Esrar-ı Cinayat

Esrar-ı Cinayat
Ahmet Mithat Efendi
Türk edebiyatının ilk polisiye romanını kaleme alan Ahmet Mithat Efendi, "Esrar-ı Cinayat"ta İstanbul Boğazı’nın Karadeniz çıkışında bulunan ve Öreke Taşı olarak adlandırılan küçük bir adacık üzerinde işlenmiş olan bir cinayeti anlatmaktadır. Savcı Osman Sabri bu konuyu araştırmaya başlar ve cinayetin arka planında gelişen olaylar, bir gazetecinin de yardımcı olmasıyla ilginç bir hâl alır. "Nefsim hakkındaki bu adaletimden dolayı husule gelen mutluluğumu size hakkıyla anlatmak için şunu derim ki: Dünyada intikam lezzeti kadar büyük hiçbir tat tanıyamıyorum."

Ahmet Mithat Efendi
Esrar-ı Cinayat

Ahmet Mithat Efendi, 1844 yılında İstanbul’da doğdu. İlköğrenimine Vidin'de ağabeyinin yanında başladı ancak okulu yarıda bırakıp İstanbul'a döndü. Mısır Çarşısı’nda bir aktarın yanına çırak olarak girdi. Bu arada özel olarak edebiyat ve Fransızca dersleri aldı. Dört yıl sonra tekrar ağabeyinin yanına Niş’e giderek ortaokulu bitirdi.
Ahmet Mithat, ilk memuriyetine 1864 yılında Vilayet Mektubi Kaleminde başladı. 1868'de Tuna gazetesinde yazar, bir yıl sonra da başyazar olarak yazmaya başladı. 1869 yılında Zevrâ gazetesinin müdürü oldu ve burada Doğu ve Batı kültürü ile yoğrulmuş bir çevre edindi.
İlk kitapları Hâce-i Evvel serisi ile Kıssadan Hisse’yi Bağdat’ta kaleme aldı. 1871 yılında Bağdat mutasarrıfı olan ağabeyinin ölüm haberi üzerine İstanbul’a döndü. Ceride-i Askeriye’ye başyazar oldu. Bu arada Tahtakale’de oturduğu evine matbaa kurdu ve kendi kitaplarını basmaya başladı. Bir yıl içinde matbaasını genişleterek önce Sirkeci’ye sonra Beyoğlu’na nakletti. Aynı yıl, arka arkaya kapanan Devir, Bedir ve Dağarcık dergilerini çıkardı. Dağarcık ancak 10 sayı yayınlanabildi. Bu dergide çıkan “Duvardan Bir Seda” başlıklı yazısı nedeniyle 1873 yılında, İslam düşmanlığıyla suçlanarak Genç Osmanlılar’la birlikte Rodos’a sürüldü. Üç yıl süren sürgün hayatında çocuklar için Medrese-i Süleymaniye’yi kurdu ve burada ders verdi. Ders kitaplarını ve ilk romanlarını yayınlamaya başladı. V. Murat padişah olunca affedilerek İstanbul’a döndü.
Ahmet Mithat Efendi, İstanbul’da 1878 yılında Tercüman-ı Hakikat gazetesini çıkarmaya başladı. II. Abdülhamit’tin desteğini aldı ve 1879'da Matbaa-i Âmire müdürü, 1895’te Umûr-ı Sıhhıye ikinci reisi oldu. Çeşitli hocalıklarda bulundu. 1889’da Stockholm’da toplanan Şarkiyatçılar Kongresi’ne katılmak için gittiği Avrupa’da iki buçuk ay kaldı ve dönüşünde gezi intibalarını yayınladı. İkinci Meşrutiyet’ten sonra emekli olarak Darülfünun, Medresetülvâizîn ve Darulmuallimâtta genel tarih, dinler tarihi ve felsefe tarihi dersleri okuttu. İstanbul’da vefat etti. Kabri Fatih Cami haziresindedir.

BİRİNCİ KISIM
ÖREKE TAŞI

1
İstanbul Boğazı’ndan Karadeniz’e çıkmak üzere hareket eden gemiler, Anadolu ve Rumeli Kavakları arasına geldikleri zaman, nazarları önünde birdenbire o kadar geniş ve masmavi bir manzara açılır ki bunun latif temaşasıyla hayran olmaya çalışan gözler, Boğaz’ın iki sahilinde bulunan binaları, tabyaları hatta Kavaklar ve Fenerler gibi köyleri de göremez olurlar.
İnsan, Karadeniz’in o yüzeyindeki tümsekliği ile gökyüzünü âdeta birleşmiş gibi görür. İnsan nazarlara çarpan o geniş ufku izlemeye koyulunca, gözler artık Rumeli Feneri’nin üst tarafında ve tam da İstanbul Boğazı’nın bitişinde Öreke Taşı’nı görebilir mi?
Bunu büyük bir korku ve endişe ile nazarıdikkatten uzak tutamayacak olanlar, İstanbul’dan Karadeniz’e çıkanlar değil, Karadeniz’den İstanbul’a girenlerdir. Özellikle yelken gemileri ile fırtınalı bir havada Boğaz’a girmeye çalışanlar, gözlerini bu kayadan hiç ayıramazlar.
Öreke Taşı’nın uzunluğu dört yüz ve eni iki yüz metre kadar büyüklüktedir. Şekli bir dereceye kadar beyaza yakın bir kayadır ki orta yerinin denizden yüksekliği beş altı metreye kadar varır. Etekleri daha alçaktır. Dolayısıyla poyraz fırtınası esnasında Karadeniz’in dalgaları kabardığı zaman dalgaların hücumuyla kaya tümüyle örtülüp yeri bir beyaz köpük içinde kalır. Dalgalar çekildikten sonra aksine etrafı sudan tahliye olduğundan eski yüksekliğinden daha ziyade yükselmiş zannolunur. Bu hâlde Karadeniz’den Boğaz’a giren gemi içinde bulunup da kayayı seyredecek olsanız, büyük bir deniz canavarı zannedersiniz ki yunus balığı gibi kâh suya batar, kâh su üzerine çıkarak, her hâlde gemiye hücum ettiğine şüpheniz kalmaz. Zira gemi içinde bulunanlar, sallanan ve yürüyenin gemi değil, sahiller olduğunu zannederler.
Boğaz’a girerken sancak bordası hizasında kalan bu taşa niçin Öreke Taşı adını vermiş olduklarını bir türlü anlayamamışızdır. Bir zamanki kadınların pamuk sardıkları halkalar ile bu kaya arasında ne benzerlik görüldüğünü bir kimseden öğrenememişizdir. Fakat Karadeniz gemicileri nezdinde bu taşın bir ismi de “Kanlıkaya”dır ki bunun sebebini pek kolay anlamışızdır.
Sütliman diye tarif olunan havalarda bile Karadeniz’in sularının boğazla birleştikleri noktalarda, Boğaz içine girerek Boğaz’ın sonunda süratlerini herkese göstermekte bulunan ve türlü türlü naralar ile yâd olunan, akıntıları teşkil etmek için bazı sandalcılar, Boğaz dışına kadar anaforlar, girdaplar teşkil ederler ki hiç rüzgâr olmayan havalarda bile dümen dahi almayan yelken gemilerinin kendilerini bu anaforlardan ve girdaplardan kurtarabilmeleri, kolaylıkla ve selametle Boğaz’a girebilmeleri güçtür. Bu tehlikeye fırtınalı havalarda, bir de rüzgârın kuvveti eklenirse, artık İstanbul Boğazı’nın gemiciler nezdinde ne kadar tehlikeli bir yer olduğunu başka türlü tarif ve tavsife gerek kalmaz.
Zaten Boğaz’ın deniz sanayisi nazarında da bilinen bu kadar müthiş tehlikelerinden değil midir ki birkaç seneden beri gerek Anadolu ve gerek Rumeli taraflarına gayet muntazam ve düzenli birer kurtarma ekibi konulmuştur. Bu heyetin gemileri kurtarmak için olmadıkları da aslında bilinmektedir. Zira sahile düşen ve özellikle Öreke Taşı’na çarpan tekneler âdeta kayaya çarpılmış yumurtadan başka bir şeye benzemezler. Sadece batan bu gemilerin içindeki adamları ölümden kurtarmak içindir ki zikredilen kurtarma ekibi teşkil edilmiştir.
Kurtarma ekibinin icat ve teşkilinden önce ismi zikrolunan Öreke Taşı o kadar gemi parçalamış ve o kadar adamlar telef etmiştir ki bu zayiatın çokluğu da kendisine Kanlıkaya adını verdirmiştir.
Kanlıkaya’nın Rumeli sahilinde olduğunu, Rumeli Feneri’nin üst tarafında bulunduğunu haber vermemizden anlaşılmıştır ve zikredilen kaya da sahile o kadar yakındır ki Rumeli kenarından hızlıca bir taş atılsa hemen Kanlıkaya üzerine düşebilir. Fakat kaya ile kara arasındaki sular derindir. Kayanın işbu Rumeli sahilindeki ufacık koy gibi bir de girintisi olduğundan, buna her ne kadar liman denilemez ise de havanın müsaadesine aldanarak balık tutmak için Boğaz’dan dışarıya çıkan kayıklar birdenbire bir fırtınaya tutulup da kaçacak olurlarsa bazı kere şu küçücük limancığa iltica ederler. Zikredilen limancık on, on beş kadar balıkçı kayıklarını almaya kâfi olduğu gibi her taraftan gelen rüzgârlara ve dalgalara da kapalı olmakla oraya sokulabilen kayıklar fırtına afetinden kendilerini kurtarabilmiş sayılırlar.
Kanlıkaya üzerinde hiçbir bina yoktur. Ağaç ve hatta ot bile yoktur. Zira Kafkas’tan, Kırım’dan, Hocabey’den, Tuna vadisinden toplanıp gelen fırtınalara göğüs verebilecek ağaç tasavvur olunamayacağı gibi yalçın kaya üzerinde yeşerecek bitkiler de güç tasavvur olunabilir. Yalnız bunların biraz daha büyüğü ve kabası demek olan deniz otlarından başka bu kaya üzerinde hiçbir şeye tesadüf olunamaz.
Dünyada her şeyin bir zararı var ise bir de faydasının olabilmesini düşünerek şu Kanlıkaya’nın insanlara sürekli verdiği açık tehlikelerinin yanında hiç faydası da olmuş mudur diye bazı balıkçılardan sormuştum.
Yukarıda haber verdiğimiz gibi fırtınalı havalarda bazı balık kayıklarının sığınmasından başka hiçbir şeye yaramayacağı inancıyla bu soruyu sormuş iken Kanlıkaya’nın bir faydasını daha balıkçılardan haber aldık. Dediler ki:
“Yaz mevsiminde bazı merak sahibi insanlar buraya mehtabı seyretmeye gelirler. Sakin havalarda Karadeniz üzerini aydınlatan mehtabı seyretmek hakikaten gönüllere ferah verir.”
Şu kadar var ki buraya ferahlamaya gelmek için her ne lazımsa beraber getirmek lüzumu da aşikârdır. Zira kaya üzerinde yakacak ot dahi bulunmadığını evvelce haber vermiştik.

2
Hicri bin iki yüz şu kadar seneye tesadüf eden temmuz ayının on yedinci salı günü idi ki İstanbul’da neşrolunan gazetelerin birisinde ve iç havadisler kısmında şu fıkra okundu:

Büyükdere’den şehir postasıyla matbaamıza gönderilen bir varakadan anlaşıldığına göre dünkü pazartesi günü, Boğaz dışına balık avlamaya giden kayıklardan bazıları oraya vardıkları anda Öreke Taşı’na yanaşarak üzerine çıktıklarında, orada gayet müthiş bir cinayete şahit olmuşlardır.
On beş, on altı yaşlarında ancak tahmin olunabilecek bir kız öldüğü gibi yanında iki de erkek naaşı görülmüştür ki kızın Müslüman olduğu tırnaklarında kına rengi bulunmasından anlaşılmıştır. Fakat kıyafeti alafranga imiş. Katledilen erkeklerin ise Elenoz veyahut Maltalı oldukları anlaşılıyor.
Bu acayip keşif hakkında mektup sahibi başka izahlar da veriyorsa da cinayetin zaten ortada olan fevkalade önemine nazaran diğer ayrıntıyı aynen derç ve ilana gerek duymadık. Bundan sonra edeceğimiz tahkikatın göstereceği netice üzerine durumu okuyucularımıza tafsilen arz ederiz.
Şöyle bir fıkranın gazetede görülmesi okuyucuların ne derecelere kadar nazar ve ehemmiyetlerini açacağı ve ne kadar meraka sebep olacağı tafsile muhtaç değildir. Ertesi gün de bu olay hakkında gazetenin izahat vereceği beklenirken, izah yollu hiçbir şey görülememesi halkın merakını bir kat daha arttırmıştı.
Gerçi memlekette yalnız bir gazete bulunmayıp daha başkaları var ise de çaba göstermeden haber ve bilgi almak öyle her gazeteciye nasip olmaz. Bazıları birbirinden havadis almak âdetinde olmalarıyla, başka gazetelerin verdikleri bilgi şu ilk fıkradan fazlası değildi. Ziyade gibi görünen kısımları sadece yazan efendilerin kendi hayalhanelerinde buldukları vukuattan ibaret idi.
Daha ertesi, yani perşembe günü yine malum gazetede şu fıkra okundu:

Öreke Taşı’nda keşfini bir evvelki günkü nüshamızda bir nebzecik beyan etmiş olduğumuz müthiş ve garip cinayet hakkında Beyoğlu zabıtası tarafından gönderilen resmî tutanağı aynen yayınlıyoruz:
(…) Gazetesi matbaasına:
Muteber gazetenizin dünkü nüshasında Boğaz sonunda bulunan ve Öreke Taşı olarak bilinen kaya üzerinde on beş, on altı yaşlarında bir Müslüman kızı ile iki kişi de Maltalı veyahut Elenoz’un naaşları balıkçılar tarafından keşfolunduğuna dair bir fıkra dikkatimizi çekti. Zikredilen cinayet, Rumi takvimine göre ayın on altıncı pazar akşamı, yani pazartesi gecesi vuku bulmuştur. Sonra gelen pazartesi günü balıkçılar Büyükdere zabıtasına durumu ihbar etmeleriyle zikredilen zabıta tarafından tahkikine derhâl memurlar gönderildiği gibi olayın Beyoğlu merkezine de ihbar olunması üzerine merkez savcılarından Osman Sabri Efendi’nin emrine bir teftiş ve iki de çavuş verilerek derhâl cinayet mahalline gönderilmişlerdir. Malum savcı tarafından yazılan raporun bir sureti eklenmekle sizlere de gönderilmiştir. İcabının icrası konusunda…
Bir gazeteye gönderilen raporun icra olunacak icabı neden ibaret olabilir ki? Bu “icabının icrası” iki kelimeden ibaret bir sözdür ki kime hitap ediliyorsa manası “Aklına geleni yap!” demek olur. Gazetecinin aklında ise her şeyden evvel gazetesini doldurmak sureti yer tutmuş olacağı gibi evvelki günkü nüshasında yer alan fıkra zaten okuyucularının pek ziyade meraklarına sebep olduğundan ve ehemmiyetli nazarlarını çekmiş olduğundan, okuyucularının biraz daha ikna edilmesi için Savcı Osman Sabri Efendi’nin raporunu da aynen yayınladı:

Savcılık Tutanağı
Rumi takvime göre ayın on yedinci pazartesi günü savcılığın emri gereğince Teftiş Cemal Efendi, Ali ve Mustafa Çavuşlar ile birlikte Beşiktaş iskelesinden Rumeli sahilinin beş buçuk vapuruna binilerek Yenimahalle’ye ve oradan kayık ile Kanlıkaya’ya gidildi ve malum olan kayada o gece vuku bulan cinayetin tahkikatına girişildi.
Büyükdere merkezinden Teğmen Mehmet Ağa, yanında köy imamı, iki muhtar ve üç zaptiye olduğu hâlde bizden evvel cinayet mahalline vararak naaşların asıl yerlerini ve vaziyetlerini değiştirmek gibi hareketlerde bulunmuştur ki savcının varışından evvel bu gibi hareketlerin, daha sonra yapılacak olan incelemeleri zorlaştıracağı savcılığın malumudur. Bir cinayet mahalli ne hâlde ise, savcı varıncaya kadar o hâlin asla değiştirilmemesini kaç defadır arz ettiğim hâlde henüz olumlu bir neticesinin görülmemesi büyük üzüntüye sebep olmaktadır.
Her neyse, acizleri Kanlıkaya’ya vardığında naaşların hâl ve vaziyetleri önceden neden ibaret ise, yine o hâl ve vaziyete çevrilmekle incelenmeye başlandı.
Katledilen kızın hakikaten Müslüman olduğu, parmaklarındaki kına izlerinden anlaşılmaktadır. Kendisi on altı yaşından fazla tahmin olunamayacak kadar genç ve lepiska saçlı, gayet güzel ve elbisesi de temiz olduğundan öyle adi karılardan sayılamaz. Yanındaki katledilen erkeklerin ise Kefalonyalı oldukları, üzerlerinden çıkan evraktan ve özellikle kendilerine gönderilmiş olan Rumca mektupların zarfları üzerinde yazılı olan isim ve ikamet adreslerinden anlaşılmıştır ki birisi Leh Sokağı’nda oturan Petri ve diğeri de Galata’da Kemeraltı’nda Kosti’nin meyhanesi üzerindeki odalarda kalan Mihal’dir.
Genç kızın kimin nesi olduğunu her ne kadar tahkike çalışmış isek de bulabilmek mümkün olamamıştır. Bir de meydanda yaralı olarak her ne kadar bir kız ile iki Kefalonyalı bulunmuş ise de kayanın Anadolu cihetindeki sahili üzerinde birkaç yerde kan lekelerine rastlanmıştır. Acizane olan şüpheme göre bu kanlar diğer birkaç yaralıdan akmıştır ki yaraları hemen ölmelerine sebep olacak yaralardan olmadıkları gibi kayık ve sandallarına binerek kaçmışlardır.
Cinayet mahallinde mükemmel bir sofra takımı ile bir de ziyafet sonrasını gösteren bir hâl mevcut olduğundan oraya mehtap sefası icrasına gidilmiş olduğu hâlde sefa ehli arasında bir kavga çıkmasıyla işin bu cinayete dönüştüğü ilk acizane kanaatimdir.
İşbu müthiş cinayet hakkında tetkiklerimi tamamlama hususunda işe yarayacakları münasebetle cinayet mahallinde ne kadar eşya bulunduysa hepsi ve katledilenler de alınarak evvela Büyükdere’ye ve sonra Beyoğlu zabıtasına getirilmiş ve Kefalonyalı cesetler garipler hastanesine teslim olundukları gibi kızın naaşı da kadın hastanesine teslim edilmiştir. O konuda tüm tasarruf hakkı idarenin emrindedir.
Bazı havadis meraklıları vardır ki âlemin hâline dair gazetelerde okudukları fıkraları kendi meraklarına nispetle kâfi görmeyerek gazetehanelere kadar gelirler. Yazarları ile görüşürler. Gazetelere derç olunan vakalar hakkındaki malumat yalnız o kadardan ibaret midir? Yoksa daha ziyade malumat vardır da her ne mülahazaya mebni ise bu kadarcığını yazmakla mı yetinilmiştir? Buralarını sormaya başlarlar.
Bu gibi suallerin, zaten işleri başlarından aşmış olan biçare yazarları ne kadar rahatsız edeceğini bilseler, belki biraz insaf ederler ise de birtakımları da vardır ki malumat ve izahlar almakla dahi yetinmeyerek o meseleler hakkında yazarın bu konudaki fikirlerini ve daha doğrusu kanaatlerini de sormaya kadar varırlar.
Öreke Taşı meselesi ise hakikaten umumi meraka sebep olan garip bir hadise olmakla, Beyoğlu zabıtasının verdiği izahatın intişarından bir gün sonraki cuma gününün tatil olması da müsait görünerek gazetehaneye o kadar meraklı adamlar gelmiş ve her biri başyazarı o kadar suallere boğmuşlardı ki biçare yazar az kalmıştı ki ertesi günkü gazete için hiçbir şey yazamasın.
Şu kadar var ki bu sorgulamalar bir taraftan faydalı da oldular. Zira Büyükdere’den gönderilmiş olan evrak ile bir de Beyoğlu zabıtasının tutanağının içeriğinden başka, gazetece malumat olmadığı ve olayın ortaya çıkarılması için öyle pek fevkalade bir surette ehemmiyet verilmediği hâlde; gazete, insanların bu kadar merakını görünce bu acayip cinayetin sırlarının ortaya çıkarılması için büyük gayret sarf etti. Ayrıca yazmaya başladığımız bu romanın zeminini teşkil eden bu hadise, bir eser ortaya çıkarmaya da vesile oldu.
Gazeteci kısmı bir şeyin tahkik ve tetkikini cidden merak ederler ise, o şeyi etrafıyla öğrenmemeleri düşünülemez. Zira her tarafta dostları ve her dostlarının nezdinde nüfuzları vardır. Özellikle bu dostlar gazeteciye yanlış malumat verip de eksik ya da ziyade bir şeyin yazılmasına sebep olurlar ise sonradan birçok taraflardan tekzibi davet etmiş olacaklarını da bildiklerinden, gazeteci tarafından talep olunan malumatı mümkün mertebe en doğru olarak verirler.
Bizim gazeteci, Öreke Taşı Vakası hakkında en mükemmel malumatı almak için doğrudan doğruya Beyoğlu savcılarından Osman Sabri Efendi’ye müracaatı kararlaştırdı. Zira zabıtanın kendisine gönderdiği resmî tutanaklardan da malûmatın esası Osman Sabri Efendi’nin önceki incelemesi üzerine bina edilmişti.
O günkü cuma günü zabıtanın tatil olması o gün görüşmeye mâni olmuştu. Dolayısıyla ertesi günü yazar efendi Galatasaray’a giderek bazı dostlarından Savcı Osman Sabri Efendi’nin kim olduğunu sordu. Osman Sabri Efendi yazarın yanına getirilerek tanıştırılıp görüştürüldü.
Bir gazete yazarının, her kim olursa olsun yeni bir dost ile ilk görüşmede dostluğu kırk yıllık bir dostluk derecesine vardırabilmesi işten bile değildir. Fakat yazar efendi Savcı Osman Sabri Efendi’yi ilk nazarıdikkate aldığı zaman, bu adamın öyle kırk yıllık dost derecesine gelemeyeceğini anladı. Gazeteci kısmı her ilimden biraz anlamaya muhtaç olduğu gibi ilm-i kıyafeti[1 - Kişinin dış görünüşünden onun düşüncesini, ahlakını anlamaya çalışan bir ilimdir.] daha ziyade anlamaya muhtaçtır. Karşısındaki adamın kalbinde ezberlediği şeyi yüzünden ve gözlerinden anlayıp okumalıdır.
Osman Sabri denilen adam, orta boylu tavsifine uygun olduğu hâlde kendisini böyle tavsif edenler alçak boylu tavsifini, biraz nezakete aykırı gördükleri için onunla ilgili ilk bakışta biraz olumsuz düşünürler. Vücudu için cılız denilmesi de böyledir. Zira nezakete riayet edilmemesi lazım gelse cılız tabirini uygun görmek gerekirdi. Şu boya, şu vücuda göre ellerini, ayaklarını uzun uzadıya tafsile hacet kalır mı?
Bir buçuk metreden ibaret olan şu cılız vücut üzerinde ve özellikle “armut sapı” tabirine hakkıyla uygun olan bir gerdana saplanmış bulunan başını görseydiniz Osman Sabri Efendi’yi âdeta bir karikatür zannedersiniz. Bu kafayı sekiz arşın iki parmak uzunluğunda bir boya ve bir arşın iki parmak genişliğinde bir çift omuz üzerine takmalıydınız ki tenasübünü bulmuş olsun.
“Fizyonomi” yani ilm-i kıyafet, bazı kocaman kafalıları “mankafa” olmak üzere vasıflandırır. Hakkı da vardır. Çünkü bu kısım kafaların içindeki beyinleri ve zekâları o oranda azdır. Dolayısıyla bunlar boş bir sandıktan başka bir şeye benzemezler. Fakat içi dolu olan kocaman kafalıların beyin ve onun gereği olan zekâ zenginliğine, gözlerinden çıkan dikkatli bakışları işaret eder ki işte Beyoğlu savcılarından Osman Sabri Efendi’nin kafası da bu kafaların en mükemmellerinden birisiydi.
O ateşin gözler hem küçürek, hem yuvarlaktır. Kaşları gözler üzerine yığılmış denilebilecek kadar düşüktü. Bunların altındaki sivrice burun ile ince dudaklar ve yumru çene Osman Sabri’nin suratında şeytanlık derecesine varan zekâsının olduğunu gösterir.
Osman Sabri’yi hafifmeşrep bir adam görecek olsa bir kukla görmüş kıyasıyla derhâl kahkahayı koparacağı gelir. Fakat Osman Sabri öyle kahkahalarla karşılanacak maskaralardan olmadığını hâl ve tavrıyla herkese derhâl gösterir. Bu zamanın acayip suratından tebessüm denilen şey pek nadir olarak görülür. Ağzından “dıhk” denilen şeye benzer ses çıktığını hiçbir kimse işitmemiştir. Kahkahası ise bizzat kendisine de meçhuldür.
Gazeteci, Osman Sabri Efendi’nin önceki çalışmalarından ve sorgulamalarından ne dereceye kadar maharetli olduğunu duymuştu. Henüz yüzünü görmemiş olması, bu konuda bir mübalağa bulunmasına ihtimal verdirmekte iken, savcı efendideki kafayı, gözleri görünce abartıya hiç imkân olmadığını teslim etti. Kendi kendisine dedi ki:
“Öyle kendisini gazetede methettirmekle memnun olacak bir heveskâr önünde bulunmuyoruz. Bu adamdan istediğimiz malumatı alabilmek için başka türlü, hem de pek ehemmiyetli davranmalıdır.”

3
Gazeteci ile savcı ilk buluşmadaki malum olan hâl ve hatırdan sonra maksada geçmek için bir vesile olmak üzere yazar efendi dedi ki:
“Cinayet işlerinde tetkik gücünüz ve başarınızla dünyada meşhur olmuş iken Öreke Taşı cinayeti hakkında zabıtanın neşrettirdiği yazı sizi takdir eden pek çok zatlar tarafından şöhretinize münasip olacak kadar mükemmel görülmedi.”
“Gerçi pek noksandır.”
“Bendeniz sizinle henüz tanışma şerefine nail olmamış bulunduğum hâlde her şöhretin birinci muhibbi olmam sebebiyle şöhretinizi muhafaza için dedim ki: Böyle her tarafı acayip sırlar ile işlenmiş olan bir cinayetin mükemmel tahkikatı bir günde icra edilip tüm sırların ortaya çıkarılması mümkün olabilir mi?”
“İnayetinize teşekkürler ederim.”
“Gerçi yazınızı kâfi görmeyenler haklı olamazlarsa da mazur da sayılmazlar. Zira cinayetin dehşet ve garipliğine göre umumi merak öyle bir dereceye varmıştır ki bu konuda doğru bir habere ve biraz daha izahlara tüm insanların merakları çevrilmiş görünüyor.”
“Umumi merakın adliyeye bakan yönü pek yoktur.”
“Gerçi hakkınız var efendim! Merak edenlerin mahkemenin sonucunu beklemeleri gerekir. Fakat iş mahkemece sonuçlanıncaya kadar aylar geçeceği de şüphesizdir.”
“Yıllar bile geçebilir!”
Savcı efendinin cevaplarının pek kısa olması canınızı sıkmaya başladı mı? Hâlbuki cevapları yalnız kısa değil, âdeta cevap olmamak üzere tertip olunmuş müdafaalar gibidir.
Gazeteci buna dikkat ederek epeyce sıkılmaya başladı. Fakat can sıkıntısının bu konuda hiçbir faydası olamayacağı aşikârdır.
Asıl hüner savcıyı sorgulayarak ağzından birkaç söz almak ve o birkaç sözden hareketle cinayete dair bir hayli malumat almaktır. Dolayısıyla gazeteci dedi ki:
“Evet, yıllar dahi geçebilir. Zira gereken adamların iç içe girmesiyle sorgulanmaları epeyce uzun bir iş olduğu gibi hele caniler firarda olurlar ise iş daha da ziyade uzar. Öreke Taşı cinayetinin erbabından veyahut onların yardımcıları ve ortaklarından henüz üç kişiyi tutukladığınızı söylüyorlar.”
“Hiçbir kişiyi tutuklayamadık.”
“Acayip! Ölen Kefalonyalıların arkadaşlarından bazı adamları tutukladığınıza dair bize getirilen haberler yanlış mıdırlar?”
“Tümü!”
“Hâlbuki kızın yanında birtakım eşyadan başka yankesici hırsız takımından iki de adamın naaşı bulunması, canilerin takibi emrinde zabıtaya ve adliyeye pek ziyade hizmet edecek şeylerden sayılabilirlerdi.”
“Bu naaşlar o delillerden sayılamıyorlar.”
Yazar efendide can sıkıntısı artmaya başladı. Eğer, savcı şu cevapları onu küçümsemek gibi bir tavırla verseydi can sıkıntısının hiddet derecesine dahi varacağı aşikâr idi. Ancak Osman Sabri Efendi verdiği cevapları o kadar ciddi bir tavır ile veriyordu ki bunlardan başka hakikaten verilecek cevap olmadığını da o ciddi tavrıyla gösteriyordu.
O aralık bir teftiş memuru gelerek savcı efendiyi mutasarrıf paşanın çağırdığını haber verdi. Osman Sabri Efendi bu davete icabet hususunda ne kadar mecbur olduğunu gazeteciye anlatmak için yalnız “Sohbetinizin şerefinden ayrılmak zorunda kalacağımdan üzgünüm. Nihayet ben de emir tahtında çalışan bir memurum!” dedi. Büyük bir hürmet ile yazara veda ederek odadan çıktı.
Bu gidiş üzerine yazarın yerinde siz olsanız, siz de kızardınız ya!
Gerçi bizim yazar efendi hiç müteessir olmadı değil. Ancak kendisi gayet hakşinas ve kıymet bilen bir adam olduğundan Osman Sabri Efendi’nin hâl ve tavrına kızmak şöyle dursun, aksine memurluk sırlarını herkesten, özellikle bir gazete yazarından gizleyebilen memurun övgüye layık olacağını gönlünden hükmediyordu.
Savcı gittikten birkaç dakika sonra gazeteci de gazetehanesine gitmek için yerinden kalkıyordu. Hatta zihninden “Hiç olmazsa katillerin derdest olunamadığından ve kimler olduğu da bilinemediğinden bir fıkra yazılabilir.” diye bir de zihninden yazı tertip ediyordu. O aralık evvelce Savcı Osman Sabri Efendi’yi çağıran müfettiş tekrar kapıdan girerek dedi ki:
“Mutasarrıf paşa biraderiniz, teşrifinizi Osman Sabri Efendi’den haber alarak mülakatınızı arzu ediyorlar efendim!”
Bu davet yazarı epeyce sevindirdi. Zira Öreke Taşı cinayetine dair birkaç laf da mutasarrıftan kaparsa, zihninde tertip etmekte bulunduğu yazıyı bir kat daha tamamlamış olacağını hesap etti.
Beyoğlu mutasarrıfı o zaman Mecdettin Paşa isminde bir zat idi ki lafı olan mutasarrıflardan ne daha iyi ne daha fena olup “Beyoğlu mutasarrıfı” denildiği zaman hatıra nasıl bir adam geliyorsa öyledir. Fakat bu hâl yalnız memuriyet sıfatı olan Osman Sabri Bey gibi karikatür sayılabilmekten tamamıyla uzaktır. Boyca boylu, ence enli, gayet güzel kır sakallı, neşeli, hoş sohbet bir adamdır.
Gazeteci, oda kapısından girdiği zaman yerinden fırlayıp bin güzel iltifatlarla karşıladı. Artık zamanın hikmetli Eflatun’u gazeteci oldu. Ediplerin başı gazeteci oldu. Hele o gün gündüz olmasaydı da gece olsaydı Galatasaray’a şeref vereceğine teşekküren, bütün daireyi fenerler ve kandillerle donatarak gece eğlencesi yapmak bile boynunun borcu olduğunu anlattı.
Bizim gazete yazarı her ne kadar nezaket ve iltifatın bu derecesinden memnun olabilecek riyakârlardan bir adam değil idiyse de mutasarrıf paşa hazretlerinin bu iltifatları üzerine elbette Öreke Taşı konusuna dair ne kadar malumatı varsa esirgemeyeceğine hükmederek işte bundan dolayı memnun oluyordu.
Gazeteci efendiye sigara takdimiyle bir taraftan da kahve emredilmekte olsun, yazar efendi bugün Galatasaray’a gelmekten maksadını anlatarak Savcı Osman Sabri Efendi’den ise hiçbir haber alamadığını ve hâlbuki zabıtanın neşrettirdiği raporun, insanlar tarafından pek eksik görüldüğünü ifade edince, mutasarrıf paşa hazretleri güya zabıtaca bir büyük kusur edilmiş de affını dilemeye mecbur olmuş gibi davranarak dedi ki:
“Efendim, ben Osman Sabri Efendi’ye daha o gün söyledim ya! Raporu aynen gazetehaneye gönderelim dedim. O ise henüz canilerin izleri bile elde olmadığı hâlde malumat ve mevcut delillerimizin tümünü ilan etmek daha sonra tetkikat ve tahkikatımız için mâni olur diye iddianamesini satır satır çizmeye de kanaat edemeyerek kelime kelime çizdi. Yirmide bir derecesine indirerek sonra tekrar temize çekip öyle gönderdi.”
Gazete yazarı bir taraftan Öreke Taşı’na dair zabıtaca ne kadar malumat varsa hepsine vâkıf olabileceğinden dolayı sevinmekle beraber, diğer yandan iki memur arasındaki farkı düşünerek, Savcı Osman Sabri Efendi’nin vazifeşinaslığına karşılık, mutasarrıf paşada bulunması lazım gelen temkin ve ihtiyatın yirmide biri bile bulunmadığına hem hayret ediyor hem de üzülüyordu.
Gazetecinin bu mütalaasından mutasarrıf paşa hazretlerinin haberi yok ya! O sözüne devam ediyordu. Dedi ki:
“Osman Sabri Efendi’nin asıl iddianamesini size göstereyim de okuyunuz. Şimdiki hâlde Öreke Taşı cinayetine dair mevcut olabilen malumat bundan ibarettir.”
Gerçi, Mecdettin Paşa hazretleri yazı takımının üzerindeki evrak arasından bir kâğıt çıkarıp gazeteciye verdi ki savcı efendinin mührüyle mühürlü asıl iddianamesi idi.
Mecdettin Paşa’nın bu hâl ve hareketi üzerine Osman Sabri Efendi’nin tavrına o kadar hayret geldi ki gazete yazarı, savcı efendinin hemen kendi üzerine hücum ederek iddianameyi elinden alacağı zannıyla bayağı gözü korktu. Dolayısıyla gazeteci savcıya dedi ki:
“Affedersiniz birader! Bir gazete yazarına her sunulan evrak hemen gazeteye geçilmez. Gazeteler devletin menfaatlerini kendi menfaatlerinden ziyade gözetmeye mecburdurlar. Gerek politika ve gerek adliye vesairece muhafazası devletin menfaatlerine uygun olan şeyleri herkesten ziyade gazeteciler muhafaza ederler. Zira devletin menfaati demek, doğrudan doğruya milletin ve memleketin menfaati demektir.”
Yazarın şu sözleri, Osman Sabri Efendi için bir dereceye kadar rahatladığını yüzünde belli olan sakinlikten anlaşıldı. Dedi ki:
“Bendeniz iddianameyi paşa hazretlerinin size takdiminden dolayı itirazda bulunamam, haddim de değildir. Şu kadar var ki böyle henüz failleri elde bulunmayan bir cinayeti, zabıtanın edinebildiği malumat üzerine bina ettiği bilgileri, tertibatı ortaya koyacak olursa katillere de kendilerini takipten koruyacak tedbirleri öğretmiş olur.”
Yazar efendi nazikâne bir tebessümle dedi ki:
“Hakkınız var savcı efendi! Hakkınızı da en ziyade teslim edenlerden birisi de benim. Fakat biz de sanatımız sebebiyle devlet adamı sayılırız. Bu gibi işlerde cinayeti işleyenin yanında değil; adliyeye hizmet etmek isteriz. Eğer iddianameyi okursam ihtimal ki ben dahi istifadeye vesile olabilecek bir mütalaa arz edebilirim.”

4
Gazete yazarı elindeki evrakı okumaya başladı. Hakikaten Mecdettin Paşa’nın dediği iddianamenin gazeteye tebliğ olunan sureti yirmide bir derecesine kadar indirilmişti.
Bir cinayetin vuku bulduğu yere, inceleme memurunun varışından evvel, o yerde naaş, silah, iz ve saire her ne var ise hiçbirisini hiç kimsenin değiştirmemesi o kadar büyük bir iş imiş ki gazeteci efendi evvelce bu ehemmiyeti takdir edemediği için Osman Sabri Efendi’nin evrakında buna dair beyan olunan üzüntüsüne şaşmış iken, kendisi evrakı tamamen okuduğu zaman o şaşkınlığını ve hayretini kendisi haksız buldu.
Bakınız Osman Sabri Efendi yalnız naaşların vaziyetlerinden ne kadar manalar çıkarmış! Yazısında diyor ki:

Sofrada işret takımlarının bulunduğu yer Kanlıkaya’nın kuzey tarafı, yani Karadeniz sahilidir. Katledilen kızın naaşı öyle bir vaziyette yere konmuş ki sol tarafından yaralandığı hâlde başı batı tarafına, yani Kanlıkaya’nın Rumeli tarafına gelmek üzere düşmüş. Bu hâlde kız ölmezden evvel arkası Karadeniz tarafına çevrilmiş olarak duruyormuş ve kendisini yıkan darbe ise kızın sol tarafında, yani kayanın doğu kısmı olan Anadolu tarafındaki sahil semtinde duran bir adamın darbesi olacağına şüphe kalmamıştır.
Kızı vuran adam yine kızın yanında bulunduğu ne kadar şüphesiz ise Kefalonyalıların Rumeli tarafında Kanlıkaya üzerine çıkan düşman tarafından atılan kurşunlar ile öldükleri de o kadar şüphesizdir. Zira Kefalonyalılardan birisi ta alnından vurulduğu hâlde arkası üzerine düşmüş ve düştüğü zaman kafası doğu ve ayakları batı kısmına isabet etmişlerdir. Bu adam diğerinden evvel vurulmuştur. Zira ikinci Kefalonyalı arkasından yaralandığı hâlde yüzü üzeri düşerek onun da başı doğuya ve ayakları batıya isabet ederek, mutlaka arkadaşı ölerek yere düştükten sonra kendisi kaçarken, yine kayanın Rumeli tarafındaki sahil üzerinden atılan kurşunla ölmüştür.
Gerek kızın ve gerek Kefalonyalıların elbiselerinde ve yüzlerinde gözlerinde yırtık ve bere gibi şeylerden eser görülmemesi, bu cinayetin şu sofra başında bulunan adamlar arasında çıkan bir arbede eseri olmadığını ispat derecesinde kanaat verir. Zira birbirine bu kadar yakın olan düşmanların katledilmesinde boğaz boğaza gelmeleri ve birbirinin elbiselerine sarılmak ve yüzlerini gözlerini yırtmak, boğazlarını sıkmak gibi hareketlerde bulunmaları zaruridir. Dolayısıyla bunlar orada mehtap sefası ederlerken Rumeli tarafından kendileri üzerine hücum eden düşmanları tarafından bu cinayet tertip edilmiş olacağında tereddüde kulunuzca şüphe yoktur.
Hatta bendeniz hükmetmek istiyorum ki Kefalonyalılar dışarıdan gelen düşmanlar tarafından idam edildikleri hâlde genç kız onlar tarafından idam edilmemiştir. Zira kendisini vuran kama yaranın içinde bırakılmıştır ki bu hâl kamayı vuran adamın onu çıkarıp beraber götürmeye fırsat bulamamasından kaynaklanmıştır. Kamanın kını Kefalonyalıların üzerinde görülmeyip, onlar üzerinde birer bıçak ile birer de tek tabanca bulunmuştur ki tabancalar boşaltılmış ve bıçaklar da kınlarından çıkarılmış idiler. Eğer kama dışarıdan hücum edenlerde olsaydı, galebe onlarda bulunduğuna göre kamayı çıkarıp alacakları ve orada bırakmayacakları aşikâr idi. Hâlbuki kızın yanında bulunanların yalnız iki Kefalonyalıdan ibaret oldukları da diğer delillerden anlaşılıyor. Zira kayanın kuzey tarafından güney tarafına doğru yer yer kan lekelerinden birtakım izler kalmış olup, bu izler güney tarafında birleşerek beş, on arşın kadar yere yayılıyorlar. Bundan anlaşılıyor ki diğer birkaç yaralı da buraya kadar koşup gelerek, buradan kayık veya sandallarına binerek kaçmışlardır. Ancak kaçanların kaçar adam kadar olduklarını tahmine imkân bulunamamıştır. Bu tahmin yemek ve eğlence sofralarındaki çatal, bıçak ve kaşıkların adedinden çıkarılacak olursa, sofra başında bulunanların sekizden ona kadar adam oldukları anlaşılabilir. Dolayısıyla, kızı vuran adamın bu suretle kaçanlar arasında olması akla gayet yakın görünüyor.
Ölenlerin vaziyetlerinden Osman Sabri Efendi’nin çıkarmış olduğu manaların tümü gazeteci tarafından da tasdik olunarak, şu kadar var ki kızın yine kendi arkadaşları tarafından vurulmuş olması hakkındaki zannı yazar efendi tasdik edemedi. Dedi ki:
“Kavganın, katillerin sofra başındaki adamlar arasından çıkmamış olduğuna, giysilerinde yüzlerinde gözlerinde yırtık ve bere gibi şeyler olmamasından dolayı kanaatlerinize diyecek olmadığı gibi ölenlerin yaralarından ve naaşlarının vaziyetlerinden bunların Rumeli tarafında vuku bulan bir hücum ile idam edildiklerini çıkarmanız da pek doğru olabilir. Şu kadar var ki kızı yine kendi arkadaşlarının vurmuş olmasını, yalnız kamanın yara içinde kalmasından ve kınının da katledilen Kefalonyalılar üzerinde bulunamamasından şeklindeki kanaatiniz pek zayıftır.”
Mecdettin Paşa: “Bu mülahazayı bendeniz de arz etmiştim. Hatta kız kadın hastahanesinde bilirkişilere muayene ettirildiğinde henüz bakire olduğu da ortaya çıkmıştır.”
Gazetecinin nazarıdikkati açıldı. Dedi ki:
“Henüz bakire mi?”
“Evet! Bu da kızın oraya lanetli bir niyetle götürülmemiş olmasına delalet eder. Dolayısıyla kötü bir niyetle götürülmemiş olan kızı, yine kendi arkadaşlarının vurmasına ne mana verilebilir?”
Osman Sabri Efendi belli belirsiz bir tebessüm ile dedi ki:
“Kızın oraya nasıl bir fikirle götürülmüş olduğunu bilemem. Ben naaşın bilirkişiye muayene ettirilmesini ihtar ettiğim zaman kızın bakir olmadığına hiç şüphem yoktu. Yalnız tahminen ne kadar zamandan beri kızın bakirliğinin izale edildiğini anlamak için muayene ettirmiştim. Bu zannımın yanlış çıkması, kızın yine kendi arkadaşları tarafından vurulduğu hakkındaki zannımın da yanlışlığını gösteremez. Bin türlü hâller olabilir ki kızı kendi babası bile vurabilir. Özellikle ki Rumeli tarafından hücum edenler hırsız olan adamlardan da değil idiler. Öyle olmaları lazım gelseydi, sofra takımı epeyce kıymetli şeylerden olduğu için kızın kulaklarında küpeleri ve parmağında yüzüğü ve boynunda bir de madalyası bulunduğundan, bunları alırlardı. Hatta kızın üzerindeki ziynetlerin olsun alınmamasından dahi çıkarıyorum ki Rumeli tarafından hücum edenler belki de kızın yanına bile gelmemişlerdir. Gelselerdi hırsız dahi olmasalar, bu eşyayı mutlaka alırlar idi.”
Gazeteci evraka yine göz gezdirmeye başladı. Şöyle bir fıkra daha okudu:

Kanlıkaya’nın güney tarafından birtakım yaralılar kayık veyahut sandallarına binerek kaçarlarken, içlerinden birisi yırtık bir zarf içinde bir kâğıt düşürmüş. Zarfın üzeri yazılı olmadığından, bu mektubu gönderilen kişiye ulaştıracak olan adam, onun kim olduğunu bilerek götürmüş olduğu da anlaşılır. Ancak mektup Osmanlı harfleriyle yazıldığı hâlde öyle bir lisanla yazılmıştır ki ne Türkçeye benzer, ne Arapçaya, ne de Farsçaya! Hintçe olmasın diye birkaç Hintliye gösterdim onlar da ne olduğunu anlayamadılar.
Gazeteci bu mektubu hepsinden ziyade merak etti. Mutasarrıf paşaya dedi ki:
“Şunu bir de bendeniz göremez miyim?”
“Hay hay! Hatta bunu sizin gibi bilgili ve maharetli olanlara göstermelidir ki ne olduğu anlaşılabilsin!” diye Mecdettin Paşa hazretleri yazı takımı üzerindeki evrak arasında malum mektubu da gazeteciye gösterdi.
Bu mektup şöyle yazılmış idi:

Şimelye nimey eyemtetsak anınac nizimipeh eldesah iakias şimtişi afatsum üknüç mudlo midan atashur miğidrev niçi irep neb.
Bu mektup yazar efendi nezdinde en ziyade meraka sebep olacak şeylerden olmak üzere telakki edilerek şu fikrini beyan ettiğinde savcı efendi dedi ki:
“Yalnız en ziyade meraka sebep olacak bir şey değil; belki mevcut cinayet erbabını ortaya çıkarmak için adli tahkikat icrasınca da en ziyade işe yarayacak bir şey varsa o da budur.”
“Bunda ne Şark ne de Garp lisanlarının lügatlerinden birisine benzer hiçbir şey bulunmadığına nazaran, ben buna bir lisan diyeceğime bir şifre demek istiyorum.”
“Ben onu çoktan dedim. Şimdi zihnim o şifreyi halletmekle meşguldür.”
“Bunun bir suretini de ben alsam ve ben de bu şifreleri halletme hususunda size yardım etsem olur mu?”
“Gazetede yayınlamayacağınızı vadederseniz olur.”
“Size vadederim ki yalnız onu değil; bugün şurada aldığım malumatı ifşa suretinde hiçbir şeyi yayınlamayacağım. Hiçbir şey yazmam diye vadetmem. Fakat zabıtanın sırlarını ifşa edecek ve tahkikatınızı zora sokacak surette hiçbir şey yazmayacağım.”
Bu söz üzerine savcı efendi, Mutasarrıf Mecdettin Paşa’nın yüzüne baktı. Bu bakış gayet manidar idi. Eğer Osman Sabri Efendi’deki gizleme fikri mutasarrıfta da bulunsa idi, gazetecinin bu yolda verdiği vaatten hiç memnun olmayarak gazeteye tek şey yazmaması hakkında bir vaat almaya girişirdi. Ancak Mecdettin Paşa dedi ki:
“Efendi hazretleri zabıtanın menfaatlerini bizden ziyade muhafaza ederler. Dolayısıyla bugün kendileriyle vuku bulan şu mülakattan hiçbir zarar beklemeyerek aksine fayda ve yardım bekleyebiliriz. Mektubun bir suretini de veririz.”
Yazar efendi hemen kurşun kalemi ile mektubu başka bir kâğıda yazmaya başladı.
Mektubun yazma işi bittikten sonra gazete yazarı dedi ki:
“Cinayetin vuku anında hazır bulunmuş gibi olayın yapılış tarzını keşif gayretinde bulunmanıza ve elde bir hayli eşya ve delil olmasına nazaran, inşallah faillerinin yakın bir zamanda derdest edileceğine şüphe edemem. Bu konuda benim de yalnız iki düşüncem vardır.”
“Onlar hangileridir?”
“Birisi kızın kendi arkadaşları tarafından vurulması hakkındaki düşüncemdir ki bu mülahazam sizinkine muhaliftir. Böyle kibardan sayılabilecek ve Müslüman olduğuna parmağındaki kına rengiyle şüphe kalmayacak olan kızın hazır bulunduğu bir mehtap sefasında, yankesici makulesi Kefalonyalıların işi nedir? Kızcağız mutlaka oraya bir suikastla götürülmüşlerdir demek istiyorum.”
“Suikast ile götürecek olsalar, yemek ve işret malzemelerinde o kadar külfete hacet görülmezdi. Hâlbuki bunlar yemek ısıtmak, kahve pişirmek için ateşler bile yakmışlar. Farz edelim ki bu kadar külfeti lüzumsuz olarak da götürmüş olsunlar. O hâlde yalnız kızın canına kıyarlardı ve başkalarının da yaralanmasına ve öldürülmelerine lüzum görülemezdi. Hele cinayetin işlenmesinden sonra yine muntazaman gitmek için getirdikleri eşyayı alıp götürürlerdi. Hâlbuki bunlar oraya kendi istekleriyle gelmiş oldukları hâlde bir baskı üzerine kaçtıklarını, bunca eşyayı orada terk etmiş olmaları ispat eder.”
“İkinci düşünceme gelince: Bu gibi büyük ve meşhur cinayetlere dair okuduğum Avrupa kitaplarında görmüştüm ki caniler genellikle gerçekleştirdikleri cinayet üzerine, adliye zabıtasının icra edeceği tetkikat ve tahkikatı yanıltmak için birçok delilleri de kendileri oluştururlar. Sizin tahkikatınız hususunda ise bu noktayı nazarıdikkat ve ehemmiyete aldığınızı göremiyorum.”
Osman Sabri Efendi’de belli belirsiz bir tebessüm daha görüldü ki bu tebessüm yine belli belirsiz bir küçümsemeye işaret edebilirdi. Mahir savcı dedi ki:
“Katillerin böyle bir ihtiyatta bulunmaları için en evvel cinayet yerini kendi planlarıyla seçmiş olmaları gerekirdi. Hiçbir katil düşünülemez ki ettiği kabahatin kendi tarafından işlendiğini zannettirmek çaresini düşünsün. Fakat bu kaideyi Kanlıkaya katillerine de tatbik edebilmek için malum mekânı canilerin kendilerinin seçmiş olmaları gerekir. Hâlbuki düşmanları oraya kendi istek ve iradeleriyle giderek caniler de bir anda hücum etmişler ve cinayetlerini işledikten sonra başka hiçbir şeye bakmayarak kaçmışlar.”
Malum cinayetin gerek garipliğine ve gerek müthiş olan işleniş tarzına dair biraz laf daha edildikten sonra, gazeteci artık vaktin ziyadece gecikmiş olduğundan ve yarınki gazete için yazacağı yazılar bulunduğundan bahisle Mecdettin Paşa’ya ve sonra Savcı Osman Sabri Efendi’ye veda etti, çıktı gitti.

5
Galatasaray önünden kiraladığı araba ile Karaköy Köprüsü’nün başına ve oradan da köprüyü geçerek Babıâli civarındaki gazetehanesine gelinceye kadar bu müthiş cinayet üzerine gazeteci efendinin zihninden geçenleri kaleme almak lazım gelseydi, adliyenin ıslahına dair pek mükemmel bir makale vücuda getirilmiş olurdu.
Okuyucularımıza ihtar etmeliyiz ki Öreke Taşı cinayetinin meydana geldiği zamanlar, henüz şimdiki muhakeme usulü tarzında bir adalet sistemi yok idi. Adliye alanında yapılan düzenleme ve ıslahatlar padişah efendimizin lütufları sayesinde yapılmıştır ki bu devleti, bu memleketi yeniden ihya edercesine muvaffak oldukları bunca mühim ıslahatlar arasında, umumun selameti için en faydalı olanlarından birisi de adliye alanında yapılan ıslahatlardır.
Şimdiki adliye usulünce savcıların, hâkimlerin, diğer her sınıf memurun ve adliye zabıtasının vazifeleri o kadar mükemmel olarak tayin olunmuştur ki böyle orta yerde davacısı bulunmayan en müthiş cinayetlerin de davacısı savcılar, hâkimler ve zabıtalar olmaktadır.
Bundan evvel ise zabıta memurlarının tertip ve düzeni bu seviyede olmadığından, işte böyle Öreke Taşı cinayeti kadar mühim olan şeyler de sanki semavi bir kaza imişler gibi yalnız bir jurnal edilmekle iktifa edilir ve artık tahkikatın arkası da bırakılırdı.
Osman Sabri Efendi’nin hakikaten mahir bir savcı olduğuna veyahut olabileceğine şüphe edilemez. Zira hangi sınıf ve meslekte olursa olsun memuru mahir eden asıl şey ancak merakından ibarettir. Eğer bir adam sanatının meraklısı olursa sonradan bütün emsal ve akranını geçeceği şüphesizdir.
Ortada bulunan delillerden manalar çıkarmaya çalışması ve bir dereceye kadar makul manalar çıkarmış olması ve hatta şimdiki davranışına nazaran bu işin arkasını bırakmayarak tahkik ve tetkikatında devam edeceğinin de anlaşılması, Osman Sabri Efendi’nin merakına ve merakı hasebiyle işi güzel yaptığına delalet eder. Eğer bu kadar meraklı ve işin ehli olan bir memur, var olan imkânlar dâhilinde işini sağlam yapsa, dünyada daha iyisi düşünülemeyecek bir adliye memuru olacağına hiç şüphe kalmaz.
İşte gazete yazarı araba içinde ve köprü üzerinde şu düşüncelerinden başlayarak, bizde mahkemelerin ıslahı için daha neler yapmak lazım geldiğini de düşünüyordu ki bu düşüncelerini kâğıt üzerine koysaydı hakikaten mükemmel bir adliye ıslahatı makalesi vücuda gelmiş olacağını tekrar ederiz.
Hâlbuki gazeteci efendi Osman Sabri’nin merakını ve cinayet üzerine ne derecelere kadar gideceğini henüz tamamıyla bilmiyordu. Zira evvelce de görmüş olduğumuz gibi Osman Sabri, memuriyetine ait olan sırları hiçbir kimseye, özellikle bir gazeteciye açacak ve gazetelerin övgülerinden hoşlanacak memurlardan değildi. Eğer Mecdettin Paşa’nın bu konudaki kusurları olmasaydı, yazar efendi Galatasaray’a geldiği zaman Öreke Taşı cinayetine dair ne kadar malumatla gelmiş ise gittiği zaman da o kadar malumatla gitmiş olacaktı.
Osman Sabri’nin itikadına göre bereket versin ki tahkikat ve mülahazatı ne derecelere kadar götürmüş olduğunu henüz Mecdettin Paşa da bilmiyordu. Eğer bilseydi işin o kısmını da gazete yazarına açacağı şüphesizdi.
Yazar efendi gittikten sonra Osman Sabri Efendi, Mecdettin Paşa’ya dedi ki:
“Gazete yazarı burada iken söylemek istemedim ama bendeniz, sayenizde Öreke Taşı cinayetinde tahkikatta bir iz daha açmaya muvaffak oldum.”
“Aman ne gibi iz? Söyle canım Sabri söyle! Eğer şu işi ortaya çıkarabilip de bir şan kazanır isek, senin göğsüne güneş gibi bir nişan taktırmak benim boynumun borcu olsun.”
“Kulunuz yalnız efendimizin şan ve şerefine hizmet etmiş olmak iftiharıyla iktifa ederim.”
“Gerçi büyüklere şan kazandıracak olanlar küçük memurlardır. ‘Alet işler, el öğünür.’ derler. Ama biz de kendimize şeref kazandıran memurların mükâfatından geri kalmayız. Şu bulduğun yol nedir bakayım çabuk söyle!”
“Katledilen kızın naşını kadın hastahanesine götürerek elbiselerini soyup çıkardığımız zaman, belki daha sonra tahkikat icrasınca lazım olur diye o bir Amerikan markasına ait giysiyi sararak buraya getirmiş ve diğer eşya ile beraber emanette hıfzettirmiştim. Dün akşam sofra takımları üzerinde markaya, filana benzer bir şey bulunup da onlardan da bunların sahibini keşfe bir yol bulunur mu diye bir merak sardığından eşyayı tekrar muayene ettim. Hiçbirisinde marka ve diğer işaretler göremedimse de çatal, kaşık ve bıçak takımına mahsus olan mahfazanın üzerinde bir yafta yapışık olduğunu görünce Fransızca yazılı olan bu yafta nazarıdikkatimi çekti. Üzerinde matbaa harfleri ile “Bazar Anglais” yazılmış ve onun altına da kalemle bir rakam ve bir iki harf eklenmişti.
“Ee! Ee! Güzel dikkat!”
“Anladım ki bu takımlar İngiliz mağazasından satılmıştır. Hemen eşyaları alıp Bazar Anglais’e gittim. Bunun oradan mı satıldığını ve kime satıldığını sordum.”
“Güzel dirayet, aferin Sabri!”
“Gerçekten oradan satılmış ise de bundan üç sene evvel satılarak o senenin defterleri Londra’ya gönderilmiş olduğundan kime satıldığının bilinemediğini ve yalnız kendilerince bir şifre demek olan rakamlara nazaran altı İngiliz lirasıyla sekiz şiline satıldığını söylediler.”
“Eyvah! Fakat dur hatırıma bir şey geldi. Londra sefareti vasıtasıyla İngiliz mağazasının asıl merkezine kadar da müracaat edebiliriz.”
“Bu da aklıma geldiyse de uzun iş. Diğer taraftan başka ve daha kestirme bir yol buldum.”
“Ee?”
“Öyle ya! İnşallah bunun da bir mânisi çıkmadı.”
“Madame Lahi fistanı kan lekeleriyle görünce birdenbire ürkerek hatta kendi mağazasında böyle bir fistan yapmış olduğunu da inkâr etmek istediyse de ben ensesindeki yazıları gösterince inkâra mecali kalmadı. Bu tahkikin bir müthiş cinayet üzerine bir adliye zabıtası tarafından icra olunduğunu anlatarak vereceği haberin doğru olmasından başka, bu sırrın hiçbir kimseye ifşa edilmemesini ve şayet bir tarafa bir haber verecek olursa mesul kalacağını da anlattım. Nihayet Madame Lahi fistanı hangi konağa yapmış olduğunu söyledi.”
“Konak” lafını işitince Mecdettin Paşa’nın gözleri fırladı. Oturduğu sandalyeden fırlayıp kalkarak büyük bir telaşla dedi ki:
“Aman Sabri ne diyorsun? Katledilen kız konağa mı mensup imiş?”
“Ya parmaklarında kına izleri olduğunu unuttunuz mu?”
“Ee, hangi konağa mensupmuş bakayım?”
“Kemanîzade’nin.”
“Mustafa Bey’in ha?”
“Gerçi konak Kemanîzade Mustafa Bey’in adına yâd olunuyorsa da Mustafa Bey zevcesi Hediye Hanım’ın uşağı gibi bir şey değil midir?”
“Şimdi bu kız onların kızı öyle mi?”
“Burasını bilemem. Bildiğim bir şey varsa bu elbise o konak için yapılmış olmaktan ibarettir. Gerçi kızın Hediye Hanım ile bir ilgisinin olduğunu da ümit ederim ki bugün akşama kadar öğrenebilirim.”
Mecdettin Paşa’yı bir dalgınlık aldı. Hayrete, dehşete, büyük ve derin bir düşünceye delalet edebilecek alametler birbirini takiben yüzünü istila ediyorlardı. Nihayet amirane bir tavır takınarak dedi ki:
“Sabri Efendi, sana bir şey söyleyeceğim. Hediye Hanım’ın ismini bir burada benim yanımda ağza aldın. Bir daha başka yerde ağza almayacaksın. Eğer o isme bir kan sürecek olursan kendini yok bil!”
“Aman efendim kanı ben sürecek değilim. Kan oraya kendi kendisine fışkırıp gitmiş olursa ne yapalım?”
“Hediye hanımefendi kendi dava ederse kimsenin bir diyeceği kalmaz. Kendisi dava etmediği hâlde sen orta yere bir destan çıkarırsan hâlin yamandır. Sana acıdığımdan tembih ediyorum ki bu sır seninle benim aramda kalacaktır.”
“Bir de Madame Lahi arasında! Zira Hediye Hanım’ın konağına yaptığı fistanı al kanlar içinde görünce Madame Lahi’nin her sırra vâkıf bulunduğuna şüphe kalmaz.”
“Ben onu da çağırır tembih ederim! Hediye Hanımefendi ha! Aman ya Rabbi!”
Mil Luxe modahanesinde yapılmış olan fistanın Hediye Hanım’ın konağı için yapılmış olması Mecdettin Paşa’ya ne kadar hayret verdiyse, paşanın tehditkâr tembihleri de Savcı Osman Sabri Efendi’ye o kadar hayret vermişti.
Osman Sabri Efendi’nin inancına göre insanlar mademki bunca nefsi marazlarla doludurlar ve mademki cinayet denilen şey mutlaka nefsin kötülüklerinin şevkiyle vücuda gelir bir harekettir, o hâlde ister Hediye Hanım olsun, ister kim olursa olsun cinayet işleme kabiliyetinde yaratılışça ve mevki olarak uzak sayılabilecek hiçbir insan evladı düşünülemez. Şu kadar var ki insanlar terbiye derecelerine göre ve nefsin hem iyilikleri hem de kötülükleri barındırması gereğince isterse iyilik isterse de kötülük yapma kabiliyetine sahiptir.
Bu itikat Osman Sabri Efendi’de bulunursa, Mecdettin Paşa’nın bir anda Hediye Hanım’ı muhafazaya çalıştığını da görürse, o zeki ve ileri görüşlü savcı hayrete düşmez de ne yapar?
Mecdettin Paşa’nın yanında birkaç dakika daha durdu. Paşa, Hediye Hanım’ın sırrını faş edilmemesi hakkındaki emir ve tehditlerini tekrardan başka bir söz söylememesinden, Osman Sabri emre itaat tavrı göstererek paşanın yanından çıktı, kendi odasına geldi.

6
Adli kanunlar herkese aynı oranda uygulanmazsa ve şahsa göre değişiklik gösterirse, ferdî hakların muhafazası çok zor olur. İşte eski adli usulümüz ile yeni adli usulümüz arasındaki farkı hakkıyla anlamak isteyenler bu noktaya özellikle dikkat etmelidirler.
Adli hukuk üzerine oluşturulan kanunlar gereğince, gazete yazarlarından savcı ve hâkimlere varıncaya kadar birçok memur hep umumi hukukun muhafazacısıdırlar. Öreke Taşı konusu gibi bir cinayet olunca, ortada hiçbir davacısı bulunmadığı hâlde dahi tahkikat memurları, savcılar, filanlar, katilleri mutlaka ortaya çıkararak cezalarını tayin edinceye kadar aynen birer davacı, birer intikamcı gibi hareket ederler. Kendi memurluk namuslarına en uygun tavır ve vazife budur.
Hatta bir katilin pençe-i gadrine düçar olan bir adam dava etmese, davasından vazgeçse, caniyi affetse bile hâkim ve savcılar umumi hukukun muhafazası noktasından da cinayeti işleyenin yakasını bırakmayarak onun üzerinde kanun hükmünü yine icra etmeleri gerekir.
Eski usulde ise umumi hukuku mükemmel icra edilebilmek şöyle dursun, hususi hukuku bile korumak çok görülmüştür.
Zira hâkimler ya katilin düşmanı veyahut dostu olmaktan uzak değillerdi. Katillerden intikam alacak olurlarsa işkencelere kadar kendileri için meydanı açık bulabilecekleri gibi dost oldukları zaman da şahsi hukuklarını mahvedebilirlerdi. Hukuki yargılamalar belli kurallar çerçevesinde yazılıp uygulanmadıkça bu konularda avukatlar bile bir şey söylemekten korkarlar.
Hele bir davada, iddia sahibi kendisi o iddianın taraftarı veya hükûmetin kendisi ona taraftar olursa karşı tarafın hâli ne kadar yaman olacağını “Davacı kadı olursa yardımcısı Allah olsun” atasözü ile aynı anlama gelir. Yeni usulde ise davacı, kadı dahi olsa mahkeme huzurunda kadı ile diğerinin hiç farkı olamayacaktır. Gerek avukatlar, gerek savcılar ve hâkimler, adli vazifelerini tamamıyla icra ederler. Özellikle ki muhakemeler açık olduklarından ve gazeteler de tenkitlerinde serbest bulunduklarından, hangi memur veya hâkim vazifesini güzelce ifa etmez ise umumi nazarlar onu derhâl görür ve onun adaletsizliklerini ortaya koyar.
Bununla beraber yeni adli usulünce de hiç yanlışlık olmaz, hiç zulüm edilmez diye inat da etmiyoruz. Fakat yanlışlık da kayırma da daha güç ve daha nadir olur. Zira verilecek hüküm beş altı hâkimin ittifak veya çoğunluğun görüşüyle verilmesi gerekiyor. Bunların hatası da rüşveti de daha az olduktan başka haksızlığa uğradıklarını düşünen şahıslara bir üst mahkeme olan temyize götürebilme hakları da vardır.
İşte bundan dolayıdır ki bundan önce adalet konusunda Faruk sıfatına layık olan padişahımız efendimiz hazretlerinin, bunca teşekkürü hak eden ıslahatları arasında en mühimlerinden birisi de adliyenin ıslahı olduğunu önceden de ifade etmiştik.
Bizim Osman Sabri Efendi, kendi merakının sevkiyle tüm fıkıh kurallarını, hukuk kurallarını, hukuk ilmini ve onun farklı yönlerini kendi kendisine merak edip büyük kaynaklardan öğrendiğinden şu adli ıslahatın, bizce de uygun olan icrasını, pek ziyadece arzu ediyordu. Dolayısıyla Mecdettin Paşa yanından çıkıp da odasına geldiği zaman hatırından geçen şeyler, gazete yazarı efendinin arabada ve köprü üzerinde düşündüğü şeylere eklenecek olsaydı, vücuda geleceğini evvelce vermiş olduğumuz adli ıslahat makalesi bir kat daha mükemmel olurdu.
Osman Sabri eski olan yazıhanesinin önüne oturarak ve kocaman kafasını iki elleri arasına alarak düşünmeye başladı. Fakat bu suretle başladığı düşünceler artık adli ıslahata dair olan mülahazalarından ibaret değildi. Öreke Taşı Vakası’nı düşünüyordu.
Zeki savcının bu meselede en ziyade merakına sebep olan şey, parmakları kınalı bir Müslüman kızının iki Kefalonyalı arasında katledilmiş bulunması sırrı idi. Kendi kendisine diyordu ki:
“Kız, Hediye Hanım’ın konağına mensup olsun, nereye mensup olursa olsun. Edecek başka sefa bulunamayıp da Kanlıkaya’ya kadar mehtabı seyretmeye giderek, orada da bu kadar feci bir ölüme düçar olmayı icap eden hâl ne olabilir ki? Ben bu sırrı mutlaka keşfedeceğim. Ama mutasarrıf paşa hazretleri menediyorlarmış. İnsanı arzusundan hiçbir mutasarrıf menedemez. İşi resmî hâle koyamayacak bile olsam, hiç olmazsa kendi merakımı def için olsun şu işin arkasını bırakmayacağım.”
Mülahazanın bu noktasına gelince Osman Sabri’nin aklına gazeteci geldi. Kendi kendisine dedi ki:
“Gazeteciler aleyhindeki düşüncem dahi doğru değilmiş. Öreke Taşı meselesi eğer basında hakkıyla neşredilecek olsa Mecdettin Paşa’nın Hediye Hanım’ı muhafazası ve beni tehdidine imkân ve ihtimal düşünülemez. Zira o hâlde tahkikatın neticesi benim tarafımdan resmen ortaya konulmayacak bile olsa, gayriresmi ilan edilerek, elbette birçok yetkili insanın dikkatlerini çeker, elbette işin nihayeti muhakemeye dönüşür… Gerçi bu işte basının yardımına müracaattan beni kimse menetmiyor ya? Dur öyleyse, ben bir aralık gideyim şu yazar efendiye iadeiziyaret ederek aramızda bir dostluk sözleşmesine çalışayım.”
Osman Sabri Efendi bu düşünce ve hayali gereğince derince dalmıştı. O kadar ki bir aralık odanın kapısı açılarak içeriye bir kocakarı girdiği hâlde Osman Sabri asla haberdar olamamıştı.
Kocakarı ta odanın ortasına gelerek “Bu ne dalgınlık yahu!” diye ses verdiği zaman, her ne kadar Osman Sabri gözlerini açtı ve odasına bir kimse girdiğinden haberdar olduysa da gelen kocakarının kim olduğunu pekâlâ bildiği halde henüz teşhis edemeyerek “Buyurunuz hanımefendi, ne istiyorsunuz?” diye büyük bir saygıyla karşılamaya çalışmıştı.
Nihayet kocakarının bir kahkahası üzerine Osman Sabri aklını başına aldı. Kocakarıyı yanına oturtmak istedi. Kadın dedi ki:.
“Hayır, bu hâlde oturacak vakit değildir. Dışarıda kalabalık çok. Durun ben çarçabuk elbisemi değiştireyim.”
Gelen kocakarı uzunca boylu, zayıf endamlı, kaçık benizli bir şey olup, gençliğinden kalma ağzında yalnız dişleri sağlamca görünmektedir.
“Elbisemi değiştireyim.” diye kalkıp da odanın bir tarafındaki dolabı açtığı zaman, içinden çıkardığı diğer elbise bir pantolon, bir yelek, bir ceket ile bir fes, potin vesaireden ibaret birtakım güzelce erkek elbisesi idi.
Acayip, kocakarı kıyafet değiştiriyor ha!
Daha doğrusunu isterseniz geldiği zaman kıyafeti değişmiş iken şimdi asıl kendi kıyafetine giriyor. Zira Osman Sabri “Aman Necmi! Elbiseni değiştirinceye kadar sabredemeyeceğim. Nasıl, bir iz bulabildin mi? Çabuk söyle de meraktan kurtulayım.” demiş olduğundan, bu gelen zatın Necmi isminde bir gizli polis olduğunu orada bulunup da Osman Sabri’nin sözünü işitmiş olsaydınız hâl ve ifade tarzından çarçabuk anlardınız.
Kocakarı kıyafetini değiştirdiği zaman, kendisinde görülen değişiklik yalnız kadın kıyafetinin erkek kıyafetine intikalinden ibaret kalmadı. Bir kere “kocakarı” tabirinden anlaşılabilen ihtiyarlık bertaraf oldu. Zira, Hafiye Necmi ancak otuz beşlik bir adam olup, fakat bu yaştaki erkek yüzünde genç kadınlar kadar tazelik olamayacağından Necmi Bey kendisini kocakarı kıyafetine daha güzel yakıştırabiliyordu. İkincisi, kocakarı iken uzunca görünen boyu şimdi erkek olduğu zaman bir hayli kısalarak âdeta orta boylu bir adam oldu. Kadın elbisesinin insanı daha uzun göstereceği balolara devam edenlerce bilinir. Bazı erkekler balolarda kadın kıyafetine girip kendilerini kimsenin tanıyamamasını arzu ederlerse de en evvel boylarının hemen hiçbir kadında emsali görülemeyecek kadar nispetsiz, uzun olması kendilerini ele verir. Erkekte en kısa boy, kadında ortadan yüksek bir boy olmak üzere görülür.
Necmi’nin getirmiş olacağı haberi bir an evvel arz hususunda bizim mahir Savcı Osman Sabri’nin pek aceleci olmasında elbette bir hikmet olacak ise de biz ondan daha evvel haber verelim ki bu Hafiye Necmi’nin her ne kadar kocakarı olmayıp erkek olduğunu söyledikse de bu söz de tamamıyla doğru değildir.
“Erkek” denildiği zaman ne anlarsınız? Sakallı bıyıklı bir adam mı? Gerçi Necmi’nin sakallı bıyıklı olması kocakarı kıyafetine girmesine mâni olacağından, kendisinde öyle bir şey olmayacağı aşikâr ise de sakal ve bıyığın örnekleri mahirane yapılmış bir usturanın eseri değildi. Bizim Hafiye Necmi yaratılışça da bu mert nimetten mahrumdu.
Köse miydi?
Ondan pek ziyade bir şey. Sakal ve bıyığın hakikaten erkekliğin alameti olduğuna hiç şüphe etmemelidir. Zira doğuşları erkek olduğu hâlde gerek yaratılışça ve gerek hususi olarak bu özelliği yok olmuş bulunanlarda sakal ve bıyık dahi kalmayarak farklı bir görüntü ortaya çıkar.
Yalnız sakal ve bıyık değil. Hz. Âdem’in Hz. Havva’dan farklı bir özelliği sayılan sesi de kalmaz ve incelir.
İşte bizim Hafiye Necmi böyle bir ak ağadır ki kıyafet değişikliğinde dahi mahareti olmakla, kadın kıyafetine girdiği zaman hiçbir kimsenin tanıyamayacağı kadar mükemmel bir kocakarı olurdu.
Hafiye Necmi erkek kıyafetini giyip de Savcı Osman Sabri Efendi’nin yanına oturduğu zaman bir de sigara yaktı. Sonra dedi ki:
“Bir iz bulabilip bulamadığımı soruyorsun ha! Hey kuzum hey! Her tavşan adama iz mi gösterir? Bazı usta tavşanlar vardır ki sağa sola, öne arda, döne döne beş adım sıçrayarak iz kaybederler. Bunlara karşı gayet mahir bir avcı olmalıdır ki iz bulabilsin.”
“Senin işte o mahir avcı olduğuna şüphe yoktur.”
“Benim de yoktu. Ama bu işte biraz şüpheleneceğim geliyor.”
“Ee, nasıl ettin bakalım?”
“Bohçacı Ziynet Kadın bohçasını yakalayarak doğruca Hediye Hanım’ın konağına gitti. Cariyelere güzel mendiller ve Fil de Cos çoraplar filanlar göstermeye başladıysa da bu konak diğer bildiğimiz safderunların mahalli değilmiş. Bize güvenmediler. Bir acuze kâhya kadın var ki polis reisi seçseler layık olur. Hemen beni oraya kimin gönderdiğini sorar. Bir aralık bu suallerden maksat, acaba beni bir fuhuş vasıtası olarak mı kabul etmek istiyor, diye bir düşünce üzerine az kalmıştı ki zihnimden aslı yoktan bir muhabbet ve sevda hikâyesi tertip edeyim de o maksat üzerine geldiğimi söyleyeyim. Fakat kâhya kadının karşısında aşık atamayacağımı anladığımdan hiç de böyle güç bir işe girişemedim.”
“İyi ettin, foyan ortaya çıksaydı konaktan pek fena bir hâlde çıkardın.”
“Ben onu düşünmedim. Biraz avanak görünürsem belki güven kazanırım diye düşündüm. Öyle de hareket ettim. Beni hiçbir kimsenin göndermediğinden ve ben pek işgüzar bir kadın olduğumdan bahisle, büyük büyük hanımların cevahir tellallığında bile istihdam eylediklerini söyledim.”
“Ee, yine haddinden dışarıya çıktın.”
“Yok yok! Dur bak ne oldu, ‘cevahir tellalı’ dediğimde kâhya kadının dikkatli nazarları açıldıysa da inanmak istemedi. Üzerimde cevahir bulunup bulunmadığını sordu. Ben dedim ki ‘Şimdiki hâlde yoksa da gerektiği zaman getirebilirim.’ ”
“Öyle ya! Emanetten, filandan birçok elmas vesaire bulabiliriz.”
“Evet, nihayet kâhya kadın bize anlattı ki o konağın halayıkları, filanları öyle mendil, çorap, eldiven, boyun bağı gibi bohçacıların eşyalarını satın almazlar. Fakat cevahircilik gibi mühim bir ticaretim varsa hanımefendiye kadar takdim olunabilirmişim! Anlıyorsun ya, demek oluyor ki Hediye Hanımefendi hazretlerinin mahrem dairesine girmeye yol bulabileceğiz. Şu kadar var ki bugünlük hiçbir havadis alabilmek mümkün olamadı.”
“Zararı yok dostum geç olsun da güç olmasın derler.”
“Şimdi sen bana bir hayli elmas temin etmelisin.”
“Öyle olacak ama mutasarrıf paşa hazretleri bu işte ilk gösterdiği gayrette devam etmeyecek gibi anladığımdan, korkarım ki mücevheratı tedarikte güçlük çekeceğim. İşin en kolayı bizim için böyle güç olursa artık muvaffakiyetin daha ne kadar güçleşeceğini düşünmelisin. Fakat ümitsiz olma Necmi. Her hâlde Cenabıhak bizim gibi doğrulara yardımcıdır.”
Bugün artık savcı efendi Öreke Taşı Vakası’yla meşgul olmadı. Başka bir işi de olmadığından Feriköy’üne doğru hava almak için gezmeye çıktı.
Akşam hanesine geldiğinde Hafiye Necmi’nin istediği elmasları nereden bulacağını bir hayli düşündü. Gerçi pek çok suretler hatırına geldiyse de hiçbirisini hakkıyla beğenmiyordu.
Bu merakla yatağına yattı. Ertesi günü Galatasaray’a geldiğinde kendisi için gelmiş bir mektup buldu. Hemen açtı. Yeni dostu gazete yazarı tarafından yazılmış olup sureti de şudur:

Azizim Osman Sabri Bey, Vermiş olduğunuz mektubun şifresini açacak olan anahtarı bulmuş isem memnun olur musunuz?
Mâniniz yok ise gazetehaneye teşrif ediniz de size okuyayım.

İKİNCİ KISIM
BEYOĞLU’NDA BİR İNTİHAR

1
İntihar, yani insanın kendi nefsine suikast etmesini ahlak ilmiyle uğraşanlar ittifaken cinayetlerin en büyüğü, en müthişi sayarlar. Acaba hakları yok mudur?
“Can benim değil mi? Vücut benim değil mi? Kendi nefsime kendim kıyarsam kimin ne demeye hakkı olacaktır!” gibi sözler öyle birtakım safsatalar ki ilk anda insana doğru gibi görünürler ise de biraz derince düşünülür ise, tümüyle hükümden düştükleri ortaya çıkar.
İnsan kendisine kıydıktan ve geberip gittikten sonra, gerçi ona artık bir şey diyebilmek imkânı da mahvolmuştur. Hatta bir adam cezası kısas olan bir katletme fiilinde bulunsa da birkaç gün sonra da gelmiş olan eceliyle vefat etse, o katile de kimsenin diyeceği kalmaz. İntihar ise bir katil cinayetidir. Hem de kendi kendisine olan bir katletme işi olduğu gibi kısasa sebeptir. Fakat bu cinayette öyle bir gariplik vardır ki yalnız o gariplik yukarıda beyan etmiş olduğumuz safsatalara yol açar. Zikredilen gariplik ise haddizatında bakınız ne kadar sadedir:
İntihar, kısasa sebep bir katletme cinayeti olup kısas ve idam cezası da o cinayetin kendisinden ibarettir. Bir adam nefsine kıymakla hem bir katletme fiilinde bulunmuş hem de o katletme fiilinin sebep olduğu idam cezasını kendi kendisine icra etmiş olur.
Dünyada hiçbir şey felsefeden, hikmetten hariç olamaz. Hükümlerinin hikmetinden sual edilmeyen yalnız Cenâb-ı ahkâmü’lhâkimîndir. Hâlbuki onun da hükümlerinin hikmetini biraz düşünürsek kendisinden suale hacet kalmaksızın bize verdiği akıl ve düşünceyle bulabiliriz. Her şeyde olduğu gibi bilhassa adli kanunlarda da bu hikmetlere dikkat edilmiştir.
Adli kanunlar, katledeni niçin cezalandırıyor? Sadece bir katletme fiilinde bulunduğu için mi? O hâlde hatayla meydana gelen katilleri de kasten katletmiş gibi saymak gerekirdi. Hâlbuki kasten ile hata arasında büyük bir fark arıyor. Hatayı bir iki sene hapisle cezalandırıp kasti olanı ise kısas ile cezalandırıyor.
Fiillerin ikisi de bir, yani bir adamın diğer bir adam eliyle idamından ibaret olduğu hâlde kaza ile kasten arasında bu farkın bulunması bize gösteriyor ki adli kanunların kısasa şayan gördüğü şey bir adamın katledilmiş olması değildir. Belki katilin kastıdır.
Evet, asıl cinayet kasıttır. Hatta kazada hata nevinden değil; kanunun “haddim olmayarak, istemeyerek” dediği bir katletme ile “isteyerek” tabir ettiği katletme arasında da bir büyük fark görülüyor. O kadar büyük ki evvelkisinin cezası geçici kürek cezası olduğu hâlde ikincisinin cezası idam oluyor.
İsteyerek olsun, istemeyerek olsun, iki katlin ikisinde de bir kasıt olduğu hâlde o kastın yalnız katletme fiili vukuya geleceği esnada hasıl olmuş bulunmasıyla ondan evvel, yani epeyce bir zamandan beri mevcut olması arasında kanunen o kadar büyük bir fark görülüyor ki bu fark ölüm ile hayat arasındaki fark kadar büyük oluyor. Zira birisi katilin hayatta kalmasını, diğeri de öldürülmesini gerekli görüyor.
Şimdi asıl cinayetin ruhu sayılan şey kasıttan ibaret olduğuna göre o kastın da insanın kendi nefsine vuku bulması ondaki dehşeti bir kat daha arttırıyor.
Biraz düşünelim ki her ne surette olursa olsun kasıt niçin bu kadar fena görülüyor?
“Kasıt” denilen şey insanın karşı koyamayacağı bir şey olsaydı, ihtimal ki bu kadar büyük, müthiş ve lanetli bir şey görülmez idi. Zira o melanete “yaratılışı ve fıtratı” gereği gibi bir isim bulunarak mazur gösterilmeye çalışılır idi. Hâlbuki insanın yaratılışında kasıt yoktur. Emniyet vardır. İlk bakışta iki adam arasında hüküm sürecek şey tanışmaktır, yakınlık kurmaktır. Ondan sonra birbirini tanıyıp da nefrete sebep olan bir şey veyahut şeyler görülürse o zaman nefret oluşur. Dolayısıyla beşerin tabiatında ve fıtratında görülmesi gereken ilk şey emniyettir, güvendir. Ondan sonra kasta sebep olacak bir şey ortaya çıkarsa bu kötü fiil ortaya çıkar.
İşte şuraya bir çocuk oturmuş. Yanında bekçisi yok. Etraftan hiçbir nazarıdikkat de o çocuğa çevrilmemiş. Çocuğa her ne yapsanız hiçbir kimsenin görmesi katiyen mümkün değil. Haydi bakalım o çocuğun kulağını kesiniz. Eğer insan tabiatının ilk hükmü kasıttan ibaret olsaydı sizi çocuğun kulağını kesmeden kim menedebilirdi? Aksine insan tabiatının ilk gereği emniyet olduğu için çocuğa öyle bir kasıt hatırınıza gelmesi şöyle dursun, belki yanında bir köpek veyahut bir çukur, bir kuyu gibi tehlike görürseniz yolunuzu değiştirerek çocuğu temine de himmet edersiniz.
Görüyor musunuz ki hâlâ kasıt yoktur. Bir de dikkat ediniz ki çocuğun kulaklarında bir çift güzel pırlanta küpe vardır. En az elli lira eder. Nasıl, hüküm başkalaştı mı? Bu küpeleri şöyle kolayca çıkarıp almaya da hâl ve zaman müsait olmadığından bunları çekince çocuğun kulakları yırtılacak.
İşte kastın kaynağı ortaya çıktı. İşte kanun da böyle insanın fıtratında yerleştirilen asıl emniyeti, ayaklar altına alıp ve kendi nefsini böyle melanet derecesine düşürüp de o kasta mağlup olduğu için insanı cezalandırıyor.
Bir misal daha verelim:
Yolda gidiyorsunuz. Bir kenara bir insan yatmış uyuyor. Nefsini müdafaa durumunda değil. Etrafta görecek hiçbir kimse yok. Haydi bakalım o adamı öldürünüz! Uygun mu? İnsan tabiatının gereği emniyettir. Aksine o adamın örtüsü bir tarafa kaymış da üşüyecek ise gider örtüsünü örtersiniz, öyle değil mi?
Bir de yanına yaklaştınız, baktınız. O adam vaktiyle sizi bir meseleden dolayı aşağılamış veyahut bir muamelede size zarar vermiştir. O zaman intikam hissinin galip gelmesi işin rengini değiştirir. İşte şu fıtratınızın gereği olarak oluşan önceki emniyeti ihlal ettiğiniz için idam gibi cezanın da intikamın da en büyüğü, en sonu olan bir kasta karşı ihlal ettiğiniz içindir ki kanun sizi, yani bu kastınızı cezalandırıyor.
Bir de kastı insanın kendi nefsine tatbik edelim:
Acaba insan kendi kendisine ne kadar fenalık yapabilir ki yine kendi kendisinden intikam için nefsine kastetsin? Veyahut acaba insan kendi nefsine kastetmekte hayattan büyük hangi menfaati düşünebilir ki o menfaat uğrunda bu kastı tercih edebilsin?
Bu ihtimallerin ikisine de mahal gösterebilecek hiçbir intihar meydana gelmemiştir.
İntiharların hemen tümü bir ümitsizlik ve bir pişmanlık neticesidir. Hatta bazı insan intikam alabilmekten ümidini kestiği için sanki kendi kendisinden alacağı intikam ile rahatlayacakmış gibi nefsine kasteder. Aşklar neticesindeki intiharların hemen tümü böyledir. Bundan başka malını, namusunu ve sair aziz bir şeyini kaybedenler güya ölümle bunlar telafi edilecekmiş gibi nefsine kasteder.
Hâlbuki bu kasıtların tümü en kötü kasıtlardır. Âlemde insana kendi nefsi kadar aziz olabilecek hiçbir şey yoktur. Bu kadar aziz olan bir şeye kastı göze aldıran adam da o kadar büyük bir suçu göze aldırmış olur ki kulaklarında bulunan küpeye tam’an çocuğun kulaklarını yırtan veyahut bir intikam hissine mağluben yol üzerinde bir günahsızı öldüren cani bile, o kötü kasta karşı bir dereceye kadar olsun kendisini mazur göstermeye çalışabilir.
Kendi nefsine cidden kastettiği hâlde herhangi bir sebeple canı son kertesinde iken kurtarılan adamı kısasen idam etmeye lüzum gösterilse, bu lüzumu inkâr edecek pek az hâkim olabilirdi. Zira kendi nefsine kastı göze aldırmış olan bir adam için ondan sonra da kendisine tekrar kastedemeyecek hiçbir şey düşünülemeyeceğinden, böyle bir adamı insanların içine tekrar gönderip dışarı çıkarmak lüzumu aşikârdır. Ancak bunların birtakımları da sadece bir cinnet eseri olmak üzere intihara cesaret alıyorlar. Bunlar kurtulduktan sonra o hastalık da bertaraf olması ihtimali üzerine, hâkim ve savcılar onun cezalandırılması yoluna başvurmuyorlar.
Mehmet Ali Paşa merhum Mısır’da askerî nizamını tesis ettiği zaman birtakım Araplar askere alınmamak için sağ gözlerini çıkarırlarmış. Bunlardan birçoğunu Mehmet Ali Paşa dayaktan gebertmiş. Sebebiyse Arap’ın gözünü çıkartmasıyla bir askerden mahrum kaldığı kaziyesi değildir. Zira tek gözlü kalan Arap’ı dayak altında öldürmekle tümüyle kaybetmiş oluyor. Paşa burada sadece kendi gözüne kendisinin kastetmesi fiilinin kötü bir şey olduğunu herkese göstermek için bu cezayı bunlara uygun bulmuş.
İşte kanun nazarında asıl cezaya şayan olan şey kastedildiği ve kasıtlar arasında da insanın kendi nefsine kastının en kötü sayıldığı için nefsine kasıt ile intihar edenler de kanunun hikmeti nazarında en büyük cani sayılmışlardır. Bunlar yalnız kendi cinayetlerinin cezasını yine o cinayetin işlenmesi suretiyle tayin etmiş oldukları için başka bir kanuni mesuliyet lüzumunu göstermemiş olurlar. Şu kadar var ki insanların çoğunluğu bu cinayetin uhrevi mesuliyetinden de yine şüphe etmezler. Zira derler ki “Nefsine suikast eden imansız gider!”

2
İntihar hakkında yukarıdaki bölümümüzde arz ettiğimiz bazı mülahazaları daha ziyade genişletebilirdik. Ezcümle nefsine suikast etmek hiç de yiğitlik sayılamayacağını tahlil ederek iddiamızı ispat zımnında da intiharı göze aldırmış pek çok aciz kadının bile bulunduğunu belirtebilirdik. Ancak maksadımız yalnız intihar hakkında hakimane bir cilt yazmak değildir. Belki hikâyemizden işbu ikinci kısma koyduğumuz başlık gereğince Beyoğlu’nda bir intihar vakası göreceğimizden, o vakayı görmeye ve o feci intihar hakkında hakimane olan bir fikir ile gitmek için şu kadarcık bir bilgiyi aktarmayı kâfi gördük.
Hicri bin iki yüz şu kadar senesine tesadüf eden ağustos ayının yirmi sekizinci çarşamba sabahı idi ki Beyoğlu’nda (…) Mahallesi’nde (…) Sokağı ahalisini derinden sarsan ve içlerini acıtan bir feryat figan ile hüzne boğdu.
Kâh “Yangın var!” diye feryatlar geliyordu, kâh “Cankurtaran yok mu?” diye bağrışmalar oluyordu.
İlk ses hemen herkesi pencerelere koşturarak ses gelen tarafta duman, alev gibi yangına delalet eden işaretleri aramaya mecbur ettiyse de öyle bir şey görülemeyince pencerelere koşanlarda bir sakinleşme görüldü. “Cankurtaran yok mu?” sualine ise tasdik cevabı verecek kahramanları bu zamanda konu komşu arasında aramamalıdır.
Gerçi temaşa erbapları henüz pencerelerden ayrılmamış idiler. Şu kadar var ki ihtiyaten perdeleri daha sıkıca indirerek perde aralıklarına göz uydurup vukuatı temaşaya çalışıyorlardı.
Feryat hâlâ devam ediyor, hem de gelen sesler kadın sesleridir.
On dakika sonra birçok ayak patırtıları işitildi. Öyle olur olmaz nazik potinlerin edecekleri patırtılar gibi değil. Asker çizmelerinden hasıl olan ayak patırtıları ki jimnastik adım yüründüğü zaman âdeta yerleri sarsar.
Bu patırtıların sahipleri asker olduklarını tüfek, süngü ve kılıç şakırtıları da teyit için ispat ettiler. Bunun üzerine, (…) Sokağı’na nazır olan pencerelerin birkaçı açılarak dışarıya bazı başlar çıkmak derecesine kadar ahalide cüret peyda oldu.
Gelen asker yirmi beş kadar asker olup, sekizi nizamiye ve on yedisi jandarma idi. Nizamiye efradı bir teğmenin, jandarmalar ise bir yüzbaşının kumandası altında bulunarak, fakat iki zabit de kısacık boylu, koca kafalı sivil kıyafetli bir efendinin emrine itaat ediyorlardı.
Bu efendiyi görseydiniz bizim mahir Savcı Osman Sabri olduğunu derhâl anlardınız.
Böyle bir vakaya gelen askerde “Vurunuz! Tutunuz! Koşunuz!” gibi telaşlar olursa bunu akıl dışı görür müsünüz?
Hatta maatteessüf itiraf eylersiniz ki bu yolda vukuya gelen hareketlerin çoğu öyle telaşlı ve gürültülü olur, öyle değil mi?
Hâlbuki bu sabah ayak patırtısı ve tabii meydana gelen silah şakırtısı gibi seslerden başka, telaşa, gürültüye delalet eder hiçbir ses işitilmiyordu. Çünkü Osman Sabri’de öyle telaş edecek tavır olmadığı gibi emrinde bulunan jandarma yüzbaşısı da lüzumu kadar bile söz söylemeyi gevezelik sayan bir kıranta adam olduğundan ve nizamiyede ise ses çıkarmak zaten askerî intizama aykırı bir hâl bulunduğundan, gece gezen askerin ne kadar patırtısı olursa bu sabah feryat ve figan işitilen haneyi basan askerde dahi ondan ziyade patırtı duyulmaması tabii idi.
Osman Sabri bir kere haneyi hızlıca muayeneden geçirdikten sonra yüzbaşıya dedi ki:
“Cafer Ağa! Hanenin arka kapısı olduğunu zannettirecek gibi bir vaziyeti yoktur. Fakat damdan dama kaçarak bir kaçacak yer bulmak ihtimali cani veya caniler için zor değildir. Bu sokağın ötesindeki sokak ile yanlardaki sokakları derhâl kontrol altına alınız.”
Cafer Ağa’daki cevap askerce bir selamdan ibaret oldu.
Nizamiye teğmeni ile iki kelime konuşarak sonra askere bir emir verildi ki iki sıra olan askerin birinci sırası yarım sağ ve ikinci sırası yarım sol ederek jimnastik adım yürüyüşüyle hareket edildi. Bir dakika içinde feryat gelen hanenin bulunduğu yeri kapsayan sokakların tümüne nöbetçi bırakıldı.
Bu iş bittikten sonra Cafer Ağa, Osman Sabri’nin yanına geldiğinde Osman Sabri dedi ki:
“Sen abluka hattını daima devret. Şüpheli olarak sokakta kimi görürsen tutukla. Hane içine ben girerim.”
Bu emri nizamiye teğmeni de işitmişti. Yüzbaşı ile teğmen baş başa vererek, tekrar ikişer kelime konuşmadan sonra biri sağa, birisi sola dönerek belirledikleri noktalardan ibaret olan abluka kordonunu devire başladılar.
Kapıda Osman Sabri’nin yanında bir çavuş bir onbaşı ile dört asker kalmıştı. Onbaşıya gerekli talimat verilerek ve iki asker ile kapıda bırakarak kendisi çavuş ve iki de askerle beraber içeriye girdi.
Kapıdakilere verdiği talimatı izah ve tafsile hacet var mı? Katiller dışarıya fırlarlar ise tutmaktan, teslim olmazlar ise vurmaktan ve içeriden çağrılacak olurlarsa imdada koşmaktan ibaretti.
Bu emirler o kadar çabuk verildi ve icapları o kadar çabuk icra olundu ki kolun kapıya varışından hemen dört dakika sonra Osman Sabri Efendi de hane kapısını açtırarak içeriye giriyordu.
Osman Sabri’nin haneye giriş tertibine gelince, en önünde bir asker ve onun arkasında koruması bulunuyordu ve kendi arkasına çavuşu ve en geriye diğer askeri kalkan ederek o surette girmişti.
Hane içinde vaveylanın kesildiği yok. Şu kadar var ki eski “Yangın var!”lar, evvelki “Cankurtaran yok mu?”lar şimdi, “Ah evladım! Ah babacığım!” gibi figanlara dönüşmüşlerdi. Bir de evvelce iki kadın sesi işitilirken şimdi birkaç erkek ve kadın sesleri ve gürültüleri de evvelkilere eklenmişti.
Osman Sabri Efendi kapıdan girip de taşlık üzerinde bulunduğu zaman, yukarıdan yaşlıca bir kadın da kendisini merdivenden aşağıya atarcasına koşup geliyordu. Ondan evvel ise genç bir kız ile bir de uşak kıyafetli erkek, zabıta memuruna kapıyı açmaya koşmuşlardı.
Yaşlıca dediğimiz kadının arkası sıra hizmetkâr oldukları kıyafetlerinden anlaşılan iki kadın ile bir erkek de koşup geliyorlardı.
Her birinin yüzü helak derecesinde değişmişti. Her birinin heyecanı son derecede. Her birinin ağzından bir başka söz çıkıyor.
Osman Sabri Efendi sağ elinin şahadet parmağını dudaklarına götürerek ciddi ve dehşetli bir tavırla “Sus!” işaretini vermesiyle bir an için gürültü kesildi. Osman Sabri sordu ki:
“Yukarıda hırsız, kanlı filan kimse var mı?”
Bir uşak: “Kimse yok efendim.”
“Kaçtılar mı? Nereye kaçtılar?”
“Hayır, kaçan da yok.”
Kocakarı gözleri iki çeşme gibi çağladığı hâlde Osman Sabri’nin boynuna sarılırcasına büyük bir ricayla dedi ki:
“Ah efendim, yukarıya çıkınız da oğlumun ne hâlde olduğunu görünüz. Ah oğlum, oğlum, oğlum!”
Kadının bu figanı üzerine genç kız da feryatlarını tekrar ederek uşaklar, hizmetçi kadınlar cümleten evvelki şamataya başladılar. Kimisi “Boğmuşlar!” diyor. Kimisi “Asmışlar!” diye bağırıyor. Bazıları “Efendimiz!” diye hayıflanıyor. Birtakımı “Baba!” diye bağırıyor. Bir gürültü, bir patırtı ki Allah göstermesin!
Kocakarıdan ve uşaktan aldığı cevaplar üzerine Osman Sabri Efendi girip çıkan bir cani bulunmadığını anlayarak bu defa kendisi öne düştü. Hanenin birinci katına ve sonra ikinci katına çıktılar ki bu kattaki odalar yatak odaları idiler.
Kocakarı ile kız önde giderek bir odayı işaret ettiler. Ancak kız da kocakarı da odaya önce girmeye cesaret edemiyorlardı.
Osman Sabri Efendi ile jandarma çavuşu odanın eşiği üzerine gelerek baktıklarında tavanın ortasındaki halkaya bir adam asılmış olduğunu gördüler.
Çok vukuat görmüş, her dehşetli şeye gözlerini alıştırmış olan Osman Sabri Efendi sakin bir tavırla kocakarıya sordu ki:
“Bunu buraya kim asmış?”
“Kim bilir a efendim, kim bilir kim asmış? Oğlum akşamleyin odasına çekildi, sabahleyin bu hâlde bulundu.”
“Demek oluyor ki kendi kendisini asmış, öyle mi?”
Mevcut olan erkek ve kadın hepsinin suretleri son derece ümitsizlik elemleriyle dopdolu oldukları hâlde birer hususi tavır ile Osman Sabri’nin şu sualine tasdik cevabını verdiler.
Osman Sabri sualden evvel mevcut adamların yüzlerini birer birer tetkike başladı. Her birinin kalplerinden geçen şeyleri yüzlerindeki alametlerden anlamaya çalışıyordu. Bir yandan bu tetkikte bulunarak diğer taraftan da çavuşa dedi ki:
“Abidin Çavuş, git askeri dağıt! Askerle işimiz kalmadı. Yalnız kapının iç tarafında iki asker bulunsun, belki lazım olur. Galatasaray’a haber götür de Necmi Bey derhâl gelsin. Asıl işimiz onunla görülecektir. Daire tabibi için de hanesine haber gönderiniz.”
Abidin Çavuş askerce selam vererek emri icraya gitti.
Osman Sabri hâlâ hane halkının yüzlerini birer birer tetkik etmekteydi. Her kimin yüzüne bakarsa o adamın yüreğinde daha ziyade heyecan oluşturarak bu bakışın âdeta bir sorgulama demek olduğunu anlıyorlardı.
Osman Sabri sordu ki:
“Hane halkı bundan ibaret midir? Burada mevcut olmayan uşak, hizmetkâr, filan daha başka kimse var mıdır?”
Kocakarı: “Yoktur efendim. Uşakların, hizmetkârların tümü buradadır. Biz de buradayız. Dışarıda kimsemiz yoktur.”
Bu cevaptan sonra savcı efendi tekrar hepsinin üzerine bir nazar gezdirerek dedi ki:
“Burada bulunan adamların hiçbirisi bir tarafa gitmesinler. Kendilerinden sorulacak şeylerim vardır.”
Şu emir bütün yüzlerin renklerince bir değişmeye daha sebep olduysa da bu değişikliklerin adliye zabıtasınca şüpheye değer bir emare sayılamayacağını Osman Sabri Efendi birçok tecrübeyle hükmetti.
Asılanın bulunduğu odaya girdiği zaman Osman Sabri Efendi en evvel cenazenin şahsını tanımaya çalıştı. Asılan uzun boylu, kara sakallı, ancak otuz yaşında kadar tahmin olunabilecek genç bir adamdı. Kaşlarının sık, kara ve güzel olmaları hasebiyle gözlerinin güzelliği anlaşılıyor idiyse de gözleri kapalı olduğundan renkleri ve latif güzellikleri görülemiyordu. Feci bir ölüme uğramakla beraber ağzının, burnunun intizamı ve ellerinin küçüklüğü, güzelliği asılanın kadınlar tabirince “insan güzeli” olduğunu teslim ettirebilirdi.
Osman Sabri pek az şeyleri acınmaya şayan görür katı kalpli bir adam olduğu hâlde asılanı hakikaten merhamete şayan bularak kendi kendisine dedi ki:
“Vah zavallı, pek de genç!”
Odanın içine şöyle bir göz gezdirdi. Her şey yerli yerindeydi. Muntazam bir yatak odasının intizamına asla halel gelmemişti. Bununla beraber Osman Sabri’nin merakını evvelce de öğrendik ya! Hane halkına dedi ki:
“Şu oda içinden bir habbe kımıldatılmayacak. Asılana kimse parmağı ucuyla bile dokunmayacak.”
Osman Sabri’nin bu merakı pek çok adliye memurlarında da vardır. Ve bu merak onlarca büyük bir maharet alameti sayılır. Zira cinayet işlerinin tahkikatında küçük ayrıntı denilen şeyler, şahadetten ziyade adliye memurunu ikaza yardım eder.
Hatta Savcı Osman Sabri Efendi kendisi cinayet yerini incelemekle görevli değil iken, bu sabah şu haneyi ilk ablukaya kendisinin almış bulunması, birkaç katili otuz kırk askerle incelemeye gitmesi bir kahramanlık taslamak için değildi. Aksine cinayet işlerine bakan daha doğrusu oraya kimse varmadan ve delilleri karartan bir şey olmadan ilk olarak kendisi bizzat incelemek için oraya alelacele varmıştı. İşte bu hassasiyetten dolayı asılanın odası içinden bir habbenin yeri değiştirilmemesini emir ve tembih ettikten sonra şunu da ilave etti ki:
“Bütün hane içinden hiçbir şeyin yeri değiştirilmesin. Hiç kimse dışarıya çıkmasın.”
Hatta aşağıda kapı yanında bulunmalarını Abidin Çavuş’a emretmiş olduğu iki askerden birisini çağırıp, hane içinde bulunan eşyanın yerlerinin değiştirilmemesini ve hele dışarıya ne bir insan ne de bir şey çıkarılmasını tekrar tembih etti.
Sonra hane halkını etrafına toplayarak şu yolda sorgulamaya başladı:
“Asılanın ismi nedir?”
Kocakarı: “Halil Sûrî. Biz Arap’ız efendim! Sûr şehrinden olduğumuz için oğlum Halil’in lakabı da ‘Sûrî’ kalmıştır.”
“Şu genç kız sizin nenizdir?”
“Oğlumun merhume karısından hasıl olan kızıdır.”
“Bunlar da kâmilen uşak ve hizmetkârlardır öyle mi?”
Cümlesi birden: “Evet efendim, evet!”
“Uşaklarınızın en yenisi kaç aydan beri hizmetinizdedir?”
“En yenisi şu Rum kızıdır ki dört aydır hizmetimizdedir. Bu Ermeni karısı bir buçuk senelik, şu aşçı Caspar iki senelik, bu uşak Artin de dört buçuk senedir hizmetimizdedir.”
“Cümlesinin sadakatinden, iffetinden eminsiniz ya?”
“Evet efendim, cümlesinden memnunuz.”
“Asılan kaç yaşındadır?”
“Otuz bir efendim!”
“Sanatı nedir?”
“Sanatı tellaldır.”
“Ne tellalı?”
“Efendim çarşıda mağazası vardır. Kuyumculuk da eder, saatçiliğe de karışır. Hatta sarraflık bile eder. Her ne iş olsa girişirdi. Ah, evladım pek çalışkan idi. Emlak alım satımına bakar, taşralılara mal ve para gönderip getirtmek işlerinde bulunur. Kısacası pek güzel çalışırdı.”
“Mağazasında yazıcı, kâtip gibi kimsesi var mıdır?”
“Vardır efendim. İbrahim Şosen derler, Beyrutlu bir çocuk vardır.”
“O çocuk nerede yatar kalkar?”
“İstanbul’da, Büyük Han’da odası vardır.”
Burada savcı efendi biraz dinlenir gibi durdu. Biraz daha sonra yine suale başladı. Sordu ki:
“Asılanın şu yakınlarda işlerince bir fenalığı, bir ziyanı filan olduğunu bilir misiniz?”
“Hayır efendim ziyana dair bir şeyi olduğunu bilmiyoruz.”
“Sizi daima işlerinden haberdar etmek âdeti değil midir?”
“Değildir efendim, bize işlerine dair hiçbir vakit malumat vermez.”
“Ee, kendisinde öyle bir elem, keder alameti görüyor muydunuz?”
“İnsan değil mi efendim, elbette elemi de olur kederi de.”
“Hayır ama canına kastedecek derecelerde bir ümitsizlik varsa elbette hâlinden anlayabilirsiniz.”
“Hayır efendim hayır! Öyle canından bizar olacak kadar hiçbir kederi yoktu.”
Osman Sabri Efendi sorguyu bu dereceye vardırdığında, aşağıdan yukarıya doğru asker adımları olduğu patırtısından anlaşılan bir iki ayak sesi geldi. Biraz sonra Yüzbaşı Cafer Ağa ile Abidin Çavuş ve onun arkasından da Hafiye Necmi Bey gözüktüler.

3
Bu memurların varışı üzerine Osman Sabri sorgulamaya devam etmedi. Fakat kadına sorduğu sualler ile aldığı cevapları bir kâğıda yazmadığı hâlde dahi zihninde hıfzettiğinden dolayı, sanki elinde bir sorgu evrakı varmış da onu okuyormuş gibi gelenlere ve fakat onlar arasında özellikle Necmi Bey’e sorgunun akışını anlattı.
Necmi Bey, Osman Sabri’yi tamamen dinledikten sonra savcının burnuna kadar sokularak yalnız ona işittirebilecek bir yavaş ses ile sordu ki:
“Hane içinde bulunanlardan bir şüphen var mı?”
“Henüz hiçbir şüphem yoktur.”
“Yüzleri pek fena görüyorum.”
“Cinayetin dehşetinden ve polisin heybetindendir. Gerçi kapıya emir verdim. Hiçbir yere savuşamazlar.”
Bu sözler yavaşça konuşulduktan sonra Osman Sabri yavaş bir ses ile Necmi’ye dedi ki:
“Şimdi hep beraber asılanın odasını tetkik ve orada lazım gelen tahkikatı icra edelim.”
Fakat bu tetkik ve tahkikatta ne kocakarıya ve ne de hane halkından sair hiçbir kimseye ihtiyaç olmadığından, herkesin yerli yerlerine çekilmelerini emrettiler.
Asılanın bulunduğu odaya geldikleri zaman, evvela yüz takımı üzerinde vedanameye, vasiyetnameye benzer bir kâğıt aramaktan incelemeye başladılar. Hâlbuki odada hokka, kalem bile yoktu. Ne yazılı, ne de yazısız herhangi bir kâğıt görebildiler. Asılanın bir koltuk sandalyesi üzerinde bulunan elbiselerini de incelediler. İçinden bir iki lira, birkaç mecidiye ve biraz da ufaklık çıktıysa da evraka dair hiçbir eser çıkmadı.
Bunun üzerine zabıta memurları birbirinin yüzlerine baktılar. Necmi Bey sordu ki:
“Bu nasıl intihar? Kendisine kıyacak olan adam mutlaka kastetme sebebini veyahut kendisinden sonra familyası halkının edeceği hareketi yazar. Mutlaka bir evrak bırakır. Acaba öyle bir evrak varmış da validesi filan mı almış?”
Osman Sabri: “Hayır! Odadan dışarıya bir çöp çıktığı yoktur.”
Necmi: “Öyle ise bunda bir bit yeniği anlıyorum.”
Osman Sabri: “Dur bakalım, öyle pek de acele etme!”
Asılanın tavandaki halkaya raptetmiş olduğu ipi muayeneye başladılar. Necmi Efendi dedi ki:
“Tavan üç metre kadar yüksekliktedir. Şurada bir iskemle var ki asılan ipi tavandaki halkaya takmak için bu iskemle üzerine çıkmış olsa da ayaklarının da ta parmakları ucuna bassa yine halkaya kadar yetişemez. Bir karıştan ziyade daha mesafe kalır. Bu hâlde acaba ipi halkaya nasıl takmış olur?”
Cafer Ağa: “Hem de tavanda askılı lambayı evvela aşağıya indirmiş de sonra ipi takmış. Nah, işte lamba dahi yüz takımının yanında duruyor.”
Osman Sabri: “Ben de deminden beri buna dikkat ediyordum. Mutlaka şu yüz takımının masası halka altına kadar çekilerek ve onun üzerine de iskemle konularak bu ip şu halkaya takılmış. Kilime dikkat ediyor musun kilime? Üzeri mermer kaplı olan ağır masa çekilip buraya kadar getirilirken kilimin kadifeleri üzerine nasıl iz bırakmış?”
Zabıta memurları o izlerden ziyade birbirinin yüzlerine baktılar. Necmi Bey dedi ki:
“Ben bu işte bir yardım parmağı var diyeceğim. Çünkü asılan bu ipi kendi takması için şu taş masayı buraya kadar kendisi çekmişse, ipi taktıktan sonra onu yine eski yerine kadar götürmesi mümkün olamaz.”
Osman Sabri: “Evet! Benim de zihnim bulanmaya başladı. Ömrünün son dakikasında bulunan bir adam artık odasının intizamını düşünecek değil ya!”
Necmi: “Hane halkından şüphe etmiyorsunuz öyle mi?”
Osman Sabri: “Bu konuda bizi aceleye mecbur edecek hiçbir şey yoktur.”
Abidin Çavuş yüz takımı hakkındaki şüpheden dolayı fevkalade hayret etti. Kendisi her ne kadar çok kanlı katil tutmuş bir eski çavuş idiyse de bu gibi ilk inceleme işlerinde hemen hiç bulunmamış olduğundan, maharetli bir savcının az emarelerden çok manalar çıkaracağını bilemezdi. Dolayısıyla yüz takımı masasını birçok tetkikten sonra dedi ki:
“Gerçek hakkınız var! Bu masayı oraya çekmiş olduğu işte kilim üzerindeki izlerden belli. Sonra masayı yine yerine koyduktan sonra üzerindeki şişeleri, sabunları filanları da evvelki gibi muntazaman yerleştirmiş.”
Abidin Çavuş’un şu hayretli sözleri manasız olduğu hâlde Osman Sabri bundan da büyük bir mana çıkarırsa aferin mi?
Evvel be evvel gitti asılanın ellerini büyük bir dikkat ve mükemmeliyet ile kokladı. Sonra geldi, yüz takımı üzerindeki şişeleri, sabunları birer birer kendi eliyle tutup yerlerinden kaldırarak yine yerlerine koydu. Şişeleri bu suretle temastan sonra elini kokladı ki birkaç türlü lavanta ve sabun kokuları eline tesir etmişlerdi. Dolayısıyla Hafiye Necmi’ye dedi ki:
“Bende de şüphe artıyor. Farzımuhal asılan da kendi yatak odasının intizamına pek ziyade meraklı olup da ipi halkaya taktıktan sonra, masayı yine eski yerine götürüp takımlarını da üzerine yerleştirecek olsaydı elinde koku kalmalı idi. Zira işte ben biraz dokunduğum hâlde elimde lavanta ve sabun kokuları kaldı.”
Necmi: “Büyük bir ehemmiyetle kaydedilecek bir emare de budur. Fakat şu asılanın kendi kendisini asmamış olduğu hakkındaki şüphemi kesin mertebesine vardırmak için hepinizin nazarıdikkatine arz ederim ki bir kere de şu ipin uzunluğu ile şu sandalyenin yüksekliğini mukayese ediniz.”
Osman Sabri, artık sabrını tüketmiş bir adam tavrıyla: “Be kardeş, sen de hep aklıma gelenleri söylüyorsun! Zaten ben seni tasdik için şimdi bunu söyleyecektim.”
Necmi: “İki mahir müdekkik zabıta memurlarının aklına daima hep bir şey gelir ki doğru olan da ondan ibarettir. Hakikaten ipin uzunluğu ile sandalyenin yüksekliği mukayese edilince tahakkuk ederdi ki şu sandalyenin üzerine çıkan bir adam kendi boğazına bu ipi takması lazım gelirse takamaz. Zira iskemleyi asılanın ayakları altına getirdiklerinde her ne kadar ayakları iskemleye basabilmiş ise de ipin ilmiğini kendi boğazına kendisi takması lazım gelse, çünkü ilmik ipi açacağından ip bir karış kadar kısa gelir.”
Bu hâli görünce Yüzbaşı Cafer Ağa dedi ki:
“Asılanın kendi ilmiğini kendi boynuna yine kendisi takmamış olduğuna ve başka bir el ile takılmış bulunduğuna artık benim de inanacağım geldi. Hem de inandım.”
Osman Sabri: “Buna hiç şüphe etmek gerekmez. Bak şu yüz takımı masası kendi yerinde bulunmayıp da ve asılan da onun üzerine basmış olsaydı, ferah ferah ilmiği boğazına takabilirdi.”
Dört adam bir hayli zaman birbirinin yüzlerine bakakaldılar. Gerçi dördü de asılanın kendi kendisini asmayıp bir başkasının eliyle asılmış olduğuna kanaat ediyorlar idiyse de bu başka olan elin kim olabileceğine imkân veremiyorlardı. Necmi, Osman Sabri’ye sordu ki:
“Hane halkından henüz şüphe etmiyorsun öyle mi?”
“Dur biraz da şu yatağı tetkik edelim. Ondan sonra hane halkını bir daha sorguya çekeceğim. Bakınız şu yatağa! Bunun içinde insan yatmışa benziyor mu?”
Cafer Ağa: “Yatak hiç bozulmamış. Demek oluyor ki insan yatmamış.”
Necmi: “Hayır! Bu yatağın içinde insan yatmış ama yatak sonra düzeltilmiş.”
Osman Sabri: “Evet, ben de öyle diyorum. Düzeltilen şey yalnız döşek ve yastık çarşaflarından ibarettir. Bakınız şu örtü altındaki yastığa! Mahir bir el bu yastığı böyle düzeltmez. Şimdi diğer odaların birisine gidelim. Hizmetçi kızların ikisine de birer yatak düzelttirelim. Bu hanede henüz insan girmeyen yatakların düzgünlüğünün nasıl olduğunu görürüz.”
Necmi: “Güzel olur. Fakat daha şimdiden yatak hakkında verdiğin hüküm nedir? Sanki asılan kendi kendisini asmadan evvel yüz takımını düzelttiği gibi yatağını da tanzim etmiş demek mi istiyorsun?”
Bu sual Osman Sabri’nin yüzünde bir tebessüm oluşturdu ki tebessümün bu derecesi savcı efendide kim bilir ne zamandan beri görülmemiş idi. Necmi’ye dedi ki:
“Şakayı bir tarafa bırakalım. Taş masayı şuraya kim çekmiş de ipi halkaya geçirmiş ve sonra asılanı kim kucaklamış da halkayı boynuna takmışsa, bu yatağı da o düzeltmiştir.”
Cafer Ağa: “Asılanı birisi kucaklayarak halkayı başından geçirmiş olsa asılan haykırarak, bağırarak yardım istemez mi? Yoksa kendisi de bu asılmaya ve idama razı mı olmuş?”
Osman Sabri: “Deli misin sen be? İnsan kendi kendisine kastedecek bile olsa kendisini kendi isteğiyle astıracak cellat mı bulabilir? İşte besbelli ki biçare herifi yatağında boğmuşlar. Sonra da işin önü belli olmasın, kendi kendisini asmış zannolunsun diye buraya asmışlar.”
Necmi: “Hayır birader hayır! Bir yanlışlık var. Herifi yatağında boğmuşlar diyemem. Zira o hâlde boğazında, yüzünde filanda iz işaretleri olurdu. Bunda ise hiç boğmaya dair bir işaret yoktur.”
Osman Sabri: “Gerçi el ile sıkılıp boğulsa dediğin gibi olur. Ya bir ip ile boğmuşlarsa? Çünkü boğan adam veyahut adamlar… Zira kaç kişi olduklarını henüz bilmiyoruz ya! Her kaç olurlarsa olsunlar bunlar yatağı düzeltmeye başka türlü lüzum görmezlerdi. Herifi boğarlarken herifin debelendiği, yatağının altüst olduğu bilinmesin diye düzeltmişlerdir.”
Osman Sabri Efendi bu sözü söylemekle beraber arkadaşlarına bir işaret ederek, diğer odada büyük bir heyecan ile bazıları ağlamakta ve bazıları düşünmekte bulunan karıların yanlarına gittiler. Osman Sabri kocakarıya dedi ki:
“Madam, oğlunuz Halil Sûrî Efendi dün gece saat kaçta yattı?”
“Tam gece yarısında.”
“Sabahleyin kendisinin asıldığını nasıl anladınız? Kapısı açık mıydı?”
“Hayır efendim, bu sabah kendisini erken kaldırmamızı söylemişti. Saat on birde ben gittim, kapısını vurdum. ‘Halil, Halil!’ diye seslendim. Cevap yok. Daha fazla vurdum. Daha çok seslendim. Yine ses yok. Merak etmeye başladım. Biraz durduktan sonra yumruğum ile daha ziyade vurarak sesimi de yükselttim. Yine ses yok. Bütün hizmetkârlar başıma toplandılar. O kadar şiddetli vurup hızlı çağırışımdan onlar da merak etmişler. Hâlbuki en son daha çok vurarak avazım çıktığı kadar haykırdığımda, yine ses alamayınca aşçı merakı arttırıp kapıya dayanıverdi. Sürme arkasına fırladı. Kendisini o hâlde görünce aklımız başımızdan gitti. Haykırmaya başladık.”
Necmi: “Pencere açık mıydı?”
“Hayır kapalıydı.”
Hâlbuki Necmi pencereye dikkat etmiş. Gerçi kapalı ise de mandalı kapalı değilmiş.
Osman Sabri: “Gece odasında patırtı gürültü gibi şeyler işittiniz mi?”
“Ben hiçbir şey işitmedim. Odalarımız yan yana oldukları hâlde işitmedim.”
Asılanın odası yanında yalnız validesinin odası bulunuyordu. Diğer tarafı ise hanenin köşesi idi. Odanın giyim yeri olup, orada kimse yatmıyordu. Üstünde tavan arası katında uşaklar ile hizmetçi kızları odaları olup, bunlar da hiç gürültü filan işitmemişler. Hatta onlar bazı hizmetlerini bitirdikten sonra gece yarısından bir buçuk saat sonra yattıkları hâlde gürültü işitmeyip en sonra yatağına gelen aşçı yukarıya çıkarken çelebisinin öksürdüğünü işitip ondan başka ses işitmemiş.
Bu defa da hane halkının yüzlerindeki değişikliği hepsinden ziyade Hafiye Necmi Efendi tetkik ediyordu. Hatta Osman Sabri’nin uşaklardan filanlardan henüz hiç şüphesi olmadığı hâlde kendisi pek şüpheli bulunduğu için tetkikine daha ziyade ehemmiyet veriyordu.
Necmi uşaklara sordu ki:
“Efendiniz Halil Sûrî Efendi sert bir adam mıydı? Sizi hiç tekdir ettiği var mıdır?”
Uşakların her birisi bu suale cevap vererek, umumundan anlaşıldığına göre her ne kadar hizmetkârını tekdir etmeyen efendi olamaz ise de Halil Sûrî öyle uşakların canlarını yakmak ile lezzet arayan zalim efendilerden de değilmiş.
Necmi ne kadar dikkat ettiyse de uşakların hiçbirisinin yüzlerinde efendilerinin felaketine pek ziyade acımaktan başka bir şeye delalet edecek emare göremedi.
Dört memur tekrar asılanın odasına geldiler. Sabahleyin odanın kapısı kapalı olduğundan, oda içine girmek için yalnız pencereden başka yer olmadığını görmüşlerdi. Gerçi pencere sürmeli olmayıp kanatlı olduğundan onun da mandalı kapalı değilse de pencereyi açıp söveyi, duvarı muayene ettiklerinden hırsız merdiveni takıldığına delalet edecek bir çengel yarası veya başka emare de göremediler.
Fakat bu iş hırsız işine de benzemiyor. Zira asılanın odasından hiçbir şey alınmamış olduğu gibi hanenin hiçbir tarafından da bir şey alınmamış. Böyle bir adam asıldığı hâlde hiçbir haber alınamayan hanede ise tüm haneyi soymuş olsalar kimsenin haberdar olamayacağı aşikârdır.
Haneyi tekrar taharri ve tetkik ettiler. Hiçbir yerinde dün akşamki intizam hâline halel gelmemiş olduğunu gördüler. Cafer Ağa dedi ki:
“Hani ya kadınlara birer yatak düzelttirecektiniz ya?”
O an Osman Sabri Efendi tahkikin bu cihetini hatırdan çıkarmak üzereydi. Halil Sûrî’nin yatağını her gece hangi kız düzeltiyorsa öğrenerek başka bir yatağın tanzimini emretti.
Kız çarşafları yatakları tümüyle kaldırıp, şilteden tanzime başlayarak yatağı o kadar güzel düzeltti ki asılanın odasındaki yatak, güya düzeltilmiş olduğu hâlde ona nispetle bir bozuk yatak hâlinde kalırdı.
Sonra kızı alıp asılanın odasına götürdüler. Yatağı göstererek sordular ki:
“Her sabah sizin çelebi kalktığı vakitte yatağının bozukluğu buna benzer miydi?”
“Hayır efendim! Bu yatağı kim böyle fena düzeltmiş?”
Necmi ile Osman Sabri birbirinin yüzüne baktılar.
Yatağı kendi bildiği gibi düzeltmesini kıza emrettiler. Kız düzeltmeye başladı. Yastıkları kaldırdığı zaman altından altı ateşli bir güzel tabanca çıkmasın mı?
Zabıta memurlarının nazarıdikkatleri büsbütün açıldı.
Tabancanın Halil Sûrî’nin tabancası olduğunu öğrendikten sonra, Osman Sabri, Necmi’ye dedi ki:
“Bu tabanca hem zannımızı takviye eder hem de zannımızda bizi haksız çıkarmaya medar olur.”
“Neden?”
“Zannımızı takviye eder. Zira Halil Sûri eğer kendi kendisine kastedecek olsaydı, hazır elinde bir tabanca varken onu beynine sıkıvermek gibi bir kolay ölümü bırakıp da böyle büyük bir külfetle kendisini asmaya kalkışır mıydı? Zannımızda bizi haksız çıkarmaya da yardım eder. Zira Halil Sûrî’nin gerek el ile boğazı sıkılsın ve gerek ip ile boğulsun, yanında böyle bir silah varken elbette ona davranması lazım gelir. Bu tabanca atılmamış. Hatta kurulmamış ki el değdiğine delalet etsin.”
“Hayır! Tabancaya davranmamış olması zannımızı hükümden düşüremez. Boğanlar iki kişi olurlarsa uyku hâlindeyken birer elleriyle evvela Halil’in kollarını bastırıp diğer elleriyle de boğabilirler.”
“Böyle hükmedersen diyeceğim yoktur.”
Fakat her tevilleri, her yorumları akla uygun olduğu hâlde Halil Sûrî’yi boğan yahut boğanların şu odaya nereden girmiş olacakları hakkında henüz ne bir emare görebildiler ve ne de bir zanda bulunabildiler.
Bir aralık Necmi Bey asılanı ipten indirip muayene etmeyi teklif etti. Fakat Osman Sabri Bey bu teklifi kabul etmedi, dedi ki:
“İlk geldiğimizde asılanda bir hayat eseri görmüş olsaydık derhâl ipini keser indirirdik. Hâlbuki herif çoktan ruhunu teslim etmişti. Şimdiyse bizim asılanı muayeneden anlayabileceğimiz bir şey yoktur. Doktor Eksindaki neredeyse şimdi gelir. Asılanın muayenesini ona havale edelim ki ihtimal bizim de tahkikatımızı kemale yardım edecek bir şey bulup haber verebilir.”

4
Gerçi Doktor Eksindaki de gecikmeyip beş on dakika sonra geldi yetişti.
Bu zat, asıl Yunanlı olup, Atina tıp mektebinde tahsil etmiş ise de hakikaten doktorluğuna itimat olunabilecek bir tabipti. Hele adliye tıbbı hususunda diğer emsaline kat kat üstündü.
Erbabına malumdur ki zamanımızda tıbbi seviye, hekimliği birkaç büyük sınıfa taksim ettirecek dereceye varmıştır. Yalnız bir zatın tüm hastalıkları bilmesine hemen ihtimal kalmamıştır. Bir sınıfı göz tabibi, bir sınıfı kulak tabibi olup, ebe sınıfı başka, hatta dişçi sınıfı da başka bir şube olmaya mecbur olmuşlardır. Bunlardan başka bir tabip hariciye hastalıklarında başarılı olurken dâhili tıpta o kadar başarılı olmayabilir. Yine akıl hastaları için olan doktorlar da başka ve müstakil bir sınıf teşkil etmiştir.
İşbu sanatlardan birisi de “Mödecine lögal” dedikleri bir sınıftır ki cinayet işlerini icra edecek inceleme hizmetinde bulunurlar. Yaralıları, katledilenleri muayene ve teşrih ederek nasıl bir cinayetin mağduru olduklarını izah ederler. İşte bizim Eksindaki Osmanlı lisanına “Tababet-i Adliye”[2 - Adli Tıp. (e.n.)] diye tercümesini münasip gördüğümüz bu sınıfta başarılı bir adamdı.
Asılanın odasına girip de Halil Sûrî’nin suretine bakınca Eksindaki’nin nazarıdikkati başkalaştı. Şimdiye kadar icra ettikleri tahkikattan ne anlayabildiklerini zabıta memurlarına sordu. Osman Sabri Efendi icra ettiği tahkikatın mecmusunu doktor efendiye o kadar güzel ifadeye başladı ki dışarıdan işitmiş olsaydınız büyük bir dikkatle kaleme alınmış bir rapor okuduğunu zannederdiniz.
Bu adamın kendi kendisini asmamış olduğuna dair olan zanları ileri sürerken Doktor Eksindaki’nin tavrında hep tasdik ve övgü emareleri görülüyordu. Nihayet Halil Sûrî’nin kendi yatağı içinde bir başka el ile boğulup sonra bu katlin bir intihara hamledilmesi için yapıldığı ve katilleri tarafından asılmış olduğu kaziyesine gelince Doktor Eksindaki yerinden fırlayarak Yunanlılara mahsus tarz ve şivesiyle dedi ki:
“Hayır, hayır! Yatağında boğulup da asılmamış. Bu zatın yüzünde boğulmuş adam rengi yoktur. Ya zehir ya da başka bir şey ile bu adam öldürülerek sonra buraya asılmış. Boğulmaktan, asılmaktan başka, her ne ile öldürüldüğünü iddia ederseniz tasdik ederim. Fakat bu adam asılarak veya boğularak öldürülmemiştir.”
Zabıta memurlarının dördü de yüz yüze bakakaldılar. Hele Osman Sabri ile Necmi hayretlerini bir dereceye vardırdılar ki hemen hemen doktorun sözüne inanamayacakları geldi.
Nihayet doktor asılanın ipten indirilmesini teklif etmekle dört kişi birbirine yardım ederek indirdiler ve düzelmiş olan yatağın üzerine uzattılar.
Elbisesini çıkarmaya başladıkları zaman asılanın sağ omzu altında bir kurşun yarası görmesinler mi?
Bu hâl doktorun nazarıdikkatini açtı. Gerçi yarayı muayene ettiğinde bir aydan fazla bir zamandan beri bu yaranın işlediği görüldü ve ölümün ise yaradan kaynaklanmadığı anlaşıldı ise de Halil Sûrî’nin sağ omzunun köprücük kemiği altından girerek arkasından çıkmış bir kurşun yarası olması Osman Sabri Efendi’nin nazarıdikkatine pek ziyade çarptı. Hemen içerideki odada bekleyen kadınların yanına koştu. Sordu ki:
“Asılanın göğsünde bir yara vardır. Bu yaranın kimin silahıyla açıldığını biliyor musunuz?”
Validesi: “Nasıl yara?”
“Vay, sizin yaradan haberiniz yok mu? Oğlunuzun sağ göğsü üzerinde koca bir kurşun yarası var ki arkasından çıkmış.”
“Eyvahlar olsun, yara da mı var?”
“Şimdi açılmış şey değil, bir aylık kadar eski bir yara.”
“Hayır efendim, benim asla haberim yoktur.”
Osman Sabri Efendi keyfiyeti Halil Sûrî’nin kızına sorduğunda onun da haberi olmadığına dair bir cevap aldı. Uşaklara, hizmetkârlara sordu. Yalnız yatağı düzeltmiş olan kızın haberi varsa da efendisi bu yaradan kimseye haber verecek olursa kendisini şöyle edeceğinden böyle edeceğinden bahisle tehdit etmiş olduğu için o zamana kadar hiçbir kimseye haber vermemiş. Geceleri Halil Sûrî yarasını ilaçlarken kız da yardım edermiş.
Osman Sabri Efendi kıza sordu ki:
“Bu yarayı kimden yediğini sana söyledi mi? Söylediyse hiç korkma bize söyle. Çelebinin intikamını alalım.”
“Hayır, efendim! Kendisini kim vurduğunu ben de sual ettiğim hâlde ‘Senin neyine lazım?’ diye beni tekdir etti.”
“Şu yaranın hangi gün açıldığı olsun hatırında kaldı mı? Elbette efendinin yaralandığı gün sen de haber almışsındır.”
“Evet, haber aldım. Bundan bir ay kadar, belki de otuz dört, otuz beş gün evvel idi.”
“Çelebiyi nerede vurmuşlar? Bunu olsun öğrenebildin mi?”
“Hayır, öğrenemedim. Şu kadar var ki o gün çelebi galiba Büyükada’ya gezmeye gitmişti. (Kocakarıya hitap ile) Hani ya madam, hatırınıza geliyor ya, yemekler yapmıştık.”
“Yemekler mi? Aman kız çabuk söyle, yemekler mi?”
Osman Sabri bu suali biraz ziyadece telaşla söylediği için hizmetçi kıza bir ürküntü geldi. Osman Sabri bu ürküntünün farkına varınca, gösterdiği telâşa pek ziyade pişman oldu. Kendi kendisini suçlar yollu içinden dedi ki:
“Hay Allah cezamı versin! Telaşın ne manası vardı? Mükemmel bir adliye memuru olamayacağım vesselam.”
Birdenbire telaşı terk ederek kızı sorgulamaya devam etti. Dedi ki:
“Bundan bir ay, otuz beş gün kadar önce size yemekler pişirtip Büyükada’ya gitti, öyle mi?”
“Evet, efendim.”
“Ee, hane halkından çelebi ile beraber kimse gitmedi mi?”
“Hayır, efendim, kimse gitmedi. Hatta artan yemekleri, takımları filan köprüye kadar indirmek istemiş idi de çelebi kendisini menederek çarşı hamalı ile götürmüştü.”
“Pekâlâ kızım. İnşallah çelebin için en hayırlı hizmetkâr sen çıkarsın. Size şimdiden haber vereyim ki Halil Sûrî kendi kendini asmamıştır. Onu bazı düşmanları öldürmüştür ki göğsüne bu yarayı açan da onlardır. Siz telaş etmeyiniz. Ben bu akşam senden biraz şeyler daha soracağım. İyi mi?”
“Pekâlâ efendim! Sorunuz efendim! Ah zavallı çelebiciğim!”
Kız ağlamaya başladı. Hane halkı da tekrar ağlaşmaya başladılar.
Osman Sabri Efendi tekrar asılanın odasına vardığında baktı ki Doktor Eksindaki Halil Sûrî’nin midesini açmış Osman Sabri sordu ki:
“Zehirlenmeye dair alamet var mı?”
“Hayır! Zehirlenme alameti göremiyorum. Göremediğim için biraz canım sıkılıyor.”
“Gerçi öyle arkadaş.”
“Dahası var. Halil Sûrî o akşam Büyükada’ya bir ziyafet tertip etmiş. Hizmetçi kızın ifadesi böyle ama Halil Sûrî burada yemekler pişirtmiş. Sofra ve işret takımları almış. Büyükada’da o kadar mükemmel oteller, lokantalar dururken ta buradan yemekler, takımlar gider mi?”
“Aman Sabri! Vallahi benim de inanacağım geliyor. Ee?”
“İnanacağım değil şüphe bile kalmıyor. Zira yemekler tertip ettiği ve burada herifin iki uşağı bulunup, bunlardan birisi eşyayı köprüye kadar indirmek için hizmet ettiği hâlde Halil Sûrî kendi uşağının hizmetini kabul etmeyip eşyayı çarşı hamalına naklettirmiş.”
“Aman, o hamalın kim olduğunu kız biliyor mu?”
“Bak gördün mü bir kere bunu sormayı unuttum. Şimdi gider sorarım. Fakat bizim emanette birçok eşyamız var. Onları kıza gösterdiğim gibi hangileri kendilerinin eşyası olduklarını derhâl gösterir.”
“Sabri sen telaşla sorulacak şeylerin çoğunu unutmuşsun. Arkadaş, insan kıza ‘Giden eşyayı efendiniz tamamen getirdi mi?’ diye bir sual daha sormaz mı?”
“Hakkın var kardeşim, hakkın var! Telaş etmedim değil. Sevincimle o kadar telaş ettim ki âdeta kızı dahi ürkütecektim. Sen burada dur. İkimiz gidersek belki acemi kızcağız ürker. Ben yalnız sorarım.”
Osman Sabri tekrar dışarıya çıktı. Bu defa kızı hane halkının yanında sorgulamayıp ayrıca bir tarafa çekti. Sordu ki:
“Kızım, çelebi o yemekleri, takımları filanları buradan hangi hamal ile naklettiğini hatırlayabilir misin? O hamalın ismini bize haber verebilir misin?”
“Hayır efendim, hamalı görmedim.”
“Başka uşaklar gördüler mi acaba?”
“Ummam, zira çelebi kendi eliyle eşyayı birer birer götürüp kapının dışarısındaki hamala veriyordu. Hem de hamal bir değil, iki idi.”
“Hamalları tanıyamayacağız ha! Neyse bunun zararı yok. Beyefendi yaralanıp geldiği zaman buradan götürdüğü eşya tamamen yine buraya geldi mi?”
Bu sual üzerine kızın rengi attı. Osman Sabri yüzünde ne kadar nezaket alameti göstermek mümkün ise göstererek kızı temin için dedi ki:
“Ne korkuyorsun kızım? Benim sana sorduğum şeyler efendinin düşmanlarını bulmak ve intikamını almak içindir. Demek oluyor ki eşya buraya tamamen gelmediği için korktun da yüzün sapsarı kesildi.”
“Hayır efendim, korkmadım. Fakat çelebi tembih etmiş idi ki bunu da hiçbir kimseye söylemeyim diye.”
“Neyi? Eşyanın eksik geldiğini mi?”
“Eksik geldiğini değil. Hiçbir şey gelmediğini.”
“Acayip, giden eşyadan hiçbir şey gelmedi mi?”
“Evet, hiçbir şey gelmedi. Çelebi bana tembih etti, dedi ki ‘Ben kaybolan eşyanın yerine her şeyi alırım. Sen bunu hiçbir kimseye söylemeyeceksin. Hatta bizim eşyayı getirip de sana bu sizin eşyanız mıdır, diye soracak olurlarsa bile hiç tanımayacaksın.’ ”
“Tuhaf şey, acaba çelebinin bundan maksadı neymiş?”
“Sonra validesi yarasından haberdar olur da merak eder diye.”
“Eşyanın kaybolduğunu da validesi bilmiyor mu?”
“Hayır efendim, bilmiyor. Validesine dedi ki ‘Sofra takımını temizletmeye, yaldızlatmaya götürdüm.’ Böyle diyerek burada kalan takımları da götürüp yerlerine tamamen yenisini aldı.”
“Ee, sanki validesi yarasından haber alacak olursa ne olurmuş?”
“A! Bizim çelebi validesine pek ziyade hürmet eder. Validesi meraklanmasın diye ne yapacağını bilmez. Validesi eğer oğlunda yara olduğunu haber alsaydı, çıldırırdı. Baksanıza, bugün dahi çıldırmadık neresi kalmış?”
Osman Sabri, Halil Sûrî’ye dair kızdan biraz daha malumat alabilir idiyse de o aralık Abidin Çavuş ile beraber üç Frenk tabibi daha geldiğinden Halil Sûrî’nin vefat tarzına dair bunların da verecekleri fikirleri görmek, işitmek için hizmetçi kızı bırakıp asılanın odasına geldi.
Odaya girerken Hafiye Köse Necmi kendisini karşılayarak sordu ki:
“Nasıl, dediklerimi kıza sordun mu?”
“Emanette saklı olan eşya tamamen Halil Sûrî’nin eşyasıdır. Demincek sana diyordum ki Kanlıkaya cinayetinin izini bulmuştum. Şimdi ise sana haber veririm ki bu cinayetin bence sır olacak hiçbir kısmı kalmamıştır.”
Tabipler cesedi ortaya alarak tetkikata başladılar. Bunlar Fransızca konuştukları gibi Yüzbaşı Cafer Ağa ve Abidin Çavuş ve hatta Hafiye Necmi de hiçbir şey anlayamıyorlardı. Osman Sabri Efendi ise Fransızcayı lüzumu derecesinde bildiğinden tabipler ile sohbet de ediyordu.
Mevcut doktorlar sabahtan beri edilen tetkikat ve tahkikatın hülasasını Osman Sabri’den sordular. Osman Sabri malumumuz olduğu veçhile, sanki elinde bir müsvedde varmış da onu okuyormuş gibi onlara da tamamen, fakat mükemmelen tahkikatının neticesini, zanlarını, filanlarını söyledi. Fakat bu cinayetin Öreke Taşı meselesine bakan tarafını ve bu konuda hizmetçi kız ile konuşmasından aldığı malumatından da hiç bahsetmedi.
Tabipler Halil Sûrî’nin kendi kendisini asmadığını teslim ettiler. Fakat evvelce boğulup sonra asıldığı hakkında Osman Sabri ve Necmi’nin zanlarını reddederek Doktor Eksindaki’nin dediği gibi bu ölümün boğulmak ve asılmak suretiyle vukuya gelmediğine hükmettiler. Halil Sûrî’nin midesini muayene ettiğinde onlar da bir zehirlenme eseri bulamadılar.
Bunun üzerine doktorlardan bir İtalyan dedi ki:
“Eğer zannımda hatam yoksa katilin kim olduğunu anlamadan önce mutlaka Fransızca bildiğini beyan edeceğim ve bu zannım üzerine şu ölümün nasıl bir ölüm olduğuna dair de bir fikir beyan edeceğim.”
Osman Sabri: “Katilin Fransızca bildiğini mi? Ne tuhaf!”
İtalyan doktor mühim bir nutuk atacak bir hatip tavrını alarak dedi ki:
“Efendiler, bundan yirmi gün kadar önce La Turquie gazetesi İtalya gazetelerinden naklen bir fıkra neşretmişti. Bu fıkrada Milano taraflarında bir herifin kendi zevcesini kloroform[3 - Uyuşturucu etkisi olan bir kimyevi madde.] ile bayıltarak bir daha ayıltmadığı ve sonra herif korkusundan üçüncü katın penceresinden aşağıya atarak âleme, güya pencereden düşmüş de vefat etmiş diye ilan ettiği ve adli doktorlar incelediğinde oda içinde kloroform süngeri bile bulunduğu hikâye olunuyordu. Bu adamı öldüren her kim ise mutlaka Fransızca okuduğundan cinayeti o suretle tertip…”
Osman Sabri Efendi doktorun sözünü kesti, dedi ki:
“Asılanın evvelce kloroform ile bayıltıldığı hakkındaki fikre bir şey diyemem. Fakat katilin Fransızca bildiği hakkındaki zanna bir şey diyemem. Zira La Turquie gazetesinden bu fıkrayı Osmanlı gazeteleri de tercüme ve nakletmişlerdi.”
Eksindaki: “Öyle ise hiç şüphemiz kalmadı ki bu zavallı adamı uykuda iken burnuna kloroform koklatarak işini bitirdikten sonra buraya asmışlardır.”
Zaten koca bir insan asıldığı hâlde evin içinde hiçbir kimsenin bir patırtı, gürültü işitmemiş olması da ancak böyle bir ameliyatla mümkün olabileceğinden dört doktorun ittifakıyla karar verilip o şekilde bir rapor tutuldu.
Bu hâlde cinayetin anlaşılamayan yalnız bir kısmı kalmıştı ki o da katilin veyahut katillerin bu odaya nereden girmiş oldukları kaziyesinden ibaretti.
Gerçi pencerenin mandalsız olması bu konuda da tetkik heyetini pek kuvvetli zanlara düşürebilecek bir alamet idiyse de yalnız sokaktan pencereye kadar dokuz metre yüksekliği çıkabilmek için mutlaka çengelli merdiven gibi bir şeye ihtiyaç olduğu hâlde o merdivenin bırakması lazım gelen izlere, eserlere benzer hiçbir şey görülememesi bu zannı zayıflatıyordu.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/ahmet-midhat/esrar-i-cinayat-69429139/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Kişinin dış görünüşünden onun düşüncesini, ahlakını anlamaya çalışan bir ilimdir.

2
Adli Tıp. (e.n.)

3
Uyuşturucu etkisi olan bir kimyevi madde.
Esrar-ı Cinayat Ахмет Мидхат
Esrar-ı Cinayat

Ахмет Мидхат

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Türk edebiyatının ilk polisiye romanını kaleme alan Ahmet Mithat Efendi, "Esrar-ı Cinayat"ta İstanbul Boğazı’nın Karadeniz çıkışında bulunan ve Öreke Taşı olarak adlandırılan küçük bir adacık üzerinde işlenmiş olan bir cinayeti anlatmaktadır. Savcı Osman Sabri bu konuyu araştırmaya başlar ve cinayetin arka planında gelişen olaylar, bir gazetecinin de yardımcı olmasıyla ilginç bir hâl alır. "Nefsim hakkındaki bu adaletimden dolayı husule gelen mutluluğumu size hakkıyla anlatmak için şunu derim ki: Dünyada intikam lezzeti kadar büyük hiçbir tat tanıyamıyorum."

  • Добавить отзыв