Cinli Han

Cinli Han
Ahmet Mithat Efendi
Ahmet Mithat Efendi, Fransa’da askerlik yapan Salpetre ile eşi Josephine’in hikâyesini anlatıyor “Cinli Han” kitabında. Josephine’e âşık olan Laroche, onu kaçırır ve Salpetre ise eşini aramak için yollara düşer. Onu ararken girdiği bir yerde cinler olduğu ve bu yerden herkesin korkup kaçtığı rivayet edilir. Salpetre “Cinli Han”da işin aslını ortaya çıkarır ve burasının adı artık “Uğurlu Han” olur. "Artık cin ve şeytan hükmü kalmadı. Onların tılsımını buldunuz. Hepsini bozdunuz."

Ahmet Mithat Efendi
Cinli Han

Ahmet Mithat Efendi, 1844 yılında İstanbul’da doğdu. İlköğrenimine Vidin'de ağabeyinin yanında başladı ancak okulu yarıda bırakıp İstanbul'a döndü. Mısır Çarşısı’nda bir aktarın yanına çırak olarak girdi. Bu arada özel olarak edebiyat ve Fransızca dersleri aldı. Dört yıl sonra tekrar ağabeyinin yanına Niş’e giderek ortaokulu bitirdi.
Ahmet Mithat, ilk memuriyetine 1864 yılında Vilayet Mektubi Kaleminde başladı. 1868'de Tuna gazetesinde yazar, bir yıl sonra da başyazar olarak yazmaya başladı. 1869 yılında Zevrâ gazetesinin müdürü oldu ve burada Doğu ve Batı kültürü ile yoğrulmuş bir çevre edindi.
İlk kitapları Hâce-i Evvel serisi ile Kıssadan Hisse’yi Bağdat’ta kaleme aldı. 1871 yılında Bağdat mutasarrıfı olan ağabeyinin ölüm haberi üzerine İstanbul’a döndü. Ceride-i Askeriye’ye başyazar oldu. Bu arada Tahtakale’de oturduğu evine matbaa kurdu ve kendi kitaplarını basmaya başladı. Bir yıl içinde matbaasını genişleterek önce Sirkeci’ye sonra Beyoğlu’na nakletti. Aynı yıl, arka arkaya kapanan Devir, Bedir ve Dağarcık dergilerini çıkardı. Dağarcık ancak 10 sayı yayınlanabildi. Bu dergide çıkan “Duvardan Bir Seda” başlıklı yazısı nedeniyle 1873 yılında, İslam düşmanlığıyla suçlanarak Genç Osmanlılar’la birlikte Rodos’a sürüldü. Üç yıl süren sürgün hayatında çocuklar için Medrese-i Süleymaniye’yi kurdu ve burada ders verdi. Ders kitaplarını ve ilk romanlarını yayınlamaya başladı. V. Murat padişah olunca affedilerek İstanbul’a döndü.
Ahmet Mithat Efendi, İstanbul’da 1878 yılında Tercüman-ı Hakikat gazetesini çıkarmaya başladı. II. Abdülhamit’tin desteğini aldı ve 1879'da Matbaa-i Âmire müdürü, 1895’te Umûr-ı Sıhhıye ikinci reisi oldu. Çeşitli hocalıklarda bulundu. 1889’da Stockholm’da toplanan Şarkiyatçılar Kongresi’ne katılmak için gittiği Avrupa’da iki buçuk ay kaldı ve dönüşünde gezi intibalarını yayınladı. İkinci Meşrutiyet’ten sonra emekli olarak Darülfünun, Medresetülvâizîn ve Darulmuallimâtta genel tarih, dinler tarihi ve felsefe tarihi dersleri okuttu. İstanbul’da vefat etti. Kabri Fatih Cami haziresindedir.

Mukaddimecik
Bir cuma günü köprüden Beykoz’a giderken şu garip hikâyenin esasını vapur içinde bir dostumdan işittim ve esas hikâyeyi hakikaten okuyucularıma arza şayan olacak derecelerde garip ve latif bulduğumdan romancılık sanatı noktasından noksanlarını tamamlayarak sevgili okuyucularıma arz ve takdime cesaret aldım.

1
Olay Fransa’da geçiyor. Fransa’nın Lyon eyaletinde, Pierie adında bir köyde! Çoğu romancıların âdetleri olduğu üzere “Pierie köyü şöyle güzel böyle latif olup şu mevkisinde bulunulursa izleyicilerine şöyle bir manzara arz eder, bu tarafında bulunulursa şöyle görünür.” gibi fazla tariflere de girişemeyeceğiz. Gerçi bu yoldaki tarifler, romanlar için en çok rağbet edilen şeylerdense de öyle bir yeri bizzat görmeli veyahut planlar, haritalar ve resimlerin incelenmesiyle o mekânı görmüş gibi tanımalı ki bu yoldaki tasvirlere muktedir olabilsin. Bu şartların bulunmadığı hâllerde ise, öyle ezberden edilen şairane tasvirlerin de pek ehemmiyeti olamaz.
Pederi köyünde Gregoire Salpetre isminde bir delikanlı vardı ki babası Etien Salpetre her ne kadar yaşlı ve aciz bir adam idiyse de kanunca belli olan yaşa varamamış olduğu gibi tıbben sakatlığı da kesin olmadığından bir tanecik oğlunu askerlik hizmetinden kurtaramamıştı.
Bu günkü günde Avrupa’nın hemen her devleti nezdinde olduğu gibi Fransa’da da askerlik hizmeti temel bir vazifedir. Hiçbir kimse müstesna değilse de hikâyemiz üçüncü Napolyon’un imparatorluğu öncesinde yani miladi 1857 senesinde geçtiğinden, o zamanlar Fransa’daki kura usulü hemen şimdi bizde olan usulün aynı gibi bir şeydi.
Askere giden gençler arasında, ayrılık esnasında gözlerinden birçok yaş dökmeyen delikanlı olur mu? Olursa da nadirdir. Nadir olan şey ise yok hükmündedir. Gözlerden birçok yaş dökülür. Valide için dökülür. Peder için dökülür. Fakat en çoğu yavuklular için dökülür.
Gönül meselelerinde milletlerin birbirinden farkı pek azdır. Köylerde her delikanlı, beraber büyüdüğü kızlardan elbette birisini diğerine tercih edecektir. O kızla küçükken kardeş, kız kardeş gibi yaşadığı hâlde büyüdükçe bu kardeşlik hissi değişe değişe iş bir gün olup da birbirinin yüzlerine baktıkları zaman yüzlerini latif bir utanma istila edecektir. İşte o hürmeti müteakip hasıl olan tebessümler pek manidar olacaklardır.
Nihayet elbette bir gün de gelecektir ki erkek gayet titrek bir ses ile “Ah! Acaba sen de benim hakkımda benim senin hakkındaki hislerim gibi bir histe misin?” diyecek ve elbette kızın da heyecanından boğulmak derecesine gelmiş olduğu hâlde bu suale lafzen veremediği tasdik cevabını bir baş işaretiyle olsun verecektir.
Bu hâller bizim Gregoire Salpetre hakkında dahi vuku bulmuştu! Dolayısıyla genç Salpetre, askere giderken gözlerinden pek çok yaşlar dökmesi zaruri olan bir hâldir.
Josephine! O minimini Josephine’se hakikaten seller gibi gözyaşlarına, tatlı ağlamalara, latif ahlara sair emsalinden daha ziyade layık bir kızcağızdı.
Yirmi yaşında bulunmak hasebiyle ilk kurasında askere giden genç Salpetre’in sevdiği Josephine on sekiz yaşında, orta boylu, nahif endamlı esmer yüzlü, kara gözlü bir kızcağızdı. Öyle diğer köylü kızlar gibi her gördüğü delikanlının yüzüne gülmez, herkes ile şaka etmezdi. Genç Salpetre ile “Sever misin? Severim!” sözlerini konuştuğu hâlde bile âşığı ile gayet dikkatli görüşerek henüz dudaklarını dudaklarına dokundurması için de müsaade vermemişti.
Josephine’in boyu bosu hakkında dört kelimecikten ibaret olsun bir miktar malumat vermiş olduğumuz hâlde Gregoire Salpetre için hiç mi bir şey demeyelim?
Genç Salpetre, uzun boylu, geniş göğüslü, iri kemikli, esmer, yağız, kara gözlü ve kara tüylü bir çocuktur ki onun da Josephine gibi vakarı pek ziyade olduğundan ve kızı sevmesinin en büyük tarafı da sadece iffet ve vakara verdiği ehemmiyetten ibaret bulunduğundan kendisi dudaklarını kızın dudaklarına değdirmek hevesinde bulunmak şöyle dursun, söz gelişi Josephine böyle bir istekte bulunsaydı mutlaka kızdan soğur ve bir daha yüzüne bile bakmazdı.
Aralıkta bir kere pazar günleri köy kilisesinde sevgilisiyle buluşup da sonra kol kola vererek gezindikleri esnada “Josephine! Seni şöyle seviyorum. Senin için şöyle yanıp tutuşuyorum!” gibi sözler hiçbir vakit delikanlının ağzından çıkmazdı. Belki yeniden açacağı tarlalardan ve damızlık bırakacağı koyunlardan ve kuluçkaya yatıracağı tavuk ve kazlardan bahsederdi. Nihayette en âşıkane bir söz olmak üzere de “Josephine! Zengin olmaya çalışacağım. Fakat senin için, yalnız senin için zengin olacağım!” derken bu söze karşı kızcağız bir göz süzmesi ile hem bu muhabbeti kabule hem teşekküre işaret ettikten başka hem de onun muvaffak olması için Cenabıhakk’a dua anlamına geliyordu. Zira Josephine gözlerini her duanın kabul edildiği yer olan semaya doğru süzerdi.
Josephine genç Salpetre’i ne kadar sevdiğini bilemez. Fakat hâl ve tavrı, âşığı için her fedakârlığa hazır bir dost, bir yardımcı olduğunu ispata kâfi bulunduğuna asla şüphe edemez. Şu kadar var ki köy içinde Josephine’den başka hiçbir kız Salpetre’i süzmezdi. Beğenmezdi ki süzsün. Kızların tümü Salpetre’i sert, kibirli, yüzü gülmez, söylemez bir adam olmak üzere tanırdı. Hâlbuki bu vasıfların tümü Josephine nazarında Salpetre için övgü yerine geçerdi. Zira kızların övdüğü ve rağbet ettiği delikanlıları görürdü ki hangi kızlara tesadüf etseler yılışıp kalırlar ve hatta bunlardan bazıları güya filanca kızın yavuklusu sayıldıkları hâlde, diğer kızlara yılıştıkları esnada kendi sevgililerini bin türlü sözlerle eleştirerek ve o anda kavuk salladıkları kızı ise övgülere boğarlardı. Josephine ise kendi sevgilisi Salpetre’in böyle ikiyüzlülük muamelesini kesinlikle ve hiçbir zaman kabul edemeyeceğini iyi bildiğinden, köylü kızları Salpetre’i kibirle, dar meşreplikle yerdikçe Josephine’in keyfi gelir ve sevgilisine olan muhabbeti bir kat daha artardı.
Genç Salpetre ile Josephine hakkında şu tafsilatı vermekten maksadımız kurası çıkması üzerine bunlar arasında vukuya gelecek olan ayrılığın diğer ayrılıklara da benzemediğini anlatmaktır. Zira diğer delikanlılar ve genç kızlar birbirinden ayrılırlarken gerçi gözyaşları dökerlerse de kızlar sevdikleri gittiği zaman başka delikanlılarla da şakalaşabilecekleri ve dolayısıyla gönüllerini eğlendirmeye muvaffak olacakları gibi delikanlılar da askerlik hizmeti için gidecekleri yerlerde elbette birer gönül eğlencesi bulabileceklerini kendilerinden evvel askere gitmiş gelmiş olanların ettikleri hikâyeler üzerine bilirlerdi.
Bu hikâyeler pek çoktur. Zira genç askerler için hizmet ettikleri yerlerde bulunabilecek gönül eğlenceleri de pek çoktur. Büyük şehirlerde besleme kızlar ve sütannelik eden kadınlar çoğunlukla kışlaların yakınında gezmeye çıkarak her biri, güzel ve kahraman olan askerlere heves nazarıyla bakarlar. Nihayet bunlardan en beğendiklerini himayeleri altına alırlar. Kadınların askerler hakkındaki himayesi ne gibi neticelere kadar varacağı malumdur. Zavallı askercikler! Her merhamete layık değil midirler? Bundan başka daha dirayetlice olan bazı askerler, rütbeli komutanlarının yanına hizmetçi alınırlar. Onların hanelerinde ise aşçı kadın ve besleme kızdan başka madamın oda arkadaşı matmazele kadar türlü türlü kadınlar bulunur ki bunların birisi dahi er geç bu genç askeri himayeye şayan görecektir. Ne hacet? Büyük madamlardan bile askerleri himayeleri altına almış olanlar da tümüyle nadir değildir. İşte bu gibi olayları askerden çıkıp köylerine dönenler henüz askere gitmeyenlere hikâye ile ağızlarının sularını akıtırlar.
Zaten askere gitmezden evvel birbirinin âşığı olan delikanlı ve genç kızların ayrılmaları üzerine başkalarını sevmeleri gibi hâller az mı görülmüştür? Askere giden delikanlı, köyüne döndüğünde eski sevgilisinin başkasına varmış olmasını görmesinden veyahut köyde kalan kızın askere giden sevgilisinin başka bir köyde başka bir kızla evlendiğini haber almış bulunmasından dolayı ne kadar feci romanlar yazılmıştır ki düşünülmesi bile insanın gözlerinden yaşlar akıtır.
İşte bu hâli gerek Salpetre ve gerek Josephine bildikleri ve kendileri ise o tarz âşıklardan olmadıkları için askerlik hizmetinin bunları mecbur ettiği ayrılık hakikaten ve cidden diğer tüm ayrılıklardan daha tesirli ve daha feci idi.
Pierie köyü kura fertlerinin Lyon şehrine sevki için bir pazar günü tayin olunmuştu. O pazar günü kilisede dualar edildikten sonra köyün ihtiyarları ve kocakarıları kura askerlerini yarım saatlik bir mesafeye kadar yolcu edeceklerdi. Hâlbuki bu yolcu etme hizmetini asıl kızlara havale etmek lazım geldiği hâlde onları lüzumsuz menetmeleri garip değil midir? Kız kardeşleri bile kardeşlerini yolcu etmekten menederlerdi. Sebebi de şuydu: “Şayet gençler arasında bir sevdiği bulunur da başkasının nazarından ayıplanacak hâller meydana gelir diye!”
Fakat gençler sanki bu engele çare bulamazlar mı? Zaten Fransa’da işret ve eğlenme akşamı cumartesi günüdür. Ertesi günü pazar olup kimse işe pek gitmeyeceği için işret ehli o akşam meyhanelere dolarlar. Askerlik kurası çıkanlar ise birkaç gün istedikleri gibi gezip yürümekte serbest olduklarından son cumartesi akşamı kura askerleri âdeta sabahlara kadar evlerine dönmezler. Bu akşama mahsus olmak üzere kız anneleri de kızlarını o kadar hâkimane bir gayretle arayıp takip etmezlerdi. Dolayısıyla avluların dibi ve ağaçların altları âşıkların hasbihâl edecek yerleri olurdu. Bazı kere bir ağacın bir tarafında bir çift âşık hasbihâl ederken, diğer tarafında da diğer çift hasbihâl eder. Hatta daha garibi, daha tesirlisi olmak üzere bir tarafta hasbihâl edenler şevkle güldükleri hâlde diğer taraftakiler ümitsizlikle ağlarlar.
Dünya bu! Kimi ağlar kimi güler! Değil mi efendim? Son cumartesi akşamı Salpetre ile Josephine yalnız bir ağacın altında hasbihâl ediyorlardı. Ama ne hasbihal! Şüphesiz bir saat kadar aralarında hiçbir kelime edilmedi. Yalnız birbirinin yüzüne bakmakla, sessizce anlaşan adamlar gibi, birbirine meram anlatıyorlardı. Ondan sonra Salpetre dedi ki:
“Josephine! Üç sene ayrılık sana pek uzun gelecek mi?”
“Üç sene mi? Hâlbuki ben beş seneye hazırlanmıştım. Askerlik beş sene değil midir?”
“Beş senedir ama üç sene hizmetten sonra ayrılığa izin verirler. Eğer bir harp olmazsa bir daha çağırmazlar da.”
“İşte asıl beni düşündüren şey o ‘harp’ değil midir?”
İradesi dışında kızcağızın gözlerinden iki damla yaş döküldü. Salpetre dedi ki:
“Her gün savaş olmaz ya? Fakat ben senin bu sözünden bu ağlayışından daha ziyade memnun oldum. Demek oluyor ki bir harp olmaz da canımı feda etmezsem askerde ne kadar kalacak olsam mutlaka beni bekleyeceksin. Öyle mi?”
“Mutlaka!”
“Teşekkür ederim Josephine! Seni bu akşam görmek isteyişim yalnız bu sözü almak içindi. Zira aramızda henüz böyle bir söz alıp verilmemişti. Bir daha tekrar eder misin Josephine? Beni mutlaka bekleyeceksin. Değil mi?”
“Mutlaka!”
“Öyleyse artık burada sabahı etmeye lüzum yoktur. Niçin rahatsız olacaksın? Yerli yerimize gidelim de sabaha kadar birbirine sadakatlerini temin eden âşıklara benzemeyelim.”
“Sen bilirsin!”
İkisi de oradan ayrılmaya davrandılar. Tanıştıkları günden beri ilk defa olmak üzere orada Salpetre dudaklarını Josephine’in dudaklarına uzattıysa da kız itiraz ederek dedi ki:
“Bu hususta da diğer âşıklara benzemeyelim.”
“Hakkın var Josephine! Benzemeyelim! Senden bir buse dahi almamış olduğum hâlde ayrılıp askere gideyim ki o arzu ve o hasret askerden çıkıp gelinceye kadar cayır cayır beni yakmakta devam etsin!”
Bizim âşıkların bu şekildeki aşklarını garip mi görüyorsunuz, biz ne yapalım? İşte bunlar da böyle birer âşık idiler.
Ertesi günü kura askerleri kilisede dua ederek yola düzüldüler. Her gözde yaş vardı. Babasıyla el ele vererek yürümekteydiler. Babası askerlik yolu öyle zannolunduğu kadar ağır olmadığını Salpetre’e anlatıyordu. Özellikle de askerlik hizmetinde bulunmayan köylülerin yontulmamış odun gibi kalacaklarını ve köylüler arasında en terbiyeliler askerden çıkanlar olduğunu izah ediyordu.
İhtiyarın hakkı da yok mudur? Yalnız Fransa’da değil; dünyanın her tarafında askerlik hizmeti için köylerden kışlalara gelen fertler, terbiyeden, eğitim öğretimden tamamıyla mahrum oldukları hâlde köylerine pek edepli ve eğitilmiş adamlar oldukları hâlde dönerler. Askerlik etmeyenlerin zekâsı da terbiyesi de bunlara nispetle geride kalır. Hâlbuki askere gelenlerin birtakımları komutan olmaya kadar yol da bulurlar. Bir zamana kadar askerlikten yetişmiş tugaylar, orgeneraller ve hatta mareşaller bile görmez miydik?
Salpetre’in babası bunu da oğluna anlatarak büyük Napolyon’un bir sözünü kulağında küpe etmesini tavsiye ediyordu ki o söz de: “Her asker kendi çantasında bir mareşal bastonu taşır.” sözünden ibaretti. Fransa da mareşallerin ellerinde küçücük bir baston bulunur. Napolyon da bu sözüyle askerlerin mareşalliğe kadar yolları açık olduğunu anlatmıştır.
Fakat biz bu sözlerin ne dereceye kadar genç Salpetre’in kulağına girdiğini bilemeyiz. Bildiğimiz şudur ki yarım saat kadar yolcu edildikten sonra kura askerlerinin sevkine memur olan bir onbaşının ifadesi üzerine gerek köylüler ve gerekse de askerler: “Yaşasın imparator! Yaşasın vatan!” diye haykırmışlardı. Fakat herkesin ağlaması hüngürtü derecesini bularak ayrıldılar.

2
İhtiyarlar ve kocakarılar köye döndükleri gibi biz de hayalimizi askerleri arkasından sevk etmeyelim de köye dönelim. Zaten onlarla beraber hayalimizi sevk edecek olsak ne göreceğiz? Kışla! Asker! Silâh! Talim! Boru! Filan değil mi?
Gerçi bunlar arasına da bir roman sığar. Hem de evvelce de haber vermiş olduğumuz gibi birtakım kadınlarla askerler arasındaki münasebetler üzerine bu araya pek güzel bir roman sığdırılabilir. Fakat bizim bu hikâyemizde vakanın askerlik âlemine ait olan kısmı hiç derecesinde olduğundan dikkatimizi Salpetre’in arkası sıra şimdiden askerlik âlemine kadar sevk etmeyeceğiz. Her hâlde köyün ihtiyarlarıyla beraber yine köy tarafına çevireceğiz.
O akşam Pierie köyünde hiç neşe yoktu. Nasıl olabilir ki! Bir köyde ana, baba ve sevdalıların tümünün neşe sebepleri delikanlılardı. Onlar ayrılınca hepsinin neşesi de bitmiş olur.
Gerçi köyde hiç delikanlı kalmamış değildiyse de en gençleri gitmişti. Bunların ayrılışından dolayı meydana gelen genel üzüntü, köyde kalan diğer gençlerin de şevklerini kırmıştı.
Ertesi günden sonra sevgilileri askere giden kızlar birbirini görerek ayrılık esnasında âşıklarıyla kuvvetli bir söz ile karar verdiklerini birbirine sorarlar ve söylerlerdi. Dünden, gözlerde kalan yaşlar da bugün şu suretle giderilmeye çalışılırdı. Bu arada bazı kızların yüzlerinde tebessüm alametleri görülse bile, yağmurlar arasında bazı kere aniden gözüken güneş gibi,bu tebessümler de yaşlı gözlere, ıslak yanaklara, pek geçici bir güzellik verirdi.
Bu kızların arasında yalnız Josephine görülmezdi. Hatta kızlardan birisi diğerine “Acaba Josephine Salpetre ile nasıl ve ne şekilde kuvvetli bir güzellik vermiştir?” diye ortaya bir söz atardı. O zamana kadar küçük olan tebessümler umumi bir kahkahaya dönüşürdü. Diğer birisi cevaben: “Hiç Salpetre kibir etmeksizin veyahut üşenmeksizin sevgilisiyle kuvvetli karar mı edebilirmiş?” deyince kahkahalar daha ziyade arttı.
İnsan evladı işte böyledir. Genellikle kendi dertlerine ağlarken başkalarının dertleri ortaya atılınca hemen kendi dertlerini unutup onlara derhâl gülmeye başlarlar. Yalnız aşklarından dolayı dertli olan kızlarda bu hâl görülmekle kalmaz. Daha pek çok mühim şeylerde de bu hüküm kendisini gösterir. Hatta insan kendi derdine çare bulmaktan ne kadar tatmin olabilirse, başkalarının da o derde iştirakle giriftar olmuş bulunmalarını görmekten tatminleri öncekinden daha ziyade olur.
Kura askerlerinin gitmeleri mart ayına tevafuk ettiğinden Josephine kendi kendisine demişti ki:
“Zengin olacakmış! Hem de benim için zengin olacakmış. Öyleyse bari o gelinceye kadar ben onun için zengin olayım da o da görsün!”
Derhâl haber verelim ki Josephine zengin bir kız değildi. İhtiyar bir validesiyle ufak bir de kız kardeşi var idiyse de kardeşi başka bir evde ve evli olduğundan validesini beslemek dahi Josephine’in gayretine kalmıştı.
Josephine mahsul idrakine yevmiyeyle gider, çorap yamar, terzilik eder hangi iş çıkarsa yapar ve âdeta ekmeğini taştan çıkarır. Hamarat bir kız olduğundan, o zamana kadar kazancıyla, başka analı babalı, hâli vakti yerinde olan kızlardan daha güzel giyinip kuşanmakta ve daha rahat yaşamaktayken bu defa bir de zengin olmak azmine düşmüştü.
Köylü neyle zengin olur? Mevcut nakit parasını faize vererek bu şekilde gelirler elde ederek değil ya? Kalemiyle, fırçasıyla akıl ve zekâsıyla zengin olmak da bunlara nasip olmamıştır. Hiç şüphe yoktur ki köylünün zengin olması ya tarla ya kümes veyahut ahırla mümkün olur. Josephine ahır tedarik edecek kadar sermaye sahibi olmadığından çalıdan çırpıdan tedarik ettiği kümesinden tavuk, kaz ve ördek yetiştirmeyi gözüne kestirdiği gibi evi civarında bulunan bahçesinde de muktedir olabileceği sebzeleri ekmekten asla usanmayacak bir bahçıvan olmayı kararlaştırdı. Geceleriyse çorap veyahut dikişle vakit geçirirdi. Bu suretle kazancını artırmanın yolunu bulduğu gibi masrafını da her taraftan kısarak sevgilisi askerden gelinceye kadar en az bir iki inekle yedi sekiz keçi tedarikine kadar varmayı kararlaştırmıştı.
Kızın bu azmini nasıl kazandığını uzun uzadıya tafsil etmeyeceğiz. Köylülük hâlinin bu suretlerini tafsilden okuyucularımız belki de hiç lezzet almazlar. Alsalar bile zaten hikâyemizin tertibi bu gibi tafsilata müsait değildir. Fakat şunu okuyucularımızın nazarıdikkatlerine arz edeceğiz ki azimde ciddiyet ve kuvvet hususunda kadınlar daima erkeklere galiptirler. Erkekler hiçbir vakitte kadınlar kadar azim sahibi olamazlar. Bin hâl olur ki onlara bu azimlerini unutturur. Kadınlar ise kendi nefislerine elbette erkeklerden ziyade hâkim olduklarından göze aldırdıkları işi mutlaka tamamlarlar. Josephine ise kızlar arasında en ziyade azminde kuvvetli olan bir kadındır.
Salpetre askere gittikten üç ay sonra pederine bir mektubu geldi. İçinde bir de Josephine’e mektup vardı. Hâlbuki gerek babasının ve gerekse sevgilisinin mektupları bizim Yeni Cami’deki mektupçulara bedel Avrupa’da “ecrivain puplic”[1 - Kibar yazar.] dedikleri mektupçuların hazır litografya ile yazılmış oldukları onar paralık mektuplardandı ki yalnız isim yerleri açık olan yerlere isimleri yazıp gönderirler. Bu mektuplardan babalara ve validelere olanların mealleri yalnız sıhhat temini ve afiyetten ibarettir. Sevdalılara gönderilenlerde ise ömrünün son gününe kadar sevdadan ayrılmayacağına ve asla hıyanet etmeyeceğine dair teminat da vardır. Bu durumda asker hastaneden mektup gönderse bile yine anasına babasına sıhhat ve afiyetini temin eder. Asker bu arada bir aşçı çamaşırcı filan ile sevda işini ilerletse bile yine de eski sevdalısına muhabbetini temin etmeye çalışır. Zira lazım olan şey yalnız memlekete bir mektup göndermektir. İçinde ne olduğu o kadar ehemmiyet götürmez. Bak şu mektup hususunda bizim askerler Fransa’ya galiptirler. Zira Mehmetçikler, hısım akrabadan, konudan komşudan başka bütün köy ahalisine ve civar köylerdeki dostlara da selamlar yazdırarak hele hâl ve hatır sormaya gelince koca öküzün, sarı ineğin, topal kısrağın bile hâl ve hatırını sormasını yazıcı efendiye emrederler. Hem de Fransa’da on paraya bir mektup satın aldığı hâlde bizim Mehmetçikler yirmi para verirler.
Altıncı ay Salpetre’den gelen mektup öyle basmakalıp olmayıp da kendi yazısıyla olursa beğenir misiniz? Evet! Alaylarda askerleri tedris ederler. Bunlardan dirayetli ve çalışkan olanlar bayağı ileri giderler. Bizim genç Salpetre hepsinden daha dirayetli ve bahusus çalışkan olduğundan altı ay zarfında yazı yazmayı öğrenmişti. Gerçi imlasında pek çok yanlışları var idiyse de zaten köyde mektubu okuyanların yanlışları daha ziyade olduğundan Salpetre’in hatalarının farkında da olamazlardı.
Bu defa genç Salpetre’in sevgilisine yazdığı mektup hakikaten her okuyana tesir edecek bir surettedir. Askerlikten bahsederek her nefer, askerlik aleyhine bir fikir beyan etmiş olduğu hâlde Salpetre aksine askerliği pek ziyade beğenmişti. “Askerlik insanı insan edecek bir mekteptir!” diyor ve “Josephine’im sana daha terbiyeli bir arkadaş olmak için işte çalışıp okumak ve yazmak bile tahsil ediyorum.” diye övünüyordu.
Josephine bu sözü işitince kendisi de tahsile mecbur olmaz mı? Hiç o gayretli kızcağız, bu müsabakada da sevgilisinden aşağıda kalır mı? Salpetre zengin olmak arzusunda bulunduğunu görünce servet cihetinden kocasına layık bir kadın olmaya karar vermişse, Salpetre askerde terbiye ve tahsil görerek köye eğitimli ve edepli bir adam olduğu hâlde gelince kendisini bu cihetten de kocasına layık bir kız göstermek gayreti, zavallı Josephine için bu his zengin olmak gayretini de geçti.
Bu mektubun cevabını köy papazına yazdırdı. Fakat aşka dair hiçbir şey söylemediği hâlde ertesi günden itibaren papazdan birer ders almaya başladı. Diğer üçüncü ayda sevgilisinden mektup geldiğinde onu kendi kendine okuyup yazdırdığı cevapta da “Şimdilik mektubunuzu kendim okudum!” diye bir işaret verdi. Ondan sonra ise imla yanlışları müstesna olmak şartıyla sevgilisiyle doğrudan doğruya kendi el yazısıyla haberleşmekten başka Salpetre’in babası tarafından yazılan mektupları da Jozefine yazar oldu.
Bu haber de köyde yayılınca, kızlar ve hatta delikanlılar bile Jozefine’i bir kat daha küçümsemeye başladılar. “Josephine okuyup yazıyormuş. Kim bilir ne kadar büyük bir kadın olacak. Monsieur Salpetre de askerde okuma yazma öğrenmiş. Yarın bir miralay Salpetre olur da Josephine de Madame La Colortelle olursa görürsünüz!” diye kahkahaları ayyuka çıkarıyorlardı.
Evet! Eğitim meselesi henüz Avrupa’da da böyledir. Orta Çağ Avrupa’sında okumak yazmak ve bir mektuba imza bile koymak ayıp karşılanırdı. Şimdilerde ise şehirliler, eğitim hakkındaki fikirlerini değiştirmişler ve eğitim öğretime pek çok ehemmiyet vermişlerse de köylüler hâlâ eğitim öğretimi ayıp görerek ve küçümseyerek: “Kalem tutan parmaklar kazma kürek tutamazlar. Hâlbuki yaşamak için kalem değil kazma kürek sallamalıdır.” sözünü güya büyük bir hikmet olmak üzere söylerler. Bu sebeptendir ki Avrupa hükûmetleri eğitimi en alt seviyedeki adamlara kadar yaymak için teşviklerin bir faydasını göremeyince çocukların talim ve terbiyesini mecburiyet altına almışlar ve evlatlarını belli bir yaşa kadar mektebe göndermeyen babalara ceza vermeye kadar mecbur olmuşlardır. Ama köylüler için eski kafayı terk etmek yalnız bizim buralarda değil; Avrupa’da da en güç işlerden sayılmıştır.
Salpetre gideli iki sene oldu. Fakat “Mektuplaşmak ulaşmanın yarısıdır.” sözü gereğince bizim âşıklar yazıştıkları mektuplarla bayağı hasretlerini gideriyorlardı. Dolayısıyla Josephine kendisini o kadar bahtiyar buluyordu ki tarife sığmaz. Diğer kızların çoğu eski sevgililerini unutarak başkalarını sevdiklerini ve bazıları kocaya bile vardıklarını görüp de kendisi sevgilisine sadık kaldığını görünce yalnız bu iftiharı bile Josephine’i bahtiyar etmeye kâfi geliyordu.
Josephine bir inekle on dört baş keçiyi tedarik etmiş ve artık ahır sahibi dahi olmuşsa da işin bu cihetlerini sevgilisine asla yazmıyordu. Geldiği zaman birdenbire görürse memnun olacağını düşünerek asıl lezzeti de o memnuniyete erteliyordu.
Fakat dünyada hangi bahtiyar belasız kalır ki? Felek sanki belasız bahtiyarlığı insanlardan kıskanırmış gibi her bahtiyarlık heveskârına mutlaka birçok bela musallat eder. Bir yandan bahtiyarlığına yardım etse bile diğer cihetten elbette can sıkacak şeylerin çıkmasından da geri durmaz.
Josephine için ortaya çıkan bela ise sevgili Salpetre’i üzerine rakip olacak diğer bir sevgilinin ortaya çıkması olmuştur.
Merak etmeyiniz efendim! Bu kabahat Josephine’in değildir.
Josephine hiçbir erkeğin nazarıdikkatini kendi üzerine çekmiyordu. Gerçi hangi sınıf kadın olursa olsun erkekler tarafından kendilerine bir nazarın çekilmesinden memnun olur; ancak hiç olmazsa kızımız Josephine, bu hususta da diğer kadınlara benzemiyordu. Bir erkeğin kendi yüzüne dikkatlice bakacak olsa sevgili Salpetre’in hukukuna tecavüz etmişçesine bir düşmanlıkla herifi geberteceği gelirdi. Hâlbuki işte kızcağızın sadakatinde olan bu ifrata sebep olarak kendi üzerine şiddetli bir nazar çekilmiştir.
Bu nazar Pierie köyüne misafir gelmiş olan ve ne olduğu henüz anlaşılamamış bulunan bir herifin nazarıydı. Herif “De Laroche” isminde bir adamdı. İsminin öncesinde “De” edatı bulunmasına nazaran kendisinin ileri gelen zenginlerden olduğu anlaşılıyorduysa da hangi tarafın zenginlerinden olduğunu henüz kimse bilmiyordu.
Monsieur De Laroche bazı kocakarı masallarında Yemen padişahının oğlu Hint padişahının kızı hakkında birtakım metihler işitmekle âşık olduğunun hikâye edilmesi gibi yalnız Josephine hakkında söylenen bazı sözleri duymakla ona âşık olmuştu.
Hem de Josephine’in kendi hâlinde olduğu gibi özelliklerini övgü yolunda değil; âdeta kızın eleştirilmesi yolunda söylenmiş sözler sarf edilmişti. Gevezelikte kendi emsallerini geçen bazı kocakarılar: “Bir sır küpüdür! Hâlinden kimseye renk vermez ama onu anlamamak için sanki dünya eşek midir? Genellikle öyle her hâli gizli olan kızlarda gerçekten gizlenecek çok kötü hâller bulunur da onun için gizler. Dört gün evvel hiçbir şeye sahip olmayan bir genç kız, bugün ineklere, keçilere sahip olmuştur. Kimin mirasını yemiş de bu servet ve samana sahip olmuştur? İşte yalnız bunu düşünmek bile Josephine’in ne mal olduğunu ortaya koyarsa da içine kapanık kızdan hiçbir eser, hiçbir sır almaya imkân yoktur ki kendisini alenen kepaze edelim.” vadisine kadar sözler sarf ettikleri hâlde, Monsieur De Larocheadeta bunları övgü olarak algılamıştır.
Bir gün kalkıp özellikle Josephine’in hanesine bizzat gitti. Hiç de âşıkane olduğuna hükmedilmeyecek olan bir tavırla kıza dedi ki:
“Matmazel! Namuslu bir adam için mukaddes olan şeylerde külfete lüzum görülmez. Ben sizin methinizi işittim. Gönlümü size kabul ettirmeye geldim. Sizi kendime zevce etmeme müsaade ederseniz bahtiyar olurum.”
Josephine’de hiddet! Herif âdeta namusunu ihlal etmiş gibi bir gazapla dedi ki:
“Efendim! Gönlünüzü kabul edememekte mazurum. Zira gönlümde başkasının sevdası vardır.”
“Onu da duydum. Fakat bana sizin gibi bir zevcenin o kadar lüzumu vardır ki askerde bulunan herifin size olan lüzumu hiçbir vakitte o dereceye varamaz. Hangi kadın olsa ona zevce olabilirse de her kadın bana zevce olamaz!”
Josephine’deki hiddet, ümitsizlik derecesine vardı. Dedi ki:
“Efendim! Şu anda evimden çıkar mısınız? Yoksa köylüden istimdat edeyim de sizi başka türlü mü çıkarsınlar?”
Josephine’in bu kızgın tavrı herifi kızdırmıyordu. Zira De Laroche’un Josephine’i en ziyade beğendiği şey işte bu sertliği ve hiç kimseye yüz vermemesi ve yalnız kendi âleminde yalnız yaşaması durumuydu. Dolayısıyla kız ne kadar sert surat gösteriyorsa kendi hakkında aldığı haberlerin doğruluğuna delalet ederek Monsieur De Laroche’un güvenini arttırıyordu. İşte bu gibi tavırlar üzerine, büyük bir nezaketle dedi ki:
“Matmazel! Telaş etmeyiniz! Ben size erkekliğim ile o kadar edibane söz söylediğim hâlde siz kadınlığınızla böyle mi mukabele etmelisiniz? Fransa ileri gelen zenginlerinden Monsieur De Laroche’u hangi köylü ne suretle kovabilirmiş? Beni istemezseniz başka şeydir. Fakat öyle dilenci gibi beni kovamazsınız.”
Josephine ise hiç de De Laroche’un düşüncesini benimser bir tavırda bulunmuyordu. Onun yüzüne âşıkane bir nazar etmek bile ırzına namusuna taarruz edilmiş kadar ağır geliyordu. Dolayısıyla De Laroche’un son sözüne cevap olarak dedi ki:
“Efendi! Sizin bana söylediğiniz şeyleri edibane zannediyorsanız emin olunuz ki hata ediyorsunuz?”
“Neden?”
“Neden olacak? Hangi kadın olsa Salpetre’e nasıl zevce olabilir ki! O benden başka hiçbir kadına koca olamaz.”
“Pek de böyle söylemeyiniz matmazel! Nişanlınız askerde değil mi? Kim bilir her izne çıktığı günleri hangi kızın veyahut hangi beslemenin kucağında geçirmektedir.”
Artık Josephine’de sabır ve takat değil; akıl ve denge dahi kalmadı. Âdeta yarı çıldırmış bir hâl ile dedi ki:
“Çıkınız efendim! Allah aşkına çıkınız! Zira beni mutlaka cani edeceksiniz.”
Kızcağız bu lakırtıları hemen haykırmak derecesinde yüksek sesle ve hızlı söylediğinden validesi de imdada koşup Monsieur De Laroche’u dışarı çıkardılar. O çıktıktan sonra zavallı Josephine’in üzerine bir fenalık gelerek bayıldı. Biçare validesi ne kadar kocakarı ilacı varsa hiçbirisini esirgemeyerek kızını ayılttıysa da Josephine için asıl deva yerine geçen şey hüngür hüngür denilecek bir surette yarım saat kadar ağlayışı oldu.
Herif dünyada Josephine için en büyük işkenceleri etse Salpetre hakkında söylenecek fena sözler kadar kızcağızı muzdarip edemezdi. Yalnız kızlar Salpetre için fena söylerlerse darılmazdı. Zira o fena sözlerin mutlaka kıskançlıktan kaynaklandığını bilirdi. Ama sevdiği hakkında ciddi bir söz söylenirse kendi namusunu ihlal edecek olan iftiralardan ziyade kızcağızı bezdirirdi.

3
Monsieur De Laroche’un Josephine hanesinden çıktıktan sonra nereye gittiğini görmek ve neler yaptığını anlamak bizim için pek lazımdır. Evvela bu adamın nasıl bir adam olduğunu öğrenelim:
Herifin iki yanağı üzerinde “favori” denilen uzun kıvrılmış sakalı vardı. Her ne kadar bu sakal altın sarısı gibi sarıysa da yüzünde peyda olmuş birtakım çizgilere nazaran De Laroche’un hiç olmazsa kırk beşini geçmiş bir adam olduğu anlaşılıyordu.
Boy upuzun vücut koca kuru! Endam bir telgraf direği gibi dimdik! Ağzındaki, dişleri hem gayet küçük hem de gayet sıkı! Sesi ise bir topçu kumandanı kadar dik ve serttir. Bu herifin suratına bakan adam ahlaklı, gayet sert ve kendisi gayet inatçı bir adam olduğunu derhâl anlar.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/ahmet-midhat/cinli-han-69429112/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Kibar yazar.
Cinli Han Ахмет Мидхат

Ахмет Мидхат

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Ahmet Mithat Efendi, Fransa’da askerlik yapan Salpetre ile eşi Josephine’in hikâyesini anlatıyor “Cinli Han” kitabında. Josephine’e âşık olan Laroche, onu kaçırır ve Salpetre ise eşini aramak için yollara düşer. Onu ararken girdiği bir yerde cinler olduğu ve bu yerden herkesin korkup kaçtığı rivayet edilir. Salpetre “Cinli Han”da işin aslını ortaya çıkarır ve burasının adı artık “Uğurlu Han” olur. "Artık cin ve şeytan hükmü kalmadı. Onların tılsımını buldunuz. Hepsini bozdunuz."

  • Добавить отзыв