiğinin sanki yuvarlak değil çukur imiş gibi gömülüp gitmiş bulunmasından ürkerlerdi.
Yaradılışında olan eksikliğin tamamlanması için pek çok iş gücü ve zaman harcanarak mesela Avrupa’da, erkeklerin diz çorabı giydikleri zamanlar, baldırları ince olan ve bizce “mum bacak” denilen erkekler için birer yapma baldır icat olunmuş ise de bunlar diz çoraplarının altında kalarak gizlenebilirlerdi. Kolların, göğsün, sırtın ise derisi, yani cilt güzelliği görülmesi arzu edilmekte olduğundan, bunların yapmaları icat olunamayıp yalnız cilde renk ve canlılık vermek için türlü türlü yağlar, sular, tuzlar falanlar icat olunmakla kalınmıştır.
En saygın balolarda giyimler bu kadar dekolte oldukları hâlde, artık en rezilane balolarda bu açıklığın ne derecelere kadar varacağını anlatmaya gerek kalır mı? Kalırsa, şu kadar bir şey diyelim ki bir zaman Paris’te bu yoldaki bir baloya Rigulbouche isminde bir meşhur aşüftenin yalnız, başındaki saçlarıyla süslenmiş olduğu hâlde gittiği birkaç sene evvel gazetelerde görülen bir fıkradan anlaşılmıştı. Şu kadar ki elleri çıplak olduğu hâlde baloya gidilmesi pek büyük ayıplardan olduğu için Rigulbouche’un dahi o kıyafetle gittiği akşam, ellerinin eldiven içinde saklı olduğuna asla şüphe etmemelidir.
Zaten vücutlarının en güzel yerlerini erkeklere gösterip imrendirmek kadınların hoşuna giden bir şey olması nedeniyle dekolte elbise gittikçe açılmış olduğu gibi bu elbiselerin omuzlarını, göğüslerini, arkalarını açıp da ondan aşağısının kocaman bir etek içinde gizlenmiş olmasına karşılık bir de bazı en cüretli kadınlar için balette kıyafetini icada yol açmıştır ki bu kıyafeti de en kısa bir tarif olmak üzere ‘donsuz olduğu hâlde kısacık bir fistan giymek’ diye tabir eylemiş olsak, mazur görülmez miyiz? Çünkü bunun için mayo adında bir şey icat olunmuştur ki ipekten veyahut iplikten yapılmış gayet dar bir fanila don demek olup renginin de insan teni renginde olmasıyla, ondan bir tanesini bacaklarına takan ve onun üzerine dizden yukarda kalacak derecede kısacık bir etek giyen kadının, çıplak olduğu hâliyle, bu eteği giydiğindeki şu hâli arasında hemen hiç fark kalmamış olur.
Yok, yok! Bir fark kalmış olur. Şu ki kadın o kısacık eteği gerçekten çırçıplak giyecek olsa, bacaklar ile dizler ve baldırların bazı yerlerinde göze hoş gelmeyecek birtakım uygunsuzluklar olabildiği hâlde, mayo bunların hepsine toptan bir uyum vererek bacakları kalıptan dökme gibi bir hâle getirir. Bacak güzelliğince zengin bir kadın, şu mayo mucidine pek ziyade minnettar olabilir, aslında mayoların gömlek, fanila gibi bir de arkaya giyilenleri olduğundan, kol, göğüs ve sırt konusunda biraz fakir ve züğürt olan kadınların dahi onları giyerek kendilerini düzgün gösterebileceği akla gelecek olursa da bir kısım yerlerin mutlaka çıplak olması işin esasından bulunduğu için gömlek mayoların icat edilmiş olmasıyla hiç icat edilmemiş olması arasında bir fark yoktur.
Bazı en saygın balolarda dahi türlü türlü kıyafetlere girilir ki bu türden baloların ismine “bal costum” denilir. Oralarda, mesela bir prens görürsünüz ki bir sırık hamalının kıyafetine girmiştir. Veyahut bir prenses veya kontes görürsünüz ki Mısır’ın çiftçi kadınları veya doğunun göçebe çingeneleri elbisesini üstüne geçirmiştir.
Hikâye ederler ki saygın Osmanlılardan birisi Paris’te böyle bir bal costum’e davet olunur. Saygın bir yere tuhaf bir kıyafet ile gitmek Osmanlının aklına yatmadığından düpedüz her günkü elbisesiyle kalkar gider.
Aslında bunda hata eder. Çünkü bir saygın toplulukta mesela örtüsüz oturmak ne kadar ayıp ise, bir bal costum’e maskaraca bir kıyafete girmediği hâlde gitmek, diğerlerini alaya aldığına verileceğinden ondan daha ayıp sayılır ise de Osmanlı bunu bildiği hâlde, besbelli çaresini evvelden düşünmüş olduğu için yine de gitmekte tereddüt eylemez.
Baloda tanışlardan bir konta rast gelir ki başında koca bir kalafat[5 - Kalafat: Vaktiyle Yeniçeri Ağalarının giydiği kırmızı, büyük başlık.] ve belinde bir kulaç yatağan olduğu hâlde dehşetli bir yeniçeri kıyafetine girmiştir. Osmanlının her günkü kıyafetiyle geldiğini görünce açıklama istemeye mecbur olur:
“Efendi! Bu balo bir bal costum olduğu hâlde siz bu kıyafetle niçin geldiniz?”
“Bal costum olduğu için efendim!”
“Fakat kıyafetiniz?”
“Evet! Burada her milletin kıyafeti var. Osmanlılardan Arnavut, Zeybek, Kürt, Arap, Ermeni ve hatta işte sizde de görüldüğü üzere yeniçeri kıyafeti dahi var. Bal costum’lerde en çok üzerinde düşünülecek şey, diğer kimselerin aklına gelmeyecek bir kıyafet bulup da onu giymek, böylelikle dikkati ve önemi kendi tarafına çekmek değil midir?”
“Evet!”
“Öyle ise bendeniz de işte Osmanlıların resmî devlet adamı kıyafetine girdim ki bu baloda bendenizden başka hiçbir kimsede bu kıyafet yoktur.”
En saygın balolarda kıyafet değişikliği meselesi bu şekilde olur ise, artık en serbest balolarda ne derecelere varacağı düşünülmelidir. Kavimlerin ve vahşi toplulukların her birinin kıyafetlerine girmek ve böylelikle vücutlarının bazı yerlerine birkaç tüy ve çiçek taktıktan sonra kendisini tepeden tırnağa kadar mükemmel giyinmiş görmekle bütün bütün çıplak gelmek ve bu kıyafetin ismine dahi Cezayirli Okyanus Vahşileri adını vermek pek çok defalar görüldüğü gibi ayı ve maymun gibi vahşi hayvan kıyafetlerine girildiği bile görülür.
Denizden çıkan Zühre[6 - Zühre: Afrodit] kıyafetiyle bir rezil tiyatrocu kızın bir bal costum’e gelişini tarif ederler ki hakikaten akıllara hayret verir. Malumdur ki Frenkerin Venüs olarak adlandırdıkları güzellik tanrıçası Zühre, denizden çıkmış olup o zaman vücudunun bazı yerlerini kar gibi beyaz deniz köpüğü örtmekte imiş. Deniz köpüğü şeffaf olmadığı için gizleyebileceği yerleri hakikaten örtebildiği halde tiyatro aktrisi bu köpüklere bedel, vücudunun bazı yerlerine gayet ince beyaz gazdan yapılmış köpük taklidi koymuş olduğundan ve gaz ise gayet şeffaf bulunduğundan, yalnız saçlarıyla giyinmiş olduğu hâlde baloya giden Rigolbouche ile bunun arasında fark kalmamıştır.
Kısacası serbest balolara her kıyafetle ve hatta işte hiç kıyafetsiz demek olarak çırçıplak bir şekilde dahi gitmek için o kıyafete bir isim takmak yeterli görülür ise de yalnız bir biçare adam kendi kıyafetine taktığı isim ile kendisini kurtaramayıp soluğu polis karakolunda almıştır. O adam ayakta duramayacak kadar sarhoş olup bir aralık balo salonunun hararet ve ufuneti dahi herifi fenalaştırdığından salonun orta yerinde bir tavus kuyruğu ortaya çıkınca polisler gelip yakalamışlar ve sarhoş “Yahu! ben…ben de… sar… sar… hoş kıyafetine girdim!” demiş ise de yalnız bu kıyafet uygun olmadığı söylenerek kendini hapse götürmüşlerdir.
Balolarda dans meselesinden hiç bahsetmez isek bir büyük kusur etmiş oluruz. Çünkü bir kaba söz olmak üzere deriz ki “Eşeğe binmekten maksat ayaklarını sallamaktır.” Baloya gitmekten maksat da dans etmektir.
Dansların en terbiyelicesi lancier ve cadril gibi çift çift, erkek ve kadınların birer özel düzen içinde karşı karşıya dizilerek “El ele, kol kola; çifte sandık, kırmızı fındık.” diye bizde çocukların oynadıkları oyunlardan daha muntazam olarak adımlar, sıçramalar, falanlar ile oynadıkları oyunlardır. Ancak cadrillerin bir de “kankan” usulü vardır ki hey!.. Öyle pek seçkin ve hatta oldukça saygın balolarda buna müsaade etmezler. Meğerki sabaha karşı biraz ihtiyarlar ve ciddi adamlar gidip de meydan gençlere ve çılgınlara kala. Meğerki onların kafaları dahi şampanyalar ile güzelce kızışmış ola. Bu oyunda erkek olsun kadın olsun, o kadar garip pozlar gösterirler ki kadınlar için elbiseler ne kadar dekolte ise bu pozlar belki ondan daha dekolte sayılır. Hep birden bacaklarını havaya doğru o kadar kaldırırlar ki karşısında bulunan oyuncu burnunu gözetsin! Çünkü ayakları pek nazik olmakla beraber, onun burnuna ayağının ucuyla vuracağı fiske şakaya gelmez!
Vals ve polka gibi oyunlara gelince; işte bizim doğu insanı gibi kadınlara o kadar gözleri doymamış ve dinimizin güzel gördüğü örtünme gereğince erkeklerin kadınlara olan doğal düşkünlüğünü daima bir ümit ve özlem şeklinde hakikaten pek güzel olarak muhafaza etmekte bulunmuş olan adamlar, bu valslere, polkalara, falanlara hiç gelemezler.
Gelirler! Gelirler ama işte artık insana, nice milyon heyheyler dahi beraber gelir. Bir kere kolları çıplak, göğsü, memeleri çıplak, ensesi, arkası çıplak veya mayo giymiş olduğu hâlde hükmen bacakları da çıplak bir kadını karşınıza getiriniz. Oynayacağınız oyun, bir kolunuzu o kadının beline sarıp diğer kolunuzun eli ile de bir elini tutmak ve o hâlde iken kadın kendini sizin göğsünüz üzerine yaslayıp bu hâlde onun vücudunu kendi vücudunuza istediğiniz kadar çekebilmek ve böylelikle şu vaziyette iken salon içinde kuş gibi uçarak dönüp dolaşmak oyunudur! Dikkat buyurulur mu ki bu oyun, her oyuna denk değildir. Bu pek büyük bir oyundur!..
Bilemeyiz ki balolar hakkında şu yolda bilgiler verişimiz bazı kocaları ne derecelere kadar memnun edecektir? Çünkü gece sabahlara kadar kendini bekleyen karısına, sabahleyin yorgun argın, uykusuz, neşesiz, mahmur olduğu hâlde evine geldiği zaman, balo hakkında ne yolda bilgi verir? Eğer verdiği bilgiler kendini temize çıkarmak için söylenmiş bir şey olup da bizim burada verdiğimiz ayrıntılar da biçare koca efendiyi yalancı çıkarıyor ise artık gelecek kış baloları hatırından çıkarsın. Çünkü karısı için kocasını bu eğlence yerlerine gönderebilmek biraz güç olur… Frengistan için düşünülecek olsa, asıl karısını göndermek, koca için güç olması lazım gelir ise de Frengistan’ın gelişmiş medeniyeti sayesinde her güçlüğün kolaylıkları dahi bulunmuştur.
Balo denilen yerlerde eğlence, yalnız dansla da bitmez. Her kim, ne şekilde ister ise eğlenir. Kumar oynamak, baloların dans kadar ve belki daha önemli bir eğlencesidir. Kibar balolarında özel kumar salonları olup gayet donatılı masalar üzerinde yaldızlı maldızlı oyun kâğıtları bulunur. Her kimin merakı hangi oyun ise onun ustalarından üç veya dört, kısacası oyunun gerektirdiği kadar adam toplanıp oynarlar. Kadınlar için dahi oyun yasak değildir. Özellikle de her işin içine şeytan karıştığı gibi kumarın içine de kadın karıştığı zaman, insanı yendirmek muhakkaktır. Umumi balolarda ise oynanması kolay bir oyun olmak üzere rulet, yani fırıldak oyunları oynanır ki birtakım numaralı karelere bölünmüş olan muşamba üzerine bir mecidiye veya bir lira atarsınız. Fırıldak sizin koyduğunuz numaraya tesadüf edecek olursa, koyduğunuz paranın ya altı ya on iki veyahut yirmi dört mislini alacağınızı hesap edersiniz. Fakat sizin numaraya isabet nadir olacağından bir fakirin sanatına göre beş veya on gün çalışıp ve bir polis memurunun bir ay hizmet edip kazanabileceği bir lirayı, hemen iki saniyede kaybedersiniz. Kaybedilen şeyler yalnız birer lira olsa cana minnet!..
Balolarda içki de olması gerekenlerdendir.Kibar balolarında, resmî yerlerde içkiyi ev sahibi takdim ederse de umumi balolarda gayet mükellef büfeler vardır ki ismi işitilmedik içkilerden birkaç yüz çeşit bulunur. Bunların en ucuzları da vardır, en pahalıları da. Şöyle ki bir dülgerin beş on günlük gündeliğini siz orada bir şişe içkiye verebilirsiniz.
Hele baloların en parlak eğlencesi, bakışmalar ve aşıkâne gözetlemelerdir. İnsan heves ettiği bir kadının arkasına takılmak ve istediği sözü söyleyebilmek için balolarda bulduğu müsaadeyi kilisede bile bulamaz. Buna şaşırmayınız. Çünkü kiliselerde aşıkâne konuşmalar için bulunan fırsatlar, olur olmaz yerlerde bulunamazlar.
Karnaval ve balolar hakkında genel olarak şu kadar bir fikir verme, olan biteni göz önüne getirmek için yeterli görülsün. Ancak bir de karnaval ve baloları bizim memleketimizle karşılaştırmak ihtiyacı kalır.
Adam sen de! Hiç Venedik ve Paris karnavalları ve oraların baloları ile bizim İstanbul karnavalı kıyas ve karşılaştırma mı kabul eder?
Hayır! Öyle de demeyiniz! Avrupa’da karnavalları en parlak olan memleketlerin bize üstünlüğü, olsa olsa ancak kıyafetçe, maskaralıkça olabilir. Yoksa diğer bazı yönlerden bizim karnavallar, balolar dahi pek aşağı kalmazlar. Düşünmelidir ki Venedik ve diğer Avrupa beldelerinde bazı yöre halkını yalnız kıyafetçe taklit ediyorlar. Hâlbuki İstanbul, o yöre halklarının genel bir toplantı yeridir. Burada söz konusu halk, baloya katılanların içinde de mevcuttur.
Elbise ve kıyafet yönüyle zaten şehrimiz daimi bir karnaval hâlinde bulunup aslında maskaralık ve rezalet derecesinde Venedik’e, Paris’e çıkışamaz isek de olaylar ve garip tesadüfler hususunda onlardan aşağıda kalmayız. Belki fersah fersah geçeriz.
Karnaval, her memleket için bir gizem mevsimidir. Çünkü her sınıf, her zaman yapamadığı eğlenceleri karnavalda yapmak isteyip var olan yasaklardan çekinerek kendisini maskeler ve peçeler altında gizler. Demek oluyor ki bir baloda, topluca maskeler çıkarılacak olsa, kimler, neler meydana çıkar ki romancılar kırk yıl yazmış olsalar bu sermayeyi tüketemezler.
Şu kadar ki karnaval içindeki olaylar, hemen yine o mevsim içinde şekillenerek, yine o mevsim içinde neticesini göstermekle kalmaz. Böyleleri de olursa, zaten beş altı haftadan ibaret bulunan bir süre içinde başlangıcı bitimine pek yakın olan olaylardan ol kadar şairane meseleler ümit olunamaz. Diyelim karnaval, büyük bir yeme içme toplantısıdır. Bu toplantının yiyip içicilerinin yaşayacakları şeylerin başlangıcı önceden kendini gösterdiği gibi baş ağrısı dahi sonradan ortaya çıkar.
Karnavalların olayları dahi böyledir. Yani söz konusu olayların başlangıcı karnavaldan önce ortaya çıkıp en büyük olaylar karnaval içinde olagelir. Sonuçları ve etkileri de karnavaldan sonraca görülür.
Dolayısıyla biz de karnaval başlığıyla yazmaya başladığımız şu hikâyeyi üç kitaba paylaştırmayı gerekli gördük.

    Ahmet Mithat Efendi

Karnavaldan Önce

Zekâyi ile Resmi
İstanbul’da, Şehzadebaşı’nda kibardan Uzleti Efendi’yi belki tanımazsınız. Kendisini tanıyanlar arasında pek ünlü bir adamsa da bu şöhreti herkes tarafından bilinen, genele yayılmış bir şöhret değildir. Kendisi altmışına el atmış, vücutça zayıf, sağlıkça sorunlu bir adam olduğundan hemen hemen konağından dışarı hiç çıkmaz. Meğer hava yaz ola. Ne pek sıcak ne pek soğuk ola. Ne yakınlarda yağmur yağarak yerler yaş ve rutubetli ne de pek çoktan beri kuraklık hüküm sürerek ortalık toz ve toprak ola. Kısacası tıpçıların koydukları şartlar mükemmelen yerini bula ki Uzleti Efendi, arabasına binerek ve pencerelerini sımsıkı kapayarak Eyüp’e ya da Davut Paşa’ya doğru bir seyahate çıka!
Konağı içinde gayet mükemmel bir bahçesi olduğu hâlde bahçeye çıkmak için bile mevcut olan tıbbi durumu ayda yılda bir kere bahçeye çıkmasına engel olur.
Ama böyle bir hastalıklı vücudun sağlığını korumak için de bu kadar önleme cidden ihtiyaç vardır.
Söylenceye göre Uzleti Efendi, pek zengin bir adammış. Hâline, çalımına bakılsa o kadar zengin olduğuna hükmedilemez ise de kendisini tanıyanlar çok zengin olduğunu söylerler. Gerçekten de emlak ve mülkünün geliri ayda yüz yirmi, yüz otuz liraya varır. Ancak bir o kadar gelirin de konsolideye[7 - Konsolide: Devlet tahvili.] çevirdiği nakitinden geldiğini söylerler. Bu konuda bir rivayet daha vardır. Derler ki konsolideden önce Uzleti, mevcut nakiti için büyük bir ıstırapta imiş. Faize verse bunu tefecilik sayarmış. Dolayısıyla konsolide icat olunduğu zaman, “İşte bundan iyi hiçbir şey olamaz. Paran var mı, konsolide alırsın. Ne kaydı vardır ne kuydu! Kimsenin haberi bile olmaz. Taksit zamanı gelince kuponcağızını kesip bir sarraftan paracıkları alırsın. Sarraf seni, sen sarrafı tanımazsın bile!” demiş.
Bununla beraber, “O da Frenk[8 - Frenk: O dönemde Avrupalılara verilen isim.] icadıdır. İhtimal ki bir hilesi olur.” diye nakdinin tümünü konsolideye çevirmeyip yalnız bir miktarını çevirmiş. Küsurunu ise mahzeninde saklamış.
Uzleti Efendi’nin tedbirli oluşuna herkes inanır. Çünkü doğası gereği gayet eli sıkı olup buna bir de ihtiyarlık eklenmiştir. Evinde altına, gümüşe benzer hemen hemen bir nokta bile görünmeyip kahve zarfları[9 - Kahve zarfı: Kahve fincanı altlığı.] bile tombaktırlar. Fakat gümüş ve altından başka birtakım mücevherli eşyasının da kasalarda, mahzenlerde saklı olduğunu herkes bilir.
Böyle hâl ve şanı gizli bir sır gibi olanların gerçekte tahmin edildiği kadar zengin çıkmadıkları bilinirse de mademki herkes Uzleti Efendi için “Karun kadar zengin.” diyor, bu rivayetin herkesçe bilinen şeklini iletmek ve bizim de öyle söylememiz mecburidir.
Zekâyi Bey diye akranlarının arasında seçkin olan bir genci belki tanırsınız. Tanımayanlara bir haber verelim: Yaş yirmi yedi, yirmi sekiz. Yakışıklılığı en üst seviyede. İsminin anlamına uygun olarak zekâya cisim! Baba evinde gördüğü eğitim ve terbiye ise gerçekten birçok kibarzadelere kıyas bile kabul etmez.
İşte bu kişi, Uzleti Efendi’nin dünya yüzünde bir tanecik ömür meyvesi olup terbiye ve eğitimine o kadar özenmiştir ki yirmi beş yaşına kadar çocuğu hemen hemen kapıdan dışarıya çıkarmamıştır. Aslında ifademizin bu derecesi de abartıdır. Evet! Kapıdan dışarı çıkarmıştır. Hatta seyir yerlerine bile göndermiştir. Çifte lala eşliğinde olduğu ve arabasına binmiş olarak Zekâyi Bey istediği yerlere gider, gezerdi. Amacımız, diğer gençlerle görüşmeksizin ve onların terbiyelerini bozan birtakım kötü mekânları tanımaksızın büyüdüğünü anlatmak olduğu için “Kapıdan dışarıya çıkarmamıştır.” dedik.
Zekâyi Bey diğer gençlerle neden görüşsün? Kötü ahlak örnekleri alsın diye mi? Daha sonra babasından kalacak hazineleri batırmak için mi? Buna Uzleti Efendi rıza gösteremez. İşte ciğerparesinin ahlakının bu şekilde bozulmasından korumak için hoca ve öğretmenlerini kendi evine getirterek çocuğunu terbiye etmesi ve eğitmesi, Zekâyi Bey için okul ihtiyacını bile ortadan kaldırmıştır.
Böyle diğer sınıf insanlardan ayrı tutulmuş olarak yaşayıp büyümüş olan Zekâyi Bey, yaradılışınca da kibirli doğmuş olduğundan, aldığı terbiyenin bu yönüyle verdiği en basit ilişkisiyle o kadar kibirli bir şey çıkmıştı ki hemen hemen akran ve benzerlerinden bir kimseye bile selam vermezdi. Yirmi beş yaşından sonra babasından biraz izin almaya başladığı zaman, görüşmeye ve düşüp kalkmaya başladığı adam, yalnız, Resmi Efendi idi.
Bu Resmi Efendi’yi mutlaka tanımanız lazım gelir. Çünkü “Baba Resmi” deyince onu tanımadık hemen hiçbir kimse düşünemeyiz. Kendisi oldukça adam evladı bir kişidir. Fakat babası vefat ettiği zaman bir büyük erkek kardeşi, olanca baba servetini yemek içmekle yiyip tüketmiş ve en sonunda rakının etkisiyle aklına zarar gelip çıldırmış, helak olup gitmiştir. Bu durum Resmi’nin ihtiyar annesiyle kendisini feci bir yoksulluk içinde bırakmıştı. O zaman Resmi ancak on iki, on üç yaşında olup zavallı annesi, kendi üzerinde olması nedeniyle sefih oğlundan kurtarabildiği büyücek bir evi, elli bin kuruşa satmış ve bu parayı elli çıkına bölerek, “Ayda bir çıkın, dört sene bizi idare eder. O zamana kadar da elbette oğlum Resmi meydana çıkar! Resmi’den ümidim büyüktür.” demişti.
Annesinin Resmi hakkındaki ümidi hakikaten yerindeydi. Bu çocukta öyle bir zekâ vardı ki eğer ismi Victor Hugo olsa ve Fransa’da eğitim görseydi on üç yaşındayken ortaya koyacağı eser ile elbette Victor Hugo’dan daha iyi olarak, “tıflı âli” (üstün çocuk) unvanını buna verirlerdi. Gelgelelim Resmi İstanbul’da doğmuştur.
İstanbul’da doğmak ve bir dereceye kadar yoksulluk içinde büyümekle beraber Resmi, cam cahil hamhalat[10 - Cam cahil, hamhalat: Cahil ve görgüsüz.] da kalmamıştır. Bizce uygulanan eğitimde, akranına üstün bile gelmesinden öte, sokakta işitmekten başlayarak iyi Rumca öğrendiği gibi kendi komşuları olan ve tıp fakültesine devam eden bir efendinin evine gece annesiyle beraber oturmaya gittiklerinde öyle kadınların masallarını dinlemeyip diğer odada derslerine çalışan efendinin yanına gider ve o ezbere çalıştıkça, Resmi de büyük bir dikkatle onu dinlerdi. Böylelikle kulaklarını Fransızcaya çok iyi alıştırdığı gibi “Şu nedir? Fransızca ekmeğe ne derler?” gibi sorulardan başlayarak hemen hemen düzenli bir ders hâline yaklaştırdığı soru cevaplarıyla Resmi, Fransızcada da büyük bir ilerleme sağlamıştır.
Bu çocuk bir şeyi bir kere işitsin de bir daha onu unutsun, mümkün olur mu? Dolayısıyla her gün her ne işitir ise bilgisi o oranda artmış olurdu.
Ya becerikliliği?
Önce kuş kafesleri yapmaktan başlayarak türlü türlü oymalı çekmecelere kadar marangozluğu ilerletmiş olduğu gibi evvela çivi, daha sonra vida yapmaktan başlayarak saatçilikte soluğu almıştı. Bu şekilde Resmi, annesinin dört senelik tahminini yanlış çıkarmıştı. Çünkü iki sene sonra kendi masrafını çıkarmak şöyle dursun, annesini de besleyebilmeye başlamıştır.
Ne fayda ki biçare kadıncağız oğlunun ilerleyişinin meyvelerini hakkıyla toplayabilecek kadar uzun ömürlü olamadı. Genç vefat etmiş değildir. Fakat Resmi’yi kırkından sonra doğurmuş olduğundan henüz Resmi yirmi yaşındayken annesi vefat etmiştir.
Annesinin ölümünden sonra Resmi’nin dünyada hiçbir kimsesi kalmamış oldu. Çünkü annesi, Hasna isminde bir besleme almış olup henüz on üç yaşında olan bu kızı süründürmemesini, her durumda himayesi altında bulundurmasını Resmi’ye vasiyet etmişti. Resmi de ana vasiyetini yerine getirmiştiyse de Cezayirli Bahtiyar Paşa kendi kızı Şehnaz Hanımefendi için arkadaş olmak üzere bir güzel kız aramakta olduğundan ve Hasna’nın güzelliği ve iyi ahlakı ve ahlakça daha fazla ilerlemek için eğitim almaya olağanüstü yatkınlığı nedeniyle Resmi, bu kızı Bahtiyar Paşa’ya takdim edip o meşguliyetinden de kurtulmuştur. Artık Bahtiyar Paşa’nın dairesine teslim ettikten sonra Resmi’nin Hasna için bir şekilde endişesi kalır mı ki? Biraz sonra görüp tanıyacağımız gibi Bahtiyar Paşa’nın dairesi İstanbul’da hiçbir kibara kıyas olunmayacak kadar azim ve parlak bir daireydi.
Hikâyemizin şu başlangıç ve öncesi için Hasna Hanım birinci derecede olaya karışmış kişiler arasına dahil olmak şöyle dursun, ikinci ve belki ancak üçüncü derecede olaya karışmış olan kişilerden sayılabilirse de burada kızın ahlaki faziletini ve hatta ahlakça daha fazla gelişmeye de yatkınlığını haber verdiğimiz hâlde, şu küçük yaşındayken bile bu ahlaki faziletine dair Resmi’nin gördüğü bir örneği okurlarımıza arz edersek, Hasna’yı daha şimdiden kendilerine bir güzelce tanıtmış oluruz.
Dairesinin İstanbul’da her kibara kıyas olunamayacak kadar parlak olduğunu haber verdiğimiz Bahtiyar Paşa, kendi kızı Şehnaz’a arkadaş olmak üzere bir kız isteyerek Resmi de bunu Hasna’ya teklif ettiği zaman elbette gideceği yerin ne kadar saygın ve kibar bir yer olduğunu ve oraya giderse kendisini de kibarlar takımına karıştırmış bulunacağını etraflıca anlatmaya kalkışınca, Resmi’ye, “Ağabeyim!”
diye seslenmeye alışmış olan Hasna bir türlü kendisinden ayrılmak istemeyerek, Resmi’nin ısrarı üzerine nihayet gözleri yaşla dolu demişti ki:
“Boş yere ‘İstemem!’ diyorum. İsterim ağabeyim, isterim. Hem istemeliyim. Yalvarmalıyım! Öyle değil mi? Annemiz vefat etti. Ben ise sizin öz kardeşiniz değilim ki bana bakmaya mecbur olasınız. Ben gidersem siz rahat edersiniz.”
Bu söz Resmi’ye gayet ağır gelerek, “Öyle ise seni hiçbir yere göndermem.” diyerek kararından vazgeçmiştiyse de bu defa da kız vazgeçmemiş ve Resmi’ye darılmadığını nice yeminler ile temin ederek en sonunda her zaman konağına gelerek kendisiyle görüşmesine, Bahtiyar Paşa’nın izin vermesi karar ve şartıyla oraya gitmeye iki tarafın da rızası olmuştu.
Kız, Bahtiyar Paşa dairesine gidip de orada her şeyin bolluğunu gördüğü zaman, bir gün Resmi kendisine, “Gördün mü Hasnacığım! Burada ne iyi bir hâldesin! Bende olsaydın şu hâline oranla fakirlik ve yoksunluk içinde kalacaktın!” deyince, Hasna cevaben demiştir ki:
“Sizin evinizde, sizin korumanız altında fakirane yaşamak, benim için burada bolluk içinde yaşamaya yeğdir. Aksini tercih etmek için pek açgözlü bir kız olmalıyım! Şu kadar ki burada almakta olduğum terbiye ile size daha layık bir kardeş olacağımı düşünüyorum da onun için memnun oluyorum.”
Kızın bu düşünce tarzı Resmi’yi pek fazla memnun etmiştir.
İşte şimdilik Hasna hakkında bu kadarcık olsun bilgi alalım da hikâyemize devam edelim.
Zekâyi, Resmi’yi tanıdığı zaman Resmi yirmi iki, yirmi üç yaşında bir adam olup, ilerleyişi ise Rumca ve Fransızcayı bitirdikten başka Alman, İngiliz ve Moskof lisanlarında da bir hayli bilgi kazanmak derecesine varmış ve sanat yönünden de beğeni toplayan eserlerince asrının en üstünü sayılmaya başlamıştı.
Bu adam, hakikaten önem ve hayretle karşılanacak ender insanlardan olması nedeniyle, kendisi hakkında biraz açıklama yapmaya girişmeyi okurlarımız boş sözler olarak görmemelidirler.
Resmi dediğimiz adam ne güzel ve ne de çirkin denilemeyecek ve illaki bir taraftan sayılması lazım gelirse, çirkinlik tarafına yakınlığı daha çok akla yatkın gelecek bir adamdır. Karakteri ve yapısı sessizlik olup öyle olur olmaz şeylerin üstüne düşmek için kendi aklında olan uğraşlarını bozmaz. Akıl ve yetenek yönüne gelince, bu yetenek her şeyden çok lisan ve sanayi konusunda kendi şaşılası becerisinin derecesini gösterir. Resmi bir lisan öğrenmek istedi mi, eğer en zeki bir adam olanca kuvvetiyle çalışarak o lisanı iki senede ele getirebilecek ise Resmi o kadar da kendisini sıkmadığı hâlde söz konusu lisanı dört ay içinde öğrenir; o lisanda okuyup yazabilir. Hangi sanat düşünülebilir ki Resmi isteyip de o sanatı derhal taklit edemesin?
Bir keresinde oldukça karmaşık bir dikiş makinesinin aynını yapmayı amaçlayıp yalnız dökme parçalarını dökecek aletler satın alırsa, sonra bunlar başka bir işine yaramayacakları ve kendisi ise öyle boş yere bol bol paralar sarf edecek kadar zengin bulunmadığı için dökme olan takımlarını, modellerini kendisi yaparak dökümcüye döktürmüş ve diğer alet ve edevatını tümüyle kendisi yaparak makineyi vücuda getirmiştir.
İşbu dökme modelleri konusunda Resmi’nin karşılaştığı bir çeşit sıkıntıyı da haber verelim. Yaptığı modelleri makine hesabınca birebir ölçülerde yaptığından, dökücü bunları döküp Resmi de temizleyerek yerlerine koyduğunda söz konusu parçaların kendi hesabından biraz daha küçük düşmesi, Resmi’nin hayret etmesine neden olmuştu.”Acaba yanlış mı hesap ettim?” diye ağaçtan yaptığı modelleri yerlerine koyup denediğinde modeller tastamam gelip hâlbuki madenden dökülmüş olanları koyduğunda küçük gelince, “Dökücü fena dökmüş!” diye herifi öldüreceği gelmişti. Sonra doğa kanunlarının bu sırrını keşfetmek için Resmi, fizik bilgisi ve kimya bilimlerini az bir süre içinde okuyup anladı ki bir madeni cisme ısı verildikçe onun molekül grupları arasında meydana gelen gözenekler açılarak cisimler büyür ve ısı kesilip soğudukça bu gözenekler kapanıp cisim de küçülür. Bu sırra eren Resmi, madenin sıcak bulunduğu zaman ile soğuk bulunduğu zamanki hacimlerinin oranını da ortaya çıkararak model ve kalıplarını ona göre yaptırmış ve dökülen parçalar o zaman yerli yerine tastamam gelmiştir.
Resmi’nin belirli bir sanatı yoktur. Annesinden kalan iki odalı bir eve sütannesini de koyup burasını kendisine hem ev hem de fabrika edinmiştir. Resmi gereğine göre saatçi olur. İcabına göre iyi kalemtıraşçıdır.[11 - Kalemtıraşçı: O dönemde kalemler kamıştan elde yapılırdı. Kalem yapım tekniği özellikle hat sanatında çok önemliydi ve çok ince bir sanatkârlık gerektirirdi. Uygulanacak yazım tekniğine, neyin üzerine yazı yazılacak olduğuna ve hatta ne yazılacağına bağlı olarak kalemin cinsinin, ebatlarının, uç kalınlığının ve biçiminin ayarlanması bu sanata vakıf olanlarca yapılır ve bu kişilere kalemtıraşçı denirdi.]Mükemmel marangozdur, hakkâktır,[12 - Hakkâk: Oymacı.] nakkaştır,[13 - Nakkaş: Mesleği duvar süsleme sanatını icra etmek olan kişi.]ressamdır. Resmi ne değildir? Her şeyi taklit etmekte Resmi âdeta bir Çinlidir!
Hikâye ederler ki Çin’e bir İngiliz gemisi gitmiş. Subaylardan birisi pantolonu kalmadığı için Çinli bir terzi çağırıp fakat Avrupa modasınca pantolon biçmeyi, dikmeyi şayet beceremez diye bir eski pantolonunu verip “İşte tamamıyla aynı bunun gibi olsun.” demiş. Terzi üç beş gün sonra pantolonu yapıp getirmiş. Daha bohçasından çıkarırken subay, “Verdiğim pantolonun aynı oldu ya?” deyince Çinli, “Evet efendim! Aynıdır. Şu kadar ki verdiğin pantolonun dizinde bir kav yanığı biraz uzunca bir iz bırakmış. Benim yaptığım ise belli belirsiz biraz daha yuvarlakça oldu.” cevabını vermiş. Bir de subay bohçayı açarak eski pantolonunu da aramaya başlamışsa da bohçada diğer bir eski pantolondan başka bir şey göremeyince Çinli demiş ki; “Efendim, benim yeniden yaptığım pantolon elinizde olandır. Verdiğiniz örnek de bohçada kalandır. Yalnız o dediğim kav yanığından başka bir farkları varsa, bir paranızı almam!” Meğer Çinli tıpkısının aynısı eski pantolon gibi olmak üzere yaptığı yeni pantolonu da o kadar ustaca eskitmiş ki hakikaten birisini diğerinden, mal sahibi olan İngiliz bile fark edememiş.
İşte taklit konusunda Resmi de bir Çinli gibi olup o kadar ki eğer bir hüner göstermek isterse bir eski pantolonu diğer bir eski pantolon yapımıyla taklit eder. Olur ki Çinli de budalalığından dolayı değil becerikliliğinden dolayı İngiliz subayına böyle bir tuhaflıkta bulunmuştur.
Kibarın birçoğu Resmi Efendi’yi tanıdıkları gibi İstanbul’da bulunan Avrupalıların da hemen hepsi tanırlardı. Resmi, antikacılıkta pek becerikli bir adam olduğundan, işte kendisini her tarafa tanıtmak yolunda en büyük yardımı olan şey bu sanat olmuştur. Hatta, Bahtiyar Paşa dairesine de bu şekilde katılıp sonradan Hasna’yı o daireye verdikten sonra artık bütün bütün daire üyelerinden olmuş kalmıştır.
Zekâyi Bey’in dost ve arkadaş olarak seçtiği kişiyi beğeniyorsunuz ya? Bu seçiminden dolayı Zekâyi Bey’i beğenir ve tebrik edersiniz değil mi? Çünkü bir insanın Resmi derecesinde mükemmel bir adam olmak her kula nasip olan nimetlerden değilse de Resmi derecesinde mükemmel olan bir adamı takdir ederek dostluğuna rağbet etmek de hemen o dereceye yakın bir nimettir ki hangi kul arzu etmiş olsa bu nimete pek kolay erebilir.
Ancak Zekâyi Bey’i beğenmekte ve tebrikte o kadar acele etmeyiniz. Büyüklenen ve kibirli olan bir adamın kibir ve büyüklenmesine sebep kendi varlığını diğer kişilerden üstün görmesi değil midir? Zekâyi, Resmi’nin kendisinden üstün olduğunu nasıl kabul etsin de onu takdirde bulunsun? Aksine, kararına varmak isterdi ki Resmi kendi servet ve samanına tamah ettiği için kendisine çatmıştır, yaklaşmıştır. Kendisi de henüz dünyanın ne olduğunu öğrenememiş ve bu hevese daha yeni düşmüş olduğundan, Resmi’nin bütün dünyayı tanımasından yararlanmak için onun ahbaplığını tercih ederdi.
Gerçekteyse Zekâyi’nin servetinden Resmi’nin hiçbir faydası yoktu. Eğer Resmi zengin olmayı, rahatça yaşamaya tercih etseydi, Zekâyi’den daha zengin olmak için fazlaca çalışmak zahmetine katlanmasından başka bir şey lazım gelmezdi.
Evet! Zengin olmak başka bir şey, rahatça yaşamak da başkadır! Zengin olmak için rahatlığı terk etmek lazım gelir. Hem çok çalışmalı hem de biriktirmeli. Ama helalinden zengin olmak için böyle yapmalı. Yoksa alnı bile terlemeksizin zengin olanlar çoktur. Fakat onların serveti kendileri için şan olacağına şeyn (ayıp) olur. Resmi ise rahatça yaşamak konusunda hiçbir kimseye muhtaç değildi. Resmi kendisini pek büyük ailelere tanıtmıştır. Bahtiyar Paşa’ya takdim etmiştir. Özellikle de Arslangözyan ailesine takdim etmiştir ki bir bakıma ve kimi nedenlerle bu aile Bahtiyar Paşa ailesinden de üstün ve önemlidir.
Arslangözyan ailesine Zekâyi’yi takdim etmezden evvel, Resmi’nin kendisinin bu aile ile ne şekilde tanışıklık sağlamış olduğunu anlatalım ki bu öykü Resmi’nin kendisi hakkında şu birinci bölümde alacağımız bilgileri tamamlamış olsun.
Bir zamanlar Beyoğlu’nda Katolik kilisesinin org denilen kocaman müzika makinesi bozulmuştu. İstanbul’da bu makineyi tamir edebilecek bir iki Frenk bulunduysa da bunlar tamir ücreti olmak üzere hemen makinenin toplam ederine yakın bir paha istediklerinden kilise idarecileri şaşırıp kalmışlardı. Hamparson Arslangözyan Ağa, Boğaziçi’nde kibardan bir Müslüman’ın yalısında söz sırası gelerek bu durumu söylediği zaman Resmi de orada idi. “Şu makineyi bir de ben göreyim.” dedi. Hamparson Ağa bu söze bir önem vermemek yoluna gitti ise de orada bulunanlar, “Resmi Efendi! Eğer şu orgu da tamir ederseniz hakikaten sizi insanların üstünde bir mahluk sayarız.” dediklerinden ve bu nedenle Resmi’nin hezarfenliğine[14 - Hezarfen: Birden çok sanatı çok iyi bir şekilde yapabilen üstün kişi; bilgin.] dair birçok söz söylediklerinden Hamparson Ağa, Resmi’yi bir denemek üzere, “Pazartesi günü Beyoğlu’na teşrif ederseniz birlikte kiliseye gider orgu görürüz.” dedi ve kendi evinin nerede olduğunu tarif etti.
Söz konusu günde birleştiler. Kiliseye gittiler. Resmi’nin makineyi gözden geçirme ve incelemesi hemen üç dört saat sürdü. Hamparson Ağa’ya âdeta usanç gelerek, “Efendim, galiba org denilen şeyi ilk defa olmak üzere görüyorsunuz. İlk defa gördüğünüz şeyin tamiri sakın sizi daha çok yormasın?” deyince Resmi, Hamparson’un suratına öyle bir bakış attı ki herifi terslemek için dünyanın sözlerini söylemiş olsa bu kadar çok anlama sahip olamazlardı.
Hamparson, Resmi’yi oraya getirdiğine de getireceğine de bin pişman oldu ise de Resmi, “Bir hafta sonra bu org tamamıyla önceki gibi işleyecek. Hemen şimdiden işe başlayalım!” diye cebinden çıkardığı bir tornavida ile makinenin vidalarını sökmeye başladı. Hamparson, “Şey! Efendi hazretleri! Hani ya şunu demek isterim ki…” diye Resmi’yi biraz daha ihtiyatlı davranmaya davet etmek istedi ise de ne yolda uygun bir sözle “Senin bunu yapamayacağın anlaşıldı. Bütün bütün berbat etmektense bırak, şu hâlde kalsın!” anlamını söyleyeceğini bilemediğinden ve Resmi ise yarım saat içinde makinenin birçok alet ve edevatını söküp ayırdığından Hamparson Ağa burnundan soluyarak çıkıp gitti.
Biçare Hamparson’daki merak! O akşam karısına, “Artık başıma gelen belayı sorma! Eğer şu dacik[15 - Dacik: Müslümanların gâvur tabirine eş gelen Ermenice bir sözcük.] bizim orgu bütün bütün bozarsa, diğer idarecilere ne söylemeli bilmem! Yerine bir yenisini almayınca ellerinden kurtulamayacağım!” diye Resmi’yi pek fena bir şekilde tanıtmış ve tarif etmişti.
Resmi ise o gece evine vardığında hemen gözlerine uyku girmeyip, zihni hep bu makine ile meşgul oldu. Ertesi gün yanına birkaç alet daha alarak geldi, makineyi bütün bütün söküp darmadağın etti, bıraktı. Hem söker hem de çıkardığı boruyu, perdeyi falanı büyük bir dikkatle gözden geçirip bazılarını bir tarafa ve bazılarını diğer tarafa koyardı. Üçüncü günü Resmi kiliseye gelmez ise beğenir misiniz? Vay Hamparson’daki telaş! “Yapamayacağını anladı da kaçtı! Şimdi ben bu parça parça şeyi kime tamir ettireyim!” diye o akşam eşiyle daha yanık konuşmalar yaptı.
Bereket versin ki dördüncü günü Resmi bir sepet dolusu edevatla gelip Hamparson Ağa, “Aman Resmi Efendi! Dün neredeydiniz?” deyince, “Tamir için lazım gelen eşyayı bulup hazırladım.” cevabını verip yine işiyle uğraşmaya devam etti.
Beşinci, altıncı günü de bu şekilde işleyerek akşam giderken Hamparson Ağa’ya, “Yarın bu vakit artık kilise heyeti bize bir güzel müzika dinletir ya!” dedi ise de Hamparson cevap makamında birkaç homurdandığı hâlde anlam ifade eden hiçbir şey söyleyemedi.
O akşam bu durumu da eşine bildirince kadın zavallı, kocasını bu derecelerde meraka uğratan işi ve adamı görmek için ertesi günü kocasıyla beraber kiliseye gitmeye karar verdi.
Resmi ise ertesi günü erkenden gelip yanında bir yardımcısı olduğu hâlde orgu tekrar toplamaya başlamıştı. Madam ve Mösyö Hamparson ancak saat yedide, sekizde gelebildiler. Fakat geldikleri zaman orgu hemen hemen toplanmış ve bitmiş buldular.
Bu hâlde Hamparson’un memnuniyetine bedel hayret ve utancını görmeli idi. Çünkü eşine o canım orgu eşek daciğin nasıl berbat ettiğini gösterecek iken, kadın geldiği zaman orgu yine eski hâlinde gibi bir şekilde görmüştü.
Resmi başını kaldırıp da Hamparson Ağa’ya baktığı zaman gözü bir kadına rastladı ki göz denilen görme organının böyle bir şeyi görmek değil, beyin denilen düşünce organı ve hafıza hatta hülya bile edememiş olduğundan, elindeki bir küçük çekiç yere düştüyse de artık olanca güç ve kuvvetini toplayarak doğruldu. Madam Hamparson selam vermedi ise de Resmi güya madamı selam vermiş diye sayarak o kadar nazik ve zariflikle bir baş eğmesiyle kadını selamladı ki Madam Hamparson bir çalgı tamircisinin karşısında değil, belki gayet terbiyeli bir efendi karşısında bulunduğunu anladı. Dolayısıyla Resmi’ye selam vermediğinden mahçup da kaldı.
Hamparson Ağa:
“Nasıl Resmi Efendi? Ümit var mı?”
Resmi:
“Evet efendim! Orgu idare eden efendilere haber verseniz de bir saat sonra denesek.”
Madam:
“Bir saat sonra mı? Öyle ise iş bitmiş demek!”
Resmi:
“Evet Madam! Şimdi de denenebilir ise de birkaç vida daha vardır ki sıkıştırmak lazım gelir.”
Resmi tekrar işiyle uğraşmaya başlayınca Hamparson Ağa, yanındaki uşağına Ermenice bazı emirler verdi. Uşak bir çeyrek saat veya yirmi dakika sonra yanında birkaç adam daha olduğu hâlde geldi.
Saat dokuzu biraz geçmişti ki Resmi takımlarını toplayıp, “Buyurunuz bir deneyiniz.” diye orgu orgculara teslim etti. Denemeye başlanınca org mükemmel olarak tamir olunmuş görüldü. Dinleyenler bile beğenip alkışladılar.
O zaman Madam Hamparson, Resmi’yi yukarıdan aşağıya kadar bir göz muayenesinden geçirip, “Tebrik ederiz beyefendi hazretleri! Bu org tamir olunamaz diye söylenmişti.” dedi. Resmi bu tebriğe o kadar terbiyeli ve nazikâne bir teşekkür eyledi ki Madam Hamparson’a Resmi’nin rütbeten[16 - Rütbeten: Rütbesinden, mevkiinden dolayı.] değil yaradılışınca, terbiyesince bir ‘Efendi hazretleri!’ olduğunu önceki selamdan daha kuvvetli bir şekilde, bu hâl ispat eyledi.
Hamparson Ağa:
“Hakikaten teşekkür ve tebrik ederiz Resmi Efendi!”
Deneme yarım saat kadar devam eyledi. Orgun sesi gittikçe düzelip artmakta idi. Hamparson Ağa’da memnuniyet son dereceye varıp, “Resmi Efendi! Bunun tamir masrafları her neye varmış olduysa hesabını yapınız da meclise takdim edelim.” deyince, Resmi, “Hesabı pek uzun değildir.” diye koynundan bir cüzdan çıkardı ve oraya, ‘Saatçi Ali Efendi’nin bir gündeliği 25 kuruş.’ diye bir satır daha yazıp yaprağı kopardı, Hamparson Ağa’ya verdi.
Bu yaprak üzerinde şunlar yazılıydı:


Hamparson Ağa Türkçeyi pekiyi okuduğundan pusulaya göz gezdirdikten sonra büyük bir şaşkınlıkla dedi ki:
“Bu ne Resmi Efendi?”
“Ettiğimiz masraf!”
“Ya sizin?”
“İşte bu paraları meclis denkleştirince, orgun tamir masrafını tamamen kapatmış olur.”
“Fakat sizin emeğiniz… Ücretiniz…”
“O! O pek pahalıdır. Onu kilise meclisi denkleştirmekten âcizdir.”
“Herhâlde…”
“Çünkü benim ücretim sizin dostluğunuz, muhabbetinizdir ki bütün kilise mal varlığını bana verseler, onun kıymetini bulduramamış olurlar.”
Bu söz Hamparson Ağa’yı şaşırttı. Madam Hamparson ise Resmi’yi daha dikkatlice bir muayene ederek kocasının vermesi lazım gelen cevabı kendisi verip dedi ki:
“Bu terbiye, bu nezaket, bu yüce gönüllülüğünüzle kendi dostluğunuzun kıymetini arttırmış oluyorsunuz. Doğrusu teşekküründen âciziz!”
Resmi:
“Daha doğrusu dostluğunuzun karşılığı şu ufacık ve önemsiz hizmet olamaz. Bunu sembolik olarak takdim ve kabulünü rica ederek onun asıl pahası olan içten bağlılığımı, dostluğumu ve kulluğumu takdim hususunda da gelecekteki ilişkilerimizde hiçbir dakika elden çıkarmayacağımı arz eylerim madam!”
Hamparson Ağa da bula bula en sonunda, “Doğrusu büyük teşekkürler ederiz!” sözünü bulabilmiştir.
İşte Resmi, Arslangözyan ailesiyle bu şekilde tanışıklık sağlayarak ondan sonra gerçekten bu ilişkiyi garanti edecek inceliklerin hiçbirisini elden kaçırmamıştır.

Durmuş, Oturmuş Bir Koca

Zekâyi’nin Arslangözyan ailesine tanıştırılması konusundaki önemi yukarıki bölümde belirtmiştik. Bu önemi takdir edebilmek için Madam Arslangözyan hakkında yalnız Resmi yanında varlığını gösterme şeklini anlattığımız zaman vermiş olduğumuz bilgiler yeterli gelir mi? Bu aile gerçekten önemlidir. Özellikle de hikâyemizce önemi birinci derecelerde olan önemlerdendir. Dolayısıyla bu aile hakkında lazım gelen açıklamaları okuyucularımıza arzla beraber, Resmi’nin bu ilk tanışıklığı ne şekilde sağladığını ve Zekâyi Bey’i ne şekilde tanıştırdığını da ona göre hikâye etmeliyiz. Hamparson Arslangözyan Ağa için ilk verdiğimiz sıfat ki kilise yöneticiliğidir.
Bu sıfatı küçücük bir şey zannetmezsiniz ya? Din birliği olanlar arasında bu itibar en seçkin olan kibara verilir. Hamparson Ağa’nın Beyoğlu’nda bir evi vardır ki süsçe birincilerden sayılır. Evinin sistem ve düzeni tam alafrangadır. Böyle bir evi idare eden kişinin ne kadar zengin olduğuna tarif gerekir mi?
Ömrünün gençlik devirlerini, İstanbul’da Beyoğlu, Adalar, Ayastafanos, Kadıköyü, Büyük Dere eğlencelerinde ve Avrupa’da da Paris ve Viyana ve Petersburg’un en gözde, en meşhur salonlarında geçirmiştir. Sefahat âleminde bu adamın başvurmadığı köşe ve bucak kalmayıp gayet zengin bir baba ve ondan daha zengin bir haladan kendisine geçen bitmez tükenmez servetin büyük bir kısmını buralarda harmanlamış ve artakalanı ise hâlâ İstanbul’da kendisini birinci derecede zenginlerden saydırtabilecek derecelerde kalmıştır. Ancak Hamparson Ağa’nın sefahat müddetini öyle birkaç seneden ibaret zannederseniz ne geçirdiği ömre, ne sarf eylediği akçeye dair bir fikir edinemezsiniz. Hamparson Ağa gençliğinin geçtiğine kolay kolay inanabilir mi? Yaşı kırkı geçtiği hâlde bile henüz yirmi beş yaşında bulunan gençler ile rekabet ederdi. Ta kırk yedi, kırk sekiz yaşına gelip de artık bıyığında beyazlar siyahlara gereği gibi galebe[17 - Galebe: Üstün gelme.] eyledikten ve hele başındaki saçları hemen hiç kalmayıp döküldükten sonra, “Ey, artık evlilik zamanı geldi!” diye Avrupa’dan İstanbul’a geri dönmüştür.
Hamparson Ağa, şimdiki hanımıyla henüz kızın on yedi, on sekiz yaşlarında bulunduğu bir zamanda evlenmiştir. Bu kızın dünya üstünde hiçbir kimsesi olmayıp Soeurs de Charite[18 - Soeurs de Charite: İstanbul Bebek’te, Osmanlı döneminde kurulmuş ve Cumhuriyet Dönemi’nde de varlığını sürdürmüş olan ancak yakın tarihte kapanmak zorunda kalan Fransız kızlar yetimhanesi.] okulunda eğitim görmüştür.
Gerek kızı ve gerek Hamparson Ağa’yı tanıyanlar, bunları birbirlerine pek fazla layık ve uygun bulmuşlardı. Öyle ya! Hamparson Ağa ununu elemiş, eleğini asmış, durmuş, oturmuş bir kocadır. Artık hanımını kahredecek haşarılıklar kendisinden asla beklenmez. Biçare kızcağız, henüz gözleri göz yatağında fırıl fırıl dönen bir ateşli delikanlıya verilip de o da bin türlü hovardalık ile kızcağızı üzse, kahretse idi daha mı iyi olurdu? Ama kız pek güzelmiş. İsterse dünya güzeli olsun. Peri olsun. Ama pek terbiyeli, pek nazikmiş. Ne kadar terbiyeli olursa olsun zengin erkekler güzel kadınları her yerde bulup bilfiil haz edebilirler. Kendilerine eş olmak üzere de mutlaka zengin kızları ararlar. Ama Hamparson Ağa’nın biraz yaşı geçkince imiş. Hiç de değil! Henüz kırklık bir adam. Kırk yaşındaki erkek ihtiyar mı olurmuş! Tam mükemmel zamanı. Hele zenginliği! Artık koca denilen şeyin de gençliğinden evvel zenginliği aranır. Gençlik, güzellik karın doyurmaz kuzum! Paraya bakalım!
İşte, en fazla Hamparson Ağa’nın kıskançlığını besleyenler, durmuş, oturmuş koca ile hanımı arasında ilişkiyi bu şekilde ortaya koyarlardı.
Kıskançlıklarının en çoğu kız hakkında olanların aklından geçirdikleri de esasen söz konusu beraberliği bir kat daha uygun bulup ve onaylamakla beraber, şu şekilde dışa vurabilirlerdi:
“Pek uygun, pek yakışır!”
Hamparson Ağa bundan iyisini nerede bulacaktı? Aslında kendisi çok zengin bir adamsa da kendisi gibi zengin olan bir aile tutup da ona kızını veremez. Ellisini geçmiş, altmışına yaklaşmış bir herif! Zaten gençliğinde de güzel değilmiş. Zengin kızlar bu kadar çeyizleriyle koca mı bulamazlar ki ona varsınlar? Ama kimsenin almadığı kız tam Hamparson’un arayıp da bulamayacağı bir kızdır. Gençtir, güzeldir, Frenk mektebinden çıkmış, terbiyelidir. Lisan bilir, müzika bilir. Her şeyi bilir! Serveti yoksa kocasının serveti ona da yeter. Hamparson Ağa gibi gezmiş, tozmuş, alafranga bir adam da öyle olur olmaz, mıymıntı bir kadınla da yaşayamaz. Kısacası çok uygun oldu. İkisi de birbirlerine layıktırlar.
Halkta düşünüp taşınma mı istersiniz? Çok! Bir şeyi çekiştirmek lazım geldi mi bütün evrenin kanıtları onların ellerinde ve dillerindedir. Övmek mi lazım geldi? O kadar değilse de yine milyonlarca kanıtın ortaya konulmasından âciz kalmazlar. Ancak halkın gıpta ettiği bahtiyarlıklar içinde büyük büyük yıkımlar olmasa ve halkın yüreğini acıtan yıkımlar içinde büyük büyük bahtiyarlıklar bulunmasaydı, romancılara sermaye mi kalırdı?
Gerçekten Hamparson Ağa, pek çok kadının gıpta edecekleri bir koca çıktı. Karısından bir dakika ayrılmaz. Gündüzden akşama, gece yatak zamanına kadar hep beraberdir.
Vay, beraberliği yalnız yatak zamanına kadar mı? Asıl beraberliğin yatak zamanından sonra başlaması lazım gelmez mi?
Alafrangayı bilmiyor musunuz? Alafrangada kibar olanlar çoğunlukla ayrı ayrı odalarda yatarlar. Çoğunlukla değil, kibar kısmında hemen genel olarak böyledir. Madamın dairesi başka olur, mösyönünki başka. Bizim Hamparson Ağa, Avrupa’da bir değil birkaç kitap devirmiş ve kendi davası nedeniyle âdeta Frenk olmuş bir adam olduğu gibi hanımı da Frenk okulunda terbiye görmüş bulunduğundan alafrangaya herkesten fazla uyanlardandırlar.
Hamparson Ağa gıpta edilmeye değer bir kocaydı dediğimize iyi dikkat buyurunuz. Hanımını asla sıkmazdı. Mevsimine göre ziyafetler, souppeler,[19 - Souppe: Gece geç vakitlerde verilen yemek.] ballar[20 - Ball: Balo.] verip hele her moda değiştikçe hanımına elbise yapmak ve tuvalet takımlarını bizzat sağlamak Mösyö Arslangözyan’ın birinci derecelerde önem verdiği bir şeydir. İsterdi ki hanımı modacıların kitaplarına koydukları resimler kadar süslü bir kadın olsun.
Artık kocasının bu derecelere kadar önemsemesine sahip olan bir kadın da bahtiyar olmaz da kim bahtiyar olur? Ya Madam Hamparson bu derecelerde özene layık bir kadın değil miydi? Ciddi olarak haber veririz ki bundan daha pek çok fazla özen ve önemsenmeye de layıktı. Boyca boy, vücutça vücut, endamca endam bir kadında ne kadar mükemmellik hayal edilirse edilsin, o kadın yine de Madam Arslangözyan’ın topuğuna bile erişmiş sayılamaz.
Düşünmelidir ki Resmi gibi bir adam bu kadını ilk gördüğü zaman elindeki çekici hayretinden düşürmüştür.
Madam Hamparson sürekli denilebilecek bir şekilde yarı dekolte elbise giymekte olup gerçekten o kadar beyaz göğüs, o kadar güzel ense, o derecelerde latif gerdan bir kadında bulunur da o kadın, yakası kulaklarına çıkan bir fistan[21 - Fistan: Elbise.] giyer ise en güzel tabiat vergisini cimriler gibi gizleyip saklamış olur. Hâlbuki Madam Hamparson bu güzelliklerini gizlemek için yine tabiat vergisi yaradılışından olmak üzere o kadar gür, güzel ve kumral bir saça sahiptir ki onları bir özel hünerle tarayıp da omuzları üzerine döktüğü zaman genellikle Rus kadınlarda görüldüğü üzere tüyü dışarıya çevrilmiş bir samur şinel[22 - Kürk.] giymiş zannedilir.
Ya o çehredeki uyum! O güzellik! O şirinlik!
Kaşlar gayet uzun kolların bir diğerine girişmiş, dolaşmış bulunmasından şekillenmiş bir çift kıvırcık kaş! Gözler, gayet iri ve güzel ela gözler olup etrafındaki kirpikler hem o kadar sık hem o kadar uzundur ki insanın yüzüne bakacak olduğu zaman gözlerini güzelce açarak pek dikkatli bakmayacak olur ise kirpikler gözlerin güzelliğini âdeta gizlerler. Doğrusu şudur ki bu kirpiklerin duruşu öyle garip bir şekildedir ki kadın gözlerini açıp da insanın yüzüne pek dikkatli baktığı zaman bile güya bakmıyor, belki göz süzüyor zannedilir.
Bir çehrede şöyle bir çift kaş ve göz altında yine bunlarla uyumlu olacak bir şekilde resmedilmiş bir burun, ağız ve çene bulunmalıdır ki o çehre Madam Hamparson’un çehresine benzeyebilsin. Fakat ya onun cildindeki incelik ve tazelik her deride bulunabilir mi? Hamparson Ağa, bir takım kozmetikleri falan boş yere taşıyordu. Gerçekte bunlar cilde körpelik vermek için icat olunmuşlar ise de Madam Hamparson’un yüzüne, gerdanına ve sinesine tersine sertlik verirler. Deri, kozmetiklerden daha sert olmalıdır ki cilt onların oranında yumuşaklığından istifade edebilsin. Ama cilt kozmetiklerden daha körpe olursa bu etkiye yer mi kalır? Şüphe yok ki aksi kaziye[23 - Aks-i kaziye: Doğru farz edilen bir hükmün, konusu ile yükleminin ters çevrilmesiyle mecburi bir sonucun elde edilmesidir.] gerçekleşir.
Şu kısacık, eksik tarif ve biçimlendirmelerimizle karşınızda cisimlendireceğiniz Madam Arslangözyan tarzındaki güzeller için hemen kibir ve gurura işaret edecek seviyelerde bir de sertlik ve çatıklık hayal ederseniz. Gerçekten pek şairane bir tasarımda bulunacağınızı inkâr edemeyiz. Ancak sizce bir kusur sayılacak olursa, ona da bir şey diyememek üzere haber veririz ki Madam Hamparson’da aksine öyle devamlı bir tebessüm vardır ki o tebessümü bir gülüş ve hatta kahkaha derecesine vardırmak için en az pek sıradan bir tuhaflık yeterli gelebilirdi. Sanki mutlak yaratıcı hazretleri alımlılık ve şenlikte abartının da bir cisim örneğini göstermek için bu vücudu donatmış!
Abartıya vermeyiniz! Birkaç defa her ne nedenle ağladığı hâlde, ufacık bir tuhaflık üzerine, hâlâ gözlerinde yaş varken kahkahalarla güldüğü de olmuştur.
Bahtiyar kadın!
Kadın mı bahtiyar? Yoksa buna sahip olan mı?
Şüphe yok ki herkes, “Buna sahip olan bahtiyardır!” diyecek. Ya, “Bu kadına köle olan bahtiyardır!” denilse reddedilir mi? Hiç kadın kısmına sahip olmak mümkün olur mu? Meğer insan ona köle olmalıdır ki o da kölenin hizmet ve mükafatını, kendisine sahipmiş gibi bir şekilde belirlesin de insan da bahtiyar sayılsın!
İşte Hamparson Ağa bu kadına köle olmuş ya?
Ne belli; “Ben sana köle olayım, sen bana sahip ol.” diye bir kontrat yapmak, gönül pazarlığı konusunda yeterli midir?
Resmi, bu ailede peyda eylediği ilk yakınlığı kuvvetlendirme konusunda o kadar zorluk çekmedi. Orgun tamiri meselesi, Hamparson Ağa’nın olanca dikkat ve önemseyişini Resmi’ye kazandırmış olduğu gibi org tamir olup da denenmesi de yapıldığı gün Madam Arslangözyan’ın Resmi’yi gözden geçirme şekli ve incelemesi zaten düşündürücü sonuçlar vadederdi. Böylelikle bundan sonra sözleşerek görüştükçe yakınlıkları kuvvet bularak ve yakınlıkları kuvvet buldukça görüşme adetleri artarak artık Resmi, Arslangözyan ailesinin sürekli gelip giden dostlarından sayılır oldu.
Madam Arslangözyan kadar güzel olan bir kadının evine devamı arttırıp da insanın gerek o kadını ve gerek kendisini dillere düşürmesi de asla istemeyeceği bir şey olursa, nasıl davranmak lazım geldiğini tarife gerek var mıdır? Varsa, Resmi’nin hareket şekline son derece ciddi olarak dikkat eylemek lazımdır.
Aslında biz henüz Madam Arslangözyan ile layıkıyla tanışıklık peyda etmemiş olduğumuz için bu kadının hakikaten ne kadar iffet ve özellikle iffet savunuculuğuyla ne derecelerde mağrur olduğunu öğrenememiş bulunduğumuzdan, onun salonlarına devam konusunda uyulması lazım gelen kuralları birdenbire gözümüz önünde bulmalıyız. Resmi ise cidden iyi analizcilerden olduğu için bulunduğu yeri ve durumu hemen o saatte anlayarak sonradan mahçup ve utanç içinde kalmamak üzere izleyeceği yolu dikkatle belirlemiş ve o yoldan asla dışarı çıkmamayı kesinlikle azmetmiştir.
Her pazar akşamı Madam ve Mösyö Arslangözyan’ın kabul akşamları olduğundan, gayet süslü olan salonlarında kadın, erkek birçok misafir toplanır ve bazıları müzika ve şarkı, bazıları oyun ve kumar ile gece yarılarından sonralara kadar zaman geçirirler. Lakin kabul gecelerinden başka da bu evde misafir bulunmak hemen hemen ender görülen şeylerden olup birkaç misafir mevsimine göre saat dörtlere, beşlere kadar gayet eğlenceli gece eğlentileriyle vakit geçirirler. Resmi, aslında sessiz bir adam olduğundan Madam Arslangözyan, Resmi’nin her lakırdısını gülecek lakırdılardan bulamaz ise de o sessiz yaradılışlı ve bir dereceye kadar çatık surat olan Resmi, eğer bir de gülünecek şey söyleyecek olursa -çünkü hâl ve tavrı o gülünçlüğe tamamıyla bir ciddiyet rengi verdiğinden- artık madamın kahkahaları bitmek bilmezdi. Bu ender gülünçlüklerden birisine bir örnek verelim:
Bir gece, Hamparson Ağa’nın verdiği bir soupe’de mevsimin kış olması nedeniyle cevizli bir bal kabağı yenilirdi. Güya o toplulukta bulunanların hiçbirisi bal kabağının ne olduğunu bilmezler imiş de ilk defa olarak görüyorlarmış gibi herkes bu kırmızı şeyin ismine bal kabağı denildiğini ve alaturka leziz bir yiyecek olduğunu yekdiğerine tavsiye etmeye başladılar. Hepsi İstanbul bekârları ahalisinden olan bu kişilerin şu uyduruk alafranga lakırdılarına Resmi biraz tutuldu. Fakat hiç ses çıkarmadı.
Kabağı yemeye başladıklarında herkes lezzetini falanını övmeye başlamıştı. Resmi her lokmada büyücek bir ceviz kabuğunu dişi ile öğütmeye mecbur olduğu sırada orada bulunanların bazılarından, “Şekeri pek yolunda ise de pekmez ile yapılsa daha iyi olur.” ve bazılarının da “Ceviz aslında pek güzel yaraşmış ise de fındık veyahut badem ile yapılsa daha başkaca olurdu.” tarzında düşünceler işitirdi. Madam Arslangözyan, “Siz ne dersiniz Resmi Efendi? Kabağımızı beğendiniz mi?” deyince Resmi, “Evet Madam! Her şeyi ne çok fazla ne çok eksik, tam yerindedir! Şu kadar var ki ceviz kabuğu konulacağına kaplumbağa kabuğu konulsa idi daha yaraşırdı zannındayım!”deyince sofrada bir kahkahadır koptu. Çünkü o zamana kadar dişlerinin altında birkaç parça ceviz kabuğunun ‘garç’ diye kırıldığını acıyla hissetmemiş âdeta hiçbir kimse yoktu. Kahkahalarından dolayı konuşabilmeye güç yettiremeyen Madam Hamparson, “Resmi Efendi! Kabağın içinde kabuk bulunması genel tarifine giren malzemelerden midir?” deyince Resmi, “Evet Madam! Eğer öyle olmasaydı koyarlar mı idi?” cevabını ciddi bir tavırla vermiş olduğundan, madamın kahkahalarına hakikaten son gelmedi.
O gece aklına geldikçe bu söze güldüğü gibi ondan sonra Madam Arslangözyan, Resmi’nin bu sözünü her şey için kullanır oldu. Yemek sırasında mesela pilav içinden bir taş çıkacak olsa, “Ne güzel bir pilav olmuş! Yağı falanı pek yerinde olmuş! Yağı falanı pek yerinde olduğu gibi taşı da yolunda! Fakat taşları biraz daha bolca olsa idi, galiba daha çok yaraşacak!” derdi.
Resmi’nin, Zekâyi Bey’i Arslangözyanlara tanıştırması âdeta tesadüfi bir şey olarak gerçekleşti. Bir pazar günü Resmi, Taksim’deki belediye bahçesindeki Zekâyi ile gezinirken Madam ve Mösyö Arslangözyan’ı ta aşağıda denize doğru güzel manzarası olan ve bahçenin sağ tarafına düşen köşecikte oturmuş görünce, “Dostlara bir bonjur demeli!” diye o tarafa yönelince Zekâyi, “Dostlarına beni de tanıtacaksın ya?” demiş ve Resmi, “Tabii!” cevabıyla Zekâyi’yi beraber götürüp tanıtmıştır. Bu genç adamın İstanbul’da birinci derecedeki zenginlerinden Uzleti Efendizade olduğu ve şöyle zengin, böyle saygın bulunduğu anlaşılınca Arslangözyanlar kendilerine bu kadar saygın bir dost daha kazandırmış olduğundan dolayı Resmi’ye özellikle teşekkürlerini sundular.
Zekâyi’nin zekâ ve konuşma becerisi bunlara o kadar parlak göründü ki yarım saat kadar konuşma üzerine Resmi, veda ederek ayrılmaya davranınca karı koca ikisi de protesto ederek biraz daha görüşmelerini rica ettiler. O akşam Zekâyi Bey’i de alıp yemeğe getirmesini Resmi’den rica etmeye kadar vardılar ise de Zekâyi Bey’in ancak gündüzleri çıkmaya izinli olduğundan ve saat on iki veyahut bir de ister istemez babası olan muhterem ihtiyarın yanında hazır bulunmaya mecbur olduğundan söz ederek affını rica edince, o hâlde bir saat kadar onların yanında vakit geçirmekle, bir tatlı ile ödeşmeye mecbur edildi.
İki arkadaştan birisinin bu derecelerde çok ilgi çekmesi hâlinde diğerinin bundan içerlemesi çoğunlukla görülür durumlardandır. Hele Madam Arslangözyan gibi kadın huzurunda olursa o içerlemenin kıskançlık derecelerine bile varması mecburdur. Eğer Resmi’nin, Madam Hamparson hakkındaki hisleri, her genç adamın her güzel, hem de haddinden fazla güzel olan kadın hakkında ki hisleri gibi olsaydı, ihtimal ki bu içerleme, bu kıskançlık Resmi’de de var olurdu. Ancak Resmi, Madam Hamparson’un güzelliğinden, çekiciliğinden ve pırıltısından çok fazla tat almakla beraber, kadının ne tavırda bir kadın olduğunu da tamamıyla anlamış olmasıyla, almış olduğu bu tadı hiçbir zaman ne Madam Hamparson ve ne de kendisi için sıkıntıya neden olacak derecelere vardırırdı. Dolayısıyla Zekâyi’nin iyi bir şekilde karşılanmış olması Resmi’ye asla kıskançlık nedeni olmayıp tersine şu alafranga adamlar içinde bir terbiyeli Türk’ün daha girmiş olmasından dolayı memnun bile oldu.
Şurada olsun bildirelim ki Resmi öyle namusa cisim ve şahıs olmak üzere tanıtılacak adamlardan da değildir. Tersine zevk ve eğlence dünyasında başvurmadık köşeler de bırakmamıştır. Ancak kadınların bir diğerine asla kıyas kabul edemeyen bir takım sınıfı olduğunu da genellikle işte zevk ve eğlence âlemlerinde bu şekilde koşmuş deneyim sahipleri anlarlar. Resmi de o deneyim sahiplerinin hakikaten ileri gelenlerindendir.
Zekâyi ise o günkü görüşmeden Resmi’de olan his gibi bir his ile geri dönmedi. Kendi kendisine dedi ki “Vay hınzır Resmi vay! Nerelere de çatmış! Bu oğlanın tanımadığı hiçbir kimse yok. Madam Arslangözyan, gerçekten, görüşülmesi cana safa verecek bir şey! Tahminde hata yoksa Resmi artık bana bundan güzel, bundan latif hiçbir kadının arkadaşlık şerefini kazandıramaz.” İşte bu sözün içerdiği ince anlamdan da anlaşılabilecek olan his ve heves büyüyerek Zekâyi Bey evine vardığı zaman o kadar artmıştır ki o gece uykusu bile biraz rahatsız geçmiştir. Şu durumda Zekâyi ile Resmi arasında bir karşılaştırma yapılması gerekirse deriz ki Resmi’nin en büyük şaşkınlığı elinden çekici düşürdüğü ilk görüşmesinde olup ondan sonra Madam Arslangözyan ile görüşmesi çoğalıp arttıkça o şaşkınlık yumuşaya yumuşaya gayet eğlenceli ve lezzetli bir ahbaplık şeklini almış ve Zekâyi’nin en küçük şaşkınlığı ise Taksim Bahçesi’ndeki ilk görüşmede ortaya çıkmış olan derece olup ondan sonra Madam Hamparson ile görüşmeleri çoğalıp arttıkça derecesi arta arta, hemen kadının hayaline sarılıvermek seviyelerini bulmuştur.
Bununla beraber biz Zekâyi’ye yirmi beş yaşına kadar evinden dışarı çıkmamış dedikse bütün bütün hoppa ve ahmak da demedik. Zekâyi şu yolda bir ilgi üzerine madamın kocasına tam bir emniyet ve güven vermek lüzumunu anlamaya muktedirdi. Kadın hakkında da pek kötü davranmadı. O zamana kadar kendisi için ayıplanmayı gerektirecek yerlerin hiçbirisinde görülmemiş ve kibarlığı ise hakikaten Resmi’nin haber verdiği dereceden belki de daha yüksek görülmüş olduğundan, Hamparson Ağa şöyle bir kibarzadenin dostluğunu bir şeref nedeni bildiği gibi madam da Zekâyi’nin bin arzu şiddetiyle kendisine günden güne arttığı alakasından fazlasıyla hoşlanmaya başlamıştır.
Şu başlangıç üzerine eğer Zekâyi Bey sonunda elde etmek istediği şeyi ele geçirmekte pek aceleci olmasaydı belki daha hayırlı sonuçlara varabilirdi. Ancak Zekâyi, her kadını ya konağındaki cariyeler gibi aldığı emirlere birkaç itiraz ve biraz da nazdan sonra boyun eğmeye mecbur eder veyahut dışarıda tanıdığı birtakım elde edilmesi ticarete bakan kadınlar gibi müşteriye göstereceği zorlukları, sırf malının değerini çoğaltmak için gösterir inancındaydı. İşte bu hatası, o arzulanan neticeyi güç hâllere sürükleyecek hatalardandı.
Böylece Zekâyi Bey haklı olarak kendi kendisine dedi ki; “Böyle güzeller padişahı olan bir kadının Hamparson Ağa gibi maymun suratlı ihtiyar ve eşek bir heriften memnun kalması mümkün değildir. Gençliğinde aldığı türlü türlü hastalıklardan dolayı dişleri dökülmüş, burnu bile asıl şeklinde kalamamıştır…” Bu düşünceden ötürü Zekâyi pek kibirli bir tavırla bir de şöyle düşündü ki; “Bu kadının gönlünü ele geçirmek olsa olsa bana nasip olabilir. Nem eksik? Gençliğim var, güzelliğim var. Zekâ ve zarafetim yerinde! Hele zenginliğine gelince ben de Hamparson’dan aşağı kalmam.”
Dedik ya işte! Zekâyi kadınlar sınıfını bir diğerinden güzelce ayırt edip seçemediği için bu kibirli sözü söyledi. Aslında gençlik, güzellik, zekâ ve zarafet ve hele zenginlik, Zekâyi gibi arzularda bulunanlar için birinci sermayelerdendir. Ancak bu sermayelerden yararlanabilmek için aşıkâne alış ve veriş limanlarınca genel bir tecrübe gerekir. O tecrübe ve bilgi olmazsa bu sermayeler insanı kâra değil, zararlara uğratır.
Zekâyi henüz tecrübe etmemişti ki dünyada cariye olmayan kadınlar da bulunup karşılarındaki erkeklere köle değil sahip olmak isterler. Bunun gibi dünyada fuhuş taciri olmayan kadınlar da bulunup aşklarını az çok bir miktar paha karşılığı satmak ve en doğrusu kiraya vermek değil, belki aşkının meyvelerini doğru sözün ve vefanın mükâfatı olmak üzere kendisi bahşeyler.
Ama bu inceliklere sahip olamadığından dolayı Zekâyi’yi ayıplamamalıdır. Mazur görmelidir. Büyük bir servetten dolayı her konuda bolluk içinde büyümüş olan Zekâyi zevk ve eğlence dünyasının bazı köşelerini babasından gizlice, alelacele gezip görmekle bu inceliklere sahip olabilir mi? Düşünmelidir ki Zekâyi hiçbir arzusunu yerine getirmek için yalvarmaya mecbur olmamıştır. Emri, yani parasının kuvveti, her başvurduğu kimseleri kendisine boyun eğdirmiştir. Dünyada her şeyden yoksun olarak bununla beraber bazı arzulara mağlup da olmalıdır ve arzularının gerçekleşmesi emrinde yalvarmaktan başka gücü de bulunmamalıdır ki Zekâyi gibi kişiler için hazırda bekleyen bir nimete el uzatabilmenin değil, gözle bakabilmenin bile ne kadar zor olduğunu insan düşünüp anlayabilsin. Ya kişiliğinin gururu, kendisini yalvarmaktan yani bu dilencilikten de alıkorsa?.. Aslında her şey için ayıp olan dilenciliği, aşıkâne dilekler konusunda caiz görmüşler ise de bazı gururlu kişilik sahipleri vardır ki bundan bile utanırlar. O durumdaysa arzularını gerçekleştirmek için insan bir icat fikrine sahip olmalıdır.
İşte Zekâyi’nin eksiği bundan ibaret olup böylelikle Madam Hamparson ile iletişimini arttıra arttıra, aklınca tam gönül ve kalbinde olanları ilan etmenin zamanı geldiğinde gücü yettiği kadar Fransızca ile madama bir mektup yazmış ve bunda öyle bir şekille dil döndürmüştür ki madamı şöyle sevdiğine ve aşkıyla böyle çıldırdığına, bu sevdasında pek haklı ve mazur da olduğuna, çünkü kadının dünyada bir eşi daha bulunmaz güzellerden olup terbiyesi ve nezaketinin de güzelliğiyle orantılı bulunduğuna, özetle eğer göz ucuyla olsun merhametli bir bakışına erişemez ise dünyanın kendisine zindan kesileceğine ve buna da o güzel göğüs altındaki güzel yüreğinin merhameti razı olamayacağına ve bir anlık iltifatına erişebilmek için olanca varını feda edeceğine, falana dair ne kadar söz bulabilmiş ise hepsini yazmıştır.
Bir gün madamı odasında yalnız bularak mektubunu teslim ve takdim etmeyi başardı. Kadın mektubu baştan aşağıya kadar okudu. Aslında görünüşe göre şüphesiz fena bir aşk ilanı değil; öyle değil mi? Bir kadının güzelliğini, zarafetini, zekâsını taşkınlık derecelerine vardırmaktan çok o kadının hoşuna gidecek bir şey olabilir mi? Kendisi için yandığını, tutuştuğunu, çıldırdığını, tımarhanelere gideceğini falanı söylemek de sevgisini açığa vurmak demektir. Olanca varını meydana koymak ise fedakârlığa işaret eder. Zaten pek çok kadını çekmeye sebep olan şeyler de bunlar değil midir?
Fakat Madam Hamparson böyle pek çok kadınları çekmeye sebep olan bu şeyleri körü körüne kabul edecek seviyede olan bir kadın değildi. Zekâyi’nin mektubunu yukardan aşağıya kadar hem de hoşnut ve gülümseyen bir tavırla okuduktan sonra kendisi hakkındaki güzel düşüncelerinin bu dereceye varmasından dolayı teşekkür etti ise de bu teşekkürü takiben bir de öğüt vererek dedi ki:
“Beyefendi hazretleri! Eğer bana gösterdiğiniz bu ilgi ikiyüzlülükten arınmış, ciddi ve doğru ise herhâlde benim hakkımda bir de saygı ve hürmetiniz olması lazım gelir.”
“Şüphe mi var madam!”
“Öyle ise size rica ederim ki işlerimizi, ilişkilerimizi bir daha asla bu vadiye[24 - Vadi: Burada saha, yol, yön anlamında.] taşımayınız.”
“Gönlümün zorlamasına karşı koyamazsam ne yaparım madam? Beni mazur görünüz. Seviyorum sizi! Çıldırıyorum! Bu kadar güzellik ve zarafet sizde iken benim gibi güzellik ve zarafete tapınan bir adamın çıldırmaması mümkün olur mu?”
“Tapındığınız şey güzellik ve zarafet olup da birer miktarını da bende görüyorsanız, ben yüzüme perde çekip güzelliğimi saklamıyorum. Size kaba davranıp zarafet ve nezaketten de yoksun bırakmıyorum. Eğer güzelliğime, zarafetime tapınanların şöyle safça ve namusluca arkadaşlıklarından başka el uzatmalarını kabul edecek olursam, göğüsten göğse gezen bir çiçek olur kalırım.”
“Aman Allah aşkına Madam!..”
“Elverir[25 - Elverir: Yeterli, kâfi, yeter.] beyefendi elverir! Artık demek istediğimi anlatmışım zannederim. Fakat verdiğim şu cevap üzerine dostluğumuza zarar gelmiştir zannetmeyiniz. Tersine hakkımdaki sevginizin sizi böyle bir şeye cesaretlendirecek kadar arttığını görmek beni memnun eder. Benden mahrum olmuyorsunuz. Fakat o sevginizi açıklama konusunda göstermek istediğiniz sonuç beni aşağılamak demek olacağından, reddettiğim şey işte yalnız bu sonuçtur. Bunu şöyle açıktan açığa reddedişim, sadece dostluğunuzu pek kıymetli sayışımdandır. Yoksa dostluğunuza önem vermemiş olsa idim, şimdi sizden yüzümü çevirip bir daha buraya ayak basmanıza izin vermemesi için kapıcıya emir verirdim.”
Anlaşıldı ya? Kadın işi kesip attı. Hem de ne fena ve acıklı bir şekilde kesti attı! Eğer bir daha oraya ayak basmaması için kocasına söyleyeceğini bildirse idi, Zekâyi için bunu daha fazla hoş karşılanmış saymak mümkündü. Fakat kapıcıya emir verecekmiş! Kapıcılar, uşaklar aracılığıyla kovdurulan bir adamın ne kadar düşük olması lazım gelir!
Zekâyi, bu inceliklere tamamıyla akıl erdirdi. Pancar kesildi! Kadından özür dilemeyi de beceremeyip hele nasılsa o aralık salona birkaç misafir daha geldi de kendisini şu zor durumdan kurtardı.
Bilemeyiz; Madam Hamparson’a hak verenler, veremeyenlerden çok mu bulunur. Fakat gerek kendisine hak verilsin gerek verilmesin, madamın yorumu başkaydı. “Filanca âşık imiş!” diye onun arzularına uyum gösterecek olursa, kendisinin o filan efendinin heveslerine eğlence etmiş olacağını düşünürdü. Ama Madam Hamparson’un bu düşüncesi, aşkın ne olduğunu bilmediğinden ve aşka hürmet etmediğinden dolayı değildi. Aslında Soeurs de Charité okulunda dinin gereklerinden başka bir eğitim almamış ve Hazreti Meryemü’l-Azrâ’yı kendisine örnek alınacak bir model sayarak hele aşk denilen şeyin Cenab-ı Hak’tan başkasına uygulanacak bir yeri olduğunu, kimse kendisine söylememiş ise de aşkın anlamını öğrenmeye fazlasıyla düşkün ve şöhret olan kızların zaten bu yolda eğitim görenler olduğu bilinir. Fırsat ele geçip de türlü türlü romanları okumaya başladıkları zaman, onlar genellikle en açık romanları tercih ederek bunca garip olayın kahramanları ile sanki beraber yaşayıp onlara eşlik etmiş olurlar.
Şu kadar ki bu durumda olan kadınların pek çoğu romanlardan genellikle pek kötü örnekler aldıkları hâlde Madam Hamparson başkalarının maceralarındaki hatalardan kendisi için bir gerçek dersi, bir selamet örneği, bir iffet ibreti alan kadınlardandır. İşte bu nedene dayalı olarak kendisine aşkını açığa vuran Zekâyi gibi bir adama uyma konusunda başkaları her ne anlam verirlerse versinler, Madam Hamparson en galiz tabirince âdeta fuhuş anlamı verirdi.
Hem Madam Hamparson’a aşk ilan edenlerin birincisinin Zekâyi olduğunu düşünmezsiniz ya? Bu kadar genç, güzel, zarif bir kadın Beyoğlu’nda tam alafranga bir hâlde yaşar da ona Avrupa’nın her milletinden güzelliğine, terbiyesine mağrur birçok adam Zekâyi’den belki daha ustalıklı bir şekilde aşk ilan etmez diye akla gelebilir mi? Madam Hamparson ise her ne zaman böyle bir durum olsa kendi kendisine derdi ki:
“Beni her arzu edenin kucaklarına atlayacak olsam, dünyanın kucağına atlamam lazım. Bana her olanca varını feda edecek olanın hevesine ayak uyduracak olsam, bütün dünyanın olanca varını ben toplamalıyım. Hâlbuki bende en fazla arzusu olan kocamdır. Bana varını ve hatta ismini vermiş olan da odur. Öyle ise herkesten çok kocamın arzularını kabul etmeliyim. Ama başında saç, ağzında diş, yüreğinde şevk kalmamış bir ihtiyar olup sevilmezmiş. Zaten bana özlemlerini sunanlar, benim kendilerini sevdiğim için arzularını sunmuyorlar ya? Kendileri beni sevdikleri için hevesleniyorlar. Mesele benim sevmekliğimde değil sevilmekliğimde olduğuna göre sevilmekliğim için en büyük izni ve hatta tek izni kocama vermeliyim. Ama mutlaka bir aşk suçlamasıyla suçlandırılacaksam, bari benim seveceğim veyahut sevdiğim bir adam olsun ki hiç olmazsa başkalarının istek ve hevesine kurban olmayım da kendi istek ve hevesim yolunda mahvolayım.”
İşte Madam Hamparson’un düşünceleri bu yolda idi. Bu fikir ve yorum üzerine herkes istediğini söylesin. Bizim fikrimiz sorulursa deriz ki:
Eğer bir kadın için şöyle bir aşk felaketi kaderinde var ise, o felakete birtakım heveskârların ateşli arzularını yatıştırmak için uğraşmaktansa, kendi arzuları uğrunda uğraşmak ve başkası için mahvolacağına kendisi için mahvolup gitmesi elbette tercih edilirdi. Özellikle bu tutum, bu yolda görülen genel felaketi bir anda yarısından aşağı bir dereceye indirir. Çünkü kendisini mahveden kadınların yarısından çoğu, kendilerinin bir arzusuna yenilmekten değil, belki başkalarının hevesine kurban gitmelerinden doğduğunu tahmin eden hakikat peşinde olanların yorumları itiraz kabul edemeyecek kadar doğrudur.
Demek oluyor ki Resmi Efendi’nin Madam Arslangözyan’daki güzelliğin çekicilikten ve zarif neşesinden yalnız dışardan bir seyirci olarak, bir temiz dostluk ve terbiye ile istifade etmesi pek doğru imiş. Resmi, kadının bu seviyede bir kadın olduğunu Zekâyi gibi acı bir tecrübe ile keşfetmeyip belki hâl ve tavrından işi anlamıştı.
Bununla birlikte, Zekâyi’nin aldığı ret cevabından dolayı tamamen ümitsiz olduğunu da zannetmemelidir. Bir adam Zekâyi kadar kibirli olur da öyle kolay kolay yenilgisini kabul ederek ümidini keser mi? Zekâyi, madamın şu ret cevabını nazda aşırılığına verdi. “Pek tok gözlü bir kadın taklidi yapıyor.” dedi. Aslında bu düşüncesinde bütün bütün haksız da sayılamaz. Çünkü Madam Hamparson, Zekâyi’nin mektubunu yırtıp atmadı. Kendisine de iade etmedi. Yanında alıkoydu. Bu ise Zekâyi için henüz bir ümidin varlığının bulunduğuna işaret etti. Zekâyi kendi kendisine dedi ki: “ Eğer madamın bir başka sevdiği olup da ona sadakat satmak için böyle bir nazlanma gösterdiyse, doğrusu bu ustalığını ben de alkışlarım. Mademki oynayacağımız oyun biraz güç görünüyor, o hâlde bunun için lüzumu olan yardakçıları da hazırlamalıdır. Hizmetçisi Maryanko en uygun görünüyor. Onu ele alıp madamın gönlünün kimden hoşlandığını öğrenerek usulünce rekabet etmeye başlarız. Yani yerimizi sağlamlaştırmak için ilk keşfimizi yaparken oluşan hücumda başarılı olamadık ise usulünce etrafını çevirmeye başlayarak elbette teslim olmaya mecbur ederiz.”.
İşte Resmi’nin Zekâyi’yi tanıştırdığı büyük ailelerin birisi şu Arslangözyanlar olup bundan başka Resmi Bey, Zekâyi’yi Cezayirli Bahtiyar Paşa’ya da tanıştırmıştır ki Bahtiyar Paşa haysiyet ve mevki yönüyle Arslangözyanlara hiç benzetilemeyeceğinden fazla, Zekâyi Bey orada Madam Hamparson’dan gördüğü tavrı da görememiş ve aksine şansı, hemen hiç de ümit edemeyeceği kadar ve daha doğrusu istediğinin de üstünde bir bahtiyarlık göstermiştir.

Cezayirli Bahtiyar Paşa Ailesi
Cezayirli Bahtiyar Paşa denilen kişi, aslen Cezayir Dayızadelerindendir. Urban’ın Fransızlara karşı bir isyanında kendisi de taraftar olduğundan Cezayir sınırlarının dışına çıkmaya Fransa hükûmeti tarafından mecbur edilmiş ve böylelikle İstanbul’a gelmişti. Ancak şu göçünde mallarına asla saldırılmadığı gibi Cezayir’de bulunan çiftliklerine de el uzatılmayarak hepsi kendi sahipliğinde bırakıldığından Cezayirli Bahtiyar Paşa demek, birkaç milyon lira ve yüklüce kâr getiren hazinesinin tılsımı demekti.
Bu kişi ne gençtir ne ihtiyar. Yaşı kırk beş ile elli arasında. Fakat Hamparson, Arslangözyan Ağa gibi yaşamış olmadığından, şu yaştayken ihtiyarlığa ne kadar yakın ise Bahtiyar Paşa da gençliğe o kadar yakın sayılırdı. Aralarında olan farkı görmek ister misiniz? Hamparson’un ağzında diş kalmadığı hâlde Bahtiyar Paşa’nın iki tarafında, iki azı dişlerinden başka bütün dişleri sapasağlam durmaktadır. O iki diş de hemen bir kaza cinsinden çürüyüp kerpetenin eline düşmüşlerdir. Hamparson Ağa’nın başında saç kalmadığı hâlde Bahtiyar Paşa’nın fırça gibi olan saçlarında beyaz olan kıllar siyah olanlara oranla yüzde yirmi derecesine varamazdı. Hamparson’da gözler çukura gömülmüş, yüzü katmer katmer buruşmuş ve çehresi bir irin rengi almış olduğu hâlde Bahtiyar Paşa’nın henüz yüzündeki tazelik kaybolmayarak rengi pembe ve vücudu tamamıyla zinde idi. Sözün özü Hamparson Ağa yalnız bir kadınla evli bulunurken alafrangada karı ve kocanın ayrı ayrı odalarda yatmasından pek memnun olduğu hâlde Bahtiyar Paşa’nın dört hanımı olup hiçbir gece yalnız yatmayı da caiz görmezdi.
Gerçekten! Tıp sanatı ve sağlığı koruma bilimi ilerledikçe, kimi insanların daha çabuk çürümekte olduklarını doktor efendiler de inkâr etmemelidirler. Ama “Suistimal erbabına[26 - Suistimal erbabı: Burada, sağlık ve sıhhatlerini hor kullanarak vücudunu gereğinden fazla yıpratacak davranışlarda bulunanlar anlamında.] tıpçılar ne yapsınlar?” denilecek olursa doktor efendiler ancak yarı yarıya kurtarılmış olurlar. Çünkü suistimal erbabı içinde pek azının kırka elliye varmış olduğunu görmekteyiz. Asıl suistimal etmeyip de elli yaşına gelmiş olanları görmekteyiz ki tıbbın kurallarına uymanın ne olduğunu tanımadıkları hâlde seksenine gelenler kadar da sağlam olamıyorlar.
Temele itiraz ediyoruz sanılmasın. Tıpçıları alaya almaktan hoşlaşan Moliére’e yol arkadaşı olmak gayretinde de değiliz. Fakat insan sağlığını koruma dediğimiz zaman, kendimizi de ona ortak gördüğümüz için konuya karışıyoruz. Çocuklarımızı anasından doğduğu zaman tamamıyla tıp kurallarına uyma çerçevesinde eğitip beslemeye çalışarak, bir de beş yaşına geldiği vakit komşunun yine aynı yaşta bulunan fakir çocuğu ile karşılaştırıyoruz ki bizim çocuğun eğri bacaklarına, cılız vücuduna, sarı benzine nazar değmesin diye korkup dururken, komşunun fakir çocuğu tokmak gibi koşup geziyor. Şu hâlde büyümüş iki delikanlıya bakıyoruz ki tıpçıların elinde beslenmiş olan beyefendi, ılıman bir kışta kendisini üç fanila içinde ısıtamadığı hâlde onun yaşıtı olan fakir genç en şiddetli bir soğuğa karşı fanilası falanı olmak şöyle dursun, kuvvetlice bir paltosu bile bulunmadığı hâlde dayanıyor. Dayanıyor da yine fanilalar içinde bulunan, soğuk almaktan kendisini kurtaramadığı hâlde diğerinden soğuk bile kaçınıyor.
Şöyle iki adam önümüzde iken bir doktor ile konuştuk. Çıplak adamın geleceğinden pek fazla endişelendiğini söyledi. Biz fanilalı bey için, “Şöyle genç ve babayiğit bir hâlde iken kendini ısıtamazsa yarın kanı soğuduğu, damarları küçülerek kan dolaşımı azaldığı zaman bu adam kendisini nasıl ısıtacaktır?” dediğimizde doktor efendi cevap bulamayıp diğer bir doktor ise buna tıbben değil fakat zarafeten bir cevap verdi. Dedi ki:
“O hâlde de arkasına birkaç soba ve ayaklarına birkaç mangal giyer de kendisini ısıtır!”
Gözleri korumak için konserve[27 - Konserve: Burada koruyucu anlamında.] gözlükler ve miyopluğa karşı koymak için kuvvetli camlar falan kullanarak otuz beş yaşında kör olmak derecesini bulanlar ile bir de altmış yaşına vardığı hâlde henüz gözlüğe ihtiyacı olmadığını şükran makamında söyleyenleri incelemeli.
Kısacası tıbbın henüz doğaya üstün gelemediğini ve belki hiç gelemeyeceğini kabul etmelidir. Tıp bilginlerinin sağlığımızı korumak için göstereceği şartlar eğer doğa geneliyle uyuşursa ne âlâ! Fakat economie animal[28 - Economie Animal: Hayvan bilim.] bilimi kurallarınca her hareket bir gider ve o hareketi yaptıracak her kuvvet bir gelir sayılarak gelirin gidere üstün gelebilmesi için az kuvvet sarf etmek üzere az da hareket lazım olması öğüdünden, vücudumuzu tam bir adalet içinde çürütürsek tıpçı efendiler bunda da suistimalimizi kanıtlamak için bin delil bulabilirler ise de biz kaybettiğimiz vücudu bir daha bulamayız.
İşte Bahtiyar Paşa vücudunu kaybetmemiş olan bahtiyarlardandı. Evet, bu bahtiyarlardan idi ki evvelce de demiş olduğumuz gibi dört hanımı vardı.
Vay, şimdi okur hanımlarımızdaki gazap! Bir adamın dört karısının olması bahtiyarlık mı imiş? Bu ne yanlış fikir! Bu ne garip düşünce! Yazılacak şeyler bitti de bir de erkekleri dört kadın almaya teşvik mi kaldı?!
Okurlarımız böyle birdenbire hiddetlenmezler ise kendileri ile pek çabuk ateşkes anlaşması yapabiliriz. Biz bu çok hanımla evlilik konusunu pek çok yerde ettik. Mesela bir tarafı Türkçe diğer tarafı Fransızca olarak yayımlanmakta bulunan Osmanlı gazetesinde, ayrıntılarıyla izah edip açıkladık. Onlarda görülmüştür ki fikrimizin temeli çok hanımlı evliliği gerekli kılma yönünde değildir.
Ha şöyle! Ha şöyle! Çünkü toplu iğneye davrandığımız gibi!..
Ancak erkek olmak ve elli yaşına varmış bulunmak noktasında bir adamın evvelce örneği görülen Hamparson Ağa gibi yalnız bir hanımı bile çoğumsanması, o erkek için elbette bahtiyarlık sayılamaz. Belki kadın için bile! Öyleyse, savunulanın tam tersi de kabul edilir; yani o yaşta bulunan bir erkeğin yalnız bir değil dört kadına koca olabilecek kadar genç bulunmasının bir nimet sayılması lazım gelir.
Ya bir erkek bu şekilde dinç ve zinde olur da, “Ben yalnız bir hanımla yetinirim.” derse, bu söze kolay kolay inanmak mümkün olur mu? Dünyanın beş kıtası gözümüzün önündedir. Görüyoruz ki bu sözü söylemeyen erkeklerin hemen yüzde yüzü o söz ile “Ben ihtiyaçlarımı dışarıdan da giderebilirim.” demiş oluyorlar.
Çok hanımlı evlilikten bahseden bir kişi demiştir ki “Genelevler ağırlıklı olarak evli bulunanlar içindir. Bekâr olan gençler ise bu yerlerdeki başarılarını hürmete değer başarı saymazlar.”
İmdi, bir erkek gönlünü, malını, namusunu evinden dışarıda ayaklar altına alacağına, serveti, arzusu hep kendi evine ait olsa daha tercih edilir sayılmaz mı? Dışarıdaki zevk ve eğlencelerin kendisi için ayıp ve rezalet sayıldığı hâlde evindeki çok eşliliği böyle bir ayıp ve rezalet sayılmak şöyle dursun, tam tersine evcillik sayılır.
Bununla beraber bir tanecik hanımıyla yetinen ve ona sadakat eden kocaları kutsamalıdır. Fakat bizim Bahtiyar Paşa, işte bu fikirde bir adam olmayıp konağında dört hanımı vardı. Bizim hikâyemizin geçtiği zamanda Bahtiyar Paşa’nın dördüncü ve üçüncü hanımlarından henüz çocuğu olmayıp, ikinci eşinden bir buçuk yaşında bir kızı ile üç buçuk yaşında bir oğlu ve birinci eşinden, yani büyük hanımefendiden Şehnaz isminde on yedi yaşında bir kızı vardı ki işte Resmi Efendi’nin annesinden kalan Hasna, hikâyemizin geçtiği zamandan üç sene önce, yani Şehnaz henüz on dört yaşında bulunduğu zaman kendisine arkadaş olmak üzere alınmıştır. Cezayirli olmak ve orada Fransız lisan ve ahlâkını hemen tamamıyla öğrenmiş bulunması nedeniyle Bahtiyar Paşa gayet alafranga bir adamdı. Hatta alafrangalığı Avrupa’nın burjuva denilen halk takımının alafrangalığı şekli de olmayıp âdeta kendisini kontlar, dükler derecesinde sayarak konağını bile o kıyas üzre idare eylerdi. Öyle ya! Cezayir Dayısı demek, oranın bir hükûmdarı demek olduğuna göre Bahtiyar Paşa’nın kendisini, Avrupa’da yedi sekiz yüz nüfustan ibaret, çiftlik gibi bir yerin hükümdarı hem de tek sözü geçeni sayan baronlardan, kontlardan, düklerden daha aşağı mı saysın?
Konağı içinde daire müdürü sıfatında görevlendirdiği kişi Konsuş isminde bir İngiliz’di ki hâl ve şanına bakılacak olunsa kendisi bir daire müdürlüğüne değil büyük bir şirketin yöneticiliğine layık görülürdü. Ondan başka zengin evleri için bir süs sayılacak cokeyi Sarafin de binicilikte şöhret yapmış bir adam olup arabacısı Fransız Victor Hague ise arabacılığa tenezzül edemeyecek bir adam ise de nasılsa birkaç defa servet kazanarak zevk ve eğlenceyle batırmış olduğundan şimdi Bahtiyar Paşa’nın yemek içmek, giyim vesaire her şey daireden olduğu hâlde maaş olarak verdiği ayda iki yüz frank Victor Hague’a arabacılık hizmetini kabul ettirmişti.
Konsuş, Sarafin ve Victor Hogue’den başka dairede bulunan Fransız aşçılarının, Türk ve Arap iç ağalarını vesaireyi sayıp dökmeye de kalkışacak olursak şuraya birkaç yüz isim kaydetmeliyiz.
Harem tarafına gelince; hanımların cariyelerinden filanlardan başka Şehnaz Hanımefendi’nin hizmetinde mürebbiye ve öğretmenlik sıfatıyla görevlendirilmiş olunan Madame Mirsak gerçekten kültürlü kabul edilmeye değer bir kadın olup Fransa edebiyatçılarının bütün eserlerini kütüphanesine sadece bir süs olsun diye koymuştur. Çünkü söz konusu edilmiş kitaplar tümüyle ezberinde olup kendi kalemi de şöhret yapmış Fransız hanımlarından Madame George Sand ve Madame Emile de Girardin gibi yazarlardan aşağı kalmaz. Bu kadın otuz yedi, otuz sekiz yaşında, vücutça da alımlı ve hele öğretmenlerin hepsinde görüldüğü gibi elbise ve tuvaletince büyük bir temizlik ve titizliğe düşkün olup şu kadar ki yine o öğretmen ve mürebbiyelerin hepsinde görüldüğü üzere, hâl ve tavrını altmış yaşındaki kadınların hâl ve tavrına benzetmeye çalışıyordu. Madame Mirsak yedi sekiz seneden beri Şehnaz Hanım’ın eğitim ve öğretimiyle meşgul olduğundan, Şehnaz Hanım’a Fransız lisanında iyiden iyiye pay kazandırmış olduğu gibi kendisi de Arapçayı ilerletmiş ve hatta okuyup yazmaya başlamıştır.
Madame Gabat isminde Şehnaz Hanım’ın bir de müzik ve dans öğretmeni vardır. Bu kadın kırkını bir hayli geçmiş ve belki ellisine el uzatmaya yaklaşmışsa da Paris’in en meşhur tiyatrolarında geçirdiği gençlik âlemine nasılsa doyamayarak gerek süsçe ve gerek şuhlukça hâlâ kendisini yirmi altı yaşında zannederdi. Şunu kabul ederiz ki bu kadın genç iken Paris’te pek çok adamın ocağına incir dikmeye yardım eylemiş büyük bir güzelliğe sahip olup şimdi de geçip giden aylar ve yıllarla o güzel binaya gelen yıpranma ve çöküntüyü süs sanayinin yardımıyla tamire çalışarak bu binayı sıvaca, badanaca, nakış ve renkçe bayağı, insanların dikkatlerini çekebilecek bir hâlde korumayı başarmakta idi.
Şehnaz’ın oda hizmetçisi olan Sofi isminde bir Fransız kızını ne Mirsak’a ne de Gabat’a asla kıyas edemeyiz. Bu kız ancak on dokuz, yirmi yaşında, varışlı gelişli dalyanlar gibi bir kız olup çehrece de o kadar güzeldir ki bu büyük güzelliği kendi etkisini meydana koymak için öyle süse müse de muhtaç değildir. Bir oda hizmetkârının sadece elbisesi eğer bir çirkin kadının üzerinde küçük görülmeye neden olabilirse de Sofi’nin üzerinde bulununca kimse elbiseye dikkat bile etmeyip fistanına sığmayan balık gibi sımsıkı bir vücudun kim bilir ne kadar körpe bir şey olduğunu tahmin için insan gözlerini kızın gerdanından, boynundan, yüzünden ayırıp da elbisesiyle uğraşmaya zaman bulamazdı.
Bu yosmanın güzelliğinden kendisinin habersiz olmadığını da özel olarak yazmalı ve uyarmalıyız. Hatta kendisini görenlerce vücudunun ahengi ve yüzünün güzelliğinin ne etki yaptığını kendisi de daima gözler ve her hâl, duruş ve tavrını ona göre düzenlerdi. Hatta bir defa Resmi Efendi, Matmazel Şehnaz Hanımefendi ile birlikte kahvaltı etmek şerefine ulaştığında (Çünkü Bahtiyar Paşa dairesi pek alafranga olduğundan kaç göçe o kadar uyulmaz.) Sofi bu sofrada yemek takdim etmekteydi. Misafirin sol tarafına yemek tabağını uzattığı zaman en usta hizmetçiler için birinci derecede dikkat edilmesi lazım geldiği gibi burnunun solumasıyla yemek alan kişiyi rahatsız etmemek için başını o kişinin tepesi hizasına doğru kaldırınca Sofi o kadar yaklaşmış ve öyle güzel bir duruş almıştı ki kızın gerdanında olan güzellik öyle göz yumulması mümkün olan güzelliklerden de olmadığı için Resmi biraz başını kaldırdığı zaman gözleri kamaşır gibi bir şeyler hissetmiş ve hemen aklını başına alarak kendi kendisine, “Vay canına yandığım yosma şey! Sanki yemek takdim etmiyor! Güya gerdan takdim ediyor!” demiştir. Sofi de Resmi’de olan bu çalkantının farkına vardığından yüzünde o kadar hafif ve anlamlı bir gülümseme görülmüştür ki artık bu gülümsemeyi ne yolda anlamak isterseniz sizi hür ve yetkili bırakırız.
Nasıl? Resmi’nin Zekâyi’yi tanıştırmış olduğu şu Bahtiyar Paşa ailesine tanıtılmak bahtiyarlığını siz de kendiniz için arzu ederdiniz ya!
Bu aileden hikâye kahramanları arasında hemen birincilerden sayılacak kişi hakkında henüz gereken ayrıntıları vermedik. O ise Şehnaz Hanım’dır. Yalnız Şehnaz Hanım’ın bu hikâyenin geçtiği zamanlarda on yedi yaşında bulunduğunu söylemiştik. Bu kadar düzenli bir terbiye içinde bulunan bir kızın ne kadar mükemmel olmasını arzu edersiniz? Vah yazık ki bu arzunuzun yerine geldiğini göremeyeceksiniz. Şehnaz Hanımefendi aslında yüce kudretin o kadar özenerek yarattığı ve süslediği bir sanat eseri olmadığından, kız sekiz dokuz yaşlarına geldiği zaman sanki Yüce Sanatçı Hazretleri bu yarattığını kendisi de beğenmemiş de modelini beğenmeyen ressamların fırçalarını boyaya batırarak çizimlerine doğru serpiverdikleri gibi hatsız hesapsız çilleri ve çiçek bozukluklarını bu kızın yüzüne serpivermişti.
Boy, kısaya yakın orta; vücut, bir iskelet olup yaradılıştaki inada bakınız ki dişler de dudaklarından dışarı fırlamaya her zaman hazır ve tetiktedir. Uzun bir yüze, ufacık bir burun ne kadar yakışmaz ise, bir sivri çene üzerinde ve bir geniş ağzın ipince dudakları arasında bu dişlerin bile o kadar yakışıksız olacağını aklınızda bulabilirsiniz.
Güzel ahlakın en güzel yüzlerde aranılması gerekeceği hakkında verilmiş olan bir karara itirazınız var mıdır? Yok ise Şehnaz Hanım’ın ne kadar hoppa, ne kadar hırçın, ne kadar kıskanç bir şey olacağını da ayrıca anlayınız.
Şu kadar ki kızın zekâsını yüz kadına bölüştürselerdi, o kadınların her birini de başka başka olarak zeki ve fettan birer kadın olmak üzere kabul ederdiniz. Pergel ile resmolunmuş gibi testekerlek ve küçücük açık mavi gözleri, sanki iblisin kör olmayan gözü gibi ekseni üzerinde fırıl fırıl döner, pırıl pırıl parlardı. Bu kız ihtiyar olursa şüphe yok şeytanı bile aldatan kocakarıyı da aldatacak bir acuze[29 - Acuze: Kocakarı.] olur.
Fıkra aklınızda mıdır? Değilse arz edelim:
Bir kocakarı ile şeytan bir salonda düelloya çıkarlar. Silahların birisi gereğinden fazla uzun olan bir tavan süpürgesinin sapı ile diğeri gereğinden fazla kısa olan bir meydan süpürgesinin sapından ibaret olup kocakarı şeytana der ki: “Hangisini istersen al!” Şeytan uzununa göz dikerse de onu elinde evirip çevirip idare edinceye kadar kocakarı kısa sopa ile durmadan yapıştırır. Şeytan birbirini izleyen süpürge sapından kafasını kurtarıp da uzun sırığını kullanamayacağını görünce önceki seçiminden cayıp, “Hayır, hayır! Şu kısayı bana ver de sen uzunu al!” der. Kocakarı buna da razı olur. Bu defa ise acuze, süngü davranır gibi sırığa davranıp aralıksız (şeytanı) dürtmeye başlar. Şeytan için hasmına yaklaşmak bile imkânsız olunca galibiyet meydanını kocakarıya terk ederek kaçar gider.
İşte bizim Şehnaz Hanım, bir kocakarı olsaydı mutlaka şeytanın üstün gelemediği bu acuzeye de üstün gelirdi. Hiçbir şey yapamaz ise bari elindeki kısa sopayı kaldırıp kocakarının kafasına atarak Vodina kavunu gibi kafasını yardıktan sonra kaçardı.
Şehnaz’ın dünyada hiç sevmediği iki insan varsa, birincisi Hasna idi. Hasna’yı nasıl sevebilsin ki kendisi çirkin olduğu hâlde Hasna güzel; kendisi hoppa olduğu hâlde Hasna ağırbaşlı; kendisi kötü huylu olduğu hâlde Hasna melek yaradılışlı bir kız. Bayan öğretmenleri her dersi ona verdikleri hâlde sırf hoppalık ve tembelliği nedeniyle derslerine dikkat etmemesine karşın Hasna, sanki o dersler doğrudan doğruya kendisine veriliyor imiş gibi hepsini alıyor ve ezberliyor. Dolayısıyla Hasna, Şehnaz’a arkadaş değil rakibe sayılırdı. Bereket versin ki Şehnaz’ın haddinden fazla kibirli olması Hasna ile açıktan açığa düşmanca bir rekabete girişmekten kendisini alıkordu. Öyle ya! Bir kontes veya prenses iken, her durumda hizmetçinin bir parmak üst tarafı demek olan bir yoldaşı önemseyip de onunla rekabete kalkışması mümkün olabilir mi?
Sevmediği adamların ikincisi ise Resmi Efendi idi.
Zekâyi Bey bu eve tanıştırıldığı zamana kadar Şehnaz’ın Resmi’yi ne kadar sevmediğini kendisi de bilmezdi. Gerçekten de Resmi’nin kendi huzurunda ciddiyetini korumak suretiyle gösterdiği ağırbaşlılıktan ve doğru sözlülükten nefret eder ve bu davranışların tersini görmeyi arzu eder idiyse de her şey zıddıyla temeyyüz eder[30 - Her şey zıddıyla temeyyüz eder: Her şeyin üstün ve iyi tarafı, ona zıt olan değerlerle kıyaslandığında ortaya çıkar.] kavramınca, Zekâyi tanıştırılarak beyefendinin koca bir asilzade olması ve sultana selam vermemek derecesinde kibirli bulunmasıyla beraber, kadınlar ve bilhassa Şehnaz gibi kibar nezdinde yılışıklık yapmama kuralına son derece uygun davrandığını görünce Resmi’nin âdeta katlanılmaz bir edepsiz olduğuna karar vermişti.
Hakikat! Gerçekten büyük olan kibarın dünyada hiç hoşlanmaması ve en fazla nefret etmesi lazım gelen bir şey var ise o da riya ve dalkavukluk olması lazım gelir ve riya ile dalkavukluk yapan soysuzları huzurundan kovması gerekirken tam tersine, genellikle görülür ki o büyükler gözünde en fazla makbul olanlar dalkavuklar ve riyakârlardır.
Dalkavukluk ve ikiyüzlülük ile yaranmak isteyen terbiyesizlere neden hürmet etmelidir? Ki onlar kavuk salladıkları kibarın menfaatini, hukukunu, şanını, şerefini hayal ve hatırlarına bile getirmeyip tam tersine kendi riyaları ve dalkavukluklarının makbule geçtiğini görünce velinimetleri efendileri hakkında alaylara da başlarlar ve kendi kendilerine derler ki “İşte ahmak herifi aldattım! Gösterdiğim tüm yaltaklanmalara inandı.” Bu sözü yalnız kendi kendilerine söylemekle de kalmayıp hatta kendisi gibi kavuk sallayıcı ve riyacı olan kapı yoldaşları arasında da efendilerinin ahmaklıklarını maskaraya alarak eğlenirler. Bunlardan birçoğu, her zaman ortamda görüldüğü ve şu gerçek güneş gibi ortada olduğu hâlde büyükler hep riyakâr, ikiyüzlü, yalancı, hilekâr olan dalkavukları severek kalpleri temiz ve bağlılıkları ciddi ve hakiki olan hizmetkârlarını daima üzerler.
Besbelli bu durum da en temiz kalpli, en doğru özlü ve doğru sözlü adamların kıymetlerini bilen kibarın bir kat daha büyüklüklerini yüceltmek için yaradılışın kurallarının arasına konulmuş bulunmalıdır.
Resmi, Şehnaz Hanımefendi’nin kendisini sevmediğini önceden bildiği gibi Zekâyi Bey daireyle tanışıklık peyda eyledikten sonra hanımefendi hazretleri artık Zekâyi’nin ikiyüzlü yaltaklanmalarından açıkça hoşlandığını ve kendi hoşsohbetinden açıktan açığa hoşlanmadığını görünce nefretinin derecesini bir kat daha anlamış idiyse de Bahtiyar Paşa, kendi annesinden yadigâr kalan Hasna’nın velinimeti olduğu ve bu durumda Şehnaz Hanımefendi de velinimet-zadesi bulunduğu nedeniyle Şehnaz’ı yine takdir eder, yine sever ve tüm bu nedenlerle mesut ve bahtiyar olmasını can ve gönülden arzu ederdi. Eğer onun mesuliyeti kendisince büyük büyük fedakârlıklara muhtaç ise elinden gelen her fedakârlığı yapmaya daima hazır ve hazırlıklı bulunurdu. İyi ahlak ve fazilet erbabı için bittabi ortaya çıkan görev bu değil midir? İnsan, bir efendinin minnettâr kalınacak hediyeleri ve ihsanı olduğu zaman, şu kutsal göreve halel bile getirecek olursa, artık o durumda riyakâr ve dalkavuk olan yalancılardan daha kötü bir mel’un, bir hain olur kalır. Minnettarlık mutlaka ve ister istemez hayırseverliği gerektirip Resmi Efendi ise yalnız minnettar olduğu kişinin değil kendi minneti altında bulunanların bile hayırseveri olmak derecesinde yüksek ahlak sahiplerinden idi.
Bir yalancı riyakâr ile riyaya inanıp rağbet eden kibar arasında en parlak bir örnek vermek lazım gelir ise işte yine Şehnaz ile Zekâyi’yi gösteririz. O ikiyüzlü dalkavuk, biçare Şehnaz Hanım’ın huzurunda kendisini şöyle güzel bulduğuna ve her hâline hayran olmak lazım geldiğine dair nice dilbazlıklar ettiği ve her sözünü zarafetin ta kendisi saydığı hâlde, bazı kere Hasna ile iki dakikacık kadar yalnız bulunabilmek fırsatı ele geçtikçe, “Acaba Şehnaz Hanım’a söylediğim sözlere kendisi gerçekten inanıyor mu? Hiç sizin kadar güzel bir kişi kendi karşısında iken kendi güzelliğine bu kadar mağrur olmalı mıdır? Zarafet zanneylediği arsızlıkların nasıl farkına varamıyor ki sizin güzel terbiyeniz, zekânız ve zarafetiniz, onun zevzekliğini, çılgınlığını ve âdeta terbiyesizliğini kendi gözünde bile kanıtlamalıdır!” gibi sözler ile Şehnaz’ı alaya alır ve küçümserdi.
Hâlbuki Şehnaz Hanımefendi, kendisine edilen ikiyüzlülüklerin ve yaltaklanmaların doğru olduğuna o kadar inanıyordu ki Zekâyi’ye olan duyguları âdeta muhabbet ve aşk derecelerine varıp, bazı kere bu sırrını Hasna’ya da açar ve Hasna’yı kendisine dost bildiği için değil, belki, “Bak, ne kadar güzel, nazik ve sevimli bir hanımefendi hazretleriyim ki Zekâyi Bey gibi güzel ve terbiyeli bir kibarzade bana âşık olmak derecelerinde davranışlar gösteriyor!” tavrıyla sohbetlerde bulunurdu. Hasna ise Zekâyi’nin kendi hakkında söylediği sözleri doğru olarak görmekte haklı iken bile o sözlerin hiçbirisine inanmayıp “Bunun gibi ikiyüzlü ve alçak bir herifin yaltaklık ve riyalarından Allah cümleyi esirgesin!” diye Cenab-ı Hakk’ın ulu koruyuculuğuna sığınırdı.
Şimdi biraz düşünelim ki ikiyüzlülük ve dalkavukluktan hoşlananlar, bundan ne fayda ümidiyle hoşlanırlar? İşte Şehnaz Hanım, Zekâyi Bey’in riya ve yaltaklanışlarına önem vermekle, kendi kendisini o dalkavuğa alay konusu ettirmekten başka bir şey kazanamamış ve fazla olarak habise gayet müthiş bir şekilde aldanmıştır da. Çünkü bir kız, hakikatte sevilmediği bir adam tarafından “seviliyorum” inancına düşerse, bu aldanışın onun için pek müthiş bir aldanış olacağına şüphe yoktur. Yalnız bir kızın değil en büyük adamların bile riyakâr ve dalkavuklara aldanması daima müthiştir. Tarihin sayfaları karıştırılacak olursa bundan dolayı meydana gelmiş o kadar facialar görülür ki insan onları okuyarak üzülür ve üzüldüğü zaman riyakârları herkesin gözü önünde asacağı gelir. Çünkü efendisinin en büyük bela ve felaket günlerinde, hâllerine ağlayacak iken gülmek gibi bir lanetlenesice davranış, daima ikiyüzlü ve dalkavuklarda görülmüştür.
Zekâyi Bey tarafından gösterilen yaltaklanmaları, Şehnaz Hanımefendi’nin tamamıyla ciddi olarak kabul etmesini gerektiren bazı sebepleri de okuyucularımız bilmelidir. Ta ki biçare kızın Zekâyi hakkındaki duygularının çabucak bir aşk derecesine varmış olduğunu görmekle hayrete düşmesinler.
Malumdur ki alafrangada kızlara roman okutmak yasaktır. Bu yasağın nedeni, kızlara zevk ve şehvetin ne olduğuna dair örnekler göstermemek konusu olacak ise de söz konusu yasaktan hiçbir memlekette, beklenen fayda elde edilememiştir. Çünkü bu hâl, bu yasaklama tam tersine, kızların romanlar için daha fazla hırs ve düşkünlük göstermelerine neden olduğundan, piyasada gezen romanları noksansız olarak okumaya yol bulduktan başka, kadınlar ve hatta erkekler için bile yasak olan birtakım zararlı kitapları da ele geçirip büyük bir hırs ve hevesle okurlar. Pek çok kızın en gizli yerlerinde öyle kitaplar bulunmuştur ki bunlar bir kızın değil, hatta bir erkeğin bile elinde görülse içeriğini okumak değil, resimlerine göz gezdirmek bile o erkek için pek büyük ayıplardan sayılır.
Aslında Şehnaz Hanım’ın öğretmeni Madam Mirsak da öğrencisine roman ve tiyatro gibi eserleri asla göstermezdi. Ancak kütüphanesinde türlü türlü romanlar ve tiyatrolar mevcut olduğundan, Şehnaz habersizce bunları çalıp gece odasında okurdu. Bu hırsızlıkta Hasna’nın da suçsuz olduğunu iddia edemeyiz. Şu kadar ki Şehnaz’ın okumasıyla Hasna’nın okuması arasında büyük bir fark vardı. Bu farkı görmek için Hazret-i Sadî’nin beytini araştırmalıdır. Hakikaten bitkilerin tümü için selamet nedeni ve bereket olan yağmur, hep o yağmurdur. Ancak, lale ve sümbül tohumunu içeren bir bağda lale ve sümbül bitirdiği gibi diken ve çalı kökleri ile dolu olan bir yerde de bunları yeşillendirir. Yaradılışında kötülük tohumu olan Şehnaz için okuduğu romanlar, kendisinin de o romanlarda gördüğü olay kahramanlarından birisi olma istek ve becerisine güç verirdi. Hasna ise yaradılışında zaten saf iyilik olduğundan, okuduğu romanlarda durumu beğenilemeyecek olan olay kahramanlarının her birini birer ibret numunesi olarak algılamış ve şu âlemde henüz aşkın ne olduğunu kendi şahsında tecrübe etmediği hâlde zevk ve şehvet âleminin olanca tehlikelerini romanlarda okuyup öğrendiği için o olay kahramanlarına benzemeyi değil benzememeyi asıl kahramanlık olarak görmüştü.
İşte bu hikmet nedeniyle Şehnaz, Zekâyi’nin ikiyüzlü davranışlarına kapılmakta idi. İşte bu hikmet nedeniyle idi ki Hasna, Zekâyi’nin ikiyüzlülüklerini nefret gözüyle görmekte idi.
Bahtiyar Paşa familyası hakkında buraya kadar aldığımız bilgiler, Zekâyi Bey’in, bu aile içinde Hamparson Ağa’nın hanesindeki gibi yıldızı düşük olmadığını ispat eylemiştir ya! Çünkü burada makbul ve mukbil[31 - Mukbil: Mübarek, mutlu, mesut, bahtiyar.] olmaktan fazla bir nimet daha vardı ki o da Şehnaz Hanımefendi’nin gözünde Resmi’nin menfur,[32 - Menfur: Kendisinden nefret edilen, sevilmeyen. İğrenç.] Resmi’nin müdebbir[33 - Müdebbir: Evvelden düşünüp işleri ona göre ayarlayan. Her şeyin evvelden tedbirini yapan, gören.] olmasından ibaretti.

Her Şeyden Habersiz Bir Aşık
Mevsim aralık başları. İstanbul’da genellikle şubattan itibaren hükmünü sürmeye başlayan şiddetli kış, bu sene o müsaadeyi göstermeyip tam tersine o kadar erken bastırmıştı ki aralık başlarında bulunulduğu hâlde kar, bora, fırtına, soğuk; maazallah!
Resmi bir iş için Beyoğlu’na çıkmıştı. Havaya dikkat edince, “Bu havada deli olan bile evinden çıkmaz. Mösyö ve Madam Arslangözyan mutlaka yalnızdırlar. Gider birkaç sohbet ile kendilerini eğlendirirsem pek memnun olurlar.” diye doğruca Hamparson Ağa’nın evine gitti. Gerçekten, hava deli olanların bile evlerinden, yani tımarhanelerinden çıkmalarına müsaade verecek hâlde olmadığı gibi madam ve mösyö Arslangözyan da asla deli değildiler ise de iki gün evvel bir gündüz ziyafetine davet olunarak, olur cevabını da vermiş bulundukları için çarnaçar[34 - Çarnaçar: İster istemez, mecburen.] çıkmışlardı. Eğer Madam Küpe-liyan o gün ev bekçisi gibi bir şekilde orada bulunmasaydı Resmi Efendi geri dönecekti. Madam Küpeliyan, Madam Hamparson’un en aziz dostlarından olup yaradılışça da gayet nazik ve oldukça melek gibi bir fakir kadıncağız olduğundan, kendisine hiçbir değer verilmeksizin geri dönülür ise bundan kırılacağını söyleyince Resmi Efendi biraz düşünüp, “Birkaç lakırdı etmeli.” diye salonda ateş başına oturmuştu.
Ateş kışın meyvesi imiş! “Ateş, kışın çayırıdır.” denilse de olabilirdi. Çünkü birbirlerine bitiştirilebilir olmak hususunda ateş ile meyve arasında bir ilişki bulunamaz ise de göze hoş gelir olmak hususunda yazın çemenzarı ile kışın ateşi arasında epeyce bir ilişki bulunabilir.
Hele o gün Arslangözyan, salonunun şöminesi fazlasıyla neşe verecek bir şekilde yanmakta bulunduğundan, Resmi Efendi bu seyirden lezzet aldığı gibi Madam Küpeliyan da sözü o kadar latif vadilerde dolaştırmakta idi ki bu sözlerden hoşlanmayacak bir erkek düşünebilmek mümkün değildir.
Aşktan, muhabbetten konuşulurdu. Düşünmelidir ki erkekler bile yekdiğeriyle bu bahsi edecek olsalar saatlerce devam eylediği hâlde hiçbir kimseye usanç gelmez. Hele kadınlarla bu muhabbet edilirse usanç gelmek mümkün olur mu? Özellikle bir salon içinde, güzel bir ateş karşısında yalnız, bir tek kadın ile baş başa aşka dair konuşulursa! Özellikle o kadın da Madam Küpeliyan gibi fakirliğine bakılmaksızın, kendi hâlinde doğal olarak var olan alımıyla insana sıklet[35 - Sıklet: Manevi sıkıntı; ağırlık.] vermeyecek gibi bir kadın olursa!
Ancak şu kısacık tarifimizden Madam Küpeliyan’ın oldukça aşüfte meşrep[36 - Aşüfte meşrep: Zevk ve şehvet düşkünü, ahlaksız kadın.] bir kadın olduğunu anlamamalıdır. Madam Küpeliyan o kadınlardandır ki insan onlardan şuhluğu pek ateşli olarak ümit eylediği, hâl ve sözlerinden buna dair ipuçları beklediği hâlde ümitleri ne derhal gerçek olur ne de gerçekleşmesinin imkânsız olduğu görülür. Zaten bundan dolayıdır ki o kadın ile ne kadar sohbet edilse, ne kadar konuşulsa insana asla usanç gelmez.
Madam Küpeliyan, Resmi’nin içten içe beslediği gizli şehvani duygularına kendisi hakkında bir gönül rahatlığı vermeye de çalışmazdı. Güya Resmi’nin bazı gizli aşkları varmış, güya kendisi de bu gize vakıf imiş de Resmi’nin ağzını arıyormuş gibi davranırdı.
Sözün başları pek çok şaka tarzıyla geçtiği hâlde söz yavaş yavaş ciddiyetini arttırır. Çünkü Madam Küpeliyan dedi ki:
“Resmi Efendi! Ne kadar inkâr edecek olsanız da fayda vermez. Sizin bir kadını pek fazla sevdiğinizi yakından bilirim.”
Bu sözün Resmi’nin bayağı merakına neden olacak bir şekilde söylendiğini göz önüne alırsanız, Resmi’yi biraz düşündürmüş olmasını da uygun görürsünüz.
Madam Küpeliyan şunu da ilave eyledi:
“Gördünüz mü bir kere, nasıl düşünmeye başladınız?”
“Ben mi madam?”
“Ya kim olacak? Bu düşünceniz benim keşfimi haklı gösterir. Hâlbuki keşif de değil! Pek yakından bilirim ki…”
“Şaşılacak bir şey. Ben âşık olayım da ben haberdar olmayayım!”
“Ben size haberdar değilsiniz diyemem. İnkâr ediyorsunuz demek isterim.”
“Madam! İnkâr ile yalan arasındaki sınır hemen hemen kıldan bile incedir.”
“Tasdik ederim. Sevdiğini inkâr etmek isteyenlerin yalnız böyle düpedüz inkâr etmeleri değil, hatta açıktan açığa yalan söylemeleri bile istibat[37 - İstibat: İhtimal vermeyiş, uzak görme.] olunamaz.”
“Estağfurullah! Cidden bir ilgim var olsa neden inkâr edeyim? Neden yalan söyleyeyim?”
“Kim bilir? Hele daha fazla şaşırmaya değer bir taraf daha vardır ki o da sevdiğiniz kadın, size olan yakınlığını gizlemediği hâlde sizin gizlemeye çalışmanızdır.”
Resmi, biraz düşündükten sonra aklına yeni bir şey gelmiş gibi davranarak:
“Sevdiğim kadın benimle olan yakınlığını gizlemediği hâlde mi? Ah Madam Küpeliyan! Şimdiye kadar sizden bana cesaret verebilecek bir hâl göre idim, derdim ki bana olan sevgi ve alakasını gizlemeyen bir kadın olsa olsa yine siz olabilirsiniz.”
Bu sözün Madam Küpeliyan’ı memnun eylediği, Resmi bu sözü söylediği zaman madamın gözlerinin içi gülmüş gibi bir hâller görülmesinden anlaşıldı. Ancak kadın bu hoş sözlere yenilgi tavrı göstermemeye çalışarak dedi ki:
“Hakkımdaki güzel düşüncelerinize teşekkür etmeyi kendime borç sayar isem de bilirim ki sevdiğiniz kadını bildiğime dair olan sözlerim sizi sıkmaya başladığı için sırf o sözü kapatmak üzere konuyu bana yüklemeye çalışıyorsunuz. Hiç sevdiğiniz kadın gibi bir kadına sahip olan adam bir biçare Küpeliyan’a tenezzül mü eder?”
“Estağfurullah efendim! Hakikat söylerim ki…”
“Lüzumu yok Resmi Efendi, lüzumu yok! Asıl konunun dışına çıkmayalım. Ben sizin sırrınıza o kadar vakıfım ki işte şimdiye kadar hiçbir kimseye açmamış olduğunuz diğer bir şeyi bile size ben haber vereyim.”
“Neyi?”
“Ermenice öğrendiğinizi!”
Bu söz hakikaten Resmi’de bir durgunluğa neden oldu. Gerçekten de Resmi üç dört aydan beri Ermenice öğrenmeye olağanüstü gayret edip hatta bu dilde konuşmak konusunda o kadar beceri kazanamamış olduğu hâlde, okuduğu kitapları anlamak ve kendisi Ermeni lisanıyla yazmak konusunda oldukça beceri sağlamış ise de öğretmeni Samatyalı bir adamdı. Küpeliyan’ın nasıl olup da bundan haberdar olduğuna şaşırmıştı. Dedi ki:
“Evet madam, bu lisana heves eylediğim için bir zamandan beri dersine çalışmaktayım.”
“Teşekkür ederim ki bunu inkâr etmediniz. Öyle ise itiraf ediniz ki bu dili sevdiğiniz kadın Ermeni olduğu için öğreniyorsunuz.”
“Acayip! Mutlaka sevdiğim bir kadın bulunması sizce kesinlikle olması gereken bir şey olduktan fazla, Ermeniceyi onun için öğrenmem de bu yüzden olmalı! Öyle mi?”
“Olmalı değil! Bizce bunlar tümüyle muhakkak! Fakat siz inkâr ediyorsunuz.”
“Canım, bir sevdiğim olsa neden inkâr edeyim?”
“Kim bilir?”
“Hayır, mutlaka bileceksiniz! Eğer bilmezlik etmek istiyorsanız müsaade ediniz de ben söyleyeyim.”
“Söyleyiniz!”
“Evet, söylemeliyim ya! Mutlaka söylemeliyim! Demeliyim ki eğer benim sevdiğim olduğu hâlde bunu inkâr ediyorsam bunun sebep ve hikmeti olsa olsa, mutlaka sizi o sevdiğimden daha güzel, daha sevimli bulmaklığım olabilir. Yalnız bu da yeterli gelmez. Hatta sizin lütfunuzdan ümit var dahi bulunmaklığım gerekir.”
“Hep asıl konudan dışarı çıkmaya çalışıyorsunuz. Hep inkârınıza kuvvet vermek için beni söze katmak istiyorsunuz. Pekâlâ! Ben size sevdiğiniz kadının ismini dahi haber verirsem?..”
“Madam!..”
Resmi’nin ağzından şu son kelime hakikaten dikkati üstüne çekecek bir ağırlıkla çıkmıştı. O kadar ki tavrına dikkat edilse gerçekten Resmi bir ismin meydana konulmasından çekiniyor zannolunurdu.
Madam Küpeliyan ise Resmi’den bu kelimeyi işittikten sonra bir müddet yüzüne o kadar dikkat ile baktı ki bu kelimenin alt tarafını söylemesini beklediğini de anladı. Resmi birkaç saniye ve belki birkaç dakika söyleyeceği sözü zihninde arıyor gibi davrandı. Nihayet dedi ki:
“Rica ederim madam bu şakaya artık son veriniz. İhtimal ki şaka tarzında olsun ortaya bir isim koyarsınız ki o ismin sahibi kendi isminin şaka olarak dahi söylenmesine razı olamaz. Ben birçok kadın ile görüşüyorum. Her kadının benimle görüşmekten çekinmemesinin birinci sebebi, şaka şeklinde bile olsun, kendi isminin benim ismimle birlikte anılmayacağından emin bulunmasıdır. Yazıktır madam! Merhamet ediniz! Aslında sizinle edilen şu şakalaşmalardan kimsenin haberdar olamayacağından emin isem de bu şakalara da lisanımızın alışmasını istemem. Emin olunuz ki benim hiçbir kadın ile hiçbir şekilde ilişkim yoktur.”
“Çocuk!”
“Neden?”
“Gerçekten siz bir çocuk imişsiniz!”
“Niçin madam?”
“Çocuk olmayanda böyle telaşlar olur mu?”
“Olur madam! Eğer ortaya koyacağınız isim zaten ağızdan ağza gezen isimlerden olur ise asla tereddüt etmeyip söyleyiniz. Ben kendi nefsimi temize çıkarmaya çalışmayacağımdan, bunda hiçbir sakınca yoktur.
Bir ismi yüz adam ağzına alıyorsa bir de yüz birinci bulunsun. Ne olur? Ancak ismi ağızlara alınmamak lazım gelen bir muhterem kadının ismini ortaya koyarsanız…”
“Tekrar ederim ki çocuksunuz, çocuksunuz!”
“Sebebi?”
“Evvela şunun için ki zaten o kadın dillerde destan olduğu hâlde sizin haberiniz yoktur. İkinci olarak şunun için ki haberiniz varsa bile şayet o destanı siz engelleyebilecekmişsiniz gibi işi örtmek gayret-ı tıflanesinde[38 - Gayret-i tıflane: Çocuklara yakışacak gayret; çocukça çabalama.] bulunursunuz. Sonra şunun için ki kadın sizi sevdiğini gizlemeyip de kendi sırdaşlarına kendisi söylediği hâlde, siz hâlâ bilmezlikten geliyorsunuz, hâlâ inkârda bulunuyorsunuz.”
“Vay vay vay! İş bu kadar bilinir olmuş ha? Hâlbuki benim hâlâ haberim yok! İnsanı çıldırtacak bir garabet![39 - Garabet: Garip durum, gariplik.] O hâlde benim için yakıştırdığınız çocukluk doğru bile olsa, benim suçlu görülmeme ve rezil olmama vesile olamaz. Çünkü bir kadın, benimle o kadar dillerde destan olmuş da ben hâlâ bu destanın daha fazla ün almasına ve yayılmasına engel olmaya çalışıyorsam, o kadına daha doğrusu kadın cinsine bir koruyuculukta bulunmuş oluyorum demektir.”
“Hâlâ inkârda sebat ha?”
“Ya ne yapayım a canım? Kime haksız yere iftira edeyim?”
“Kimseye iftira ediniz demiyorum. İsterseniz sevdiğinizin ismini haber vereyim de bakınız, görünüz işin içinde iftira mı var yoksa doğru bir haber mi?”
Resmi artık gücünü tüketerek dedi ki:
“Söyleyiniz öyle ise, Allah aşkına söyleyiniz bakayım! Ben de bileyim ki şu âşık olduğum kadın kimdir?”
“Öyle ise geliniz yavaşça kulağınıza söyleyeyim!”
Biçare Resmi kulağını Madam Küpeliyan’a teslim eylediği zaman ne kadar heyecan içinde bulunacağını gözünüzün önüne getirebiliyorsunuz ya! Salonda kendilerinden başka hiçbir kimse bulunmadığı hâlde bu ismi kulağına haber vermek istemesi…
Kadın o mühim ismi haber verdi. Dedi ki:
“Madam Arslangözyan!”
Resmi kendisini bir anda kaybedip yine o anda aklını başına toplayarak dedi ki:
“Öyle ise ben çocuk değilim madam! İnkârcı da değilim! Fakat siz büyük bir hataya kapılmışsınız!”
“Acayip! Şimdi Madam Hamparson hakkındaki beğeni ve ilginizi inkâr mı edeceksiniz? Ermeni lisanını dahi birden bire kendisine o lisan ile konuşarak beğenisini kazanmak için öğrendiğinizi inkâr mı edeceksiniz?”
“Madam Hamparson’un türlü türlü üstün niteliklerini inkâr etmek âdeta hayvanlıktır. ‘O kadar mükemmel bir kadının dostluk ve arkadaşlığından hoşlanmam.’ demek eşekliktir. Ancak şurada, salonunda bir araya gelerek akşam eğlenceleriyle tat ve zevk almaklığımıza izin verdiğinden dolayı haddimin haricine çıkmak da terbiyesizliktir. Ben kim, o kim? Hele Madam Hamparson’a gelince; sizi temin ederim ki o kadın her zaman, herkese gösterdiği ihtişamlı yüzünden başka, bana fevkalade olarak bir yüz göstermemiştir. Kendisi hakkında, haddimin haricinde sayılacak bir hevese cesaret alabileceğim şekilde hiçbir fırsat tanıyıcılıkta bulunmamıştır. Eğer bu sözü sizden başka bir kadından işitmiş olsaydım, âdeta iftira ediyor diye o kadından nefret eylerdim. Ancak sizin Madam Arslangözyan’ın sadık dostu olduğunuzu bildiğim için onun hakkında zerre kadar bir iftira eylendiğini işitseniz, benden evvel siz reddedersiniz diye inanmaktayım. Ama şayet Madam Hamparson size benim için buna yakın bir söz söylemiş ise emin olunuz ki şaka yapmıştır.”
“Evet söyledi. Hem de şaka olarak değil, pek ciddi olarak söyledi.”
“Madam Hamparson mu?”
“Ta kendisi!”
“Ne dedi?”
“ ‘Resmi’nin bana ilgisi var; benim için hevesi pek büyüktür.’ dedi.”
“Ya siz hata ediyorsunuz ya o; hatanız da galiba isimlerde olmalıdır. Zannederim ki ‘Resmi’ dediğiniz isim ‘Zekâyi’ olacaktır. Böyle bir cesaret, olsa olsa Zekâyi’de bulunabilir.”
“Zekâyi Bey’de mi? Hiç ümit edemem ki Madam Hamparson bu cesareti Zekâyi Bey’e versin!”
“Öyle ise böyle bir cesareti bana da vermemiş olduğundan emin olunuz! Öyle ise size o sözü mutlaka bir şaka olmak üzere söylemiştir. Hele kendisinin bende böyle varsayılan bir cesaretin varlığını beğenmiş olduğunu söylememiş olduğuna hiç şüphe etmem. Öyle değil mi?”
“Beğenmiş olduğunu söylemedi ama ayıplamadı da.”
“Ayıplamadı mı? Öyle ise ayıplamayı terbiyesine yediremediği için ayıplamadı.”
“Dedi ki ‘Resmi fena çocuk değildir.’ “
“Yalnız bu kadar mı dedi?”
“Yalnız bu kadar dedi.”
“Tamam! Şimdi anlaşıldı. Madamın bazı kere… Hayır bazı kere değil genellikle o kadar parlak hâlleri olur ki karşısında bulunanları hayran eder. Şayet böyle bir hâlde hayretimi biraz fazlaca görmüş ise…”
“Demek oluyor ki işte madama hayran olduğunuzu itiraf eyliyorsunuz.”
“Vay! Madam Arslangözyan’a hayran olmamalı da nefret mi etmeli? Fakat Cenab-ı Hakk’ın Madam Hamparson namı altında gösterdiği yaratış ustalığına hayran olmak, kendisine alaka etmiş bulunmak demek mi olur? Mutlaka dediğim gibidir. Bende biraz fazlaca hayret gördüğü için hakkımda böyle bir fikirde bulunmuştur. Ama ‘Resmi fena çocuk değildir.’ demesi, ‘Resmi’den bu cesareti ele almasını bekleyecek kadar kendisini terbiyesiz addetmem ise de nasılsa hata etmiştir.’ anlamına gelir.”
Sözde biraz daha devam için meydan olsa idi ihtimal ki birtakım katmerler daha kalkardı. Fakat o aralık Madam ve Mösyö Arslangözyan davetli oldukları yerden döndüğü için o gün söz, bu kadar kaldı.
Madam Hamparson, Resmi ile Küpeliyan’ı bir salonda yalnız oldukları hâlde görmüş olduğuna hiçbir önem vermedi. Büyük bir şenlik ve neşe içinde ateş başına koşup, “Resmi Efendi! Nasıl, kar helvası zevkiniz midir? O kadar kar yağıyor ki ağzınıza, burnunuza biraz pekmez sürseniz ister istemez rüzgâr size bir çok kar helvası yedirirdi!” diye şakalarla ısınmaya başladı.
Resmi’nin şu geçen konuşma üzerine zihnine o kadar perişanlık gelmişti ki madama söyleyecek hiçbir söz bulamadı. Hamparson Ağa da, “Vay, baba Resmi! Sizi burada bulduğumuza pek memnun olduk!” diye ateşe yaklaşıp karı koca o günkü kış şiddetini becerebildikleri kadar abartarak tarife başladılar.
Resmi içindeki sıkıntılardan bunlara ipucu vermemek için, “Evet Madam! Gerçekten kar pek hızlı yağıyor!” yahut “Evet Hamparson Ağa! Bu kış pek erken başladı!” gibi sözleri bile pek güçlükle bir araya getirerek zaten akşam da yaklaşmış bulunduğu için, “Şu şiddetli havada gündüz gözüyle kendimi İstanbul’a atayım!” diye bir müsaade yaratıp çıktı, İstanbul yolunu tuttu.
Yolda giderken Resmi ayaklarının nereye bastığını hemen hemen fark edemeyecek derecede dalgındı. Kendi kendisine düşünürdü ki:
“Acaba Madam Hamparson, Küpeliyan’a yalnız o kadarcık mı söz söylemiş? Acaba fazla bir şey söylememiş mi? Yalnız ‘Resmi fena çocuk değildir.’ demiş ise mutlaka anladığım gibidir. Yani beni bazı şaşkınlıklarımda hoş görmüştür. Yok daha başka sözler söylemiş de onlar da beni ayıplamaya yönelik iseler, doğrusu pek fazla mahçup olacağım!.. Yoksa hakikaten Madam Küpeliyan, isimler konusunda hata ediyor. Eğer bu cesareti ele aldıran Zekâyi ise bir diyeceğim kalmaz. Zaten Madam Hamparson’a pek fazla istekli görünüyordu. Hatta beni bile bayağı kıskanıyordu. Aslında beni kıskanmasını gerektirecek hiçbir tavrı görmemiş ise de sırf kendisi istekli olduğu, hem de pek fazla istekli olduğu için yüreğini bu kıskançlık duygularından alıkoyamıyordu.”
Resmi’nin kendi kendisine söylediği şu sözlerden anlaşılıyor ki her ne kadar Zekâyi’nin arzularından haberdar ise de beyin aşkını ilan ederek ret cevabı dahi almış bulunmasından haberdar değildir. Hatta devam eden düşüncelerinde kendi kendisine demişti ki:
“Sakın Madam Küpeliyan’ın bugünkü konuşmalarında amacı bizi bir soruşturup denemek olmasın! Sakın bu soruşturmayı da Madam Hamparson istemiş bulunmasın! Evet evet! Bu da akla yakındır. Zekâyi ile şayet mercimeği fırına vermiş iseler bu sırrın açığa çıkmış olup olmadığını benden anlamak isterler. Öyle ya! Ara yerde böyle bir mercimek fırını veyahut fırın mercimeği varsa onu herkesten önce mutlaka benim haber alacağımı bilirler. Benim ağzımı aradılar da eğer ben bu sırra vakıf olmuş isem diyeceğim ki ‘Adam siz ne diyorsunuz? Madam Hamparson’u benim sevebilmekliğim mümkün olur mu ki onun arslan gibi bir amantı[40 - Amantı: Dost.] var. Bizim gibi biçarelere o saadet nasip olur mu?’ Ben böyle bir söz söyledikten, yani sırlarına sahip olduğumu anlattıktan sonra elbette benden başkalarının da bu sırdan haberdar olacağını tahmin edeceklerdir. Öyle ise Zekâyi’ye dair söylediğim iki lakırdıyı da keşke söylememiş olsaydım. İhtimal ki o lakırdım üzerine de bu hükmü verirler. Zekâyi’nin işini bozmuş olurum!”
Gerçekten de Zekâyi, böyle bir başarının yollarını aradığı hâlde eğer Resmi o işi bozsa idi, üzülürdü. Ancak bu üzüntüsü Madam Hamparson hakkındaki kayıtsızlığından kaynaklanmazdı. Çünkü insan için Madam Hamparson gibi bir kadına karşı kayıtsız bulunmak mümkün ve düşünülebilir olamaz. Belki kendisi için ele geçirilmesi imkânsız olan bir şeye Zekâyi’nin kavuşmasından alıkoymak, o şeyi Zekâyi’den kıskanmak demek olup bu hasede ise hiçbir lüzum olmayacağı ve bir arkadaşını büyük bir nimetten boş yere mahrum etmiş sayılacağı için üzülmüş olurdu.
İşin gerçeğine gelince; Resmi, Madam Hamparson ile karşılıklı konuşmaktan ve sohbet etmekten o kadar lezzet alırdı ki alınan bu lezzetin büyüklüğünün hemen hemen bir arzulayış derecesinde olmasını Madam Hamparson’un bilmesinden ve fakat kendisini küçük düşürecek hiçbir taşkınlığın asla meydana gelmeyeceğinden de emin olması, dolayısıyla da Resmi’ye darılmak konusunda kendisini haklı göremediğini eğer bilseydi Resmi bunu pek büyük bir bahtiyarlık sayacaktı.
İşte bu yoldaki düşünceler Resmi’yi evine kadar takip eylediği gibi uyku âlemine bile bu düşünceler ile beraber gidip zavallı Resmi, bütün gece rüyasında Madam Küpeliyanlar, Madam Hamparsonlar, Zekâyi Beyler ile uğraştı. Kâh kendisini Madam Hamparson’a ilan-ı aşk ederken gördü kâh kadın aşkını reddediyor göründü kâh kabul şeklinde görünüp Resmi’yi sevinçten çıldırtmak derecelerine getirdi. Hele Zekâyi tarafından büyük büyük rekabetler görerek son derecelerde perişan oldu. Kısacası o gece kendisine pek şiddetli bir ağırlık basarak sabahlara kadar bundan kurtulamadı.
Demek oluyor ki Resmi, Madam Hamparson’a gerçekten alakadar ve âşık imiş de kendisi bihaber imiş.
Eğer imkânlar âleminde kendi aşkından habersiz bulunmak mümkün ise ona diyeceğimiz yok. Şu kadar ki yine Resmi’de görülen hâli çok kimselerde görmüşüzdür. İnsan bir kadını o kadar beğenir, ondan o kadar hoşlanır, yani o kadını o kadar sever ki bu hissiyatına bir “aşk” denilir ise isim ile isimlendirilen arasında tam bir uyum bulunur. Ama ya son derece utandığından veyahut kadının kendisine hiçbir türlü ümit veremeyecek bir konum ve seviyede bulunmasından dolayı bu aşkına kendi de vücut veremeyerek çakmağı itilip ateş aldığı hâlde bir zamana kadar patlamayan ve silahşörler arasında “Tüfek kaynıyor.” diye tabir olunan tüfekler gibi asla fark olunamayacak bir şekilde ateşli bulunur. Böyle bir tüfeğin patlaması için falya tarafından pek az hava alması lazım geldiği gibi bu aşık, bu haberin de ateş alması için canan tarafından gayet az bir ümit rüzgârının estirilmesi yeter.

Önemli Bir Söyleşi
Madam Küpeliyan ile edilen sohbetin üzerinden birkaç gün geçtiği ve Resmi’nin hemen hemen eli işe varmayarak aklı fikri Beyoğlu tarafında kaldığı hâlde, sanki Madam Hamparson kendisini görecek olursa, “Sen ne halt ettin! Madam Küpeliyan ile bana dair niçin söz ettin?” diye darılıp bir daha yüzüne bakmayacakmış gibi Beyoğlu’na gelmek için bir türlü cesaret bulamadı. Bu süre boyunca Zekâyi Bey ile birkaç defa görüştü ise de bu günlerde Zekâyi Bey’in başka meşguliyetleri mi vardı ne idi fakat Resmi’ce bilinir olmayan bu meşguliyetlerin asıl sebebinin Madam Hamparson tarafından aldığı red cevabıydı. Zekâyi, madam hakkında hiçbir söz söylemediği gibi Resmi de kendisine dair Zekayi Bey’e hiçbir söz söylememişti.
Nihayet Resmi, bir gün, ne olursa olsun göze alıp Beyoğlu’na gitti. Hem de doğruca Hamparson Ağa’nın evine vardı. Akşam saat on idi. Öyle geç gitmesi de bir hesaba dayalı olup Resmi kendi kendisine demişti ki “Eğer madamın tavrını fena görürsem akşamı bahane ederek kaçar gelirim. Yok, aksi hâlde bulur isem biraz da arsızlığı göze alarak yemeğe de kalırım. Ta ki uzunca bir söz açılmasına bahaneler arayarak Madam Küpeliyan ile konuşmalarımızdan Madam Hamparson’un haber alıp almamış olduğunu ve almış ise bu konuşmanın kendisine ne yolda tesir etmiş bulunduğunu güzelce anlarım.”
Meğer Resmi’nin bu korku ve ürkekliğine hiç yer yokmuş. Madam Hamparson kendisini o kadar neşeli bir hâlde kabul eyledi ki Resmi, oraya nasıl bir ürkeklikle gitmiş olduğunu unuttu. Şu kadar ki daha ilk sözleriyle Madam Hamparson, Resmi’nin Küpeliyan ile olan konuşmasından haberdar olduğunu anlatmakla beraber bundan memnuniyetini de üstü kapalı olarak söyledi. Zira dedi ki:
“O! Resmi Efendi! Siz artık bizleri aramaz sormaz oldunuz ya? Bu kadar da vefasızlığı sizden ümit etmezdik. Galiba burada Madam Küpeliyan’ı yalnız bulacağınızı iyice hesap etmeyince bir daha bize gelmemeye karar verdiniz, öyle mi? Ben de size ağır bir ceza hazırladım. İşte, bu akşam ister istemez sizi yemeğe alıkoyacağım!”
Bereket versin ki kadın bu sözü, kendi özel odasında, bir Madam Küpeliyan ve bir de hizmetkârı Mariyanko bulunduğu hâlde söylemişti. O hâlde söylemiş iken bile Madam Küpeliyan’ın yüzü bayağı pembeleşti. Eğer salonda ve kalabalık içinde bulunsa idi ihtimal orada da böyle serbestane bir söz ile biçare Madam Küpeliyan’ı mahçup ederdi. Aslında Küpeliyan’ı böyle bir mahcubiyete düşürmesinin bedelini ödemek, Madam Hamparson için güç değil ise de böyle bir şakanın olmasından olmaması elbette hayırlı düşerdi.
Resmi, kendisinden evvel Madam Küpeliyan’ı şu güç durumdan kurtarmak için ona dair olan sözü hiç anlamamış gibi davranarak dedi ki:
“Cezanız bu kadar şeref verici olduğu hâlde ya lütuf ve iltifatınız ne yolda olur?”
“Şimdi iltifat konusunda değiliz. Ceza konusundayız. Bu gece ta geç vakitlere kadar sizi burada hapsedeceğim.”
“Mahkûmiyet süremi memnuniyetle geçirerek hatta bütün bütün tükenmemesi için bile dua ederim.”
Şu birkaç sözün karşılıklı söylenmesinden sonra Resmi, Madam Hamparson’un süsçe tamamlayacağı bazı şeyler olduğunu Mariyanko’nun elinde gördüğü bazı araç gereçten anlamış olduğundan, “Ağa cenapları galiba salondadırlar. Gideyim, dostluğumu arz edeyim.” diye çıktı, salona geldi. Çoktan beri görüşülmediğine dair Hamparson Ağa’dan da tatlı bir serzenişe uğrayarak, “Madam sizi görürse mutlaka bu akşam yemeğe alıkoyacaktır. Geçen akşam öyle söylüyordu.” deyince Resmi, “Şimdi madam cenaplarını gördüm. O da böyle söyledi.” diye teşekkür etmekle, içinden en büyük teşekkürü ise gıyabında da kendisine dair sözler söylediğinden ve hatta yemeğe alıkonulması hakkında konuşulmasına kadar varıldığından dolayı etmiştir.
Yemek zamanına kadar Madam Hamparson, salona gelmedi. Yemeğin hazır olduğu haber verilip de Hamparson Ağa ile Resmi Efendi yemek salonuna gittikleri zaman Madam Hamparson ve Küpeliyan’dan başka diğer bir kadını da orada hazır ve bekler gördüler.
Yemek pek fazla neşeli geçti. Hatta bu akşam Madam Hamparson, kendi şarabının suyunu daha az koyduğu gibi bordo şişesini yarısından aşağıya indirerek gerek bunun ve gerek birbirini izleyen kahkahalarının tesirinden dolayı yüzünde peyda olan pembelikler, o güzel çehreye bin kat daha güzellikler ilave ettiğinden, Resmi o kadar mutlu olmuştu ki yerde midir yoksa gökte midir fark edemiyordu, denilse abartılmamış olur.
Birkaçı yemek sırasında ve birkaçı yemekten sonra gelen misafirler ile toplantı salonunda birleşildi. Bunlar arasında üç kadın olup erkeklerden ise dördü ekarte[41 - Ekarte: Oyun kağıdı, iskambil.] oyununa gayet meraklı adamlardan ve üçü Madam Hamparson’un bir şeker gülüşünü görmeyi cana minnet sayan gençlerden idiler.
Oyun meraklıları için uzun uzadıya sabır ve susmak mümkün olamadığından, Hamparson Ağa oyuncularını oyuna mahsus olan bir salona aldı, götürdü. Altı kadın ile dört erkek büyük salonda kalarak söyleşmeye başladılar. Böyle bir toplulukta söz ipinin her tarafa dönüp dolaşacağı malumdur. Ancak döne dolaşa geldi, bir önemli konu üzerinde karar kıldı.
O mesele ise zaten “Madame Angoie’nın Kızı” adlı bir operanın bütün dünyaca kavuşmuş olduğu rağbetten başlamış olan sözün getirip vardırmış olduğu Fransız aşıklıkları konusuydu.
Fransız tarihinin bu türlü rezaletleri üzerine açılan söz orada bulunmakta olan üç erkek misafir için olanca tarih bilgilerini ortaya koymaya bahane oldu. Her biri bir kişinin ifadesinden ve diğerlerinin doğrulama ve tamamlamasından oluşan bilgilerin özeti şu oldu ki:
Fransa’da sevişme pazarının en ilgi çekici olanları hemen büyük ihtilalden evvelce ve sonraca olan senelerde görülüp şimdiye kadar bazı tarafları iyileştirilip ve bazı tarafları tamamlana gelmemiş. Belki asırlar önce, yani şövalyeler zamanında aşıktaşlık usulünün ana kuralları terk olunmuş. Çünkü şövalyeler zamanında, her şövalyenin “dame” unvanıyla bir sevgilisi olup genellikle bu sevgililer en kibar kadınlardan seçilirmiş. Fakat fingirdeşmeleri pek halisane olup şövalye kendisini o kadının kulu kölesi addedermiş. Allah’tan sonra o kadına tapınarak savaşlarda onun aşkından, onun isminden yardım beklermiş. Hatta bu fingirdeşmeleri, o kadınların akrabası ve kocası dahi bilerek hâlisiyet ve saffetinden dolayı buna ilişmedikten başka tam tersine hanımının amantı olan şövalyenin kibarlığı ve zaferleri ile kendisi bile iftihar eylermiş. Gerek kadınlar gerek kocaları ve diğer dost ve yakınları fingirdeşmelere pek fazla önem vererek bir amantı olmayan kadını âdeta kibardan saymazlarmış. Bununla birlikte, şövalyelerin kadınlara gösterdikleri kulluklarına karşılık kadınlar da onlara pek büyük hürmet, uyum ve onların aşkına vefa ve sadakat gösterip eğer bir kadın kendi sadakatsizlik ve vefa vazifesine aykırı bir hâl ile hareket gösterecek olur da şövalye de aşk mahkemelerine şikâyetini beyan eylerse o kadın söz konusu mahkemelerde yargılanır ve birçok kadının önünde şövalyeden af istemek veyahut fukaraya yüklüce sadaka vermek gibi cezalar ile cezalandırılırmış. Anılan aşk mahkemelerinin üyeleri en kibar kadınlardan olup kadınların gerek mevki ve gerek haysiyet yönleriyle başı olan bir büyük madam reis seçilirmiş. Şövalye kendi damının aşkına cenk eylediği gibi onun namını ve namusunu savunmaya da hazır olup bu yolda gereğine göre düellolar eder ve canını fedaya kadar vardığı da olurmuş. Sonraları gitgide bu âdet bozulmuş. Çünkü bir kadın ile bir erkek arasında o kadar safiyane fingirdeşme insanın doğasının kaldırabileceğinin üstünde olduğundan, bu fingirdeşmeler sonradan doğasının gereğini de gösterirmiş. Seneler geçtikçe bu durum da bir çeşit izin ruhsatı şeklini alarak hele büyük ihtilalden sonra artık dinin gereklerine bile uymak kalmadığından, iffet konusunda özensizlik de yol almış. Ancak eski hâlden bazı şeyler kalmış olup şu kadar ki onların da rengi ve şekli değişmiş. Mesela önceleri bir kadının bir şövalyeye dame olması için kibarlık lazım gelip şövalyesi olmayan kadın kibardan bile sayılmadığı hâlde, sonraları bir kadının bir amanta, yani bir sevdalıya “metres”, yani sahibe ve malike olması için o kadının güzel ve işvebaz olması lazım gelip, bir amantı olmayan kadın sevimli ve güzel sayılmamaya başlamış. Gerçekten bir kimse, amantın metresine hakaret edecek olursa, iş yine düelloya kadar varır ise de bu gayret sonraları sadece bir kıskançlık davranışından ibaret olmak şeklini almış. Yani bir zampara kendi metresini bir başkası baştan çıkardığı için kıskanarak, işte bundan dolayı düello eder olmuş. Ne var ki eski aşk mahkemeleri hiç kalmamış. Çünkü bir metres, kendi amantına hıyanete bir kahpelik, bir değil birçok kahpelik edip de birisi veya birkaçı meydana çıktığı zaman amant için gidecek üç yol görünmeye başlamış ki bunun birisi, eğer metresini gerçekten kıskançlıkla seviyorsa ya ona veyahut kendisine kıymak ve ikincisi, centilmence yani kıskanmayarak onunla sadece yaşıyor ise hıyanetin gerçekleşmesi üzerine onu def edivermek ve üçüncüsü, kıskanmadığı hâlde muhabbet dahi ediyorsa başkalarıyla görüşmesine ses çıkarmaksızın yine zevkinde devam eylemek şekillerinden ibaret kalmış.
Konunun en son kısmı, yani insanın bir kadını sevdiği hâlde kıskanması veyahut kıskanmaması meselesi bazı taraflardan alkışlanması, bazı taraflardan da kötü karşılanması, sohbetin hem biraz rengini değiştirmiş ve hem de şiddetini arttırmıştır.
Erkeklerden birisi, eşinin fingirdeşmelerinden haberdar olduğu hâlde kıskanmayan kocanın, şövalyeler zamanındaki halisane fingirdeşmeler göz önüne alındığında belki hoş görülebilir ise de sonraları bu fingirdeşmelerin âdeta tam anlamıyla oynaşma hâlini aldığı zamanlarda, böyle bir kocanın hoş görülemeyeceğini ortaya atınca -çünkü bu söyleşide bulunanların cümlesi bekâr adamlar olup kadınlara yaranmak gayretinde bulunduklarından- bunlar bu yoruma şiddetle itiraz etmişler ve alafranga kıskançlığın pek büyük terbiyesizlik sayıldığına ve bunun da pek yerinde olduğuna karar vermişlerdir.
Hatta bunlardan birisi şöyle bir de fıkra anlattı:
“Paris’te centilmenler kulübüne bir centilmen devam eylermiş ki ne önceden ve ne de gecikmeksizin akşam belirli bir saatte kulübe gelir ve her akşam hep bir koltukta oturup yalnız bir çeşit gazetenin, “high life”, yani kibarın av, avlanma ve at yarışı gibi en büyük eğlenceleri konusu ile ‘chronique theatrale’, yani tiyatrolara dair haberleri okuduktan sonra hep öteden beri kumar oynadığı adamlar ile kumarını oynar ve yine belirli olan saatte kalkıp alışkın olduğu bazı meşhur kadınların salonlarını dolaşarak evine gider ve ertesi akşama kadar uykucağızını uyurmuş. Seneler boyunca bu adam şu yolda davranışına asla halel getirmediği hâlde, nasılsa bir akşam âdeti olan saatten üç dört saat sonra gelip kumar arkadaşları da kendisini epeyce beklemiş olduklarından, nasıl olup da bu akşam geç kaldığını sormuşlar. Centilmen cenapları cevaben demiş ki: Artık çektiğim sıkıntıları sormayınız! Bizim madam sevgilisi ile kavga etmiş. Ama suç kendisinde. Çünkü sevgilisi olan budala, bizimkini gerçekten severmiş de madam da ona hıyanet eylediği için küsmüş! Tuhaf değil mi? Ne ise! Aralarını bulup barıştırıncaya kadar başıma ne hâller geldi! İşte onun için geciktim!”
Şu fıkra üzerine bu centilmen hakkında bravolar, el çırpmalar yekdiğerini takip ederek, “Gördünüz mü? Gördünüz mü? Herif tam centilmenmiş!” sözü ağızdan ağza dolaştı.
Resmi, bahislere asla karışmaksızın dinlerdi. Madam Hamparson onun da fikrini sordu. Dedi ki:
“Ey, siz bu hâllere ne dersiniz Resmi Efendi?”
“Ben hiçbir şey demediğim gibi demek de istemem madam!”
“Ama öyle olmaz. Gerek onaylama, gerek kınama vadisinde olsun elbette bir söz de siz söylemelisiniz. Ne ile eğlenip vakit geçireceğiz ya?”
“Ne söyleyeyim ki madam? Şayet söyleyecek olsam madamların mösyölerin itirazlarına sebep olacak şeyler söylerim diye korkuyorum.”
“Daha iyi işte! Onlar itiraz ederler, siz cevap verirsiniz; bahsimiz konumuz da böyle renk bulur, eğleniriz.”
“Ben söyleyecek olursam, sözüme edilecek itirazlara cevap veremem. Herkesi kendi fikir ve yorumlarında serbest görmek isterim. Bu sebep nedeniyledir ki konu edilen şeyler hakkında asla fikir ortaya koymadım. Dostlarımızın fikir serbestisine riayet ettim. Onlar bana itiraz edecek olurlarsa yine cevap vermem ki benim fikir serbestime müsaade etmeyenler onlar olsunlar diye. Ben ise…”
Bir efendi:
“Bahse avukatça giriştiler! Öyle bir giriş ile itiraz yollarını bununla daha şimdiden kapıyorlar.”
Bir kadın:
“Buyurunuz bakalım, sizin de değerlendirmenizi görelim.”
Resmi:
“Bendeniz bu konuyu ait oldukları taraflara göre birkaç kısma bölüştürmek isterim. Kıskanmak kimin için ayıptır, kimin için değildir; o bölüştürme üzerine meydana çıkar.”
Madam Hamparson:
“Demek oluyor ki bazı kimseler için kıskanmayı kınıyorsunuz.”
Resmi:
“Müsaade buyurunuz da madam, fikrimi temelleriyle ortaya koyayım. ‘Eğer medeniyette ilerleme insanın doğasını bozuyorsa âlemde her şey mümkündür.’ diye hiçbir tartışmaya girişmemeli. Her tartışma konusu için sağlam bir temel lazım ise bu kıskanmak, kıskanmamak konusunda da insanın doğasını temel olarak kabul etmeli. Onu takiben, bir de edep ve terbiyeden ileri gelen sorumluluk meydana çıkar. Şimdi öncelikle göz önüne alınmalıdır ki insan âdeta bir hayvandır. Hayvanlar arasında gönül işleri konusunda eşini kıskanmayan âdeta hiçbir hayvan tanımıyorum. Horozlar, tavuklar gibi bazı hayvanlarda hanımın çokluğunu gördüğüm hâlde kıskanmak vardır. Köpekler ve kediler gibi bazı hayvanlarda da birden fazla evliliğin olduğunu gördüğüm hâlde yine kıskanmak vardır. İnsanın karakterinde de kıskançlığın var olduğu, Avrupa’dan başka bütün dünyanın, milletlerin durumuna bakılırsa anlaşılır ve kesinleşir. Hatta Avrupalılarda da haset pek çok görülür. Kıskançlık uğrunda ya kendine ya rakibine veyahut sevdiğine kıyanlar bulunuyor. Demek oluyor ki kıskanmak temelde, yani insanın doğasında vardır. Fakat kıskanç görünmeyen adam edep ve terbiyeden kaynaklanan bir sorumluluğa riayetle, sırf irade zoruyla kıskançlığın etkilerini defederek muvaffak olur.”

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/ahmet-midhat/karnaval-69428155/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Şirketi Hayriyye: Şehir hatları vapur işletmesi

2
Şetaret: Şenlik, neşe.

3
Şatır: Neşeli.

4
Pespayegân: Rütbece alt seviyede olanlar, ayak takımı.

5
Kalafat: Vaktiyle Yeniçeri Ağalarının giydiği kırmızı, büyük başlık.

6
Zühre: Afrodit

7
Konsolide: Devlet tahvili.

8
Frenk: O dönemde Avrupalılara verilen isim.

9
Kahve zarfı: Kahve fincanı altlığı.

10
Cam cahil, hamhalat: Cahil ve görgüsüz.

11
Kalemtıraşçı: O dönemde kalemler kamıştan elde yapılırdı. Kalem yapım tekniği özellikle hat sanatında çok önemliydi ve çok ince bir sanatkârlık gerektirirdi. Uygulanacak yazım tekniğine, neyin üzerine yazı yazılacak olduğuna ve hatta ne yazılacağına bağlı olarak kalemin cinsinin, ebatlarının, uç kalınlığının ve biçiminin ayarlanması bu sanata vakıf olanlarca yapılır ve bu kişilere kalemtıraşçı denirdi.

12
Hakkâk: Oymacı.

13
Nakkaş: Mesleği duvar süsleme sanatını icra etmek olan kişi.

14
Hezarfen: Birden çok sanatı çok iyi bir şekilde yapabilen üstün kişi; bilgin.

15
Dacik: Müslümanların gâvur tabirine eş gelen Ermenice bir sözcük.

16
Rütbeten: Rütbesinden, mevkiinden dolayı.

17
Galebe: Üstün gelme.

18
Soeurs de Charite: İstanbul Bebek’te, Osmanlı döneminde kurulmuş ve Cumhuriyet Dönemi’nde de varlığını sürdürmüş olan ancak yakın tarihte kapanmak zorunda kalan Fransız kızlar yetimhanesi.

19
Souppe: Gece geç vakitlerde verilen yemek.

20
Ball: Balo.

21
Fistan: Elbise.

22
Kürk.

23
Aks-i kaziye: Doğru farz edilen bir hükmün, konusu ile yükleminin ters çevrilmesiyle mecburi bir sonucun elde edilmesidir.

24
Vadi: Burada saha, yol, yön anlamında.

25
Elverir: Yeterli, kâfi, yeter.

26
Suistimal erbabı: Burada, sağlık ve sıhhatlerini hor kullanarak vücudunu gereğinden fazla yıpratacak davranışlarda bulunanlar anlamında.

27
Konserve: Burada koruyucu anlamında.

28
Economie Animal: Hayvan bilim.

29
Acuze: Kocakarı.

30
Her şey zıddıyla temeyyüz eder: Her şeyin üstün ve iyi tarafı, ona zıt olan değerlerle kıyaslandığında ortaya çıkar.

31
Mukbil: Mübarek, mutlu, mesut, bahtiyar.

32
Menfur: Kendisinden nefret edilen, sevilmeyen. İğrenç.

33
Müdebbir: Evvelden düşünüp işleri ona göre ayarlayan. Her şeyin evvelden tedbirini yapan, gören.

34
Çarnaçar: İster istemez, mecburen.

35
Sıklet: Manevi sıkıntı; ağırlık.

36
Aşüfte meşrep: Zevk ve şehvet düşkünü, ahlaksız kadın.

37
İstibat: İhtimal vermeyiş, uzak görme.

38
Gayret-i tıflane: Çocuklara yakışacak gayret; çocukça çabalama.

39
Garabet: Garip durum, gariplik.

40
Amantı: Dost.

41
Ekarte: Oyun kağıdı, iskambil.
Karnaval Ахмет Мидхат

Ахмет Мидхат

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: "Karnaval" Ahmet Mithat Efendi’nin hikâyenin kahramanlarını bizlere tanıttığı ve olayların temellerini sunduğu "Karnaval Öncesi", olayları ayrıntılandırarak anlattığı hikâyenin esas kısmını oluşturan "Karnaval İçinde" ve olayların birer birer sonuca bağlandığı "Karnavaldan Sonra" olmak üzere üç kitaba ayırarak yazmış olduğu romanıdır. Ahmet Mithat Efendi döneminin toplumsal yapısını, birbirinden farklılaşan insan ilişkilerini, aşklarını ve “balo macerasını” ustaca ve sürükleyici bir şekilde hikâye ederek okuyucuya sunmaktadır. "Karnaval geldi. O ziyafet meclisleri süslenip donatıldı. Hem de ne şekilde süsleniş! Öyle yalnız bir oda içinde, dört kadeh ve bir şişe ile birkaç tabak mezeden ibaret bir hazırlık değil! Bütün Beyoğlu ve Galata yekpare bir safahane kesilmiş, balo verecek olan salonların önlerinde rengârenk bayraklar dalgalanıyor ki dünya yüzünde bayrağı olan ne kadar millet varsa hepsinin elvan-ı milliyesini buralarda görebilirsiniz. Yalnız bayraklar mı? Şimşir, defne, taflan gibi her zaman zümrüt gibi yemyeşil bulunan dallar ile balohanelerin içleri dışları donatılmış. Geceleri rengârenk fenerler de asılıyor. Kapıların önünde kapı kadar yaldızlı levhalar o gece orada bir büyük umumi balo verileceğini ve maskeli olsun, maskesiz olsun gelinebileceğini, vesaireyi vesaireyi âleme ilan ediyor…"

  • Добавить отзыв