Henüz 17 Yaşında

Henüz 17 Yaşında
Ahmet Mithat Efendi
Ahmet Mithat Efendi’nin dönemin kerhanelerinin ve toplumsal yapısının iç yüzünü en gerçekçi hâliyle okuyucuya sunmakta olduğu “Henüz 17 Yaşında”, tesadüfi bir şekilde yolu Beyoğlu kerhanelerinden birine düşen Ahmet Efendi ve orada tanıştığı “henüz 17 yaşındaki” Kalyopi’nin hikâyesini konu alan sürükleyici ve bir o kadar da etkileyici bir romandır. Ahmet Efendi birbiri ardına gerçekleştirdiği “alışık olunmayan” ziyaretler ile Kalyopi’nin gönül acımasının ve insanlığının izine, başına gelenlerin ve onu bu batakhaneye sürükleyen nedenlerin peşine düşer. Kalyopi’ye gerek içten bir dost gerek bir baba gibi yaklaşmakta olan Ahmet Efendi gelecek günlerle geçmiş günlerin acısını unutturabilecek midir? “Senin adın nedir?” “Bana Kalyopi derler, efendim; küçük Kalyopi!” “Demek oluyor ki burada bir de büyük Kalyopi vardır.” “Hayır, buradaki kızların en küçüğü ben olduğum için…” “En küçüğü mü? Kaç yaşındasın?” “Henüz 17 yaşında!”

Ahmet Mithat Efendi
Henüz 17 Yaşında

Ahmet Mithat Efendi, 1844 yılında İstanbul’da doğdu. İlköğrenimine Vidin'de ağabeyinin yanında başladı ancak okulu yarıda bırakıp İstanbul'a döndü. Mısır Çarşısı’nda bir aktarın yanına çırak olarak girdi. Bu arada özel olarak edebiyat ve Fransızca dersleri aldı. Dört yıl sonra tekrar ağabeyinin yanına Niş’e giderek ortaokulu bitirdi.
Ahmet Mithat, ilk memuriyetine 1864 yılında Vilayet Mektubi Kaleminde başladı. 1868'de Tuna gazetesinde yazar, bir yıl sonra da başyazar olarak yazmaya başladı. 1869 yılında Zevrâ gazetesinin müdürü oldu ve burada Doğu ve Batı kültürü ile yoğrulmuş bir çevre edindi.
İlk kitapları Hâce-i Evvel serisi ile Kıssadan Hisse’yi Bağdat’ta kaleme aldı. 1871 yılında Bağdat mutasarrıfı olan ağabeyinin ölüm haberi üzerine İstanbul’a döndü. Ceride-i Askeriye’ye başyazar oldu. Bu arada Tahtakale’de oturduğu evine matbaa kurdu ve kendi kitaplarını basmaya başladı. Bir yıl içinde matbaasını genişleterek önce Sirkeci’ye sonra Beyoğlu’na nakletti. Aynı yıl, arka arkaya kapanan Devir, Bedir ve Dağarcık dergilerini çıkardı. Dağarcık ancak 10 sayı yayınlanabildi. Bu dergide çıkan “Duvardan Bir Seda” başlıklı yazısı nedeniyle 1873 yılında, İslam düşmanlığıyla suçlanarak Genç Osmanlılar’la birlikte Rodos’a sürüldü. Üç yıl süren sürgün hayatında çocuklar için Medrese-i Süleymaniye’yi kurdu ve burada ders verdi. Ders kitaplarını ve ilk romanlarını yayınlamaya başladı. V. Murat padişah olunca affedilerek İstanbul’a döndü.
Ahmet Mithat Efendi, İstanbul’da 1878 yılında Tercüman-ı Hakikat gazetesini çıkarmaya başladı. II. Abdülhamit’tin desteğini aldı ve 1879'da Matbaa-i Âmire müdürü, 1895’te Umûr-ı Sıhhıye ikinci reisi oldu. Çeşitli hocalıklarda bulundu. 1889’da Stockholm’da toplanan Şarkiyatçılar Kongresi’ne katılmak için gittiği Avrupa’da iki buçuk ay kaldı ve dönüşünde gezi intibalarını yayınladı. İkinci Meşrutiyet’ten sonra emekli olarak Darülfünun, Medresetülvâizîn ve Darulmuallimâtta genel tarih, dinler tarihi ve felsefe tarihi dersleri okuttu. İstanbul’da vefat etti. Kabri Fatih Cami haziresindedir.

Ön Söz
“Henüz 17 Yaşında” başlığıyla okuyucularıma sunmakta olduğum bu yeni hikâyede vakaların düzenlenmesi balonundan bir romancı ustalığı bularak övünmeye hiç de lüzum görmüyorum. Bu hikâyenin en büyük meziyeti, her vakasının kati doğruluğudur. Bu hikâyeyi zevk almak için okuyanlar en büyük zevki burada bulabileceklerse de bir hikâyeyi, beşerin umumî ahvalinin aynası olmak üzere, felsefe araştırarak okuyanlar en çok üzerinde duracakları ahvali dahi bu hikâyede bulacaklardır.

    Ahmet Mithat

1
Birkaç yıl önce, mevsimin şubat sonları yahut mart başları denebilecek bir zamanında idi ki iki arkadaş Beyoğlu’nun orta hâlli bir lokantasında yemeğe gitmişlerdi.
Bunlardan birisi orta boylu, az bıyıklı, ne güzel ne çirkin sayılan; fakat kendine mahsus bir gülüşü, kendine mahsus şivede bir konuşması, gönüle hoş gelen bir hâli, duruşu da güzel hükmünü verdirecek bir çehre sahibi, 28-30 yaşlarında; öteki uzunca boyu ile uygun vücutta, koyu kumral sakallı, değirmi çehreli, simaen güzel değilken, görüştüğü adamı kendisine çekecek kadar alımlı, 38-39 yaşlarında.
Lokantaya gelinceye kadar yolda, lokantaya girdikten sonra da içeride bunlardan birini, yahut her ikisini tanıyan Müslüman, Hristiyan, birçoklarının:
“Vay, siz de Beyoğlu’na gelir miydiniz?”
Yahut:
“Canım, sizi kaç yıldır kaybettik; ne oldu?”
Yollu sorularla aşinalık etmelerine bakılırsa bunlar Beyoğlu âlemlerinin büsbütün yabancısı olmadıkları hâlde bir hayli zamandan beri oralarda görünmemiş oldukları anlaşılırdı.
Acaba taşrada memurluklarda imişler de yeni mi dönüyorlar?
Hayır. Taşradan işini kaybedip dönenler İstanbul’un son modasına girinceye kadar üstlerince başlarınca, kalıplarınca kıyafetlerince eskisini daha taşımakta olmalarıyla hemen tanınıp anlaşılırlar; bunlarda ise devlet memuru olduklarını anlatacak bir kıyafet de yoktu. Ayaklarında gıriz denilen boz renkte birer pantolon; arkalarında gene o renkten kısaca birer ceketle boyun bağları, kalınca galoşsuz potinleri bunların esnaftan oldukları zannını verebilir.
Biz size bunların kim olduklarını haber verelim:
Bunlardan az bıyıklı dediğimiz zat, Hulûsi Efendi. Zengin bir halasının kendisini hiçbir kimseye muhtaç etmeyecek kadar verdiği para ile pek iyi geçinebilir ve bu hâliyle belli başlı bir iş güçle uğraşmaya lüzum görmez bir adam.
Sakallısına gelince: Hangi işe girişecek olsa hakkından gelecek yolda, öğretilip yetiştirilmiş, bunun için birçok zaman mimarlık, demir yolu yapılarında müteahhitlik, aşarda mültezimlik gibi işlerde bulunduktan sonra son günlerde de avukatlığa başlamış, bir yandan da simsarlık nevinden ticaret işleri içine girmiş Ahmet Efendi.
Yalnız bu iki arkadaşın bizi ilgilendirecek hâlleri bu hususi taraflarından, bu zenginliklerinden çok, aşağıdaki konuşmalarıdır.
Bunlar lokantaya girip de boş bir masa buldukları zaman bıyıklısı sakallısına demişti ki:
“Birkaç kadeh bir şey çakıştırsak nasıl olur?”
“Vallahi, birader, bilirsin ki benim alışkanlığım yoktur.”
“Ben de alışkın değilim; ama Beyoğlu’na gelişimizden maksat bu geceyi eğlenceli bir surette geçirmek değil mi idi?”
“Evet ama içki içmek eğlence şartı değildir ya! Biz buraya yemeğe, yemekten sonra da tiyatroya gidip oyununu görmeye geldik.”
“Her ne kadar içki eğlencenin şartı değilse de iki üç kadehin vereceği keyiften başka mideye edeceği yardım da inkâr olunamaz.”
“Ben sana engel olamam. Sen kendi zevkine bak, kardeşim.”
“Yok; ama içilecekse birlikte olsun. İçilmeyecekse gene birlikte olsun.”
“Öyleyse, sana engel olacağıma ben de sana uyayım; bu akşam da böyle geçsin.”
Şu kısa konuşma bize, hikâyemizdeki vakanın önemli başlarından iki arkadaş üzerinde birkaç yönden malûmat vermiş olur; bundan anlarız ki kendileri öyle içki düşkünlerinden sayılır adamlar değildir; bununla beraber içkiye hiç de el dokundurmayacak perhizkârlardan da değildirler. Gidişlerinde şahsi hürriyetlerinden itidal üzere faydalanan yetişkin insanlardandır. Senli benli konuşmalarından da aralarında teklif tekellüf bulunmadığı, hele her ikisinin de bir ötekinin reyine uymak ister göründüğüne bakılırsa, öyle dostların mutlak kendi reyine, düşüncesine tabi kılmak ister sıkıcı adamlardan olmadığını anlarız.
Masanın başına oturur oturmaz ne isteyeceklerini, ne emredeceklerini sormaya gelmiş olan garsona Hulûsi Efendi dedi ki:
“Hepsinden önce bize iki kadeh rakı! Ama silme dolu olmalı. Ondan sonra da yemeklerin listesini…”
Garson başı ile bir “evet” işareti vererek gitti.
Eğer bu müşteriler lokantanın her akşam devamlı müşterilerinden olsaydılar garson gittikten sonra bir daha görünmesi için hemen, can sıkacak kadar beklemek lazım gelirdi; ancak böyle yerlerde ilk gelen müşteriyi kazanmak için garsonlar vazifelerini iyi yapmaya daha çok dikkat ederler ki tecrübeli olanlar sonraları bu dikkatlerini her yemekten sonra birkaç kuruş bahşişle satın almak zorunda kalacaklarını bilirler.
Hasılı, garsonun gitmesiyle gelmesi bir oldu. Masanın üzerine oldukça temiz tabak, onların üstüne de oldukça parlak iki kadeh koyup mastika dolu bir şişeyi de bunların yanına bıraktı ki şişenin bir tarafı birer santimetre ara ile çizilmiş ve üzerine de birer rakam konulmuş olduğundan müşteriler ne kadar içerlerse içsinler, bu işaretlerden miktarı anlaşılacaktı.
Garson sordu:
“Meze falan, bir şey de ister misiniz efendim?”
Ahmet:
“Hayır, hayır! Biz yalnız birer kadeh içip hemen yemek yiyeceğiz. Sen arkadaşın dediği gibi yemek listesini getir.”
Yemek listesi gelinceye değin iki arkadaş birer kadeh parlattılar; sonra çorbaların çeşitlisinden başlayarak listeyi okumaya koyuldularsa da hangi yemeği ısmarlayacaklarında bir anlaşma oluncaya kadar, ilk kadehlerin ilk keyfi birer ikinci kadehe daha yol açtı; eğer kendileri her şeyde orta kalmayı üstün gören kâmillerden olmasaydılar kadehler birbirine yol aça aça artık iz’an yolu büsbütün kapanacak bir vadiye kadar varacağı belli idi; çünkü yeri göğü fark etmez derecelerde zilzurna sarhoş olanlar hiçbir vakit işe o derecelere varmak niyetiyle başlamamışlardır; işte böyle kadehler birbirine yol aça aça kadehdaşlar oralara kadar vardırırlar da öte yana bile geçerler.
Bununla beraber, ısmarlanan biftekler yetişinceye değin Hulûsi Efendi ve Ahmet Efendi’nin kadehleri birer kere daha doldu ki her ne kadar sayısı üçe vardıysa da şişenin son katresi son kadehe damlatılmış, şişe üzerindeki son çizginin hizasına da 4 rakamı konulmuş olduğuna göre bunların içtikleri rakının öteki içkiciler gözüyle ölçüsü 4 kadehe denk sayılırdı.
Biftekler gelinceye, yani üçüncü kadehler de içilinceye kadar iki arkadaş arasında geçen sözleri de işitmek faydasız değildir.
Ahmet arkadaşına diyordu ki:
“Fransız tiyatrosuna gelen oyuncular arasında birkaçı gerçekten vaktiyle Paris tiyatrolarında da büyük bir ün kazanmışlar.”
“Vaktiyle!.. O hâlde demek oluyor ki çuha giymiyorsak da kenarını kuşanıyoruz! Kaymağını başkaları alıyorsa da biz de parmak yalatacak tarafını bulabiliyoruz.”
“Hayır! Ben böyle düşünmüyorum Ben bir tiyatro oyuncusuna hiçbir zaman kadınlığı yüzünden bakmam ki gençliğini, kadınlığını hesaba katayım da ona göre düşüneyim! Benim için tiyatro oyuncusu denilen mahluk, bir edibin yüksek duygularını sahnede gereği gibi canlandıran sanatkârdır. Bu sanatkârda fazla olarak bir de kadın, kadınlık arayanları doğru bulmam; bunları bir tiyatroda aramaktansa beşer topluluğu içinde başka köşelerde aramak daha yerinde olur; çünkü oralarda daha çok bulunur.”
“Bu da doğru! Bununla beraber tiyatro oyuncuları üzerinde halkın bu kadar atılganlık gösterişini de garipsememeli. Bir oyuncu hakkında ilk edilen bahis gençliği, güzelliği üzerinedir; eğer bir kimse oyuncuyu çekiştirecek olursa mutlak kendisini kadınlık meziyetlerinden mahrum edecek bir istiğna edası gösterdiği için sarakaya alınır.”
“Halkın gidişine bakarak bir hüküm verecek olursak, çok hâllerde onlar kadar gülünç olursun; bununla beraber tiyatro oyuncularını istediğin gibi sanmakta serbestsin. Ben hiçbir kimsenin hürriyetine dokunmayı sevmem. Reyimi, fikrimi de hiçbir vakit kabul ettirmek için söylemem. Kabul eden eder etmeyen reyimi bana geri verir. Ben kendi reyimden, fikrimden çok zaman pişmanlık duymam. Bu cümleden bu akşamki fikrim: Oyuncular içinden birkaçı, vaktiyle Paris tiyatrolarında iyiden iyiye tanınmış olduklarından, ben o tanınmış ve istidatlı oyuncuları görmeye gidiyorum. Eğer sen kadın görmeye gidiyorsan belki umduğun kadar mükemmelini göremeyerek zararlı çıkarsın.”
“O hâlde kadını da beşer topluluğunun baş köşelerinde ararım: Mesela tiyatronun localarında.”
“Buna da diyeceğim yok. Sen locaları gözden geçirdiğin müddetçe ben de kendimi koca Victor Hugo’nun bu oyunda cisimlendirdiği yüksek insan olgularını incelemeye vereceğim. Benim bundan alacağım zevk senin locaları gözden geçirmekle alacağın zevkten aşağı kalmayacaktır. Kendimi bu madde âleminden öyle bir hayal âlemine götüreceğim ki…”
“Ama senin gibi ciddi bir adamın hayale hakikatten fazla yer vermesi de şaşılacak şeydir ya…”
“Hiç de şaşılacak bir şey değildir. Madde âleminde hoşlanabileceğim bir şey olmazsa ne yaparım? Hayal âleminde fikrimi gezindirerek ve gördüklerimin bir kısmını da kendi hususi âleminde tatbike çalışarak şöylece birkaç dakika geçiririm. Zaten Victor Hugo da insanın bundan ötesine gücünün yetmeyeceğini söylüyor.”
“Neyse… Şimdiki hâlde maddelerden ve hakikatlerden olmak üzere kendini gösteren şey şu biftekler. Önce onlarla meşgul olalım da sonra senin hayaller âlemine geçeriz.”
***
Bifteklere el atılmaya başlandığı sırada bu konuşma devam ediyordu; fakat lakırdının her uğradığı noktada o kadar az duruldu ki konuşmanın bu kısmını yazıya geçirmekten okuyucularımıza büyük fayda olamaz.
Bizim iki ahbabın yemekleri kendilerine obur dedirtmeyecek kadar yufkaydı; yemek arasında şarap falan da alınmadı. Yalnız birer sade kahve içerek dünkü gazetelere bir göz gezdirdikten sonra birbirlerine tiyatro zamanının geldiğini hatırlatarak kalktılar. Yirmi beş kuruşa varmayan hesaplarını ödeyip garsonun altmış para bahşişini vermeyi de unutmayarak Kristal Kahvesi’ne bitişik olan Fransız tiyatrosuna geldiler.
***
Tiyatro bir zamandan beri kapalı bulunuyorken o gece oyuncular ilk oyunlarını vermekte olduklarından oldukça temizlenmesine dikkat edilmişti. İçeride epeyce seyirci kalabalığı görülmekte idi. Burası çok zaman, bizim Güllü Agob’un Gedik Paşa Tiyatrosu’na hemen hasret çektirecek kadar temizlikten uzak olduğu gibi Beyoğlu halkı da, çokça, rağbetlerini mahsus hazırlanan konçertolara ve bazı oyunlara verirler de öyle az masrafla gidilmesi mümkün şeyleri rağbete layık görmezler.
Hulûsi ile Ahmet Efendi birer koltuk bileti almış bulunduklarından yan yana yerlere oturdular. Seyircileri bir hayli beklettikten sonra açılan perde, gelenleri, hele Ahmet Efendi’yi pişman etmeyecek kadar gerçekten güzel oynandı. Aslında oyunun tertibi de pek mükemmel olduğu gibi vaktiyle Paris’te enikonu ün salmış denilen oyuncular da kazandıkları şöhrete yalnız kadın oldukları için değil belki üstün sanatkâr oldukları için kavuşmuş bulunduklarını gösterdiler.
Oyunun perde aralarında herkesin dışarıya çıkarak ahbabıyla görüştüğü malumdur; Fransız tiyarosunda ise dışarıdaki Kristal Kahvesi ile bağlantısı olduğundan seyircilerin çoğu perde aralarında kahveye geçerek istedikleri içkilerden içerler.
Bizim iki arkadaş da bu istirahat usulüne katılmaktan geri kalmayarak daha birincisinde birbirlerine birer konyak içmeyi teklif etmişler, bu teklifin ardısıra bir vazgeçme görülmesine rağmen en son gelen birliği ile birer… Bunun ardınca da birer konyak içmişlerdi. Kafaların kızgınlığı, mızıkaların keyfi, oyunun ruhlara yaptığı tesir ile birleşince ikinci perde arasında konyaklar üçleşti. Oyun dört perdelikti. Üçüncü ile dördüncü arasında gene kahveye çıktıkları zaman dışarıdan içeriye doğru yağmur şakırtısı geldiğini işittiler ki “bardaktan boşanıyor!” işte bunun için söylenebilirdi.
Hulûsi dedi ki:
“İşte bu kötü! İstanbul’a nasıl kapağı atmalı, arkadaş?”
“Çok vakit böyle sağnaklar tez geçer.”
“Yaz olsa sözün pek doğru görülürdü; ama bu mevsimde…”
“Aman, Allah’ını seversen Hulûsi; şimdi zihnini yağmurla, gök gürültüsü ile karıştırma! Zihnin oyunda! Koca Victor Hugo, eğer âlemin medeni kanunlarını koydukları zaman sana sormuş olsalardı, medeniyetin temelini öylece atardın ki ben birçok beğenecek yerler bulurdum.
Haydi, Hulûsi; bir de şair filozofun hayatına!”
“Çok olmadı mı ya?”
“Bu dereceye geldikten sonra tabii derecesine kadar da varmalıdır. Zaten benim tuttuğum felsefe yolu da budur: Bir şey ya hiç olmamalı yahut olursa hep olmalı!”
“Sanırım ki bu yol, sence ilk prensiplerden biri değildir; zira birçok işte ortadan ayrılmadığını görürüm; ama içki böyle midir ya?”
“Öyledir ya! Ne diyeceksin, bakayım? İşte içki bahsinde bu yol bence bir ilk prensiptir. Zaten filozof İbni Sina dahi böyle öğüt vermemiş mi? Zaman zaman insan içki içecek olursa aklını kaybederek sarhoş derecesinde içip zihnini boşaltmalı imiş. Hatta pancar turşusu da meze olarak sağlık verir. İçilmediği zaman da hiç içilmemeli imiş!..”
“Gerçek, Ahmet, senin neşelerin de doyulur neşelerden değildir; kendi neşenle arkadaşlarını da keyiflendirirsin. Haydi, bir de senin filozof ve şair Victor Hugo’nun hayatına birer konyak parlatalım!”
“Hem bu kahveci konyak kadehlerini niçin öyle yarım dolduruyor? Kendisi pek genç… Bana da mahbub olsaydı, şairin:
Yâr’im kadeh verirdi, yarım kadeh verirdi!
diye taslamış olduğu nükteciliği bir de ben tekrarlardım; ama iş öyle değil… Bunun için garsona söylemeli de kadehleri bütün bütün doldursun. Eğer Karamürsel kayıkları gibi etrafına bir muşamba çekip de öyle doldurursa daha ihsan buyurmuş olur.”
“Pek iyi, öyle olsun. Bu kadar şerefe de şair hazretlerinin değeri vardır ya!..”
“Daha fazlasına bile… Victor Hugo’nun değerine denk kadeh çakıştırmak lazım gelirse bunlar olmaz. Şarap kadehleri de hiçbir şey değildir. Su kadehleri bile küçüktür. Çamçakları, maşrabaları konyak doldurup öyle dikmelidir ki ağzın iki yanından taşanlar şöyle insanın çenesinden aşağıya doğru sel olup akmalıdır.”
Ahmet’e bu kertelerde keyif veren nesne, yalnız yemekten önce içilen üçer kadeh rakı ile tiyatroda alınan beşer küçük konyaktan ibaret değildi. Zati rakıların hızı ve kuvveti geçmiş oldukları gibi konyaklar dahi, öyle şişesi on franklık tesirli cinsinden olmayıp Kristâl Kahvesi’nde, daha iyisi hiçbir vakit rafları süslememiş olan, bir frank, seksen santimlik şişelerden olmasıyla, bunların da insanı o kadar sarhoş etmeyeceği belli idi; fakat oynanan oyun, Baba Ahmet’i, hiçbir şey içmemiş olduğu hâlde dahi, sarhoş sandıracak kadar hayran kıldığı için bu neşeler görünüyordu; lakin içkinin bundan sonrası bu hükme uymadı; Victor Hugo’nun afiyetine içilen kadeh, çifte kadeh olduğu gibi ondan sonra da filozoflardan, şairlerden adlarına kadeh kaldırılacak zatlar az değildi. Bu sıradan âşık şair Alfred de Musset’nin canı için ikinci çifte kadeh içilince, Hulûsi’nin gözleri parlamaya başladı; Ahmet ise nöbetin Madam George Sand’a geldiğini ileriye sürünce, Hulûsi dedi ki:
“Birader, Fransa’da böyle adına, aşkına, hayatına bade içilecek derecelerde kırk elli şair, filozof gelmiştir. Onlardan sonra, nöbet, Avrupa’nın ve en son dünyanın öte yanlarında, gelmiş geçmiş şairlerin, filozofların, canları, adları için konyak içmeye gelecek olursa hâlimiz ne olur?”
“Ha! Sahi, bak; dünyanın öte yanları dedin de hatırıma geldi. Koca Hafız Şirâzi’nin aşkına bir tanecik parlatmayalım mı?”
“Sa’di, Saib falan, İmriul Kays’a kadar varacak mıyız?”
“Öte yana bile geçeceğiz!”
“Öyle ise benden gelmez! Ben senin kadar felsefeye ve şairliğe tapamam.”
“Ama şimdi bir koca Hafız Şirâzi’yi unutacak mıyız ya?”
“Sen bunun en kestirmesini ister misin? Gel biz gelmiş, gelecek, ne kadar şair, filozof varsa hepsinin şerefine topyekûn bir konyak daha fırlatalım da içeriye girelim; çünkü dördüncü perde belki de başlamıştır.”
“Adam, daha çıngırak çalınmadı be!”
“Öyle ise, sen benim hürriyetime karışamayacağın gibi ben de senin hürriyetine karışmam, dostum! Sen Mişo (Michaud)’nun Meşhur Adamlar Ansiklopedisi’ni eline alırsın; yukarıdan aşağıya kadar gözden geçirip süzersin. Ne kadar usta şair, ne kadar her fenden anlar filozof adına rastgelirsen hepsinin aşkına birer tane içersin. Ama bu gecenin müddeti yetmezmiş! Ama bu kahvede o kadar konyak bulunamazmış! Oraları bana lazım değildir. Ben dediğim gibi gelmiş, gelecek ne kadar tanınmış insan varsa hepsinin aşkına bir daha atıp hemen içeriye ineceğim! Gel, garson! Şunları bir daha silme dolduruver!”
***
Akşam lokantada içki için ilk teklifi eden Hulûsi, ilk nazı gösteren Ahmet olduğu hâlde şimdi ayak diremenin Ahmet’e, nazın da Hulûsi’ye geçmesi içki hâllerinin dikkate değer eğlencelerindendir.
Neyse, Ahmet’in ille deyip dayatması da ciddi bir şey değildi, keyif getirmek için yapılmış latifeden ibaretti. İki arkadaş gelmiş, gelecek şair ve filozoflar adına bir daha içtikten sonra tiyatroya girdiler ki meğer kendileri zilzurna olurken çıngırak dahi çalınmış bulunduğundan dördüncü perde de başlamıştı.
Hasılı, tiyatro oynandı, bitti; Ahmet Efendi oyunun en ince hükümlerini anlatıp şerh ederek arkadaşı ile birlikte halka uyup dışarıya çıktı ki yağmur daha ilk şiddetiyle sürüp gitmekte olup arabası, setresi olmayan seyircileri bir düşünmek almıştı. Hâlbuki semtleri gene Beyoğlu olduğu hâlde bir düşünceye varan seyirciler arasında semtleri İstanbul olan bu iki arkadaşın düşünceleri daha mühim olacağına şüphe yoktur.
Hulûsi dedi ki:
“Arkadaş, ne yapacağız?”
“Vallahi, bilmem. Bunda geçecek surat yok.”
“Ciğerlerimize geçecek surat pek âlâ var. Sanırım, biz İstanbul’a gidemeyeceğiz.”
“Bir arabaya bindiğimiz gibi gideriz.”
“Ama arabacılar havanın fenalığını fırsat bilerek, baksana, Beyoğlu’nun iki adımlık yerlerine bile bir buçuk mecidiye istiyorlar, bir mecidiyeyi beğenmiyorlar bile. İstanbul’a kadar bir liraya giderler mi dersin?”
“Ne diyeceğimi bilemem; her hâlde bir çare buluruz. Şimdilik benden bir fikir istersen, derim ki: Şuraya, yukarıya, kahveye çıkalım da biraz bekleyelim; belki bir ara verir.”
“Yoksa gene şanına konyak içip alkışlayacak bir büyük şair mi hatırına geldi?”
“Hayır; ama burada, tiyatro kapısının önünde dolaşmak da hoş bir şey değildir, ya? Bizi görenler; ‘Acaba eğlence ister misiniz?’ diye yüzümüze bakarlar.”
“Gerçek, bu da bir fikirdir ya!”
“Hangisi?”
“Kendimizi bu akşam nereye misafir etsek?..”
“Otellere murdarlıktan girilmez. Oralarda pislikten yatılmaz. Yataklar birer mecidiyedir. Sabahleyin kahve ve kahvaltı falan, hep liraya varır. O lirayı arabaya versek de yerimize gitsek daha mı kötü olur?”
“Hayır, hayır; maksadım bir otele gitmek değil! Hem bak, hava da ne kadar soğuk! Şimdi temiz, pak bir sıcak oda! İçinde her gün gelin olup her gece gerdeğe girmeye hazır bir nazenin! Mis gibi yatarız, zevkimize…”
“Benden gelemez, azizim.”
“Canım…”
“Ben sabahlara kadar Jean-Jacgues Rousseau’nun şerefine konyak parlatabilirim; ama o her gün gelin olan nazeninlerle bir dakika bile gerdeğe giremem.”
“Amma yaptın ha!”
“Nafile, hiç üstüme varma! Şurada eski püskü bir araba var. Kimse onu beğenmedi. En ucuz olsa olsa bu olabilir. Şuna sorsana!”
Hulûsi Efendi arabacıya seslenip İstanbul’a kaç kuruşa gideceğini sordu. Herif: “Yedi mecidiye!” demesin mi! Katiyen, bir para aşağı olmazmış!
“Canım, bu ne rezalet!”
“Efendim, köprü açıktır. Ta Azabkapısı’ndan gideceğiz.”
“Orası öyle… Şimdi Galata Köprüsü açılmıştır; sandalla da geçilmez.”
“Efendim, o kadar dolaşıldığı hâlde de gidip gelmek için mecidiyenin birini köprüye vereceğiz demektir.”
***
Her ne kadar arabacının tamahkârlığına söz yoksa da böyle bir havada İstanbul’a gidip Beyoğlu’na dönmek de bundan ucuza katlanılır belalardan değildi; ama bizim arkadaşlar bu parayı çok görüp arabacıya bir de çıkıştılar; Ahmet Efendi’nin dediği gibi yukarıya kahveye çıkıp yağmurun ara vermesini beklemeye koyuldular.
Kahve içinde boşu boşuna da oturulmaz ya! Victor Hugo’nun, Alexandre Dumas’ın canı için birkaç konyağa daha ihtiyaç görüldü.
Ya Hulûsi Efendi arkadaşını nasıl yalnız bıraksın? Kadehler gelip gitmeye başladı.
***
Hâlbuki tiyatro daha beşte bitmişti.
Saat altıya geldiği zaman ise kahvede bulunanlar dahi birer ikişer dağılmaya başladılar. Yalnız çalgıcı Alman kızlarına sığışmak ve hizmetçi yedi millet kızlarına yanaşmak isteyen bazı çapkınlar kalıp onlar da anlaştıkları kızlarla ikişer dörder çekilince garsonlar gazları söndürmeye ve bizim iki arkadaşın yüzlerine manalı manalı bakmaya başladılar.
Hulûsi Ahmet’e dedi ki:
“Ee, buradan bize: ‘Uğurlar olsun hoş geldiniz, safalar getirdiniz!’ diyorlar.”
“Şimdi ne yapacağız?”
“Yağmur nasıl oldu, yağmur?”
“Şakırtıya kulak verirsen nasıl olduğunu anlarsın.”
“Sen bana kulak verirsen birer konyak daha ısmarlarsın da biraz daha zaman kazanırız.”
“Azizim, her dakika için bir konyak ısmarlamış olsak, gene faydamız yok. Hem heriflerin artık bize konyak verecek dakikaları da kalmaz. Yahut onların verdikleri konyağı ele alabilecek vaktimiz kalmaz.”
“Öyleyse çare yok! Pisliğine, murdarlığına bakmayarak bir otele can atmalıyız.”
Ahmet Efendi’nin bu lakırdısı kendisini dinleyip duran uşağı güldürdü.
Ahmet’ten önce Hulûsi davranıp dedi ki:
“Ne gülüyorsun, ayol; işte bu havada yersiz, yurtsuz kaldık!”
“Efendim, güldüğümün sebebi şu ki saat sekize geliyor. Alafranga saat birden, yani şimdi alaturka saat altıdan sonra otellerin hepsi kapalıdır… Hiçbirisi müşteri almaz.”
İki arkadaş birbirinin yüzüne baktı.
Hulûsi arkadaşının kulağına eğilerek dedi ki:
“Arkadaş, dediğimden başka çare olamayacak. Muvakkat bir zifaf!”
“Bu da bence olamayacak!.. Hem öyle iğrenç bir iş için birkaç lira harcayacağımıza arabacının istediği yedi mecidiyeyi versek daha akla, hikmete uygun düşer.”
Bunlar bir yandan şu sözleri söyleyerek, bir yandan da kahveci ile hesaplarını görerek her hâlde araba ile İstanbul’a gelmek tarafı zihinlerince üstün olmak üzere aşağıya indilerse de artık kahvelerin, tiyatroların, falanların kapanması üzerine yağmurun da zorlamasıyla, sokaklarda kıyra, fayton falan değil, belediye dairesinin temizlik arabaları bile görünmemekte idi.
Hulûsi Efendi dedi ki:
“Ya şimdi ne yapacağız?”
“Gene dediklerimi diyeceğim.”
“Ben öyle senin dediğin yerlerde hiçbir eğlence bulamam.”
“Ama artık filozofluğun bu kadarı da fazladır ya!”
“Belki!”
“Belki melki… Şu hâlde sokak ortalarında mı kalacağız? Bununla beraber bu akşam içki üzerindeki duruma bakılırsa ben öyle sanıyorum ki zifaf yerinden de hoşlanacaksın!”
“Allah etmesin! Biz o tecrübeleri çok ettik, azizim. Artık unumuzu eleyip eleğimizi de astık!”
“Aralıkta bir kere aklı başından gidinceye kadar sarhoş olmak öğüdünde bulunan İbni Sina aralıkta bir muvakkat zifafı da öğüt vermiyor mu? Pancar turşusu buna meze olamazsa da şöyle sesleri güzel kızların okuyacakları güzel güzel şarkıları olsun meze yerini tutamaz mı?”
“Hayır. İbni Sina’da böyle bir öğüt görmedim; yalnız bugünkü muharrirlerden Ahmet Mithat Efendi’nin Mihnetkeşân[1 - Mihnetkeşân: ‘‘Dertliler’’ demek.] başlıklı bir hikâyesini gördüm ki senin bir günlük zifaf evi diye tarif ettiğin, yerleri âdeta birer mihnet yeri olmak üzere ispat ediyor.”
“Eğer sen öyle her roman yazanın ispatlarına kulak verecek olursan gerçekten gülünç olursun. Akşam lokantada ne diyordun? Âlemin dediklerine inanacak olursak âlem kadar gülünç olacağımızı hükmetmiyor muydun?”
“Romancıların tasarladıkları âlemin, bir madde âlemi olmayıp hayalde bir âlem olduğunu düşünürseniz romancıları çekiştirmeye lüzum görmezsiniz. Hâllerinden Mihnetkeşan adlı romanda, muharrir, şimdi senin beni götürmek istediğin bir günlük zifaf evlerini öyle bir kılıkla gösteriyor ki hayal ile hakikatın birleştiği yahut birleşebileceği bir nokta varsa o da bundan ibarettir.”
“Güzel ya, a canım; şimdi hayat ve hakikat bahisleri bizi şu yağmurdan koruyabilir mi? İşte araba yok. Otel yok. Yaz olsa bir camiye giderek son cemaat yerinde sabahı edebilirdik. Zati başımıza hiç de gelmemiş birşey değil ya? Yağmur yağmamış olsa sabaha kadar serseri yankesiciler gibi sokakları dolaşır, vakit geçirirdik. Şimdi şu hâlde ise ben başka çare bulamıyorum. Sen buluyorsan söyle de yapalım.
Hem teklif ettiğim yerlere gidenler mutlaka oraların alışverişinde bulunmak zorunda değiller ya? Sana bir yatak gösterirler; yalnız yatıp safâyi hatırla uyursun; hatta benim dahi niyetim öyledir. Yok, eğer mutlaka beni sefihlerden sanıp da bu teklifimi sefihliğime veriyorsan, beni affedersin.”
“E, darılma, kardeşim; dediğin gibi olsun; ama bir şart ile. Ben yalnızca yatacağım; hiç beni zorlama.”
“Kimin nesine lazım!”
Hulûsi Efendi arkadaşını bu kadarcık olsun ikna ettiğine memnun olarak Kristal Kahvesi’nin garsonlarından zati kendi evine dönmekte bulunan kılavuzluğuyla şöyle bir misafirhaneye gitmeye karar verdiler. Sokağa çıktılar, biçarelerin şemsiyeleri dahi bulunmadığı için artık gök kubbesini kendilerine şemsiye yapıp yola düzüldüler.

2
Bizim iki arkadaş… Hayır, kahve uşağıyla beraber üç arkadaş büyücek bir evin önünde durdukları zaman kendilerini görmüş olsaydınız, gülmekten kırılırdınız. Hulûsi Efendi ile Ahmet Efendi’nin ıslandıkları kadar ıslanmak başka bir zamanda kimseler için mümkün olamaz ki!.. Ya böyle bir zamanda insan yola çıkmaz veyahut yağmurdan korunmak için lazım olan vasıtalara başvurur. İşte bu yüzden Ahmet ile Hulûsi gerçekten hiç görmemiş olacağınız kertelerde ıslanmış idiler.
Bilemeyiz ki aşırı derecede ıslananlara neden dolayı “Sırılsıklam, sucuk kesilmiş!” derler? Hatta “Sıçana dönmüş!” tabirinin dahi bir türlü sebebini bulamıyoruz. Sucuğun yahut sıçanın başında bir fes bulunup da ıslandığı zaman büzülerek yarım portakal kabuğu gibi bir şey kalır mı?
Püskülü sıçan kuyruğuna benzeyerek ucundan sular akar mı?
Bunların arkasında birer setri bulunur mu ki omuzlarından doğru süzülüp gelen sular yenlerinden ve eteklerinden zırıl zırıl akıp oluksuz saçaklardan beter olsun?
Bacaklarında birer pantolon bulunuyor mu ki şeridi akan sularla ıslanıp ve büzülüp bacaklara sımsıkı sarılarak kendisini yürümekten dahi alıkoysun?
Hele ayaklarında kundura potin bulunur mu ki pantolondan süzülen sularla dolup bastıkça jark jurk ederek insanın baldırlarına doğru çamurlu suları fıskiye gibi fışkırtsın.
Hele bu kunduralar zati biraz fazlaca bol iken ıslandıktan sonra biraz daha açılarak artık ayaklar bunların içinde küçük kalmakla, jark jurk ederken, bazı kere dahi tersine dönmek, yani köselesi yukarıya ve yüzü aşağıya gelmek derecelerini bulsun.
İşte ıslanmış adamın en başlıca hâlleri bunlardan ibaret olur ki bu hâller ne sucukta ne de ıslanmış sıçanda bulunur sanıyoruz; hâlbuki bizim arkadaşlar şu dereceden daha fazla ıslanmışlardı; zira Hulûsi Efendi biçaresi kılavuzu olan uşağa diyordu ki:
“Aman, arkadaş! Daha gidecek miyiz? İki kürek kemiklerimin arasından doğru sızıp gelen sular bel kemiği hizasında sel gibi akarak kuyruk sokumumda âdeta bir çağlayan oluyorlar.”
Uşağın cevap vermesine hacet kalmaksızın “büyücek” diye vasıflandırmış olduğumuz ev önüne gelip durdular. Uşak kapıyı çaldı. İhtiyar bir Ermeni karısının garip Rumca konuşmasıyla; “Kimdir?” sualine uşak birkaç lakırdı söyledi ki manası ne olacağı kolayca anlaşılabilir. Uşağın bu sözü üzerine hemen kapı açılmadı. Kadın gene söyledi, uşak gene karşılık verdi. Sözler âdeta uzun konuşma hâlini aldı, hatta kadının sesinin edasından bayağı kızgınlık eserleri dahi anlaşılmaya başladı. En son, kadın, kapı yanındaki pencereye gelip: “Geliniz bakayım; bir kere yüzünüzü göreyim!” deyince Ahmet Efendi’nin hiddeti bir dereceyi buldu ki hemen sağdan geri ederek dönmeye hazırlandıysa da biçarenin ensesini bir düzine kamçılamakta bulunan yağmur bu niyetini kuvveten fiile çıkarmak elden gelemeyeceğini hatırlatmak yolunda dahi bir uyandırma kamçısı oldu. Kendi kendisine: “İşte vicdanca kınanılacağınız bir işi başarabilmek için şu rezil kadının muayenesinden geçmek alçaklığını kabul etmek lazım geliyor. Hatta kadın bizi beğenmeyip de şuradan kovacak dahi olsa hiçbir şey söylemeye hakkımız olmaksızın, boynumuzu bükerek, arkamıza bakarak, defolup gideceğiz!” diye arkadaşıyla birlikte muayene yerine geldiler.
Kadın bunları görünce epeyce derin bir düşünceye vardı. Zati gecenin bu vaktinde, böyle bir havada, bu kadar ıslanmış olan iki herifin ne takımdan olduklarını kestirebilmek için öyle az buçuk düşünmek yetişir mi?
Ahmet Efendi’de hiddet topukları geçti; hatta Hulûsi’nin bile canı sıkılmaya başladı. Nasılsa kadın muayenesini, mütalaasını, mülâhazasını bitirdikten sonra, dedi ki:
“Birer buçuk liranız var mı?”
Bu kadar rezilce bir söz üzerine, Ahmet Efendi “Bir tufanda boğulmak daha iyi.” diyerek, böyle rezil bir yerde misafir kalmayı kabul etmemek yoluna gider gibi olduysa da Hulûsi Efendi kendisine meydan vermeksizin: “Aç, Dudu, aç! Parası olmayan böyle yere gelir mi?” demiş olduğundan Ahmet Efendi öfkesini yutmak için kendisini zorladı; lakin kadın, ne dese beğenirsiniz! “Paraları buradan, pencereden vermelisiniz!” demesin mi!
Artık, Ahmet, baklayı ağzından çıkarmaya davrandı.
Doğrusu insanın kendi akçesiyle kendisini bu derecelerde rezil etmeye katlanması pek güç bir şeydir; lakin şöyle bir rezalet yerine gelip gitmek için vicdanını sıkıştırmak zorunda kalan insan, bu yoldaki hakaret ve rezaletlere katlanmak zorundadır.
Şuracıkta küçük bir düşünce olarak arz edelim, ki buralara gelip gidenlerin hepsi Ahmet yahut Hulûsi Efendi gibi vicdanını sıkıştırmak zorunda dahi değildir; böyle bir karı tarafından gelen teklif üzerine, göğüs kabartarak: “İşte paralar! Aç bre falan!” diyen de bulunur.
Her ne kadar Hulûsi dahi paraları karıya vermişse de söyleyeceği sözü bu yolda söylemeyip:
“Henüz tanışmadığımız için bu ihtiyatlarda mazursunuz, Dudu. Alınız paraları!” demiş ve işte bu altın anahtar ile o uğursuz kapı açılmıştı.
Karı da özür dilemek için:
“Vallahi, beyim; kusurumuza kalmayınız! Birtakım rezil çapkınlar gelirler, eğlenirler falan da en son para bahsi gelince işin rezaletini çıkarırlar.” dedi. Hulûsi Efendi yumuşaklık gösterip bu edepsizliğe dahi sadece:
“Zararı yok, Dudu; zararı yok!”
Karşılığında bulundu ise de Ahmet Efendi, bu kadarcıkla kalmayarak:
“Bir kere insanın suratına bakarlar da öyle laf söylerler!” dedi. Keşke bunu söylemeseydi. Sözünü esirgemek şanından olmayan karı:
“Efendiciğim, affedersiniz; sizi bu hâlde gören nasıl zatlar olduğunuzu tanıyamazsa mazur görülmelidir.” diye bir tarafta bulunan esvap dolabının kapısındaki aynayı gösterdi ki Ahmet Efendi ile birlikte Hulûsi dahi aynaya bakıp da kendi hâllerini gördükleri zaman öfkeleri kayboldu; kahkahayla gülmeye başladılar.
Ahmet Efendi dedi ki:
“Pek iyi, Dudu; sen ihtiyatı elden bırakmayarak bizden paraları peşin almak istedin. Arkadaşım da hiç ihtiyat etmeyerek sana paraları verdi; fakat ya bize çıkaracağın kızları beğenmeyecek ve burada kalmayacak olursak?”
“Ooo! Onu merak etmeyiniz, beyim; Maryanko’nun evinde beğenilmeyecek kız bulunmaz.”
“Öyle ama biz…”
Ahmet’in bu lakırdısını bitirmesine meydan vermeksizin Hulûsi dedi ki:
“Buraya gelmekte naz eden de önce sen oldun; kız üzerinde ilk bahse girişen de sen oldun! Arkadaş, gerçekten hâllerin pek tuhaftır!”
“Ben sana ne demiştim? Bir şey olunca mükemmel olmalı, dememiş miydim?” Şu kadar ki Ahmet Efendi bu defa şu sözü yüreğinin duygusuna uygun olmak üzere söylemiyordu.
Letâif, ki rivâyât adıyla bu âciz muharririn on yıl önce yazmış olduğu birtakım küçük hikâyeler içinde Mihnetkeşân başlığıyla kaleme alınmış bir küçük hikâye, bütün eksikliğiyle birlikte, nasılsa Ahmet Efendi’nin zihninde güzelce yer etmiş bulunduğu için, bu eve girdiği sırada hikâyenin bütün tasvirleri bir anda zihnine gelerek o hayalleri burada göreceği asıllarıyla karşılaştırmak için sürekli dört yanına bakınmakta ve her ne görürse zihninde “Ne kadar doğru, ne kadar tamam!” diye hâliyle dahi tasdik ifadeleri göstermekte idi.
Bununla beraber Ahmet Efendi’yi bu yerlerin acemisi bir adam olmak üzere de almamalıdır; vaktiyle bu yerlerin pek devamlısı, pek alışkını idi; hatta bu sefihlikten el çekmeye birinci sebep olan şey dahi yine o Mihnetkeşân hikâyesi olduğunu her zaman söylerdi; ancak sekiz on yıldır gerçekten kendi hâlinde ve kendi âleminde yaşayarak şu yoldaki sefihlikleri büsbütün hatırından çıkarmış, unutmuş olduğundan şimdi her ne hâl görürse eski hatıralarını yenileyerek, ondan dolayı tavrında dahi tasdik ifadeleri gösteriyordu.
Acaba Ahmet Efendi burada ne gibi hâller görerek tavrında dahi bu emareleri gösteriyordu?
Bu suale cevaptan evvel şu hakikat göz önüne alınmalıdır ki her şeyin, her hâlin insanda uyandıracağı duygular, hep o insanın önceden hazırlanmış olan istidadına göre olur.
Hikâye ederler ki Anadolu’dan İstanbul’a gelmiş olan beş altı adam birkaç yıl İstanbul’da kaldıktan sonra memleketlerine gittikleri zaman köylerinin en akıllısı sayılan ve gerçekten de öyle olan bir yaşlı kişi İstanbul’dan dönen bu adamlarla birer birer görüşerek her birine başka başka: “Oğlum, bizim koca İstanbul’u ne hâlde buldunuz? Neler gördünüz? Biz görmeyeli acaba İstanbul başka türlü mü olmuş?” sualini sorar.
Birisinden: “İstanbul’da olan ilim medreseleri dünyanın hiçbir yerinde görülmez. Medreseleri, imaretleri şöyle gördüm, böyle beğendim!” cevabını alır. Ötekinden ise: “İstanbul umumi bir meyhane hâline girmiş. Adım başında bir meyhane olduğu gibi içki bulunmadık ev de yoktur.” Ve bir başkasından: “İstanbul bir kadın pazarıdır; hiç yok sayılacak kadar ince yaşmaklı hanımlar sokaklarda her kimi görseler yüzlerine gülerler!” cevabını ve ötekilerden dahi böyle, yani yalnız birer meseleye takılıp kalan cevaplar alır. Yaşlı adam da her aldığı cevabı ayrı ayrı tasdik eder.
Zira kendi kendisine der ki: “Herkes İstanbul’u kendi istidadına, kendi uğraştığına göre bir gözle görmüştür.”
Anadolulu akıllı ihtiyarın bu sözü âdeta her meseleye tatbik kabul eden bir sözdür, insan yalnız İstanbul gibi başlı başına geniş bir âlem olan büyük şehri değil, yalnız bir maddeyi, bir şeyi, bir noktayı dahi kendi istidadına göre olan bir gözle görür. “Bunun için Ahmet Efendi’nin de bu gece girdiği yeri kendi istidadına, kendi duygularına göre bir gözle görüşü eğer okuyucularımızdan bazılarına uygun gelmezse biçareyi kusurlu görmemelidir.
***
Daha evin önüne geldikleri zaman Ahmet Efendi bu evin en alt katında ve “ev altı” denilen yerinde bir ışık görerek, dört yana bakındığı zaman, öteki evlerin hiçbirisinde aydınlık kalmadığı ve bütün mahalleli uykuya vardığı bir zaman, bu ışık kendisini âdeta ürkütmüştü. Kendi kendisine demişti ki: “Bu ışık ne için olabilir? Limana girecek olan gemilere kılavuzluk eden fenerler gibi bu da, şurasının sefihler uğrağı olmasından ve geleceklere yer göstermek için konulmuş bulunmasından başka ne olabilir?” Bu ışık şuraya gelenlere: “Ey şehvet ve sefahat erbabı! İşte kendinizi, kendi vicdanınızda da kabahatli göstermek için aradığınız yer burasıdır ki ettiğiniz ayıbı şimdi sefahat hasretiyle pek de fark edemiyorsanız yarın o hasret, o hırs geçince, buradan, kendi kendinizden utanarak çıkacaksınız hatta o hâlde ben bile size bakmayacağım, utancımdan ışıldak gözlerimi kapamış bulunacağım!” der.
Şimdi, daha evin önünde ilk duygusu bu olan Ahmet Efendi, evin kadın müdürü Maryanko’nun, arkadaşı Hulûsi Efendi ile açgözlücesine ve rezilcesine bir emniyetsizlik göstererek ettiği pazarlığı da görünce:
“Vay, melun; parasıyla kendisini dünyaya maskara etmeye gelen adamların vicdanlarına karşı utançlarını artırmak için bu hakaretlere de cesaret ediyor!” diye içinde duyduğu acıya bir de öfke binmişti.
İçeriye girdiği zaman, dışarıya taşan ışıklarıyla kendisini ilk uyandıran kandili gördü ki konulduğu yer bir köşedir. Kandile en yakın yerleri kapkara ve uzadıkça rengi akçıllaşmak üzeredir. Köşeyi ocak bacası gibi kurum içinde bırakmış olmasına bakılırsa, kim bilir, kaç aydan, daha doğrusu kaç yıldan beri bu kandil şurada şu iğrenç kılavuzluk hizmetini yapmakta idi? Bunu düşünerek tüyleri ürperdi.
Merdivenden yukarıya çıktılar. Salon gibi yere girdiler ki bütün ev halkı derin uykuya varmış olduklarından ayaklarının patırtısı o kâgir yapı içinde korkunç bir hâlde çınlıyordu. İki üç saat önce buraya gelmiş olsalardı, yaptıklarından dolayı vicdanlarında, kınayan bir düşünce, yüreklerinde bir pişmanlık duygusu bulmak şöyle dursun, belki bu gece kavuştukları zevk ve eğlenceden dolayı sevinçlerinden kaplarına sığamayan ve bunun keyfi ile içkiye başlayarak coştukça coşan sefihlerin ve şehvet düşkünlerinin hayhuyları ve coşkunluk naraları ile duvarların titrediğini görürlerdi. Şimdi ise bunların her biri bir yatakta köpek gibi sızmış, dünyalarından habersiz kalmışlardı.
Ahmet Efendi bunu da hatırladı; hatta kendi kendisine düşünce kabilinden dedi ki: “Acaba şu sarhoşlar için bu ev bir batakhane olsa şimdi, şu anda kendi kendilerine uğrattıkları tehlikenin büyüklüğünü hesaplayabilecekler midir?”
***
Salon dediğimiz yere girdikleri zaman cumba gibi bir yerde bir uşağın horlayarak uyuduğunu gördüler. Maryanko Dudu onlardan önce davranıp ilerleyerek herifin göğsünden dürttü:
“Vasili! Vasili!” diye seslenip uşak gözlerini açtığı zaman:
“Gece uyursun, gündüz uyursun! Nedir senin bu tembelliğin!” diye herife çıkışmaya başladı.
Vasili dediği herif ise zati benzinde kan olmadığı gibi uykusuzluk hâliyle bir kat daha rengi kaçacak; bir konsol üzerinde yarı indirilmiş fitili ile baygın baygın yanmakta ve petrolün bu hâlde çıkaracağı murdar bir koku ile bütün evi kokutmakta bulunan lambanın sarı ışıkları dahi herifin çehresini büsbütün korkunç bir hâle koymuştu.
Esneyerek, gözlerini oğuşturarak ve gelenlere hain hain bakarak aklını başına toplamaya çalışan Vasili, Maryanko’nun çıkışmasına karşı dedi ki:
“Gece uyuma, gündüz uyuma! Geberip gitmeli mi?”
Ahmet Efendi’nin duyguları biraz daha başkalaştı. Bu heriflerin gece de gündüz de uyumamakla vazifeli olmak zorunda olacaklarını göz önüne koyarak, beşer cemiyetinin bir sınıf fertlerini bir sefihlik çirkefine batırmak için açılmış olan şu fabrikanın ne gibi uşakları olduğuna, Vasili’yi örnek aldı; iğrenmesi arttı. Hele Vasili orada sadece uşak sayılacak bir adam değildi. İki metreye yakın boy, seksen santimetre kadar geniş omuz; olur olmaz adama bacak olabilecek kadar kalın pazılar ve yüzünden düşen bin parça olacak kadar çatkın, lanetli, sert bir surat uşak olacak bir adam için fazla ve lüzumsuz şeyler olup bu herifin kalıbına, kıyafetine, tavrına, çehresine bakıldığı ve madamın çıkışmasına aldırmadan bir de cevap verdiğine dikkat olunursa, bu evde asıl vazifesi polislik ve jandarmalık etmek ve evin kanunlarına, nizamlarına uymayanları uymaya zorlamak olduğu anlaşılırdı.
***
Ahmet Efendi bunu da anladı. Maryanko ise Vasili’ye Rumca birkaç lakırdı söylemeye başladı ki bu sözlerin içinde Mari, Olempiya, Amelya, ve Agavni gibi kadın adları da bulunduğuna bakılırsa yeni gelen müşterilerine çıkaracağı kızları emrettiği öğrenilirdi.
Uşak çıktı. Biraz sonra Maryanko dahi dışarıya çıktı.
İki arkadaş yalnız kalınca, Hulûsi Efendi dedi ki:
“Ne düşünüyorsun, arkadaş? Sanırım, konyakların da hızı geçti?”
“Sarhoşluktan eser bile kalmadı.”
“Ee, ne düşünüyorsun?”
“Hiç! Akşamdan beri iki defa sarhoş olup ayılan bir adamda kafa sersemliğinden, baş ağrısından başka ne olabilir? Fazla olarak bir de ıslaklık, uykusuzluk hesaba katılırsa tir tir içimin titrediğini de pek kolay anlayabilirsin!”
“Sitem ha! Fakat başka sığınacak yerimiz olmazsa ne yapabilirdin? Hatta Kristal Kahvesi’nin uşağına bu hizmeti için bir mecidiye bahşiş bile verdim. Herif olmasaydı…”
“Bir mecidiye bahşiş mi?”
“Ya buraya kadar kılavuzluğunu bedavaya mı sandındı?”
“Yarın o gelip ev sahibinden bahşişini alabilir.”
“Müşterinin de vermesi âdettir.”
“Resmî tabirle ‘teâmül-i kadime riâyet’ ha?”
“Öyle bir surette söylüyorsun ki hemen hemen taş attığına hüküm vereceğim geliyor.”
“Ne münasebet! Ama senin de hâlinden, duruşundan anlıyorum ki sen de bu gece şu gidişimizden pek hoşnut değilsin.”
“Zaruri, mecburi olduğunu anlatamadık mı? Hava böyle olmasaydı bu yerlere kim gelirdi? Ama senin rakı üzerindeki felsefene burada da yer verecek olursak hiç de böyle bir üzüntü, pişmanlık hâli göstermemeliyiz. Mademki bir iştir oldu; mademki üç dört lira masrafa giriyoruz; bari zevkini de çıkaralım.”
“En doğrusu öyle olacak… Ama bunlar galiba kızları getirmeye gittiler. Keşke tembih etseydik de yalnız iki kız getirselerdi.”
“Sebep?”
“Hangisi olursa olsun, iki kız getirselerdi de onlar da beğenilmiş sayılabilselerdi…”
“Hikmetini anlayamadım?”
“Beş altı kız gelirse hepsini alıkoyacak değiliz ya? Sonra ötekilerini üzüntülü üzüntülü geri yollamak nasıl olur ya?”
“Amma yaptın ha! Böyle bir yerde bu kadar utangaçlık… Parasıyla…”
***
Üst katın merdiveninden aşağıya birkaç ayak patırtısının inmeye başlaması Hulûsi Efendi’ye sözünün tamamlanması için meydan bırakmadı. Bir kız, onun arkasından bir dahası içeriye girdiler. Merdivenin üst tarafından da başka birkaçının ayak patırtısı işitildi.
Ahmet Efendi görenlerin sahiden kakavan sanacakları derecelerde bir şaşkınlık içinde bulunup Hulûsi ise oldukça güler yüzle kızları karşılamaya yürüdü.
Bunlar henüz yataktan kalkmış ve hâlâ esnemekte bulunmuş idiler. Arkalarında birer beyaz gömlek ve onların üzerinde sonradan omuzlarına aldıkları birer palto yahut kabı yırtık kürk bulunup ayakları çıplak ve saçları perişan bir hâlde idiler. Sanki alafranga “reverans” olmak üzere azıcık eğilmekle beraber elleriyle de birer temennâ ettiler ki şu hâle ve istemeye istemeye, kendilerini zorlayarak yüzlerinde gülümseme göstermeye çalışmalarına bakanlar, onlardan önce hiçbir kaltak karı görmemiş olsalar, işte “kaltak” denebilecek kadınların ancak bunlar gibi olabileceğini hükmederlerdi.
Bunların ardınca da başka üç karı daha gelip, beşi dahi kendilerini müşterilere beğendirmek için ellerinden geldiği derecede sevimli yüzlerini gösterdikten sonra birer yana oturdular.
Bu anda hiçbir taraftar söz söylenemeyeceği tabiidir.
Ahmet ve Hulûsi Efendiler, kızları birer birer gözden geçirerek dikkatleri hangisi üzerinde durursa o kızın bir lahzaya mahsus olmak üzere, gözleri yere eğilerek tavrı değişirdi; ama bu hâlin yalnız bir lahzaya mahsus olduğunu bilmelidir. Bu utangaçlık eseri ise kendi hâllerini kendileri dahi korkunç ve ayıp görmekten ileri gelmeyip acaba müşteri beni beğenecek mi, beğenmeyecek mi, şüphesinden doğma bir şeydi.
Müşterinin kendisini beğendiği veya beğenmediği ilk bakıştan sonra, hâlinde belirecek hususi alametlerden anlaşılacağı bu kadınlarca zati denenmiştir ve bu yolda kendileri pek ustadırlar. Her hâlde müşterinin bu tavrını görmemek için bir saniyeye, bir ana mahsus olmak üzere gözlerini yere indirirlerdi.
***
Sükût bayağı uzadıktan sonra, Hulûsi Efendi, söz açmak için: “Matmazeller size zahmet verdik.” dediyse de kızlarda esnemekten ve elleriyle gözlerini oğuşturup saçlarını, falanlarını düzeltmekten başka cevap görülmedi.
Ahmet Efendi sanki bir acemi asker imiş de ayak talimi ediyormuş gibi oda içinde bir aşağı, beş yukarı gezinmekte ve önce yapıp hazırlamış olduğu cigarasını yakmayı dahi akıl edemeyerek ucu yanmamış cigarayı çekip yürümekte idi.
Neden sonra Maryanko Dudu geldi; dedi ki:
“Nasıl beyefendiler; kızlarımı beğendiniz mi?”
Hulûsi:
“Maşallah, hepsi güzeldir, Dudu!”
Maryanko:
“Öyle ise size hangileri lazımsa onlar kalsın da ötekiler de rahatlarına baksınlar.”
Hulûsi:
“Söyle bakalım, arkadaş; hangisini beğendin?”
Ahmet:
“Dudu, burada bir adamın yalnız yatması yasak mıdır?”
Kızların beşi birden gülmeye başladılar.
Dudu dedi ki:
“Demek oluyor ki siz beğenmediniz?”
“Hayır beğenmedim değil; ama yalnız yatmak istiyen adam ne yapar, diye sordum.”
“Yalnız yatmak isteyen adam bir otele gider.”
“Yağmur yağar, vakit gecikir de otel bulamayarak buraya gelirse?”
Hulûsi:
“O hâlde geceliği tamamıyla verip bir yatakta yatabilir; öyle değil mi madam?”
Maryanko:
“Orası öyle ya! Ama ben size mutlaka kız beğendirmek isterim.” (Kapı yanında bulunan uşağa) “Vasili git. Virgina’yı kaldır da al, getir!”
Uşak bu emir üzerine karının yüzüne öyle bir bakış baktı ki Hulûsi Efendi bu bakışın manasının: “Canım, Virgina nasıl kaldırılabilir? Bilmiyor musun ki müşterisi vardır!” demek olduğunu anladı.
Ahmet Efendi dedi ki:
“Yok, yok! Zahmet etmeyiniz, Dudu. Kimseyi zahmete koymayınız. Kız beğenmediğim için değil. Tabiatım öyledir. Yalnız yatmaktan hoşlanırım.”
Maryanko:
“O da sizin bileceğiniz şey, beyim. Ya sizin için hangisi kalsın, efendim?”
Sözün ikinci fıkrası Hulûsi Efendi’ye karşı söylenmiş olduğundan Hulûsi Efendi Dudu’ya bir cevap vermeden önce, arkadaşının yanına sokularak, Fransızca: “Adam, niçin böyle ediyorsun? İşte bu gece de böyle eğlenelim!” diye birçok sözle kandırmaya çalıştı. Ahmet kendisine karşılık veriyordu ise de ileriye sürdüğü deliller birbirinden kuvvetli olacağına gittikçe zayıflıyordu.
Bunlar Fransızca söyleşirlerken, kızların birkaçı sanki Fransızca anlıyorlarmış gibi davranarak birkaç kelime söylediler ki bu kadar pis lakırdılar, yalnız Fransızcadan değil, Çin dilinde dahi ağıza alınamayacak kadar murdar sanılırlar. Anlaşılıyor ya, görüştükleri sefihlerden öğrendikleri sözler olup bunları son derecede soğuk bir tarzda söylemişlerdi.
Nihayet Hulûsi Efendi arkadaşını kandırabildi; ama Ahmet, kendisi için hangi kızın kalması lazım geleceğini göstermeyip bu işi dahi Hulûsi yaparak ve bir tane de kendi için ayırarak öteki üç kıza lüzum kalmayınca, onlar kalkıp gittiler.
Kızlar giderken arkalarından bakan Ahmet Efendi’nin yüreğinden ve zihninden acaba neler geçiyordu? Mutlaka pek müthiş şeyler geçiyordu ki kaşları gözlerini örtercesine burnu üzerine düşmüş ve gözleri ateş gibi parlamaya başlamış ve burnunun kanatları dikilerek soluğu dahi yunus balığının soluğu gibi bir şiddet peyda etmişti.
***
Üç kız gittikten sonra Vasili denilen uşak sokulup:
“Mastika falan bir şey ister misiniz?” dedi. Ahmet Efendi ile Hulûsi bir anda; fakat birbirine uymaz birer cevap verdiler:
Ahmet “Rakı falan lazım değil; hemen yatacağız!” Hulûsi ise: “Güzel konyağınız varsa biraz getir!” demişti.
Akşamdan beri görülmekte olan birlik burada ayrılmaya başlamış, iki arkadaş rakı yahut konyağın lüzumu, lüzumsuzluğu üzerine de biraz söylenmişlerse de uşak, tabiatıyla, Hulûsi’nin emrini Ahmet’in tembihinden üstün görerek hemen elinde bir şişe ve dört kadeh ve bir tabak içinde de birkaç çürük çarık meyva bulunduğu hâlde dönmüştü.
Konyak diye getirdiği şey ne olsa beğenirsiniz? Rom! Hem de Limon iskelesine fıçı ile gelerek okkası üç buçuk dört kuruşa verilen pis şeylerden! Hulûsi, kadehin dibine birkaç damla koyarak tadına bakınca yüzünü buruşturup tükürecek yer dahi bulamayarak oda içinde birkaç kere dönmüş ve nihayet kapıdan dışarıya çıkarak bir yana püskürmüştü; bunun üzerine uşağa:
“Ulan, bu nasıl konyak?” diye surat edince herif:
“Efendim, konyak, hem de fin şampanya konyak!” demesin mi!
Artık konyak istenildiği hâlde bulunamadığınamı yanmalı, yoksa uşağın insanı bir şey bilmez yerine koyduğuna mı? Bir lakırdı daha söylenecek olsa herif: “Öyleyse, galiba sizin konyak içtiğiniz olmamalı da konyağın da iyisini tanımıyorsunuz!” demekten geri durmayacak!
Fakat nasılsa bu konyağı beğenmemek hususunda efendiler uşağa galebe çalabildiler.
Ahmet Efendi hiçbir şey istemem deyip durduysa da Hulûsi Efendi:
“Buralarda rakı daha çok içilir; belki içilmeyecek gibi bir rakınız vardır; ondan getir!” diye uşağı gene gönderdi. Bu defa getirdiği şey konyağın konyağa hiç benzememesine karşı, rakıya iyice benzeyebilen bir şeydi. Ahmet Efendi gene aşağı yukarı gezip dururken Hulûsi ve iki kız rakıdan birer kadeh aldılar.
***
İki kızla Hulûsi arasında geçen ilk birkaç kelimeyi burada yazmak için hatırlamak kabil midir? O kadar manasız, yavan, yersiz ve münasebetsiz sözler nasıl bilinebilinir? Ezberlemek için her vakit sözlerin en düzgünü üstün görülür; hatta eski zamanlarda bazı ehemmiyetli şeylerin hatırda tutulması için onları ezberlerlerdi amma ezberlemesi kolay olsun diye de nazma çekerlerdi. Saçmasapan şeyleri hatırda tutabilmek en güç işlerdendir. Hele bu biçim karılar dünyada hiçbir erkekle üst üste yedi gün geçireceklerini hatıra bile getirmeyerek bir daha ya görecekleri ya görmeyecekleri herifler önünde söyleyecekleri söz için mana ve münasebet aramaya dahi lüzum görmezler. Tutalım ki bir daha, beş daha, bu erkekler buraya gelecek olsunlar; tutalım ki kendilerine müşteri olacak olsunlar, öyle birbirlerine alıştıkları zaman rezaleti daha katmerli; fakat oldukça mana ve münasebeti olarak böyle sözler kendi aralarında geçebilir. En çok dikkat olunacak şey böyle daha ilk görüştükleri adamlara meydanda hiç de münasebet yokken bulup buluşturup söyledikleri sözlerdir ki bunların gerçekten ilk işitenlerin içlerine bulantı vermemesi kabil değildir. Bu nokta, üzerinde durulacak bir noktadır.
En önce düşünmelidir ki bu kadınlar şu heriflere göre nedirler? Hani bazı sokaklarda şunun bunun kirletmesinden kurtarmak için mezar olmadığı hâlde birer taş dikilmiş yerler olmaz mı ki bunların taş dikilmemiş olanları gayet iğrenç bir şekil alır, gelen geçen oraya hacetlerini defederler; işte murdar yerlere uğramak tıpkı böyle bir köşeye uğramak gibidir ki bir kere uğrayanın bir daha o yeri bulmak için bile bile zahmete katlanmayacağı bellidir. O karılar da bu yerler demektir; bir kere kendisine uğramış olan adamları bir daha kendileri gidip aramazlar. Ya o hâlde karılarla erkeklerin ilk buluştukları zaman kendilerini söz aramaya, söz bulmaya zorlayacak ne olabilir? Böyle yerlere söz sohbet için de gelinmiyor ki… Bunun için karılardan hiç münasebeti, manası, sırası, yeri olmayan ne kadar uygunsuz sözler işitilirse insana hiç dokunmamalıdır; ama insan ne kadar olsa bu karıları âdem evladı sandığı için kendilerinde görülen münasebetsiz tavırlardan işte gene kendisi utanır gibi olur.
Hele bizim Ahmet Efendi’nin bu ilk münasebetsizliklerden duyduğu tiksinti daha fazlaydı. Hulûsi dahi iğreniyorsa da aradan birkaç dakika geçip de birkaç kadeh daha döndürüldükten sonra şu kısa müddetin kendisine göre geçmişleri, münasebetleri de peyda olacağını; söze, sohbete, cümbüşe, eğlenceye meydan açılacağını umuyordu.
***
Hulûsi’nin bu bekleyişi de beyhude olmadı. Kızlar, önce isteksizce, sonraları daha çok iştahla aldıkları kadehler, biraz uykularını dağıttığı için müşterileri eğlendirmek üzere gerek zorla gerek birkaç kadehin tazelediği akşam keyfi ile açılarak ufacık ufacık şarkı okumaya da başladılar; ama akşam eğlencelerinde olduğu kadar tiz perdelere çıkamıyorlardı; uykuya varmış başka müşterileri rahatsız etmeye hakları yoktu.
Ahmet bunu görünce: “Artık büyük şair Victor Hugo’nun aşkına olamazsa da şu iç sıkıntısı aşkına olsun!” diye içki masasına yaklaşarak bir doluca kadeh parlattı ve yavaş yavaş meclisin sonbahar keyfi gibi soluk ve soğuk neşesine katıldı.
Bu dernek bir saat kadar sürdükten sonra yağmurdan ıslanmış bulunan iki arkadaş çamaşır değiştirmenin imkânsızlığını anlayarak yatmak ihtiyacını duydular.
Hulûsi Efendi seçtiği karıyı alarak kendisine verilen odaya çekildi.
Ahmet Efendi ise kendisi için alıkonulan kadına dedi ki:
“Nasıl yatacağız?”
“Nasıl isterseniz öyle yatacağız.”
“Öyle ise, hani bu gece boş kalan kızlar yok mu, sen onlardan birisinin koynuna girersin, ben senin yatağında yatarım, olmaz mı?”
“Buna sebep?”
“İşte o sebebi sormazlar!”
“Siz bilirsiniz, beyim.”
“Ben bilirsem öyle olmalı. Haydi beni odama götür de sen de yatacağın yere yat!”

3
Ahmet Efendi henüz yarı uyanık, yarı uyur bir hâlle sabahleyin yatağı içinde yuvarlanırken dışarıdan kilise çanlarının, yüzlerce satıcının ve birçok arabanın gürültüsü, patırtısı Beyoğlu’nun geceki sessizliğini büyük bir yaşama gürültüsüne, geçim sebeplerini elde etmenin hırgürüne çevirmiş olduğunu düşünerek bu koşuşmanın, bu şamatanın hepsi erbabını avunduracak derecelerde yolunda olduğuna hükmediyor ve yaptığı iş hiç de yolunda olmadığı için utanması gereken bir adam varsa o da kendi olduğuna inanıyor; fakat uyku hâliyle bu duydukları kendine rüya gibi gelerek, pişmanlık hükümlerinin de rüyada verilmiş olması zannıyla avunuyordu.
Yarım saatten fazla bir zamanı böylelikle geçirdi; nihayet uykuya galebe çalarak gözlerini açınca gördü ki güneş gereği gibi yükselmiştir. Sabahleyin cigarası ağzına verilmeyince gözlerini açmamak ve kahvesini dahi yatağı içinde içmek şanından olan biçare Ahmet, bir kere etrafına bakınca yanında ne insan ne cigara falan gördüğü gibi, seslenecek olsa ev içinde başkalarını rahatsız etmekle beraber kendisini de kendi ilan etmiş olacağı düşüncesi buna engel oldu. Akşam birlikte yatmasını istemediği kadın yanında bulunmuş olsaydı da insanın ahlak ve tabiatını bilmeyen ve bilmek de boynuna borç olmayan bir kadınla sabah âdetlerini kendi tabiatınca yerine getirmek kabil olur mu?
Artık kendi kendisine söylenerek yerinden kalktı. Öteye beriye aranarak bir cigara bulmaya çalıştı. Boş çıktı. Cigara çekmedikten sonra da başını toplamak mümkün değil! Ne yapsın? Bir aralık oda kapısını açıp dışarıya göz gezdirdi. Öyle yerde bulunuyor ki oda kapısının eşiğinden öte yanı, kendisi için yabancı bir yerdir, iç tarafı da kendisine alışkın bir yer değil ya! Olabilmek de güç!
Her ne kadar alt katlarda insan bulunduğunu anlatan bazı sesler ve ayak patırtıları varsa da nasıl seslensin? Hatta kapısı açık, öyle dışarısını seyredip durmayı da zararlı, tehlikeli bulmaya başladı. Öyle ya, bu sofa üzerinde bulunan kapılardan birisi açılıp da dışarıya başka bir misafir çıksa? Çıkacak olan misafir kendisini yemez, yutmazsa da ya bir bildik olup da tanırsa? Ama öyle bir yere gelen bildikler de kendisini ayıplamakta haklı olamazmış. Ne olursa olsun, kendisi ayıplanacak bir hâlde bulunuyor ya!
Kapıyı gene kapayarak odasına girdi. Bir cigara içip sersemliğini gideremedi, “Bari yüzümü, gözümü yıkayayım!” diye oracıkta duran bir yüz takımının yanına yaklaşarak üzerinde kokulu sabunlar ve birkaç şişe lavanta görüp ilk bakışta süsünü beğendi ise de su kabındaki suyun üzeri toz, toprakla kaplanmış olduğunu görünce, “Kim bilir bu su ne zaman konulmuş?” diyerek irkildi.
Şu ürküntüden evhamı daha çok genişledi. Kendi kendisine dedi ki: “Bir bakıma pek süslü yüz takımı… Pek güzel sabunlar… Lakin acaba bunlarla kimler yıkanmış? Nerelerini, ne gibi mundarlıktan temizlemek için bunları kullanmış?”
Ahmet Efendi, şu sözleri kendi kendisine söylerken yüzüne bakacak olsaydınız sanki pek iğrenilecek bir şey görmüş gibi yüzünde büyük bir tiksinti kırışığı görürdünüz. Şu ilk tiksinti üzerine gene kendi kendisine dedi ki:
“Etrafa bakılacak olursa her şey temiz, her şey süslü görünür. Beyoğlu’nun en mükemmel yeri burası olduğuna şüphe kalmaz; ama bu temizlik, bu süs işte tıpkı şu yüz takımının temizliğine, süsüne benzer. Kadınları da böyle… Düşkünlük kirinin ruhu bulaştırması üzerine ruhu temizleyecek bir sabun da icat edilmiş olsaydı belki insan rahat edebilirdi.”
***
Hepsi yolunda; ama cigara yok! Cigara isteyecek adam yok! Adamları çağırmaya imkân yok!
Fakat bu sersemlikle durmaya da imkân bulunmadığından Ahmet Efendi, oda kapısını yeniden açtı. Sofaya doğru çekine çekine birkaç adım atmaya da cesaret aldı.
Yeni yapıların merdivenleri bazı defa ne güzel işe yararlar. Elbette tecrübe olunmuştur ki yeni yapılarda birbirinin üstüne konularak yükseltilmiş olan merdivenler ta üst kattaki bir adam baktığı zaman en alt katı görebilmeye elverişli olur. Ahmet Efendi de merdivenin yukarısından yavaşça aşağıya bakınca aşağıki katın merdiveni başında iki kadının gizlice söyleştiklerini gördü.
Bunların birisi Rum, öteki Ermeni, birbirinin dillerini bilmedikleri için Türkçe konuşuyorlardı. Sözlerin başının, Ermeni karısının o gece iki müşteriyi idare etmiş olduğu üzerinde geçtiğini, Ahmet Efendi, sözlerin gerisinden anladı. Rum karısı demişti ki:
“Kız, nasıl korkmadın? Ya gece yarısı ilk müşteri uyanıp da seni arasaydı ne yapardın?”
“Onda uyanacak hâl mi kaldı? Zati sarhoş geldiği hâlde iki şişe de burada içti.”
“Ya şimdi ikisinden biri uyanır da seni ararsa?”
“Adam sen de! Acemiye öğretecek vaktim yok. Elbette ilk akşamdan gelen herifin yanına gireceğim; o bazı bazı buraya gelir. Hem de geceliği akşamdan vermez, sabahleyin verir. İkinci gelenin buraya daha ilk gelişi… Geceliği de peşin vermiştir. Vasili’ye tembih ettim. Uyandığı ve beni aradığı zaman hamama gitmiş olduğumu söyleyecek. Anladın mı, ahmak! Acemilik lazım değil, iki gecelik birden kazanmak öyle kolay kolay da olmaz ya! Biraz zahmeti göze almalı.”
Ahmet Efendi bu yerlerin murdarlığını bir kat daha artırmak üzere şöyle iki adamı birden aldatmak ihtimalini daha hayal bile etmemiş olduğundan karının bu sözlerine şaşmıştır. Hâlbuki Rum karısı da Ermeni karısının bu sözlerine şaştığını göstererek:
“Kız, Agavni; eğer üç müşteri olsa, üçünü de aldatabilir miydin?” demiş olduğundan, karı bu işlerin eski ustası olduğunu anlatacak becerikli bir edayla demişti ki:
“Hay hay! Ama üçüncü müşteri gece sabaha kadar kalmamalı; yalnız bir saat kadar görüşüp gidecek olan müşterilerden olmalı. Hoş, üç müşterinin ikisi geceliği peşin vermiş olurlarsa sabahleyin Maryanko Dudu’ya biraz kavga dinletmek şartıyla üçünü dahi savmak mümkün olur ya! Her hâlde sabahleyin her zamanki müşterinin yanında bulunursun; çünkü böyle işlerin en güç zamanı sabahleyindir; ama müşterilerden birisi şayet âlemden utanır takımdan olup da gündüz buradan çıkamayarak sabah erkenden çıkarsa artık iş pek kolaylaşır.
Bunları hep öğrenmeli, kuzum! Daha neler var, neler var ki onları öğrenmeyen kız bir kerhanede para kazanamaz; eğer iş yalnız geceliğe kalırsa hâli yamandır!”
Dikkat buyuruluyor ya! Ahmet Efendi için düşünce meydanı gittikçe genişliyor. Müşterileri aldatmak için daha neler varmış neler! İş yalnız geceliğe kalırsa hâli yamanmış!
***
Ama cigarasızlık belası her hâlden daha yaman olan bir hâl! Ahmet Efendi ne yapsın? Bari kendisini şu karılara gösterip onlar vasıtasıyla hizmetkârı çağırtsa ve onun vasıtasıyla da cigara buldursa… Artık bu murdar karılardan da utanacak çekinecek değil a!
Bu niyetle merdiven başında bazı hareketler eyledi ki aşağıda bulunan kadınlar yukarıda adam olduğunu anlayarak baktılar. Ermeni karısı Rum’a:
“Kız, Kalyopi. Kocan uyanmış!” dedi.
Ahmet Efendi de kulak kabartmış, kendi kendisine: “Bunun birisi bizim karı imiş! İsmi Kalyopi imiş! Burada müşterilerin adı da koca imiş!” diye kafa oyalamaya sermaye yapacağı şeylerin gittikçe çoğalmasına kendisi de şaşıyordu.
“Kalyopi” denilen kız hemen yukarıya koşup:
“Kocacığım, uyandınız mı?” deyince, Ahmet Efendi, sanki yüreği ve ciğerleri üzerine bir güğüm kaynar su dökmüşler gibi bir şeyler duydu. “Koca!” tabirine şaşıp dururken şimdi dostça bir de küçültme edası ile kendisine “Kocacığım!” deniliyor!
Erkeğe bu hitabı olur olmaz nikâhlı karısı bile edemez. Kimisi “ağa”, kimisi “efendi”, kimisi “beyefendi” hitaplarını edip bunlara bir de küçültme edatı ekleyerek “Ağacığım!” ve “Efendiciğim!” demek derecelerine, zaman ile ve karı koca arasında tam teklifsizlik başlaması üzerine varılır. “Kocacığım!” ise karı koca arasında gerçekten âdet aşırı bir ince tabir olup bu tabirin kullanılmasına elveren zamanların dahi hususi bir ehemmiyeti vardır. Burada ise birkaç saatlik buluşmaya mahsus olan bir karı, henüz koynuna girmemiş olduğu bir adama şu hitabı etsin!
Ahmet Efendi’ye bu hâl gerçekten dokundu; ama cigarasızlığın tesiri ona da üstün geldiğinden karı daha merdivenin yarısına kadar çıkmış iken:
“Aman, bana bir cigara bulunuz; bir de büyük fincanla bir kahve!” dedi.
Artık karıdan hangi fabrikanın hangi nevi cigarasından istediği yolunda sualler!
Ahmet Efendi, sözün uzayıp gitmemesi için istediği cigarayı lüzumlu olan vasıflarıyla söyledi; lakin bu izahlar da sözü az uzatmamıştı.
Gerçek; reji çıkalıdan beri cigara almak için bir yere başvuranlar epeyce uzunca bir sorguya çekilirler. Misal: Dükkânın birisine gittiniz de bir cigara istediniz değil mi?
“Kaçlıktan?”
“Hangi fabrikanın?”
“Zivanalı mı olsun, zivanasız mı?”
“O fabrikanın bir cinsi kalın, bir cinsi daha incedir; hangisinden olsun?”
Ahmet Efendi bu suallere meydan kalmamak için: “Beyoğlu Fabrikası’nın yüzlük zivanasız cigarası.” diye bir defada istediğini söyleyerek gene odasına girdi.
Bir hayli zaman sonra nasılsa cigara ile kahve gelmiş olduğundan biçare adamcağız bunlara atılarak sarıldı, sabah keyfini yerine getirdi. Kahvenin her zaman alışkın olduğu üzere kavrulmuş olmayıp, yüzde altmışı nohut karışık çarşı kahvesi olması, keyfinin gereği gibi yerine gelmesine engel idiyse de artık bu kadar ince eleyip sık dokunacak yerde bulunmadığını düşünerek belanın böylesine katlanmak zorunda kaldı.
Efendi cigarasını içerken kız birtakım abuk sabuk sualler ortaya sürüyordu; bunların bazılarına yalnız “evet” yahut “hayır” yerinde bir baş sallayışla cevap vererek zihni, içinde bulunduğu hâli düşünüyor, gözleri de kızı süzüyordu.
***
Bu kız eğer o kadar zayıf olmasa, değirmi çehreli denebilir; saçları, kaşları kumral; gözleri koyu ela; kirpikleri bayağı uzun ve gözlerinin güzelliğini artıracak derecelerde kaşlarla uygun; burnu pek güzel ölçüde; hele ağzı, çenesi pek minimini; orta boylu; eli ayağı da küçük ve güzel bir şey olup, umumi heyetine “bir güzel kız” denilebilir ve hele gülümsediği zaman güzelliğinin arttığı teslim olunursa da içinde bulunduğu hâl kendisini o kadar soldurmuş, yıpratmış idi ki bu güzelliği bulabilmek için insanın pek çok ince görüşlü olması lazım gelirdi.
Kadınlar, kızlar çok zaman güle benzetilirler.
Eğer bu kız da bir gül ise öyle bir güldür ki gonca hâline gelir gelmez güzel kokusunu koklamaya saldıran birçok adamın ellerine düşmüş; bunlar koklaya koklaya vakitsiz soldurmuş ve yıpratmış olmaktan başka, onu koklayan burunların en zayıf ve tehlikesizinin nezleden ibaret birçok hastalıkla kirlenmiş olduğu da gülün üstüne bıraktıkları türlü kirlilik izlerinden anlaşılmakta idi.
Haydi bakalım; midede kuvvet varsa şu hâliyle beraber bir süprüntülüğe düşmüş olan bu gülü elinize alınız da koklayınız!
Kalyopi’nin vücudunda emmekten, ısırmaktan, sıkmaktan, çimdiklemekten olmuş çürükleri uzun uzadıya anlatmaya imkân yoktur; fakat cigarasını, kahvesini içtiği müddet içinde Ahmet Efendi bu hâllere o kadar dikkat etmişti ki kendisi ressam olsa da kızı resmetmesi lazım gelse, bir daha görmediği hâlde, ezber resmedebilirdi.
Nihayet, aralarında şu konuşma baş gösterdi. Ahmet Efendi dedi ki:
“Bizim arkadaş uyandı mı?”
“Hayır efendim; daha uykudadır.”
“Nerden biliyorsun?”
“Şimdi karısı ile birlikteydim.”
“Karısı kendi yanında değil mi idi? O da bu gece benim gibi yalnız mı yattı?”
“Hayır efendim; birlikte yattılar; fakat karısı hamama gidecek de…”
“Hamama mı gidecek? Acayip! Sabahleyin, bu kadar erkenden hamama gitmek!”
“Erken değil, efendim; saat üç oluyor.”
Ahmet Efendi önce merdiven başından işittikleriyle, bu hamam bahanesinin iç yüzünü anlamışsa da gene sormaya devam etti:
“Her müşteri geldiğinde siz hamama gider misiniz?”
“Her zaman değil; ama hamama sık sık gideriz. Hekimler öyle emrederler.”
“Hekimler ha? Sizin hekimleriniz de var demek?”
“Elbette. Kendimizi sık sık hekimlere göstermeyecek olursak nasıl olur? Burası kibar bir yerdir. Buraya hep beyler, efendiler gelirler.”
“İyi ama şimdi arkadaşım kalkar da karısını isterse ne cevap vereceksiniz?”
“Hamama gitti diyecekler.”
“Ya inanmazsa?”
“İnanmazsa hamama haber gönderip çağırırlar. Hem inanmayacak ne var? Artık gündüz oldu.”
Bir iki dakika sustuktan sonra, Ahmet Efendi sordu:
“Senin adın nedir?”
“Bana Kalyopi derler, efendim; küçük Kalyopi!”
“Demek oluyor ki burada bir de büyük Kalyopi vardır.”
“Hayır, buradaki kızların en küçüğü ben olduğum için…”
“En küçüğü mü? Kaç yaşındasın?”
“Henüz 17 yaşında!”
Ahmet Efendi şaşkınlık denizine bir daha daldı! Hâli değişti. Kız ise efendideki bu hâle kim bilir ne mana verdiğinden, dedi ki:
“Başka yerlerde benden daha küçükleri bile vardır ama burada en küçük ben olduğumdan…”
“Senden daha küçükleri mi?”
“Evet efendim, 13 yaşında, 12 yaşında bile vardır.”
“12 yaşında mı? Acayip! Burası mektep mi?”
“Evet, burası da bir mekteptir, efendim!”
“Kız, 13 yaşındaki kızlar âdeta mektep çocuğudurlar. Böyle yerlere onlar nasıl olup da düşüyorlar? Yoksa bu yerlerin ne demek olduğunu bilmiyorlar mı?”
“Babaları yahut anaları satıyorlar, efendim.”
“Satıyorlar mı? Nasıl satıyorlar? Onlar halayık mı?”
“Âdeta satıyorlar! Kızın gençliğine, güzelliğine göre 10 lira, 15 lira, 20 lira, bazı defa 30 liraya kadar satarlar.”
***
Ahmet Efendi hemen çıldırıyorum sanmaya başladı. Bir cigara daha yakıp: “Mümkün ise bir kahve daha içebilir miyiz?” diye kızdan bir kahve daha istedi.
Kız merdiven başından “Vasili!” diye bağırarak, Rumca, bir kahve daha ısmarladı. Ahmet Efendi’nin yanına geldiği zaman ise efendi sordu:
“Şimdi seni de buraya satmışlar mıdır?”
“Hayır, ben kendi kendimi sattım.”
“Kendi kendini mi? Nasıl? Anlayamadığım şeyler!..”
“Evet, efendim; kendi kendimi sattım; ama buraları sizin nenize lazım? Siz akşam yalnız yattınız…”
“Pek isabet ettim. Hem de sarhoş bulunduğum için korkmuştum ki… Neyse… Fakat şu satışı, alışı anlamak isterim.”
“Ne lazım, efendim, kocacığım! Haydi, yatağa yatalım. Hava soğuk!”
“Bana yatak falan lazım değil! Şimdi giyineceğim; lakin şu 12 yaşındaki kızları nasıl satıyorlarmış? Bunu anlamazsam patlayıveririm!”
“Yalan söyledim, kocacığım; yalan söyledim, satmazlar!”
“Hem bana öyle ‘Kocacığım!’ falan deme! Neden ben senin kocacığın oluyormuşum? Zavallı kız, ben şimdi gideceğim. İhtimal ki bir daha senin adın bile hatırıma gelmeyecek.”
Kız gözlerini önüne eğip Ahmet’in sözünden bayağı kızardı. Fakat Ahmet, şu satış alış meselesi üzerinde izah almadan kahveyi getiren Vasili:
“Efendi, arkadaşınız uyanmış; sizi istiyor. O buraya mı, siz oraya mı gidersiniz?” demesi üzerine Ahmet Efendi Hulûsi’nin oraya gelmesini söyledi. Hulûsi geldikten sonra da söz başka yana geçtiği için kızdan istediği malumat tabiatıyla gecikmişti.
“Başka yana geçti” dediğimiz söz Fransızca söylenmişti; mahiyeti ise Ahmet’in arkadaşına geceyi nasıl geçirmiş olduğu suali üzerine, Hulûsi’nin verdiği cevaptan ibaretti.
Meğer Hulûsi de o kadar hoş bir vakit geçirmemiş. Hele sabahleyin bir yatak safası etmeyi isterken bir gecelik karısı olan hanımın hamama gitmiş bulunması (!) buna engel olduğu için canı da sıkılmış!
Ahmet Efendi hamama gitmenin iç yüzünün ne olduğunu bildiği hâlde arkadaşına burasını anlatmaya şimdilik hacet görmedi. Aksine, arkadaşının şaşkınlığa uğrayacak derecede garipseyeceğini bile bile dedi ki:
“Bugün ve bu akşam burada kalacağımızı haber verirsem şaşar mısın?”
“Biz mi? Sen mi?”
“Ben! Biz!”
“Galiba sen bu geceyi pek rahat geçirmiş olmalısın ki bir dahasını arzu ediyorsun?”
“Öyle olmalı! Daha başka türlü hikmetini de sormadan bu teklifime pek iyi demeli.”
“Acayip! Size bu istibdat fikri ne zamandan beri geldi?”
“Bu sabahtan beri! Sana yalnız şu kadarcığını söyleyeyim ki Ahmet Mithat Efendi’nin Mihnetkeşân hikâyesi gerçekten pek eksik, pek kısa imiş!”
“Canım, sana ne oldu, Allah’ını seversen! Meraktan çatlayacağım.”
“Ben de merakımdan çatlayacağım için çatlamayayım diye bu geceyi de burada geçirmek lazımdır, diyorum.”
“İyi ya! Bana da işten haber ver ki beraber kalalım, eğlenelim.”
“Sen hikâye, roman falan merakında mısın?”
“Pek o kadar düşkünü değilsem de gene severim.”
“Bir hikâyenin en çok meraka dokunacak yerine geldiğin zaman alt bölümü kesilirse?”
“Doğrusu insan merak eder.”
“Öyleyse, bu muvakkat zifafhaneler hikâyesinde her gün gelin olan şu kızların âdeta cariyeler gibi satın alınıp satıldığını işitirsen merak etmez misin?”
“Satın alınıp satılmak mı? Amma yaptın ha! O nasıl şey?”
“Nasıl şey olduğunu ben anladım mı ya? İşte buraları gerçek bir roman olup tam şu meraklı yerinde de hikâyenin alt bölümü kesildi.”
“Kızlardan soralım.”
“Önce bu alışverişi kendisi haber verdiği hâlde, bilemem neden korktu, sonradan büsbütün inkâra başladı. Kızları anaları, babaları satmakta imiş. Elbette bu lanet işi ortaya getiren birçok hâl var ki onları anlamalıyız. Dünyaya geldiğimize, dünyada yaşadığımıza göre dünyanın bu gibi hâllerini öğrenmeyecek olursak neye yarar? Fakat bunları her hâlde dört başlı bir yöntemini bulup öğrenmeli; zira adam aldatmaya mahsus olan bu yerlerde insan biraz tedbirsiz davranacak olursa alacağı haberler yalandan ibaret olur. Bu arada sizin karının hamama gitmiş olması gibi…”
“Vay, bizim karı hamama gitmedi mi? Yoksa bir başka müşteri ile…”
“Kaldır ayağını, üstüne bastın!”
“Ne? Bu ne halt etmek? Kabul etmem!”
“Eee, bakalım şimdi bir rezalet çıkarabilirsen sayarım seni!.. Şimdi müşterisi gidince hamamdan gelir. Hiç renk vermemeli de bu acayip yerlerin kendilerine mahsus hâlleri üzerinde öğreneceklerimizi öğrenmeliyiz.”
“Pek iyi. Reyinden hiç ayrılmayacağım.”
“Şimdi sen buradan kalkarsın. Doğruca bizim sarraf Ohannes’e gidersin. Benim orada hazır param vardır. Sana bir pusula veririm, beş altın alıp gelirsin, ötesini ben düzene korum.”
İki arkadaş böyle Fransızca konuşurlarken, Kalyopi, acaba ne söyleşiyorlar diye merak ile şaşkın şaşkın yüzlerine bakıyordu. Lakırdı bittikten sonra efendiler cigaralarını tazeleyerek gene sohbete başladılar. Bir aralık Ahmet’in üçüncü, Hulûsi’nin ikinci kahvesi olmak üzere birer kahve daha ısmarlandı. Nihayet saatin beşe yaklaşmasıyla ve bu zamana kadar Hulûsi’nin karısı Agavni dahi hamamdan(!) gelmiş bulunmasıyla iki kadın ve iki erkekten ibaret olan cemiyette, Ahmet Efendi dedi ki:
“Kızlar, biz ne düşünüyoruz, biliyor musunuz?”
Agavni:
“Ne düşünüyorsunuz, beyim? Bu gece pek rahatsız oldunuz da onu mu düşünüyorsunuz?”
Ahmet:
“Tersine… Bu gece burada kalmayı düşünüyoruz; ama sizin bir engeliniz yoksa kalacağız.”
Kalyopi:
“Bizim ne engelimiz olur?”
Agavni:
“Anlamazsın bre… Sanki dostlarımız, falanlarımız var da geleceklerse, demek istiyor.” (Ahmet’e) “Yok, beyim, yok! Şimdi bu züğürtlükte öyle dost tutuşacak adamlar da yok!”
Ahmet:
“Öyleyse, arkadaşım gidecek, para getirecek. Ben burada kalacağım. Bugün akşam ve gece de sabaha kadar beraberiz.”
Kalyopi:
“Oh, pek iyi olur.”
Agavni:
“Vallahi, pek iyi olur; bir eğleniriz, bir eğleniriz ki…”
Verilen karar üzerine Hulûsi Efendi, Ahmet’in sarrafa yazdığı pusulayı aldı, çıktı, gitti.

4
Ahmet Efendi Kalyopi ile yalnız kalınca, kızcağız sanki müşterisinin geceyi yalnız geçirmiş olmasındaki eksikliği gidermek için bazı istek alametleri ve keyif başlangıçları göstermeye başlamışsa da bu soğuk cilveler Ahmet Efendi’nin buz gibi donmuş kalmış olan yüreğini ısıtamadı.
Kız dedi ki:
“Akşam yalnız yattığınız gibi bu akşam da yalnız yatmak için mi burada kalmayı tertip ettiniz?”
“Senin için bu hâl fena mıdır?”
“Yoksa akşam beni beğenmediniz de bu akşam başka bir karı mı çıkaracaksınız, kocacığım?”
“Hayır, bu akşam da seni çıkaracağım; fakat rica ederim ki bana ‘Kocacığım!’ deme! Zavallı kız, ‘kocacığım’ demenin ne demek olduğunu bilerek mi söylüyorsun?”
“Bizim gibi günahkârlar için ‘kocacığım’ denecek müşterilerimizden başka kim olabilir? Fakat mademki bu akşam da beni çıkaracaksınız niçin…”
“Dedim ya, işte… Senin için en iyi müşteri benim gibi müşterilerdir. Rahat edersin. Baksana vücuduna! Kim bilir, buraya gelen herifler sizi ne kadar hırpalarlar!”
“Ah, öyle ya! ‘Parasını verdim!’ diyorlar.”
“O hâlde bir müşteri ile yatmaya neden heves ediyorsun?”
“Müşteriyi tutmak için, başka türlü olur mu?”
“Anlayamadım.”
“Kendimi müşteriye beğendirirsem başka vakit de bana gelir.”
“Ha… Anlamaya başladım. Demek oluyor ki bu evde hangi kadının müşterileri çoksa…”
“Öyle ya… Hem hiçbir geceyi boş geçirmez hem Dudu’nun yanında itibarı ona göre olur.”
“Müşteri ile yatmayı arzu etmek onu sevdiğinden dolayı olmayıp bunun için imiş ha! Hesabın doğrudur da… Sevmek lazım gelse bu kadar müşterinin hangi birini sevmeli? Ama bunları sen bana söylememelisin; söylediğin hâlde beni nasıl aldatabilirsin?”
“Siz zati aldatılacak müşterilerden değilsiniz ki… Dün gece paraları verdiğiniz hâlde benimle yatmadığınız gibi bu gece de kalacaksınız da gene yatmayacağınızı söylüyorsunuz.”
“Ne bilirsin, belki yatarım.”
“Hayır, siz bizim gibi kızlarla yatmazsınız; öyle sizin gibi bazı müşterilerimiz vardır ki buraya sadece eğlenmek için gelirler. Yerler, içerler, çalarlar, çağırırlar; hatta koyunlarına kız alsalar bile dokunmazlar.”
“O nasıl olur? Bir adam koynuna kız alır da dokunmaz olur mu?”
“Onlar bizden iğrenirler. Hakları da vardır ya! Bir kere sizin gibi bir müşteri demişti ki: ‘Siz bir kaşığa benzersiniz ki herkesin ağzına girersiniz; bunun için midesi olan bir adam o kaşığı ağzına almaktan iğrenir.’ ”
“Acayip! Sen böyle sözler de işitmişsin, ha? Eee, bunların ne demek olduklarını da güzelce anlamış mısın?”
***
Ahmet Efendi’nin bu son suali sormasına şaşmamalıdır. Biz burada kızın söylediği sözleri düzgün Türkçe olarak yazıyorsak da Kalyopi Türkçeyi o kadar tuhaf söyleyen Rumlardan idi ki söylediği şeyleri anlayabilmek için insan epeyce düşünmeli idi. Bu hâlde bulunan bir Rum insana: “Ben sizi bağırsaklarımdan severim!” dediği zaman can ve gönülden sevdiğini anlatmaya çalıştığını anlayabilmek için haylice düşünmelidir; bunun için Ahmet Efendi kızın söylediği şeyleri kendisi dahi anlayıp anlamamış olduğunu öğrenmeye lüzum görmüştür. Kız dedi ki:
“Ben Türkçeyi iyi söyleyemezsem de söylemek istediğim şeyi pek iyi anlarım; tabiat sahibi olan erkeklerin bizden iğrenmelerine hak da veririm.”
“Hak mı verirsin?”
“Evet, hiç haremlerde kocasından başka erkek tanımayan, kocasını candan, gönülden seven hanımlar bize benzerler mi? Biz neyiz? Dünyada hiçbir kimseyi sevmez, hayvan gibi bir mahlukuz. Bir müşteri bizi aldığı zaman bizden sevgi bekler, lezzet bekler. Hâlbuki biz ona ne kadar sevgi, şevk, lezzet göstersek, hepsi yalandır. Öyle değil mi? Biz gönlümüz isteyerek ona gitmiyoruz ki!.. Geceliğimizi almak için gidiyoruz. Bir kere düşününüz: Bir adam kendi işini kendisi gördüğü zaman ne kadar kendisini verir, şevkle, lezzetle görür; gündelikçi bir başkasına iş gördüğü zaman öyle gayret, şevk, lezzet ile işler mi?”
“Bu lakırdıların hepsi doğru; ama senden işitmeyi beklemiyordum.”
“Ben de bu lakırdıları her müşteriye söyler miyim ya? Fakat sizin öyle başka müşterilere benzemediğinizi anladım da onun için söylüyorum. Buraya birtakım adamlar gelirler ki gecelik üzerinde âdeta pazarlık ederler. Bir buçuk lira istenildiği hâlde üç mecidiyeden kapıyı açarlar. Artık bunlar verdikleri paranın acısını çıkarmak için o geceyi sabaha kadar nasıl geçireceklerini düşünmelisiniz! Sizse iki gecede üç lira veriyorsunuz da gene beni rahat bırakacağınızı söylüyorsunuz. Artık bu sözleri sizden saklamaya ne ihtiyaç kalır? Ben size: ‘Aman, sizi şöyle sevdim, böyle sevdim; mutlaka sizinle yatmak isterim.’ diye yalandan arsızlanacak olsam bana inanır mısınız? Yok. Öyleyse, size her şeyin doğrusunu söylerim de bari hiç olmazsa bizim nasıl biçareler olduğumuzu anlarsınız.”
***
Daha konuşmanın başından beri Ahmet Efendi Kalyopi’nin yüzünde bir masumluk hâli görmekteydi ki bunda yüreğinin de temizliğini görüyor, hele şu söylediği sözleri, içinden böyle duyduğu, böyle inandığı için söylediğinden hiç şüphe etmek istemiyordu.
Evet, bir adam düşüncelerini ortaya koyarken onda kendine mahsus bir ağız olur ki insan biraz dikkat erbabından olup da iyi bakacak olursa söylediği söz konuşanın vicdanına uygun mu, değil mi bayağı anlayabilir. Ahmet Efendi ise öyle her işittiği ilk söze inanır takımdan olmayıp bin söz içinde doğruya benzer ancak iki söz bulabilir adamlardan olduğu hâlde Kalyopi’nin söylediği sözler içinde binde ikisinin, üçünün bile hakikate aykırı olmadığı için kendisini doğrudur demeye mecbur ediyordu. Bununla beraber her ne olursa olsun elden bırakmadığı ihtiyatını gene ele alarak dedi ki:
“Güzel ama sizin nasıl biçareler olduğunuzu anlarsam, bundan sana ne fayda gelir?”
“Hiç! Şu kadar ki bizim iğrenilecek kızlar olduğumuzdan ziyade acınacak kızlar olduğumuzu anlamış olursunuz.”
“Bir de bizimle beraber geçireceğiniz geceyi biraz daha rahat geçirmiş olursunuz, öyle değil mi? Ama bir başka fayda daha var. Onu niçin söylemiyorsunuz?”
“O hangisi?”
“Bizden geceyi bizimle birlikte geçirmek için paraları aldıktan sonra o geceyi başka bir müşteri daha alarak iki kat para kazanmış olmak!..”
“Evet, bu da olabilir. Eğer müşteri çıkarsa olabilir.”
Kız bu cevabı hiç düşünmeden ve hiçbir ihtiyat göstermeden serbestçe vermiş olduğu için Ahmet Efendi daha fazla garip bulmaya başladı. Dedi ki:
“Acayip! Bunu da inkâr etmiyorsun ha?”
“Neden inkâr edeyim?”
“Demek oluyor ki bazı kere böyle yapan kızlar da vardır.”
“Böylesini değil, daha başka türlüsünü dahi yaparlar. İkisinin de koynuna girmek üzere başka başka iki müşteri alanlar da bulunur; hatta sizin arkadaşın aldığı kız yok mu? Agavni… İşte dün gece iki müşteri savdı!”
“Ya!.. Mesela bu gece sana bir müşteri daha çıksa alır mı idin?”
“Siz yattıktan sonra çıkarsa alırdım; yahut siz yatıncaya kadar bekler ise…”
“Bunu da söylüyorsun ha?”
“Niçin yalan söyleyeyim? Sizin benden istediğiniz eğlenceyi yaptıktan sonra, beni yanınızda alıkoymayacağınıza göre geceyi boş geçireceğime bir müşteriden beş on para daha alsam fena mı olur?”
“Ya o geceyi de rahat geçirdiğine sevinsen fena mı olur?”
“Bizim için rahat ne kadar uzak!”
***
Kızın sözleri Ahmet Efendi’nin merakını kurcalayarak zihnine o kadar şeyler yığıyordu ki bu düşünce salgını altında ezilip kalmak derecelerini buldu; bununla beraber açlık da kendisini hissettirmekte olduğundan kuşluk yemeği için ne yapmak lazım olduğunu kıza sordu.
Kalyopi dedi ki:
“Dışarıdan yemek getirtmek lazım; ama bir tanıdığınız varsa oraya haber gönderip getirtiniz. Parasını da oradan gelen adama verirsiniz.”
“Bu neden?”
“Neden olacak! Bizim Vasili’ye para verip getirtecek olursanız verdiğiniz paranın yarısı kadar bile yemek gelmez.”
“Çok şey! Vasili senin arkadaşın olduğu hâlde onun menfaati zıddına olarak bu sözü niçin söylüyorsun?”
“Sizi zarardan korumak için!”
“Ben bir yabancı adam olduğum hâlde?”
“Size gerçek söylüyorum ki sizi başka müşteriler gibi saymıyorum; çünkü siz de beni başka müşterilerin bizim gibi kızlara baktıkları gözle görmüyorsunuz.”
“Kalyopi şu doğru sözleri söylemekten maksadının ne olduğunu şimdi anlamaya başladım; beni bir karı gibi aldatamayacağını anladın da böyle temiz yüreklilik göstererek aldatmak istiyorsun.”
“Aldatmak değil. Size kendimi öyle beğendirmek istiyorum. Aldatmaktan elime ne fayda girecek? Ben geceliğimi bilirim; ama size kendimi beğendirecek olursam, bir daha geldiğiniz zaman gene beni çıkarırsınız. Mademki buralara karı aramak için gelmiyorsunuz; yalnız bir eğlence içinde beni elverir görürsünüz. Benden daha güzel olanları aramazsınız.”
“Ama sen de pek güzelsin.”
“Ben mi?”
“Gerçekten pek güzelsin ama gece gündüz yorgunluktan solmuş, berbat olmuşsun.”
Bu söz kızın can evinden bir ah koparıp ağzından, burnundan alevler çıkarırcasına göğüs geçirmesine sebep oldu.
Ahmet Efendi sordu:
“Neden ah ettin?”
“Siz beni bir sene evvel görseydiniz…”
“Sen bu sanata başlayalı ne kadar zaman oldu?”
“Dokuz ay.”
Dokuz ay içinde bir kızın böyle yaşının iki katı yaşlanmış görünecek kadar yıpranamayacağını hatırlayarak Ahmet birdenbire kızın sözüne inanmamak istedi ise de bir de hatırına “Henüz 17 yaşında” sözü gelerek: “Vah biçare, henüz 17 yaşında! Ne zaman kadın oldu, ne zaman meleklere yaraşan o ilk kızlığı mahvoldu; ne zaman buralara düştü? Evet, bu da doğrudur; bu kız daha bir yıllık günahkâr değildir.” dedi.
***
Bununla beraber hepsinden önce hallolunacak mesele yemek meselesiydi.
Dün akşam yemek yedikleri lokanta, vaktiyle her zaman devamlı müşterisi oldukları bir yerdi; Ahmet Efendi oraya bir pusula yazarak yemek istedi. Hâlbuki tanımadığı bir yer olsa da yemek getirilebilirmiş; zira Kalyopi’den öğrendi ki gelen müşteriler haber gönderdikçe lokantalar yemek gönderirler ve yine kendi belli fiyatları üzerinden akçesini alırlarmış. Bunu bilmeyen müşterilerse uşağa para vererek yiyecek satın aldıracak oldukları hâlde büyük büyük hırsızlıklara uğrarlarmış.
Gönderdiği uşak yemeği getirinceye kadar büyük şair Victor Hugo’nun aşkına değil, belki şu pis yerlerde iğrenmeden çok merhamete layık oldukları gene Kalyopi’nin hükmettiği biçarelere şefkat adına, birkaç kadeh içmeye lüzum gördü. Hakiki miktarı elli dirhem[1 - Dirhem: 160 gram.] olmadığı hâlde yüz dirhem sayılarak parası da ev sahibinin ayrı bir kazancı olmak üzere on kuruş olan şişelerden bir tanesi iki kadehle birlikte getirildi.
Ahmet Efendi Kalyopi’ye dedi ki:
“Müşterileriniz size çok rakı içirmeyi isterler, öyle değil mi?”
“Evet.”
“Sizi keyiflendirip eğlenmek için olmalı; ama siz vücudunuza niçin acımazsınız da o kadar çok içersiniz?”
“Biz vücudumuza acıyacak olsaydık zati buralara düşmezdik. Biz de müşterilerimize çok içirmek isteriz de onun için kendimiz de çok içeriz.”
“Müşteri çok içerse ondan ne menfaat çıkar? Geceliği artırmaz ya?”
“Öyle değil… Beş altı şişe rakı harcanırsa elli altmış kuruş eder. Bizim Dudu müşterilerine çok rakı içiren kızlardan hoşlanır!”
“Öyle ise, demek oluyor ki sen de bugün hem kendin çok içeceksin hem de bana çok içireceksin. Öyle mi?”
“Hayır, siz o adamlardan değilsiniz, istediğiniz kadar içersiniz.”
“Sen de eğer istersen hiç içme! Ben Dudu’yu, başka türlü memnun ederim.”
“Siz bilirsiniz; içmem, efendim.”
“Yok, seni içmeye de içmemeye de zorlamak istemiyorum. Canın nasıl isterse öyle yap.”
“Canım nasıl isterse mi? Hiç benim canımın istediği gibi olur mu? Müşteri ben miyim? Siz nasıl isterseniz öyle..”
“Hayır, hayır; bugün ben istiyorum ki müşteri sen olasın. Canın nasıl isterse öyle hareket edesin.”
“Ne kadar iyi adamsınız!”
Kalyopi bu “Ne kadar iyi adamsınız!” sözünü öyle şaşırmış bir eda ile söylemişti ki sanki dünyada bu kadar iyi adam bulunabileceğine ihtimal dahi verememekte olduğu hâlinden anlaşılmıştı. Bunun için Ahmet Efendi artık kendisi için bir gün bile istediği gibi hareket etmek güç olduğuna inanmış olan bu kızcağızı bari bir gün olsun insanlık hürriyetinden faydalanarak yaşatmak kendisince de; pek büyük bir zevk olacağını hükmetti, dedi ki:
“Kalyopi, senden bir şey rica edeceğim.”
“Ne isterseniz, efendim, söyleyiniz.”
“Bugün şu saatten yarın bu vakte kadar buradasınız; değil mi?”
“Öyle söylediniz.”
“Bu zaman içinde beni istediğin gibi eğlendirmek ister misin?”
“Başka ne isterim?”
“Öyleyse, yarın bu zamana kadar kendini büsbütün serbest bileceksin. Sana gerçekten âşık olan bir koca yanında bulunuyorsun. Her nazını çekmek onun için bir şereftir. Seni her türlü sevindirmek isterim; anladın mı? Yarın bu vakte kadar nasıl yaşamak istersen öyle yaşayacaksın. Ben de işte bununla eğlenip zevk alacağım.”
“Ah, kocacığım!”
“Gene kocacığım dedin!”
“Siz öyle emretmediniz mi ya? Daha şimdi söylemediniz mi ki yarın bu vakte kadar…”
“Evet, evet, söyledim. Yarın bu vakte kadar bana kocacığım demelisin; amma gene niçin ah ettin? Söylediğim sözü beğenmedin mi? Teklifimi kabul etmedin mi?”
“Nasıl kabul etmez mişim? Sevinerek ve teşekkür ederek kabul ederim; amma ben de sizden bir şey dileyeceğim.”
“Söyle; zati her ne istersen söyle, demedim mi?”
“Tamam. Siz de yarın bu vakte kadar günahkâr kızlar için günahkârlık üzerinde hiçbir söz söylemeyeceksiniz; bana hiçbir şey sormayacaksınız. Bizim, acınacak kızlar mı, yoksa iğrenilecek kızlar mı olduğumuzu hiç yüzümüze vurmayacaksınız; zevkinizde, safanızda olacaksınız.”
“Pekiyi. Bu şartı da kabul ettim.”
***
Ahmet Efendi bu şartı da kabul etti amma pek de gönlünün arzusuna uygun olmak üzere kabul etmedi; zira bu hazırlıklardan maksadı Kalyopi’yi deşip aradığı esrarı elde etmek, öğrenmekti. Kızın açık gönülle, ciddi olarak söylemiş bulunduğu sözler üzerine kendisini bir günceğiz olsun bahtiyar etmeyi başkaca bir istek olarak göze almış olduğundan şimdilik bu emele varmaya yetişir görmeye razı oldu.
Bir başkasını sevindirip zevklendirmekten zevk ve lezzet aramaya garipsenecek bir manasızlık gözüyle mi bakarsınız?
Hâlbuki bu hâl insanlar için hep böyledir. Bu da beşerin yaradılışının bir büyük iktizasıdır ki hükmü her şeyden kıymetli olursa da birçok işlerde insan ayırt edemez.
Yolda bir adama neden aşinalık edersiniz?
Herkese güler yüz gösterip tatlı söz söylemeyi nezakete uygun diye neden yapmak istersiniz?
Bunlar hep başkalarını memnun etmek değil midir? Hâlbuki onların sizden memnun olmaları size de zevk ve lezzet verir de onun için böyle yaparsınız.
Bundaki sır ve hikmet sevgi bahsinde de kendisini en parlak olarak meydana koyar. Sevdiğiniz bir kadını memnun ve mesut etmek için neler yaparsınız? O kadını kendinizden memnun ettiğiniz hâlde onun da size göstereceği memnunluk hâlini size karşı bir sevgi olmak üzere görür, işte siz de bundan memnun olursunuz; zevk alıp lezzet bulursunuz, vuslat zamanında bile kendi hazzınızdan çok sevgilinizin haz duymasını arzu edersiniz; zira sizin zevkiniz dahi o yüzden tamam olacaktır.
Ama böyle, murdar yerin murdar kızları için böyle değilmiş! Pekâlâ ve tamamıyla böyledir.
İlkin konuşurken de geçtiği üzere buraya gelenler hemen kızları sarhoş ederek onların keyiflenmesinde zevk ararlar. Hem de bizim Ahmet Efendi’nin hatırına gelen şeylerin hiçbirisi onların hatırına gelmediği hâlde bu kızları sanki kadınlık hassaları iyice olgunlaşmış kadınlardan diye alarak öylece hareket ederler.
Kızların bu derecelere kadar sızlanmalarının sebebi de bu değil midir? Böyle birkaç altın para harcayanlar daima bu masrafa dayanamayıp bunu gözden çıkardıkları zaman dahi bari tam eğleneyim diye eğlenmenin hepsinde o ifrat derecelere varırlar, ölçüsüzlüklere girişirler. Her ne kadar bu yorgunluk onları birkaç gün hasta ederse de biçare kızlar ertesi akşam için de bu ifratlara bu kadar istidatlı başka birtakım gözü kızmışların heves ve hırslarını söndürmeyi zar zor beklerler. İşte bir gecesi sağlam, yapılı erkekleri birkaç gün hasta eden bu ölçüsüzlükler, bu yorgunluklar o biçareler için her geceki iş olduğundan onlar böyle henüz 17 yaşında iken yıpranıp solar, giderler.
Ahmet Efendi ise yabancısı olan bir kızı yirmi dört saat bahtiyar ve memnun etmekten zevk aramakta başkalarından daha çok haklı idi; zira bu zevki ömrünce kendisi denememiş olduğu gibi, onu zevklendirmek istediği kız dahi hemen ömrünce görmemiş olduğu bir şey gibi görecekti.
***
Sözün kısası ısmarlanan yemek geldi, Ahmet Efendi arkadaşının refikası olan Agavni’yi dahi yemeğe çağırdı. Agavni ise zati sabahleyin merdiven başında Kalyopi’ye hani şu saatte henüz acemi saydığı kıza ders vermesinden dahi anlaşılmış olduğu üzere, kendilerine mahsus olan hâlleri açık yürekle söyleyiverecek takımdan olmadığı gibi Kalyopi ile Ahmet Efendi arasında söylenmiş olan sözler onunla hiç söyleşilmemiş bulunduğundan onun bu müşteriyi alış hâli Kalyopi’ninkine hiç de benzemezdi; bunun için meydanda olan bir tek şişeden bir tek kadeh içerek yemeğe oturmadan memnun olmadı. Daha rakı istedi. Ahmet Efendi o günden ertesi güne kadar her yap, yapma emri Kalyopi’nin elinde olduğunu söyleyince şaşaladı; bununla beraber Kalyopi bir şişe daha ısmarlayıp arkadaşının şaşkınlığını gidermek için önce Rumca olarak kararlaştırılan şekli anlatmaya başladıysa da Agavni Ermeni olduğu için Rumcada öyle becerikli değildi, Kalyopi’nin ona anlatmaya çalıştığı Rumcayı, zati mesele belli olduğu için Ahmet Efendi dahi anlıyordu.
Yemek zamanının en büyük kısmı bu Rumca sözlerle geçti. Agavni, Kalyopi’nin söylediği sözleri öyle bir tavırla dinliyordu ki Ahmet Efendi’yi hemen parası çok, aklı yok bir ahmak yerine koyduğunu, bu hâlinden Ahmet Efendi de anlıyordu. Öyle ya! Koynuna almaktan tiksindiği bir kız için şu el açıklığı ahmaklıktan başka neden gelebilir?
Lakin biçare Kalyopi, kendi sözlerini müşterisinin anlaması ihtimalini hatırına bile getirmediği halde, Ahmet Efendi’nin o zamana kadar hiçbir eşini görmediği adam olduğunu ve gösterdiği yüksek kalpliliğin kendi yüreğine dahi büyük tesir bıraktığını o kadar safça söylüyordu ki bu hâl Ahmet’i geçirdiği duygular ve teessürlerde bir kat daha kuvvetlendirmişti. Bunun Agavni’de uyandırdığı kanaat ise, alay edercesine gülümsemesi anlatıyordu ki bu acemi kızın, bu acemiliğinden fazla, bir de eşekçesine bön bir kız olduğudur.

5
Yemekten kalkıldıktan sonra zati geceden beri uykusuz ve yorgun bulunan Ahmet Efendi’yi bir gevşeklik alarak gözleri kapanmaya başladığından, kızların dahi birleşen reyleri üzerine Ahmet Efendi yatağa girdi. Kendisini dahi “Acaba davet eder mi?” diye Kalyopi biraz Ahmet’in yüzüne baktıysa da öyle bir teklif olmadığından ilkin Agavni, biraz sonra Kalyopi odadan çıktılar. Ahmet Efendi dahi oldukça uykuya benzer bir suretle daldı gitti.
İki saatten fazla uyumuş olmalıdır ki oda içinde çıkan bir gürültü Ahmet’i uyandırdığı zaman bayağı kafası yerine gelmişti. Bu gürültü Hulûsi Efendi’nin dönüşünden oluyordu. Her ne kadar Kalyopi Ahmet Efendi’yi rahat bırakmak için yukarı çıkılmamasını istedi ise de Hulûsi Efendi öyle rey ve emir dinlemeye kendisini mecbur bilmediğinden yukarıya çıktığı gibi Agavni de arkasından, nihayet Kalyopi de hepsinin ardından çıkmıştı.
Ahmet Efendi’nin uyanması herkeste bir kahkaha uyandırdığı gibi Ahmet dahi bu kahkahaya katılmaktan geri kalmadı. Her kafadan bir söz çıkmak suretiyle deminki yemek ve yarına kadar verilen karar Hulûsi’ye dahi anlatılmaya başlandı. Yarına kadar ne yapılacaksa Kalyopi’nin reyi ile yapılacağı da Hulûsi Efendi’ye anlatılınca dedi ki:
Ooo… Ne çabuk âşıkdaşlık! Ne çabuk boyunduruğa giriş!
İşte sen böylesin; daima ifrattan, tefritten ayrılmazsın. Ya hiç olmaz ya en fazlası olur.”
Lakin Ahmet Efendi bunun neden olduğunu sormak lazım gelmediğini anlatınca Hulûsi dahi latifeyi kısa kesti. Bununla beraber Kalyopi’ye dönerek dedi ki:
“Eee, hanımefendi; işte saat dokuz[1 - Alafranga 15.] oldu; ne yapacaksan her şeyin tam zamanıdır.”
Kalyopi:
“Ne yapacağız diye düşünüyorsunuz?”
Hulûsi:
“Acayip! Burada kalmaktan maksat zevk değil mi? Safa değil mi? Bunun birinci şartı ise dün akşam lokantada olduğu gibi istemeye istemeye başlayarak sonra dünyada gelmiş, gelecek, ne kadar şairler, filozoflar varsa hepsinin aşkına ölümüne, dirisine kadehler tokuşturmak değil midir?”
Kalyopi bu sözün ta “kadehler”e gelinceye kadar olan kısmından hiçbir şey anlayamamıştı. “Kadehler” lafını işitince dedi ki:
“Bu gece her şeyi ben emredecek değil miyim? Eğer her şeyi benim emrime vermekten maksat bizim eğlencemiz, rahatımız, memnunluğumuz yerine gelsin ise ben önce derim ki bu akşam rakı içilmeyecektir.”
Agavni:
“Oh, eğer senin her reyin böyle olacaksa ben de sana haber veririm ki reylerinden hiçbirisi kabul olunmayacaktır.”
Hulûsi:
“Ben de Matmazel Agavni ile beraberim; hem sanırım ki sen de bizimle berabersin, değil mi, Ahmet?”
Ahmet:
“Hayır; ben Kalyopi’ye söz verdim. Onun dediğinden dışarıya çıkmam.”
Agavni:
“Eğer Kalyopi’nin dediğinden dışarıya çıkmayacak olursanız bu akşam esnemekten çenelerimiz ayrılır, can sıkıntısından patlarsınız.”
Kalyopi:
“Biz bu kararı verdiğimiz zaman siz yoktunuz; bunun için bu karara uyup uymamak sizin bileceğiniz bir şeydir; ama biz içmeyeceğiz. İyi değil mi, kocacığım?”
Ahmet:
“Pekâlâ, karıcığım!”
Hulûsi:
“Vay, vay! Karıcığım, kocağım, ha? Bravo! Bravo! Aferin, Kalyopi! Bu derecelerde başarı, ha! Tebrik ederiz.”
Kalyopi:
“Biz yarına kadar böyle karar verdik. Yarına kadar karıcığım, kocacığım diyeceğiz. Siz buyurunuz, rakı ısmarlayınız; içiniz; biz içmeyeceğiz.”
Hulûsi:
“Güzel, ya! Fakat şunun hikmetini bize de söyle ki eğer akla yakın bir şey ise biz de size uyalım. Zati biz de Bekri Mustafa’nın torunları değiliz, ya? Aralıkta bir içeriz.”
Kalyopi:
“Bundaki hikmet şudur ki biz her akşam… Her akşam değilse bile haftada dört beş, altı akşam körkütük sarhoş oluncaya kadar içiyoruz; eğer bu akşam da içersek her akşamdan bu akşamın ne farkı kalır? Hâlbuki bir akşamcık da sarhoş olmaksızın uslu, akıllı, rahat eğlenirsek bizim için görülmemiş bir akşam geçmiş olur; ben de ondan pek çok hoşlanırım. Zati benim hoşnut olmamı kocam istiyor; işte bunun için öyle olsun dedim.”
Hulûsi:
“Güzel ama matmazel, sizin gibi biz de her akşam içsek, körkütük olsak; bir akşam da ayık geçirmeye lüzum görürdük. Belki aylar vardır ki biz ağzımıza damla koymamışızdır. Yalnız, dün akşam, birkaç kadeh parlattık. Böyle olunca biz bu akşam vur patlasın, çal oynasın diye geçirirsek hoşlanacağız.”
Ahmet:
“Canım, işte kızcağız pek iyi söyledi, ya! Siz buyurunuz, afiyet olsun. Bizi de kendi hâlimize bırakınız.”
Hulûsi:
“Canım, seninle lakırdım yok. Sen şimdi içmemek için dünyanın felsefelerini, hikmetlerini ortaya koyarsın. Bir kere de başlandı mı, artık seni alıkoymak için zincirlerle bağlamak lazım gelir. Her arkadaşın karşı koyması senin gibi olacak olsa dünyada hiç iki arkadaş arasında ayrılık görülmezdi. Ben matmazel Kalyopi ile konuşuyorum.”
Kalyopi:
“Pekiyi; efendim; söyleyelim de içki getirsinler.”
Hulûsi:
“Söyle! Bravo, matmazel! Ama sanmayınız ki reyinize karşı geliyoruz. Allah göstermesin! Herhâlde rey sizindir; yalnız biz dahi âcizce fikir bildirelim de beğenmezseniz gene sizin dediğiniz gibi yaparız.”
Kalyopi:
“Benim dediğim gibi yapacak olsanız bu akşam içmezdik.”
Hulûsi:
“Yok ama sözünüzden dönmeyiniz. Onun kararını verdik, gitti. Bundan sonra her ne emrederseniz, demek istiyorum.”
Agavni:
“Ben öyle şey bilmem! Bu gamlı dünyada rakısız yaşayamam. Hiçbir şeyde dahi Kalyopi gibi mektep çocuğunun emrine tabi olamam!”
Ahmet:
“Vay! Bu dünya sizin için dahi gamlı dünya mıdır, hanım?”
Agavni:
“Gamlı, gamsız! Kadehleri parlattığım vakit ne gam kalır ne kasavet!”
Ahmet:
“Kalyopi dahi mektep çocuğu ha!”
Agavni:
“Ne olacak ya? Hatta geçen gün gördüm ki bir yüz havlusunu dürmüş, bükmüş, başına bir hotoz koyup bebek yapmış, oynuyordu. Henüz 17 yaşında!”
***
Ahmet Efendi bir kere daha içini çekti. Hulûsi baş taraflarını bilmediği için bu sözden bir şey anlayamadı. Kalyopi’nin bönlüğü, yahut, demek yerinde ise masumluğu bu son söze dikkat bile ettirmedi.
Uşağa verilmiş olan emir üzerine dört şişe rakı, dört kadeh, dört bardak da su geldi.
Agavni dedi ki:
“Siz bu gece kumandayı kime vereceğinizi bilemediniz. Eğer kumandan ben olsaydım; şimdi Vasili’ye bir emir verip âlâ mezeler getirtirdim.”
Hulûsi:
“Orduda yalnız bir kumandan olmaz ya! Sen de ikinci kumandan ol da bu emri ver.”
Agavni bir asker kumandanı edasıyla Vasili’ye haykırarak meze emretti. Kalktı, kadehlerin dördünü de doldurdu; ama Kalyopi ile Ahmet içmek istemediler.
Agavni dedi ki:
“Siz bu akşam burada eğlenmek için kaldınız, öyle mi? Yazık öyleyse paralarınıza! Daha başında böyle birbirimize uygunluk göstermeyecek olursak nasıl eğlenebilirmişiz? Evinizde kalsaydınız hem istediğiniz rahatı bulur hem de avuçlar dolusu paradan çıkmazdınız.”
Hulûsi:
“Böyle bir fikir vereceğin ve söz söyleyeceğin zaman paradan hiç bahsetmezsen pek kibarlık göstermiş olursun.”
Agavni:
“O! O! Öyle ya! Paradan bahis mi olurmuş? Paranın gittiğine bakmıyoruz; galiba daha yakınlarda miras yemişiz!”
Hulûsi:
“İşte bu latifeleri de bırakarak yalnız zevkine bakarsan pek terbiyeli olursun.”
İlk kadehleri Hulûsi ile Agavni yalnız içtiler. Ahmet’le Kalyopi onlara arkadaşlık etmedikleri gibi ikinci, üçüncü kadehler de öyle yalnız içildi; ama dördüncü kadehte bunların kafaları iyice kızmış olduğundan Agavni dedi ki:

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/ahmet-midhat/henuz-17-yasinda-69429433/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Mihnetkeşân: ‘‘Dertliler’’ demek.

1
Dirhem: 160 gram.

1
Alafranga 15.
Henüz 17 Yaşında Ахмет Мидхат
Henüz 17 Yaşında

Ахмет Мидхат

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Ahmet Mithat Efendi’nin dönemin kerhanelerinin ve toplumsal yapısının iç yüzünü en gerçekçi hâliyle okuyucuya sunmakta olduğu “Henüz 17 Yaşında”, tesadüfi bir şekilde yolu Beyoğlu kerhanelerinden birine düşen Ahmet Efendi ve orada tanıştığı “henüz 17 yaşındaki” Kalyopi’nin hikâyesini konu alan sürükleyici ve bir o kadar da etkileyici bir romandır. Ahmet Efendi birbiri ardına gerçekleştirdiği “alışık olunmayan” ziyaretler ile Kalyopi’nin gönül acımasının ve insanlığının izine, başına gelenlerin ve onu bu batakhaneye sürükleyen nedenlerin peşine düşer. Kalyopi’ye gerek içten bir dost gerek bir baba gibi yaklaşmakta olan Ahmet Efendi gelecek günlerle geçmiş günlerin acısını unutturabilecek midir? “Senin adın nedir?” “Bana Kalyopi derler, efendim; küçük Kalyopi!” “Demek oluyor ki burada bir de büyük Kalyopi vardır.” “Hayır, buradaki kızların en küçüğü ben olduğum için…” “En küçüğü mü? Kaç yaşındasın?” “Henüz 17 yaşında!”

  • Добавить отзыв