Makber

Makber
Abdülhak Hamit Tarhan
Tanzimat Dönemi Türk Edebiyatı’nın, muhteva ve şekil yönüyle öne çıkan eserleri arasında yer alan "Makber"; Abdülhak Hamit Tarhan'ın ölüm gerçeği karşısında iç dünyasına dönmesini ve bu gerçek ile yüzleşirken dile gelen isyanını konu edinmektedir. Abdülhak Hamit Tarhan'ın, eşi Fatma Hanım'ın ölümü üzerine kaleme aldığı eser; Tanzimat Dönemi'nin akılcı düşünce yapısının dönüşümünü, şiire dâhil edilen yeni bakış açılarını, şiirin muhtevası ile birlikte yenilenen şeklini gözler önüne sermektedir. "Makber", bir feryadın yankılarını duyurmasının yanı sıra; bir dönemin şiir anlayışının açıkça tespit edilebilmesine sunduğu olanakla büyük önem arz etmektedir. "Eyvâh!.. Ne yer, ne yâr kaldı, Gönlüm dolu âh u zâr kaldı. Şimdi buradaydı gitti elden, Gitti ebede gelip ezelden…"

Abdülhak Hamit Tarhan
Makber

İLK TAB’A MUKADDİME

BİRKAÇ PERİŞAN SÖZ
“Makber” -ki asar-ı mevcudemin en ahiridir- fena bulmuş bir vücudun bekası için yapıldı. Makabirde mündemiç olan maalî-i şi’riyyeden “Makber”de bir eser bulunmadığını bilirim. “Makber” bir feryat-ı tahassürü şamildir ki hiçliğe müstenit olduğu için mütalaasından hasıl olacak netice de hiçtir; lakin bence bir şeydir.
Evet, bu kitabı pâymâl-i mütalea eden fikir bir kabristanı dolaşmış olur. Ve kabristanda vaki olduğu gibi, hiçbir şey anlamayarak içinden çıkıp gider.
Bu kitabın mukaddimesini görmekle neticesine vâkıf olmak yahut mündericatını okumakla ismini düşünmek birdir. Bu kitap kabristanda yazıldı ki bedbaht müellifini iyi tanıyanlara keder, tanımayanlara ise kelal verir. Teessüratımı yalnız gönlümde saklamak yahut yazıp da bastırmamak mümkün, belki de evla iken bu suretle meydana çıkarmak lazım mı idi suali varit olursa onun cevabı hazırdır:
Vadi-i sükûta düşenlerin ecsâdından mürur-ı zaman ile bir avuç toprak kaldığı gibi, gönülde olan en aziz bir yadigârdan da mürur-ı zamanla bir belirsiz hayal kalır.
Ben o hayale kani değilim.
Kitabı yazıp da evrakım içinde hıfzetmek ise efkâr-ı müteeyyise yahut aza-yı meyyite gibi perişanlığına hizmet eder.
Ben o perişanlığa tahammül edemem.
Ya kitabı meydana çıkarmak, yukarıda ümit ettiğim gibi, bekasına mı hadim olacak?.. O da değil. “Makber”, hiç olmazsa benden ziyade muammer olacaktır. İşte bunun için neşrolundu.
Gönlümdeki feryattan yapılmış bir mezardır ki muhteviyatını taşlara yazılmış sözler gibi isterim. Heyhat!..
“Makber”in havi olduğu feryatlar ayrı ayrı birtakım kabirlerdir.
Fakat bunların hepsinde yalnız bir vücut defin bulunuyor. O vücut ise bana sevdiğim bir yüzde tecelli eden insaniyettir.
Ben bu kitabı kendim okuyayım diye yazdım. Zira hissiyatıma iştirak edecekler nadir, belki dahi birkaç nevadir olacağını bilirim.
Bir de zaten kimsenin şerik-i teessürüm olmasını istemem. Korkarım ki o iştirak tecrübeye mütevakkıftır. Ben isterim ki hâline ağladığım biçare için yalnız kendim ağlayayım. Bu yalnızlık, pek büyük bir azap olduğu için, bana ayn-i tesliyet gelmelidir.
Mütâli görür ki bu mukaddime dahi kendim için yazılmış bir kitaba benziyor.
Geçelim.
“Makber”in birtakım tekerrürattan ibaret olan muhteviyatı yalnız bir lakırtıdır. O lakırtı ise yalnız mezardır: Bütün avazelerin neticesi yalnız son nefes olduğu gibi.
“Makber”in asar-ı sairem gibi, fena bulacağında şüphem yoktur. Zaten teessürümün muhafaza-i şiddetine ebediyet bile kifayet etmez. Müellif Halik’inin huzuruna yüreğinden bu yaranın kanları cereyan ede ede çıkacaktır.
Bazı kalplerde kederle sürur birbirine canişin olamaz. Kalp vardır ki perverde ettiği hüznü, dünyanın olanca haz ve meserretleri izale edemez. Gene de o hüzün hiçbir mesruriyete mâni değildir. Bazı gönüllerde ise hüzn-ü meserret müctemi bulunur. Bir hüzünde safa bulunması, bir tebessümün kederengiz olması bundandır. Fakat gene kalp vardır ki muhafaza ettiği kederi sevinç tezyit eder. Benim kederim bu ekdardandır.
Kederimin artması için sevinmek isterim. Bunu kimselere anlatamam. Bu hissin lisanı anlaşılmaktan beridir. Sükût edelim.
Fakirin bir eseri olduğu için “Makber”i şiir diye telakki etmek isteyen, okursa mütalaasında benim şairliğimden bir nişan bulmaz. Ancak düşünür ise bir feryat duyar ki isterse onu bir şiir zanneder. O feryat, beşerin aczidir.
En güzel, en büyük, en doğru şiir, bir hakikat-i müdhişenin tazyiki altında hiçbir şey söyleyememektir. “Makber” ise hitabet ediyor.
İnsan, bazı kere, hatırına gelen bir hayali tanıyamaz, o kadar güzeldir. Zihninden uçan bir fikre yetişemez, o kadar yüksektir. Kalbinde doğan bir hissi bulamaz, o kadar derindir. Bu acz ile bir feryat koparır yahut pek karanlık bir şey söyler yahut hiçbir şey söyleyemez de kalemini ayağının altına alıp ezer. Bunlar şiirdir.
“Makber”, gönlümde doğmuş bir teessürü havi iken bazı taraflarınca benim, rivayet olunan, şairliğimle büsbütün ecnebidir. Okuyan birbirine benzemez iki lisan bulur ki “Makber”in belki iki adam tarafından yazıldığına zahip olur.
Hele yazdığım şeylerin bazısı o kadar benim değildir ki manalarını kendim de anlayamam.
Hikâye-i maziye dair olan cihetleri -ki en harap yerleri olduğu hâlde, en sevdiklerimdir- beni şair sayanları giryan yahut saymayanları daha ziyade rast-beyan eder.
Bazı vadileri de gene benim şiirime değil de bir taze kızın mezarına benzer. Birincisi nekais-i edebiyyeden, ikincisi nekais-i insaniyyedendir.
Tasvir-i fezaile taalluk eden cihetlerine gelince: Pek nakıs yahut pek nakâfidir.
Bazı tarafları da feryat hâlinde olduğu için o kadar yerde kalmaz.
“Makber”, umumiyeti itibarıyla, pek çok nazarlar için soğuk bir eserdir. Bu soğukluk, yalnız benim kalbimi ihrak eder.
Âlem-i edebiyatta bir ahiret lazımdır. “Makber”, o ahiretten nişandır.
“Makber”, hayat-ı edebîmizin kabristanıdır, benim zevalimdir.
“Makber”, bir fikri birçok tarz-ı beyanda söylüyor. Elfazı havas için hiç, manası havass-u avam için hiç, vücudu bir merhum için mezar, binaenaleyh bence bir şeydir.
“Makber”, uğradığım felaketin ağırlığına nispetle hafif, derinliğine nispetle tehî, şiirliğine nispetle hiçtir. Fakat bana nispetle bir şeydir.
“Makber”, makber değil bir türbe, türbe değil bir mabet, mabet değil bir küre, küre değil bir feza-yı bîintiha olmalıydı. Hâlbuki bir makber bile değil. “Makber”, nur-ı ilahinin indiği, fikr-i insaninin çıkamadığı bir minber olmalıydı.
“Makber”, bir mahşer olmalıydı. Heyhat!..
Fikir çıkmamalıdır demem. Çıkamaz bir hâlde bulunmalıdır. “Makber”de iniyor, müebbeden iniyor!.. Bu ebedî iniş bir derinliğe dâl olsa bile, hayfa ki gene “Makber” olmaktan başka bir şey değil: “Makber”in manası mekabirin zevahirinden ibaret.
“Nekayis-i edebiye, nekayis-i insaniye” demiştim. Evet, ne yapalım?..
Hatayı tashih için ne yapalım ki en büyük hata musahhihten sadır oluyor!.. Güzel çehreler namına, büyük namlar eshabına heykeller yapıldığı gibi, güzel fikirler, büyük vakalar için de beyitler yapılmalıdır. Mezar, Allah’ın yaptığı bir heykel. Biz onu nasıl tasvir ve tecsim edebiliriz?..
Hangi şair bir güzel kıza onu görmeyenlerin nazarında tecsim edecek kadar cismaniyet vermiş?.. Hangi kalem mehâsin-i tabiiyyeyi hakkıyla taklit etmiş?.. Bizim yazıp da en güzel bulduğumuz şiirleri bize ilham eden tabiattır. O şiirler, suda görülen akse benzer ki mutlaka hariçte bir müsebbibi olur.
Bazı ekabir-i edep, bir şairin meziyyatı kendi beyninde tevellüt ettiğini iddia ederler. Ben bu fikirde değilim. Benim, eğer varsa mehasinim dağların, bayırların, güzel yüzlerin, çiçeklerindir. Seyyiatım benimdir.
Bitirmeden evvel şunu da söyleyeyim:
“Makber”in bende vukuunu haber verdiği musibet, her hâlimle beraber, eşârıma da bir büyük inkılap getirdi. Bu inkılabın sadmesiyle fikrimin ettiği harekât, tedenni yahut terakki midir?.. Orasını ihvanım temyiz eder.
Mukaddimede bile iki sözü bir araya getiremediğime dikkat buyurulsun. Dediğim inkılap, sema ile mezarın müsademe edecekleri bir noktada yahut bir feza-yı namütenahide bulunmaktır. Kalbim, müddetlerce, bu iki kuvve-i harikuladenin arasında kaldı. Bunlar yakınlaştıkça ben tesliyet bulur, ayrıldıkça nemvid olurdum. Nihayet birleştiler. Ben ezildim, “Makber” çıktı!.. Bu, şiir midir?.. Ne mümkün!.. Sema ile mezar birleşmemeli, daha doğrusu, ayrı kalmalı idiler. Ben iftirak ve istiğrak ile figan etmeli idim. O, şiir olurdu.
“Makber”den evvel yazdığım şeylerin pek çoğunu beğenmem, bazısını pek az beğenirim. “Makber”i ise hiç beğenmiyorum, çok seviyorum.
Beğenmediğim şu sebepledir ki bu kitabın edebiyat ile pek az münasebeti var. Sevdiğim şunun içindir ki bu kitap odur.
Bütün mevcudatı şiir görenler nazarında, belki “Makber” de bir şiire benzer. Bence bir şaireyi andırır; o şaire Sâni-i Kudret’in bir şiiri idi. “Makber”in muhteviyatı, bunca nekayisi, haşviyyâtıyla beraber, bir merhumenin ruhaniyeti, bir ruhun maneviyatıdır.
Makber onun hâli, onun resmi, onun hayali, onun heykeli, onun mezarıdır; onun hiçbir beğenilecek yeri kalmayan hayatıdır. Gene tekrar edeyim: “Makber” odur. Bunun için severim.
Lakin “Makber”, edebiyat noktainazarına karşı çirkin bir çocuktur: Masum fakat güzel değil; hakir bir feylesoftur; hikmet fakat şüpheli; kusurlu bir hüsündür; feryat fakat musanna; mamur bir mezardır; hazin değil fakat mezar; bir magrib fakat parlak; bir güzel fakat sevimsiz; bir şiir fakat kafiyeli.
Bunun için de beğenmem.
Fikrin serhaddi memat olduğu gibi, şiirin de elfaza intikalde hududu kafiye oluyor. Ne yapalım!..
Makber için bir fikr-i şer’î beyan etmek lazımsa işte bu kitap bir merhumenin mezarıdır.
Zâirinden Fatiha niyaz ederim.

    Abdülhak Hamit

SON TAB’A MUKADDİME[1 - “Makber”in 1922’de eski harflerle çıkan son tabının mukaddimesi.]
“Makber”le “Ölü” sükût ile feryattır. Yahut birer sükût-ı enin-aluddur.
“Makber” dediğimiz leyl-i muzlimden doğan bu “Ölü” atide bir gün hakikat gibi üryan veya kefen-pûş-i acz-ü isyan, bir tayf-i şebrev hâlinde, eminim ki bir “Hacle”ye de girecektir.[2 - “Ölü” ile “Hacle” Hamit’in iki meşhur eserinin isimleridir: Bunlardan “Ölü”, “Makber”in son tabına zeyl olarak neşredildiği için bu mukaddimede ikisinden de bahsedilmektedir.]
Bu mevlud-ı hissiyat-veludun sadası işitilmez fakat duyulur. O mehd-i sermediyyet-ahdin sükûtu bir nev’i ilhamdır. Mealine akıllar ermez fakat kalplerde manidar olur.
Ben ihtiyarladıkça “Ölü” tazeleşecek, “Makber” tazelenecektir. Niçin mi?.. Arz edeyim:
“Makber”i edebî hayatımızın kabristanı gibi yâd edişim mahza edebiyat noktainazarından bir tevcihtir.
Yoksa bu mahşer-i dünyevi-i beşerde hayat ile memat baki oldukça, bu kubbe-i nilgün-ı hilkatte sükût ile feryat devam ettikçe ve insanlarda hissiyat bulundukça “Makber”le “Ölü”nün hayatı yahut bu iki eserin muhteviyatı için zeval-ü fena tasavvur olunamaz.
Her ferd-i ziruh bir gün benim gibi musab-u mecruh olacak, benim gibi hissedecek, benim gibi ağlayacak ve hiç görmemiş, ziyaret etmemiş olduğu “Makber”le “Ölü”yü kendi kendine ve min-tarafillah okumuş, ezberlemiş bulunacaktır.
“Makber” her fâni için ebedî bir darbe, “Ölü” her dünyevi için manevi bir türbedir. Bunlarda bir hüviyet-i şiiriyye, bir tabiat-i edebiyye, velhasıl bir hayat-ı sanat taharrisine tasaddi nebbaşane bir teaddi olur. O yolda bir zair için “Makber” taş kesilir, “Ölü” sırıtgandır. Ve ben zairin o yoldaşını bir kahraman-ı hüner gibi telakki etmem. O bir edebiyat aslanı değil, belki bir maneviyat sırtlanıdır.
Ömrüm vefa ederse “Ölü” ile “Makber” birçok asar-ı atiyeye rehber olabilir. Ve onlar, tenkidat-ı edebiyyeyi kemal-i fahr ile karşılayacak şeyler olmak ihtimali vardır. Zaten bundan evvelki müellefat-ı hakiranemin her sahifesi güşâde ve malamal-i kusur-u ihmal, her türlü taarruz-u tenkide amade bulunuyor, yırtıcı kalemlere açık sahifeler!.. (Ancak ağlayanlara gülünmez, feryat takbih ü tevbîh edilmez.) Ah, Halik’le muhluk arasında bir rastrahtır.
Bu iki kitabın sahibi mümkün ve muammer olup da mesela yetmiş yaşına erdiği zaman, o iki ah-ı cangâh otuz yedi seneden beri rûberah-ı ilah olmuş olacak ve onlara, kim bilir, esna-yı seferde daha ne vaveylalar katılacak fakat bu kafile-i iftirakın son rehrevi bir sükût-ı ebedî olacaktır.
Bunun için -sükût ile feryat- baki oldukça demiştim. Ve “Ölü” ile “Makber” işte yalnız bu itibar ile daima taze ve ter kalacak; üslubu, elfazı ne kadar herem ve kıdem kesbederse etsin.
Diyebilirim ki “Makber”le “Ölü” benim eserim değil, yadigâr-ı rüzgârdır. Yahut benim eserimdir, hiçliktir fakat paydardır.

    Viyana, 15 Mayıs 1922
    Abdülhak Hamit

AH EY ZAİR
Mevtin pençesinde pir-ü cüvan zebundur. Kabristan türab hâline gelmiş esrar-ı ilahiye ile meşhundur. İşte şu gördüğün yere Abdülhak Hamit’in nur-ı dide zevcesi Fatma Hanım’ı gömdüler. Merhume Pirizade Hanedanı’ndan bir yetim idi. Bahar-ı ömründe veremden dar-ı gurbette irtihal etti. O vücud-ı hüzn-nümün şimdi senden Fatiha ister bir rûh-ı zîsükûndur.[3 - Bu sözler Beyrut’taki makberin de taşında muharrerdir. A. H.]

    Salı, Beyrut, Fî 6 Recep 1302

MAKBER
Eyvâh!.. Ne yer, ne yâr kaldı,
Gönlüm dolu âh u zâr kaldı.
Şimdi buradaydı gitti elden,
Gitti ebede gelip ezelden.
Ben gittim, o hâksâr kaldı,
Bir gûşede târmâr kaldı;
Bâkî o enîs-i dilden, eyvâh!..
Beyrût’ta bir mezâr kaldı.
Nerde arayım o dilrübâyı?..
Kimden sorayım o bînevâyı?..
Bildir bana nerde, nerde yâ Rab?..
Kim attı beni bu derde yâ Rab?..
Derler ki: Unut o âşnâyı,
Gitti tutarak reh-i bekayı…
Sığsın mı hayâle bu hakikat?..
Görsün mü gözüm bu mâcerâyı?..
Sür’atle nasıl değişti hâlim?..
Almaz bunu, havsalam, hayâlim.
Bir şey görürüm, mezâra benzer,
Baktıkça alır, o yâra benzer.
Şeklerle güzâr eder leyâlim,
Artar yine mâtemim, melâlim,
Bir sadme-i inkılâbdır bu,
Bilmem ki, yakın mıdır zevâlim?.
Çık Fâtıma lâhdden kıyâm et,
Yâdımdaki hâline devâm et,
Ketmetme bu râzı, söyle bir söz.
Ben isterim âh, öyle bir söz…
Güller gibi meyl-i ibtisâm et,
Dâğ-ı dile çâre bul, meram et:
Bir tatlı bakışla, bir gülüşle,
Eyyâm-ı hayâtımı temâm et.
Makber mi, nedir şu gördüğüm yer?..
Yâ böyle revâ mı cây-ı dilber?..
Bir tecribedir bu, hîledir bu…
Yok, mahvıma bir vesîledir bu.
Bak bak, ne değişmiş ol semenber!..
Gül çehresi, bak, ne yolda muğber…
Nefrin, bu siyâh bahta nefrîn,
Feryâd bu hâle tâbemahşer…
Yâ Rab, bana bir melek ıyân et,
Bir de beni öyle imtihân et:
Doğsun göreyim o mâh yerden,
Nûrun çıka ey İlâh yerden.
Maksûd-ı hayâtı dermiyân et,
Ferdây-ı beşer nedir beyân et?..
Yâ fikrimi rûhuna kıl îsâl
Yâ rûhumu hâkine revân et.
Derd oldu mukîm, çâre gitti,
Gûyâ vatanım kenâre gitti;
Ben gurbet-i daimîde kaldım,
Bir türbe-i bî-ümîde kaldım.
Ufkumdan o mâhpâre gitti,
Bir matla-ı şeb-nisâre gitti…
Gördüm yüzünü misâl-i zulmet,
Matla’ ona bir sitâre gitti.
Gördüm yüzünü türâb içinde,
Geldim, aradım kitâb içinde.
Bir hâb gelir o, dîdeden dûr,
Gitti diyemem mezara ol nûr.
Bu sıfr nedir hisâb içinde?..
Erkam ona inkılâb içinde.
Bir hîçi-i zîvücûd, yâhud,
Bir kabrdir ıztırâb içinde.
Her gördüğü şeyden, Allah Allâh…
Son demler o eyler oldu ikrâh.
Etmezdi heves güzel havâye,
Vermezdi semâya gayri pâye.
Tutmuştu fenâ rehin o hemrâh,
Etmek beni istemezdi âgâh;
Nâlân idi pençe-î veremde,
Gördükçe beni gülerdi eyvâh!..
Bir gün uzak olsa sohbetinden,
Ömrüm geçemezdi hasretinden,
Bir ân-ı firâkı bî-teemmül,
Ettim ebedîsine tahammül.
Kurtulmadı âh!.. illetinden,
Can kaldı alîl firkatinden.
Anlardı nedir azabı kabrin,
Görseydi bu hâli cennetinden
Yârımdı o, yoktu bir rakîbi,
Olmuş idi ruhumun tabîbi.
Şimdiyse elimde yok ilâcım,
Lâkin onadır hep ihtiyâcım.
Urmak neden öyle bir garîbi?..
Gurbetlerinin bu mu akîbi.
Ben bari türâb olaydım evvel,
Mâdâm türâb imiş nasîbi…
Sıhhatçiği dâimâ diğergûn,
Kalbi ise bin kederle meşhûn.
Ağlardı içi, olursa handân,
Handeyle ederdi setr-i hicran.
Pek çok kişi zannederdi memnûn,
Memnunluk olurken onda mahzûn.
Etmişti beni bu hâli pür ye’s,
Etmişti beni bu hâli meftûn.
Makber, sonudur dekayıkın bu,
Bir sırr-ı garibi Hâlık’ın bu.
Bir nûr ki meyledince hâba,
İnmekte şu bir yığın türâba.
En yükseğidir şevâhikın bu,
En müdhişidir hakayıkın bu,
Bedbaht, o hakîkat anlaşılmaz,
Şânın bu, cihanda lâyıkın bu.
Hempây-ı sükût rûzgârı,
Karşımda yürür durur mezârı.
Geçtikçe ben ol güzârgehden,
-Kim hîç geçilmiyor velehden-
Gördükçe temevvüc-î gubârı,
Gönlüm gelecek sanır o yârı.
Bir gamlı haber duyub, demiştim;
Agâh edeyim o gamgüsârı.
Kalbimde teessür-î zevâli,
Feryâd ile şerh için bu hâli.
Gâh avdet eder de makberinden,
Evde onu bulmak isterim ben.
Birdenbire fevtinin hayâli,
Tağrîb kılar bu iştiğâli…
Gönlümde yine tahaşşüd eyler,
Bilcümle mekabirin zılâli.
Yâ Rab, öleyim mi, neyleyim ben?..
Ayrı yaşayım mı sevdiğimden?..
Verdin bana böyle bir musîbet,
Ettin beni düşmen-î mahabbet.
Yâ bir kulu sevmiyor musun sen?..
Yâ böyle ölüm değil mi erken?..
Hiç bulmamak üzre gaib ettim,
Mecnun gibi ben onu severken.
Yok, yok!.. Bunun ihtimâli yoktur,
Kalbin o kadar mecâli yoktur.
Müstakbele hükmolunmaz ammâ,
Vicdan kılıyor bakayı imâ.
Yok şüphe ki eski hâli yoktur,
Lâkin umarım zevâli yoktur.
İllâ yaşamak bana gerekmez,
Âlemde bunun misâli yoktur.
Allâh işini gör ey birader,
Etmez mi bu iş beni mükedder…
Lâkin ne mükedder, âh sorma!..
Kimdir kim o bîgünah?.. Sorma!..
Olmuştu yetîmlik mukadder,
Bilmezdi nedir pederle mâder.
Bil sinnini: yirmi altı var, yok,
Tut, sonra, anı mezâra gönder…
Kendi gibi olmadan haberdâr,
Evlâdını da yetim eder yâr.
Ta’kib ederim eğerçi her gün,
Ben yolda iken gurûb eder gün.
Mechûl kalır netice-î kâr:
Yâ hâb o, ya bir hayâl-i bîdâr.
Metruk, zalâm içinde, bîkes,
Ben yâr-ı kadîmi sanki ağyâr.
Yok ben bu tahavvüle dayanmam,
Ben böyle hakikate inanmam.
Şiddetle bu benziyor muhâle,
Bilmem, niçin ağlarım bu hâle!..
Hecrin ile haşre sürse, yanmam,
Kanmam meleğim, bu derde kanmam.
Haşre kadar ağlasam yetişmez,
Haşre kadar ağlasam osanmam.
Lâhût nedir, nedir ya nâsût,
Feryâdıma karşı emr-i meskût.
Bir sırr oluyor bütün bu esrâr,
Ma’nâ bitiyor kılınca tekrâr.
Yâ Rabbi nedir o tahta tâbût,
Olmaz mı ukul bunda mebhût…
Mümkin mi o cism-i nâzenini,
Tekfîn ede bir acûz-i fertût.
Ölmek diyoruz nedir bu ta’bîr,
Cânan mı ede bu hâli tefsîr?..
En ince yerim kırıldı yâ Reb,
Karşımda nedir bu burc-i Akreb?
Etmez mi bu hâl cana te’sîr?..
Kılmaz mı bu i’tikadı tağyîr.
Hayret eğer olmasaydı vârid,
İnsan neyi addederdi tedbîr?..
Sen Fâtıma gittin öyle bensiz,
Gönlüm acabâ yaşar mı sensiz.
Ölmek, yaşamak, ya can çekişmek,
Râzîyız, aman fakat değişmek…
Sen, ben gül isek bugün dikensiz,
Âzâde hayâtsın mihensiz.
Ben âlemi neyleyim çemenzâr,
Ben âlemi neyleyim çemensiz…
Yâ Rabbi bu emri sen buyurdun,
Ol savt-ı hazin nedir duyurdun.
Neydi ya o dest ü pây-ı bârid…
Bir böyle kazâ olur mu vârid?..
Ey mevt, niçin bu dâmı kurdun?..
Canpâremi urmasan nolurdun?..
Bu haste-i bîşifayı ey mêvt,
En ölmiyecek yerinden urdun.
Etti ebedî sukut o kevkeb;
Bulmaz ebedî husûl o matleb;
Çıkmaz, açılırsa hep felekler;
İnmez yere, düşse hep melekler.
Yıldızlar içinde cân-berleb,
Lâkin ararım o mâhı her şeb;
Görsem bilirim ki hâb gördüm,
Tutsam görürüm hayâldir heb.
Olsun mu içim gurûba mâil?..
Olmaz mı evim tulûa hâil?..
Yâdiyle onun -ki mihr-i candır,-
Gönlümde gurûblar ıyandır.
Bir fikre bu nûr olunca şâmil,
Olmaz mı o ihtiyâç zâil?..
Bir lâhza onu tefekkür etmek,
Binlerce tulûadır muâdil.
Yâ Rab, elemindedir necâtım,
Mâtemlene serbeser hayâtım.
Ettinse binây-ı ünsü vîrân,
Hicrânına bâri verme pâyân.
Olsunbu gırîvde sebâtım.
Nâlân ola bister-î memâtım.
Gönlümdeki yâre tazelensin.
Oldukça herempezîr zâtım.
Pîrâzâdeydi nâm u şânı,
Beş yüz senelikti hânedânı.
Binlerce hazândan bakiyye,
Bir serve bahardan hediyye.
Gezmişti hakir ile cihânı,
Geçmişti meşâk ile zamânı.
Cennet gözükürdü rûha meftûh,
Ma’sûm idi ol kadar cenânı.
Kalben o nümûne-î asâlet,
Müşfikliği vâsıl-î nihâyet;
Ol kalbe idi nişâne çeşmi,
Meftûh reh-î cinâne çeşmi.
Bittikçe nezâket û zarâfet,
Başlardı zekâ ile dirâyet.
Ondaydı muhassenât-ı ahlâk,
Ondaydı mehâsin-î kıyâfet.
Bir şi’r idi mübhem û müessir,
Temyiz kılan olurdu şâir.
Sahrâ, Eşber, Tezer onundur,
Ben vâsıtayım, eser onundur.
Bin hayret ile olurdu zâhir,
Hâlinde garîb yüzlü bir sır.
Azhardır o şimdi makberinde…
Sübhânallâhu Hayy-i Kaadir…
Ben anlar idim o rûy-i zerdi,
Kim şi’rime rengri şi’r verdi.
Billâh düşündüğüm yazılmaz,
Elbette kalemle dağ kazılmaz.
Gizler yüreğinde germ ü serdi,
Ma’lûm değildi halka derdi.
Hiç bilmiyerek nedir müsebbib,
Kim görse fakat acır, severdi.
Mâlikti o hilkat-î necibe,
Bir fikr-i musahhih û musîbe.
Çıkmazdı semâya zaviyemden,
Anlardı meramı nâsiyemden.
Çok yazmaz iken -bu dur garibe
İlhâm bulurdu bir edibe.
Etmişti beni o ince sözler,
Meftûn o zekây-ı dilfirîbe.
Tecdîd kılıp harâb şi’rim,
Destinde bulurdu tâb şi’rim.
Zihnimdeki fikre yâr olurdu,
Gaybeylediğim sözü bulurdu.
Ettikçe yazıp hisâb şi’rim,
Anlardım olur kitâb şi’rim.
Şairliği gayri neyleyim ben?
Olsun dilerim türâb şi’rim.
Gitti nazarımdan… Âh gitti…
Bî-maksad u bî-günâh gitti.
Her ferd, cihanda birdir amma,
Bir dâne değildir, öyle -hâşâ!-…
Bir dâne idi o mâh, gitti,
Aylarca olup tebâh gitti.
Görsem yeridir seni karanlık,
Nurum benim ey İlâh, gitti…
Mahvolsa da bir şükûfe-î ter,
Vardır ona cânişîn-i diğer;
Elbet o da bir güzel çiçektir,
Evvelki değişmemiş demektir.
Eylerse gurûb mihr-i enver,
Tekrâr tulûudur mukarrer.
Hiç açmıyacak fakat bu gülbün,
Her ân edecek gurûb o ahter…
Bin yolda seni düşündüm ey mâh,
Kaldı yan yolda aki-ı kûtâh.
Bir sâika var, sadâsı çıkmaz,
Bir nûr düşer ziyası çıkmaz.
Allâh… dedim işittim Allâh,
Feryadıma hayret oldu hemrâh.
Herkes nazarımda gitti bir gün,
Ben fevtine sonra oldum agâh.
Ya Rab, bileyim nedir hakîkat
Hicran mı demek bu sırr-ı hilkat?..
Yok farkı, ne yolda inlesem ben,
Bir meşcerenin iniltisinden.
Her şey verir oldu câna firkat,
Her şey gelir oldu kalbe rikkat.
Eyvâh, ne zehr imiş hayâtım,
Bunca acıya gelir mi tâkat?..
Yok şüphe ki zehrdir hayâtım,
İçtikçe gelir dem-î memâtım.
Teşrîh-i vücûd kıl: ademdir;
Ta’mîk-ı neşât kıl: sitemdir.
Ölmekte midir aceb necatım?..
Kalmakta nola muhassenâtım…
Sun’un başıma yıkıldı yâ Rab,
Zîrinde nedir benim sebatım?..
Dursun yetişir sümûm-ı kahrin,
Tuğyam yeter bu nehr-i zehrin.
Dursun bu süyûl-i bî-tenâhî,
Bir cür’aya kailim ilâhi…
Aldı beni mevcesi o nehrin,
Çöktü bana toprağı bu şehrin…
Hâlâ yaşarım, nedir lüzûmum?..
Bir uzvu muyum vücûd-i dehrin?..
Mir’âtı mıyım celâlinin ben?..
Yâ aksi miyim cemâlinin ben?..
Benden bu cihan ne anlar, eyvah…
Me’yûs ederim ukulü billâh…
Bir lâfzı isem mealinin ben,
En çirkiniyim zılâlinin ben.
Cilven olamaz mı tâm bensiz?..
Noksânı mıyım kemâlinin ben?..
Sen aldın o yâr-ı demgüzârı,
Gam verme alınca gamgüsârı,
Deryâ mı gerek ya gözyaşımdan?..
Alçak mı şu kûhlar başımdan?..
Sustur ya bu kalb-i nâlekârı,
Yâ kârger eyle âh u zârı…
Yok, yok… edeyim figan u hasret,
Hem hasrete olmasın medârı.
Dilden geliyor bu âh u feryâd,
Bir hikmete lâzım etmek isnâd:
Cûş etmede vahdet-î Hudâdan,
Menba’ ki değil habîr mâdan.
Tilmîz bu fende akl-ı üstâd,
Allâh yolunda hayret-âbâd.
Bir hüzn verir bu hâl; lâkin
Ol hüzn ile şâd olur bu nâşâd.
Gitti ebede gelip ezelden,
Gördüm, bilirim ki gitti elden.
Her ân ederim, kılıp azîmet,
Ta’kibe şitâb birle ric’at.
Feryâd, bu şevkden, keselden,
Bin ye’s ile geçmedim emelden.
Yeksân edecek bizi, o var bir.
Bilmem niçin ürkerim ecelden?..
İnsan olamaz zevale kaail;
Zîrâ yaşamaz o hâle kaail.
Gökte başı, zîri çâh-ı esfel,
Hep kendini anlatır o muğfel.
Gafletle olup muhâle kaail,
Olmam bakın irtihâle kaail.
Kaldım, yaşarım cihanda tenhâ;
A’mâ gibi bir hayâle kaail,
Derd oldu banâ elîm gönlüm,
Hiç eskimiyor kadîm gönlüm.
Şâir mi, ya nevheves miyim ben?..
Hayvan gibi bir nefes miyim ben?..
Alçaklaşarak kerîm gönlüm,
İster neye bir nedîm gönlüm?..
Taşlar yiyesi gözümde sonra,
Bir mi’de kalır hakîm gönlüm.
Bildik seni muktezây-ı hilkat;
Yâ Rab bu mudur safây-ı hilkat?..
Ziynet mi bu perdeye hayâlim?..
Ben hangi hakîkate misâlim?
Hiç bitmez iken belây-ı hilkat,
Âlem kılıyor senây-ı hilkat…
Etmez misin ey Cenâb-ı Hâlık,
Mahlûkunu âşnây-ı hilkat?..
Sen Hâlıkımızsın, ettik îmân,
Bir sende bulur bu ye’s pâyân.
Sen varken olur mu âhıret yok?..
Yok şüphe ki sende mağfiret çok.
Duydum seni istiyor bu vicdân,
Bildim sana vâsıl oldu cânân.
Tekrâr buyur fakat hayâtın,
Can ver ona, vermedinse derman.
Bî-fâide gördü çok cefâlar,
Bigâne bulundu âşnâlar.
Ben neyliyeyim büyükse devrân?..
Taksiri nedir küçükse insân?..
Kâr etmedi verdiğim devâlar,
Geçti yere ettiğim duâlar.
Gördük seni ey Hakîm-i mutlak,
Ey hastalara veren şifâlar…
Ben kendimi zannederdim insân,
Ettin bana sen kusurum i’lân.
Hayvan imişim, diriğ!.. ben hem,
Teşhire beni sebeb ne bilmem?
Hûnum haşerâta zîb-i dendân,
Bir fosfor imiş bu nûr-i irfan.
Beynimse çiyanların gıdâsı,
Makberde olur bu sır nümâyân.
Efkâr yerinde mâr ü gejdüm,
Âdem mi kalır gözümde merdüm?..
Bu seng, bu mevc-i ye’s ü mâtem,
Bu hâk, bu zulmet-i mücessem
Ettikçe uyûn ile tesâdüm,
Mümkin mi ki fikr ede tekaddüm?..
Ölmekse garaz, maraz ne lâzım?..
Ölsün, fakat etmesin teverrüm[4 - Burada teverrüm etmeden ölmesi temenni olunan kim olduğunu izaha yahut teşhire lüzum yoktur. Çünkü izah etmemek daha ziyade gösterir. A. H.]
Hiç kalmadı bir işim bu demde,
Ben kalmayı isterim ademde.
Eyvâh, ne fâide, o gitti!..
Kalbim de buna şehâdet itti.
Gördüm onu pençe-î veremde,
Rûhum ebedî demek elemde.
Ben neyliyeyim semâda yâ Rab,
Yâhud bu güzergeh-î sitemde?..
Yâ Rab, bana bir inâyet eyle.
Bir yol tutayım delâlet eyle.
Kaldımsa da görmedim o nerde,
Sadmen ile bir adım ilerde!..
Ey can, buna gel kanâet eyle,
Git makberini ziyâret eyle;
Kesme yolum ey hayât-ı kaatil,
Ey mevt, beni sıyânet eyle…
Yâ Rab, çekemem bu ıztırâbı,
Hattâ çekemem huzûr u habı.
Tebdîl buyur bu hâli artık,
Elverdi bu gördüğüm karanlık.
Hissetmiyeyim bu iktirâbı,
Bir sıfr olayım bitir hisâbı.
Kabrinde onun beni şehîd et,
Elverdi türâbının azabı.
Eyvâh… cihanda vâlidem var,
Nefsimde demek mücâhedem var…
Derler ki: onun safâsıyım ben,
Bin derdine bir şifâsıyım ben,
Derler ki: Hüseyn ü Hâmidem var,
Dünyâda demek ki fâidem var…
Ben gam yiyorum, beni yiyor gam,
Yâ Rab, ne garîb mâidem var…[5 - Bu mısranın aslı “Yâ Rab ne ekûl maiden var.” idi. Biraz garip geldiği için bu suretle tebdil olundu. A. H.]
Gördün meleğim, nedir günâhım:
Sensiz yaşamakla rü-siyahım.
Âtide kemâl-i hasretimden,
Âsilik eder miyim aceb ben?..
Kendimde biraz var iştibahım,
Bihûde değil bu âh ü vâhım.
Ruhm et, bana bir tarîk göster,
Mihrin ola ya’ni sedd-i rahım.
Ey kabri gülen bu eşk-i terden,
Ey sengi rakîk bir ciğerden.
Ma’nâlı mıdır bu gün bu girye?..
Senden sorarım: niçün bu girye?..
Ref’et bu tereddüdâtı serden,
Ver Hâmidine cevâb yerden.
Dîvâr sızıntısiyle bîfark,
Lâyık mı kan ağlayım kederden?..
Maksad ne fakat bu gözle kaştan,
Bir sûlh mudur garaz savaştan?..
Her şeyde ilerlemek temenni,
Mevtâ neden eylesün tedenni?..
Bîfark ise ter o kanlı yaştan,
Kalbe ne kalır ziyâde taştan?..
Lâzım mı idi kanat verilmek,
Aklım uçacak değilse baştan?..
Bildir: nereye uçar gülüşler?..
Feryâdlara olur mu bir yer?..
Zâhir neye böyle ye’sdir hep?..
Bâtın, neden öyle hande – berleb?..
Ben zâir, sen defîn-i makber,
Gel, bir soralım bunu beraber:
Çıktın mı huzûr-ı Kibriyâ’ye?..
Bildin mi nedir o tıfl-ı ekber?
Ma’sûm ki râzdır bükâsı,
Ma’sûm ki handedir likası,
Kehvâresi şâdmân-ı matem,
Bâzîçesi inkılâb-ı âlem;
Ma’sûm ki yoktur intihâsı;
San kendisi kendinin Hudâsı.
Etmişti seni o hâlık-i nâz,
Fikrimde vücûdunun ziyası.
Cânan biliyor o tıflı canlar,
Perverdesidir o tıflın anlar.
Ey rûhu kılan gözümde pervâz,
Oldun mu o âşiyanla demsâz?..
Ol yerde nasıl geçer zamanlar?..
Mer’î mi zeminler, âsmanlar?..
Gördünse ne gözle gördün?.. Ehvâh!
Sûrâh o nûrdan ne anlar?..
Dendan ne bilir gıdây-ı rûhu?..
Makber ne bilir safây-ı rûhu?..
Ol akldan üstühan ne anlar?..
Bilmezse mekin, mekân ne anlar?..
Sensiz bulan intihây-i rûhu,
Bir zerre görür fezây-ı rûhu.
Olmazsa vücûd ile beraber,
Ben neyliyeyim bekaay-ı rûhu?..
Bâkî bu zavâhir olmalıydı:
Cânan bana zâhir olmalıydı.
Olmaz bana bir penâh arşın;
Olsun senin ey İlâh arşın.
Ukbâda makâbir olmalıydı,
Kalbin ona zâir olmalıydı.
Ehvendi adem cehennem olsa,
Fikrim yine kâfir olmalıydı.
Avdetle o dem geçen zamânım,
Sen olmalısın enîs-i cânım.
Dil neyleye hüsn olunca zail?..
Hurşîd dönerse neylesin zil?..
Lâyık mı benim kalıp nişanım,
Sürtüp dura cism-i bîtüvânım,
Hicrânın ile kan ağlayıp can,
Bir sengi tavâf ede figanım?..
Siz keşfediniz bunu, çiçekler;
Zâyi’ neden oldu hep emekler.
Kalbim gibisin o nûra medfen,
Ey taş, onu hisseder misin sen?..
Kuşlar, o fidanı var mı bekler?..
Ol rûha açıldı mı felekler?..
Kurtlar mı yiyor o cism-i nâzı?..
Yâ da’vete geldi mi melekler?..
Gelmiş bana ne meleklerinden?..
Göklerde açan çiçeklerinden?..
Bensiz melekûtu neyleyim ben?..
Nefyimde sübûtu neyleyim ben?..
Doğmazsa o meh feleklerinden;
Tutmazsa elim eteklerinden;
Evlâ bulurum tehîye nisbet,
Olsam biri ben sineklerinden.
Pişimde bu secdegâh-ı tevhîd,
Aklımda şükûk, dilde ümmîd;
Fevkimde likaay-ı sermediyyet,
Zîrimde fenây-ı âdemiyyet,
Haktan dilerim hayât-ı câvîd,
Eyler beni seng ü hâk tehdîd.
İnsâna, derim, fena muhakkak;
Rûhum heyecanla der ki; te’bîd…
Ger yoksa beşerde bir meziyyet,
Var zannı niçin verir meşiyyet?..
Ey kabr, gelir bana sükûtun,
Takrîrı o Hayy-i Lâyemutun.
Ey sırr-ı nühüfte-î hüviyyet,
Çekmek mi nasîbimiz eziyyet?..
Bunda ebedî görüp de samtın,
Densin mi bu hâle sermediyyet?..
Bir başka hayât müstedeldir;
Mahvolmaz o rûh; müntakildir;
Her şeyde bir inkılâbdır bu;
Yâ rûh nedir, bekaa bulur o?..
Bir sırr-ı muhît ü müstakildir,
Bir emr-i muhal ü muhtemildir.
Ol sırrı bilen o zâttır ki,
Esrarına zâti müştemildir.
Bîhûde gelir mi hiç halâyık?..
Mahlûkunu hîç eder mi Hâlık?..
Hem belki o bizce bir hederdir,
Hiçlik ona karşı bir değerdir.
Cû’ olmada ekl ü şürbe sâık,
Ümmîd-i bekaa, bekayı nâtık.
Bir başka hayât muktezîdir,
Encâm-ı memât yok, ne lâyık?..
Olmuş bize bir hayât şöyle;
Bir diğeri olmasın mı öyle?..
Olmaz demek, âhiret, ne boş rey…
Dünyâ dahi hiç değil olur şey.
Tatbîk demek bu şehri köyle,
Sen bul daha benzerin de söyle,
Vardır sözü cêhlden gelirmiş,
Yoktur dememiz de bence böyle.
Akl olma ile kasîr ü mahdûd,
Hâricde kalan olur mu merdûd?..
Ger yoksa onu kabule esbâb,
Reddetmeğe de görülmez îcâb.
Ben ruha nasıl derim ki mefkûd,
Hissettiğim ıztırâbı mevcûd.
En doğru delildir bu hicrân,
Bir bâb durur ukule mesdûd.
Bu makberedir o bâba makdem,
Bilmem ne duyar, girince, âdem?..
Sûzişlerimin budur esâsı,
Hep şüphelerin bu en fenâsı.
Benlik acabâ kalır mı ol dem?..
Sönmüş, erimekte nûr-ı dîdem.
Ben gözler idim bu hâli ey yâr,
Senden daha çok zaman mukaddem.
Ey yâr-ı vefâşiâr, bekle!..
Çok dem edemez güzâr bekle!..
Beklersen eğer beni, ne devlet!..
Sen, bitmez isen biter bu hasret.
Bitsin gam-ı rüzgâr, bekle…
Bir gün ederim firâr bekle…
Ben bekliyorum o vakti her ân,
Her an bana der mezâr: bekle…
Kılmazsa bugün sebât bir şey,
Olmaz mı bu hâdisât bir şey?..
Kâzipse seher, hayâl ise şeb,
Encüm sayılırsa sıfr der-çeb.
Nisbet ölüme hayât bir şey;
Nisbet ebede memât bir şey.
Bir şey yoğise buna müsebbib;
Elbette bu kâinât bir şey.
Mâdâm ki onda dâhiliz biz,
Denmez ki, hayâl-i zâiliz biz.
Görmekte büyük, küçük müsâvât,
Bu silsileden çıkar mı emvât?..
Zahirde fenâya mâiliz biz,
Ma’nây-ı fenâyı câhiliz biz.
Âlem ne olursa biz beraber,
Âkılsek o hâle kaailiz biz.
Farzet ki zevâldir hakîkat,
İnsan niçin olmasın muvakkat…
Olmazsa bu hâbdan o bîdâr,
Da’vâda olur mu hakkı derkâr?..[6 - “Hakkı derkâr” yerine “Sanki hakdâr” da denilebilir. A. H.]
Yokdan bizi var eden bu fıtret,
Vardan da yok etse haktır elbet.
Biz anlamadık ki ibtidâyı,
Mahkûm ola indimizde gayet.
Zîrûh fena bulur, ıyandır.
Ru’yâ denemez, cihan cihândır;
Vermez, görürüz, zevahir ümmîd,
Baksan yine bizce zâhir ümmîd.
İşte bu ümîd kim nihandır,
Bâkîliğe belki bir nişandır.
Yok yok, şunu anladık biz ancak;
İşte bu cihan, bu âsmandır!..
Ey çehre-i nâzenîn-i gülfem,
Sen bâri gülleydin âh bir dem!..
Çeşminle ümîdim oldu mestûr,
Ümmîd, derim, o şevk-i meftûr.
Eyvâh, ne ecnebi bu âdem…
Bak, kendine olmuyor o mahrem.
Yerden çıkar ol kadar güzellik,
Gitti yere öyle bir güzel hem.
Ey yâr, şu nevbehâr sensin;
Ben anlıyorum ki yâr sensin;
Ettikçe nigâh bahr ü berre;
Birden sanırım ki ba’zı kerre,
Meşcerdeki rûzgâr sensin;
Ağlar derim, eşkbâr sensin;
Türben görününce, anlarım ki,
Öldüm, bana türbedâr sensin.
Gördüm ki kapandı ben o gözler;
Hep zu’m u hayâldir bu sözler.
Söyler, gülerim: bu ta’ziyettir;
Ağlar, susarım: bu tesliyettir.
Eyvâh!.. Nasıl gülerse yüzler,
Bir kalb de tıpkı öyle özler.
Ma’nâsı emeldir ibtisâmın,
Zulmette kalan sabâhı gözler…
Etmeklik için Hudâyı iz’ân,
İnsan ne demek, bilir mi insan?..
Mümkin mi o Kibriyây-ı mutlak,
Mahkûm-ı hayâl-i âdem olmak?..
Ne akl bilir onu, ne vicdân,
Tahdîd çıkar, ne dense noksân.
Biz hükmedelim, ne zû’mdur bu!..
Hiç mahkemeye gelir mi Yezdân?..
Yok… Bunda azâbdır azabını:
Rü’yâ olamaz hayâl ü hâbım.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/abdulhak-hamit-tarhan/makber-69429487/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
“Makber”in 1922’de eski harflerle çıkan son tabının mukaddimesi.

2
“Ölü” ile “Hacle” Hamit’in iki meşhur eserinin isimleridir: Bunlardan “Ölü”, “Makber”in son tabına zeyl olarak neşredildiği için bu mukaddimede ikisinden de bahsedilmektedir.

3
Bu sözler Beyrut’taki makberin de taşında muharrerdir. A. H.

4
Burada teverrüm etmeden ölmesi temenni olunan kim olduğunu izaha yahut teşhire lüzum yoktur. Çünkü izah etmemek daha ziyade gösterir. A. H.

5
Bu mısranın aslı “Yâ Rab ne ekûl maiden var.” idi. Biraz garip geldiği için bu suretle tebdil olundu. A. H.

6
“Hakkı derkâr” yerine “Sanki hakdâr” da denilebilir. A. H.
Makber Абдулхак Хамид Тархан

Абдулхак Хамид Тархан

Тип: электронная книга

Жанр: Стихи и поэзия

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Tanzimat Dönemi Türk Edebiyatı’nın, muhteva ve şekil yönüyle öne çıkan eserleri arasında yer alan "Makber"; Abdülhak Hamit Tarhan′ın ölüm gerçeği karşısında iç dünyasına dönmesini ve bu gerçek ile yüzleşirken dile gelen isyanını konu edinmektedir. Abdülhak Hamit Tarhan′ın, eşi Fatma Hanım′ın ölümü üzerine kaleme aldığı eser; Tanzimat Dönemi′nin akılcı düşünce yapısının dönüşümünü, şiire dâhil edilen yeni bakış açılarını, şiirin muhtevası ile birlikte yenilenen şeklini gözler önüne sermektedir. "Makber", bir feryadın yankılarını duyurmasının yanı sıra; bir dönemin şiir anlayışının açıkça tespit edilebilmesine sunduğu olanakla büyük önem arz etmektedir. "Eyvâh!.. Ne yer, ne yâr kaldı, Gönlüm dolu âh u zâr kaldı. Şimdi buradaydı gitti elden, Gitti ebede gelip ezelden…"

  • Добавить отзыв